İBRAHİM SURESİ
"Elif. Lâm. Râ. (Bu Kur'ân), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, Azîz ve Hamîd olan (Allah'ın) yoluna çıkarman için, sana indirdiğimiz bir kitaptır. O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." (İbrâhîm, 14/1-2)
Dünya hayatında cehalet karanlığı, kibir karanlığı, günah karanlığı ve isyan karanlığı gibi bir çok karanlık vardır. Yüce Allah (c.c), peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'e, insanları bu karanlıkların hepsinden çıkarması, bu dünyanın kendisinden sonrası için bir süreç olduğunu bildirmesi, dünya hayatını âhiret hayatından daha çok sevenlere kendilerinin sapıklık içinde olduklarını ve vahye karşı çıkarak onun aydınlığında yaşamayı istemeyenlerin doğru yoldan sapmış zâlimler olduğunu bildirmesi için bu kitabı indirmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v.)'den Önce Allah Teâlâ, kavmini rezillik ve kölelik karanlıklarından kurtarması, onlara gerçek hürriyet olan akıl, vicdan, yaşama ve Allah (c.c.)'ın nimetlerini anma hürriyeti bahşetmesi için, Hz. Mûsâ (a.s.)'yı göndermişti. Hz. Mûsâ (a.s.)'nın onlardan istediği şey, sadece Allah (c.c.)'ın onlara verdiği bu nimetleri anmaları ve İhsanın sahibi olan Allah (c.c.)'m. üzerlerindeki hakkını bilmeleridir.
"Andolsun ki Musa'yı da: Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın (geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket) günlerini hatırlat, diye mucizelerimizle gönderdik şüphesiz ki bunda çok sabırlı ve çok şükreden herkes için ibretler vardır." (İbrâhîm, 14/5)
İlâhî dinlerin hepsi de, cehaletten ilme ve sapıklıktan doğruluğa geçiş için birer modeldir. Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gönderilen kitapta körlüğü silip atan, doğru yolu gösteren, Yüce Allah (c.c.)'a ulaştıran ve tüm cehalet çeşitlerine düşmekten koruyan ışık huzmeleriyle doludur.
Ancak insanlar, yüzyıllar boyunca vahye düşman kesilmiş, elçilere büyüklük tas-
Ibrâhîm Sûresi - 233
Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
lamış, onları yok etmek için çalışmış ve mü'minleri Yaratıcı'nm yolundan uzaklaştırmak için tüm güçlerini sarf etmişlerdir. Buna karşılık o vahye inanan mii'minler ise, birlik olmuşlar ve tüm sıkıntılara göğüs germişlerdir.
"Hem, bize yollarımızı göstermiş olduğu halde, ne dîye biz, Allah'a dayanıp güvenmeyelim?. Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler." (İbrâhîm, 14/12)
Herhangi bir topluluğu karanlıktan aydınlığa çıkarmak, kısa sürede gerçekleşmez. Aksine uzun bir süreye gereksinim duyar. Peygamberimiz (s.a.v.) Araplar'ın bedevîliklerini, cehaletlerini, ilim ve medeniyet açısından geri kalmışlıklarını yok ederek dünyanın başına ve liderliğine ehil hale getirene kadar, Kur'ân-ı Kerim'le de destekleyerek, tam 23 yıl boyunca onlarla birlikte oldu.
Kur'ân, Arapları, kültürel, siyasî ve ahlakî olarak güzel bir konuma taşıdı. Ne zaman ki Allah (c.c.)'ın düşmanlarıyla mücadele ettiler, işte o zaman liyâkat kefeleri ağır bastı ve yeryüzünde sağlamca oturmaya hak kazandılar. Şu âyet, bu anlamlara işaret etmektedir:
"İnkâr edenler peygamberlerine dediler ki: 'Elbette ya sizi yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!' Rablerİ de onlara: 'Zâlimleri mutlaka helak edeceğiz ve onlardan sonra sizi, mutlaka o yerde yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkan ve tehdidimden sakınan kimselere mahsustur,' diye bildirdi." (İbrâhîm, 14/13-14)
İşlerinde başarılı olmayan ve yetenekli insanlarının da liderliklerinin engellendiği topluluklar asla zirveye ulaşamazlar. Bu milletler, zayıf iradeli ve amaçsızdırlar. Böylesi toplulukların düşmanlarını yenebilmesi, Allah (c.c.)'a kullukta ve dünya arzularını engelleyerek yeryüzüne yeni bir biçim verebilmesi için; Allah (c.c.)'a imanın onların durumlarını değiştirmesi, kararlılık, bağımsızlık ve cesaret gibi yeni güçlerle desteklemesi gerekir. İşte ancak o zaman Yüce Allah (c.c), bir devletin yıkılıp yerine diğerini kurma emrini verir.
"(Peygamberler) fetih istediler, (Allah da verdi). Her inatçı zorba da hüsrana uğradı." (İbrâhîm, 14/15)
Kendisini değiştirmeyi hiç istemeyen İslâm ümmeti, bu dersi çok iyi anlamalıdır.
Dünya kurulduktan bu yana insan toplumunda sınıflar ve dereceler vardır. Örneğin efendiler ve köleler, liderler ve halklar, önderler ve yığınlar, maddî ve edebî yetenek sahibi olanlar ve onlara hayranlık duyarak onları taklit eden ve peşlerine düşen insanlar olmak üzere, farklı farklı sınıflar vardır.
Ama belirli iki sınıf arasında ortak bir payda ve tek bir hedef olabilir. Yazarlardan herhangi bir yazarı seven öyle halk tabakaları vardır ki bu yazar, gerçekte o halk ta-
234 • IbrShîm Sûresi
Muhammed Gazalî
bakasımn fikirlerine tercüman olur. O halk tabakasıyla, onların fikirlerine tercüman olan yazar arasındaki fark şudur: Halkın fikir ve düşünceleri kafalarında gizli kalmıştır. Buna karşılık yazarları, onların fikirlerini en güzel bir şekilde ifâde ederler. Bu benzerlik ve birliktelikler, liderler ile halkları ya da önderler ile onları seven topluluklar arasındaki değişik alanlarda gün yüzüne çıkar.
Bedir savaşında kâfirlerin lideri olan Ebû Cehil'i çepeçevre kuşatan müşriklerin şöyle dedikleri dikkat çekmişti: "Ebû'l-Hakem'e ulaşılamaz!" Ebû Cehil'i öyle koruyorlardı ki, sanki etrafında mızraklardan bir duvar örülmüştü. Ne var ki, cesur yürekli sahabeler, Ebû Cehil'in üzerine yürüdüler ve onu öldürdüler.
İşin ilginç tarafı ise, âhiret günü kâfirler, kendilerini bu dünyada birbirlerine bağlayan bağlara öyle bir sığınacaklardır ki, fakat gerçekte bu bağ onları kurtarmayacaktır:
"Hepsi Allah'ın huzuruna çıkacak ve zayıf kimseler, o büyüklük taslayan müs-(ekbirlere diyecekler ki: Bİz sizin labilerinizdik. Şimdi ise siz, Allah'ın azabından herhangi bir şeyi bizden savabilir misiniz? Onlar da diyecekler ki: (Ne yapalım) Allah bizi hidayele erdirseydi, biz de sizi doğru yola iletirdik. Şimdi sız-lansak da sabretsek de birdir. Çünkü bizim İçin sığınacak bir yer yoktur." (İbrâ-hîm, 14/21)
Yüce Allah (c.c.) bu hakikatleri insanlara önceden bildirmiştir ki, lider halkını, halk da liderini kandırmasın. Ama buna rağmen bazı müstekbir liderler, halklarını kandırmakta, güven ve bağlılıklarım kötüye kullanmakta, sonuçta da halklarını helâ-ka sürüklemektedirler.
"Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helak yurduna sürükleyenleri görmedin mi? Onlar cehenneme girecekler. O, ne kötü bir karargâhtır!" (İbrâhîm, 14/28-29)
Hem cehenneme çağıran ve hem de onlara icabet eden toplulukların varacakları yer, birdir.
Hak ve hakikatin doğasını açıklama hususunda İbrahim Sûresi, Râ'd Sûresi'ne benzemektedir. Çünkü Hak, aklî doğruluğun yanında insanlara fayda da verir. Bâtıl ise, gam ve kederleri beraberinde getirir. Yüce Allah (c.c.) Râ'd Sûresi'nde şöyle buyuruyor: "işte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir; köpük akıp gider, insanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır." (Râ'd, 13/17)
İbrâhîm Sûresi'nde de şöyle buyuruyor:
"Görmedin mi Allah nasıl bir örnek verdi; güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit ve dalları gökle olan güzel bir ağaca (benzetti). O (ağaç), Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böyle misaller verir."
İbrâhîm Sûresi ¦ 235
Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
(İbrahim, 14/24-25)
Topluluklar temel kabul ettikleri ve kendileriyle hayat buldukları hakikatler bütünü İtibariyle birbirinden farklılıklar gösterirler. Örneğin imanî, ahlakî, kültürel ve medeniyetle ilgili her toplumun kendine özgü doğruları vardır.
Tevhid inancı, dalları gür, meyvesi bol ve güzel olan bir ağacın köküne benzer. Bu inanç, kendisini tanıyan, kendisinden aydınlanan, onunla yolunu aydınlatmak isteyen ve onun değer yargılarını kabul eden kimselere, temelli bir medeniyet sunar.
Kökü olmaması sebebiyle bâtıl da, yara ve yenilgiden başka bir şey getirmez.
"Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan (cılız ve yoz) bir ağaca benzer." (İbrâbîm, 14/26)
Tüm bunlardan sonra hakkın gölgesinde mi gölgelenmek isteriz, yoksa bize seraptan başka bir şey vermeyen bâtıl yollara mı yöneliriz?
İbrahim Sûresi, mü'min bir topluluğun sahip olması gereken iki sahadan bahsetmektedir:
Birincisi; İslâm ümmetinin, milliyetçi, ulusçu ve ırkçı milletlerin özel olarak ilgilendikleri alanlardan daha fazla, namaz kılmak ve oruç tutmakla ilgilenmesi gerekir. Zira bu ümmet yeryüzündeki mevcudiyetini, Allah (c.c.)'ın sözünü yüceltme ve O (c.c.)'nu devamlı anma ile elde ettiği ilahî risâlet sahibidir.
"İman eden kullarıma söyle: Namazlarım dosdoğru kılsınlar, kendisinde ne bir alış-veriş. ve ne de dostluk bulunan bir gün gelmeden Önce, kendilerine verdiğimiz nzıklardan (Allah için) gİzli-açık harcasınlar." (İbrâhîm, 14/31)
Tüm peygamberlerin hayatları göstermektedir ki; peygamberlerin kurdukları devletler, Allah (c.c.) için yaşarlar, insanlar için değil. Ayrıca vahiy ile bağlarını da, bütün işlerinin temeli yaparlar. Valıyî öğretilerin zayıflaması veya yok olmasıyla da, bu toplulukların yeme, eğlenme, rekabet ve övünmeye daldıklarını görürsünüz. Şayet o topluluğun bir şeye ağladığını görürseniz bilin ki bu, ya iktisadî seviyesinin düşmesi ya da zevkle tükettiği maddelerdeki azlık sebebiyledir.
Günümüz dünyası, Allah (c.c.)'a ibâdet, O (c.c.)'nu övme ve O (c.c.)'nun emirlerini yerine getirme hususunda, bizzat örnek olacak bir topluluğa muhtaçtır. İşte bu ümmet de, gerçekte İslâm ümmeti olmalıdır. Allah (c.c.)'a olan hamdini noksansız yerine getiren bu ümmetin, yeryüzüne sahip olması ve hayatın değişik ihtiyaçlarını giderebilecek bir güçte olması gerekir.
Burada ikinci yöneliş geliyor ki o da şu hususu açıklamaktadır: Mü'min kimseler toplumun temelini oluştururlar ve topluma sahip konumundadırlar; yönetilen insanlar değil. Ayrıca dünyanın ipleri onların elindedir ve diledikleri gibi hareket edebilirler.
236 • IbrShîm Süresi
Muhammed Gazali
Bu anlam, şu üç âyetten çıkmaktadır ve bu âyetler de "leküm: sizin için" lafzı tam beş kez tekrar edilmektedir:
"(O Öyle İütufkâr bir) Allah'tır ki, gökleri ve yeri yarattı ve gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü türlü meyveler çıkardı. İzni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi. Nehirleri de sizin için akıttı. Düzenli olarak (kendi yörüngelerinde) seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı. Ayrıca gece ve gündüzü de istifâdenize verdi." (İbrâhîm, 14/32-33)
Yeryüzünde doğru yoldan sapmış, yetenekleri kaybolmuş, kendilerinin hizmetine sunulmuş topraklar üzerinde garip olarak yaşayan ve başkalarına hizmet etmek zorunda kalan, Allah (c.c.)'ın kendilerine verdiği onca nimet karşılığında O (c.c.)'nun dinine hizmet etmenin yerine, parmaklan titreyen ve mevzisİni bırakıp terk eden mü'minler vardır. Bunun karşılığında da Allah (c.c.) düşmanları, Müslümanların bıraktıkları ipin ucunu ellerine geçirerek dünyaya hakim olmuşlar, dünyayı kendi inkârlarının hizmetine sunmuşlar ve apaçık bir şekilde imanı vatanından kovmuşlardır.
Asrımızın cihadı; karada, denizde ve havada hâkimiyeti ele geçirmek; yeryüzü, gökyüzü ve bu ikisi arasındakilerden istifâde ederek evreni tanımaktır. Oysa tüm bu alanlarda, Müslümanların en ufak bir payı var mıdır?
Hakkı hâkim kılmak ve yeryüzünün mazlum İnsanlarına yardım etmek için, gökyüzünü bir baştan öbür başa delip geçen uçaklar, dalgalı denizleri yarıp geçen, denizaltılar ve karada demiri harekete geçiren tankları yapamadığımızı gördüğüm zaman, beni hüzün basıyor ve üzüntüden kahroluyorum.
Biz Müslümanlar bu haldeyken, söz konusu bu sanatlarda, Yahudiler mahir bir hale geliyor ve sanki Hz. Süleyman (a.s.)'ın cinleri gibi, özgürce her tarafa yayılabi-liyorlar.
Aralarındaki fark ise; Hz. Süleyman (a.s.)'ın cinleri, gücünü Allah (c.c.)'ın emrine sunmuş mü'min bir kimsenin elinde iken, günümüz Yahudileri, Arap ve İslâm köklerini söküp atmak ve onun yerine Allah (c.c.)'a karşı çıkıp azgınlık yapan bir devleti kurmak için gelmektedirler.
Hz. İbrâhîm (a.s.)'İn soyundan gelen insanlar arasında, ne kadar da büyük farklılıklar var! Örneğin o soydan geldiği halde kendi başına hareket eden, nefsine uyan ve hem Hz. İsâ (a.s.)'yı hem de Hz. Muhammed (s.a.v.)'i birden inkar eden insanlar vardır. Ve yeryüzünün hâkimiyeti de, şu an onlardadır.
Hz. İbrâhîm (a.s.)'in soyundan gelen diğer bir kısım insanlar da, vahyi miras olarak aldılar ama o mirasa olan vekâletlerini güzel bir şekilde yerine getirmediler ve güzel bir şekilde sahip çıkamadılar. Sonuçta da zayıf, gevşek ve tembel tembel yaşamaya başladılar. Bunlar da, bu günlerin cılız ve güçsüz Araplarıdır.
IbrShîm Sûresi • 237
Kur'ân-ı Kcrîm'in Konulu Tefsiri
Hz. İbrâhîm (a.s.), erdemli, faziletli ve toplumu ıslaha çalışan bir kimse idi. İnsanları tevhide çağırarak bir çok ülke dolaşmış ve putlara karşı kapsamlı bir savaş ilan etmişti. Sonra Hicaz'a geldiğinde şöyle dua etti:
"Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin (Kabe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur kî, bu nimetlere şükrederler." (İbrâhîm,
14/37)
¦
Hz. İbrâhîm (a.s.)'in soyundan gelen bu kolun temsilcisi, Hz. İbrâhîm (a.s.)'in eşi Hacer'den doğma Hz. İsmail (a.s.)'dir. Diğer kolun temsilcisi ise, eşi Sâre'den olma, îsrâiloğulları'nın atası Hz. İshâk (a.s.)'tır. Bu iki çocuk da H2. îbrâhîm (a.s.)'e yaşlılığı zamanında verildi. İşte bu sebeple o şöyle diyor:
"İhtiyar halimde bana İsmail'i ve İslıâk'ı lütfeden Allah'a hamd olsun! Şüphesiz Rabbim duayı işitendir. Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul buyur!" (İbrâhîm, 14/39-40)
Yahudiler'in, kendilerini hür bir kadının çocukları olarak görüp Arapları da, köle bir kadının çocukları olmaları sebebiyle, kendilerinden düşük seviyede görmeleri, doğrusu çok şaşılacak bir durumdur. Şüphesiz bu basit bir düşüncedir. Zira Ademo-ğulları birbirine eşittirler ve takvanın dışında birbirlerinden farkları yoktur. Şayet Hz. İbrâhîm (a.s.)'in bir mirası varsa o miras, tüm çocuklanmndır. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c), Hz. Yâ'kûb (a.s.)'un, çocuklarına, kıyamet kopana kadar birbirlerine devredebilecekleri bir toprak parçası bırakmaktan daha yüce ve daha değerlidir.
"Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır; kullarından dilediğini ona vâris kılar. İyi netice ise, (Allah'tan korkup günahlardan) sakınanlarındır." (A'râf, 7/128)
Hak ile bâtıl arasındaki ezelî mücadelede zayıf bırakılmış ve yenilgiye uğramış kimseler, kendilerine haksızlık yapıldığını kavrayacaklar ve kendilerini yenen kimselere şöyle sesleneceklerdir:
"...Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız." (İbrâhîm, 14/12)
Zulmün kaynağı çok kötüdür ve Allah (c.c.) onun cezasını daha dünyada iken verecektir. Ceza ne kadar gecikirse geciksin, kısas kaçınılmazdır.
"Sakın, Allah'ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor." (İbrâhîm, 14/42)
Tarih boyunca, kâfirlerin hilesinin şiddetli, tuzaklarının kötü ve halkı yok etmek için çizdikleri planlarının da mahirce ve çok çirkin olduğunu gördük. Ama tüm bun-
238 • IbrSlıîm Sûresi
Muhammed Gazalî
ların karşılığında şunu da gördük: O kâfirler, önceden takdir edilmiş neticeleri kesinlikle değiştiremeyeceklerdir.
"Hilelerinin cezası Allah katında (malum) iken,onlar, tuzaklarını kurmuşlardı. Halbuki onların hileleriyle dağlar yerlerinden oynayacak değildi. O halde, sakın Allah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü Allah mutlak üstündür ve kimsenin yaptığım yanma bırakmaz." (İbrahim, 14/46-47)
İbrahim Sûresi, insanlara şu mesajı bildirerek başlamıştı: Allah (c.c), insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için son elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e bu kitabı indirdi. İşte bu mesajla başlayan sûre, aynı mesajı kesin bir şekilde onaylayarak bitmektedir:
"İşte bu (Kur'ân), kendisiyle uyanlsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir." (İbrâhîm, 14/52)
Akıl sahibi kimselerin, kendi akıllarına saygı göstermeleri ve kuruntulara kapılarak putlara secde etmemeleri gerekir. Onların ilâhî vahyi iyi düşünmeleri, anlamaları ve yollarını aydınlatan, hedeflerini gösteren sonuçta da olgunluğa ve ferasete davet eden o apaçık hakka yönelmeleri gerekir.
IbrShîm Sûresi • 239