HUD SURESİ
H
ûd Sûresi de diğer bir çok sûrenin başladığı gibi, Kur'ân-ı Kerim'den bahsederek başlamaktadır;
"Bu, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonrada açıklanmış bir Kitap'tır." (Hûd, 11/1)
Pek çok sûrenin Kur'ân'dan bahsederek söze başlamasında garipsenecek bir durum yoktur, zira bu yüce Kİtap, İslâm dininin temeli, risâletİnin delili ve ebedîliğinin sırrıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) onu tüm insanlara tebliğ ederek onları şirk bataklığından tevhid bahçesine çıkarmak ve sapıklıktan kurtarıp dosdoğru yola ulaştırmak için Rabb'inden almıştır. İşte bu sebeple tek olan Allah (c.c.)'a tutunmak (O (c.c.)'nun dinine sıkıca sarılmak) kurtuluşun temelidir:
"(Bu Kitap) Allah'tan başkasına ibâdet etmemeniz için indirildi. Şüphesiz ki ben, O'nıın tarafından size (gönderilen) bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim." (Hûd, 11/2)
Tebliğ yükünü taşımanın çok zor bir iş olduğu ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu yükü taşırken çok zorluk çektiği aşikârdır. Bir hadiste bize şu bilgiler gelmektedir: Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlulİah (s.a.v.)'a; saçlarını ağartan ve kendisini ihtiyarlatan şeyin ne olduğunu sorduğunda O (s.a.v.) şöyle cevap veriyordu: "Beni, Hûd Sûresi ve kardeşleri ihtiyarlattı."
Bu sûrede, saçları ağartan ve insanı ihtiyarlatan şey nedir acaba? İşte bunun sebebini araştırmaya koyuldum ve sonuçta dedim ki, belki de hak yoldan ayrılarak sapıtan ve bu sebeple de helak olan kavimlerin bu yok oluşları, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in saçlarını ağartmış ve ihtiyarlatmıştır. Zira Allah (c.c.)'ın, nebisi Hz. Mu-hammed (s.a.v.)'e diğer sûrelerde anlatmış olduğu kavimlerin helakları bu sûrede anlatıldığı kadar etkili anlatılmamıştır.
Acaba insanların peygamberleri inkâr etmeleri ve ondan yüz çevirmeleri mi Hz.
Hûd Sûresi ¦ 197
Kur'âıı-ı Kerîm ' in Konulu Tefsiri
Peygamber (s.a.v.)'i ihtiyarlattı? Zira bu sûrede şöyle bir bilgi gelmektedir;
"Bilesiniz ki, onlar düşmanlıklarını peygambere bildirmemek İçin kalplerinde olanı gizlerler. İyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman dahi, Allah onların gizlediklerini de açığa çıkardıklarını da bilir. Çünkü O, kalplerin özünü bilendir." (Hûd, 11/5)
Ancak ben bu sebebi de imkânsız gördüm. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) câhillerin yüz çevirmesinden sarsılmayacak kadar güçlüdür. Öyleyse Hz. Peygamber (s.a.v.)'in saçlarını ağartan gerçek sebep nedir? Bu sûrede olupta başka sûrelerde göremediğim bir hususu fark ettim. Bu sûre, Resûlullalı (s.a.v.)'m şahsını hedef alan talimatların çokluğu ve sanki bu daveti tebliğ etmekle sadece kendisinin mükellef olduğunu hissettirmek için zaman zaman tekil hitap zamirini barındırıyor olmasıdır.
Resûlullah (s.a.v.)'ın şahsına yönelik bu hitap zamirleri şu âyetle birlikte başlamaktadır:
"Belki de sen onların, 'Ona göklen bir hazine indirilseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi!' demeleri sebebiyle, sana vahyolunan âyetlerin bir kısmını terk edeceksin ve bu yüzden ruhun daralacaktır. İyi bil ki, sen sadece bir uyarıcısın, Allah ise her şeye vekildir". (Hûd, 11/12)
Sadece bu âyette bile üç kez bitişik ve bir kez de ayrı olmak üzere tam dört muhatap zamiri tekrar edilmiştir.
Biraz sonra göreceğimiz gibi bu tarz üzere onlarca defa muhatap zamirleri devamlı olarak tekrar edilmektedir, hatta sûrenin son âyetinde bile Resûlullah (s.a.v.)'a hitap vardır:
"Göklerin ve yeryüzünün sırrı yalnızca Allah'a aittir ve her İş O'na döndürülür, Öyleyse O'na kulluk et ve O'na dayan\ Rabbİn yaptıklarınızdan gafil değildir." (HÛd, 11/123)
Hz. Nuh (a.s.) ile kavminin arasında geçen olayları anlatıp onların tufanla helak olmalarına değindikten sonra Resûlullah (s.a.v.)'a hitaben şu âyet gelmektedir:
"İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir, Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret, zira iyi sonuç multakîlerindir." (Hûd, 11/49)
Munfasıl (ayrı) zamirin haricindeki üç muttasıl (bitişik) zamirin tamamı da Hz. Peygamber (s.a.v.)'e hitap etmekte, bu hitapların sonunda da sabır emri ile sonucun muttakîlere ait olduğu eklenmektedir. Bizzat Hz. Nûh (a.s.) kıssasının içinde şu âyetin gelmesi için geniş bir anlatım üzerinde duruluyor:
"(Resulüm!) Yoksa, "Bunu uydurdu" mu diyorlar? De ki: Eğer onu uydurduy-
198 • Hûd Sûresi
Muhammed Gazali
sam günahım bana aittir. Fakat ben sizin işlediğiniz günahtan uzağım" (Hûd, 11/35)
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in iftira etmesi olacak şey değildir, zira O (s.a.v.), doğru sözlü, güvenilir bir kimsedir ve mü'minler ile müşriklerin hangisinin daha doğru yolda olduğu apaçık ortaya çıkana kadar doğru sözlü olmaya da devam edecektir.
Kur'ân-ı Kerim Âd kavmini, peygamberleri Hz. Hûd (a.s.)'a nasıl karşı çıktıklarını ve O'na nasıl işkence ettiklerini anlattıktan sonra, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rah-metİe kurtardık, onları ağır bir azaptan kurtuluşa erdirdik." (Hûd, 11/5&)
Hemen ardından hitap Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yöneliyor;
"İşte Âd (kavmi): Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler, O'nun peygamberlerine âsi oldular ve inatçı her zorbanın emrine uydular." (Hûd, 11/59)
Âd kavminin başına gelenler Semûd kavminin de başına geldi. Bu kötü sonuca dikkatini çekmek için hitap tekrar Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yönelmektedir;
"Emrimiz gelince, Salih'i ve onunla birlikte iman edenleri, tarafımızdan bir rahmet olarak (azaptan) ve o günün zilletinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin kuvvetli ve azizdir." (Hûd, 11/66)
Deprem sonucu kendileri ve ülkeleri helak olan Lût kavmini anlattıktan sonra Allah (c.c), Nebisi (s.a.v.)'ne bu kötü sonu şu şekilde bildirmektedir;
"Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine, Rabbinin katında işaretlenerek balçıktan pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık. O zâlimlerden asla uzak değildir." (Hûd, 11/82-83)
"O (helak) zâlimlerden uzak değildir" cümlesi, hiç pişmanlık duymaksızın ve tevbe etmeksizin günah ve isyan yolunda yürüyen Araplar'a bir tehdittir.
Medyen halkıyla fir'avunların helakim anlattıktan sonra, Allah (c.c.) nebisine
şöyle sesleniyor:
"İşte bu, halkı helak olmuş olan memleketlerin haberlerindendir. Biz onları sana anlatıyoruz; Onlardan bugüne kadar izleri kalmış olanlar da, biçilmiş ekin gibi yok olan da vardır." (Hûd, 11/100)
Sûrenin sonlarına doğru Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yöneltilen hitap zamirleri o kadar artıyor ki, diğer bir çok emrin yanında, bu zamirler on sekize kadar ulaşıyor. İşte bu hitapların risâlet sahibi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kalbinde nasıl bir etki yaptığını düşünebiliyor musunuz? Bu hitaplar şu âyetle başlıyor:
HüdSOresi • 199
Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
"Onlara biz zulmetmedik, fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri geldiğinde, Allah'ı bırakıp da taptıkları tanrıları, onlara hiçbir fayda sağlamadı ve ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı." (Hûd, 11/101-102)
Kıyamet günündeki cezayı anlatırken iki kez Allah (c.c.)'ın Rab ismi hitap zamirine bitişik olarak tekrar edilmekte:
"Bedbaht olanlar ateştedirler, orada onların öyle feci nefes alıp vermeleri vardır ki, Rabbinin dilediği hariç, onlar gökler ve yer durdukça o ateşte ebedî kalacaklardır. Çünkü Rabbin, İstediğini hakkıyla yapandır." (Hûd, 11/106-107)
Üçüncü olarak da kıyamet gününde mutlu olacak kimselerin durumunu anlatırken tekrar edilmektedir:
"Mutlu olanlara gelince, onlar da cennetledirler. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlarda orada ebedî kalacaklardır. Bu nimetler, bitmez-iüken-mez bir lütuftur." (Hûd, 11/108)
Sonra Yüce Allah (c.c.) Nebisi (s.a.v.)'ne şöyle sesleniyor:
"O halde onların tapmakta oldukları şeylerden (bu şeylerin onları azaba götürdüğünden) şüphen olmasın. Çünkü onlar ancak daha önce babalarının taptığı gibi tapıyorlar. Biz onların nasiplerini mutlaka eksiksiz olarak vereceğiz." (Hûd, 11/109)
Ve tüm insanların kazandıkları kötülüklerin karşılıklarını belirli bir güne/kıyamet gününe kadar ertelediğine dair Önceden vermiş olduğu karan hatırlatıyor;
"Andolsun biz Musa'ya kitabı verdik; fakat onda ihtilaf edildi. Eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, elbette onların arasında hüküm verilmişti. Şüphesiz ki onlar Kur'ân hakkında derin bir şüphe içindedirler." (Hûd, 11/110)
İşte bu büyük toplanma gününe kadar, peygamberlik görevinde bulunan kimsenin kendisine emredileni yapması, imtihanın sıkıntılarına ve uzun bekleyişe tahammül etmesi gerekir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'e tâbi olan mü'minlerin de bu uzun sabır döneminde O (s.a.v.)'nun sıkıntısını paylaşarak O (s.a.v.)'nu teselli etmeleri gerekir.
"O halde sen ve seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir." (HÛd, H/112)
"Gündüzün iki ucunda gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır." (Hûd, 11/114. Hûd, 11/118-119)
Sûre sona doğru yaklaştıkça hitap zamirleri de birbiri ardına geliyor. Örneğin Al~
200 • Hûd Sûresi
Muhammed Gazalî
lah (c.c.)'ın, Resulü (s.a.v.)'ne söylemiş olduğu şu sözü bir düşünün: "Halkı iyi olduğu halde Rabbin, haksızlıkla memleketleri helak etmez. Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. Fakat onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler, ancak Rab-binin merhamet ettikleri müstesna. Zaten Rabbin onları bunun için yarattı ve Rabbi-nin su sözü gerçekleşti: 'Andolsun ki, cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım." İşte bu âyet Resûlullah (s.a.v.)'ın, "Beni Hûd Sûresi ve kardeşleri ihtiyarlattı." sözünü açıklamıyor mu?
Sürekli olmayan suç, geleceği yok etmez. Zira o günah ölmek için doğmuştur, sürekli yaşamak için değil. Bazen bu günaha, tüm iyilik anılarını yok edecek bir pişmanlık eklenir. Hatta belki de o günahın sonrasında gelen tevbe Öyle bir tevbe olur ki, insanı bir daha o tür günahları işlemekten korur, sonuçta da o günah zarar verdiği Ölçüde fayda sağlamış olur. Toplumları helak eden kötülükler, o toplumun kendi benliğinde yerleşir ve bir türlü dile getirilemez. Bu kötülükler, benliğine kök saldığı o topluma ve daha sonra da büyük bir topluluğa ceza olması için yerleşir. Zira belki de o kötülük, ya kendisine tabî olunan bir taklide ya da uygulamaya konulan bir kanuna dönüşebilir. Sonuçta öyle bir hal alır ki, o kötülükten uzaklaşmak garipsenir ve o kötülüğü yasaklamak da suç sayılır.
Kavminin Hz. Lût (s.a.v.)'a söylemiş olduğu şu sözü bir düşünün:
"Kavminin cevabı: Onları memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmıs! demelerinden başka bir şey olmadı." (A'râf, 7/82) Evet artık temizlik kabul edilemez ve yasak, pislik ise alışkanlık haline gelmiştir.
Böylesi düşük bir seviyeye ancak etrafa kötülük saçan ahlâksız medeniyetler düşebilir. Modern Batı medeniyetinin de bir çok yönden düşüşe geçtiğinin işaretleri gün yüzüne çıkmaktadır. Bu medeniyetin sahipleri ise kendilerine, Hûd Sûresi'nin başında geçen şu sözü hatırlatacak bir kimseye ihtiyaç duymaktadırlar;
"Elif. Lâm. Râ. Bu, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır ve Allah'tan başkasına ibadet etmemeniz için indirildi. Şüphesiz ki ben, onun tarafından sizlere gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim. Rabbinizden sizi bağışlamasını dileyin, sonra da O'na tevbe edin ki, sizi belirli bir zamana kadar giizel bir şekilde yaşatsın ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin. Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek büyük bir günün azabından korkarım." (Hûd, 11/1-3)
Tevbe edenlere karşılıksız olarak hemen verilecek büyük karşılık, güzel ve yüksek bir yaşam standardıdır. Nefis ise rahat bir yaşamı daima sever, ama bununla birlikte dünya hayatı bir imtihan yurdudur. İmtihan ise, nefisleri devamlı zorluklarla ve güçlüklerle karşı karşıya getirir. Ancak Allah (c.c), iman ettikleri ve kendilerini O (c.c.)'na teslim ettikleri takdirde, onları mutlu etmekle ve durumlarını düzeltmekle
Hüd Sûresi • 201
Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
mü'min kullarını güven içinde yaşatacaktır.
Şimdi bizlere vaadedilen bu bolluklar, bizden önce, kardeşleri Hz. Hûd (s.a.v.)'un şu sözüyle Âd kavmine de bolca verilmişti:
"Ey kavmim! Rabbinİzden bağışlanma dileyin; sonra da O'na tevbe edin ki, üzerinize gökyüzündeki yağmuru bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günah işleyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin. Dediler ki: Ey Hûd! Sen bize apaçık bir mucize getirmedin, bizde senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecekte değiliz." (Hûd, 11/52-53)
Bu cevapları işiten kimse de, bu insanlar aklî tartışma yapan ve şayet kendilerine deliller açıklanırsa o delillere hemen tâbi olacak olan bir topluluk olduğunu sanır. Oysa onların davranışlarıyla aklın veya akla tâbi olmanın hiçbir ilişkisi yoktur. Hangi akıl putlara ibâdeti kabul edebilir? Onlar taştan yapılmış olan putlara ibâdet ederken bir gerekçeye mi dayandılar? Onları tek olan Allah (c.c.)'a ibâdete çağıran Hz. Hûd (a.s.)'a şöyle derken durmuş oldukları şu garip konum gereği, önceki cevaplan şöyleydi: "Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki, 'biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz." (A'râf, 7/66) Halim bir adam olan peygamberlerinin cevabı ise şu oldu: "Ey kavmim! ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir elçiyim. Size Rabbİmin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm, dedi." (Â'râf, 7/67-68)
Kur'ân'da kıssalar devamlı tekrar edilmektedir. Ama kıssaların tekrar edildiği her bir yerde, diğer yerlerde olmayan hususlara dikkat çekilmektedir. Farklı kıssalarda anlatılanları bütünlük içerisinde bir araya getirip incelemekle ancak o toplumun gerçek yüzü anlaşılabilir. İşte böyle bir İnceleme işlemi de, kendisine Özgü bir ilmî yöntemi gerektirmektedir.
Hûd Sûresi'nde önceki toplumlarla ve onların yok oluşlarıyla ilgili gelen bilgiler, Â'raf Sûresi'nin sonunda gelen bilgilerle hemen hemen aynıdır, ancak bu sûrede Â'raf Sûresi'nde hiçbir şekilde gelmemiş olan, Hz. Nuh (a.s.)'un kavmiyle ilgili geniş açıklamalar bulursunuz. Bu geniş bilgi ve ayrıntılı açıklamalar, Â'raf Sûresi'nde birkaç satırı geçmezken, Hûd Sûresi'nde yaklaşık iki sayfayı kapsamaktadır.
Helak olmak üzere olan oğlunu kendisine tekrar döndürmesi için Hz. Nuh (a.s.)'un Rabbine yakarışı karşısında insanın tüyleri ürperiyor:
"Nuh Rabbine dua edip dedi ki: Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da âdemdendir ve senin vaadin de elbette haktır. Zira sen hâkimler hâkimisin." (Hûd, 11/45)
Sanki Hz. Nûh (a.s.) Allah (c.c.)'a şöyle sesleniyor: "Ey Rabbim! Sen bana, beni ve ailemi bu tufandan kurtaracağına dair söz vermiştin, oğlum ise benim birinci dereceden ailem; öyleyse onu kurtar ve bana geri ver." Böyle bir talebe karşılık verilen
202 • Hûd Sûresi
Muhammed Gazali
cevap çok kesin ve netti:
"Allah buyurdu ki: Ey Nûh! 0 asla senin ailenden değildir, çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim." (Hûd, 11/46)
Bazı kimselerin akıllarına hemen şu husus gelmektedir: "Bir peygamber eşi olan Hz. Nûh (a.s.)'un hanımı, erkeğini aldatmış, O (a.s.)'na ihanet etmiş ve bu kâfir oğluna başka birisinden hamile kalarak O (a.s.)'nun bilgisi dışında nesebine eklemiştir." Bu uzak ve ihtimal dışı bir görüştür, zira bu itham, Allah (c.c.)'m nebilerini, kendisi tarafından korumuş olduğu bir eksiklik ve noksanlıktır. Doğru olan ise Hz. Nûh (a.s.)'un hanımının Hz. Nûh (a.s.)'a, O (a.s.)'mın peygamberliğini ayıplama ve yalanlama hususunda topluma katılması sebebiyle ihanet etmiştir. Bu konumuyla da inkarcıların grubuna geçmiştir. Zira oğlu annesinin konumunu te'yid ediyor, Allah (c.c.) düşmanlarına destek veriyor ve dağın tepesine kaçmak suretiyle tufandan kurtulmaya yelleniyordu.
Heyhat! Bu toplu helak herkesi içine aldığı gibi onu da içine alacaktı. Şu âyetin anlamı işte bunu ifâde ediyor:
"Allah buyurdu ki: Ey Nûh! O asla senin ailenden değildir, çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim" (Hûd, 11/46)
Tüm bunlara Hz. Nûh (a.s.)'un cevabı ise şöyle oldu:
"Nûh dedi kî: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi İstemekten yine sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum! Denildi ki: Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in. Kendilerini (dünyada) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı toplumlar da olacaktır." (Hûd, 11/47-48)
Hz. Nûh (a.s.) ve Hz. İbrâhîm (a.s.) döneminden Hz. Mûsâ (a.s.), Hz. İsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (a.s.)'e kadar risâlet döneminin onca uzunluğuna ve her peygamberin şeriatmdakİ farklılıklara rağmen, Allah (c.c.)'m dini, "kan baği"nı hep geri plana İterek "iman bağı"nı ön plana çıkarmış ve Allah (c.c.) için sevmek ile Allah (c.c.) için buğzetmeyi, birleşmenin veya ayrılığın temel nedeni kılmıştır.
Hz. Nûh (a.s.)'un kavmini bir tarafa bırakarak, peygamberlerini reddeden ve ondan nefret eden Hz. Hûd (a.s.)'un kavmine tekrar dönelim. Hz. Hûd (a.s.), bu inatçı ve dik kafalı insanların önünde kendisini yapayalnız görünce şöyle dedi:
"Ben, benim de sizinde Rabbiniz olan Allah'a tevekkül eltim. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz benim
Hûd Sûresi ¦ 203
K u r ' â n - ı Kerîm "in Konulu Tefsiri
Rabbim dosdoğru yoldadır." (Hûd, 11/56)
Hemen akabinde ilahî ceza tüm şiddeti ve korkunçluğuyla geliverdi. Kendi güç ve kuvvetleri sebebiyle doğruyu göremeyen o kibirli Amelika halkını, her şeyi önüne katıp götüren bir rüzgâr sürüklüyor ve oradan oraya şiddetle çarpıyordu. Bu çarpma o kadar şiddetli idi ki, onların kafaları bedenlerinden ayrılıyor, bedenleri bir tarafa sav-rulurken kafaları da paramparça oluyordu. "O rüzgar, insanları, sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu. Nasılmış benim azabım ve uyarılarım!" (Kamer, 54/20-21)
Hz. Hûd (s.a.v.) ve ona tâbi olan mü'minlere gelince, onların durumu ise helak olanların durumundan çok farklıydı:
"Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık, onları ağır bir azaptan kurtuluşa erdirdik." (Hûd, 11/58)
Hüzün ve moral bozukluğu içeren bu kıssa şu şekilde bir eleştirel yorumla sona ermektedir:
"İşte Âd; Rablerinin âyetlerini İnkâr ettiler, O'nun peygamberlerine âsi oldular ve İnatçı her zorbanın emrine uydular. Onlar hem bu dünya da hem de kıyamet gününde lanete tabi tutuldular. Biliniz ki, Âd kavmi Râblerini inkâr elti, ve yine şunu da bilin ki, Hûd'un kavmi Ad, Allah'ın rahmetinden uzak kılındı." (Hûd, 11/59-60)
Zâlim iktidarlar, Allah (ç.ç.)'ın vadi gerçekleşip azabı geldiğinde, toz-topraktan daha zayıf ve güçsüz hale gelirler. Yerlerin ve göklerin sahibinin huzurunda, onların güç ve kuvvetleri hiçbir fayda sağlamaz.
Bilemiyorum, belki de geçmiş dönemdeki Araplar'a öyle bir felâket dokundu ki, onlar peygamberleri yalanlama ve onlara tabi planlara zulmetme hususunda birleştiler, işte bu sebeple de topluca helak olmayı hak ettiler ve helak olmuş Araplar diye anıldılar.
Buraya kadar Âd kavmini anlattık, şimdi de Semûd kavmini ve peygamberleri Hz. Salih (a.s.)'e karşı tutumlarını anlatacağız: Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Nûh (a.s.) zamanında ortaya çıkan sınıf düzeni, Semûd halkının arasında da, hem de daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ayrıca, nasıl ki Hz. Nûh (a.s.)'a iman edenler toplumun zayıf kabul edilen sınıfından idiyseler, Hz. Salih (a.s.)'e iman edenlerin çoğunluğu da aynı şekilde bu mustaz'af smıfındandi: "Kavminin ileri gelenlerinden büyüklük tas-(ayanlar, içlerinden zayıf görülen inananlara dediler ki: Siz Salih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini nereden biliyorsunuz? Onlar ise, şüphesiz biz onunla ne gönderil-misse ona inananlarız, dediler. Büyüklük taslayanlar dediler ki: Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz." (A'râf, 7/75-76)
Bir kişinin tek başına kaybolması bîr kayıptır, ama bir halkın topluca kendisini
204 ¦ Hüd Sûresi
Muhammed Gazalî
helâka sürüklemesi ise, bu kötülüğü daha da artırmaktadır.
İşte bu körü körüne inatçılıktan fanatik ırkçılık doğar ki, bu da geçmişte ve günümüzde insanlar arasında yaygın olan ırkçı eğilimlerin bir neticesidir. Bu taassup, şu anda Avrupa ve Amerika'da yaşayan "beyaz ırk"ta mevcuttur, bu taassubu güç ve kuvvet açığa çıkarır, zayıflık ve güçsüzlük hali ise gizli tutar. Aynı taassup cahiliyye Araplarında da mevcuttu. Amr b. Gülsüm'ün şu mısrasında da bu hususa bir işaret vardır:
"Şayet suyu temiz bulacak olursak, biz içeriz,
Eğer su pis ve çamurlu ise, bizim dışımızdakiler içer"
Bu kibir ve gurur niçin? Şöyle bir nara yükselse; "Almanlar üstün ırktır ve Almanya her devletten üstündür ya da Mısırlılar üstün ırktır ve Mısır her devletten üstündür", işte bu sözler bir eksikliğin ve noksanlığın ifadesidir. Zira vatan sevgisi, ilmî ve teknolojik üstünlük ve ferdî haklar tümü "modem ırkçılığın" arkasında birleşmektedirler ve bunlara bağlılık, tüm bağların Önüne geçmektedir.
Oysa ki Allah (c.c.) insanları bu boş ve faydasız iddialar için yaratmamıştır, bu sebeple de Semûd kıssasında yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor;
"Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. O dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, zira sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. O sizi topraktan yarattı ve sizi orada yaşattı. O halde O'ndan bağışlanma isteyin, sonra da O'na tevbe edin. Çünkü Rabbim kullarına çok yakındır ve dualarını kabul edendir." (Hûd, 11/61)
Gerçek şu ki, Semûd kavmine söylenen söz tüm insanlığı kapsar. Zira Allah (c.c.) onların hepsini topraktan yaratmış, yeryüzünü imar etmekle görevlendirmiş ve belirli bir süre kendisine ibadet etmekle sorumlu tutmuştur. Sonra da tüm insanlar, yapıp ettiklerinden dolayı hesaba çekilmeleri için O (c.c.)'nun huzuruna geri döndürüleceklerdir.
Oysa ki şu anda yeryüzünü dolduran şu iki kısım insan topluluğundan dolayı dehşete kapılıyoruz: Birinci kısım, bu dünyayı güzelce imar etmiyor ve onu devre dışı bırakarak yaşıyor, tüm bunlara rağmen bir de kendisinin Müslüman olduğunu zannediyor!
İkinci kisnıa giren insanlar da, yeryüzüne sahip olmuş, onu dilediği gibi kullanıyor, hatta dünyadan sonra uzayı da fethetmiş, ama Allah (c.c.)'la olan münasebeti, hiç yok denecek kadar azdır.
Semûd halkı ise daha çok ikinci gruba giren insanlara benziyordu, zira peygamberleri Hz. Salih (a.s.) onlara şöyle sesleniyordu: "Düşünün ki, Allah Âd kavminden
Hûd Sûresi • 205
Kur ' ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri
sonra yerlerine sizi getirdi ve yeryüzünde sizi yerleştirdi; siz de onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz ve dağlarından evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıldık çıkarmayın." (A'râf, /74)
Ne var ki kibir ve tuğyan Semûd halkının gözlerini kör elti, bu sebeple de hiçbir nimete şükretmediler ve Allah (c.c.)'ın hakkını gözetmediler.
"Emrimiz gelince, Salih'i ve onunla beraber iman edenleri, bizden bir rahmet olarak azaptan ve o günün zilletinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin kuvvetlidir ve her şeye galip gelendir." (Hûd, 11/66)
Semûd halkının ardından Medyen halkı geldi. Bu halkın hayatını da siyasî ve ik~ * tisâdî bozukluk ve çürümüşlük kapladı. Â'raf Sûresi'nde siyâsî kokuşmuşluğa karşı girişilen mücâdelenin çok açık bir şekilde olduğunu görmüştük. Hûd Sûresi'nde ise, iktisâdı bozukluğa getirilen eleştirilerin çok daha bariz olduğunu görmekteyiz.
Â'raf Sûresi'nde Allah Teâlâ Medyen halkından, farklı görüş ve fikirlere saygılı olmalarını, onların delil ve gerekçelerine bakmalarını ve farklı düşüncelere sahip olan kimseleri bu düşünceleri sebebiyle tehdit etmemelerini istemiştir. "Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun basında oturmayın. Düşünün, ki, siz az idiniz de, O sizi çoğalttı. Bozguncuların sonu nasıl olmuştur bir bakın!" (A'râf, 7/86)
Şuayb'm daveti karşısında insanlar iki kısma ayrılmışlardır; onlardan bir kısmı O'nun doğruluğuna inanıp getirdiği dine girmişler, diğer bir kısmı da O'nu ve O'nun davetini reddederek o davetin sahibine karşı düşmanca tavırlar sergilemişlerdir.
Varsın İnsanlar iki kısma ayrılsınlar, hakkın hakim olup batılın yok olması için, bu problemi çözmeyi zamana bırakın, ayrıca inandıkları şeyi terk etmeye zorlayarak mü'minleri yurtlarından kovmakla ve sürgün etmekle tehdit etmeyin. "Eğer içinizden bir grup benimle gönderilen şeye inanır, bir grup da inanmazsa, o halde Allah aranızda hükmedinceye kadar bekleyin. Zira O, hâkimlerin en hayırhsıdır." (A'râf, 7/87) Ancak Medyen halkı körü körüne diktatörlüğü ve ahmakça bir fitneyi tercih etti: "Kavminden ileri gelen mÜstekbirler dediler ki: Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz. Şuayb dedi ki: İstemesekte mi?" (A'râf, 7/88)
Hûd Sûresi'nde Hz. Şuayb (a.s.)'in kavmine yöneltilen hitap, Allah (c.c.)'a şirk koşmakla mücâdele ettikten sonra, iktisadî ve ticarî ilişkilerdeki hile ve aldatmayla mücâdeleye ağırlık vermektedir.
"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i gönderdik. Dedi kî: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, çünkü sizin için O'ndan başka tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi hayır ve bolluk içinde görüyorum ve ben, gerçekten si-
206 ¦ Hûd Sûresi
Muhammed GazaSÎ
zin İçin kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum. Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın ve insanlara eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın." (Hûd, 11/84-85)
Medyen halkının peygamberlerine cevabı ise alay ve istihza doluydu:
"Dediler ki: Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını, yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın." (Hûd, 11/87)
Tevhid inancı ile kurtuluş, iffet ve adalet ahlâkını, işte böylece reddettiler.
Tüm bunlara rağmen Hz. Şuayb (a.s.) peygamber iyiliği emredip kötülükten neh-yetmeye devam ettiğinde ise ona şöyle denildi:
"Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden âciz görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin." (Hûd, 11/91)
Bu kıssa da, kokuşmuş ve hilekâr toplumun helak olmasıyla son bulmaktadır, tıpkı diğer kavimlerin geçmişte helak olduğu gibi:
"Sanki orada hiç barınmamı şiardı. Biliniz ki Semûd kavmi (Allah'ın rahmetinden) uzak olduğu gibi Medyen kavmi de uzak oldu." (Hûd, 11/95)
Diğer sûrelerde de ayrıntılarıyla birlikte anlatacağımız gibi, Allah Teâlâ yeryüzünde ilahlık taslayan tüm fir'avunlan helak etmiş ve sonra da nebisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e şöyle seslenmiştir:
"Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, mü'minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir." (Hûd, 11/120)
Hûd Sûresi'nde halkların peygamberleriyle arasında geçen olayların detaylıca anlatılmasının sebebi, en son elçilik görevini üstlenen Hz. Muhammed (a.s.)'in şu hususu bilmesi içindir: Kureyş halkının onu yalanlaması yeni bir şey değildir, zira Hak ile bâtıl arasındaki savaş ezeli ve süreklidir. Ancak kesin netice mü'minlerden yanadır ve muttaki olanları yüceltir.
Bir zamanlar, kâinatın kendisiyle başladığı, gök cisimlerinin kendi yörüngeleri üzerinde dönmeye başladığı ve evrene şimdiki hususiyetlerim bahşeden büyük patlama ile ilgili bir yazı okumuştum. Evrenin bu oluşumuna eşlik eden yılları saymak, sayanlarını aciz bırakır. Kanaatime göre, evrenin oluşumu esnasında geçen bu yıllar, büyük bir çöldeki kum tanelerinden daha fazladır.
Bunları düşündükten sonra kendi kendime dedim ki, acaba bu evreni yoktan var edip tekrar tekrar yaratan yüce Yaratıcı ne kadar büyüktür? Bu soruya cevabım ise şu
Hûd Sûresi ¦ 207
Kur'ân-ı Kerîm "i n Konulu Tefsiri
oldu: O (c.c.) yüce Yaratıcı'nm sıfatları ezelîdir. Şüphesiz ki bu evreni yoktan yaratmak çok hayret vericidir, fakat bu evrenin varlığını devam ettirmek ve yaşamını sürdürmek daha çok hayret vericidir. Tek bir cenini yaratmak büyük bir şeydir, fakat bundan daha büyük olanı, büyüyüp gelişmesi için ona gıda göndermektir. Kâinat tek bir ceninden mi ibarettir? Gerçek şu ki, canlılar ve bitkiler alemi sayılamayacak kadar çoktur:
"Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. Bunların hepsi açık bir kitaptadır." (Hûd, 11/6)
Kendi kendimi küçümseyerek dedim ki, ilim adamları bizlere evrenin doğusu ile batısı arasında çok uzun mesafelerin olduğunu bildirmektedirler, öyleyse bu uçsuz bucaksız evrende, "ben kim oluyorum ve benim üzerinde yaşadığım bu büyük yıldız
neyin nesi?"
Bu soruya Allah (c.c.)'a olan imanım şu cevabı verdi: "Yüce Arş'ınRabbinin katında zamansal ve mekansal uzaklık ve yakınlık eşittir ve değişmez. O (c.c.) yüce Yaratıcı, Arş'mda iken, beni duymasıyla, görmesiyle ve bir işte olmasıyla benimle birliktedir.
Düşüncelerim sınırlarını zorlayarak 'Arş ve İstiva'nın ne olduğunu ve ne anlama geldiğini araştırmaya başladım. Ancak bunun cevabı gecikmeden geldi; ayaklarının altmdakinden habersiz ve Önündekini göremeyen bir kimsenin, başka şeylerle uğraşmaya yeltenmesi uygun değildir. Bunun yerine niçin varolduğunu, mevcudiyetinin sebebini bilmen ve bu mevcudiyetinin gereğini yerine getirmen, senin için daha iyi ve daha önceliklidir.
"O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, Arş'ı su üzerinde İken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır." (Hûd, 11/7)
Amellerimi en iyi bir şekilde yapmak, zihnimi çalıştırmak, nefsimi tezkiye etmek ve mevcudiyetimin gereğini yerine getirmek, benim için daha iyi ve daha güzeldir. Zira bu dünya hayatı, her ne kadar bir çok insan bilmese de, daha önemli ve daha uzun süren bir yaşam için sadece bir yoldur:
"Andolsun ki: 'Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz' desen, inkarcılar derhal 'bu açık bir büyüden başka bir şey değildir' derler." (Hûd, 11/7)
Câhiller, ister yalanlamak için olsun, isterse küçümsemek için olsun, âhiretteki azabın hemen gerçekleşmesini istiyorlar. Oysa onlar, ancak azâb bizzat derilerini dağlamaya başladığı zaman mı o azabın gerçek olduğuna inanırlar? Azâb geldikten sonra ona inanmanın ne değeri kalır ki?
"Andolsun, eğer biz onlardan azabı sayılı bir süreye kadar ertelesek, mutlaka
208 • Hûd Sûresi
Muhammed Gazali
"onun gelmesini engelleyen nedir?" derler. Bilesiniz ki, kendilerine azâb geldiği gün, bir daha onlardan uzaklaştırılacak değildir ve alay etmekte oldukları şey, onları çepeçevre kuşatacaktır." (Hûd, 11/8)
İnsanın felâketi, anlık arzularının esiri ve yaşadığı dönemin kulu, kölesi olmasıdır. Kendisine dokunan bir kötülükten Rabb'inden yardım isteyen bir kimse, Allah'ın lütfettiği kurtuluşu bulur-bulmaz, hemen kendisine yapılan bu iyiliği unutuverir ve Rahman'm yardımını İnkâra kalkışır:
"Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur. Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra ona bir nimet tattırırsak, elbette "kötülükler benden gitti" der. Çünkü o şımarık ve kibirlidir. Ancak sabredip güzel iş yapanlar böyle dee;!dir. İşte onlar için bir bağış ve büyük mükâfat vardır." (Hûd, 11/9-11)
İnsanlık âlemi, nereden geldiğini ve nereye doğru gitmekte olduğunu kendisine bildirecek bir kitaba ihtiyaç hisseder. Bu ilâhî bildirme, şaşkınlık engellerini yıkıp atan hastalık günü geldiği ve zarar kalbin derinliklerine kadar ulaştığı zaman, semeresini verir. Yani herkesi âciz bırakacak bir kitap geldiğinde, semeresini verir. Bir önceki sûre olan Yûnus Sûresi'nde, meydan okuma sadece bir sûre ile sınırlıydı, ancak Hûd Sûresi'ndekİ meydan okuma on sûre ile olmaktadır. Bu İse, ilerde tekrar ele alacağımız gibi, o kitabın Allah (c.c.) katından olduğunu kabul etmekte ziyadesiyle nefisleri mecbur eder ve acziyetlerini bildirir. Tek bir darbe karşısında hezimete uğrayan bir kimseye; 'karşında peşpeşe gelen on darbe var' denilse, korkusundan yere çakılır.
"Yoksa, "onu kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin. Eğer onlar size cevap veremiyorlarsa, bilin ki, o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir ve O'ndan başka tanrı yoktur. Artık siz Müslüman oluyor musunuz?" (Hûd, 11/13-14)
Hz. Muhammed (s.a.v.), bu kesin ilahî burhanı teyit etmek için, insanlar arasında dolaşıyordu. Bu delilden önce de geçmiş peygamberlerin kitapları bu hususa tanıklık etmektedir. Öyleyse bu kitaptan daha sağlam ve daha köklü bir kitap var mıdır?
"Rabbin tarafından açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir Önder ve bir rahmet olarak Musa'nın Kitabı bulunan kimse, İnkarcılar gibi midir? Çünkü bunlar ona inanırlar. Gruplardan hangisi onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir, bundan şüphen olmasın; zira bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş bir gerçektir, fakat insanların çoğu inanmazlar." (Hûd, 11/17)
Sonra büyük ve erdemli olan kimseler insanlara karşı yalan söyleyemezken, na-
Hûd Sûresi ¦ 209
Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
sil olur da Allah'a karşı yalan söyleyebilirler? "Allah birdir, O'nun huzurunda toplan-mak.kesindir, iyi kimseler cennette ve kötü kimseler de cehennemdedir" demek, hiç yalan olur mu? Şayet bunlar yalan ise,o zaman 'doğruluk' nedir ki? Bu kötü son, kendilerine gönderilen dini inkâr eden toplumların Önceki halidir. Zira peşpeşe bir çok topluluk helak olmuştur ve bu helak olan toplumların geride bıraktıkları kalıntılar, onların helakim gözler önüne seren delillerdir; bir kısmının İse ne bir izi ne de bir işareti kalmıştır.
Niçin böyle uğursuz ve lânetli bir son? Yoksa helak olan toplulukların içerisinde, onları uyaracak ve Allah (c.c.)'a karşı gelmekten sakındıracak akıllı ve saygın kimseler yok muydu?
"Sizden önceki asırlarda yeryüzünde İnsanları bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimseler bulunsaydı ya! Fakat onlardan kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnadır. Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten günahkâr idiler. Halkı İyi olduğu halde Rabbin, haksızlıkla memleketleri helak etmez." (Hûd, 11/116-117)
Hz. Muhammed (s.a.v.), işte bu yöntem ve metod üzerine, insanları Allah (c.c.)'ın dinine davet etmeye devam etti. Ancak ne var ki, insanlar sürekli olarak kendi arala* rında guruplara ve hiziplere ayrılırlar ve "Hak ve Doğruluk' sancağı da onları bir araya getiremez.
Kendi aralarında ayrılığa düşüp parçalanan, sonra da kendilerinin razı olacağı bir yol tutan nice grup, hizip, parti ve cemaat vardır. Oysa ki Allah (c.c), insanları tek bir grup, tek bir parti, tek bir cemaat yapmaya kadirdir; ancak O (c.c.)'nun hikmeti, insanları kendi yaptıklarıyla başbaşa bırakmayı gerektirmektedir.
"Rabbin dileseydî bütün insanları tek bir millet yapardı. Fakat onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler." (Hûd, 11/118)
İşte burası âyetin başıdır. Buna göre, insanlar arasındaki bu farklılık sanki insanoğlunun yaratıhşındaki tabii bir yasadır. Daha sonra âyet şöyle devam ediyor:
"Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten Rabbin onları bunun için yarattı. Rabbinin, 'Andolsun ki, Cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım' sözü yerini buldu." (Hûd, 11/119)
Yüce Rabbimiz bizleri, hiç günah işlemeyen melekler veya sorumlulukları olmayan hayvanlar olarak da yaratabilirdi; ancak O (c.c.) bizleri, esfele sâfilin'e (en alçak seviyelere) düşebilecek ya da en yükseklere çıkabilecek serbestiyete sahip beşer olarak yaratmıştır.
¦
210- Hûd Sûresi