A'RAF SURESİ

A

'râf Sûresi, iki mesele hakkında genel bir değerlendirmeyle başlamaktadır: Bunların ilki; Kur'ân-ı Kerim ile bağlantılıdır. İkincisi ise; Kur'ân-ı Kerim'i inkâr eden ve ilâhî vahyi toptan yalanlayanlar hakkındadır.

İlk konu hakkında Yüce Allah (c.c.)'rn şu sözü nazil olmuştur:

"Bu, kendisi ile insanları uyarman ve inananlara öğüt vermen İçin sana indirilen bîr Kitap'tır. Artık bu hususta kalbinde bir şüphe olmasın. Rabbinizden size indirilene (Kur'ân'a) uyun. Onu bırakıp da başka dostların peşinden gitmeyin." (A'râf, 7/2-3)

Âyette yasaklanan şüphe hidâyetlerini istediği kimselere, müşriklerin takınacağı kötü tavırdan ve onların mallarından el çektirmekten kaynaklanıyordu.

İnzâr; korkutma ile birlikte bildirme demektir ve genel olarak dinleyicilerden istenen; kendilerine öğüt veren Kİtab'a uymaları ve kaynağı ne olursa olsun içinde hiç bir hayır bulunmayan o kitabın dışındaki sahte kitaplardan kaçınmalarıdır. Allah (c.c.)'ın dışında kendilerine tâbi olunan ilahlar kesinlikle hayır getirmezler, zira Hak geldikten sonra, geriye ancak sapıklık ve batıldan başka ne kalabilir ki?

Sûre, bundan sonra bir kaç yerde daha "el-Kitap"tan bahsetmektedir. Bunlardan birisi de şu âyettir:

"Gerçekten onlara, inanan bir toplum İçin yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir Kitap getirdik. (Fakat onlar) onun te'vilinden başka bir şey beklemiyorlar." (A'raf, 7/52-53)

Yani müşrikler, Allah (c.c.)'ın müjde ve tehdidinin gerçekleşmesini; böylece mü'minlerin zafer ve sevaba kavuşmasını, kâfirlerin de yenilgi ve cezayı tatmalarını bekliyorlar!

Kur'ân'la ilgili âyetlerden birisi de şudur:

A'râf Sûresi ¦ 129

R D r ' ân - ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

"Şüphesiz ki, benim velim Kitab'ı indiren Allah'tır ve O, bütün salih kullarını görüp gözetir." (A'râf, 7/196)

Bu âyet Nebi (s.a.v.)'nin dilinden bir İfâdedir ve anlamı şudur: Yüce Allah (c.c), indirdiği âyetler Nebi (a.s.)'nin kalbine ulaşıp yerleşene kadar ve hayatı kendi ışığıyla aydınlatana ve o hayatı sürdürene kadar, bu Kitabı koruma ve O (s.a.v.)'na yardım etmeyi üstlenmiştir.

Diğer bir âyet de, bu kitabı düşünme ve kapsadığı ilimlerden faydalanmanın gerekliliği hakkındadır:

"Kur'ân okunduğu zaman, onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin." (A'raf, 7/204)

Bu Kur'ân; mü'minler için bir hatırlatma, akılları için bir gelişme ve onların üzerine inen bir rahmettir,

Sûrenin kendisiyle başladığı ikinci konu ise, Yüce Allah (c.c.)'ın şu sözünden anlaşılabilir:

"Nice memleketler var ki, biz onları helak ettik. Azabımız onlara geceleyin yahut gündüz istirahat ederlerken geldi. Azabımız onlara geldiğinde çağırışları, 'biz gerçekten zâlim kimselerinişiz', demelerinden başka bir şey olmadı." (A'raf, 7/4-5)

Peygamberlere İsyan eden şehirlerin helak edilmesi, tarihin kaydettiği bir kuraldır. A'râf Sûresi, Hz. Nûh (a.s.) ve Hz. Lût (a.s.)'m kavimleri olan Âd, Semud ve Medyen'in başına gelenleri açıklamaktadır.

Öyle görünüyor ki, Yüce Allah (c.c.) önceki peygamberlerini güney ve kuzeye olmak üzere Arap Yarımadasına göndermiştir. Buralarda yaşayan Araplar küfre sapıp elçilerine işkence yapmaya başlayınca, Allah (c.c.) onları helak etmiş ve medeniyetlerinin kökünü kazımıştır.

Sonra Mısır'ı ve İsrâiloğulları'm kendisiyle doğru yola ulaştırmak için Hz. Mûsâ (a.s.) kitabını getirdi ve firavunlarla Yahudilerin konumunu geniş geniş açıkladı. Ne zaman ki Yahudiler de doğru yoldan saptılar ve Allah (c.c.)'ın hidâyetlerini reddettiler, işte o zaman onlara Allah (c.c.)'ın azabı geldi.

Ardından İkinci defa son vahiy, yarımadanın ortasına döndü ve Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah (c.c.)'ın lütfü ile karanlıklardan aydınlığa çıkarmayı ve kendi yoluna tabi olan Araplardan "Vasat bir ümmet" oluşturmayı başardı. İşte bu vahiy kıyamet kopana kadar nesilden nesile aktarılacak ve bu son elçinin getirdiği vahiy korunmuş kitapta yürürlükte olmaya devam edecektir. Dünya hayatı sürdükçe tüm insanlık bu kitabı dinlemekle ve ondan istifâde etmekle sorumlu tutulacaktır. Çünkü İnsanları kö-

130 • AVSf Sûresi

Muhammed Gazalî

tülüklerden koruyacak yegâne kitap budur.

Asıl önemli olan Arapların, asaletlerinin değerini bilmeleri ve miraslarının değerini anlamaları gerekir. Öyle ki Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurarak onlara özel ihsanda bulunuyordu:

"Sonra Kitâb'ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik..." (Fâtır, 35/32) İşte bu konumlarından dolayı sorumlu tutulacaklarını iyice bilmeleri gerekir:

"Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz! Ve onlara (olup bitenleri) tam bir bilgi ile mutlaka sunacağız. Biz, onlardan uzak değiliz." (A'râf, 7/6-7)

Yüce Allah (c.c.) sûrenin girişinde her insanın sonuçta, kesin olarak umumi hesapla karşılaşacağını açıklamıştır:

"O gün tartı haktır. Kimin tartılan ağır gelirse, İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de tartılan hafif gelirse, işle onlar, âyetlerimize karşı haksızlık etliklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır." (A'râf, 7/8-9)

Ancak bu kısa açıklamadan sonra yeryüzünde, Rableri hakkında tartışan değişik insan gruplarının en son varacakları yeri açıklayıcı bilgiler gelmektedir. Bunlar Öncelikle mü'minler, sonra A'raf ashabı ardından da kâfirlerdir.

Bu üç grup arasında karşılıklı konuşmalar geçmektedir ki bizler bu karşılıklı konuşmalar üzerinde biraz durmayı uygun buluyoruz.

Cennetlikler hoşgörü, sevgi ve barıştan oluşan bir dünyada yaşamaktadırlar ve tek bir şeyle meşgul olmaktadırlar; o da Allah (c.c.)'ı anmak ve O (c.c.)'na hamd etmektir. Ayrıca onlar Allah (c.c.)'ın kendilerine ihsan ettiği nimetlerin farkında olarak şöyle derler:

"Hidâyetle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamd olsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik." (A'râf, 7/43)

Onlar gördükleri ihsana karşılık olarak kendi nefislerini her türlü hak iddiasında bulunmadan soyutlamaktadırlar ve en yüce ihsan edicinin kendilerinin önünde olduğunun ve bu içinde bulundukları konumu onlara O (c.c.)'nun verdiğinin bilincindedirler.

Burada Yüce Allah (c.c), cennet ehlinin geçmişteki gayretlerini ve makbul olan çalışmalarını hatırlatıyor:

"Onlara: İşte size cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona varis kılındınız, diye seslenilir." (A'râf, 7/43)

A'râf Sûresi • 131

Küf'ân-i Kerîm'İn Konulu Tefsiri

Durumlarından emin olduktan sonra ise, zorba ve inkarcılardan oluşan geçmişin düşmanlarım hatırlarlar ve kendilerine uygun olan şeyi bilmelerini isterler.

"Cennet ehli, cehennem ehline: 'Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu?' diye seslenir. 'Evet!' Derler. Ve aralarından bir çağına, 'Allah (c.c.)'ın laneti zâlimlerin üzerine olsun!' diye bağırır." (A'râf, 7/44)

İşte bu zâlimler, öldükten sonra âhirette tekrar dirilmeyi ve hesaba çekilmeyi inkâr ediyorlardı ve mü'minlerden mustaz'af olanlara baskı yapıyorlardı. Hakkın öğretilerini saptırıyorlar, bozuyorlar ve yolunu kapatıyorlardı. İşte onlar âdil akıbeti bulmuş oldular.

Bu sûre, A'râf ashabını anlatmakla diğer sûrelerden ayrılmaktadır ve sûre İsmini A'râf ashabından almıştır.

Müfessirler arasında yaygın olan görüşe göre; A'râf ashabı, iyilikleriyle kötülükleri eşit olan bir topluluktur. Bu sebeple onlar, bu durumlarıyla ilgili kesin karar verilene kadar beklemişlerdir.

Bana göre ise, A'râf ashabı, peygamberlerin risâletlerini tebliğ eden ve toplumları iyiliğe sevkeden dâvetçi ve şehit bir topluluktur.

A'râf, yüksek tepe demektir ve horozun ibiği de yüksek olduğu için "Arafe" diye isimlendirilmiştir.

Onlar âhirette, hesap meydanında liderleri ve halk yığınlarını gözetirler. Cennetlikleri selamlarken cehennemliklerle de alay ederler.

Kur'ân-ı Kerim'in anlatımı da bu anlayışa uygundur. Zira onlar doğru konuşuyorlar, işledikleri günahlar sebebiyle günahkârları azarlıyorlar ve akıbetleri hakkında Allah (c.c.)'a sığınıyorlar. İyiliklerle kötülükleri eşit olan ve nereye gönderileceklerini bilmeyen bir topluluğun durumunun, böyle olması imkânsızdır.

Burada, yardım çığlığı atan cehennemliklerin son bir çağrısı vardır:

"Cehennem ehli, cennet ehline: 'Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızik-tan biraz da bize verin!', diye seslenirler." (A'râf, 7/50)

Heyhat! Allah (c.c.)'ın azabından onları hiç bîr kimse kesinlikle kurtaramayacaktır. Zira onlar Allah (c.c.)'ı inkâr etmişler, O (c.c.)'nun huzuruna çıkmayı yalanlamışlar ve âhiret gününü ne akıllarına getirmişler ve ne de onun için herhangi bir şekilde hazırlık yapmışlardır. Öyleyse onlara nereden yardım gelecektir?

İşte tam burada Kur'ân'm anlamlarının, nefiste tesirini yapacak şekilde tek bir si-

(32-A'râf Süresi

Mulıammed Gazali

yakta ve birbirinin içine girmiş olduklarını idrak etmekteyiz. Zira Kur'ân'ın yönlendirmeleri kesin bir şekilde birbirinden ayrılmış parçalar değildir. İşte yer ve göklerin, birçok ilmin kaynağı olduğunu görüyorsunuz. Evren tek bir varlık olmasına rağmen, canlılar âlemi üzerine çalışan bilim adamları, yerkürenin tabakalarını araştıran bilginler, astronotlar ve diğer araştırmacılar bu evrenden istifâde etmektedirler.

A'râf Sûresi'nin başında Âdemoğullan'ndan bahsedilerek babalarının kastedil-mesi, sûrenin sonunda da aynı Âdem'den bahsedilerek bu sefer de çocukların kaste-dilmesi, ifâdenin güzelliğindendir. Sûrenin başında Yüce Allah (c.c.) şöyle diyor:

"Andolsun sizi yaratık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Adem'e secde edin! diye emrettik." (A'râf, 7/11)

Sûrenin sonunda ise, insanoğlunun hataları, şirk koşması ve hayat yolculu-ğundaki zikzaklar hakkında, sânı yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Sizi bir tek candan yaratan, ondan da, yanında huzur bulsun diye eşini yaratan O'dur." (A'râf, 7/189)

Sonra da diyor ki:

"Fakat (Allah) onlara sâlih bir çocuk verince, kendilerine verdiği bu çocuk hakkında (sonradan İnsanlar) Allah'a ortak koştular, Allah (c.c.) ise onların ortak koştuğu şeyden yücedir. Kendileri yaratıldığı halde, hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları O'na ortak mı koşuyorlar?" (A'raf, 7/190-191)

Şirk suçunu işleyenlerin, akılları karışan ve böylece yoldan sapan Âdemoğulla-rı'nm olduğu gayet açıktır.

Baştan sona kadar Kur'ân nazmı, bir bütün olarak tüm insanlığı hedefliyor ve sorumlu tutulduğu ve fakat bu sorumluluğunu tam olarak yerine getirmediği insanlık mesajım hatırlatıyor.

Şeytanla birlikte olan İnsan, kesinlikle işinde başarılı olamaz; aksine o, büyük bir sahtekârlığın veya aldatılmış bir oyunun içindedir. Şeytan kısa veya uzun dalgalı yayınlar yapan cihazlara sahiptir, ancak insan bu yayınları hem dinleyebilme ve hem de dinlememe gücüne sahiptir. Yani dinleyebilir de dinlemeyebilir de. Kim alıcılarını belirli bir verici istasyonuna doğru çevirirse, istediği şeyi dinler. Yoksa o güvenlik içinde emniyettedir. Şeytan sadece yayın ve propaganda yapma gücü ve kudretine sahiptir. Yoksa bir insanı zorla yoldan çıkarma ve saptırma gücüne kesinlikle sahip değildir.

İlginç olan, insanoğlunun, cennetten kovulurken atasının başına gelenleri unutmuş olması, özellikle şeytan tüm Âdemoğlu'nu hak yoldan ayırmaya ve saptırmaya yemin etmişken, aynı insanın bu felâketlerin tekrar etmesine hiç aldırmıyor olmasıdır.

A'râf Süresi ¦ 133

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, muhakkakki ben de onları saptırmak İçin senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların bir çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın." (A'râf, 7/16-17)

Böylesi apaçık bir kin ve nefretten sakınmamız ve korunmamız gerekmiyor mu?

Hz. Âdem (a.s.)'in kandırılması, hiçbir zeki ve uyanık kimseye kapalı olmayan apaçık bir hile ile gelmesi en çok şaşılacak şeydir! Zira şeytan Hz. Adem (a.s.)'e şöyle seslenmişti: Melek olmaman için, sen bu ağacın meyvesinden yemekten yasaklandın.

Oysa Hz. Âdem (a.s.), İblis'e şöyle diyebilirdi: Tüm melekler bana secde ettiler. Öyleyse nasıl olur da ben bu yüce konumumdan aşağı düşebilirim ki? Zira benim bulunduğum konum meleklerinkinden daha üstün ve şereflidir.

İblis, ağacın meyvelerinden yemesi şartıyla Hz. Âdem (a.s.)'e, bu cennette ebedî olarak kalacağına dair, bir ümit ve cesaret verdi. Oysa kim diyebilir ki, Hz. Âdem (a.s.) ve oğulları, ebedî olarak kalmayacaklar? Hatta ölseler bile, onlar ebedîdirler. Zira ölüm daha güçlü ve daha büyük bir hayata geçişten ibarettir.

Şüphesiz ki, şeytan yalancı, iftiracı ve düzenbazdır, ama kınama ona yöneltile-mez; asıl kınanacak olanlar, onun bu hile ve düzenbazlarına kanan kimselerdir. Böylesi apaçık tuzak ve ağa kim kapılmak ister ki?

Hz. Âdem (a.s.), elinde bulunan nimetlerin tümünü kaybetti ve eşiyle birlikte, el emeği ve alın teriyle kazandıklarım yemek için yeryüzüne indirildiler. Bu ilk tecrübe ve ebedi hilekârlıkla karşı karşıya gelen nesillerin hiç ibret aldıklarını görüyor musunuz?

"Allah: 'Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır' buyurdu." (A'râf, 7/24)

Belirli bir zamana ve sınırlı bir yaşama kadar. Daha sonra O (c.c.)'na mı kulluk ettiniz yoksa şeytanın mı kulu kölesi oldunuz, diye bu kısa dünya yaşantınızdan sorguya çekilmek için, Yüce Yaratıcı 'mn huzuruna çıkarılacaksınız.

"Orada yaşayacaksınız, orada Öleceksiniz ve orada (diriltilip) çıkarılacaksınız, dedi." (A'râf, 7/25)

Hz. Âdem (a.s.)'in hayat hikâyesini bu şekilde açıkladıktan sonra, söz, asırlar boyu yaşayacak olan Hz. Âdem (a.s.)'in çocuklarına yönelmekte ve Rabkrinin öğütlerini dinlemeleri ve düşmanlarının da hile ve tuzaklarından kurtulabilmeleri için, tam dört defa onlara çağrıda bulunulmaktadır. Bu nasihatlan gözden geçirdiğimizde görürüz ki, bunların hepsi de üstün insanlığa ve fıtrat dinine çağrılardır.

134- A'rSf Süresi

Muhammed Gaz alî

İşin üzücü olan yanı, yaşadığımız modern dünyanın, ya düşük insanlık seviyesine kendisini kaptırmış ve kendisine özlem duyulan sekülerizme çılgınca tutulmuş olmasıdır. Oysa ki bu hasletler insanları yücelere doğru, geldiği yere doğru hiç de yükseltici unsurlar değildir.

Gelin, bu dört çağrıyı derin derin düşünelim. Bu çağrılardan ilki elbise ile ilgilidir. İnsan, diğer yaratıklara oranla elbise giymekle farklılık gösterir. Böylece o avret yerlerini örter ve görünümünü güzelleştirir.

Giyim kuşam hususunda insanların bazı aşırılıkları vardır. Elbiselerin içinde kendilerini beğenirler; kibirlenip büyüklenirler. Giydiklerinin değerine göre kendilerim ölçüp tartarlar. Neredeyse avret yerleri gözükecek şekilde kadınlar, elbiselerini kısaltırlar. Neredeyse içerisini gösterecek şekilde şeffaf ve dar elbise giyerler. Bütün bunlar, yapılmasına izin verilmeyen ve tolerans gösterilmeyen şeylerdendir. Zira insanın şeref, haysiyet ve onuru, elbisesinde; değeri de kendisini örten şeylerde değildir.

İçerisini örten ve hakikatini açığa çıkaran bir başka elbise çeşidi daha var ki, Kur'ân bunu "takva elbisesi" diye isimlendiriyor. Şâir de şu sözüyle bunu kastediyor:

"Eğer kişi namusunu kötülükle kirletmezse,

Giydiği tüm elbiseler güzeldir} " Başka bir şâir de şöyle diyor: "Çıplaklık anında paçavralarla kendimi süslemem

Ve hayvan artığı az şeylerle yetinmem;

Boynumdan insanların iplerine bağlı olarak basa kakılmaktan Daha iyi ve daha hayırlıdır.

"Ey Ademoğullan! Size ayıp yerlerinizi Örtecek giysi yarattık. Takva elbisesi: İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüi alırlar." (A'râf, 7/26)

Biz bu yorumumuzla, bu hatırlatmayla, sûrenin başındaki Allah (c.c.)'ın şu sözünü birbirine bağlamış oluyoruz.

"Rabbinizden size indirilene uyun. O'nu bırakıp da başka dostların peşinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz." (A'râf, 7/3)

Ve daha sonra gelen şu âyetle de bağlantısını kurmuş oluyoruz:

"Rüzgârları, rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Sonunda onlar, ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve

AYSf Süresi • 135

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde bundan ibret alırsınız." (A'râf, 7/57)

Bundan daha güzel hatırlatma yollan olabilir mi ki? Olamaz ama, İnsanoğlu tüm bunları unutuyor işte!

Çağrı tekrarlanmaktadır:

"Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de aldatmasın." (A'râf, 7/27)

Önceden İnsanlığın atası olan Hz. Âdem (a.s.)'in başına gelenlerin, O (a.s.)'nun çocuklarının başına gelmesini gerektirmez! Hz. Âdem (a.s.)'i cennetten çıkarma hususunda şeytan başarılı oldu, acaba onun neslini cennetten mahrum etme hususunda da başarılı olabilecek mi? Babalarını soyduğu gibi, evlatlarını da soymayı başarabilecek mi?

Şeytan, hâin bir düşmandır; siz onu görmediğiniz halde sizin yanınızda bulunur ve o size kötülük yapabilecek güçtedir. Fakat o mü'min bir kimseye günah ve suç işletmeye güç yetiremez. Zira iman güçlü bir zırhtır. Onun ağları ancak imanım kaybedenlere tuzak olur.

Kabul edilmeyen bir husus da, cahil ataları taklit etmek ve sapık bîr yol için sahte sebeplere tutunmaktır. Kabe'yi tavaf edenler diyorlardı ki: "İçinde Allah (c.c.)'a isyan ettiğimiz elbiselerle Kabe'yi tavaf etmeyiz."

Doğru yoldan sapmış dindar kimselerin büyük bir kısmı, Allah (c.c.) 'in hiç bir şekilde, hakkında hiçbir emir indirmediği vahye ve akla aykırı işleri, gayb zırhı altında dine sokmaktadırlar. Sonra da Allah (c.c.)'m bunları kendilerine emrettiğini zannetmektedirler. Oysa Allah (c.c), fıtrata, düşünceye ve idrâke aykırı olan kötü şeyleri emretmekten yüce ve münezzehtir:

"Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? De ki: Rabbim adaleti emretti." (A'râf, 7/28-29)

Adalet tüm insanların bildiği ve alışık olduğu bir yoldur, öyleyse onların bu yolda yürümelerini engelleyen şey nedir? Bizi yaratan ve kendisine döneceğimiz zâta tüm, benliğimizi niçin teslim etmiyoruz?

"Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin ve dini yalnız Allah (c.c.)'a has kılarak O'na yalvann. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz. O, bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık müstahak oldu." (A'râf, 7/29-30)

Öyleyse, bu iki gruptan en iyi yolda olanla, kurtuluş ve şeref hususunda en önce-

136 • A'râf Sûresi

Muhammed Gazali

likli olanla birlikte ol.

Sahte (ve taklitçi) dindarlık, insanların Rablerine bağlanmaları hususunda korku ve münzevî hayat yaşamaya dayanır.

İşte bu sebeple sahte dindarlar, dış görünüşü kötülemeye, pejmürde bir giyim-ku-şama, lezzetsiz bîr yemeğe ve tayyibata (iyi ve güzel olan) şeylere karşı çıkmaya özen gösterirler. Oysa İslâmî öğretiler, bu yönelişin tam aksi istikamette yol alırlar. Allah (c.c.)'a gereği gibi kulluk yapmak her şeyden önce, insanî benliğin içindedir. Bu sebeple İslâmî öğretiler, kişinin sıhhati ve selametine, ailenin kontrol altına alınmasına ve evin mütevazi ve şefkatli bir barınak olmasına özen gösterir. Bir insanın güzel bir elbise içerisinde namaza durması, pejmürde bir elbise içerisinde namaza durmasından daha iyidir. İşte tam da burada şu âyet akla geliyor:

"Ey Âdemoğullan! (Namaz için) her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez." (A'râf, 7/31)

Bir hadiste de şöyle geçiyor: ''Dilediğini ye ve arzu ettiğin her şeyi giy; ancak iki kötü haslet olan israf ve büyüklük, seni hataya düşürmesin." Gerçek şu ki, asıl sıkıntı, yiyecek ve giyecekte saçıp savurmaya götüren ve bu yola yönelmeyi arzu ettiren israfta gizlidir. Oysa ki din, bedenlerin kemale erişmesinde, ne bir yarıştır ve ne de bu geçici dünyalıklar için bir yığınaktır.

Evet, kişi âhiret yolculuğunda hoşuna giden bir çok güzel şeylere aldırmaz. Ancak o pejmürde elbise ya da haşarat yemek suretiyle de kesinlikle kulluk görevim yerine getiremez.

"De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızkları kim haram kıldı?"

(A'râf, 7/32)

Ziynet kelimesinin Allah (c.c.)'a izafe edilmesi, o ziynetin kaynağının ve koyucusunun ve o ziynetler içerisinde kullarını kabul edenin O (c.c) olduğunu bildirir. Bu anlam şu âyette daha da açığa çıkmaktadır:

"De ki: Onlar, dünya hayatında ve özellikle kıyamet gününde mü'minlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz." (A'râf, 7/32)

Ziynetler âhirette sadece mü'minlere hastır, kâfirler onlara, ancak bu dünya hayatında ortak olabilirler.

"De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri haram kıldı." (A'râf, 7/33)

Kin, nefret ve kızgınlık gibi açık ve gizli günahları ve diğer günahları, özellikle de başkalarına küstahlık yapmayı ve onların kanlarını helâl saymayı haram kılmıştır.

A'rSf Sûresi* 137

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"Günahı ve haksız yere sınırı aşmayı" (A'râf, 7/33)

Dinî düşünceye eleştirel yaklaşanlar, bazı insanların takvali olduklarını göstermeleri için elbiselerini kısalttıklarını, oysa ki bunların kalbinde Firavun kibri ve gururu olduğunu gözlemlemişlerdir. Sünnet'te Allah (c.c.)'in mütekebbir olan fakiri hoş görmediği bildirilmiştir. Kibir öyle bir şeydir ki, güzel bir kumaştan elbise giyen adam ondan korunduğu halde, neredeyse çuval giyen bir adam mütekebbir olabilir. Önemli olan fıtratın korunmuşluğu ve onun iyj hasletlerine sahip olmaktır.

Tek olan Allah (c.c.)'a bağlılık ve diğer ortaklardan korunma, uzaklaşma, salim bir fıtratın ilk temel taşıdır. İnsanoğlu kendi benliğiyle başbaşa kaldığında, iki veya üç ilaha yönelmez, aksine tek bir ilaha yönelir ve sıkıntı anında ona sığındığı gibi, bolluk anında da ona şükrünü eda eder.

Aslında şirk, tutarlı davranma yeteneğini kaybetmiş ve başkalarına zarar veren kötü bir çevre oluşturur. İslâm ise, hem inanç bakımından, hem de ahlâk bakımından, fıtrat üzerine kurulmuştur. Bu hususta Kur'ân şöyle diyor:

"Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kıldı." (A'râf, 7/33)

Yine aynı sûrede şöyle bir açıklama daha vardır: Bu selim fıtratın sağlam antlaşmaları, tâ ilk yaratılışından itibaren insanoğlu üzerinde geçerliliğini devam ettirmektedir.

"Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemo-ğullarf ndan, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (Onlar da), 'evet şahit olduk', dediler. Yahut 'daha Önce babalarımız Allah'a ortak koştu biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Batıl işleyenlerin yüzünden bizi helak edecek misiniz?' dememeniz için (böyle yaptık)." (A'râf, 7/172-173)

Âyetin bu eşsiz bağlamı şu hususa da işaret etmektedir; insanın içinde yaşamış olduğu çevre ne kadar kötü olursa olsun, tevhidden ayrılmasının Özür kabul edilebilecek hiçbir geçerli sebebi yoktur. Çünkü kendi benlİğindeki fıtratın çağrısı, her türlü zorluk ve sıkıntıya göğüs gerebilir ve her türlü şaibeden uzak olarak Allah (c.c.)'ın bilgisini muhafaza edebilir. Fıtrat; nefsin, sadece tevhid inancım kabul edebilecek bir yetenekte olduğu anlamına gelir. Şayet fıtrat şirki reddediyorsa, ilhaddan haydi haydi yüz çevirir.

Gerçekte aklî ve psikolojik tabiatımız, mucidi olmayan varlığı ve yaratıcısı olmayan bir yaratığı kabul etmez, aynı şekilde hayatın kendi kendine yoktan var olduğu iddiasını da reddeder. Biz insanlar, kendisi sayesinde var olduğumuz, bizim dışımızdaki birisine muhtaç olduğumuzu hissederiz.

138 • A'rSf Sûresi

Muhammed Gazalî

Fakat bizlere bu hayatı bahşeden bizim dışımızdaki bu zât kimdir? Gerçek şu ki, bizler fıtratın yönlendirmesiyle, tüm varlıkların kendisine ibâdetle yükümlü oldukları âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a yönelirim

Müşriklere göre bizi yaratan ve bizlere bu hayatı bahşeden, bizim dışımızdaki zât kimdir? Onun yalancı ve hilekârların kuruntularından başka hiçbir yerde varlığı yoktur. İşte bu sebeple Âdemoğluna halis tevhİd inancı vasiyet edildikten sonra kendi kendilerine haksızlık edenlere şu azarlama ifâdesi gelmektedir:

"Allah'a iftira eden ya da O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim vardır! Onların kitaptaki nasipleri kendilerine erişecektir," (A'râf, 7/37)

Yani yeryüzünde rızık ve yaşam süresi olarak onlara bir zaman ve rızık takdir edilmiştir:

"Sonunda elçilerimiz gelip canlarını alırken, 'Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz tanrılar nerede?' derler. (Onlar da) 'bizden sıvışıp gittiler', derler ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şâhidlik ederler." (A'râf, 7/37)

Allah (c.c.) hakkında endişe etmenin ve O (c.c.)'nu görmezden gelmenin, bazı sebepleri vardır. Bana göre bunların başında, yabancı hislerle devamlı birliktelikten doğan şüphe ve zanlar gelmektedir. Çünkü sürekli karnı tok olan zengin bir kimse, açlığın verdiği sıkıntı ve acıyı unutur; aynı şekilde devamlı sıhhati yerinde olan sağlıklı bir kimse de hastalığın verdiği acı ve sıkıntıyı unutur. Hem karnı tok zengin hem de sağlıklı kimse, bunların hiç bitmeyeceğini zanneder. Oysa ki tek başına insanın içinde yaşamış olduğu şu an, yakın ya da uzak geçmişte başına gelen diğer işleri unutturur, tıpkı şairin dediği gibi:

"Giyindiği zaman genç, sanki hiç çıplak olmadığını hisseder, Mal-mülk sahibi olduğunda da, hiç muhtaç olmadığını zanneder."

Gecelerin ve gündüzlerin birbiri ardınca gelip geçmesine ve Güneş ve Ay'ın pe-şisıra doğmasına rağmen, bizler bu gerçeklerin zorunlu gerçekler olduğunu ve sanki tüm bu olanlar kendi kendine gerçekleşiyormuşçasma bunların hiçbir düzenleyicisinin ve yöneticisinin olmadığını sanırız. İşte bu durum, insanlara, tüm bunları yapanın Allah (c.c.) olduğunu hatırlatacak ilahî bir vahye İhtiyaç hisseder.

"Şüphesiz kî Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a İstiva eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz kî, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!" (A'râf, 7/54)

Zaman geçtikçe insanlar, acı ve tatlıyla, zafer ve hezimetle karşı karşıya gelebili-

A'rSf Sûresi- 139

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

yorlar. İnsanlar, kendilerinin nefret ettiği şeyleri, kendilerinden uzaklaştıran ve arzuladıkları şeyleri ise kendilerine yakınlaştıran Rablerine muhtaçtırlar. İşte bu sebeple Yüce Allah (c.c.) şöyle sesleniyor:

"Rabbİnize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. Islah edilmesinden sonra, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere, Allah'ın rahmeti çok yakındır." (A'râf, 7/55-56)

İnsanların bu dünyada sevap ve ceza, korku ve ümit arasında gidip gelmelerinden daha çok bir şey yoktur. Aynı şekilde arzuladıkları şeyi Allah (c.c.)'tan başkasının veremeyeceğini, tiksindikleri şeyi de yine O (c.c.)'ndan başkasının başlarından savamayacağını hissetmelerinden daha çok bir şey yoktur. Bunun için Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

"Rüzgârları, rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Sonunda onlar, ağır bulutlan yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada yağmuru indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşle ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde bundan ibret alırsınız." (A'râf, 7/57)

A'râf Sûresi'nin başından itibaren, anlamı kapalı olan birçok âyetin anlamları yavaş yavaş açığa çıkmaya başlamıştır . Tıpkı köşeleri birçok ayrıntıları barındıran, üçgenlerin başları gibi. Zira bu anlamlar birbirinden kopuk parçalar halinde devam etmiyor, aksine bu anlamların birbirine geçtiğini görürsünüz. Tıpkı hepsinin de hedefi iman, ibret, istikamet ve bilinci oluşturmak olan simetrik şerit gibidir.

Önemli olan makul bir gelecektir, zira taşın üzerine bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan bir şey bitmez.

"Rabbİnin izniyle, güzel memleketin bitkisi (güzel) çıkar. Kötü olandan ise faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz." (A'râf, 7/58)

A'râf Sûresi, vahye karşı çıkarak zulümlerinin kurbanı olmuş toplulukları uzun uzun anlatmaktadır. Bu toplulukların büyük bir kısmının, Araplar'm yaşadıkları bölgelerde olduğu göze çarpmaktadır. Örneğin Hz. Nûh (a.s.)'un kavmi Irak bölgesinde, Âd kavmi Yemen ve çevresinde, Semûd kavmi Hicaz'ın yukarı bölgelerinde, Medyen halkı Sina Çölü ve Ürdün arasında ve Lût kavmi de Filistin'in doğusunda yaşamışlardır. Evet, bu toplulukların hepsi de peygamberlere karşı çıktılar ve getirdikleri şeyleri inkâr ettiler.

Bilindiği gibi şeytan Hz. Âdem (a.s.)'i cennetten kovdurana kadar aklını çeldi ve aldattı. Ayrıca O (a.s.)'nun evlatlarının cennete geri dönmemeleri için de yollarını kesmeye devam etmektedir.

1-40 ¦ A'râf Sûresi

Muhammed Gazalî

Bu sûrede geçen Hz. Adem (a.s.) kıssasının geri kalan kısmını açıklamayacağız, çünkü bu kıssa Kur'ân-ı Kerim'de birçok kez tekrarlanmıştır. Bir topluluğun ve milletin tarihi, tek bir yerde anlatılan kıssadan bilinemez. Aksine birçok sûrede parça parça gelmiş olan vahyin bütününden anlaşılabilir. Burada bizi ilgilendiren şey şu hususu sorgulamaktır; Dünya tarihinde bu milletlerin hepsi, acaba kaç asır geçirmişlerdir?

Uzun bir araştırma ve düşünmeden sonra, tufan günlerinden bugüne kadar geçen sürenin yaklaşık olarak 80 asır (sekiz bin yıl)'a ulaştığını buldum. Ama Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. Nuh (a.s.) arasında yaşayan toplulukların geçirdikleri süre ne kadardır? Bana göre biraz önce verdiğim (80 asır) zaman periyodundan fazla olmadığıdır! Zira Kur'ân-ı Kerim, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. Nûh (a.s.) arasında yaşayan nesillerden detaylıca bahsetmemektedir.

Bu bilgilerden yola çıkarak ben, bir insan kafatasının bulunduğunu ve üzerinde yapılan araştırmalara göre bu kafatasının 10 milyonlarca yıl öncesine âit olduğunu gösteren delilleri bizlere haber veren arkeolojik araştırmalardan kuşku duyuyorum. Bu kafatası kime ait? Kim bilir, belki de yeryüzünde yaşamış, cinlerin dışında, diğer yaratıklar vardı! Durum ne olursa olsun bu bizi fazlaca ilgilendirmeyen bir konudur.

Kur'ân-ı Kerim'in, inkarcı toplulukların helâkına dair açıkladıklarını uzun uzun düşündükten sonra, onların helaklerinin ikaz değil, aksine isyanlarının sonucunda gelen bir ceza olduğunu gördüm.

Hayır, nesiller gelip geçti ve bu iş hiç kesintiye uğramadı. Topluluklar bu ikaz ve ihtarları birbirinden devraldılar, tıpkı elçileri ve getirdikleri vahiyleri yalanladıkları ve sonuçta da helak oldukları gibi. Şu âyette bu hususu açıkça görmekteyiz:

"Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını, yalvarıp yakarsın-Iar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (darlığı) değiştirip yerine İyilik (bolluk) gelirdik. Nihayet çoğaldılar ve dediler ki: Atalarımızda böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı. Biz de onları kendileri fakına varmadan ansızın yakaladık." (A'râf, 7/95-96)

Âyette geçen "afeve" kelimesinin anlamı, "artmak" demektir. Buradaki "seyyİe-kötülük" ve "hasene-iyilik" kavramları ise, iyisiyle kötüsüyle hâl-tavır ve durumlardır, yoksa itaat ve isyanlar değil.

Helak olan topluluklar, kendi elleriyle kendi mezarlarım kazanlardır, yoksa onların başına gelen bu helak, haksız yere ve zalimce olmamıştır.

"O ülkelerin halkı, inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapılan açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de yaptıkları yüzünden onları yakal ay iverdi k." (A'râf, 7/96)

A'râf Sûresi -141

Kur'Sn-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Geriden gelenlerin, baba ve dedelerinin başlarına gelen felâketlerden ibret almaları gerekirdi. Ancak onlar ibret almadılar, bu sebeple de helak oldular:

"Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne varis olanlara şu gerçek varis olmadı mı ki: Eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların kalplerini mühürleriz de artık onlar (gerçekleri) işitmezler." (A'râf, 7/100)

İşte böylece yüce kudret, Araplar'in defterini dürmüştür.

Sonra elçilik görevleri, Sâmî ırkın ikinci kısmına yani İsrâiloğullan'na geçmiştir:

"Sonra onların ardından Musa'yı mucizelerimizle Fir'avun ve kavmine gönderdik de o mucizeleri inkâr ettiler; ama bak ki, fesatçıların sonu ne oldu!" (A'râf, 7/103)

İsrail lakaplı Hz. Yâ'kûb (a.s.)'un çocukları, Suriye çöllerinde çöl hayatı yaşıyorlardı. Sonra Hz. Yûsuf (a.s.) onları Mısır'a çağırdı ve Mısır'da yaşamaya başladılar; burada çoğaldılar ve burada güçlendiler. Mısır halkının içinde eriyip yok olmayı reddettiler. Bu arada Mısırlılarla aralarında büyük bir düşmanlık oluştu, sonuçta fİr'a-vunlar, İsrâiloğulları'nı küçümsediler ve onlara can yakıcı işkence ve acılar çektirdiler. Tâ ki Allah (c.c.) onları, uzun bir aradan sonra Hz. Mûsâ (a.s.)'nın eliyle fir'avun-ların işkencesinden kurtanncaya kadar bu dert ve acıyı çektiler. İşte böyle bir ortamda Hz. Mûsâ (a.s.) onlara şöyle seslenmişti:

"Umulur ki Rabbinİz düşmanınızı helak eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılar da, nasıl hareket edeceğinize bakar," (A'râf, 7/129)

Âyetteki "belki de, umulur ki" İfâdeleri, Hz. Mûsâ (a.s.)'nm kavminden korktuğunu ifâde etmektedir. Çünkü onun doğru sezgisi, kavmine kötü zannı beslemeyi öngörüyordu.

Tek olan Allah (c.c.)'m lütfuyla bellerini kıran zulümlerden kurtulmalarının ardından ilk yaptıkları şey, putlara ibâdete yönelmek oldu.

"İsrâiloğulları'nı denizden geçirdik, orada kendilerinde mahsus bir takım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: 'Ey Mûsâ! Onların tanrıları olduğu gibi sen de bizim için bir tanrı yap!' dediler. Mûsâ dedi ki: Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz. Şüphesiz bunların İçinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yapmakta oldukları da batıldır." (A'râf, 7/138-139)

İşin ilginç olan yanı, onların putperestliğe olan sevgi ve özlemleri bütün düşünce ve asabiyetlerine öylesine hakim olmuş ki, Hz. Mûsâ (a.s.) Rabbiyle konuşmak için gider gitmez, Allah (c.c.)'ın dışında bir puta tapmak için, yanlarındaki süs eşyalarından hemencecik bir buzağı heykeli yapıverdiler. Yapılan bu iş hakkında Yüce Allah

142* A'râf Süresi

Muhammed Gazalî

(c.c.) şöyle buyuruyor:

"Buzağıyı tanrı edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerİnden bir gazab ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız." (A'râf, 7/152)

Gerçekte Yahudiler'in büyük bir bölümünün imanları saf ve katıksız bir iman değildi, arzu ve istekleri onlara hakim olmuştu. Yahudiler İçlerinde gizledikleri duyguları açığa çıkarmak için Allah (c.c.)'a tuzak kurmaya kalkışıyorlardı; kendilerine Cumartesi günleri balık avlamak yasaklandığında, denizdeki balığın çokluğunu görüyorlar ve onların kaçmaması İçin denizde setler yapıyorlardı, sonra da pazar günü gelince, orada hapsettikleri balıkları tutuyorlardı:

"Onlara, deniz kıyısında bulunan deniz halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü Cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, Cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk." (A'râf, 7/163)

Öyle anlaşılıyor ki aklı başında olan kimseler böyle bir yol tutmadılar. Sonra da bu akıllı kimseler iki kısma ayrıldılar. Belki yasaklara uyarlar diye, toplumlarına nasihat mı etmeliler yoksa Allah (c.c.) adına onlardan ümidi kestikleri için kendi hallerine mi bırakmalılar?

"Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, biz de kötülükten men edenleri kurtardık ve zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azâb ile yakaladık." (A'râf, 7/165)

Tarihin bize aktardığına göre Yahudi devleti, düşmanlarının eliyle yıkıldı:

"Onlardan iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır. (Kötülüklerinden) belki dönerler diye, onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik." (A'râf, 7/168)

Bir hadiste ifâde edildiğine göre peygamberimize şöyle sorulmuştur: "İçimizde Salih kimseler olduğu sürece bizler helak olur muyuz? O (s.a.v.) da söyle cevap vermiştir: Evet, şayet kötülük çoğalırsa..."

Allah (c.c.) İsrâiloğullan'nı paramparça etmiş ve o toprakların sahiplerini, onların yerine yerleştirmiştir. Ayrıca kıyamet gününe kadar, onlara en kötü azabı tattıracak insanların gelmesine izin vermiştir. Yahudiler'in hayatlarından anlaşıldığına göre onların kötülükleri bilinçli bir kötülüktü. Geçmişte helak edilen diğer tüm topluluklara gelince, onları cehalet çepeçevre sarmış ve yollarını şaşırtmıştı. Ama Yahudiler vahye karşı kötü davrandılar ve vahyin taşıyıcısı olan peygamberlere kafa tuttular: "Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini getirdiyse, bir kısmını

A'râf Sûresi • 143

Kur'ân-ı Kerîm 'İn Konulu Tefsiri

yalanladılar bir kısmım da öldürdüler." (Mâide, 5/70) Onların Allah hakkında konuşmalarında ne bir edep ne de bir vakar vardı. Çünkü geçmişte de Hz. Mûsâ (a.s.) 'ya şöyle demişlerdi. "Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla giremeyiz. Şu halde sen ve Rabbİn gidin; biz burada oturacağız, dediler." fMâide, 5/24)

Onların bu yüzsüzlükleri ve utanmazlıkları, bu durum üzere devam edip gitti. Sonuçta da Rablerinin sözü onlara hak oldu. İşte bu sebeple ilahî bilgi, onların hayat hikâyelerini gözler önüne serdikten sonra şöyle demektedir:

"Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve arzusunun peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da hırlar, bıraksan da hırlar." (A'râf, 7/175-176)

Ayetin bağlamı, kendisine Allah (c.c.)'ın hidâyeti geldiği halde, ondan uzaklaşan ve değerini düşüren her fert ve her toplum için geçerlidir.

Bugün Araplar'm aleyhine bir Yahudi devleti kurulmuştur. Bunun sebebi gayet açıktır. Yahudiler kendilerinden daha kötü kimselerle savaşmışlardır. Onlar Araplarla savaştılar, oysa ki o Araplar, Allah (c.c.)'m koyduğu sınırları çiğneyen, haramları mubah sayan, gölgesinde hiçbir kimsenin yürümeyeceği şekilde Hz. Muhammed (s.a.v.)'in sancağını terk eden, bunun yerine ihanet ve isyan sancaklarının altında serseri serseri dolaşan kimselerdir.

Allah (c.c.)'ın sözüne uygun olarak Yahudiler ve tüm doğru yoldan sapanlara uygulanan cezaların, Araplar'a da uygulanmasında şaşılacak hiçbir şey yoktur:

"Andolsun, biz cinler ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmisızdır. Onların kalpleri vardır ve fakat onlarla kavramazlar; gözleri vardır ve fakat onlarla görmezler; kulakları vardır ve fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler; Hatta daha da aşağıdırlar." (A'râf, 7/179)

Kötü gidişatları sebebiyle helak edilen toplumlar hakkında söz ettikten sonra, üzerinde uzun uzun düşünmeye değer şu iki âyeti okumaktayız: Bunlardan ilki, Yüce Allah (c.c.)'ın şu sözüdür:

"Allah kimi hidâyete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de şaşırtırsa, işte asıl ziyana uğrayanlar onlardır." (A'râf, 7/178)

İkincisi ise şu âyettir:

"Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur ve onları azgınlıkları içinde şaşkın olarak bırakır." (A'râf, 7/186)

Ne bu iki âyette ve ne de diğerlerinde, cebre delâlet eden herhangi bir işaretin ol-

144 • AVSf Sûresi

Muhammed Gazalî

duğunu söyleyebiliriz. Zira insan irâdesinin hürriyeti, tartışma dışıdır. Yoksa tüm sorumluluklar düşer ve varlık sebebi anlamsızlasın

Bakışlarımızı, sapma ve saptırmaya çevirelim: Yüce Allah (c.c.), sadece kendiliğinden sapan kimseleri saptırır. Doğru yoldan ayrılma vardır, bir de ayırma vardır. Allah (c.c.) sadece doğru yoldan ayrılanları saptırır. Tıpkı Yüce Allah (c.c.)'ın bir başka sûrede şu şekilde söylediği gibi: "De ki: Kim sapıklıkta ise, çok merhametli olan Allah ona mühlet versin!" (Meryem, 19/75)

İnsanın seçme hakkını ifâde eden âyet sonları, oldukça fazladır. Örneğin "Allah kimi saptınrsa, artık onu doğru yola götürecek kılavuzu yoktur" âyetinden sonra; "onları taşkınlıkları içinde sapıtmış olarak bırakır" ifâdesini görüyoruz. Bu âyet onların helâklarmın, taşkınlıklarının bir sonucu olduğuna işaret etmektedir. Bir önceki âyette ise; "Allah kimi de saptınrsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır." diyerek, onların tuttukları yolun kaybetmelerinin sebebi olduğuna işaret etmektedir. Edebî anlatımındaki Kur'ân'ın süregelen uygulamasına göre, âyetlerin nazmı bu şekilde gelir. Örneğin bizler de şöyle deriz: "Kurunun yanında yaş da yanar." ya da "Fırın, ateşini, hem kuru odunlardan, hem de yaş dallardan alır." Yine deriz ki: "Çöküş; sahiplerini genelde tembel ve miskin miskin oturanlardan alır." Bütün bu tabirler, mecazî anlatımlardır. Zira ne fırının, ne de çöküş eyleminin alma gücü vardır.

İşte Kur'ânî anlatım da bu tarz üzere gelmiştir:

"Andolsun, biz cinler ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır ve fakat onlarla kavramazlar; gözleri vardır ve fakat onlarla görmezler; kulakları vardır ve fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler: Hatta daha da aşağıdırlar." (A'râf, 7/179)

Bu âyetin anlatmak istediği şey şudur: Üstü örtülü kalpler ve kapalı gözler, sahiplerini cehenneme yakıt yaparlar. Kurtuluşu isteyen her bir kimsenin, kalbini ve gözünü açması gerekir ki bu da o kimsenin, kesinlikle gücü dahilindedir. İşte bu sebeple şanı yüce Allah (c.c.) şöyle söylüyor:

"Düşünmediler mi ki, arkadaşlarında (Muhammed'de) delilik yoktur? O, ancak apaçık bîr uyarıcıdır." (A'râf, 7/184)

"Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'ân'dan sonra hangi söze inanacaklar?" (A'râf, 7/185)

Düşünme ve bakıp ibret alma yetilerini kaybeden kimse, başkasını değil, sadece kendisini kınasın.

Müslümanların Allah (c.c.) ile ilişkilerini güzelleştirerek, O (c.c.)'na güzel isim-

AYSf Süresi* 145

Kur'âıı-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

leriyle dua ederek, çirkin şirkten ve kötü zandan uzak durarak, önceki toplumların kötü sonuçlarından sakınmaları için Allah (c.c.) onlara öğütler vermektedir:

"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na, o güzel isimlerle dua edin." (A'râf, 7/180)

Şüphesiz ki kemâl, övgü ve muhtaç olmama, sadece Allah (c.c.) için söz konusudur. Bizler ise şaşkınlık anında o yol göstericiye dua ederiz, karanlıkta kaldığımızda ve yolumuzu kaybettiğimizde, ışığı ararız ve ihtiyaç anında da zengin olanı çağırırız. Allah (c.c.) ile bağlarını koparanlar ise, O (c.c.)'nun dışındaki şeylere dua ederler ya da O (c.c.)'nun değerini tam olarak bilmezler. Onlar O (c.c.)'nun güzel isimlerini inkâr eden ve zâtını bilmeyen kimselerdir.

İslâm ümmetinin başta gelen ilk özelliği, vahdaniyette ve Allah (c.c.)'a ibâdette, özü sözü bir olan kimselerin dualarıdır;

"Yarattıklarımızdan daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir topluluk bulunur. Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helake sürükleriz." (A'râf, 7/181-182)

Allah (c.c.)'in, günahkâr kimselere karşı bir imtihan vasıtaları vardır ki geçici olan hazlar veya yanıltıcı başarılar ya da yeryüzündeki gururlu ve kibirli dolaşmalar, o mücrimlere Allah (c.c.)'ın bu imtihanını unutturabilir. Bu gibi durumlar, Allah (c.c.)'ın yalancılara karşı verdiği mühlet kabiündendir. Sonra ecel ipi onları, hem de hiç bilmedikleri yerden, varacakları kötü sona doğru sürükleyecektir;

"Onlara mühlet veririm; (ama) benim cezam çetindir." (A'râf, 7/183)

Hak ve hakikat sahibi kimselerden istenen şey şudur: Şayet onlara bir kötülük ve zarar dokunursa, Allah (c.c.)'a olan imanları sarsılmasın ve şevkleri kırılmasın. Aksine onların, ilahî yardım gelinceye kadar sıkıntılı gecelere sabretmeleri gerekmektedir. Zira ilâhî yardım kesinlikle gelecektir, uzun seneler sonra olsa bile...

Ahiret gününe iman, Allah (c.c.)'a ve O (c.c.)'nun isimlerine imandan kaynaklanıyorsa, beşer psikolojisi, buluşma yeri ve varış zamanı ile kendisine tanınan süreyi bilmek için gayret etmelidir. Bazı sahabeler özel bir ilişki gereği Resûlullah'a koşarak, O (s.a.v.)'nun vesilesiyle, meçhul ve gayb olan şeyleri öğrenmeye çalışıyorlardı. Bunun üzerine, böylesi çabaları reddeden ve kıyametin kopacağı anın bilgisinin yalnızca Allah (c.c.)'a ait olduğunu bildiren bir ilahî bilgi inmiştir:

"Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: onun İlmi ancak Rabbimin katındadir ve onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz." (A'râf, 7/187)

Gerçekte bizlerin bu bilgiye ulaşması çok fazla bir fayda sağlamaz. Bu sadece kı-

[46 • AVSf Sûresi

Muhammet) Gazalî

yâmetin kopacağı dönemde yaşayanları ilgilendirir. Bizlerin kıyameti ise, ölümle birlikte başlar. İşte o zaman, başka bir dünyaya intikal ederiz ve anlarız ki dünya hayatı büyük bir aldatmacadan ibâretmiş.

İslâm'ın şartlarından birisi de Hz. Muhammed (s.a.v.) 'in, Allah (c.c.)'ın bir kulu ve elçisi olduğuna kesinlikle inanmaktır. Zira O (a.s.), ne bir ilâh, ne bir ilâhın benzeri ve ne de onun bir parçasıdır. O (a.s.), ne kendine ne de başkasına zarar ve fayda veremeyen, Allah (c.c.)'ın bir kuludur. Aynı şekilde diğer tüm insanlar ve melekler de, tıpkı Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi Allah (c.c.)'ın kullarıdırlar. Kim bunun dışında bir görüş ileri sürerse, gerçekte o kimse yalancıdır.

A'râf Sûresi, tıpkı başlarken olduğu gibi, sonuçta da Hz. Âdem (a.s.)'den bahsetmektedir. Nasıl ki sûrenin başında Hz. Âdem (a.s.)'in çocukları zikredilmişte bizzat Hz. Âdem (a.s.)'in kendisi kastedilmişse, burada da, O (a.s.) zikredilerek evlatları kastedilmiştir. Buradaki âyetlerin bağlamı, azarlayıcı ve kızgınlık arz edici bir özelliktedir. Allah (c.c.) Hz. Âdem (a.s.)'in çocuklarına bol bol nimetler vermesine rağmen O (c.c.)'na şükretmek yerine, O (c.c.)'na ortak koşmuşlardır.

"Kendileri yaratıldığı halde, hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları (Allah'a) ortak mı koşuyorlar? Halbuki putlar) ne onlara bir yardım edebilir ve ne de kendilerine bir yardımı olur." (A'râf, 7/191-192)

Sonra hitap, bu müşriklerin hidâyete ermeleri için İndirilen vahiyden istifâde etmemeleri ve tembelliklerinden vazgeçmemeleri sebebiyle, dâvetçilere ve onların önde gelenlerine yönelmektedir:

"Onları doğru yola çağırırsanız size uymazlar; onları çağırsaniz da, çağırmasa-nız da sizin için birdir." (A'râf, 7/193)

Tembellik çok garip bir şeydir. Üstelik dâvetçilerin önderi, kendi dilleriyle ve kalpleriyle konuşarak onlara indirilen kitabı tutarak önlerinde meydan okumasına rağmen...

"Şüphesiz ki, benim koruyucum kitabı indiren Allah'tır ve O, bütün sâlih kullarını görüp gözetir." (A'râf, 7/96)

Bu kitap, onların bekledikleri ve ısrarla istedikleri hissî mucizelerden daha iyi ve daha üstündür:

"De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu (Kur'ân), Rabbi-nizden gelen basiretlerdir; inanan bir kavim için hidâyet ve rahmettir." (A'râf, 7/203)

İnatçılık, ne kadar uzun sürerse sürsün ve karşı koyma ne kadar artarsa artsın yüce peygambere düşen sabretmektir:

A'râf Sûresi- 147

Kor ' ân- ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"(Resulüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir." (A'râf, 7/199)

Bu sûre, baş taraflarında şeytanın Hz. Âdem (a.s.)'i cennetten çıkarmada nasıl başarılı olduğunu anlattı ve onun çocuklarını doğru yoldan çıkarmak için çabalarının kesinlikle bitmeyeceğini açıkladı. Ancak şeytan vesveseden başka bir şey yapamaz. Kişi inançlı olduğu sürece vesveseler kesinlikle yok olacak ve şeytan da bozguna uğramış olarak geri dönecektir:

"Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler." (A'râf, 7/201)

Ancak bu uyanık kalbi yok edenler, şeytana uyar ve o da onları tehlikeli yerlere götürür. Kişiyi şeytandan koruyan en Önemli şey, Allah (c.c.)'ı hatırlayıp anmaktır. İşte bu hatırlama ve anma, kişiyi hatalardan korur ve onu bulunmuş olduğu yüksek mertebelerde tutar. Allah (c.c.)'ı hatırlayıp anmanın en İyi yolu ise, Kur'ân'dır:

"Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin."

(A'râf, 7/204)

Ancak bu zikir, kalbin dikkatsiz ve zihin de dalgın olduğu halde, dilin hareket etmesi değildir. Gerçek zikir, tam bir uyanıklık halidir ve zikretme her şeyden önce, aklın görevlerinden birisidir. Zikrin, zaman zaman değil, sürekli olarak gizli ve açık her yerde olması ve ümit ve korkuya yönlendirmesi gerekir:

"Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini zikret ve gafillerden olma." (A'râf, 7/205)

İşte bu zikir sayesinde ibâdet eden mü'min bir kul, Rabbine hamdederek teşbih eden, tüm evrenle sistematik bir düzen oluşturur.

148-A'râf Sûresi

 

Free Web Hosting