AL-I IMRAN SURESİ

l-i İmrân Sûresi'ni okuyan bir kimse, bu güzel sûrenin konusunu hemen algılayabilir; zira bu sûre iki büyük konu etrafında dönmektedir. Birincisi; Medine'de İslâm'a karşı düşmanlık yapan Ehl-i Kitap ile diyalog, İkincisi ise, Müslümanlara büyük bir yaranın dokunduğu ve onlarca eve hüzün sokan Uhud yenilgisine getirilen yorumlar.

Sûrenin başında ve ortasında her iki konuda başlı başına işleniyor, sonlarına doğru ise, Ehl-i Kitap'la olan diyalog ile Uhud savaşının yenilgisinin sebepleri birlikte ele alınıyor. Bu birliktelik sanki davet yolundaki cihadın, her iki mücadele ortamında da sebatını gerektirmekte ve Medine içindeki Yahudilerin hile ve düzenbazlıklarıyla, geçmişte düşmanları olan putperest Mekkelilere karşı koyma hususunda Müslümanların, ortak bir savunma ve mücadele alanı oluşturmalarını zorunlu kılmaktadır.

Bizler davet ve çağrımızı, hiçbir zulüm ve düşmanlık olmaksızın, tüm toplumlara sunmalıyız. Kim bizim davetimize icabet ederse, onunla kardeş oluruz; kim de davetimize engel olursa, Allah (c.c.)'a güvenerek, bize engel olanlara karşılık veririz. Yüce Allah (cc.)'ın şu sözünde bu hususa işaret edilmektedir:

"Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: 'Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim.' Ehl-i Kitab'a ve Ümmîlere de de ki: 'Siz de Allah'a teslim oldunuz mu?'Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir." (Âl-i İmrân, 3/20)

Sûre şu hususları açıklayarak başlamaktadır: İslâm, tüm insanlar için hidâyettir, onun kitabı Kur'ân ise, Allah'ın önceden indirmiş olduğu tüm ilâhî kitapları, doğrulayıcı ve tasdik edicidir. Zira tüm ilâhî öğretiler, hak ile batılı birbirinden ayıran Fur-kân'dır. Hz. Mûsâ (a.s.), Hz. İsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (a.s.) tek bir yolda yürümektedirler. Zaman ve mekanların farklılığına rağmen İslâm dairesi, tüm ilâhî dinleri kapsamaktadır.

Âl-i ImrSn ¦ 35

Kur'ân-ı Kerîm'İtı Konulu Tefsiri

Allah Teâlâ, Tevrat, İncil ve Kur'ân'ı "Âyâtu11ah=Allah (c.c.)'ın âyetleri" olarak isimlendirmektedir. Bu sûrede "Âyâtullah" kavramının, onlarca yerde tekrar edildiğine dikkat çekmek istiyoruz. Bu kavram ilk olarak şu âyetle başlamaktadır:

"Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." (Al-İ İmrân, 3/ 4)

Şu âyetle de bitmektedir:

"Ehl-i Kitap'tan öyleleri var ki, Allah'a ve hem size indirilene hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın âyetlerini az bir pahaya satmazlar." (Âl-i İmrân, 3/199)

Tüm zamanlarda İman edilmesi gereken unsurlar arasında hiçbir farklılık olmadığı gibi, Hz. Muhammed (a.s.)'e İndirilenle, önceki kardeşleri Hz. İsâ (a.s.) ve Hz. Mûsâ (a.s.)'ya indirilenler arasında da hiçbir çelişki yoktur. Zira çelişki ve zıtlıklar, ancak Allah (c.c.)'ın âyetleri ile insanların uydurdukları arasında bulunur.

İman; Kur'ân'ın bize açıkladığı gibi, hem bize indirilene, hem de bizden önce indirilenlere inanmaktır. Aksini iddia edenlerin ise, kaybettikleri bilinçlerini tekrar kazanmaları gerekiyor.

Ehl-i Kitap, iki gruptur; Yahudiler ve Hıristiyanlar. Medine döneminde Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında sıcak bir diyalog yaşanmadı. Asıl sıcak çatışma ve mücadeleler, Müslümanlarla aynı şehri vatan edinen, Allah (c.c.)'ı ve Resulü (a.s.)'nü yalanlayarak İslâm'a karşı çıkan, onun öğretilerine savaş açan ve birçok yerde putperestleri, Müslümanların üzerine kışkırtan Yahudiler arasında olmuştur.

Yahudiler, putperest Mekkelilerin mal ve mühimmatlarını toplayarak müslüman-lara saldırmaları için, onları kışkırtmışlar ve onlara erzak ve kalelerle yardım etmişlerdir. Bu güzel sûrenin her yerinde, Yahudilerin gücünün kaynağının sürekli sorgulanmasının sırrı da işte budur.

"İnkâr edenler var ya, malları da, evlatları da Allah'a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemin yakıtıdır." (Âl-i İmrân, 3/10)

"Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adaleti emreden insanları öldürenler (yok mu), onlara acı bir azabı haber ver." (Âl-i İmrân, 3/21)

"İnkâr edenler var ya, onların malları da evlatları da Allah'a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemliklerdir ve onlar orada ebedi kalacaklardır." (Âl-i İmrân, 3/116)

"İnkarcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azı-

36 • Âl-i İmrân

Muhammed Gaz alî

cık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü va-nş yeridir!" (Âl-i İmrân, 3/196-197)

Aşın zenginlik ve Allah (c.c.)'ı unutmanın, fertleri ve toplumları istikrarsız hale getirdiği, bilinen bir gerçektir.

Hicaz bölgesindeki ilk yerleşim yerlerinde Yahudiler, bölgenin gerçek sahipleri olan Arapların ulaşamadıkları, yüksek iktisadî ve bayındırlık seviyesine çıkmışlardı. Buna rağmen, doğru olanı ve şerefi desteklemek, günah ve suçlarla mücadele etmek için, sahip oldukları şeylerden hiç harcama yaptılar mı? Hayır! Belki de putperest ca-hiliyye toplumu, ahlâk bakımından onlardan daha Üstün ve gittikleri yol bakımından da daha iyiydiler... İşte bu sebeple Hz. Muhammed (a.s.)'le, kibirli bir eda ile savaşa tutuştuklarında, bozguna uğrayarak gerisin geri kaçtılar, güçleri kırıldı ve malları talan edildi.

Yahudiler peş peşe gelen nesiller boyunca, ilâhî vahyi hep tekellerinde tutmuşlardır. Hatta uzun bîr süre kendilerini, ilâhî vahyin tek sahipleri olarak görmüşler ve bu ilâhî Öğretilerin, kendilerinin dışına çıkmasını imkânsız bilmişlerdir. Acaba bu imkânsızlık niçin? Oysa herhangi bir makam ve mevkii temsil etme gücünü kaybeden herkesin, oradan uzaklaştırılması gerekir!

Son dönemlerde Yahudiler, vahyin seviyesine yükselme hususunda tamamen yetersiz kalmışlardır. Zira onların kalpleri taşlaşmış, ahlâkları seviyesizleşmiş ve bencillikleri had safhaya ulaşmıştır. Onların ilk ve son yaptıkları en iyi iş(!), dünya nimetlerine doymak, onun isteklerine boyun eğmek, Allah (c.c.)'a karşı terbiyesizlik yapmak ve O (c.c.)'nun emirlerini kötü görerek, hükümlerini reddetmektir.

Sonuçta vahyi, belki de şu an ve gelecekte onlardan daha iyi olan ve başka bir ırktan gelen topluluğa vermek, kaçınılmaz hale gelmişti. Yüce Allah (c.c.)'ın şu sözünün sırrı da budur:

"(Resulüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de al-çaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin." (Âl-i İmrân, 3/24)

Bu âyetten önceki âyetler, böyle bir neticeyi ya da bu hükmün şeref ve onurunu ifâde eden mukaddimelerdir. Zira önceki âyetlerde yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "(Resulüm!) Kendilerine Kitap'tan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında hükmetmesi için Allah'ın Kitabı'na çağrılıyorlar da, sonra içlerinden bir grup cayarak geri dönüyor. Onların bu tutumları:

'Bize ateş, sadece sayılı günlerde dokunacaktır,' demelerinin bir sonucudur."

Âl-i İmrân ¦ 37

Kur'ân-ı Kcrîm'in Konulu Tefsiri

(ÂI-i İmrân, 3/23-24)

İşte onlar caydırıcı azaptan emin oldukları için, açıkça isyan bayrağını diktiler! Allah (c.c.)'ın gösterdiği yolu ve koyduğu hükümleri yok etmek için karar verdiler. Buna karşılık ilâhî cevap, insan toplulukları arasındaki genel adaleti ve ırkların asılsız iddialarının hiçbir değerinin olmadığını, onaylar mahiyette gelmiştir;

"Fakat onların, gelmesinde şüphe edilmeyen bir gün için topladığımız ve hiçbir haksızlığa uğramaksızın herkese kazandığı şeyler tastamam ödendiği zaman, halleri nice olur?" (ÂI-i İmrân, 3/25)

Âyetteki "Her nefis" ifâdesi, kişilere sonradan verilen unvanların ve lakapların hiçbir değerinin olmadığını ortaya koymaktadır. Zira salt insanî nefis, iyi ve kötü yaptıklarının, sevap veya günah olarak, karşılığını görecektir. İnsanlar, tıpkı ilk yaratıldıklarında olduğu gibi, çırılçıplak haşrolunacaklardır. Ancak takva sahibi olan kimseler, o zaman takva elbisesini giyebileceklerdir.

Bu âyet, her ne kadar Yahudileri azarlamak ve ayıplamak içinse de, onların dışındaki diğer ümmetlere de gizli bir îmâyı içinde barındırmaktadır. Zira yüce Allah (c.c), İsrâiloğulları bozgunculuk yaptıklarında cezalandırıp, onların yolunu taklit ederek aynı bozgunculukları yapanları (İsmailoğullarını) ise, cezalandırmadan bırakacak değildir. Çünkü yapılan işlerin aynîliği, cezaların da ayniliğini gerekli kılar.

Yahudiler, Tevrat'ı kendilerinin yüceltip şereflendirmeyeceğini, aksine Tevrat'ın, kendi ırklarını yüceltip şereflendireceğini zannettiler. Böylece de kendi kendilerini helak etmeye sürüklediler. Şu anda, İslâm'ı yüceltmeyi terk eden Araplar var. Bu Arapların, Araplığı İslâm'dan soyutlamaya çalıştıklarını görüyorsunuz. Bunların akıbetlerinin, maymun ve domuzlara dönüşen İsrâiloğullari'ndan daha iyi olduklarını mı zannediyorsunuz? Gerçek şu ki: Sünnetullah [Allah (c.c.)'m insanlar için koyduğu genel geçer kanunlar] değişmez. Zira Allah (c.c.) katında insanlar, birbirine eşittirler.

Bu sûrede, Ehl-i Kitap'la olan diyalog, yaklaşık on küsur sayfayı bulmaktadır. Müslümanlar, Yahudilerin ateşiyle ısındıkları ve onlara daha yakın oldukları için, âyetler öncelikle onlara yöneliktir. Örneğin sûrenin ilk sayfasında, Meryem oğlu îsâ (a.s.)'nın doğumuna ilişkin uzaktan gönderme yapan küçük bir işaretin dışında, Hı-ristiyanlarla ilgili hiçbir bilgi görmedim.

"Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndaıı başka ilah yoktur. O, mullak güç ve hikmet sahibidir." (ÂI-i İmrân, 3/6)

Bu âyet her ne kadar, insanın yaratılışıyla, fizîkî ve edebî benzerlikleriyle ilgili Yüce Kudret'in yaptıklarından bahsediyor olsa da, şu hususa da işaret etmektedir: Hz. İsâ (a.s.), Allah (c.c.)'m binlercesini yoktan varettiği, şaşılacak şekilde onlara farklı

38 • ÂI-İ İmrân

Muhammed Gazali

farklı özellikler verdiği, onlardan bir kısmının duyduğu ve gördüğü şeyleri anlamakta aciz kaldığı, diğer kısmınınsa önlerindeki perdeyi araladığı yaratıklarından, birisidir. Şâir şöyle diyor:

"Sanki her şeyi görmüş ve duymuş gibi görüş bildiren parlak zekâlı kişi,

Daha bir hayvana bile binemeyen nicelerinin yanında, vardır uzayı fethe çıkan kişi!

Arzularının esiri olan kimsenin yanında da, vardır nice kendisini Allah'a adayan kişi!"

Hz. İsâ (a.s.), her ne kadar babasız doğsa da, o yine de Allah (c.c.)'ın mutlak kudretinin yasaları dahilindedir.

Burada, Yahudiler ve onların İslâm'a karşı şüphe ve endişe verici konumlarını anlatıp bitirene kadar, Hz. İsâ (a.s.) hakkında yazacaklarımı, daha sonraya bırakacağım.

Yahudilerin Araplara olan antipatisi çok eskilere dayanır. Bunun başta gelen sebebi, Hz. Muhammed (a.s.)'le birlikte nübüvvetin, Yahudilerden Araplara geçmesidir. Semavî risâletin kendilerinde kalması hususunda Yahudiler, tüm insanlara küstahça tavır sergilemektedirler. Ne zaman ki vahiy, Arapların arasından birisine nazil olmaya başladı, işte o zaman çılgına döndüler ve hem yeryüzünden, hem de gökyüzünden nefret ettiler. İşte bu konumu bildirmek için ilâhî hitap onlara yöneldi:

"Ey Ehl-İ Kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde, niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Ey Ehl-i Kitap! Neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?" (Âl-i İmrân, 3/70-71)

Bu azarlama ve kınama göstermektedir ki; Yahudiler Hz. Muhammed (a.s.)'in hak peygamber olduğunu ve O (a.s.)'nun Allah (c.c.)'ın adına konuştuğunu, kesin olarak biliyorlardı. Atalarından devraldıkları günahlar sebebiyle Allah (c.c), onları cezalandırmaktadır. Ancak yine de onlar, Allah (c.c.)'ın emrine razı olma, tartışma ve meydan okuma yolunu terk etme yerine, son peygamberliği kabul etmediler, hem sözle hem de silahla ona karşı çıktılar ve doğru inançtan uzaklaştırmak için putperestler arasında entrikalar çevirdiler. İşte bu adî ve alçakça duruşları sebebiyle Kur'ân'in birçok yerinde Yahudiler, tekrar tekrar kınanmaktadır.

"İman etmelerinden, ResûTün hak olduğuna şehadet getirmelerinden ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra inkarcılığa sapan bir kavme, Allah nasıl hidâyet nasip eder? Allah zalimler topluluğunu asla doğru yola iletmez. (Âl-i İmrân, 3/86)

Sonra yüce Allah (c.c.), Resulü (a.s.)'nün diliyle şu sorgulamayı yapıyor:

Âl-i İmrân Sûresi • 39

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"Ey Ehl-i Kitap! Allah yaptıklarınızı görüp dururken, niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? De ki: Ey Ehl-i Kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde, niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü'minleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir." (Âl-İ İm-rân, 3/98-99)

Yahudi düşüncesi, insanları İslâm'dan ve Allah (c.c.)'in yolundan uzaklaştırmak için, çirkin hile ve tuzaklar kurmaktadır. Bunun için dediler ki: "Bizim sahip olduğumuz şeyler sebebiyle, insanlar bizi mutaassıp olmakla suçluyor ve bu taassup sebebiyle İslâm'ı kötü gördüğümüzü zannediyorlar. Öyleyse göstermelik olarak İslâm'a intisap etmek ve insanları, bizlerin hür düşünce sahibi kimseler olduğumuza inandırmak için, bir süre dinimizi terk edip İslâm'a girelim! Daha sonra da, bu yeni dinin doğru, isabetli ve uygun bir din olmadığını gördüğümüz için, bizde olan bir kusur sebebiyle değil de bu dinde olan bir kusur sebebiyle, bu dini terk ettiğimizi söyleyelim!

"Ehl-i Kitap'tan bir grup şöyle dedi: Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkâr edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." (Âl-i İmrân, 3/72)

Bu yeni vahye olan hoşgörüsüzlüklerim ve risâletin kendilerinden uzak başka bir kavme geçmesine karşı ısrar ve diretmelerini açıkça ortaya koydular ve dediler ki:

"Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın." (Âl-i İmrân, 3/73)

Sizlere verilen vahyin bir benzerinin başka bir kimseye verilmesi kesinlikle caiz değildir ve vahyi kabul etme hususunda hiçbir kimse size benzemez!

Açıkça görülmektedir ki Yahudiler, Allah (c.c.)'ın yaptığı şeyi hoş görmemekte-ler. O (c.c.)'nun Arapları tercih etmesiyle ve yeni vahiyle bunları tahsis etmesiyle ilgili dileğini endişeyle karşılamaktalar. Yüce Allah (c.c.)'ı, takdirini değiştirmeye zorluyorlar ve Allah (c.c.)'ın takdirinin/vahyinin Araplara yönelmesinin, kaygı ve endişe verici olduğunu iddia ediyorlar. Böyle bir düşünceye gelen cevap kesin ve nettir:

"De ki: Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir.onu dilediğine verir. Allah'ın rahmeti geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir. O, Rahmetini dilediğine ayırır. Allah üstün lütuf sahibidir." (Âl-i İmrân, 3/73-74)

İsrâiloğulları arasında kendini beğenme, kalp hastalığı ve kibir ahlâksızlıkları yaygınlaştı. Bunlar öyle ahlâksızlıklardır ki zayıflık, bunları bazen gizleyebilir ve o zaman bu ahlâksızlık gizli kin ve nefret halini alır, bolluk ve üstün gelme ise bu rezillikleri açığa çıkarır. Sonuçta da apaçık düşman olup çıkarlar. İşte bu iki halde onların, batı ve doğu başkentlerindeki gettolarda sümüklüböcek gibi yaşayan ve teslim olmak veya hakimiyeti altına almak için insanlara yapacakları kötülükleri gizli tut-

40 ¦ Âl-i İmrân Sûresi

Muhammed Gazalî

maktadırlar.

Bu yaptıklarının gerekçesini, Âl-i İmrân Sûresi'nde okumaktayız:

"...Bu onların, 'Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur' de-melerindendir. Oysa Allah adına bile bile yalan söylüyorlar." (Âl-i İmrân, 3/74)

"Ümmiyyûn" kavramı, "Ümmet" veya "el-Ümmü" kavramına nispet edilmiş çoğul bir isimdir. Şayet "el-Ümmü" kavramına nispet edilirse anlamı, okuyamamak ve okumaya güç yetîrememek demektir. Bundan da Araplar kastedilir. Çünkü Araplarda ümmîlik/okuma yazma bilmeme çok yaygındır. Yok eğer "Ümmet" kavramına nispet edilirse bundan tüm insanlar kastedilir.

Bu açıklama, Yahudilerin Tevrat ve Talmud'larında okuya geldikleri ve geçmişte tüm Avrupa devletlerinin de onları kabullenmedikleri ve cezalandırdıkları kişilik ve ahlâklarını en iyi şekilde anlatmaktadır. Yahudilere şiddetle saldıran hükümdarlar zincirinin son halkası Hitler idi. Ama suçlu kimseleri terbiye eden en son kişi, asla o olmayacaktır. !

Kur'an-ı Kerim'in açıklamalarına göre, insanlarla Rableri arasındaki ilişki, yalan iddialar üzerine kurulamaz. Aksine bu ilişki, yüce ahlâk, ahde vefa ve takva üzerine kurulur!

"Hayır! Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınırsa, bilsin ki Allah, sakınanları sever." (Âl-i İmrân, 3/76)

Kendi kendime şunu sordum; Âl-i İmrân Sûresi'nin ilk yarısı Ehl-i Kitap'la diyaloglar ve onların durumlarını anlatan kıssaları işliyorken, neden bu bölümde Hac zikredilmektedir? Ve bu hac olayından önce, helal ve haram kılınan yiyeceklerle ilgili anlatımlar gelmektedir?

Zihnimi kurcalayıp biraz düşündükten sonra dedim ki; Menar sahibi Muhammed Abduh'un görüşünü almalıyım ve o büyük imamın düşüncesini öğrenmeliyim. Onun tefsirine baktığımda doyurucu cevabı oradan buldum. "İslâm kendilerine sunulurken, Yahudiler sanki birbirlerine şöyle soruyorlardı: Bizim kendilerinden uzak durduğumuz ve sofralarımızda asla görülmeyen ve bizlere haram kılınmış olan yiyecekleri helal sayan bir dine, nasıl tabi oluruz?

Bu soruya şu şekilde cevap verildi; Yahudilerin saygı duydukları bu yasak, belirli bir süre için ve geçici olarak konmuştu. Aslında tüm yiyecekler, Önceden onlara helal kılınmıştı. Ancak ne zamanki, doğru yoldan saptılar ve düşmanlık yapmaya devam ettiler, işte o zaman Allah (c.c.)'tan bir uyarı cezası olarak, onlara bazı yiyecekler haram kılındı. İşte bu durumu yüce Allah (c.c), En'am Sûresi'nde açıklamakta ve haram kılma olayını şu âyetle bitirmektedir: "Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz

Âl-i Imrân Sûresi .• 41

Kur'âıı-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

cezadır. Biz elbette doğru söyleriz. Eğer seni yalanlarlarsa de ki: Rabbiniz geniş bir rahmet sahibidir. Bununla beraber O'nun azabı, suçlular topluluğundan uzaklaştırı-lamaz." (ErTâm, 6/147-148)

Hz. İsâ (a.s.)'nm risâletinİn, Yahudilerin ağırlıklarından bir kısmını hafifletmek ve onlara haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak için geldiği bilinen bir gerçektir. Bu durum Hz. İsâ (a.s.)'mn diliyle şu âyette ifâde edilmektedir:

"Benden Önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmam için gönderildim." (ÂI-i İmrân, 3/50)

Kur'ân-ı Kerim nazil olduğunda ise, hukuk kuralları aslma geri döndürüldü. Dolayısıyla Öldürülmüş hayvanların etleri, domuz eti, akıtılmış kan ve Allah (c.c.)'rn dışında başka tanrılar adına kesilmiş hayvanların etleri dışında, hiçbir şey haram kılınmamıştır. Bunların dışında her şey helâldir. Bu hususta yüce Allah (c.c.) şöyle söylüyor;

"Tevrat'ın indirilmesinden önce, İsrail'in (Yâkub'un) kendine haram kıldıkları dışında, yiyeceğin her türlüsü İsrâiloğulları'na helâl idi. De ki: Eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tavrat'ı getirip okuyun." (Âl-i İmrân, 3/93)

Kıblenin konumu ile ilgili sözler de aynıdır. Zira Mekke-i Mükerreme'deki Kabe, tüm insanlar için ilk ve son kıbledir;

"Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan 'İlk Ev', Mekke'deki (Kabe) din" (Âl-i İmrân, 3/96)

Kudüs, geçici şartlar dolayısıyla kıble olmuşsa da artık engeller yok olmuş ve sular yatağına tekrar geri dönmüştür. Tevhidi inancın kalesi olması için yapılan ve geçmiş tüm peygamberlerin nesnesi olmuş bu "İlk Ev"e hürmet ve saygı göstermek, kaldığı yerden devam etmektedir.

Sağlam ve güçlü akidenin kucağındaki sahih gerçek bir eğitimin, tüm zamanlarda insanlığın gelişmesinin temeli olduğunu tespit etmek için, şeriatlar arasındaki farklılıkları bir kenara koymalıyız. Âl-i İmrân Sûresi, ta başında bu hususu hatırlatmaktadır;

"Nefsânî arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük, insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır." (Âl-i İmrân, 3/14)

Aslında hayatın sürekliliği için bu içgüdüler gereklidir. Örneğin cinsel içgüdü olmasa, yeryüzünde yaşayan canlılar kervanı kesintiye uğrar. Aynı şekilde diğer içgüdüler de böyledir. Önemli olan, itidal sınırım aşmamak ve doğru yoldan sapmamaktır.

42 • Âl-i ImrSn Sûresi

Muhammed Gazali

İslâm; faydalı olan şeyleri helâl, zararlı olan şeyleri de haram kılmıştır. Helâl ve haramın temellerini, iman ve salih amel üzerine atmıştır. İnsanın Allah (c.c.)'la ve âhiret günüyle olan bağlarını sapa sağlam devam ettirmesini, "Takvâ"nın önemli özelliklerinden birisi olarak saymıştır.

Önde gelen liderlerden birisinin, (insanları) "AİDS" hastalığına karşı sakındıran sözlerini işittim. Onun gayr-i meşru ilişki esnasında, prezervatif kullanmalarını tavsiye ettiğini gördüm. O, iffetten umudunu kesmişti, zira onun yaşadığı bölgede, tüm gayr-i meşru ilişkiler serbest olduğu için, iffetli olmayı tavsiye edemiyordu. Oysa Yüce Yaratıcı'yla sıkı ilişkileri kaybettikten sonra, "AİDS" hastalığının önüne geçmek, asla mümkün değildir.

Yüce Allah (c.c.)'ın şu sözünü anlayana kadar şekilci dinlerin müntesipleri, hakimiyetlerini kaybettikleri içgüdülerinin verdiği sıkıntılara katlanmak zorunda kalacaktır;

"De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takva sahipleri İçin Rable-ri yanında, içlerinden ırmaklar akan, ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür. (Bu nimetler) 'Ey Rabbimiz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla ve bizi cehennem azabından koru!' diyen, sabreden, dürüst olan, huzurda boyun büken, hayra harcayan ve seher vaktinde Allah'tan bağış dileyenler (içindir)." (Âl-i İmrân, 3/15-17)

Ehl-i kitaba şu şekilde seslenmek için bu âyetler, sûrenin başlarında gelmiştir; Gerçek kurtuluş; temeli

"Hayy ve Kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur" (Âl-i İmrân, 3/2)

olan inanç, sonra insanlık fıtratını temizlik sınırları içerisine yerleştiren, ifrat ve tefriti hoş görmeyen ve dünya hayatına bakmayı, ahiret hayatına ve dosdoğru yola götürecek bir bakış açısı kılan eğitimdedir.

Hz. Meryem, oğlu Hz. İsâ (a.s.)'yı doğururken, hiçbir beşerle ilişki kurmadı. Bunun üzerine bazı insanlar şöyle dediler; "İsâ, Allah (c.c.)'ın oğludur!" Bu söz, aslı astarı olmayan şöyle bir zanna götürmektedir. Tüm noksanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah (c.c.)'la Hz. Meryem arasında özel bir ilişki vardır, Hz. İsâ (a.s.) da bu ilişkinin ürünüdür!. Bu, ulûhiyyetin konumu ile ilgili büyük bir cehalettir ve böyle bir düşünceye asla saygı duyulamaz. Bu zayıf düşünce doğrultusunda, Allah (c.c.)'m oğlunun olması(!) mümkün değildir. İşte bu sebeple yüce Allah (c.c.) şöyle sesleniyor: "Eğer Allah bir evlat edinmek isteseydi, elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi. O, (bu türlü peylerden) yücedir ve O, tek ve kahhâr olan Allah'tır." (Zümer, 39/4)

Evet, Hz. İsâ (a.s.)'nın doğumu, mucize olması hasebiyle, harikulade bir hâl idi. Allah (c.c.)'ın Hz. İsâ (a.s.) 'yi bu şekilde yaratması, nedensellik yasalarının kendisi-

Âl-i İmrân Sûresi • 43

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

ne hükmetmediği, aksine kendisinin bu yasalara hükmettiğim insanlara bildirmek için, kulları arasında gerçekleştirdiği alışılmışın dışındaki birçok olağanüstülüklerden birisini gerçekleştirmek istediği içindir. İşte bu sebeple Hz. Meryem ve Oğlu'nun hayat hikayesini, yine bunun gibi alışılmışın dışında olağanüstü olaylardan birisi olan ve Hz. Meryem olayını bundan daha iyi anlatabilecek bir işaretin olmadığı, Hz. Ze-keriyyâ (a.s.) ve hanımının kıssasından sonra zikretmiştir.

Hz. Meryem, daha annesinin karnındayken, Mescid-i Aksâ'nın şiarlarım koruyacak, onun içinde sürekli Allah (c.c.)'a ibadet edecek ve tüm insanlara ömek olacak bir bekçi olarak adanması sebebiyle, beklenilmeyen bir çocuktu.

"İmrân'ın karısı şöyle demişti: Rabbim! Karnımdakİni azatlı bir kul olarak sırf sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz, (niyazımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen sensin." (Âl-i İmrân, 3/35)

Fakat bir de ne görsün, beklenilen çocuk, kız çocuğu olarak gelmesin mî?

Annesinin emellerini gerçekleştirmek için bu kız çocuğu ne yapsındı ki? Zira adakta bulunmuş olduğu görevin yerine getirilmesi için, ancak gerçek bir erkeğin seçilmesi gerekirdi. Ümit ettiği erkek çocuk, genelde korunmaya ihtiyaç duyan kız çocuğu gibi değildi elbette.

Ama bu şaşkın anne, kız çocuğunun, dünya ve ahirette seçkin ve Allah (c.c.)'a yakın olan kimselerden bir insan doğuracağını ve beşikte iken onun bakımını üstleneceğini, nereden bilsindi ki! Tıpkı Hz. Musa (a.s.)'nın annesinin Hz. Musa (a.s.)'yı ve Hz. Muhammed (a.s.)'in annesinin de Hz. Muhammed (a.s.)'in bakımını üstlendiği ve koruyup gözettiği gibi.

"Ulü'l Azm" peygamberlerden üçünün de, güçsüz ve zayıf kadınlar tarafından bakılması, korunması ve geçimlerinin sağlanması, bu peygamberlerin çocukluklarında, maddî güçlerden soyutlanarak sadece âlemlerin Rabbine güvenip dayanan kadınların kanatlarının altında olmaları, çok enteresandır. Alicenaplığı, soyluluğu, diğer-gamhğı ve imanı vesilesiyle, zirveye ulaşan kadınlar vardır. Fakat realite, (tıpkı) Re-sulullah (a.s.)'ın dediği gibidir; "Erkeklerden kâmil vasfa sahip olanlar çoktur. Kadınlardan ise ancak çok az bir kısmı, kâmil insan olabilir."

İmrân'm karısı, Rabbine şöyle seslenmişti;

"Onu doğurunca, Allah, ne doğurduğunu bilip dururken, dedi ki: Rabbim! Ben onu kız doğurdum. Oysa erkek kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu, senin korumanı diliyorum. O anda Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki (çiçek) gibi yetiştirdi." (Âl-i İmrân, 3/36-37)

44 • Âl-i İmrân Süresi

Mulıammed Gazalî

Hz. Zekeriyyâ (a.s.), Meryem'in geçimini üslendi. O (a.s.), yaşlı ve zayıf bir kimse idi ve önceden hiçbir doğum yapmamış, kısır bir de karısı vardı. İsrâiloğullan'na karşı kötü bir zanna sahip olmasına ve ölümden sonra da bu halkın sapıtmasından korkmasına rağmen, onların önderliğini kendisinden miras olarak alabilecek bir çocuğun olmaması sebebiyle, Hz. Zekeriyyâ (a.s.) çok üzgündü. Ne var ki O (a.s.) buna katlandı, sabretti ve ailesine misafir olarak gelen kız çocuğu Meryem'i, büyütmeye başladı.

Hz. Zekeriyyâ (a.s.) evinde yeni şeylerin olduğunu ve bakımını üzerine aldığı bu garip kız çocuğuna gaybden yiyecekler gönderildiğini fark etti;

"Zekeriyyâ, onun yanına her girişinde orada bir yiyecek bulur ve 'Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?' der, o da; 'Bu, Allah kalındandır. Allah dilediğine sayısız rızıklar verir', derdi." (Âl-i İmrân, 3/37)

İşte bu cevap Hz. Zekeriyyâ (a.s.)'nın kalbindeki ubûdİyyet faktörlerini harekete geçirdi ve hemen oracıkta Rabbine dua etmeye başladı: "Ya Rabbi! Bu kız çocuğu için, kevnî yasaları delecek alışılmışın dışında ve hiçbir şeyin engel olamayacağı kudretinle, ona gökten rızıklar indirdin. Öyleyse beni de yüce fazl-ı kereminden mahrum etme. Zira sen kısır bir eşi, çocuk doğurabilecek verimli bir hale getirebilirsin. Yaşlı erkeği de çocuk yapabilecek güce kavuşturabilirsin ve bizleri de, göz aydınlığımız olacak bir çocukla rızıklandırabilirsin:

"Hemen orada Zekeriyyâ, Rabbine dua etti: Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin. Zekeriyyâ mabedde namaz kılarken, melekler ona şöyle dediler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir "Kelime"yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak, Yahya'yı müjdeler." (Âl-i İmrân, 3/38-39)

Artık bu ümitsiz eşlere tekrar hayat gelmişti; Kısır kadın çocuk doğurdu ve hem kısır hem de yaşlı olan erkeğin gücü ve kudreti tekrar geri geldi ve eşini hamile bıraktı. Allah (c.c.) istediği zaman, tüm sebepler onun emrine itaat eder. Zira O (c.c), dilediğini yaratır ve istediği şeyi yapar.

İşte Allah (c.c.)'a itaat eden ve hayırlarda yanşan bir çerçevede yetişti Hz. Meryem. Bu Öyle bir çevreydi ki o, tabiat kanunları doğrultusunda yaşam sürdürmekten daha çok, ilahî himayenin gözetiminde yaşam sürmekteydi. Bu sebeple, ergenlik çağma geldikten sonra Meryem'in aklına bile gelmeyecek bir hitapla meleklerin ona gelmesinde hiçbir gariplik yoktur.

"Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir "Kelİme"yİ müjdeliyor; Adı Meryem oğlu İsa'dır. Mesih'tir; dünyada da, âhirette de İtibarlı ve Allah'ın kendisine yakın kıldıklarındandır. O, sâlihlerden olarak, beşikte

Âl-i Imr5n Sûresi • 45

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

iken ve yetişkinlik halinde insanlara konuşacak. Meryem: Rabbim! dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur? Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece "Ol!" der; o da hemen oluverir." (Âl-İ İmrân, 3/45-47)

İşte böylece Hz. Meryem korkunç bir tecrübenin içine girmiş ve her bakire kızın kendisinden utanacağı ve ölümü temenni edeceği bir sorumluluk yüklenmiş oldu. Ne var ki Allah (c.c.)'ın kelimesi tamamlanmıştı. Böylece Meryem oğlu İsa (a.s.) esrarengiz bir şekilde doğdu.

Hz. İsâ (a.s.), hatalarını düzeltmek, gururlarını kırmak ve mütevazı bir ibadetle Allah (c.c.)'a ve insanlara karşı yumuşak kalpli olmalarını sağlamak için, îsrâiloğul-lan'na peygamber olarak gönderildi. İnsanlar, Hz. Meryem'in doğup büyüdüğü nübüvvet evine saygı gösteriyorlar, şeref, asalet ve fazilet bakımından oğlunun anlattığı şeyleri ve hayatında gerçekleşen rahmet ve nimetleri takdir ediyorlardı. Ancak İsrâiloğulları'nın ise kendilerine has başka bir konumu vardı.

Onlar gözlerinin önünde gerçekleşen mucizeyi inkâr ettiler. O (a.s.)'nun peygamberliğini kabul etmediler ve kendi inkarcılıklarına kötülüklerin en kötüsü olan başka bir şeyi daha eklediler; Hz. İsâ (a.s.)'nın doğumunun ilâhî bir mucize değil, aksine Meryem'in, kendisine evlenme teklifi yapan Yusuf en-Neccâr ismindeki bir kişi ile işlemiş olduğu insanî bir suç olduğunu iddia ettiler. Böylece inkarcılıklarının yanma, bir de iftiracılıklarını eklediler.

Hz. İsâ (a.s.), iyilik ve sadakat sahibi kimselerden yardım istedi. Bunun üzerine havariler onun yardımına koştular ve şöyle diyerek etrafını sardılar:

"Rabbİmîz! İndirdiğine inandık ve peygambere uyduk. Şimdi bizi şahitlerden yaz." (Âl-i İmrân, 3/53)

Yahudiler ise, Hz. İsâ (a.s.) ve havarilerine kötülük yaparak, işledikleri suç ve günahlarının içinde hayat sürdürüyorlardı. Bu arada Hz. İsâ (a.s.) da risâletini tebliğ ediyor ve davet görevini yerine getiriyordu ki Allah (c.c.) onun ruhunu aldı. Yahudilerin hile ve tuzaklarından kurtardı ve onu "İlliyyûn (en yüksek mertebe)'1 mertebesine yükseltti. Bununla birlikte pek çok insan, Hz. İsâ (a.s.)'nın ölmeden ve canlı olarak gökyüzüne yükseltildiği görüşüne sahiptirler. Ancak ben, bu konuda Zahirî mezhebinin fakihlerinin görüşünü benimsiyorum. Buna göre: Hz. İsâ (a.s.), ecelleri geldiği zaman ölen diğer insanlar gibi, Ölmüştür. Ancak onun bu fiziki ölümü, Allah (c.c.)'m birliğini onaylamak için Müslümanlara katılması ve Allah (c.c.) düşmanlarıyla savaş halindeki mü'minlerin saflarını desteklemesi için, tıpkı İbn-i Kayyim'ın dediği gibi, ikinci defa insanların yaşadığı bu dünyaya dönmesini engellemez. Bunun örneği, şöyle diyen köy halkı gibidir; "Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba? Bunun üzerine Allah onu yüz yıl öldürüp sonra tekrar diriltti." (Bakara, 2/259) Veya

46 • Âi-ı ImrSn Sûresi

Muhammet! Gazali

asırlarca uykuya daldıktan sonra tekrar hayata dönen, mağara ehli (Ashab-ı Kehf) gibidir.

Problem gayet basit ve fark çok açıktır. Önemli olan Hz. îsâ (a.s.)'nın, tanrı ya da tanrının oğlu değil, Allah (c.c.)'ın kulu ve Resulü olduğuna kesin olarak inanmaktır. Ancak, Âl-i İmrân Sûresi bizlere, Medine'ye gelip Hz. Peygamber (a.s.) ile onun, getirmiş olduğu inanç hususunda tartışan Hıristiyan elçiler grubunun hikâyesini anlatmaktadır. Bu elçiler, Hz. Peygamber (a.s.)'e şöyle diyorlardı: Şayet Hz. İsâ (a.s.) beşer ise, o zaman onun babası kimdir? İşte onun babası bizzat Allah (c.c.)'tır. O (a.s.) ise, sadece şekil bakımından insandır, o kadar! Resûlullah (a.s.) ise, bir kimsenin insan olarak babasının olmaması, onun, Allah (c.c.)'ın oğlu olmasını gerektirmeyeceği hususunda onlarla tartışmıştır. Şayet durum onların iddia ettiği gibi olsaydı, Hanlığa en öncelikli kişi Hz. Âdem (a.s.) olurdu, zira onun ne annesi, ne de babası vardır.

"Allah nezdinde İsa'nın durumu tıpkı Âdem'in durumu gibidir. Allah O'nu topraktan yarattı, sonra ona "01!" dedi ve oluverdi. Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyleyse sakın şüphecilerden olma." (Âl-i İmrân, 3/59-60)

Fakat bu elçiler grubu kendi görüşlerinde ısrar etiler ve fanatikçe karşı çıktılar. Bu durumda Hz. Peygamber (a.s.)'in ne yapması gerekirdi? Onlara, müslümanlarla mutabakata varmaları ve bu iki gruptan hangisi yalancıysa, onun üzerine Allah (c.c.)'ın lanetinin indirilmesini istemeleri için bîr öneri getirdi:

"Sana bu İlim geldikten sonra, seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı biz de kendi kadınlarımızı çağıralım. Sonra da dua edelim ve Allah (c.c.)'tan yalancılar üzerine lanet dileyelim. Şüphesiz bu (İsâ hakkında söylenenler), doğru haberlerdir. Allah (c.c.)'tan başka ilah yoktur. Muhakkak ki Allah, evet O, mutlak güç ve hikmet sahibidir." ( ÂI-i İm-

rân, 3/61-62)

Ancak, o topluluk bu lanetleşmeyi kabul etmedi ve her iki grup da günümüze kadar kendi dinleri üzerine kaldılar. Öyle anlaşılıyor ki, sadece Hz. tsâ (a.s.), âhir zamanda yeryüzüne indiği zaman her iki grubun konumunu da kesin olarak belirleyecek, kendisine tapan insanlara hatalı olduklarını ve tüm evrenin kendisinin değil, kâinatın bir tek efendisi Vâhidü'l Kahhâr olan Allah(c.c.)'m olduğunu bildirecektir.

Ehl-i Kİtap'la ilgili anlatılanlar sona ermeden Önce sûre, Uhud Savaşı ile ilgili söze başlamıştır. Uhud Savaşı, Müslümanların acıklı bir yenilgiyi tattıkları ve onlarda ciddi tahribatlar bırakan bir savaştır. Bu savaş, İslâm'a düşmanlık etme ve Müslümanları yok etme hususunda Ehl-i Kitab'ı da geride bırakan putperestlerle yapıldı. Bizim gözlemlerimize göre Müslümanlar, düşmanlarıyla nadiren tek bir cephede

Âl-i ImrSn Süresi • 47

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

savaşmışlardır. Uzun tarihlerine rağmen, şimdi bile Müslümanlar düşmanlarıyla hep iki cephede savaşmaktadırlar. Bu konuyla ilgili anlatım, Allah (c.c.)'ın Nebisine olan şu hitapla başlamaktadır.

" Hani sen, sabah erkenden mü'minleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ailenden ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten ve bilendir." (Âl-i İmrân, 3/121)

Ancak sözün bağlamı birden kesiliyor ve faizin haramlığıyla, hem bolluk hem de darlık anında infak etmekle ve herhangi bir günah işlendiği zaman tevbe etmekle ilgili anlatım başlıyor.

Bunların ardından, savaşın neticeleri ile ilgili faydalı bilgiler veren âyetler geliyor ve sûrenin sonuna kadar da devam ediyor. Burada kendi kendimize şu soruyu soruyoruz: Bu ara cümlelerin girmesindeki sır nedir acaba? Öyle görülüyor ki buradaki hedef, zafere layık olması için iç cephenin ıslahı ve tüm hastalık, pislik ve inhiraftan, toplumun temizlenmesidir. Zira din savaşları, kişilerin dehası sebebiyle kazanılmaz; aksine bu savaşlar, temiz öğretiler ve güçlü yöntemlerle kazanılır. Dînî savaşların atmosferinde kişisel düşmanlıklar tamamen yok olur. Yüce Allah (c.c.) elçisine şöyle sesleniyor.

"Bu işte senin yapacağın bîr şey yoktur. İster tevbelerini kabul etsin, isterse onlara azap etsin. Çünkü onlar zalimlerdir." (Âl-i İmrân, 3/128)

Kim bilir, belki de dünün ve bugünün düşmanları, Allah (c.c.)'la aralarını iyileştirir ve O (c.c.)'nun dinine girerlerse, yarının en samimi dostları ve arkadaşları olabilirler. Şüphesiz sevgi ve nefret, sadece Allah (c.c.) için olmalıdır. Sizinle herhangi bir kimse arasında özel ve şahsi düşmanlıklar olamaz.

Uhud yenilgisinin apaçık bir hikmeti vardır: Bedir galibiyeti, zararda olan ve İyilik isteyen kimselerin önüne, bu yeni dine girmeleri için bir yol açtı. Artık yarınların bu yeni dinin olacağı aşikârdı. Bedir'de kazanılan beklenmedik galibiyetten sonra, münafıkların lideri Abdullah bin Übey şöyle dememiş miydi: "Bu din, artık gelmeye başlamıştır!!" Ardından da kendisine tabi olan kimselere, Müslümanlara katılmalarını emretmiştir. İşte bu sebeple yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor.

"Allah, mü'minleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer." (Âl-i İmrân, 3/179)

Yenilgi ve hezimet, gerçek dostla düşmanı birbirinden ayırır. Menfaat ve şöhret peşinde koşanlar ayıklanır, geriye hem zorlukta ve hem de kolaylık anında peygamberlerini destekleyen ve ne kadar zor olursa olsun Rablerinin dinine yardım eden ih-laslı kimseleri bırakır. İnsanlar iki gruptur: En kötü şartlarda bile kendisini Hakka teslim eden sözünün eri grup;

48 • Âl-i ImrSn Sûresi

Muhammed Gazali

"Kendi canlarının kaygısına düşmüş" (Âl-i İmrân, 3/154) Kendi istekleri peşinde koşan ve kendi menfaatlerini düşünen

"Allah (c.c.)'a karşı haksız yere cahiliyye devrindekine benzer düşüncelere kapılıp, bu işten bize ne." (Âl-i İmrân, 3/154)

diyen grup. Onlar öfkelidirler; zira onların önerileri kabul edilmemiş ve şahsiyetlerine saygı gösterilememiştir! İşte boylelerinin inancı, kendilerini zafere ve galibiyete taşımaz.

Bazılarının zannettiği gibi Uhud yenilgisi, strateji hatasından kaynaklanmamaktadır. Aksine bu yenilgi, verilen emirleri uygularken gevşek davranma sonucu gelmiştir. Şayet her asker, kendisine verilen görevi tam olarak yerine getirseydi, bu kötü sonuç olmazdı. Fakat, bazı kimseler, kendi hatalı tasarrufları veya savaşın ilk başlarında Müslümanların zafer kazandığını ve ganimet yığınlarının gözüktüğünü gördüklerinde, ani bir tamah sebebiyle, kendilerine yüklenen görevi unuttular. "Siz Allah'ın izniyle düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir. Nihayet öyle bir an geldi ki Allah arzuladığınız galibiyeti size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; (Peygamberin verdiği) emir konusunda tartışmaya kalktınız ve asi oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, ahireti isteyeniniz de vardı." Yani konumlar değişince, neticeler de değişmiş oldu.

"Sonra Allah, denemek için sizi onlardan (onları mağlup etmekten) alıkoydu ve andolsun sizi bağışladı. Zaten Allah, mü'minlere karşı çok lütuflcârdır." (Âl-i İmrân, 3/152)

Müslümanlar bu ciddi yenilgiye ahşamayıp, kötü sonuçlarıyla karşılaştıklarında kendi kendilerini sorguladılar: Bu yenilgi nasıl ve niçin gerçekleşti? İşte bu yenilginin mükemmel bir gerekçesi şu şekilde geldi:

"(Bedİr'de) iki katını (düşmanınızın) başına getirdiğimiz bîr musibet, (Uhud'da) kendi başınıza geldiği için mi, "Bu nasıl oluyor!" dediniz. De ki: O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah'ın her şeye gücü yeter." (Âl-i İmrân, 3/165)

Sizin Uhud yenilginiz, müşriklerin Bedir'deki yenilgilerinin yarısıdır. Tüm bu olanlara rağmen, sizin gücünüz daha üstündür. Ama bununla birlikte, başınıza gelenlerden sadece sizler sorumlusunuz. Zira sizden her bir askere verilen görevi ve her mü'minden istenilen işi yapmak, mümkündü.

Ardından bu acı olayların üzerine apaçık bir teselli gelmektedir;

"Sizden Önce nice (milletler) hakkında ilahî kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezin ve dolaşın da (Allah'ın âyetlerini) yalan sayanların akı-

Âl-İ İmrân Sûresi • 49

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

beti ne olmuş, bir görün! Bu (Kur'an), bütün insanlığa bir açıklamadır; takva sahipleri içinde bir hidâyet ve öğüttür. Gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız, üstün gelecek olan sizsiniz." (Âl-i İmrân, 3/137-139)

Bâtılın geleceği yoktur. Allah (c.c.) kullarına, geçmiş ümmetlerin tarihlerinden kesitler anlatmaktadır. Bu ümmetlerin hepsinin de helak olmasının sebebi, bâtıla sıkı sıkıya sarılmaları ve onda ısrar etmeleridir. Kureyş müşrikleri bu savaşta zafer elde etseler bile, bu geçici bir zaferdir ve bu netice kesinlikle değişecektir. Zira yarınlar, sadece imanın ve inancın olacaktır. Ama bununla birlikte, İnananların galibiyeti iki şeyi gerektirmektedir: İyi niyet ve güzel icraat. Bu iki şeyden biri diğerinin yerini alamaz.

Müslümanlar, özellikle güzel icraatı bilme ve yerine getirme konusunda, çok geri kalmışlardır. Bazı Müslümanlar, tek başına doğru yolda olmanın, arzu edilen neticeyi vereceğini hayal etmektedirler. Sanki, Müslümanların savaşa hazırlanması ve eksikliklerini tamamlaması ya da kötü gidişatlarını düzeltmesi için, melekler onların yardımına koşacak! Bu imkansız bir şeydir. İnanç ve amel, ihlas ve hüner olarak sahip olduğun her şeyi, sonuna kadar harca ve sonra da, gücün daha az olsa bile, iyi neticeyi bekle. Zira, eğer sen elinde olan her şeyi harcarsan, yüce Allah (c.c.) seni kesinlikle yardımsız bırakmayacaktır.

Birbirine eşit iki rakip boksörün dövüşmesini seyredersiniz, on veya daha fazla raunddan sonra, ancak birisi yenilir.. Bir başka boks müsabakasını seyredersiniz, rakiplerden birisi, diğerinin tek bir öldürücü darbesiyle, birdenbire yere yığıhverir.. Kavga ve çatışmaların en kötüsü, rakiplerden birisinin hasta olmasıdır; zira rakibin gücü sebebiyle olmasa bile, kendi zayıflığı, güçsüzlüğü ve bitkinliği sebebiyle yenilecektir. Veya şanssızlık sebebiyle ayağı kayacak ya da bedenindeki ter her tarafını saracak ve geri çekilmek zorunda kalacaktır.

Tarih boyunca Müslümanların savaşları, hep bu tip sıkıntılara maruz kalmıştır. Yenilgilerindeki değişmez sebep; düşmanlarının saldırılarından daha çok, kendi içlerindeki ayrılıklar veya safların bozulmasından gelmektedir. Sonuçta musibetler sürekli olarak, kendilerinden kaynaklanmaktadır. Uykularından uyandıkları zaman, güçleri onlara geri dönecektir. İşte şu âyetin vurguladığı husus budur:

"Gevşemeyin ve üzülmeyin; eğer inanıyorsanız üstün gelecek olan, mutlaka sizsiniz. Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradıysanız, (Bedİr'de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma, bazen öteki topluma nasip ederiz) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri asla sevmez." (Âl-i İmrân, 3/139-140)

Hayat hikâyesi, iki farklı görüş ve yol arasındaki kesintisiz mücâdeleden ibarettir.

50 • Âl-i ImrSn Sûresi

Muhammed Gazalî

"Rabbin dileseydi, bütün insanları tek bir ümmet yapardı, (fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edeceklerdir. Ancak Rabbinİn merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten Rab-bin, onları bunun için yarattı..." (Hûd, 11/118-119) Kötülük, iyilik için bir imtihan vesilesidir, aynı şekilde çirkin, güzel için ve şerefsizlikte şeref için birer imtihandırlar. "Sizin bir kısmınızı diğer kısmınıza imtihan vesilesi kıldık; (bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir." (Furkan, 25/20)

Aslında Allah (c.c), batılı yenmeye ve o yolda olanları da rezil ve rüsvay etmeye elbette ki kadirdir. Ama o zaman hak ehlinin çalışmaları ne olacak? Rablerİ yolunda yaptıkları cihadlar nereye gidecek? "Eğer Allah dileseydi, onlardan İntikam alırdı. Fakat O, sizi birbirinizle denemek istiyor." (Muhammed, 47/4)

Tarihin başlangıcından bu tarafa, tüm peygamberlerin ve müntesiplerinin hayat tarzı, hep bu şekilde olmuştur. Çünkü Allah (c.c.)'a ibadet için yapılan bir mabet veya tamir edilen bir mescid, ancak inananların gayret ve çabalarıyla olmuştur. "Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescİdler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür ve galiptir." (Hac, 22/40)

Uhud'da Müslümanların başına gelen felaketten dolayı, onlar sıkıntıya düşerken, Allah (c.c.) Hz. Muhammed (a.s.)'in tâbilerine şu tarihi gerçeği hatırlatmaktadır. "Nice peygamberler vardır ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimlzdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl." (Âl-i İmrân, 3/146-147)

Sûre, yaraları sarmaya, azimleri güçlendirmeye ve mü'minleri birbirine bağlamaya, güvenlerini tekrar geri vermeye devam etmektedir. Bu arada şu hususu da unutmamız doğru olmaz: Uhud savaşındaki yenilgi tablosu, çok değerli cevherleri de.açığa çıkarmıştır. Örneğin bu savaşta, dünyayı arkalarına atarak hiçbir şeye aldırmadan Allah (c.c.)'a koşan nice "adamlar" ortaya çıkmıştır. Yine bu savaşta, umutsuzca yerlerini terk etmeyen nice "adamlar" vardı ki, onları bu sebata sevk eden tek unsur, son nefesine kadar sadakat ve verdiği sözü yerine getirme bilincidir. Yine bu savaşta, meydanı kahramanlık ve fedakârlıkla dolduran nice kadınlar vardı. Cesareti kırılmış ve bitkin hale gelmiş erkekler savaştan kaçarken, bu mü'mine kadınlar, savaşa adeta uçarak gidiyorlardı. Yine bu savaşta, yorgun olduğu halde mücadele yükünü muazzam bir cesaretle yüklenen ve Allah (c.c.) ve Resulü (a.s.)'ne yardım etmekten başka hiçbir gayesi olmayan, şehadetle ödüllendirilmiş, nice kimseler vardı.

Âl-i İmrân Sûresi • 51

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tpfşjri

İşte bu savaşta, bunların hepsi gerçekleşti. Bu savaş, mü'minlerin yüreklerine hatıraları kazılan ve ebedî olarak unutamayacakları izler bıraktı. Uhud anıları, Hz. Pey-gamber'in ölümüne kadar kalbinde kaldıjO (a.s.), Uhud şehidlerinin cenaze namazlarını kıldırırken şöyle diyordu: "Uhud; onun bizi, bizim de onu sevdiğimiz bir dağdır."

Şehadet, büyük hoşnutluklara götüren yüksek bir derecedir ki Allah (c.c), kullarından dilediği kimseyi bu yiiksek makama seçer ve alır. İşte bu sebeple sûrede şöyle deniliyor: "O, sizden şahltUf $4inrfiek istiyor." Burada dikkat çeken husus şudur: Bu yüce makama seçilenler, en büyük arzuları Allah (c.c.)'ın sözünü yüceltmek, sürekli olarak İslâm'ı desteklemek, U\$m töpr^klarjnı korumak ve düşmanlarını da uzaklaştırmak için savaşan mü'mirilerdir, Utwd şehitleri ise, bu apaçık ve güvenilir ahlâkın eşsiz birer örneğidirler.

Örneğin Mekke gençlerinin en yakışıklısı olan ve Müslüman olduktan sonra, tüm mirastan mahrum edilerek fakirleşen Mus'ab bin Umeyr (r.a.)'in hayatırıı bir düşünün. Zira o ipek elbiselerin içinde yüzdükten sonra, koyun derisinden yapılmış elbise giymek zorunda olan bîr gençtir. Sonra, Resulullah (a.s.) tarafından, Medine'de İslâm'ı yaymakla görevlendirilince, muhacirlerden önce hicret eden ve tebliğ için çalmadığı kapı ve girmediği ev bırakmayan bir kimsedir. İşte böyle bir hayat süren Mus'ab bin Umeyr (r.a.). Uhud'da garip bir şekilde şehit oluyor ve üzerindeki elbise, tertemiz bedenine kefen olmaya yetmiyordu da, ayakları ızhır otuyla kapatılıyordu.

Yine Abdullah bin Haram (r.a.)'ın hayatını bir düşünün: O, altı kızı ve Câbir b. Abdullah (r.a.) isminde bir tane de oğlu olan, bir babaydı. Oğluna dedi ki: "Bu altı genç kız yanlarında bir erkek olmaksızın bırakılamaz. Resulullah (a.s.) savaşa çıkarken, benim evimde oturmam nefsime de hiç hoş gelmiyor. Sen, kız kardeşlerinle birlikte kal; ben savaşa gidiyorum." Ve bu adam şehit olmak için savaşa gitmişti.

Okçular yerlerini terk ettikten sonra Müslümanların durumu çok kötüleşmişti. Bu sebeple de, bizzat Hz. Peygamber (a.s.)'in öldürüldüğünün haberinin yayıldığı o zorlu savunmada, Müslümanlardan tam yetmiş kahraman şehit edildi. Ancak Kureyş müşrikleri, çelikten bir duvara çarptıklarını ve elde ettikleri başarıdan daha fazlasına ulaşamayacaklarını anladılar. Böylece askerlerini toplayarak Mekke'nin yolunu tuttular. Şehitlerin hayatları hakkında şu âyet nazil oldu ve onları şu sıfatlarla niteledi:

"Allah yolunda öldürülenleri, sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde R&bleri katında rızıklandmlmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de, hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar." (Âl-i İmrân, 3/169-170)

Yüce Allah (c.c), bu şehitlere, kardeşlerinin ve çocuklarının hak yol üzere olduklarım, Allah (c.c.) ve Resulü (a.s.) yolunda görevlerini eksiksiz olarak yerine getirdik-

52 • Âl-i ImrSn Sûresi

Muhammed Gazalî

lerini ve çok yakın zamanda da cennete ve onlara katılacaklarını bildirmiştir.

Bu geçici yenilgiden sonra, Müslümanların neler yaptıklarını da hatırlatmamız, sanırım faydalı olacaktır: Onlar dağılmış ordularını topladılar, yaralarına tahammül ettiler ve bu galibiyetin devamını getirip işi tamamlamak için, tekrar geri gelme hususunda kendi kendilerine konuşarak yavaş yavaş yürüyen müşrik ordusunun peşine düştüler. Müşrik ordusu, Müslümanların peşlerine düştüğünü fark edince, geldikleri gibi hızla geri döndüler.

Şu vahyî bilginin nitelediği gibi, Müslümanlar tekrar eski hallerine döndüler:

"Yara aldıktan sonra yine Allah'ın peygamberin çağrısına uyanlar (özellikle) bunların İçlerinden İyilik yapanlar ve takva sahibi olanlar için çok büyük bir mükafat vardır." (Âl-i İmrân, 3/172)

Burada, tekrar Yahudilerle ilgili konuya bağlanmak için, Uhud savaşıyla ilgili açıklamalar, birden kesilmektedir. Sûrenin bağlamının baştan sona, bazen Yahudileri ele alarak, bazen de putperestleri konu edinerek birbirine geçmiş olduğunu görmekteyiz. Bunda şaşılacak ve garipsenecek bir durum yoktur, çünkü tebliğ mücadelesi, her iki grubu da eşit olarak ele almaktadır. Tıpkı Allah Teâlâ'nın dediği gibi:

"Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda İmtihana çekileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir." (Âl-i İmrân, 3/186)

Yahudilerin inkarcılığı, yumuşak huylu bir kimseyi bile öfkelendirecek derecede, alçaklık sınırına ulaşmıştır.

Kur'an mü'minleri, Allah (c.c.) yolunda infak etmekle sorumlu tutuyor. Bu infak; ister hakkı savunmak için olsun, isterse fakir ve miskin kimselere yardım etmek için olsun, fark etmez. Ama bunu yaparken de, harcamaya teşvik edecek yüce bir üslupla ve güzel bir açıklama şekliyle yapıyor:

"Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için, Allah'a güzel bir borç verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah'tır. Sadece O'na döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/245)

Bunu duydukları zaman, Yahudiler ne diyorlar, biliyor musunuz? Diyorlar ki: "Allah (c.c), fakir olduğu için kullarından borç istiyor!" Ve yine diyorlar ki: "O (c.c), faizi yasakladığı halde kendisi faiz alıp veriyor!"

"Gerçekten Allah fakir, biz ise zenginiz, diyenlerin sözünü andolsun ki Allah işit-miştİr. Onların dediklerini, haksız yere peygamberlerini ÖldÜrmeleriyle birlikte mutlaka yazacağız ve diyeceğiz ki: Tadın o yakıcı azabı!" (Âl-i İmrân, 3/181)

Âl-i ImrSn Sûresi • S3

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

Gerçek şu ki bu sözler, kalplerinde hiçbir iman ve takvanın olmadığı, atalarından devraldıkları rezil bir hayat yaşayan ve saf imanı, geçmiş bir kin ve alçakça bir nefretle karşılayan toplumun yorumlarıdır. Sadece mala tapınmak, ahireti unutup dünyaya delicesine aşık olmak ve diğer insanlara da bu rezilliklere çılgınca tutulmuş olarak muamele etmek, Yahudi toplumunda garip karşı! anmamaktadır.

Yahudiler, kendilerini Allah (c.c.)'ın seçilmiş kulları olarak görmektedirler. Acaba bu seçilmiştik, diğer milletlere O (c.c.)'nun dinini öğretmek ve iyiliği emretmek için midir, yoksa önce onları hakimiyetleri altına almak, sonra da sömürmek ve kanlarını emmek midir? Yahudilik tarihi, az da olsa, ihsanda bulunma tarihinden daha çok, kaba kuvvet, zorbalık ve büyüklenme tarihidir. Bunu, sadece bugünün Arapları söylemiyor; onlarla birlikte, geçmişte onlardan tedirgin olan ve gelecekte de endişelenecek olan Avrupa ve Amerika halkları da aynı şeyi söylüyorlar. Bu sûrede, Yahudilerin hayatı şu şekilde özetlenmektedir:

"Allah, kendilerine kitap verilenlerden, 'onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz' diyerek söz almıştı. Onlar ise, bunu kulak ardı ettiler ve onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar da kötü! Sanma ki, ettiklerine sevinen ve yaptıkları ile övünenler, evet onlar azaptan kurtulacaklardır. Onlar için elem verici bir azap vardır." (Âl-i İmrân, 3/187-188)

Âl-i İmrân Sûresi, bizleri geçmişten ve geçmişin acı tatlı hâtıralarından uzak, başka bir atmosfere taşımaktadır. Ben, bu evrende yaşayan bir insanım bu evrenin gücünü ve sırlarını, iyiliklerini ve kötülüklerini az çok biliyorum! İşte bu bilgiler beni, Allah (c.c.)'a, O (c.c.)'na hamd etmeye ve O (c.c.)'nun yüceliğini kabul etmeye götürmez mi?

Dinler ve o dinlerin müntesipleri arasındaki ayrılıkları bir tarafa bırakıp, kendisiyle hesaba çekileceğim aklıma güvenmeliyim. Bu dünyadan sonraki varış yerimi düşünmeliyim! Niçin Rabbimi unutuyor ve O (c.c.)'nun dosdoğru yolundan uzaklaşıyorum? Oysa O (c.c.)'na yonelip O (c.c.)'na sığınmam gerekir. Baksana, bir insan çıkmış ve tüm insanlara haykırıyor:

"Ey insanlar! Şuurunuz ve bilincinizi tekrar kazanın ve Rabbinize iman edin."

Peki bu çağnya yüz çevirmek niye? Kendisini tebliğe adamış olan bu dâvetçi-yi dinlemem ve onun sözlerine kulak vermem gerekmez mi? "Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, 'Rabbinize inanın' diye çağıran bir dâvetçiyi işittik ve hemen iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!" (Âl-i İmrân, 3/193)

Yüce Allah (c.c), bu duaya adetâ şu şekilde karşılık veriyor: "Cin ve insanlardan, beyaz veya siyah iyi işler yapan hiçbir kimsenin ameli boşa gitmez. Önemli olan, ulus veya ırk değil, salih ameldir."

54 • Âl-i İmrân Sûresi

Muhammed Gazalî

Allah (c.c.) için alçak gönüllülükle eve O (c.c.)'nun huzuruna çıkılacak güne hazırlık yapmanın aydınlığı altında, iyiye, güzele ve doğruya davet eden bir kişiye, insanların inanmasını engelleyen şey nedir? Kalpleri karşısında birleştirecek ya da toplulukları kendisiyle savaşmaya teşvik edecek ne vardır, O (a.s.)'nun davetinde? Fakat putperestlerden gözü kapalı kimseler ve Ehl-i Kitap'tan da mutaassıp olanlar, O (a.s.)'na karşı birleştiler ve O (a.s.)'nunla savaştılar. Sonuçta o davetin müntesipleri vatanlarını terk etmek ve inandıkları yolda türlü türlü işkencelere katlanmak zorunda kaldılar. Öyleyse onların mükâfatları da, tıpkı Allah (c.c.)'m nitelediği gibi kat kat olacaktır:

"Bunun üzerine Rableri onların dualarını kabul etti. (Dedi ki:) Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hepiniz birbirinizdensiniz- İçinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda işkenceye uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; Andolsun, ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları zeminlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Engüzel karşılık Allah ka-tındandır." (Âl-i İmrân, 3/195)

İnkarcıların bayrağı yükseldi ve orduları muzaffer oldu. Ancak varsın olsun; zira bu geçici bir süre içindir.

"İnkarcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, seni sakın aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü bir varış yeridir!" (Âl-i İmrân, 3/196-197)

Evet, müşrikler Uhud'da bir gün galip geldiler de ne oldu? Hak ırmağı biraz durakladı; ama sonra akışı öyle bir hızlandı ki, önünde hiçbir şeyin duramadığı şiddetli bir fırtınaya dönüşüverdi. Elbette sonuç muttakilerin olacaktır...!

Bu geniş açıklamalardan sonra Âl-i İmrân Sûresi, şu iki âyetle sona ermektedir: Bunlardan ilki Ehl-i Kitap'tan ve onların son peygamberin karşısında ne yapmaları gerektiğinden bahsetmektedir:

"Ehl-i Kitap'tan öyleleri var ki, Allah'a, hem size indirilen ve hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ecirler vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır." (Âl-i İmrân, 3/199)

Bu âyet, kıyamet gününe kadar Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan Ehl-i Kitab'ın, son peygambere kulak vermeleri ve getirdiği şeylere inanmaları için, bir çağrıdır. İkinci âyet ise yüce Allah (c.c.)'ın şu buyruğudur:

"Ey iman edenler! Sabredin; sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan da korkun ki başarıya erişebilesiniz." (Âl-i İmrân, 3/200)

Âl-i İmrân Sûresi • 55

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Bu âyet Hz. Muhammed (s.a.v.)'e tabi olan Müslümanların, Allah (c.c.)'ın kene siyle şereflendirdiği ilahî öğretileri yaşarken sabretmeleri, hatta bu hususta başkal rından daha çok sabırlı olmaları ve yaşadıkları topraklara sürekli bağlı kalmaları iç bir talimattır. Ta ki, topraklarına başkaları girmesin; tıpkı son sömürgecilerin girdi gibi!

Bu, bize yapılan bir çağrıdır; Acaba bizler bu çağrıya cevap verebiliyor muyu2

56 • Âl-i Imran Süresi

 

Free Web Hosting