ISRA SURESİ
B
u sûrenin ilk âyeti İsrâ olayım içermektedir. Daha sonra da, Filistin'e yerleşmeleri esnasında İsrâiloğulları'na sunulan yardımı hatırlatmak için, yenilgi tarihine dönmek gerekir.
Tevrat; din ve devlet olarak gelmiştir. Kendilerine böyle bir şey gelen İsrâiloğul-lan'ndan ve onların konumunda olanlardan beklenen şey; dine dayalı bir idare kurduklarında bu idare kaos ve kargaşaya değil de, düzen ve nizâma; zulme değil de adalete örneklik teşkil edecek bir idare olmalıdır. Fakat Fir'avun'un despotik baskısı altında uzun yıllar yaşayan İsrâiloğulları, kısa bir süre sonra, önceki fir'avunlarm davranışlarını tekrarlamaya başladılar. Sonuçta yeryüzünde fitne ve fesat saçarak hayatlarını boş yere harcadılar ve onları cezalandırmaktan başka çıkar yol kalmadı.
Bu sûre, İsra Sûresi olarak isimlendirildiği gibi, İsrâiloğulları Sûresi olarak da isimlendirilir.
Kur'ân-ı Kerim, herhangi bir ülkedeki hükümetin idarî ve ahlâkî acziyetinin, bu hükümetin gitmesiyle idareyi ele geçirmek için dışarıdan başka birilerinin harekete geçmesi ve kötü işler yapanları cezalandırması sonucu yok olmayacağını açıkça bildirmektedir:
"Biz, Kİtap'la İsrâiloğulları'na: 'Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız.' diye bildirdik." (İsrâ, 17/4-5)
Yani ilm-i ezelînin yazıldığı kayıtlarda bildirdik.
İşlerinde düzen ve dengenin bozulduğu ve kargaşanın başladığı devletin toprakları işgal edilir, istiklâl ve hürriyetini de kaybeder.
"Sana saltanat verildi, ancak sen iyi yönetemedin,
işte saltanatım iyi yönetemeyen kimse, böyle tahttan indirilir."
Isrâ Sûresi ¦ 263
Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri
Fesat, bozgunculuk ve büyüklük taslama, vahyi temel alan ve semaya nispet edilen bir idarede, düşünülemeyecek şeylerdir. îşte bu sebeple, kendilerine vahyi temel aldıklarını söyleyip de bozgunculuk yapan ve büyüklük taslayan idarecilerin cezası da çok çetin olur.
Yabancı bir topluluğu sömürmek, ona baskı yaparak ve onu küçük düşürerek yapılır. Bu durum, o kimsenin yamukluğu düzelene, edebine dönene ve Rabbi ile arasını düzelterek önceki insanî konumuna ve şerefine dönünceye kadar devam eder.
"Sonra onlara karşı size tekrar (galibiyet ve zafer) verdik; servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık ve sayınızı daha da çoğalttık." (İsrâ, 17/6)
Bu halklara mükâfat olarak verilmiş olan şeyler, başlarındaki musibeti sona erdirmiş değildir. Aksine bu ödüllendirmeler de yeni bir imtihandır. Bu sebeple tüm toplumların uyanık ve tedbirli olması gerekir.
"Biz, Kitap'ta Isrâiloğulları'na: 'Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız' diye bildirdik." (İsrâ, 17/4)
Öyle anlaşılıyor ki Yahudiler, hastalıkların tiryakisi oldular ve onunla birlikte yaşamaya alıştılar. Ne zaman durumları iyiye gitse, hemen eski kötülük ve zulümlerinin hasretini çekmeye başladılar. Bu sebeple de, hem cezalandırma yenilendi ve hem de ardından tevbe:
"Belki Rabbinİz size merhamet eder; fakat siz eğer yine (fesatçılığa) dönerseniz, biz de sizi yine cezai andırır iz. Bİz cehennemi kâfirler için bir tutsak yeri kıldık." (İsrâ, 17/8)
Tarih şöyle diyor: İlk fesat ve bozgunculuğun ardından Yahudilerin devleti olan "Aşûriyyûn" devletinin yok edilmesi ve Hz. Süleyman (a.s.)'ın heykelinin tahrip edilmesi geldi. Sonra ikinci Yahudi devleti kuruldu. Belirli bir süre sonra bu devlet de fesada bulaştı. Sonuçta Romalılar'ın saldırısına maruz kaldılar ve ceza tekrarlandı; Yahudiler de uzun bir süre devletsiz yaşadılar.
Sonra Allah (c.c), Müslümanlar'in Yahudiler'i taklit etmelerini ve kendi arzu ve
istekleri ile vahye dayalı bîr devleti kaosa sokmamalarını istedi. Bu sefer Allah (c.c.)'ın takdir ettiği ceza ise, Kur'ân'ı terk eden ve yeryüzünde ebedî olarak yaşamayı isteyen Araplar'in enkazının üzerine, İsrail devletinin kurulmasıdır.
Günümüzde Araplar ve Yahudiler arasında devam etmekte olan mücadele çok ilginç bir boyuttadır. Çünkü Müslümanlar'ın safında olanlardan bir kısmı, vahyin öğretilerini terk etmiş ve kendilerini ırkçı duyguların kapladığı kimseler olmuşlardır. Buna karşılık Yahudiler'in arasında da, Tevrat'ın sancağını yükselten ve Cumartesi gününü kutsayan kimseler vardır.
264 • isrü Sûresi
Muhammed Gnzalî
Bu demektir ki, bu savaş destekçileri az olan hak bir vahiy ile destekçilerinin etrafa felâket dağıttığı muharref bir vahyh arasında gerçekleşmektedir. "... sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan vesilesi kıldık; bakalım sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir." (Furkân, 25/20)
Bu sûreye özgü olan bir hususu incelemek için tekrar sûreye dönüyoruz: "Kur'ân" kelimesi, başka hiçbir sûrede olmadığı şekliyle bu sûrede, yaklaşık olarak 11 kez tekrar edilmiştir. Yoksa bu ilişki, biraz önce açıkladığımız gibi, biz Müslümanlar'la Yahudiler arasında günümüzde devam eden bîr savaşın karakteri olmasın? Şimdi bu âyetleri hatırlayalım:
1 "Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir ve iyilikler yapan mii'minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler." (İsrâ, 17/9)
2 "Biz, onların akıllarını başlarına toplamaları için, bu Kur'ân'da türlü şekillerde tekrar ettik. Fakat bu, onlara, daha da kaçıp uzaklaşmaktan başka bir şey sağlamıyor." (İsrâ, 17/41)
3 "Sen Kur'ân'da Rabbinin birliğini yâd ettiğinde onlar, canlan sıkılmış bir vaziyette gerisin geri dönüp giderler." (İsrâ, 17/46)
4"Biz, Kur'ân okuduğun zaman, seninle ahirete inanmayanların arasına gizle-yici bir Örtü çekeriz." (İsrâ, 17/45)
5 "Hani sana: Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyaları ve Kur'ân'da lanetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz." (İsrâ, 17/60)
6-7 "Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir." (İsrâ, 17/78)
8 "Biz, Kur'ân 'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü 'minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalızca ziyanını arttırır." (İsrâ, 17/82)
9 "De ki: Andolsun, bu Kur'ân'm bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler ve birbirlerine destek de olsalar, yine de onun benzerini ortaya getiremezler." (İsrâ, 17/88)
10 "Muhakkak ki biz, bu Kur'ân'da insanlara misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkarcılıktan başkasını kabullenmediler" (İsrâ, 17/89)
11 "Biz onu, Kur'ân olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık ve onu peyderpey indirdik. (İsrâ, 17/106)
Bu sûre de Kur'ân "ruh" ismi ile de zikredilmiştir:
İsrâ Sûresi • 265
Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
"Sana Ruh hakkında sorarlar. De ki: 'Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.' " (İsrâ, 17/85)
"Ruh" kelimesine meşhur olan diğer anlamın verilmesi mümkün ise de, bağlam Ruh kelimesinin Kur'ân anlamına gelmesine, diğer anlamlardan daha fazla delâlet etmektedir.
Yine şu âyeti kerime'de Kur'ân aidiyet zamiri İle anlatılmaktadır:
"Biz Kur'ân'ı hak ile indirdik; o da hakki getirdi seni de ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (İsrâ, 17/105}
İsrâ Sûresi şu özelliği ile, kendisini diğer sûrelerden ayırmaktadır: Geçmiş ümmetlerin yaptığı gibi, şu anda da tekrar onları liderlik ve önderlik kapılarına dökmeye kadir olan Kur'ân'ı iyice anlamaları, içlerinden dünya sevgisi ve ölüm korkusunu atmaları, hak yolda kendilerini feda etme ve Allah (c.c.)'a kavuşma arzusu içinde olan cesur yürekleri harekete geçirmeleri hususunda, bu sûre Müslümanların hastalıklarını teşhis etmektedir.
Cehalet ve bilgisizlik, bazen hafif bir özür olabilir. Ancak bildiği halde bilmemez-likten gelme, hakka karşı büyüklenme ve körlüğü görmeye tercih etme var ya, işte bunlar korkunç bir azabın dâvetçileridir.
Geçmiş dönemlerde yüce Allah (c.c), putperestleri Yahudiler'e musallat etmişti. Çünkü onlar kitaplarının değerini bilmedüer. Öyleyse değer vermeyerek ve hakkını gözetmeyerek kitapları olan Kur'ârTı terk eden Müslümanların başına da başka kimseleri musallat etmesi, garipsenecek bir şey değildir ki.
Hakka dönüş yolu gayet açıktır; Kur'ân pınarından fışkıran inanç, şeriat, ahlâk ve yaşam biçiminin bir arada olması gerekir. Müslümanlar, işte bunlarla tekrar dirilebi-lir ve öyle bir hayata dönerler ki, bu hayat onları vahiy ümmeti yapar ve insanlarla Rableri arasını birleştiren bir köprü olur.
Kim hakkın dışına çıkar, kuruntu ve ön yargıya uyarsa, sabahleyin ektiğini akşamleyin biçmeyi ümit etmesin. Şüphesiz ki her şeyin yetiştiği ve olgunlaştığı bir zamanı vardır; kişi bu zamana ister razı olsun, isterse olmasın.
İnsan bir günde büyümez ve medeniyet de bir ayda kurulmaz. Neticeler ve doğru ilkeler doğrultusunda medeniyetler kurulur ve zamanın geçmesi ile de kemale erişir.
Mü'min bir kimse, ne kadar dua ederse etsin, Allah (c.c.)'m kevnî kanunlarına mutlaka sabretmelidir:
"İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister, insan pek acelecidir!" (İsrâ, 17/11)
266 ¦ IsrS Sûresi
Muhammed Gazalî
Zamanı gözetmek ve ona boyun eğmekle ilgili husus, bir sonraki âyette gelmektedir:
"Biz, geceyi ve gündüzü birer âyet olarak yarattık. Nitekim, Rabbinizİn nimetlerini araştırmanız ayrıca, yılların sayı ve hesabını bilmeniz için gecenin karanlığını silip, aydınlatan gündüzün aydınlığını getirdik. İşte biz, her şeyi açık açık anlattık." (İsrâ, 17/12)
Zaman içerisinde devletler kurulur, devletler yıkılır. Yahudiler de yükselir ve çöker; tıpkı Kur'ân'ın, sûrenin başında bu hususu açıkladığı gibi. Aynı şekilde dünya, Yahudiler*in dışındaki diğer insanlarla da döner. Ancak insan, kendinden öncelikli olarak sorumludur. Eğer düşünürse doğru bir yol tutar, yok eğer avare avare dolaşırsa, doğru yoldan sapar.
"Kim hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur ve kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü1 üstlenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) ezâ edecek değiliz." (İsrâ, 17/15)
Bu, hem fertler hem de toplumlar ve halklar için geçerli bir kanundur. Bununla birlikte Kur'ân-ı Kerim burada, şu hususu da ortaya koymaktadır: Refah ve bolluk içinde olan varlıklı azgın bir kimse, bulunduğu toplum içerisinde fesadı, bozgunculuğu ve kaosu destekleyen ilk kimsedir. Refah ve bolluk içinde yaşayan varlıklı azgın kimseler, adetâ hastalık taşıyan ve yayan sivrisinekler gibidirler. Onlara itaat etmek ve boyun eğmek ise, cehenneme giden yolda atılan bir adımdır.
"Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebi ile şımarmış elebaşlanna (iyilikleri) emrederiz. Ama buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helake müstahak olur ve biz de orayı darmadağın ederiz." (İsrâ, 17/16)
Din üzerine kurulan medeniyetler, o dine sımsıkı yapışarak, onun sancağını taşıyarak, refah ve bolluk içinde yüzen azgınlıktan, anlamsız törenlerden ve kalbin katılaşmasından uzak durabildikleri sürece, hayatlarını devam ettirebilirler. Yine bu da ancak, âhiretteki yerini tayin ederek dilerse o zaman gerçekleşir:
"Her kim bu çabucak geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen veririz. Sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gideceği cehenneme sokarız." (İsrâ, 17/18)
"istediğimiz kimseye dilediğimiz kadar veririz." Kesin bir ifâde.. Allah (c.c.) yaptığı şeylerde kesinlikle yenilmez ve iradesi dışında O (c.c.)'nun katında olan şeyler de elde edilemez. Ayrıca hiç kimse hiçbir şekilde O (c.c.)'na sahip olamaz. Sahte dindarlık, Allah (c.c.) katında değersizdir. Sahtekâr dindarın itibarı ve saygınlığı yoktur. Yü-
Isrâ Süresi • 267
Kur ' ân ¦ ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
ce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Nûh'lan sonraki nesillerden nicelerini helak ellik. Kullarının günahlarını bilen ve gören olarak Rabbin yeterlidir." (İsrâ, 17/17)
Geçmiş ümmetlerle ilgili bu anlatım, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilişine kadar devam etmektedir. Ancak O'nun peygamberliğinden sonrası için ise, günahkâr kimselerin akıbetleri ile ilgili başka bir âyet şunları anlatmaktadır:
"Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden Önce, ya helak edecek veya en celin bir şekilde azaplandıracağız. Bu, kitapta (Levh-i Mahfuz'da) yazılıdır." (İsrâ, 17/58)
Buradaki kitaptan maksadın, ilâhî bilginin kayıtları olduğu açıktır. Âyetteki uyarı ise hem bize, hem de tüm insanlaradır.
Günahkârların varacağı bu kötü akıbetten kurtuluş var mıdır? İsrâ Sûresi iki sayfa boyunca, büyük vasiyetlerden oluşan bir bütün sunmaktadır ki bunlar, insanları hataya düşmekten korur, onları doğru yola iletir ve onlara şu anda ve gelecekte ilâhî korumayı garanti eder. Bu vasiyetler yüce Allah (c.c.)'m şu sözüyle başlamaktadır:
"Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve ana babanıza da iyi bir şekilde davranmanızı kesin bir şekilde emretti..." {İsrâ, 17/23)
Şu âyetle de sona ermektedir:
"İşte bunlar Rabbinin sana vahyeiliği hikmetlerdir. Allah (c.c.) ile birlikte başka ilah edinme; sonra kınanmış ve uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın." (İsrâ, 17/39)
Bu öğütler, Allah (c.c.)'ın birliği ile başlamakta ve yine aynı şekilde Allah (c.c.)'m birliği ile bitmektedir. Çünkü Allah (c.c.)'tan başkasına meyleden bir kalpte hiçbir ümit yoktur. Gerçek ve tam bir doğruluk ise, kâmil bir tevhidi inanca bağlıdır.
Tek olan Allah (c.c.)'a ibâdetle birlikte anne babaya iyilik etmek gelir. Kişi bu öğütlerin değerini ancak, Batı toplumlarını düşündüğü ve yaşlılıklarında anne babalarının barınmak zorunda kaldıkları huzur evlerini gezip gördüğü zaman anlar. Zira evleri artık onlara dar gelmiştir, evlatları onlardan uzaklaşmıştır ve ölene kadar kendilerine tahsis edilen bu mekânlarda yaşamak zorundadırlar. Hayatlarını başkaları için harcayan bu nesiller, onlardan vefanın zerresini göremezler. Çünkü onlar dünyaya, vahşi hayvanların yeryüzüne dağıldıkları gibi dağılmışlar ve evlerinden uzaklaşmışlardır. Bu durum, ölüm gelip de ebeveynlerini alıp götürdüğü zaman, babalarının evlerine mirasçı olarak oturmak için geri dönene kadar devam eder. İşte hayat böylece sürüp gider, zira insanların yalnızca kendilerini düşünmeleri yasalaşmıştır.
İşin ilginç olan tarafı ise şudur: Babalar, çocuklarını buluğ çağma kadar büyütüp
268 • IsrS Sûresi
Muhammed Gazalî
beslerler, olgunluk çağına geldiğinde ise herkes istediğini yapar ve istediği yere gider. Bu parçalanmış aileleri, yılbaşı kutlamaları veya özel münasebetlerin dışında hiçbir şey bir araya getiremez.
Allah (c.c.)'a inanan bir toplulukta ise, başka şeyler olur. Yüce Allah (c.c.) anne baba hakkında şöyle söylüyor:
"...ana babanıza da İyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine "of!" bile deme; onları azarlama ve ikisine de güzel söz söyle." (İsrâ, 17/23)
Akrabalar hakkında da şöyle diyor:
"Bir de akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma." (İsrâ, 17/26)
Kanaatimce bu âyetin gerçek yorumu şudur: Bİr kimsenin fazla harcama yapması ve lükse dalması caiz değildir. Zira lükse dalma kişinin, akraba ve diğer insanlara verebileceği hiçbir şey bırakmayacak bir şekilde kazancını saçıp savurmasıdır. Bu anlamı Kur'ân-ı Kerim yüce Allah (c.c.)'in şu sözü ile teyit etmektedir:
"Eli sıkı olma; büsbütün eli açıkta olma, Sonra kınanır ve (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun." (İsrâ, 17/29)
Nüfus planlaması siyaseti, ülkelerin halklarına hiçbir şey kazandırmaz. Bunun yerine Allah (c.c.)'ın her yerde bol bol vermiş olduğu iyilik hazinelerinin anahtarlarını bulmaya çalışmak gerekir. Zira gökler, miskin oturan kimselere, ne altın ne de gümüş yağdırır.
"Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur." (İsrâ, 17/31)
Kur'ân zinayı yasaklamıştır. Oysa modern medeniyette zina, elden ele dolaşan para gibi yaygınlık kazanmıştır ve bu medeniyet sahiplerine göre zina etmek eğitim alanında zina tutkusunu bastırmaktan daha iyidir. Karşılıklı rıza oldukça da yasal olarak cezaiandırılamaz! Buna karşılık yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Zinaya yaklaşmayın. Zira o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur." (İsrâ, 17/32)
Bir insanı öldürmek suç olduğu halde katili Öldürmüyor, âdeta ödüllendiriyor. Birçok ülkede idam cezaları kaldırıldı. Ancak bu uygulama, cinayetlerin ve haksız yere kan dökmelerin daha çok yaygınlaşmasına sebep oldu.
"Haklı bir sebep olmadıkça Allah (c.c.)'ın muhterem kıldığı bir cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse onun velîsine yetki verdik. Ancak bu velîde kısasta ileri gitmesin. Zaten o, alacağını almıştır." (İsrâ, 17/33)
İsrâ Sûresi • 269
K ur ' ân- ı Kerîm 'İn Konulu Tefsiri
Allah (c.c.) İnsanlara yetim malına saygı göstermeyi, koruyup gözetmeyi ve verilen sözleri yerine getirmeyi ve ölçü ve tartıda hile yapmamayı emretmektedir. Sonra da her insanın kulağından, gözünden ve kalbinden; kısacası herşeyden sorumlu olduğunu bildirmektedir. İşte bu sebeple birey, kaos ve kargaşa içinde ve de kendi isteğine göre serbestçe yaşayamaz.
"Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsrâ, 17/36)
Şayet insanlar kendilerine iletilen kuruntulara dayalı bilgileri hemen kabul etmeyip biraz düşünseler ve kendilerine ulaşan yaygaraları hemen onay] am asal ar, birçok kötülükten kurtulmuş olurlardı. Son olarak Kur'ân kibirlenmeyi ve kendini beğenmişliği yasaklamaktadır;
"Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de dağlarla boy Ölçüşebilirsin." (İsrâ, 17/37)
İşte bu Öğütler mü'min bir ferdi, inançlı bir toplumu ve güzel bir medeniyeti tesis eder ve ayakta tutar. Bu hasletlere sıkı sıkıya bağlı olan bir topluluğu yüce Allah (c.c.) kesinlikle yenilgiye uğratmaz. Bu öğütlerin bitiminde Allah (c.c.) ve O'nun huzuruna çıkma, evren ve onun yaratıcısıyla İlgili endişeleri dile getiren bir diyalog başlıyor.
Hatırladığım kadarıyla Dr. Ahmet Zeki, güneşleriyle ve aylarıyla birlikte evreni şu şekilde tanımlamaktaydı: Kâinat, hareketli bir yapıya sahiptir. Onun içindeki her-şey doğudan batıya ve yukarıdan aşağıya doğru hareket etmektedir. Bu kâinat hiçbir kaos, kargaşa ve ahenksizliğin olmadığı belirli bir yörünge doğrultusunda hareket etmektedir. Adım attığın her dakika bu evrenin sahibinin yüceliğini görmektesin ve O'nun yüceliğini dile getirmektesin.
Tüm bunlara rağmen, insanın yaratılışını tam olarak niçin bilemediğimizi anlayamıyorum. Onun yaratıhşındaki gizli kudretin sırları hususunda neden hepimiz şaşkına dönüyoruz? Sol bileğe belirli bir süre tutarak bakıyorsunuz ve nabız atışlarının deriye hafifçe basınç yaptığını hissediyorsunuz. Bu basıncın kılcal damarlardaki etkisi çok azdır ve algılamayı sağlayan sinir sistemlerine, vitaminleri algılamayı sağlayan ağız dokularına ve ter salgılayan hücrelere hiçbir etkisi yoktur.
Bu insan vücucuyla, onun çalışan organlarıyla ve bilim adamlarının dediği gibi devamlı yenilenen yapısıyla ilgili düşünmeye devam ediyorum; milyonlarca yıldır hücreler kendilerine kodlanan görevlerini düzenli ve sürekli olarak yerine getiriyorlar ve insanoğlunun bu dünyadaki yaşam sürelerini belirliyorlar. Beyinde veya parmaklarda nelerin olup bittiğini ve nasıl çalıştıklarını tam olarak bilebiliyor musunuz? Alyuvarlar veya akyuvarlar ya da bunların dışındaki vücudun herhangi bir organın-daki kan atışlarını tam olarak algılayıp izah edebilecek hiçbir akıl yoktur.
270 ¦ Isrâ Sûresi
Muhammed Gazaiî
Onun yaratıcısı ona görevlerini yüklemiş ve yörüngesine oturtmuştur. O da bu yörüngenin ne sağına ne de soluna hiç sapmaz. Tüm bunların hepsi bir anda mı oluyor? Hayır, kesinlikle hayır! O hiçbir artma ve eksilme olmayan ve önceden belirlenmiş bir süreye göre olmaktadır.
İnsan vücuduna verilen bu önem, tek bir şahıs üzerinde mi odaklaşıyor? Hayır, kesinlikle hayır. Birisinin diğerinden hiçbir eksiği olmaksızın bu özen, beş milyardan fazla insana hem de eşit olarak gösteriliyor.
İşte tüm bunlar, yüce yaratıcının azametini haykırmıyor mu? Her birey, hatta her atom tanesi Allah (c.c.)'m yüceliğine ilişkin şahitlik etmektedir.
İsrâ Sûresi'ne baktığımızda, yüce Allah (c.c.)'ıh müşriklere şu ilginç sözle hitap ettiğini görüyoruz.
"Biz, onların akıllarını başlarına toplamaları için bu Kur'ân'da (çeşitli ikaz ve ihtarları) türlü şekillerde tekrar ettik. Fakat bu onlara, daha da kaçıp uzaklaşmaktan başka bir şey sağlamıyor. De ki: Eğer söyledikleri gibi Allah (c.c.) ile birlikte başka ilahlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilahlar, arşın sahibi olan Allah (cc.)'a ulaşmak için çareler arayacaklardı. Allah (c.c), onların söyledikleri şeylerden münezzehtir; son derece yücedir ve uludur. Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu teşbih eder. O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların teşbihlerini anlamazsınız. O, halimdir ve çok bağışlayıcıdır." (İsrâ, 17/41-44)
Ben burada kâinatın, Rabbine hamd etmesinin lisân-ı hâl ile mi yoksa lisân-ı kâl/soz ile mi olduğu konusunu araştıracak değilim. Zira hangi durum üzere olursa olsun bu kâinat kendi kendine ayakta durmuyor. Aksine onu yoktan var eden ve idare eden Hayy ve Kayyûm olan Allah (c.c.)'tır.
Şayet saf ve ahmak bir kimseye, Allah (c.c.)'ı tanımak, bilmek ve O (c.c.)'nun vahdaniyetini onaylamak zor geliyorsa bilsin ki; o Allah (c.c.)'a hiçbir şekilde zarar veremez. Zira her şey Allah (c.c.)'ı hamd etmek sureti ile yüceltmektedir.
Sûre, müşriklerin Allah (c.c.)'ı terk ettiklerinden putlarını O'nun dışında ilahlar edindiklerinden, onların şaşkın şaşkın dolaşarak helak olacaklarından ve Allah (c.c.) ile ilgili herhangi bir söz işitmeyi sevmediklerinden bahsetmektedir.
Müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i kendisine sihir yapılmış bir kişi olarak görüyorlardı ve bu dünya hayatından başka bir hayatın olmadığına inanıyorlardı. Oysa ki bunlar, hayvanların doğasında ve karakterinde olan şeylerdir. Zira hayvanlar ne uzak ne de yakın hiçbir geleceği düşünmezler. Onlar sadece bugünleri için yaşarlar ve kendilerini kuşatan çevreye mahkumdurlar.
Modern dünyanın bu hayvanı mantıktan başkasını düşünmemesi çok İlginçtir. Zi-
IsrS Süresi -271
Kur 'ân- ı Kerîm 'i ti Konulu Tefsiri
ra modern dünyanın insanları, insanî olmayan bu düşünce tarzını, sanat ve servet dünyası ile kanun ve felsefe dünyasında da yaymaktadırlar.
"Bir de onlar dediler ki: 'Sahi biz bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken yepyeni hilkatte diriltileceğiz, öyle mî!' De ki: 'İster taş olsun ister demir, isterse aklınıza İmkansız gibi görünen herhangi bir yaratık! (Bunlar Al-lah(c,c.)'ın sizi yeniden diriltmesini güçleştiremez.)' Diyecekler ki: 'Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?' De ki: 'Sizi ilk kez yaratan.' Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve 'ne zamanmış o?' diyecekler. De ki: 'Yakında olsa gerek!' " (İsrâ, 17/49-51)
Bu âyetteki "el inğâdu" kavramı; inkarcı ve alaycı bir tavırla kafayı aşağı yukarı ve sağa sola çevirmek ve sallamak anlamında kullanılmıştır.
Bu sûrenin bir başka yerinde, müşriklerin âhiret gününü ve o gündeki ceza ve mükâfatları inkâr ettikleri tekrarlanmaktadır. Oysa ki Kur'ân insanların, akılları sebebi ile diğer varlıklara üstün kılındığını açıkça belirtmektedir. Şayet insan bu aklını kullanmaz ve aklî yetilerini yitirse; bakar ama göremez, duyar ama algılayamaz, yalan ve boş konuşur, Allah (c.c.)'ın doğru yolu göstermesi için kendine verdiği ehliyeti kaybeder ve inkârı sebebi ile de, hem Allah (c.c.)'ın varlığını ve hem de O (c.c.)'nun huzuruna çıkmayı kabul etmediğini açıkça bildirmiş olur.
"Allah kime hidâyet verirse işte doğru yolu bulan odur; kimi de hidâyetten uzak tutarsa, artık onlara, Allah'tan başka dostlar bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun hasrederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki, ateşi yavaşladıkça onun alevini arltırırız. Cezaları İşte budur! Çünkü onlar, âyetlerimizi inkar etmişler ve: 'Sahi bizler bir kemik yığını ve kokuşmuş toprak olduktan sonara yeni bir yaratılışla diriltilmiş mi olacağız?' demişlerdir. Düşünmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, kendilerinin bir benzerini yaratmaya da kadirdir! Allah, onlar için bir vade takdir etti. Bunda şüphe yoktur. Ama zâlimler, inkarcılıktan başkasını kabullenmediler." (İsrâ, 17/97-99)
İsrâ Sûresi'nde, Allah (c.c.)'ın, Müslümanlara güzel söz söyleme hususunda öğütte bulunmasında şaşılacak bir şey yoktur. Zira Allah (c.c), Yahudiler'e olan vasiyetinde; "... insanlara güzel söz söyleyin..." (Bakara, 2/83) diyorsa, davet ve tebliğde güzel sözlü olan ve nazik olan son ümmetin karakteri olmalıdır.
"Kullarıma söyle sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır." (İsrâ, 17/53)
Son ümmetin bu özelliğine şu delâlet etmektedir: Yeryüzüne hâkim oluncaya kadar İslâm davası devamlı yücelecektir. Şu âyet bu hususa işaret etmektedir:
"Rabbİn, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten biz, peygam-
272 ¦ IsrS Sûresi
Muhammed Gazali
berlerin kimini kiminden üstün kıldık ve Davud'a Zebur'u verdik." (İsrâ, 17/55)
Hz. Dâvud (a.s.)'a verilen Zebur hakkında yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır, diye yazmıştık." (Enbiyâ, 22/105) Burada Hz. Dâvûd (a.s.)'u anmanın tercih edilmesi, İslâm ümmetinin kıyamete kadar bakî kalacağını ve risâletinin sürekli olacağına işaret eden delile dikkatleri çekmek İçindir.
Gerçek şu ki, tevhid inancını kabul etmekle diğer dinlerden ayrılan İslâm risâleti ve bu inancı yaymaktaki aşırı gayreti, insanlarla Rableri arasında sağlam bir ilişki kurmaktan, bu ilişkiyi kopmaz kılmaktan ve Allah (c.c.)'ın dışındaki her şeyi O (c.c.)'nun kulu olduğunu ve O (c.c.)'nun yüceliğini kabul etmek zorunda olduğunu apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.
"De ki: Allah'ı bırakıp da (ilah olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarırı. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştııabilir ne de değiştirebilirler. Onların yal-vardıklan bu varlıklar Rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar; O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbînin azabı, sakınılacak bir azaptır." (İsrâ, 17/56-57)
Tam da burada ortam, Hz. Âdem (a.s.) ve oğullarından bahsetmeyi gerektirmektedir. Hz. Âdem (a.s.), Allah (c.c.) O'nu seçip yücelttikten ve tüm melekleri ona secde ettirdikten sonra her zaman en faziletli kimse olmaya lâyıktır.
Allah (c.c.) onlara, dillerinden şükrü düşürmeyecek kadar nimetler verdikten sonra Âdemoğullan'nın, şeytanın vesveselerini yalanlamaları gerekirdi.
"Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ve onları, yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık." (İsrâ, 70)
Ne var ki Hz. Âdem'in azmi zayıfladı onun çocukları da canlarının istediği gibi hareket ettikleri güzellikleri unuttular. Sonuçta da onların cezalandırılmasından başka çıkar yol kalmadı. Kur'ân'da bu dehşet verici durum anlatılmaktadır. Nasıl hareket edebileceğimizi bilebilmek için bu anlatılanları okuyup iyice düşünmeliyiz.
Yüce Allah (c.c.) bizlere düşünelim ve karar verelim, iyiyi kötüden ve güzeli de çirkin olandan ayıralım diye akıl vermiştir. Şayet bizler düşünüp karar veremez isek ve iyiyi kötüden, güzeli de çirkinden ayıramazsak bize verilen akıllarımızın ne değeri vardır ki?
"Ey kardeşim.' Dünyaya bakan kimsenin ne faydası vardır;
Şayet o kimsenin yanında aydınlık ve karanlıklar eşitse!"
Bir adama desek ki; iki artı iki dört eder. O kimse de size hemen şöyle cevap ver-
Isrf Sûresi • 273
Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
¦se: Dağı yerinden oynatana kadar senin bu söylediğine inanmam. Böyle diyen bir kimsenin saygı duyulmaya layık bir mantığım görebiliyor musunuz?
Allah (c.c.)'ın elçisi olan Hz. Muhammed (s.a.v.), tüm gayret ve çabasını Allah (c.c.)'m birliğini ispata ve O (c.c.)'nun yüce varlığının her şeyin varlığından daha gerçekçi olduğunu kanıtlamaya harcamıştır. Buna rağmen, O'na hep şöyle denilmiştir: "Bilakis bizim putlarımız, kabul ve takdir edilmeye daha layıktır." Hatta Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, doğruluğunu ispat etmesi için mucizeler getirmesi hususunda meydan okumuşlardır.
Şayet bu kimseler sağlam bir karakter ve selim bir akla sahip olsalardı, yüce kudretin inmesi ve onların istedikleri şeylere cevap vermesi mümkün olurdu. Oysa asıl problem, istedikleri cevaplandıktan sonra da, oların inkârı devam etmektedir. "Hayır, bunlar saçma sapan rüyalardır; bilakis onları kendisi uydurmuştur. Belki de o, şâirdir, (Eğer böyle değilse) bize hemen, öncekilere gönderilenlerin benzeri bir âyet/mucize gelirsin, dediler. Bunlardan önce helak ettiğimiz hiçbir ülke iman etmemişti; şimdi bunlar mı iman edecekler?" (Enbiyâ, 21/5-6)
Mekkeliler, risâletinİ tasdik etmeleri için, Hz. Muhammed (s.a.v.)'den Safa tepesini altın yapmasını İstediler. Şayet bu da onlar için altın yapılsaydı da bundan sonra onlar hâlâ O'nun risâletini yalanlamaya devam etselerdi nice olurdu? İşte bu mucize onları hemen helak edici bir unsur oluverirdi, çünkü vahiyle oynamak mümkün değildir. Bu sûrede yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Bizi, mucizeler göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mucize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve) bu yüzden zâlim oldular. Oysa biz âyetleri ancak kokutmak için göndeririz." (İsrâ, 17/59)
Tüm bunlara rağmen Kureyş müşrikleri bir mucize istemedi; aksine birden fazla mucize istedi:
"Onlar: 'Sen bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle kî içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmahsm veya Allah (c.c.)'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece göğe çıktığına da asla inanmayız.' dediler. De ki: Rabbimi tenzih ederim zira ben sadece ben beşer bir elçiyim." (İsrâ, 17/90-93)
Gerçek şu ki, şayet Yüce Allah (c.c.) onların istemiş olduğu bu mucizeleri gerçek-leştirseydi bile, gerçek İman onların kalplerine girmezdi. Tıpkı bir başka yerde şöyle denildiği gibi; "Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı doğru çıksalar, yine de 'gözlerimiz boyandı daha doğrusu bizlere büyü yapılmıştır' derler." (Hicr, 15/14-15)
274 ¦ İsrâ Süresi
Mubammed Gazalî
İnat onların kalplerini kaplamış ve inkarcılık onlardan bazılarına uğrayıp geçen, gelip geçici bir durum değildir. Aksine onların tabiatı haset, aptallık, hırs, tamah ve bencillikle kaplıdır. Oysa küfür ve inkârdan uzaklaşmak uyanık bir akıl, doğru bir karar ve bozulmamış bir ahlak ister. îman ile küfür arasındaki mücadele gelip geçici bir
durum değildir; aksine bu mücadele yüzyıllar boyu sürecektir.
"...helak olanın açık bir delille helak olması ve yaşayanın da açık bir delille yaşaması İçin..." bu mücâdele devam edecektir. "...O günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklardır. Bu dünyada kör olan kimse, âhirette de kördür; üstelik iyice yolunu da şaşırmıştır." (İsrâ, 17/71)
Hz. Muhammed (s.a.v.) ise geçmiş dönemde sapıklıkla mücadele etmiş olan büyük peygamberlerin Önderidir. O, sadece Arap Yanmadası'ndaki inkarcıların ve iftiracıların şüpheleri ile uğraşmayacaktır. Zira onun evrensel risâletİ, kıyamete kadar, hangi kıtada olursa olsun, her insanı kurtuluşa ulaştırmak için indirilmiştir.
Allah (c.c.)'ın yardım ve desteğinden sonra onun risâletindeki başarıya ulaşmasındaki taşıdığı yükün büyük bir bölümü, akılların harekete geçirilmesine, taklitçiliğin kovulmasına ve aklın önderliğinin sürekli olarak devam ettirilmesine kadar beşerî zaafları nazikçe tedavi etmeye dayanmaktadır.
İşte Mekke'nin ileri gelenleri, kendilerinin tüm insanlarla birlikte bir arada bulunmalarını kabullenemiyorlardı. Geçmişte de Nuh'a şöyle seslenmişlerdi: "Onlar şöyle cevap verdiler: Sana düşük seviyeli kimseler tabi olup dururken, biz sana iman eder iniyiz hiç! Nûh dedi ki: Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir; bir düşünseniz! Ben iman eden kimseleri kovacak değilim." (Şuarâ, 26/111-114)
Müşrikler, eğer Hz, Muhammed (s.a.v.) onların iman etmelerini İstiyorsa, kendilerine has özel bir mekân yapması gerektiğini talep ediyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de zamanının ve gayretinin büyük bir kısmını, herhangi bir kabile reisinin Müslüman olmasına harcıyordu. Şayet o kabile reisi iman edecek olursa, onun destekçilerinden yüzlerce hatta binlerce kişi de ona uyarak iman ederlerdi. İşte bu sebeple belki de bu kişilere ayrılan süre, başka bir fakir ve güçsüz insanın hakkını elinden alıyordu. İşte bu hususla ilgili olarak, Yüce Allah (c.c.) Resulü'ne şöyle sesleniyor:
"Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerede ise, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat (attırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (İsrâ, 17/73-75)
İsrâ Sûresi ¦ 275
Kur'ân-j Kerîm'in Konulu Tefsiri
Şüphesiz ki tebliğ ve davet metodu bir şeydir, ahlâkî sapmalar ise başka bir şeydir. İşte bu sebeple zayıf ve mustaz'af kimselerden ayıracağı süreyi, toplumun ileri gelen önderlerine ayırarak o mustaz'af kimseye ayıracak zamanı harcadığı için, yüce Allah (c.c.) elçisini azarlamaktadır. Bu âyetlerin bağlamı tamamen müşriklerin ileri gelenlerinin hile ve tuzaklarına düşmemeyi tembih etmekte ve onların yumuşaklıklarından sakındırmaktadır.
Âyetler, müşriklerin içlerinde gizledikleri kini ve İslâm dâvetine zarar vermek için nice entrikalar çevirdiklerini ortaya koymaktadır;
"Yine onlar, seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar getirecekler. O takdirde, senin ardından kendileri de fazla kalamazlar." (İsrâ, 17/76)
Müşrikler Hz. Muhammed (s.a.v.)'e Mekke'de her türlü zorluk ve sıkıntıyı çektirdiler; hatta onu ülkelerinden kovmayı bile düşünmüşlerdi, sonuçta da onu Öldürmeyi tercih ettiler.
Kutlu elçi Mekke'den muhacir olarak çıktı ve Allah (c.c.) elçisini onların tuzaklarından kurtardı. Bunun üzerinden uzun bir zaman geçmeden, İslâm galip geldi ve Hz. Muhammed (s.a.v.) Mekke'ye muzaffer olarak geri döndü. Artık Allah (c.c.) va'dini yerine getirmişti.
Tebliğ ve davet çalışmasından sonra ibâdet ve kulluk çalışması gelmişti. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) gece ve gündüz namaz kılmakla mükellef tutulmuştu:
"Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastınncaya kadar namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir." (İsrâ, 17/78)
Ben "Fennü'z-Zikri ve'd-Duâ İnde Hâtemİ'l-Enbiyâ" isimli bir kitap yazdım ve şöyle bir duyguya kapıldım: Ezelden ebede kadar yeryüzü sakinleri, Allah (c.c.)'ı zikreden, O (c.c.)'na dua eden ve O (c.c.)'nu yüceltmek, her şeyden münezzeh kılmak için kendinden geçen, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatında gördükleri kadar, başka hiçbir kimsede görmemişlerdir. Bunun kitap ve sünnetteki göstergeleri bu gerçeği haykırmaktadır.
Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah (c.c.)'ın insanlara son sözüdür ve önceki nübüvvet binasının kendisiyle tamamlandığı son tuğlasidır. Ehl-i Kitap, ileride bir peygamberin geleceğini biliyorlardı ve ellerindeki Tevrat'ta da o gelecek nebinin hangi şeylere davet edeceğini biliyorlardı. İşte o beklenen elçi geldiğinde içlerinden samimi ve dürüst olanlar hemen ona tabi oldular. Yüce Allah (c.c.) diyor ki:
"Biz Kur'ân'ı hak olarak İndirdik; o da hakkı getirdi. Seni de ancak müjdeîeyi-ci ve uyarıcı olarak gönderdik. Biz onu, Kur'ân olarak, insanlara dura dura okuyasın diye âyet âyet, sûre sûre ayırdık ve onu peyderpey indirdik. De ki: Si? ona ister inanın ister İnanmayın; şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim ve-
276 • İsrâ Sûresi
Muhammet! Gazali
rilen kimselere o Kur'ân okununca derhal yüz üstü secdeye kapanırlar ve derlerdi ki: Rabbimizi teşbih ederiz. Rabbinıizin va'di mutlaka yerine getirilir."
(İsrâ, 17/105-108)
Dünya tarihi, Suriye ve Mısır Hıristiyanları'nın, Roma baskısı kalktıktan sonra hemen İslâm'a girdiklerini sonra da bu dini dünyanın her köşesine Araplar'la birlikte taşıdıklarını yazmaktadır. İşte bu tarihî belgeler biraz önceki âyetleri doğrulamakta ve Ehli Kitap'tan iman edip de imanlarında samimi olan bütün bir topluluğun varlığına işaret etmektedir.
isrâ Sûresi • 277
Muhammet! Gazali