ENFAL SURESİ

asıl ki, Uhud yenilgisi Müslümanlar için bir sürpriz olduysa, Bedir zaferi de, aynı şekilde müşrikler için bir sürpriz olmuştu. İyisiyle kötüsüyle hiç beklenmedik anda gerçekleşen tüm olaylar, nefislerin özünü açığa çıkarmada ve orada gizlenmiş olanları tanımada, en gerçekçi sınavlardır.

İşte Enfâl Sûresi, takdîri ilâhînin yaptığı ile beşer gücünün yapabildiği şeyi, açıkça ortay koymak için, Müslümanların Bedir Savaşı'ndaki zaferlerinin hemen sonrasında nazil olmuştur.

Çünkü sûre, Allah Teâlâ'nın Müslümanları aziz kıldığı bu zaferin, Müslümanların geçmiş yıllardaki sabırlarına karşılık olmak üzere, ilâhî bir mükâfat olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İşte bu sebeple savaşta yer alan sahabeler, şu âyet-i kerimenin haber verdiği gerçeğin hayata geçirilmesi için sadece birer araçtan ibarettirler:

"Allah; 'Ebette ben ve elçilerim galip geleceğiz,' diye yazmıştır. Şüphesiz Allah, güçlüdür ve galiptir." (Mücâdele, 58/21)

İşte bu sebepledir ki sûre başlar başlamaz, Müslümanların ganimetlerle ilgisini kesmiş ve onların taksimini Allah (c.c.) ve Resulü (s.a.v.)'ne vermiştir. Zira, "Sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin ardım kesmek isteyen Allah'ın, kullarından bir topluluğa vermiş olduğu bir iyilik konusunda hak iddiasında bulunmanın ve çekişmenin bir anlamı yoktur."

Burada üzerinde durulması gereken hususlardan ilki, mertliğin ortaya konacağı sahnelerin ve imanın belirli davranışlar sonucu ortaya çıkacağı belirtilerinin olduğunu, gözler önüne sermektir:

"Mü'minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızik olarak

Enfâl Süresi • 149

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek mü'min-lerdir" (Enfal, 8/2-4)

İman ile ilgili bu âyetleri, derinlemesine düşünün. Burada imanın; Allah (c.c.)'ı hatırlama, yüreklerin titremesi, Allah (c.c.)'ın âyetlerini okuma, O (c.c.)'na tevekkül etme ve Allah (c.c.) yolunda harcama olduğunu göreceksiniz. Bununla birlikte, bu sûrenin sonunda "gerçek iman"ın başka belirtilerinin de olduğunu görmekteyiz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenleri (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü'minler onlardır." (Enfâl, 8/74)

Bu âyete göre ise imân, (Allah (c.c.) yolunda) hicret ve cihad, muhacirleri barındırmak ve yardım etmektir. İşte gerçek iman budur.

Başka bir sûrede de Allah Teâlâ şöyle söylüyor: "Mü'minler, ancak Allah'a ve Resulü'ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır, işte gerçekten doğru olanlar ancak onlardır." (Hucu-rât, 49/15) Burada şüphe götürmeyen kesin bir imana ve sürekli bir infaka övgü vardır ki bu da, mal ve can ile yapılan cihaddır. Bir diğer sûrede de gerçek mü'minler şu şekilde anlatılmaktadır: "Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resulü'ne iman eden ve onunla birlikte toplu(mu ilgilendiren) bir iş üzerinde iken, ondan izin alıncaya kadar bırakıp gitmeyenlerdir..." (Nur, 24/62)

Tüm bu tanımlamalardan ortaya çıkan sonuç şudur: Mertliğin sergileneceği bir değil, birden fazla sahneler vardır. Ve imanın da, zaman ve durumların değişmesiyle farklılık arz edebilecek nitelikte zorunlu ve kesin yükümlülükleri vardır. İşte bu sebeple, zamanında ve ortamında gerçekleşecek olan sorumlulukların farklılık arz etmesi, doğru değildir. Şayet Müslümanlara, şu anda ganimet işini bırakınız, zira Allah (c.c.) bu hususta size hükmünü bildirecektir denilirse, Müslümanların bu emre uymaları gerekir. Çünkü Müslümanlar için en hayırlı olan şey, Allah (c.c.)'ın emrine teslim olmaktır.

Resûlullah (s.a.v.), kendilerine farz kılınan bu savaşta mü'minlerin, müşriklerin üzerine ansızın saldırmalarını emretmişti. Ancak ne oldu? Müslümanlardan bir grup, savaşı kötü bir gidişat olarak düşünüyor ve Müslümanların henüz savaşa hazır olamadıklarını görüyordu. Ayrıca hesapta olmayan böylesi bir savaşta, topluca savaşmak için biraz beklemek ve Medine'de kalan diğer'Müslümanları da savaşa çağırmak mümkündü.

Ancak Yüce Peygamber (s.a.v.) şunu kesinlikle biliyordu ki, şayet Müslümanlar, savaşmayı ve müşriklere karşı çıkmayı kabul etmezlerse, İslâm'ın (dolayısıyla Müslümanların) konumu sarsılacaktı. İşte bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v.), böylesi sıkıntılı bir ortamda Allah (c.c.)'ın kendilerini kesinlikle yardımsız bırakmayacağının

ISO • Enfil Sûresi

Muhammed Gazali

bilincindeydi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) orada bulunan savaşçı Müslüman topluluğa durumu arz etti, sonuçta da düşmanla savaşmaya karar verdiler.

"Rabbin seni evinden hak uğrunda (savaşa) çıkardığında mü'minlerden bir grup isteksizdi. (Her şey) açığa çıktıktan sonra bile, sanki kendileri, göz göre göre Ölüme sürükleniyorlarmış gibi, seninle hak konusunda tartışıp duruyorlardı." (Enfâl, 8/5-6)

Hz. Peygamber (s.a.v.), Allah (c.c.)'ın, Müslümanları yenilgiye uğramış bir şekilde geri döndürmeyeceğinden son derece emindi. İşte bu sebeple ashabına, bu ümidini şu şekilde dile getiren ayeti okudu:

"Hani Allah, iki topluluktan (kervan veya savaşçı topluluk) birisinin muhakkak sizin olacağını vaadetmişti; siz ise meşakkatsiz ve kolay olanının sizin olmasını istiyordunuz." (Enfâl, 8/7-8)

Yani soğuk savaşın ganimetlerini daha çok istiyorlardı. Ne var ki Allah Teâlâ başka bir işin gerçekleşmesini istiyordu. Bunun için de savaşın kapılarını araladı ve o anda gerçekleşen olaylarla şunu gösterdi:

"Suçlu ve günahkârlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı da ortadan kaldırmak için," (Enfâl, 8/8)

İnsanoğlunun karakteri, kendisinin güç yetiremeyeceği bir İşe sevk edildiğinde, yapacağı tek şey, yardım dileyerek yüce yaratıcıya sığınmaktır. İşte, Bedir'deki Müslümanlar, düşmanın sayısını; sayı ve silah bakımından üstünlüklerini gördüklerinde aynı şeyi yaptılar, yani yardım dileyerek ve yalvarıp-yakararak Yüce Yaratıcı'ya sığındılar:

"Hani sîz Rabbinİzden yardım talep ediyordunuz, O da 'Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediciyim' diye cevap vermişti." (Enfâl, 8/9)

Aslında müşrikleri yok etmek için tek bir melek dahi yeterliydi, ancak Allah (c.c.) Teâlâ, meleklerin sayısını da zikrederek kullarının gönüllerini yatıştırmak ve onları rahatlatmak istiyordu;

"Allah, bunu, yalnızca bir müjde ve kalplerinizin yatışması için yapmıştı; (yoksa) Allah'ın katından başkasında, zafer ve yardım yoktur. Hiç şüphesiz Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir." (Enfâl, 8/10)

İşte tam bu sırada Hz. Peygamber (s.a.v.), sürekli dua ediyor ve Rabbine yalva-rıyordu: "Ey Allah'ım! Bana vadettiğin zaferini, bizlere nasip eyle! Ey Allah'ım! Şayet şu Müslüman cemaat helak olursa, yeryüzünde sana ibadet eden kimse bulunmaz." Nebî (s.a.v.) kollarını semaya kaldırarak o kadar büyük bir arzu, istek ve şevk ile uzun bir süre Allah (c.c.)'a dua etti ki, O (s.a.v.)'nun cübbesi yere düştü. Arkasın-

Enfâl Sûresi -I5İ

Kur'ân- ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

da duran Hz. Ebu Bekir (r.a.) ise ona şöyle sesleniyordu: "Ey Allah'ın Elçisi! Rabbi-ne yaptığın dua sana yeter, şüphesiz O sana verdiği sözü yerine getirecektir." Buna rağmen Hz. Peygamber (s.a.v.), Allah (c.c), müşrik topluluğunun yenilgiye uğratıldığını haber verinceye kadar, Rabbine olan yakarışını sürdürdü.

Burada âlimler kendi kendilerine şöyle bir soru soruyorlar: Hz. Ebû Bekir (r.a.), hicret esnasında mağarada, müşriklerin kendilerini görecekleri hususunda öyle bir endişeye kapılmıştı ki, bizzat Resûlullah O'nun bu endişesini gidermek için çaba sarf etmişti. Aynı Hz. Ebû Bekir (r.a.), Bedir Savaşı'nda ise, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i teselli eden ve sakinleştirmeye çalışan, kendinden emin bir tavır sergiliyordu. Bunun sebebi nedir?

Bunun cevabı çok açıktır: Resûlullah (s.a.v.)'m kulluğu, tüm ümmetin kulluğundan daha açık ve sağlamdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile O (s.a.v.)'nun ümmetinden bir fert olan Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in bu iki olaydaki sergiledikleri tavırlarını biraz tahlil edecek olursak şunları görürüz: Hz. Peygamber (s.a.v.) hicret esnasında, kendilerini zafere götürecek sebeplerden eli boş bir vaziyette idi, bu sebeple de Allah (c.c.)'m kendisi ile birlikte olduğuna ve kendisini gözetip koruduğuna kalpten inanıyordu. Ancak Bedir Savaşı'nda, her ne kadar güçsüz ve zayıf da olsa, yanlarında bir ordu vardı ve belki de bu orduya güvenilebilirdi. İşte böylesi bir ortamda yüce Resul (s.a.v.), güç ve kudretten sakınmayı ve Allah (c.c.)'tan yardım isteyerek, zaferi de yalnızca ondan bekleyerek duaya sığınmayı yeğledi.

Müslümanların, savaş mühimmatı ve insan gücü olarak müşriklerden oldukça zayıf oldukları ve savaş hazırlıklarının da hızla devam ettiği bir ortamda, semavî sebepler devreye girdi; Müslüman savaşçıların ayaklarının altındaki kaygan kum zeminini sertleştirmek için yağmur yağdı, şaşkın gözler uykuya daldı ve nefıslerdekİ vesveseler yok olup gitti. Bu semavî yardımlar vasıtasıyla Allah (c.c), müminlerin kalplerini birbirine bağladı ve sayıca çok olan müşrik askerlerinin kalplerini bir korku sardı. İşte tam da böyle bir ortamda, savaşların en can yakıcısı başlamış oldu. Müşrik ordularının safları, ezici bir hezimetin altında ve akılların alamayacağı bir şekilde, dağılarak telef olup gitti.

"Çünkü onlar Allah ve Resûlü'ne kargı baş kaldırmışlardı. Kim Allah ve Resû-lü'ne karşı baş kaldırırsa, hiç şüphesiz, Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır." (Enfâl, 8/13)

Ne var ki sünnetullah gereği, bir şeyin elde edilebilmesi için, eskiden beridir alışılagelmiş olan gerekli faktörleri ihmal eden kimseler, ilahî yardımı hak etmezler. Bu faktörlerden ilki, Ölüme koşar adım giden ve âhiret arzusuyla dünya nimetlerini terk ederek Allah (c.c.) katında olanı tercih eden ve ayakları adetâ yere perçinleyen, cesarettir. Şüphesiz ki biz, güçlü bağlarla hayata bağlanmış olan insanlarız. İşte böylesi

152-Enfâl Sûresi

Muhammed Gazalî

durumlarda Arap süvarilerinin resmi beni dehşete düşürüyor, çünkü onlar (böylesi durumlarda) adetâ ölüme doğru koşuyorlar. Şâir Amr İbn Mâ'dikerb şunları söylüyor:

"Nefis, ölümden hırlamaya başladığı zaman, Beni bir isteksizlik kaplar." Ve yine o, şöyle diyor: "Nefsim ilk kez beni heyecanlandırdı. Zira o, hilelerini terk etti ve karar kıldı." Başka bir şâir de şöyle diyor:

''Nefsime diyorum ki: Şayet silkinir ve kendine gelirsen, Varacağın yerde., ya övülürsün veya rahat edersin." İşte şu âyetin sırrı burada yatmaktadır:

"Ey iman edenler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onlara arka çevirmeyin (savaştan kaçmayın.)" (Enfâl, 8/15)

Dünya sevgisine karşı diren ve Ölümü arzula ki, hayat da sana hibe edilsin. Veya, kendisi hakkında şöyle denen kimse gibi, şehid olarak can ver:

"O kırmızı bir Ölüm gömleği giydi ama,

Daha gece olmadan yemyeşil ipekler içindeydi!"

Bedir'deki cesur yürekli azınlık, müşrik sürüsünün sadece bir serap olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Öyle ki, ölüler ve esirler olarak müşrik topluluğunu o uçsuz bucaksız çölde, paramparça etmiştir.

Tüm bunlar nasıl gerçekleşti? Yüce Allah (c.c), yapmış olduğu şeyi açıklamak için şöyle söylüyor:

"Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, ama Allah attı. Mü'minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (bunu yaptı). Hiç şüphesiz ki Allah İşitendir, bilendir." (Enfâl, 8/17)

Takdîr-i ilahî'nin çizmiş olduğu bu plân, Mekke zorbalarım yavaş yavaş ölümcül akıbetlerine doğru sürüklemiştir. Onların sayıları ve mühimmatları da bir İşe yaramamıştır. Ama Allah (c.c.)'tan yardım dileyen ve O (c.c.)'nun zafer göndermesini talep eden azınlık ise, büyük bir zafer kazanmıştır.

Enfal Sûresi'nde, üzerinde uzun uzadıya düşünülmesi gereken, arka arkaya tam altı tane çağrı vardır. Dikkat edilirse sûrenin üslubu, kendilerine zafer bahşedilen mu-

Enfâl Sûresi • 153

Kur'ân-ı Kerîm ' in Konulu Tefsiri

zaffer sahabelerin, sevinç ve kutlamalarım anlatmayı değil, aksine onların aldatıcı gurur ve kibirlerini kontrol altına almayı, edepli olmayı ve zorluklara karşı mücadele etmeyi hedeflemektedir.

Sûrenin yaptığı altı çağrıdan ikisi, savaşta sebat etme talebi ve savaştan kaçmayı yasaklama çağrısı ile önemli ve zor işleri kesinlikle yerine getirme çağnsıdır. Ancak sahabelerden hiçbirisi savaştan kaçmamıştır hatta kaçmayı düşünen dahi olmamıştır.

İşte böyle bir ortamda bana Öyle görünmektedir ki, kazanılan bir zaferin hemen akabinde gelen vahyin güçlü ve tavizsiz karakteri; Müslümanların kazandıkları zaferde, kaderin rolünü gözler Önüne sermeyi, ganimetlere saldırarak onların paylaşımı hususunda kargaşa çıkarmayı çirkin görmekte ve Uhud'da gerçekleşen olayların bir benzerinin, daha sonra tekrarlanmaması için önlemler almayı hedeflemektedir.

Allah Teâlâ, müşrikleri oldukları hal üzere anlatmaktadır. Tüm bu niteleme ve onları reddetme ile birlikte, müşrik topluma benzememeleri ve seviyelerinin de o toplumdan daha üstün düzeyde olması için Müslümanlara, bir Öğüt ve nasihatin olduğunu görürüz. Yüce Allah (c.c.) müşrikleri, düşünmeyen ve idrâk etmeyen hayvanlar olarak nitelemektedir. Çünkü onlar sadece içgüdülerinin emrettiği şekilde yaşamaktadırlar ve onları çepeçevre kuşatan kapalılık, onlara söylenen şeyi ve yapılan çağrıyı duymamalarını gerekli kılmaktadır.

Şayet o müşrikler sorumlu tutuldukları ve kendilerinden istenen şeyleri duysalar ve bilseler dahi, onları çepeçevre kuşatan kibir ve gurur, duydukları ve doğru olduğunu bildikleri şeyleri, kabul etmelerini engeller. İşte Yüce Allah (c.c.) bu kötü vasfı belirtmeden önce, kâfirlere benzememeleri hususunda Müslümanlara bir çağrı yapmaktadır:

"Ey İman edenler! Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve duyduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin. Ve ' Bizler işittik' dedikleri halde, gerçekte işitmeyenler gibi olmayın." (Enfâl, 8/20-21)

Şüphesiz ki bu çağrı, zafer elde eden Müslümanlar için eğitim içerikli bir çağrıdır. Müşrikler Allah Teâlâ'nın,

"Gerçek şu ki, Allah katında, canlıların en kötüsü, akletmeyen sağır ve dilsizlerdir" (Enfâl, 8/20)

sözüyle, hayvansal özelliklere sahip olmakla nitelendikten sonra hitap, düşmanlarının bulundukları bu kötü durumdan kurtulmaları için Müslümanlara yönelmektedir:

"Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah'a ve Resûlü'ne İcabet ediniz..." (Enfâl, 8/24)

Eğitim içerikli olan bu çağrı, aynen şu âyetlerde olduğu gibi, tehditle dolu bir

154-EnfSlSûrssi

Muhammed Gazal!

uyarının hemen akabinde gelmektedir:

"              İyi bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer" (Enfâl, 8/24)

"Ve sizlerden yalnız zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup sakının. İyi bilin ki, gerçekten Allah, (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır." (Enfâl, 8/25)

İşte, on beş yıl boyunca çekilen sıkıntıların sonunda Müslümanları kendi ahlakıyla ardaklandırıyor, tâ ki zafer sarhoşluğu, onları kendilerinden gerçirerek insanlar arasında mağrur ve kibirli olarak dolaşmasınlar. İşte bu sebeple Allah (c.c.) onlara diyor ki:

"Hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp-yakalayıvermelerinden korkuyordunuz. işte Allah, sizi barındırdı. Sizi yardımıyla destekledi ve size temiz şeylerden rızıklar verdi. Umulur ki şükredersiniz." (Enfâl, 8/26)

Gerçek şu ki şanı yüce olan AUah (c.c), Müslümanların mal ya da ganimetlere göz dikme cinsinden (ne varsa) en küçük sevgilerini dahi onların kalplerinden söküp atmak için, onlara önceden içinde bulundukları kötü ve zelil durumu hatırlatmaktadır. Sonra da onlara şu güçlü uyarıyı yöneltmektedir:

"Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlü'ne ihanet etmeyin, bile bile emânetlerinize de İhanet etmeyin. Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak birer İmtihan vesilesidir. Allah katında ise, büyük bir mükâfat vardır." (Enfâl, 8/27-28)

Geçmiş ve günümüzdeki tüm savaşlarda zafer elde eden askerler, vatanlarına genelde mağrur bir şekilde dönerler; onların Üzerlerine güller saçılır, tüm hataları bağışlanır ve onlara Övgüler yağdırılır. Oysa tevhid ile şirk, akıllılık ile ahmaklık, dinî hürriyet ile kör despotluk arasında gerçekleşen bu İlk savaşta, zafer elde eden Müslüman askerlere, bu yüce dinin kitabı olan Kur'ân, Öğütler veriyor ve dengeli davranmayı tavsiye ediyor.

İşte bu ibret tablosunu, kalpleri katılaşan ve gerçeği göremeyen, bunun için de Bedir Savaşı'nı, İslâm'ın zorbalığının ve düşmanlığının ilk görüntüsü(!) olarak kabul eden, oryantalistlerin gözleri önüne seriyoruz.

Konu bağlam itibariyle, müşriklerin İslâm'a ve O'nun peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'e karşı yaptıkları hile, tuzak ve entrikaları gözler Önüne sermek için, Bedir Savaşı öncesine, ya da hicret öncesine dönmektedir. O dönemde Resûlullah (s.a.v.), Rabbinin emri üzere, o kâfirlere şöyle sesleniyordu! "De ki: 'Siz, bizim işlemiş olduğumuz suçtan sorulacak değilsiniz ve biz de sizin yapmakta olduklarınızdan sorulacak değiliz. De ki: 'Rabbimiz (kıyamet günü) bizi bir arada toplayacak, sonra da hak ile aramızı ayıracaktır. O, hükmünü vererek hak ile batılın arasım ayıran ve her şeyi hakkıyla verendir." (Sebe\ 34/25-26)

EnfSI Sûresi • 155

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu çağrısına karşı müşriklerin tavrı ne oldu? Genel bir zulüm, hapis, öldürme veya yok etme sureti ile bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)'i tehdit etmekten başka bir şey değil...

"Hani o küfre sapanlar, seni hapse atmak, ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarhyorlarken, Allah da onlara karşı bir düzen kuruyordu. Allah, tuzakları boşa çıkaranların en hayırhsıdir." (Enfâl, 8/30)

Genelde insanlar, şayet şaşırır ve (Önlerindeki) yollarını sapıtırsalar şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Bize hakkı hak olarak tüm açıklığıyla göster ve ona tabi olmayı ihsan eyle. Batılı da batıl olarak göster ve ondan korunmayı lütfüyle." Fakat Mekke'nin bu zorbaları şöyle diyorlardı:

"Ey Allah'ım! Eğer bu Kur'ân bir gerçek olarak senin katından ise, gökyüzünden üstümüze taş yağdır veya acıklı bir azap getir (bakalım)." (Enfâl, 8/32)

Şüphesiz ki inkarcılık ve nankörlük çeşit çeşittir. Öyle inkârlar ve nankörlükler vardır ki, bizzat inkarcılık ve nankörlüğün kendisine rahmet okutur. Belki de, küfrün çeşitlerinin en çirkini ve cezalandırılmaya en layık olanı, ulûhiyyeti kesin olarak inkâr etmektir. Ardından Allah (c.c.)'a şirk koşma ve Allah (c.c.)'a evlatlar İsnat etme yanılgısı gelir. Mekke'de öyle küfrün önderleri vardı ki, İnkarcılık ve çoktanrıcılık şemsiyesi altında, kendi heva ve nefislerine tapınıyorlardı. Her şeyin önüne geçirdikleri ve her şeyden üstün tuttukları şehvetleri, arzu ve istekleri onlarda bulunduğu sürece, küfrün önderlerinin, inkarcılığa olan bağlılık ve sadâkatleri de devam edecektir.

Öyle halk yığınları vardır ki, yaptığı şeyin doğruluğundan ve Allah (c.c.) için ih-lasla yaptığından hiç şüphe bile duymaz! "Kötü olarak yapıp ettikleri kendisine çekici (süslü) kılınıp da, onu güzel gören mi, Allah katında kabul görecek..." (Fâtır, 35/8) Arap müşriklerinin içinde, putların fayda ve zarar verdiğine ve onların, "En büyük Allah (c.c.)'a" giden yolda birer başlangıç noktası olduklarına samimiyetle inanan insanlar vardı.

Şurası bilinen bir gerçektir ki, peygamberler, İnsanları katışıksız tevhide çağıran dâvetçilerdir ve bu anormal karışıklıkları düzeltebilecek ve tevhide bulaştırılan şirk pisliğini temizleyebilecek bir zaman sürecine ihtiyaç duyarlar. İşte bu sebeple Allah Teâlâ, Elçisi (s.a.v.)'ne şöyle sesleniyor:

"Sen içlerinde bulunduğun sürece, Allah onları cezalandırmayacaktır ve onlar bağışlanma talebinde bulundukları sürece de Allah onları cezalandırmayacaktır." (Enfâl, 8/33)

Yani onlar, bu halleriyle azabı hak etmiş olmuyorlar mı? Hayır! Aksine onlar azabı çoktan hak ettiler. Çünkü onlar hem kendilerine hem de insanlara zulmediyorlar:

156* Enfâl Sûresi

Muhammed Gazalî

"Onlar, insanları Mescid-i Haram'dan alıkoyarlarken ve onun gerçek koruyucuları değilken Allah, ne diye onları cezalandırmasın? Onun gerçek koruyucuları yalnızca korkup sakınanlardır. Ancak onların çoğu bunları bilmezler." (En-fâl, 8/34)

Onların şirke bulaştırılmış ibadetleri onlara hiçbir fayda sağlamaz ve Kabe'nin etrafındaki saçmalıkları da ibadet olarak isimlendİrilemez. Çünkü onların Kabe'nin etrafında tavaf ederken yaptıkları şey, şirki yansıtan ıslık çalma ve el çırpmaktan ibarettir. Oysa Kabe'nin etrafında gerçekten Allah (c.c.)'a ibadet maksadıyla tavaf edenler, bizzat tek olan Allah (c.c.)'ı zikreden ve "Sübhânellâh ve'l-hamdülillâh ve lâ ilahe illallâhü vallâhü ekber" sözleriyle Yüce Allah (c.c.)'ı selamlayanlardır.

Müşrikler ise bu türden hiçbir şey yapmıyorlardı. Aksine onlar, tevhidi yok etmek için olanca güçlerini sarfediyorlar ve o tevhidi çepeçevre kuşatıp kökünü kazımak için tüm mallarını harcıyorlardı. İşte tüm bunları yapan müşriklerin kurtuluşa ulaşmaları mümkün müdür hiç?

"Gerçek şu ki, küfre sapanlar, insanları Allah'ın yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar; Bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır ve sonunda da bozguna uğratılacaklardır." (Enfâl, 8/36)

Bozguna uğrayan ve gerçek yenilgiyi tadan, işte bu müşriklerdir. Ancak bu yenilgi ve bozgundan sonra ne yapıyorlar? Yani yaptıklarından vazgeçip pişman oluyorlar mı?

İşte tam da burada Resûlullah, onlara tevbe etmelerini ve küfür ve fitneden vazgeçmelerini teklif ediyor. Eğer bunu kabul ederlerse bolluk içinde yaşayacaklarını bildiriyor:

"O küfre sapanlara de ki: Eğer vazgeçerlerse geçmişte yaptıkları günahlar bağışlanacaktır. Ama yine eski hallerine dönecek olurlarsa, önceki toplumlara uygulanan kural, muhakkak bunların başlarından da geçmiş olacaktır." (Enfâl, 8/38)

Şüphesiz ki zulümde ısrar edenler sonuçta pişmanlıktan başka bir şey kazanamazlar. Geçmişte Âd ve Semûd kavimleri de helak olmuştu, öyleyse Kureyşliler için en iyi yol tevbe etmektir. Yok eğer tevbe etmeyecek olurlarsa, fitne yok oluncaya ve din hürriyeti hâkim oluncaya kadar, savaş yeniden başlar:

"Fitne kalmayıncaya ve dinin tamamı Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın..." (Enfâl, 8/39)

Konunun bağlamı, gözlerini ganimetlere dikenlere dönmekte, onların ganimetler hususundaki çekişmelerini anlatmakta ve onlara, peşpeşe şu çağrıları yapmaktadır: İman dairesi üzerinde ve savaşa çıktığınız andan itibaren sahip olduğunuz, 'kendîni-

EnfSI Sûresi* 157

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

zi Allah (c.c.) yolunda feda etme duygusu', üzerinde sebat ediniz.

İşte bundan sonra, ganimetleri beşe bölen; bunlardan beşte birinin çeşitli hayır işlerinde kullanılması için ayıran, geriye kalan beşte dördünü de savaşçılara bırakan âyet nazil olmuştur:

"Eğer Allah'a ve hak ile bâtılın ayrıldığı ve iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün (Bedir günü), kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız, biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Resûlü'ne, O'nun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir..." (Enfâl, 8/41)

Hz. Peygamber'in ve ashabının hayatından anlaşılan odur ki; ganimetlerin beşe ayrılması ve taksimi meselesi, mutlaka uyulması gereken ve süreklilik arz eden bir hüküm değildir. Ganimetler, yerine ve zamanına göre, başka taksimatlara da uğramıştır. Bunlardan sonuncusu ise Hz. Ömer (r.a.)'in yaptığı şekliyle, Mısır, Sudan ve diğer topraklar üzerinde uygulanmıştır.

Ganimetler meselesi, önemli açıklamalara ihtiyaç duymaktadır. İlk dönemlerde Müslümanlar, hiç bir ücret almaksızın gönüllü olarak savaşıyorlardı. Savaş için evinden çıkan kişi, silahını kendi özel malı ile satın alıyor ve geride bıraktığı aile ve çocuklarına ise, sadece kendi çalışması sonucu biriktirdiği nafakalarını bırakıyordu. Yürürlükte olan hükümetten hiçbir yardım beklemeksizin savaş hazırlıklarını yapıyordu. Hal böyle iken, savaşçılara ganimetleri vermek yadırganacak bir iş olarak düşünülebilir mi? Bilakis bu akla en uygun olan yöntemdir. Ancak durumlar değişir, düzenli ordu kurulur, askerlerin yiyecekleri verilir, ellerine silahlar tutuşturulur ve gazilerin tedavileri karşılanıp, şehitlerin tazminatları Ödenirse, devletin, ganimetlerin taksimi üzerinde başka bir yol takip etmesi de eleştiri konusu olamaz.

Ganimetlerle ilgili âyetlerin, İki iş arasında açıklayıcı olarak geldiğini görmekteyiz: Birincisi; Allah (c.c.)'m yolundan insanları uzaklaştırmak için mallarını harcayan, Müslüman mustaz'afları saptırmak ve silah zoruyla onları yollarından ayırmak düşüncesiyle olanca güçlerini harcayan İnkarcı düşmanların özelliği, ikincisi ise; hiçbir Ön hazırlık yapacak güçleri olmadığı halde, Müslümanlara pahalı bir zaferin yolunu açtığı zaman, Allah (c.c.)'m yüce kaderinin Müslümanlara sunduğu hediyenin özelliği.

"Hatırlayın ki, (Bedir'de) siz vadinin yakın kenarında idiniz, onlar da uzak kenarında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) İdi. Eğer (savaş için) sözleşmiş olsaydınız, sözleştiğiniz vakit hususunda ihtilafa düşerdiniz. Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı.) Çünkü Allah hakkıyla işitendir, bilendir." (Enfâl, 8/42)

IS8 • Enfâl Sûresi

Muhammed Gazalî

Şâm yüce olan Allah (c.c.)'m, hiç akıllara gelmeyecek tarzda bir darbeyle, cahi-liyye kibir ve gururunun kökünü kazıdığı, böylece müşriklerin aklını başından giderdiği ve çöl kumları üzerinde rezil bir şekilde tökezledikleri, gayet açıktır. İşte böyle bir zaferin neticesinde Müslümanlar güçlendi, yüzleri güldü ve on beş yıl boyunca kendilerine zulmeden insanlardan, bir saat içerisinde öçlerini aldılar.

Bedir günü, tevhid ve şirk grubundan oluşan iki grubun karşılaştığı ve hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gündür. Bu günde yüce Allah (c.c), bâtılla büyüklük taslayan kimselerin burunlarını yere sürtmüş ve zorlu gecelerde sabreden mü'minleri de, hayata döndürmüştür.

Bu açıklamadan sonra Enfâl Sûresi'ndeki altıncı ve son çağrı gelmektedir. Bu çağrı zafere ulaşmak ve sürekli zafer elde etmek için altı tane öğüt barındırmaktadır. Denilir ki; "Evet, zirveye ulaşmak büyük bir çaba gerektirir, ancak o zirvede oturmak ve uzun bir süre kalmak, daha büyük bir çaba ve gayret gerektirir." Herhalde âyetin kastettiği de bu olmalı, zira âyet, zaferin teminatlarını ve zaman süreci içerisindeki kontrol mekanizmalarını saymaktadır:

"Ey iman edenler! 1. Herhangi bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve 2. Allah'ı çok anın ki, başarıya ensesiniz. 3. Allah ve Resûlü'ne itaat ediniz, 4. Birbirinizle çekişmeyiniz; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. 5. Bir de sabrediniz. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. 6. Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve onları Aliah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkanlar (kâfirler) gibi olmayın..." (Enfâl, 8/45-47)

Zorluk ve sıkıntı anında sebat etmek, kendisini feda etme arzusunu ve yakîni bilgiyle ağzına kadar dolu bir nefsi gerektirir. Şâirin şu sözü benim çok hoşuma gider:

.. "Ölümden kaçmak çok kolaydır. Fakat,

Ölüme gitmek; acıyı tatmak ve zorlu yolları aşmaktır!"

Bu konuda Abdullah b. Revâhâ (r.a.), mükemmel bir Örnektir. O (r.a.) şöyle seslenerek, kanındaki yaşam tutkularını dizginliyor ve kendisim feda etmeye ve ölme şerefine ulaşmaya teşvik ediyordu:

"Ey nefsim! Şayet öldürülürsen şehid olacaksın, Bu ise arzuladığın bir ölümdür. Arzuladığın şey sana verilmektedir; şayet sen, O ikisinin yaptıklarım yaparsan, doğru yola ulaşırsın." Kastettiği iki kişi Zeyd b. Harise (r.a.) ve Ca'fer b. Ebî Tâlib (r.a.)'tir ki, bunlar

Enfâl Sûresi* 159

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Romalılarla savaşırken İslâm ordularının komutanlarıydılar ve ondan Önce şehid olmuşlardı. Onlara, asil, mümtaz ve sebatkâr olan Abdullah b. Revana (r.a.) da katıldı ve cennette, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kıyısında birleştiler.

Allah (c.c.)'ı hatırlamak ve anmak (zikrullah); O (c.c.)'na kavuşmanın yakın olduğunun, sonunda varılacak yerin O (c.c.) olduğunun ve O (c.c.)'nun yolunda mücadele etmenin, bilincinde olmak demektir. Şayet kişi, kendisini terk eden sevgilisinin ayrıldığından endişelenirse, bilsin ki bundan sonra Yüce Allah (c.c.) onun dostu ve koruyucusu olur.

Zafer kazanmak ve devamlı muzaffer olmak için Allah (c.c.) ve Resûlü'ne itaat şarttır. İslâm düşmanları, hakkıyla tanımadıkları ve saygı duymadıkları bir Rabbe isyan ediyorlarsa bile, Müslümanlara, ancak Allah (c.c.)'a itaat etmeleri, O (c.c.)'na karşı gelmekten sakınmaları ve inkarcılar için hazırlanmış olan cehennem ateşinden korunmaları yakışır.

İranlılarla savaşan askerlerine Hz. Ömer (r.a.), günahtan uzak durmalarını tavsiye ediyor ve onlara diyor ki; "Sizlere günahın sirayet etmesinden korktuğum kadar, düşmanlarınızın hile ve tuzaklarından korkmuyorum." Sayı bakımından daha az ve savaş mühimmatı bakımından da daha zayıf oldukları halde, Allah (c.c.) onların sorumluluklarını almasına rağmen Müslümanlar, şayet günah işleme hususunda kafirlerle eşit seviyede olurlarsa, yenilgiyi tadarlar.

Ahlâkımızın, düşmanların ahlâkından daha zayıf ve yolumuzun da onların yolundan daha kötü olduğunu gördüğüm zaman, üzülüyorum. Böyle bir durumda nasıl muzaffer olabiliriz? İşte bu anlatılanların ardından söz birliği ve çekişme sebeplerinden uzaklaşma gelmektedir.

Bugün Müslümanlar dünya nüfusunun beşte birini oluşturmaktadırlar. Toprakları ise ayrılık mikropları ile doludur ve birbirlerine karşı yiğitlik taslayan yüzlerce grup ve mezhep vardır. Aynı zamanda Yahudilere bakıyorsun, onlarca farklı gruplara ayrıldıkları halde, saflarını birleştiriyorlar ve birbirlerine kenetlenmiş şekilde bir cephe oluşturarak bizimle savaşıyorlar. Sonuçta da biz onları yenemiyoruz, aksine onlar bizi yeniyorlar. Yahudiler Mescid-i Aksa'yı kuşattılar, bizler de kendi kendimizle ve problemlerimizle boğuşup duruyoruz. Böylece de, gücümüz gidiyor ve zayıf düşüyoruz.

Sabır; itaat etmek, günahlardan ve peşpeşe gelen felaketlerden sakınmak içindir. Şu kadar var ki, şehvetlerinin peşinden koşan ve heva ve arzularının kulu kölesi olan halklar, asla sabredemezler.

Son olarak bu hususta şunları söyleyebiliriz: İslâmî savaşın ilk şartı, Allah (c.c.) yolunda yapılmasıdır. Bu gün hükümetlerin yaptıkları savaş ise, ırkçılık, particilik, hi-

160- Enfil Sûresi

Muhammed Gazali

zipçilik adına ve dünyalıklar peşinde koşmak, tâğutların sözlerini yüceltmek ve yeryüzündeki mustaz'af insanları sömürmek için yapılan savaşlardır. İşte bu sebeple Allah (c.c.)'m açıkladığı şekilde savaşlarda, onların öldürülmelerinde şaşılacak bir şey

yoktur.

"Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve 'Tadın yakıcı cehennem azabını' (diyerek), o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin! İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullarına zulmedici değildir." (Enfâl, 50-51)

Tâğutların hayatı, birbirlerine çok benzer ve onların sonları da hep aynıdır.

"(Bunların gidişatı) tıpkı Fir'avun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişatı gibidir. (Onlar da) Allah'ın âyetlerini inkâr etmişlerdi de, Allah onları günahları sebebiyle yakalamıştı. Allah güçlüdür ve O'nun cezası çok şiddetlidir." (Enfâl, 8/52)

Zamanlar değişir ve fakat Allah (c.c.)'ın, öncekiler ve sonrakiler için koyduğu yasalar, hep aynı kalır.

Bedir Savaşı'nda, öldürülen çocukları için ağıt yakan cahiliyyeye mensup putperest bir kişi şöyle diyor:

"iyi bilin ki, onlardan sonra bazı insanlar lider oldu. Şayet Bedir günü olmasaydı, onlar asla lider olamazlardı."

Evet, Bedir Savaşı'nın yapıldığı günün sonrası da vardı, İşte o zaman Müslümanların gücü yükseldi ve müşriklerin gücü de azaldı. Onlarda önceden varolan gurur, kibir, bolluk ve rahat yaşam, artık kalmadı. Refah ve bolluk günleri, küstahlık ve kendini beğenmenin dışında, onların hiçbir şeylerini artırmamıştır. Öyleyse bu nimetler yok olacak ve zulme dayanıp güvenmeleri de kaybolacak demektir. "Allah, (ibret için) bir ülkeyi misal gösterdi: Bu ülke güvenli ve huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah' in nimetlerine karsı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından Ötürü açlık ve korku sikintisini tattırdı." (Nahl, 16/112)

İşte Öncekilerden ve sonrakilerden, fazilet ve ihsanı inkâr eden herkesi, Allah (c.c.) böyle yapar.

"Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetferi) değiştirmedikçe, Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır." (Enfâl, 8/53)

Şükür, nimetlerin ön şartı ve koruyucusudur. Bu ön şart kaybolursa, nimetler de dört bir yana dağılır gider.

Bedir esirlerine verilen kesin talimatta, bu anlam vurgulanmaktadır:

"Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah kalplerinizde hayır oldu-

EnfSI Sûresi* 161

Kıır'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

ğunu bilirse, sizden alınandan (fidyeden) daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir. Eğer sana hainlik etmek isterlerse (üzülme, çünkü) daha önce Allah'a da hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti. Allah bilendir, hikmet sahibidir." (Enfâl, 8/70-71)

Yahudiler de, söz dinlememe, nimetlere nankörlük etme, diledikleri şekilde yaşama ve gün ve gecelerinin akıp gittiğini unutma gibi konularda, müşriklere benzemektedirler. Zira onlar, eğer ahde vefa, kendilerine bir fayda sağlıyorsa sözlerinde duruyorlar, yok eğer onlara bir faydası dokunmuyorsa, hemen antlaşmaları bozuyorlar. İşte bu sebeple şu âyet onlar hakkında nazil olmuştur:

"Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü, kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler. Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da her defasında antlaşmalarını bozan kimselerdir." (Enfâl, 8/55-56)

Yahudiler, can yakıcı bir yenilginin hükmü altına girmeden, sarhoşluklarından ayıkamazlar. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.)'e şöyle denmiştir: "Sana karşı çıkanlara öyle bir vur ki, onların arkasındakiler korksun."

"Eğer savaşta onlan yakalarsan, ibret almaları için onlar ile (onlara vereceğin ceza İle) arkalarında bulunan kimseleri de dağıt. (Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onlarla yaptığın antlaşmayı) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah hainleri asla sevmez." (Enfâl, 8/57-58)

Eğer zulüm, silahın haricinde hiçbir şeyle engellenemiyorsa, Müslümanlar silah taşımalıdırlar. Adalet, savaşın dışında hiçbir şeyle gerçekleşmiyorsa, Müslümanlar savaşa gönüllü olarak gitmelidirler ki adalet bayrağı yükselsin.

Bizler herkesten daha çok, barış istemekteyiz ve barış ortamında davetimizi daha iyi tebliğ edebiliriz: Sonra dileyen inanır dileyen de inkâr eder. Ancak ağızlarımız tıkanırsa, hatta dinini terk edene kadar Müslümana alçakça işkenceler yapılıyorsa ne olacak? İşte o zaman savaş kaçınılmaz olur.

Öyle görünmektedir ki, asker sayılarının farklılığının bu savaşta hiçbir değeri yoktur. Çünkü az bir topluluk, büyük bir gruba karşı koyabilir ve bir kişi, on kişinin önünde yılmadan ve sapasağlam durabilir. Bunun sebebi ise şudur: Şayet savaşırsa, Allah (c.c.) kendisine inanan kimsenin yardımcısıdır. Bu sebeple o mü'min kişi vurduğunda, onunla birlikte yeryüzünün ve gökyüzünün tüm güçleri de vurur. İşte bu, yüzsüzlük edip gösteriş yaptıktan sonra, Allah (c.c.)'ın, düşmanlarından intikam alıcı gücü için bir örtüdür. Şu âyetin anlamı da işte bunu ifâde etmektedir;

"Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bu-

162- Enfâl Sûresi

Muhammed Gazalî

İunursa, iki yüze (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar gerçekleri İdrak edemeyen bir gruptur." (Enfâl, 8/65)

Âyette ifâde edilen bu hükmün aslî, sabit ve sürekli bir hüküm olduğu hususunda ben, muhakkik âlimlerle aynı görüşteyim. İki kişinin Önünde bir kişinin sebat etmesi ise, geçici güçsüzlük anında ya da hafifletilmiş geçici durumlarda söz konusudur. Bu geçici ve arızî durum ortadan kalkınca hüküm aslına döner ki bu da, bir kişinin on kişiye karşı savaşmasıdır. Şu âyetin anlamı da işte bu hususu ifâde etmektedir.

"Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) iki yüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) iki bin kişiye galip gelirler. AİIah sabredenlerle beraberdir." (Enfâl, 8/66)

Sıradan savaşlarda bile, sığmaklarda korunan bazı askerler, büyük bir müfrezeye karşı koyabiliyorlar. (Arap-İsrâil savaşlarındaki) son meydan muharebesinde, piyadelerden bir gurup, Yahudi zırhlılarından bir gurubu dağıtabilmişti. Mısırlı bir askerin, elinde el bombası olduğu izlenimi vererek, sanki alacakmış gibi kolunu kaldırdığında, Yahudi askerlerin ellerini kaldırarak teslim olduklarını ve o tek bir kişinin, onları esir alarak Önüne katıp getirdiğini öğrenmiştim.

Nefsini Allah (c.c.) yolunda kurban eden savaşçıdaki manevî güç (ruh), "Bir'i Çok" yapabilir. "Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle, nice çok toplulukları yenmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/249)

Enfal Sûresi, sınırlan birbirinden çok uzak olmasına rağmen, İslâm dünyasını birbirine bağlayan ve onları, bir azası ağrıdığında tüm vücudunun ağrıdığı, tek bir vücut yapan bağları açıklayan âyetlerle sona ermektedir. İşte bu bağ, tek bir görevi yerine getirmek için, "müşterek kardeşlik bağı'Mır.

Din, müntesipleri için bir akrabalık ve yakınlık bağıdır. Bu bağı kesmek caiz değildir. Müslümanlar, en aşağı konumda olanları bile korumak için çaba gösteren ve kendilerinin dışındaki milletlere karşı tek yumruk ve yek vücut olan "tek bir üm-mef'tir.

Bugün Müslümanların nüfusu, bir milyar iki yüz milyona yaklaşan sayısıyla, neredeyse Çin'in nüfusuna denktir. Çinlileri birbirine bağlayan Çin milliyetçiliği kadar, İslâm kardeşliği, Müslümanları da birbirine bağlay ab ilmekte midir acaba? Çinlileri temsil eden bir devletleri ve Birleşmiş Milletler'de -herhangi bir karara itiraz ettiği zaman durdurabilecek- bir oylan vardır. Ayrıca tüm dünyaya karşı de sert bir duruş-lan vardır.

Bu sûrenin sonlarında yüce Allah (c.c.) şöyle sesleniyor:

Entöl Sûresi • 163

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

"İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostudurlar. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar, sizin için onlara hiçbir velayet hakkı yoktur..." (Enfâl, 8/72)

Gerçekleşen bir olaydan geri kaldılar. Öyleyse onların yardıma hakkı yoktur.

Kâfirler İse, din ve milletlerinin farklılığına rağmen, onlar da "tek bir ümmet"tir. Öyleyse, bizlerden tek bir çehre ve tek bir fikir görmeleri gerekir:

"Kâfir olanlar da birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz onu (Allah'ın emirlerini) yerine getirmezseniz, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur." (Enfâl, 8/73)

Garip olan, tüm işeri tek bir eksen etrafında dönmesi gereken "İslâm Ümme-ti"nin, yeryüzünde, kimisi iyi kimisi de doğru yoldan sapmış gruplara ayrılmış olmasıdır. İslâm ümmeti şu anda yaklaşık yetmiş ulusu kapsamaktadır ki, bu ulusların hepsinin de kendine özgü bir bayrağı vardır. İşte böylesi bir ümmet, problemlerinin çözümünde, birbirlerine yardım mı eder, yoksa takati mi kesilir?

Müslümanlar, diğer toplumlar arasında, cimriler sofrasındaki yetimlerden, daha kötü durumdadırlar. Hatta günümüzde, iman çağrısının kendilerini ilgilendirmediğini, ona icabet edip, itaat etmelerinin gerekmediğini açıkça söyleyen Müslümanlar görüyoruz.

Toplumlar arasında, ırkçılık taassubu yayıldı. Arapçılığı İslâm'dan soyutladıktan sonra, yıpranmış varhğımızdaki en son kanlı yara, Arap ırkçılığındaki taassup bİd'atı'dır. İslâm'dan soyutlandıktan sonra Arapçılık ne İşe yarar ki?

İşte bunların hepsi öyle şanssız günlerde oluyor ki, Yahudiler uyanıyorlar ve inançlarına ait tutkunluklarını yaşamlarının temeli kılıyorlar. Onları dünya siyonizmi yönetmektedir. Artık Kudüs ve mukaddes topraklarla ilgili özlemleri, üzerine toz kondurulmayacak ve itiraza mahal vermeyecek şekilde, onlar için bir hayat tarzları haline gelmiştir.

Öyle gözüküyor ki, problemlerimizin çözümü ancak, imanı, eşit olarak hem yöresel ve hem de evrensel konumumuzdaki şartlarımıza uygulayarak, yerine tekrar koymakla gerçekleşecektir.

164- Enfâl Sûresi

 

Free Web Hosting