BAKARA SURESİ

 

 

icretten sonra bütün çabalar, Medine-i Münevvere'de ilk İslâm toplumunu oluşturmak için seferber edildi. Müslümanlar tek tek putperest entrikalarıyla mücadelede başarılı olmuşlardı. İşte aynı müslümanlar, dinlerinde samimi ve ihlâslı oldular, sonuçta da toplumlarım bir araya getirip, devletlerini kuracakları bir vatan buldular.

Ancak müslümanlar bu yeni yurtlarında bir başka düşmanlıkla, dinin sadece kendi ırklarının tekelinde olduğunu iddia eden Yahudilerin düşmanlığıyla ansızın karşı karşıya geldiler. Yahudiler bu yeni rakiplerine kaşlarını çatarak soğuk davrandılar, onlarla mücadele etmek için hazırlıklara başladılar ve onlara karşı gizli ve açık tuzaklar kurdular.

Hicaz'ın verimli bölgelerini kendilerine yurt edinen Yahudi kabileleri, Romalıların baskı ve zulümlerinden inançlarını kurtarmak için kaçmaya başladılar. Sonuçta ümmî Araplar'm yaşadığı bölgelere gelerek, onların arasında rahat bir hayat yaşadılar ve onlara hep tepeden baktılar. Putlarla savaşmak için hiçbir çaba harcamadılar, insanları Allah (c.c.)'a davet etmediler ve beşerî öğretilerin yerine geçmesi için İlâhî öğretileri, onlara sunmadılar.

Hayır! Onlar bunları yapacaklarına, dışa kapandılar, kendi miraslarına güvendiler ve dinin kendileri için bir imtiyaz olduğunu ve hiçbir kimsenin bu dine oıtak olamayacağını zannettiler!

İslâm dini gelmeye başladığı zaman, onlar bu ruh halleri Üzere kaldılar mı? Hayır! Üstelik bu yeni 'İlâhî Öğreti'yi reddettiler ve işleri alt-üst oldu...

Son peygamber onlara şefkatle yaklaşıp iyiliklerde yardımlaşmak için gayret gösterdi. Ancak onların kin ve nefretleri üstün geldi ve kötülükleri artmaya başladı. Artık müslümanlar, yeni sahip oldukları bu hicret yurdunu, bir taraftan inşa ederken diğer taraftan da savunuyorlardı. Ayrıca toplumlarını vahyin yönlendirmesiyle kuruyor-

Bakara Süresi • IS

Kur'ân-ı Kerîm'İn Konulu Tefsiri

lar ve oluşmakta olan bu yeni toplumu, kin ve nefreti apaçık olan düşmanlara karşı da savunuyorlardı!!

İşte böyle bir atmosferde, Kur'ân-ı Kerîm'in en uzun ve birbirinden farklı öğretileri en çok bünyesinde toplayan sûre olan Bakara Sûresi, nazil oldu. Sûre, yahudile-rin elinde bulunan Tevrat'ın tahrif edildiğine ve bozulduğuna, dolaylı olarak işaret etmektedir; "(? Kitap ki; onda asla şüphe yoktur ve O, muttakîîer için bir yol göstericidir." (Bakara, 2/2) Sanki diğer 'kitap'lar şüphe makamındadır ve içlerine sonradan eklemeler dolayısıyla, ne takvayı gerçekleştirebilir ne de davranışları temizleyip düzeltebilirler! !

Bakara Sûresi'nin saymış olduğu 'Muttakîlerin Özellikleri' çoktur. Takva kavramı bu sûrede, diğer sûrelerden farklı olarak, otuz küsur yerde tekrar edilmektedir. Takva, birçok risalette diğer ümmetlerden de istenilen, genel bir özelliktir; "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Sizden önce kendilerine Kitap verilenlere ve size 'Allah'tan korkun' diye emrettik..." (Nisa, 4/131)

İslâm'ın beş şartından bahsetmesi sebebiyle Bakara Sûresi, diğer sûrelerden ayrılır;

"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk ediniz..." (Bakara, 2/21)

"Namazlara ve orta namaza devam ediniz. Allah'a saygı ve bağlılık İçinde namaz kılınız." (Bakara, 2/238)

"Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz nzıktan hayır yolunda harcayın..." (Bakara, 2/254)

"Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı..." (Bakara, 2/183)

"Haccı ve umreyi Allah için tam yapın..." (Bakara, 2/196)

Bu sûre, Allah (c.c.)'ın, konuyla ilgili olarak eklenmesini istediği âyetleri eklemek İçin, Medine dönemi boyunca hep açık kalmıştır. Zira Kur'ân'dan en son nazil olan âyetin, yüce Allah (c.c.)'ın şu sözü olduğu herkesin malumudur;

"Allah'a döndürüleceğiniz, soîıra da herkese hak ettiğinin tam olarak verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden (kıyamet gününden) sakının". (Bakara, 2/281)

Hz. Peygamber (a.s.) bu âyetin, sûrenin sonlarına doğru faizden bahseden âyetlere eklenmesini emretmiştir. Sûrenin ilk sayfalarına baktığımız zaman şunu görürüz:

16 ¦ Bakara Sûresi

Muhammed Gazali

Allah (c.c.), mü'minleri üç âyette, kâfirleri iki âyette, münafıkları ise tam onüç âyette anlatmaktadır! İşte bu, münafıkların tüm toplum katmanlarına verecekleri kötülüklerin endişesine ve etkilerinin tehlikesine işaret etmektedir.

Allah (c.c.)'a ve âhiret gününe inanmaya genel bir davet, Kur'ân-ı Kerim'in mû-cizeliği, onu getiren elçinin doğruluğu ve düşmanlarının kayıplarına kısaca rcmas ettikten sonra, âyetler, risâletin karşısına duran insan gruplarını, onların mü'min ile kâfir ya da ahde vefa ile vefasızlık arasındaki konumlarının farklılığını anlatmaya başlamıştır.

Âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c), böylesi âdi ve aşağılık duruşa layık mıdır? Hiç yoktan yaratma ve yaşatma gibi sonsuz nimetlerin karşılığı, bunları bizlere ihsan edeni inkâr etmek midir? Bu nasıl bir nankörlük acaba!

"Siz ölü iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah'ı nasıl İnkâr edersiniz? Sonra O sizi Öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda da yine O'na döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/28)

Böyle bir âyetten sonra, yaratılışın başlangıcı, insanoğlunun sorumluluk yüklenmesi ve Hz. Âdem (a.s.) ve oğulları ile Şeytan ve zürriyeti arasındaki kesintisiz mücadeleden bahsetmek çok tabiidir. Bu sürekli mücadele, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'le, hak karşıtı ebedî savaşta şeytanın askerleri olmayı tercih eden Yahudiler arasında, çok çetin bir düşmanlık şeklinde ortaya çıktı.

Medine'de ilk nazil olan sûre olması sebebiyle bu sûrenin, İsrâiloğulları'nın son risâletle ilgili konumlarının ve hem şimdi hem de geçmişte tuttukları yolların hatalı olduğunu ispat etmek için, onlardan bahsetmesi kaçınılmazdı! İşte bu da, şu âyetle başladı;

"Ey Isrâiloğullan! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın ve bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vâdettiklerimİ vereyim. Ve yalnızca benden korkun. Elinizdekini tasdik edici olarak indirdiğim (Kur'ân)'a iman edin ve sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın!..." (Bakara, 2/40-41)

Yahudilerin elindeki Tevrat'ı da kapsaması sebebiyle, Kur'ân-ı kabul etmek, gerçekte tüm İlâhî Öğretileri kabul etmek demektir. Bu sebeple Ehl-i Kitap, Allah (c.c.)'ı ve elçilerine indirdiği vahyi inkâr hususunda, putperestler gibi olmamalıydılar! Çünkü Kur'ân, onların, Allah (c.c.)'a iman, vahyi ispat, insanların sorumluluğu ve amellerden dolayı hesaba çekilmenin gerekliliği gibi bildikleri şeyleri tasdik ediyordu. Fakat aynı Kur'ân, onların, örneğin Allah (c.c.)'ın tufanla yeryüzünü sulara gömmesine sonradan pişman olduğu(!), yaptığı daha başka şeylerden de pişmanlık duyduğu ve bir daha yapmaması için birilerinin O (c.c.)'na hatırlatmasına ihtiyaç duyduğu(!) ile ilgili sözlerini elbette ki onaylamıyordu.

Bakara Sûresi • (7

Kur ' ân- 1 Kerîm'in Konulu Tefsiri

Kur'ân, şunları anlatan Tevrat'ı elbette ki onaylamaz; Allah (c.c.) yeryüzüne inerek yürümeye başladı, sonra da kendisiyle bir şeyler yemek için, elçisi Hz. İbrâhîm (a.s.)'in yanına gitti. Yine, Allah (c.c.)'ın Hz. Yakub (a.s.)'la uzun bir gece güreştiğini, yenemeyince de ona "İsrail" unvanını verdiğini(!)( anlatan Tevrat'ı elbette onaylamayacaktır.

Kur'ân, Yahudilerin elinde bulunan Tevrat ve diğer bilgileri, ayrıntılı olarak değil, sadece genel olarak onaylamaktadır; Tahrife uğramamış ya da kendi öğretileriyle uygunluk içerisinde olan genel bilgileri. Kur'ân'ın bunları hatırlatmasının sebebi ise, bu bilgiler ışığında, Yahudilerle adil bir hesaplaşma yapmak içindir.

Bakara Sûresi, yahudilerin uzun tarihleri boyunca karşılaştıkları ve ellerindeki Tevrat'ta da zikredilen, onaltıdan fazla sorun ve problem saymıştır. Ama buna rağmen Kur'ân'a değer verme ve bu sebeple Allah (c.c.)'a şükretme hüsnü zannını gösterememişlerdir.

Kur'ân bu sorunları anlatmaya şu âyetle başlıyor;

"Hatırlayın! Size azabın en kötüsünü tattıran (...) Firavun taraftarlarından sizi biz kurtardık." (Bakara, 2/49)

Yahudiler bu kurtuluş nimetini gereğince takdir edip hakkını verebilmişler midir? Ardından Allah (c.c), onların düşmanlarım cezalandırmış ve gözlerinin önünde denize dökmüştür. Acaba bu kısasın adaletini anlayıp zalimlerin helaki sebebiyle, Rab'le-rine hamd edebilmişler midir?

Onlara verdiği nimetleri hatırlatan ve bu nimetler sebebiyle sorgulayan Kur'ânî ifâdeler, uzun sayfalar boyunca devam etmektedir. Bu uzun sorgulama ve muhasebe döneminden sonra, acaba Yahudî vicdanı uyanmış mıdır, yoksa Kur'ân'ın elçisine, putperestlerden daha inkarcı, bir tavır mı takınmıştır?

Yahudilerden kurtulup hür ve bağımsız bir şekilde daha önemli bir işe başlamak için Bakara Sûresi'nin, onların tarihlerinden aktardığı bilgiler işte bunlardır. Sûrenin anlatmak istediği daha önemli iş ise, Kur'ân'ın bu sûrede ortaya koyduğu gibi, bizlerin bugün "Dinlerin Birliği" olarak isimlendirdiğimiz şeydir.

Dar dinî taassubun karşısında İslâm, tüm insanları, bozulmamış fıtrat ve dikkatli bir bilinç üzerine kurulacak olan hoşgörülü "Din Birliğp'ne çağırıyor. Buna karşılık Yahudi ve Hrıstiyanlar, hakikatin kendi tekellerinde olduğunu ve sadece kendilerinin kurtuluşa ereceğini iddia ediyorlar! Bu önyargılı ve tarafgir hükme nereden varıyorlar acaba?

"Dediler ki, Yahudiler yahut Hrıstiyanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek! Bu onların kurumuşudur. Onlara de ki, eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, de-

18 • Bakara Sûresi

Muhammed Gazalî

Hlinizİ getirin." (Bakara, 2/111)

Ancak onlardan diğer bir kısım insanlar da var ki, Allah (c.c.)'ı hakkıyla tanıyor, kendilerini O(c.c.)'na teslim ediyor, niyetlerini halis kılıyor ve yaşantılarım düzeltiyorlar. Böylelerinin gayret ve çabası niçin boşa gitsin ki?

" Ancak kim Allah'a hakkıyla kulluk ederse onun sevabı Rabbi katındadır. Böy-leleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü duyarlar." (Bakara, 2/112)

Kur'ân, Ehl-i Kitap'tan bu temel üzere, Allah (c.c.)'a ve Resûlü'ne birlikte inanmalarını ve her topluma hakikatin sadece kendilerinde olduğu fikrini veren bencilliklerinden kurtulmalarını istemektedir.

"Yahudi ya da Hnstİyan olun kî, doğru yolu bulaşınız, dediler. De ki: Hayır! Biz hanif olan İbrahim'in dinine uyanz. O, müşriklerden değildi." (Bakara, 2/135)

Daha sonra Allah (c.c.) mü'minlerden, tüm insanlığın hidayeti için gönderdiği peygamberleri, hiç birisi istisna edilmeksizin ve hepsini içine alacak şekilde, iman dairesini genişletmelerini istedi.

"Deyin kî: Biz Allah'a ve bize İndirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yâkup ve torunlarına indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilenlerle Rab'leri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve bizler sadece Allah'a teslim olduk." (Bakara, 2/136)

İşte bunlar, Bakara Sûresi'nin açıkladığı ve Yahudi ve Hnstiyanlara, tevhid inancını benimsemeleri ve onun gölgesinde Müslümanlarla kardeş olmaları için sunduğu, "Din Birliği"nin temellerini oluşturmaktadır. Bu açıklamalardan biraz Önce Kur'ân-ı Kerim, insanlara sunulan İslâm dininin yeni bir şey olmadığını, aksine onun önceki peygamberlerin de tebliğ ettiği din olduğunu açıklamaktadır.

Yahudiler, kendilerini, daha sonra İsrail unvanını alan ve bu asırda onun ismiyle bir devlet kurulan, Hz. Yakub (a.s.)'un çocukları olmakla övünmektedirler! Öyleyse Hz. Yakub (a.s.) kimdir? Hz. Yakub (a.s.); Allah (c.c.)'la ilişkisi iyi olan, O (c.c.)'nu iyi bir şekilde bilen, kaza ve kaderine boyun eğen, evlatlarını imana davet eden ve Ölümünden önce, bu iman dairesinden zerre miktarı ayrılmayacaklarına dair evlatlarından sağlam söz alan bir kişidir.

"Yoksa Yakub'a ölüm geldiği zaman sîz orada mıydınız? Hani Yakub, oğullarına; Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar da, senin ve ataların İbrahim (a.s.), İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz ve bizler ancak O'na teslim oluruz, dediler." (Bakara, 2/133)

İşte bu din, mevcudatla Rab'leri ve insanlarla yaratıcıları arasındaki ilişkiyi sağlayan yegâne aklî bağdır. Bütün varlıkların ibadet ederek ve huşu içinde Rab'lerine

Bakara Süresi • 19

Kur'ân-ı Kerîm'iıı Konulu Tefsiri

yönelmeleri, bu yüce yaratıcının hakkı değil midir? Eğer İslâm, Allah (c.c.)'ın dini değilse, O'na isyan etmek mi dindir? O'nun hakkını görmezden gelmek mi dindir? O'nun emrettiğinin dışında hüküm vermek mi dindir?

Gerçekte Hz. Muhammed (s.a.v.), eşyaları asıllarına döndürdü ve kendisinden başka hiçbir yolun olmadığı, Allah (c.c.)'a giden bir yol açtı;

"Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Şayet dönerlerse anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir." (Bakara, 2/137)

Bu âyette iki güzel edebî unsur görüyoruz;

a-) Bu âyette Allah (c.c.) onlardan, bizim imanımıza benzer bir iman istemektedir. Onlara nazik davranmak ve şahsiyetlerine saygı duymak için, biz müslümanların imanının aynısını istememiştir. Sanki Allah (c.c.)- onlardan bu şekilde bir istekte bulunmakla, onlara istediklerini yapabilme hürriyetini vermektedir. Yoksa iman ve inanılacak şeyler birdir, değişmez.

b-) Onların yalanlamaları, onlara saldırmak için bir gerekçe sayılmamıştır. Aksine onlar kendi hallerine bırakılmışlardır! Şayet onlardan bize bir kötülük gelecek olsa ve düşmanlığa başlasalar, şüphesiz Allah (c.c.) bizi onların şerrinden koruyacaktır ve O (c.c), bize yeter...

Bu sûrenin ortaya koyduğu şekilde, tevhidin genel öğretileri bunlardır. Son olarak, bazı zihinleri altüst eden karışıklığı açıklamak istiyoruz; İslâm, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in insanlara getirdiği dinin adı olarak biliniyorsa, 'Bütün peygamberler müs-lümandır' yargısının anlamı nedir? Ezelden beridir ed-Din'in tek olması, inkârı mümkün olmayan bir hakikâttir. Din; Allah (c.c.)'a iman ve salih ameldir. Bunlar da İslâm'ın ta kendisidir! Teorik bilgi yeterli değildir. Bu bilgiyle birlikte Rabb'imize şöyle seslenmemiz de gerekir;

"...İşittik ve itaat ettik. Ey Rabb'imiz! affına sığındık; dönüş sanadır." (Bakara, 2/285)

Şeytanın, Allah (c.c.)'i her şeyi yaratan tek bir ilah olarak bilmesi, ona hiçbir fayda vermemiştir. Bu sebeple, bu bilgiye, Allah (c.c)'m emirlerine uyma ve O (c.c.)'nun rızasını kazanmak için çaba göstermenin eklenmesi gerekmektedir. Kişi bundan yüz çevirdiği sürece, Allah (c.c.)'m rahmetinden uzaklaşır.

Bütün peygamberler, kulların mükellef kılındığı her şeyde Allah (c.c.) 'a itaatları-nı bildirdikleri gibi, Allah (c.c.) hakkındaki bilgilerini de doğru bir şekilde açıkladılar. Hz. Nûh (a.s.) ve Hz. İbrahim (a.s.) de böyle yaptı, Hz. Mûsâ (a.s.), Hz. İsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.v.) de böyle yaptı. Peygamberlerin Müslümanlıklarını bİldi-

20 • Bakara Sûresi

Muhammet) Gazalî

ren âyetleri burada tek tek sayacak değiliz, zira konu uzar... Ancak şurası bir gerçek ki, zamanın değişmesiyle birlikte talî hükümler değişikliğe uğrasa bile, her peygamber bir İslâm dâvetçisi idi.

Küçüklüğünde insan, falan kimse, diye isimlendirilir ve davranışlarının gerçekleşmiş olduğu alan genişlese ve yaşı ilerlese bile ismi değişmez. Bu yüzyıldaki dindarlık çerçevesinin, Hz. Nûh (a.s.) dönemindeki dindarlık çerçevesiyle birebir örtüş-tüğünü düşünmemiz akla aykırıdır. Evet, dairenin merkezi, burada da orada da birdir. Ancak onun alanı, kültür ve medeniyet genişledikçe genişler. Bir köydeki elektrik şebekesi bir mil uzunlukta olabilir, ancak bazı başkentlerde, akım aynı olmasına rağmen, bu şebeke onlarca hatta yüzlerce mil uzunlukta olabilmektedir.

Hz. Muhammed (s.a.v.), Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. İsâ (a.s.)'nm insanlarla birlikte geçirmiş olduğu engin tecrübelerden sonra geldi. Bu son dinin, sonradan ortaya çıkan hataları düzeltmesi, eğrilmiş olan yolları doğrultması, sonradan dine giren bid'at ve hurafeleri yok etmesi ve herkesin unutmuş olduğu hakikatleri ayrıntılı olarak açıklayan bir kitabı insanlara sunması, çok görülebilir mi?

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilmesi, hak yoldan sapan insanlık çizgisini düzeltmek ve Ehl-i Kitab'm dikkatlerini, özellikle insanlara verdikleri zararlara çekmek, bir zorunluluktu.

Hrıstiyanların, Hz. İsa'nın ve havarilerinin gerçek İslâm'a çağıran dâvetçiler olduklarına bildirmeleri, mutlaka Allah'ın birliğini onaylamaları ve tıpkı diğer yaratıklar gibi Hz. İsa'nın kulluğunu açıkça söylemeleri gerekir. Yahudilerin de, kibir ve gururlarının kınanması, tahriften uzak olan vahyin onların pençelerinden kurtarılması ve Allah'ın herhangi bir ırkla özel bir ilişkisinin bulunmadığını açıkça İfâde etmeleri gerekir.

Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. İsâ (a.s.)'ya tabi olan geçmişteki salih kimseler, şu genel hükümde, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in tâbilerine katılırlar, ya da bir başka ifâdeyle, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in tabileri onlara tâbi olur;

"Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sabitlerden Allah'a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp salih ameller işleyenler için Rab'lerİ katında sevapları vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzülmezler de." (Bakara, 2/62)

Şimdilerde yaşayan Ehl-i Kitap kalıntıları ise, Kitap nedir, iman nedir, hiç bilmezler. Putperestlerle yarışıyormuşçasına, dünya zevklerinin peşinden koşuyorlar. Bu sebeple onların hiçbir iddiası kabul edilmeyecektir. Apaçık sapıklıklarına bir de, müs-lümanlara karşı korkunç bir kin, mescitlerini yok etme ısrarı ve toplumlarını paramparça etme düşüncesi eklenirse durum ne olur acaba?

Bakara Sûresi ¦ 11

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünyada rezillik ve'âhirette de büyük bir azap vardır." (Bakara, 2/114.)

Hicretten hemen sonra nazil olmaya başlayan ve İslâm toplumunun köklü temeller üzerinde kurulmasına eşlik eden sûre, farklı dinlerin müntesipleri arasındaki ilişkilerin üzerine kurulduğu temelleri sağlamlaştırmıştır. Bu arada, bütün peygamberlerin getirdikleri öğretilere dönmek için, herkesi "dîn birliği"ne çağırmıştır.

İslâm ilk olarak ortaya çıktığında, Yahudiler onu nefret ve inkârla karşıladılar. Çünkü onlar dinin sadece kendi tekellerinde olduğunu, dolayısıyla dînin başka bir ırka kesinlikle geçmeyeceğini zannediyorlardı. Mekke'den Medine'ye hicret gerçekleşip de İslâm'onlann yurtlarına yaklaşınca, İslâm'a karşı savaşma ve mensuplarına da tuzaklar kurma hususunda sinsice kararlar aldılar.

Hz. Peygamber (a.s), müslümanlarla gayr-ı müslimler arasındaki ilişkileri, karşılıklı barış ve yardımlaşma temeli üzerine kuran, bir vesika (Medine Vesikası) sundu. İstemeye istemeye bu vesikayı kabul ettiler. Ama bu yeni dinle alay ederek, insanları ona karşı kışkırtarak ve karalama kampanyası başlatarak kendi yollarına devam ettiler.

Yahudilerin bu tavırlarını kınayan ve uzun geçmişlerinde onlardan sadır olan şeyler sebebiyle onları azarlayan, sayfalar dolusu âyetler indi. Fakat gururlarının kırılıp kalplerinin yumuşaması hususunda, bunların hiçbir faydası olmadı! Kendi düşüncelerine göre, vahiy ehli kimseler, sadece kendileridir ve Allah (c.c.)'ın, kendi ırklarının dışında herhangi bir kavimden peygamber seçmesi kesinlikle caiz değildir!

Kur'ân-ı Kerim onların tüm iddialarını çürütmektedir; şayet sizler elinizde olan Tevrat'a inanıyorsanız, onu tasdik eden kitabı niçin inkâr ediyorsunuz?

"Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince; biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız, derler. Halbuki o Kur'ân, kendi ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. (Ey peygamber!) Onlara de ki: Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz, daha önce Allah'ın elçilerini niçin Öldürüyordunuz?" (Bakara, 2/91)

Kur'ân onların, iman iddialarında yalancı olduklarını ispatlamaya devam ediyor; eğer gerçekten inansalardı, kendilerini Allah'a imana davet eden peygamberleri öldürmezler, antlaşmalarını bozmazlar ve günah işlemezlerdi. Bunları yapmak, imanın gereği midir?

"Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor!" (Bakara, 2/93)

22 ¦ Bakara Sûresi

Muhammed G aza lî

Bakara Sûresi, dinleyip ibret almaları için, Yahudilere ait ondan fazla hatıra saymaktadır. Ama heyhat! Ancak Kur'ân'ın bu hatırlatmaları, Yahudileri sapıklıklarından alıkoyamıyorsa da, istifâde edip doğru yola girmesi ve gazaba uğramışların yolundan sakınması için, İslâm ümmetine ait öğretilerdir. Allah (c.c), daha önce Yahudilere, şöyle seslenmişti:

"...Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vâdettiklerimi vereyim..." (Bakara, 2/40)

Müslümanlara da işte şöyle sesleniyor:

"Öyleyse siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin ve sakın nankörlük etmeyin! Ey iman edenler! Sabır ve namaz İle Allah'tan yardım isteyin..." (Bakara, 2/152-153)

Yahudiler dinin içeriğini bırakıp şekilselliğe dört elle sarılsalar ve Özü unutarak kabukların peşinden koşsalar da; ey Müslümanlar! Sizler sağlam hakikate ve doğru hedef ve gayelere sımsıkı yapışın.

"İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmek değildir. Gerçek iyilik, bir kimsenin Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inan-masıdır. İşte böyle bir kimse, yakınlara yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar ve zekât verir. Söz verdiği zaman sözünü yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar bu vasıfları taşıyanlardır ve onlar gerçek muttaki-lerdir." (Bakara, 2/177)

Sûre, "yeni bir toplum"un inşası için söze devam ediyor ve biraz önce de söylediğimiz gibi, İslâm'ın beş şartım açıklıyor. Ardından "Müslüman aile"nin yapısı, kurulması ve muhafazası için gerekli olan hükümleri açıklamaya geçiyor. Tabii bu arada, Allah (c.c.)'in âyetleri birbiri ardına geldiği halde vurdumduymaz bir tavır takınan, dolayısıyla da O (c.c.)'nun azabını hak eden geçmişteki Yahudilere işaret etmeyi de unutmuyor.

"İsrâiloğullan'na nice apaçık mucizeler gönderdiğimizi bir sor. Kim mucizeler/âyetler kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini (âyetlerini) değiştirirse bilsin ki, Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Bakara, 2/211)

Acaba bu tespit şu atasözüne mi benzemektedir? "Ey komşu! Beni dinlemek ve anlamak zorundasın."

Bu sûre, toplumu cihadla, aileyi de bazı koruyucu hükümlerle korumaktan bahsetmektedir. Fakat biz müslümanlar, bu iki konuya da kayıtsız kaldık. Müslüman ailenin atmosferiyle ilgili konuşmaları biraz geciktirerek, cihad sorununa kısaca değin-

Bakara Sûresi • 23

Kur'ân-ı Kerim ' i n Konulu Tefsiri

mek istiyoruz. Meşru cihadın üzerinden tüm düşmanlık şaibelerini kaldıracak şekilde Kur'ân, cihadı acaba nasıl anlatmaktadır?

Biz müslümanlar, aslında savaşları sevmediğimiz gibi, savaşlarda yapılan yıkım ve tahribata da âşık değiliz. Bizler sıhhat, afiyet ve sağlığı, aile ve dostlar arasındaki istikrarlı yapıyı tercih ederiz. İslâm, savaş ile ilgili bazı hükümleri, geçici bir süreye tahsis etmiştir:

"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Hoşunuza gitmeyen bir şey belki sizin için daha hayırlıdır. Sevdiğiniz bir şey.de belki sizin için daha kötüdür. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 2/216)

Haklar korunduğu ve inanca saygı duyulduğu sürece, barışın kimseye zararı yoktur. Ancak barış, teslim olmak ve alçaklığı kabul etmek demekse, işte buna saygı du-yulamaz! Bu dengeyi, Kur'ân'ın haram aylarda savaş yapmayı serbest bırakan açıklamasında görebilirsiniz;

"Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır..." (Bakara, 2/217)

Yani savaş caiz değildir, ancak haram ayda saldırıya uğramışsamz, emniyet içinde yaşayanların güvenliği tehdit edilmişse ve doğru bir şekilde Allah (c.c.)'a ibadet edenler sıkıştırılmaya başlanmışsa ne yapmalı? Böyle bir durumda saldırıya karşılık vermek ve hak ve hukuku korumak gerekmez mi?

"...İnsanları Allah yolundan alıkoymak, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Ha-râm'ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak ise, Allah katında daha büyük bir günahtır..." (Bakara, 2/217)

Sonuçta,

"Fitne, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır..." (Bakara, 2/217) Öyleyse savaş, İnancı ve kutsal şeyleri korumak için olmalıdır.

Şayet, dinimizi bırakıp onların dinine girinceye kadar, bizden razı olmayan bir toplulukla sosyal ilişki içerisinde isek, ne yapmalı? Burada savaş artık kaçınılmazdır. Böyle bir savaştan da tabii olarak bizler sorumlu tutulamayız, asıl sorumlular bizim dışımızdakilerdir.

Bu ön bilgileri sunduktan sonra, Bakara Sûresi'ndeki yüce Allah (c.c.)'ın şu sözünü daha iyi anlayabiliriz;

"Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez." (Bakara, 2/190)

24 • Bakara Süresi

Muhammed Gazaiî

Bu, kıyamet gününe kadar sürecek, genel bir hükümdür. Baştan sona kadar Kur'ân'da, savaş ve barışla ilgili gelen her âyet, bu genel hükümle uygunluk arz etmektedir.

Bazı insanlar, Tevbe Sûresi'nde bulunan bir kısım hükümlerin, burada gelen genel hükümlerle tezat oluşturduğu endişesine kapılmaktadırlar. Bu, üzüntü verici bir hatadır. Çünkü Tevbe Sûresi'ndeki savaş emri, adaletli, tarafsız ve mutedil topluluğa karşı değil, aksine kalplerinde kin ve düşmanlık bulunan ve işkence etmek için bizlere ellerim uzatan toplumlara karşıdır. İşte bu sebeple Kur'ân, savaş edilmesi gereken toplumları nitelerken, şöyle diyor: "...Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür! Bir mü'min hakkında ne ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırganların ta kendileridir." (Tevbe, 9/9-10J Ardından Kur'ân, onlarla hak ve adalet ölçüleri içerisinde savaş yapılması hususunda, özen gösteriyor; "(Ey Mü'minler!) Verdikleri sözü bozan, Peygamberi yurdundan çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir topluluğa karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçek mü'minler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır." (Tevbe, 9/13)

Bir kimse nasıl olur da, burada anlatılan savaşın saldırgan olmayan bir topluma karşı yapılması gerektiğini anlayabilir? Ve nasıl olur da, Tevbe Sûresi'nde gelen hükmün, Bakara Sûresi'nde gelen ve savaşın sadece saldırgan toplumlara karşı olduğunu ifâde eden hükmü, nesh ettiğini anlayabilir? Bu, hatalı bir anlayıştır. Ebedî hükümlerin nesh edilmesiyle ilgili söz de, kabul edilemez bir sözdür. Bu türlü anlayışlar, can sıkıcı suçlamaların kapısını aralayacaktır. Sonuçta da kınanan ve horlanan sadece biz olacağız!

Burada şu hususa da değinmek istiyoruz: Kur'ân-ı Kerim, kabul edilebilir ve doğru olan savaşın, sadece Allah (c.c.) yolunda olması gerektiğini bildirmektedir. Yoksa şahsî ve özel menfaat yolunda yapılan ve kendisini, tıpkı Almanlar ve İngilizler gibi, bütün insanlardan daha üstün gören zorba ırkçılık yolunda yapılan savaş değil...

Son yüzyıllarda dünyayı kasıp kavuran savaşlar, silahı daha güçlü olanın lehine olmak üzere, mustaz'afların mallarını ellerinden zorla almak ve topraklarını sömürge haline getirmek içindir. Bu tür savaşlar, kesinlikle Allah (c.c.) yolunda yapılan cihad değildir. Bilakis bu, şeytanın yolunda yapılan bir savaştır.

Allah (c.c.) yolundaki savaş, O'na ibadet etmeyi sürdürmek ve şeytana tapınmayı da kaldırmak için olur. Ezelden beridir salih insanlar, bu cihadın yükünü taşımaktadırlar; Ta ki, Allah (c.c.)'ın evleri olan mescitler, kullarının ibadet etmesi için sapasağlam ayakta dursun.

"Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve onların harap

Bakara Sûresi ¦ 25

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

olmasına çalışandan daha zalim kim vardır!?..." (Bakara, 2/114) Bu tür savaşlara izin verme hususunda yüce Allah(c.c) şöyle buyuruyor:

"...Eğer Allah, insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleri vasıtasıyla gider-meseydi, elbette yeryüzü altüst olurdu. Ancak Allah, bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir." (Bakara, 2/251)

Evet, hak ve hakikatin baki kalması, adam gibi adamların cesaretine ve O (c.c.)'nun sancağını yüceltmek, kelimesini gök kubbede hoş bîr seda kılmak için kendilerini feda etmelerine bağlıdır.

Bakara Sûresi'nde aile sorunları uzun uzun anlatılmaktadır. Bu sûrenin Kur'ân'ın ilk sûrelerinden olması sebebiyle, aile sorunlarıyla ilgili ilk söylenenlerin bunlar olduğu zannedilebilir ki, bu doğru değildir. Zira Kur'ân-i Kerim'İn yaklaşık üçte İkisi, bu sûreden önce nazil olmuştur ve buradaki aileye ait hükümleri düşünürken, mutlaka birlikte ele alınması gereken öncülleri kapsamaktadır.

Erkekle kadın cinslerinin insanlıkta eşit olduklarına dair, Nahl Sûresi'nde şöyle bir âyet vardır; "Erkek veya kadın mü'min olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız ve onların mükâfatlarım, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz." (Nahl, 16/97)

Şu hükmün, döneminin zorbalarına nasihat eden Firavun ailesinden mü'min bir kimseyi anlatması ilginçtir; "Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek kim de, mü'min olarak faydalı bir iş yaparsa işte onlar cennete girecekler ve orada onlara hesapsız rızık verilecektir." (Mü'min, 40/40)

Allah (c.c.)'ın evrendeki âyetleri anlatılırken, Rûm Sûresi'nde şöyle denmektedir; "Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet oluşturması O'nun delillerindendir..." (Rûm, 30/21) Allah (c.c.)'ın kullarına verdiği nimetlerini anlatan Nahl Sûresi'ndeki şu âyet de, bir önceki âyeti desteklemektedir; "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı..." (Nahl, 16/72)

Önceki dönemde gelmiş olan vahyî bilgilerle, kadının konumu ve ailenin yeri ve Önemi tam olarak anlaşılırsa, Bakara Sûresi'nin, aile-içi çekişmelerle ilgili açıklamaları ya da sonradan ortaya çıkan problemlerle ilgili Allah (c.c.)'ın hükmünün bilinmesine yönelik bilgileri ihtiva etmesinde, şaşılacak bir durum yoktur. İşte böyle bir aşamada, yemin, boşanma, azil, doğum ve emzirme gibi konuların anlatılmasında hiçbir gariplik yoktur.

Aile hukukunun, ahlâk, iman ve takva kurallarından soyutlanarak başarılı olması mümkün değildir. Bir Müslümanm, boşandıktan sonra, zihnini toplayıp her şeyi yeni

26 ¦ Bakara Sûresi

Muhammed G az alî

baştan düşünmeye başladığım görüyoruz. Böyle bir kimse hemen ipleri koparıp kesin olarak boşanma yoluna gitmemeli ve aklını kullanmalıdır. İşte bu hususta, boşanma hükmünü gerçekleştirme esnasında, uyulması gereken tam sekiz kural geliyor. Bu kuralların tamamı da, şu âyetin devamında gelmektedir;

"Kadınları boşadığınız ve onlar da iddet sürelerini bitirdikleri zaman; ya onları iyilikle tutun, yahut iyilikle salıverin. Fakat haksızlık ederek ve zarar vermek için onları nikah altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük etmiş olur. Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. İyi bilin ki, Allah her şeyi bilir." (Bakara, 2/231)

Bir din, düşünme, edebin gerekliliği ve bugünlerin ve yarınların korunması için, bundan daha fazla ne yapabilir ki? Ama bununla birlikte, boşanma hakkındaki düşünceler çılgınlık derecesine varmış ve erkek karısını boşamayı bir sigara içmeye bağlamış, sonra da o sigarayı içip evi dağıtmış ve aileyi paramparça etmişse, işte İslâm, bu hatalı kararın sonunda kadına gelebilecek zararı engeller!

Boşanma ile ilgili âyetlerin ikisinde tam altı kez tekrarlanan ve her iki âyetinde

"...Bunlar Allah'ın sınırlandır ve bunları öğrenmek isteyenler İçin açıklar." (Bakara, 2/230)

ifadesiyle biten "Hudûdullah" kavramına daha önce değinmiştim. Çoğu Müslüman bu kavramı tam olarak anlamıyor ve bu kavramın Kur'ân'da kaç defa geçtiğini ve niçin tekrarlandığını bilmiyor. Böylece Müslümanların bilgisiz bir toplum oldukları açığa çıkıyor!

Birçok yerde kadına zulmedilirken, onun hakkını gözeten ve ona adaletle davranan İslâmî öğretilerin reddedilmesi, doğrusu şaşılacak şeydir!! Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor;

"...Erkeklerin kadınlar üzerindeki haklan gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler..." (Bakara, 2/228)

Bu âyet, hakların ve sorumlulukların karşılıklı olduğu ve bunların gerçekleşmesiyle birlikte erkeğin idarecilik derecesini onayladığı hususunda gayet açıktır.

Fakat ben bazı seviyesiz ortamlarda şunu gözlemledim; Bu ortamlarda insanlar kadının lehine değil aleyhine çalışıyorlar, kadınları hor görüyor ve onlara karşı katı davranıyorlar ve kadın evde ne bulursa onu yerken erkek ise en güzel yemekleri yiyor. Bu medenî olmayan çirkeflikler nasıl olur da, bırakın İslâm dinini, diğer dinlerden herhangi bir dine nispet edilebilir?

Bakara Sûresi • 27

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Bu arada, evlerini çekilmez hale getiren şirret kadınların olduğunu da biliyorum. Bütün aile-içi problemlerin çözümü polise dayanmıyor. Aksine güzel eğitim, takvaya sarılma ve Allah (c.c.)'rn çizdiği sınırlarda durmaya dayanıyor. Şurası bir gerçek ki, geniş bir ilim, güzel bir ahlâk ve köklü bir eğitim ile adaletli ve saygılı bir aile ve de Allah (c.c.)'ın emrine sımsıkı tutunmuş bir toplumun inşa edilmesi kaçınılmazdır.

Misyonerlerin, İslâm dünyasına tuzak kurduklarını ve buldukları veya bulduklarını zannettikleri boşluklardan girerek bu dünyayı parçalamaya çalıştıklarını görüyoruz. İşte bu misyoner ve oryantalistler, bir kısım Müslümanların kadınları hafife al-

dıklarım ve yüce Allah (c.c.)'ın kadınlara verdiği hakları çok gördüklerini fark edince, kadına yardım etmek ve onu İslâm'ın zulmünden (!) kurtarmak istediklerini yaymaya çalıştılar. Şimdilerde kültürlü kadınlardan bir kısmının bu tuzağa düştükleri görülmektedir. Bunun başta gelen sebebi, din adına konuşan bazı kimselerin gerçekte cahil ve ahmak olmalarıdır.

Toplantılardan birisinde dedim ki: Kadının azletme hakkı erkeğin boşama hakkına denktir. Eğer bir kadın gizli veya açık bir takım nedenlerle beyinden hoşlanmıyorsa ve boşanma karşılığında erkeğin kendisine verdiği mihri geri vermeyi teklif ediyorsa, bu kadının boşanma isteğine mahkemenin müspet yanıt vermesine engel olan nedir ki?

Dinleyicilerden birisi şöyle dedi: Herhangi bir zarar, ziyan ve kayıp durumunda hakimin boşama hakkı vardır! Ona şöyle cevap verdim: Senin sözünü ettiğin şey ayrı bir konudur. Evet bu kadın kendisine bir zararın dokunduğundan şikayet etmiyor. Ancak o, birtakım nedenlerden dolayı beyiyle birlikte kalmaktan hoşlanmadığını ifâde ediyor ve kendisine harcanan tüm masrafları ödemek istiyor. İşte böyle bir kadını niçin o erkekle birlikte tutmak istiyoruz ki? Bu sefer aynı dinleyici şöyle dedi: Erkek boşamak istemediği sürece bu caiz değildir! Dedim ki: Aksine bu caizdir. Çünkü hakimin onları hem barıştırma hem de ayırma hakkı vardır.

Daha sonra öğrendim ki, bu adam, benim kendisinden uzak durmam için, beni itham ediyor. Çünkü o, Allah(c.c.)'m kitabı ve resulünün sünnetinde derin bir bilgiye sahip değildir. Cahillerle dolu dünyanın vay haline!

Kur'ân-ı Kerim, Nuh (a.s.)'ım karısının Hz. Nuh (a.s.)'la ve Firavun'un karısının da Firavunla aynı fikir ve düşünceye sahip olmadığını ve herkesin kendisine has hayatının ve yolunun olduğunu belirtmesine rağmen, bazı dindarlar, kadının kendine Özgü farklı bir şahsiyetinin olmasını inkara yelteniyorlar. Oysa "...Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez..." (En'âm, 6/164)

Kadın doğum yaptığı zaman, hem üzüntü ve sevinçler hem de maddi varlık ve yokluklar, eşler arasında paylaşılır.

28 • Bakara Süresi

M u h a m m e d Gazalî

"Bir insan ancak gücünün yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılamaz..." (Bakara, 2/233)

Çocuk sütten kesilme dönemine geldiğinde de yine eşler birlikte karar verirler;

"Eğer anne ve baba birbirleriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur..." (Bakara, 2/233J

Toplumlarımızın genelinde unutulan dinî yükümlülüklerden birisi de, "Mut'a (boşanma durumunda kadına verilen mal veya para) Hukuku"dur. Boşanma, her tarafı vefasızlık, sadakatsizlik, ihanet, gönülsüzlük ve umursamazlığın kapladığı ve yüce değerlerin yok olduğu bir mücadeleden sonra gerçekleşir. Bunların hiç birisi dinden değildir ve işte bu sebeple de Allah (c.c.)'ın en çok sevmediği helâl boşanma olmuştur. Ama sonuçta, herhangi bir gerekçeyle boşanma oluyorsa, yine bunu da öfkeyi yatıştıracak ve düşmanlıkta diretmeyi engelleyecek, güzel bir uygulama ile bitirmek gerekir.

"Boşanmış kadınların, hakkaniyet ölçülerinde kocalarından para ve mal almaları haklarıdır; bu, Allah korkusu taşıyanlar üzerine bir borçtur." (Bakara, 2/241)

Ben, Müslümanlara, aile hukukunu öğrenmeleri için, Kitaplarına ve Elçilerinin sünnetine müracaat etmelerini öğütlüyorum. Müslüman bir ailenin sürekliliği için en önde gelen sebeplerden birisi de, bu ailenin eğitim ve sosyal alandaki görevlerini tam olarak yerine getirmesi ve dünyanın dört bir köşesinde aile sorunlarıyla ilgili olayları araştırıp incelemesi gerekir. Dünya, kadına toplumları yönetme hakkını verirken ve onların maslahatları için her şeyi yaparken, kadınların araba kullanmasını yasaklamak, bize göre akıldışı bir uygulamadır.

Müslümanlar hicretten sonra, ortam değişmiş olsa da, Kur'ân-ı Kerim'i almaya kaldıkları yerden devem ettiler, tıpkı daha önce Mekke döneminde onüç yıl boyunca alıp öğrendikleri gibi... Buraya kadar Yahudilerin geçmişteki yaşamları, ders ve ibret alınması için, anlatıldı. Şimdi ise, devam etmekte olan çatışma ve hem şu ânı hem de geleceği kapsayacak, savaş ve çatışmalardan bahsedilecektir...

Önceleri namazlar herkesten uzak ve tek başına kılınırdı. Ama şimdi mü'minleri, namaza hazırlanmaları için, davet eden ezan sesinin yayıldığı bir mescit var. Zira cemaatle namaz kılmak İslâm'ın prensiplerinden birisidir. Hem de bu öyle bir prensiptir ki, bazen koltuklarına iki kişinin girerek taşıdığı bir hasta mescide gelir ve safa dururdu. Cemaatle namaza, ya tembel münafık ya da herhangi bir sebepten dolayı önü kapalı ve özürlü kimseler gelmezdi.

Artık İslâm devletinin emareleri ağır ağır ortaya çıkmaya başlamış, yeni bir toplumun nitelikleri belirmiş ve her şeye damgasını vuran dinin ortak dostluklarının yer-

Bakara Sûresi • 29

Kur'ân-ı Kerîm ' i n Konulu Tefsiri

leşmesi için, bireysel hareketler ortadan kalkmaya başlamıştı. Örneğin erkek, kadın ve çocuklardan oluşan tüm aile, artık mescide gidiyordu. "İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma" kuralını uygulamak için, hem evde hem de cadde ve sokakta, haramlardan uzaklaşma başlamıştı. Tıpkı, bu yeni vatanında imanı korumak ve kendisine düşmanlık yapanların kökünü kazımak için, "Seriyye"\enn başlaması gibi...

Kur'ân, bir kısmının diğer bir kısmını açıkladığı ve teyid ettiği farklı farklı anlam ve hedefleri olan bir kitaptır. Tevhid inancının tohumlarının Mekke'de ekildiği herkesin malumudur. Kur'ân'ın Mekkî âyetleri, şirkin soluğunu kesen ve onu "çürütülmüş iddialar" seviyesine düşüren âyetleri ihtiva etmektedir. Daha önce Mekke'de nazil olan bir söz, eğer Medine döneminde de tekrar ediliyorsa, bu o sözü daha fazla açıklamak ve delillendirmek içindir. Örneğin şu âyeti okurken bunu görüyoruz:

"İlâhınız tek bir Allah'tır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Rahmân'dır ve Rahîm'dir." (Bakara, 2/163)

Zira bu âyetin peşinden gelen şu âyet, yeryüzünün derinliklerinden ve gökyüzünün ufuklarından süzülen vahdâniyyet'e dair delilleri kapsamaktadır:

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır." (Bakara, 2/164)

Bu âyeti takip eden âyetler, sevgi ve davranış birliğini açıklamaktadır; Zira mü'min Rabb'inİ her şeyden çok sever ve onun Rabb'ini sevmesi başka hiçbir sevgiye benzemez. İşte bu üstün sevginin ürünleri de hedef, gaye ve davranışlarda açığa Çıkar. Yüce Allah (c.c), bu sevgiye fazlasıyla lâyıktır. Çünkü her türlü övgü ve yücelik sadece O (c.c.)'na aittir. İşte tam da burada, sizlere, Kur'ân'ın en yüce âyetlerinden 'Âyete'l-Kürsî'yi sunuyoruz:

"Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, Hayy'dır, Kayyûm'dur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarım ve yapacaklarını bilir. O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır ve onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." (Bakara, 2/255)

İman , bazen zorba ve tâğutlarla mücadele etmeyi ve onları bastırmayı gerektirir ki, bu da çok kötü bir şey değildir;

"Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rab-

30 • Bakara Sûresi

Muhammed Gazalî

bi hakkında İbrahim'le tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim; Rabbim hayat veren ve Öldürendir, demişti. O da; ben de yaşatır ve öldürürüm, demişti. İbrahim; Allah güneşi doğudan getirmektedir, haydi-sen de onu batıdan getir, dedi. Bunun Üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez." (Bakara, 2/258)

Allah (c.c)'ın kendisine feraset verdiği Hz. İbrâhîm (a.s.), Fir'avun'un dilini ağzına tıkıyor ve o inkarcı kişi de apışıp kalıyor.

İşte Medine-î Münevvere'de ilk nazil olan bu sûrede, en Önemli İnanç meselelerini anlatan başka bir Kur'ânî tarz görüyorsunuz. Yöntemler farklılaşsa da, her durumda, hedef ve gaye birdir, zira:

"O, içinde asla şüphe olmayan bir Kitap'tır." (Bakara, 2/2) Her ne kadar, içerisine şüphe karışmış ve zan sirayet etmiş başka kitaplar olsa da!.

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ashabı, Medine döneminde nazil olan bu ve diğer sû-relerdeki istek ve emirleri yerine getirmede gayet başarılı oldular; âyetler indikçe onlar uyguluyor, emrettikçe itaat ediyor ve hem fert ve toplum hem de devlet için stratejiler belirledikçe, bu stratejileri uyguluyorlardı. Artık Medine, bu yeni adamlarıyla ve yeni nizamıyla, çağrıların en önemli merkezi ve insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olan "Vasat Ümmet" in hareket üssü oluyordu. Allah (c.c.) vahyi resulüne Öğretiyor, Müslümanlar da, hem kendilerine hem de tüm insanlara fayda verecek ilâhî Öğretileri, resullerinden öğreniyorlardı;

"İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi vasat bir ümmet kıldık..." (Bakara, 2/143)

Bakara Sûresi'nin son iki âyetinde Allah (c.c), Peygamber'in ve O'nunla birlikte olan mü'minlerin Allah (c.c.)'ı tasdik ettiklerini, Allah (c.c.)'in da onları doğruladığını, bu ve diğer sûrelerde indirilen bütün emirleri yerine getirdiklerini ve bu emirleri en güzel bir şekilde uygularken de tüm çaba ve gayretlerini harcadıklarını bildirmektedir. Bu ümmet, kendinden önce yaşamış toplumların, mertebe bakımından, en şereflisidir. Zira önceki toplumlar, kendilerine vahiy geldiğinde, işittik ve isyan ettik, demişlerdi.

Ümmî Arapların, evrensel medeniyet Ölçülerinde bilinen hiçbir ağırlıklarının olmadığı bir dönemde, onlara Kur'ân nazil olarak yaşamlarını düzeltmeye ve seviyelerini yükseltmeye başladı. Başka milletleri geçene kadar, bu yükselme basamaklarını tek tek çıktılar. Sonuçta, toplumların ıslahı, nefislerin temizlenmesi ve adaletin tesisi için, diğer milletlerden daha üstün ve daha güçlü hale geldiler.. İşte bunun İçin yüce Allah (c.c), bu sûrenin sonunda şöyle söylüyor: Müslümanların kurduğu medeniyet, milliyetçilik, maddî çıkar ya da toprak parçası kapmak için kurulmamıştır. Aksine bu

Bakara Suresi • 31

Kur'ân-i Kerîm'in Konulu Tefsiri

medeniyet, sırf Rabbânî öğretiler ve bu dünyayı âhiret yurdu için bir hazırlık mekânı kılan, düşünce yapısı üzerine kurulmuştur.

"Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler ve 'O'nun elçilerinden hiçbirisi arasında ayırım yapmayız. İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır,' dediler." (Bakara, 2/285)

Müslümanların, ne taraf tutacakları bir ırkı ve ne de bağımlı olacakları bir vatanı vardır. Onların dostluğu, yerlerin, göklerin ve bütün insanların Rabbi olan Allah(c.c) içindir. Birisinin diğerine, takvanın dışında, hiçbir üstünlüğü yoktur. Sahip oldukları dini tebliğ etmedikçe de, diğer insanlara karşı, onların hiçbir önceliği yoktur...

Bir şehir olarak Medine-İ Münevvere, İslâm ümmetinin ilk yapılanmasına ev sahipliği yapmışsa, bu onun, Allah (c.c.)'a ve O (c.c.)'nun hidayetine ulaştıran, vahyi tanıyıp öğrenmesi sebebiyledir. İşte bu sayede, Müslüman ev, Müslüman pazar, idarî kurumlar ve eğitim yuvaları, ziraat alanları ve ticaret merkezleri, ahlâkî ve kanunî işler Kitap'ta nazil olan ilâhî öğretilerin eşliğinde ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'in doğru yolu gösterici liderliğinde gerçekleşmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.)'İn, ordudakilerin en genci olmasına rağmen, bir genci öne çıkararak onu orduya komutan yapması tarihi bir gerçektir. Çünkü o genç, Bakara Sû-resi'ni ezbere biliyordu; ancak harfler, kelimeler ve melodiler olarak değil, onu hüküm, ilham, nur ve furkan (hakla batılı birbirinden ayıran) bir sûre olarak ezberlemişti. İşte toplumlar bu şekilde kurulur ve yükselir...

Son olarak, bu sûrenin son âyeti üzerinde biraz durmak, üstünlük ve Öncelik payını ele geçirmiş toplumların özelliklerine bakmak istiyoruz. Bu toplumlar, kendini beğenmişlikle öne çıkan ve kendi dışındaki toplumlara hep tepeden bakan, bir özelliğe sahiptirler.

Bugün dünyaya hükmeden "Beyaz Irk", diğer ırklara karşı büyüklük ve efelik taslayarak, onları istibdat ile kendi başına buyruk bir şekilde yönetmektedir.

Uzayı fetheden ve atomu parçalayan, medenî insan değil midir? Ama bugün, üstün nitelikli bir grup insanın gerçekleştirmiş olduğu teknoloji harikaları sayesinde yükselen insan müsveddeleri vardır.

Ama müslümanlar, apaçık üstünlüklerine ve yüce öğretilerle özel ilişkili günlerine rağmen, Allah (c.c.)'a itaat etmenin ve O (c.c.)'na çokça ihtiyaç duyduklarının bilincindedirler. Müslümanların dini olan İslâm, bağışlanma, af dileme ve yüce yaratıcıdan ihsan dileme dinidir.

"Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbi-

32 • Bakara Sûresi

Muhammed Gazalî

miz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Rabbİ-miz! Bize gücümüzün yetmediği şeyler de yüklemelBizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Zira sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!" (Bakara, 2/286)

Bakara Sûresi - 33

 

 

Free Web Hosting