NAHL SURESİ
Sûrenin, mü'minler ile müşrikler arasındaki mücadelenin kızışmasından sonraki Mekkî dönemin sonlarına doğru indiği anlaşılmaktadır. Bu dönemde, zaman akıp geçiyor ve fakat İman, kök salacak şekilde bir galibiyet elde edemiyor ve belini bükecek şekilde şirke darbe İndiremiyordu.
O günlerde müşrikler mü'minlere şöyle sesleniyordu: "Bizi, gelmesiyle tehdit ettiğiniz ve bekleyip durduğunuz azap hani nerede?" Bu soruya mü'minlerin cevabı ise şu oluyordu: "Her gelecek yakındır, bekleyeni için yarınlar çok yakındır."
"Allah'ın emri gelmiştir, artık onu istemekte acele etmeyin..." (Nahl, 16/1)
Olması kesinlik kazanan bir şeyle hüküm vermek, mümkün hale gelir. Bu ilkeye göre, hak ile bâtıl arasındaki mücâdele, putperestlerin susturulduğu ve boyun eğdİril-diği bir yenilgiyle sonuçlanacaktır. Fakat bunun gerçekleşmesi için, günahkârların uzun zamandan beridir bekledikleri, ilâhî takdirin ise çok yakın olarak gördüğü bir süreye ihtiyaç vardır.
Ancak bu süre içinde, Müslümanların hiçbir şüpheye düşmeksizin ve endişeye kapılmaksızın sabretmeleri gerekmektedir. İşte bu sebeple yüce Allah (c.c), sûrenin sonunda elçisine şöyle sesleniyor:
"Sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Onlardan dolayı kederlenme ve kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma! Çünkü Allah, takva sahibi olan ve güzel amel işleyenlerle beraberdir." (Nahl, 16/127-128)
Müslümanlar günlerce sabrettiler. Müşriklerin işkenceleri sonucu vücutlarındaki acıyı hissetmeye başladıklarında ise, onların bu işkencelere sabretmelerini öğütleyen ve onları teselli eden şu iki âyet nazil oldu:
"Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür. (...) Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip, ardın-
Nshl SOresi • 249
Kur ' ân- ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
dan da sabrederek cihad edenlerin yardımcısıdır. Bütün bunlardan sonra Rab-bin elbette çok bağışlayan ve esirgeyendir." (Nahl, 16/41,110)
Bu âyetlerdeki hicretten maksat, Habeşistan'a olan hicrettir. O dönemde zayıf kimseler (mustaz'aflar) ve artık işkenceye dayanamayanlar için Habeşistan'a hicret etmelerine izin verilmişti. Bu konuyla ilgili olarak Buhârî bir hadis rivayet etmektedir, biz de bu hadisi burada aktarıyoruz:
"Habeşistan'dan Medine'ye hicret edenlerin içinde bulunan Esma binti Umeys (r.a.), bir gün Hz. Hafsa (r.a.)'nın yanına gitti. Onun arkasından Hz. Ömer (r.a.) de o ikisinin üzerine vardı ve Hz. Esma (r.a.)'ya şöyle dedi: 'Biz sizden önce (Medine'ye) hicret ettik, öyleyse biz Resûlullah (a.s.)'a sizden daha çok hak sahibiyiz.' Bunun üzerine Hz. Esma (r.a.) öfkelendi ve dedi ki: 'Kesinlikle hayır! Allah (c.c.)'a yemin olsun ki, sizler Resûlullah (s.a.v.)' la birlikte idiniz ve O (a.s.) açlarınızı doyuruyor ve câhillerinizi eğitiyordu. Ama bizler Habeşistan'da kin ve nefret içinde, zor şartlar altında yaşıyorduk; işkence görüyor ve korkuya kapılıyorduk, işte tüm bunlara Allah(c.c) ve Resulü (s.a.v.) için tahammül gösterİyorduk! Allah (c.c.)'a yemin olsun ki, senin bu söylediklerini Resûlullah (s.a.v.)'a anlatıncaya kadar, ne bir lokma yemek ve ne de bir yudum su içeceğim.'
Resûlullah (s.a.v.) Hafsa (r.a.)'nın evine geldiğinde Hz. Esma (r.a.) O'na şöyle dedi: Ey Allah' in Resulü! Ömer, şöyle, şöyle dedi (diyerek olanları anlattı) Allah Resulü (s.a.v.) ona: 'Peki sen ona ne dedin?' diye sordu. O da söylediklerini anlattı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) söyle dedi: Onlar bana sizlerden daha fazla hak sahibi değiller; o ve arkadaşlarının tek bir hicreti vardır, oysa siz gemi ehlinin, iki hicreti vardır."
Bu sûrenin girişinde yüce Allah (c.c.) vahyi, "Rûh" olarak isimlendirmektedir; çünkü vahiy, fertlere ve toplumlara hayat verir: "Allah kendi emriyle melekleri, kullarından dilediği kimseye vahiy ile,
"Benden başka tanrı olmadığına dair (kullarımı) uyarın ve benden korkun, diye gönderir." (Nahl, 16/2)
Bİr başka sûrede de şöyle buyuruyor: "İşte böylece sana da emrimizle Kur'ân'ı
vahyettik. Oysa sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin..." (Şûra, 42/52)
Bu Kur'ân'ın içinde Araplara inen ruh, onlarda, önceleri hiçbir değerleri yokken dünyanın liderliğine ehil hale getiren, yeni bir karakter yarattı.
Bağlam olarak bu sûre iki ana bölüme ayrılmaktadır: İlk bölümde, melekler vasıtasıyla indirilen vahiyden bahsetmekte, ikinci bölümde ise, Allah (c.c.)'ın kâinattaki âyetlerinden ve kullara verdiği nimetlerden bahsetmektedir. Birbiriyle uyum içinde olan bu iki bölüm, insanlara öğüt vermek ve onlara Rablerini tanıtmak için âdeta bir-
250 • Nahl Sûresi
Muhammet! Gazali
biriyle yardımlaşmaktadır. Meselâ ilk bölüme bir bakalım; şu âyet-i kerimeyi işittikten sonra, insanlar ne diyecekler acaba?
"Benden başka tanrı olmadığına dair (kullarımı) uyarın ve benden korkun, diye gönderir." (Nahl, 16/2)
İnsanlar birbirinden tamamen ayrı iki grupturlar: Birinci grup; hem sapar, hem de saptırır. "Onlara: "Rabbiniz ne indirdi?" denildiği zaman,
"Öncekilerin masallarını" derler. Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından da bir kısmını yüklenmeleri İçin (öyle derler.) Bak ki yüklenecekleri şey ne kötüdür!" (Nahl, 16/24-25)
İşte bu grup, sapıtmanın ve yoldan çıkmanın önde gelen liderleridir. Bunların günahları kat kattır; zira bunlar, hem kendileri sapıtmışlar, hem de başkalarının sapıtmasına sebep olmuşlardır. Bir hadiste şöyle denilmektedir: "Kim bir sapıklığa çağırırsa, ona tabi olan kimselerin günahlarının bir katı/benzeri, o günahı işleyenin günahından hiçbir şey eksilmeksİzİn, o çağınciya da verilir." Sahîh-i Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî, Tirmizi, İbn-i Mâce ve Ahmed b. Hanbel Ebû Hureyre'den rivayet etmişlerdir.
Adamın biri, içerisinde bir çok saçmalıkların bulunduğu bir kitap yazıyor ve cezasının, o kitabı sadece yayınlamakla sınırlı olacağını zannediyor. Oysa kıyamet gününe kadar açık kalacak bir hesap defterinin olduğunu ve onun bu kitabından dolayı suç işleyen kimselerin günahlarının bir benzerinin de kendi amel defterine eklendiğini acaba biliyor mu? Evet o müellif, yazdıklarına uyarak sapıtan takipçilerinin günahlarını da hiç eksiksiz yüklenecektir. Onların takipçileri de, gafletleri ve körü körüne teslimiyetleri sebebiyle, sorumludurlar. Zira onların, kendilerine sunulan şeyleri, akıllarım kullanarak tenkit süzgecinden geçirmeleri ve tıpkı hayvanlar gibi güdülmeme-leri gerekirdi.
"...Kendilerine ilim verilmiş olanlar derler ki: 'Şüphesiz bugün rezillik ve kötülük kâfirleredir.' Kendilerine haksızlık ederlerken meleklerin canlarını aldıkları kimseler: 'Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk' diyerek teslim olurlar. (Melekler onlara şöyle der) Hayır, Allah, sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir." (Nahl, 16/27-28)
İşte birinci grupla ilgili anlatılanlar bunlardır. İkinci gruba gelince, sorunun bizzat kendisi onlara yöneltilmektedir, fakat onlar kıvrak zekâ sahibi oldukları için, çok güzel cevaplar vermektedirler:
"(Kötülüklerden) sakınanlara: 'Rabbiniz ne indirdi?' denildiğinde, 'Hayır, iyilik (indirdi)' derler. Bu dünyada iyi işler yapanlara, güzel mükâfat vardır. Âhi-ret yurdu İse, daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu da gerçekten güzeldir!" (Nahl, 16/30)
Nahl Sûresi «251
Kur'ân-ı Kcrîm'in Konulu Tefsiri
İşte bu söz, Kur'ân'ı çok iyi anlayan ve hem dünya da, hem de âhirette güzel sonun muttakîlerin olacağını bilen, bir kimsenin sözüdür. Bu muttakîler kimlerdir ve hangi niteliklere sahiptirler?
"(Onlar,) meleklerin, 'Size selam olsun, yapmış olduğunuz iyi İşlere karşılık cennete girin.' diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir." (Nahl, 16/32)
Gördüğünüz gibi bu nitelik; hayatlarını iyilik ve güzellikler İçinde geçiren, ruhları tertemiz ve onlara ölüm geldiği zaman bile iyi işler yapmaya ve kötülükleri de terk etmeye azim ve sabırla devam eden, insanlara aittir.
Meyve, dalında olgunlaşır ve su ile ışık arasında belirli bir süre geçirdikten sonra lezzetlenir; bu süreç içinde de tadını alır. Aynı şekilde mü'minler de cennete girmek için yetişir ve olgunlaşırlar.
Mutluluk ve güzellik konusunda, İslâmî düşüncenin düzeltilmeye ihtiyacı vardır. Artık Müslümanların, takvanın; yetenekleri geliştirmek ve nitelikleri olgunlaştırmak olduğunu bilmeleri gerekir.
Vahyi inkâr edenlerle kabul edenleri anlatmayı bir tarafa bırakarak, evrenle ilgili bir başka konuya dönelim: Allah (c.c.) bu evrenin yollarını nasıl yaptı ve insanoğlunun yaşaması için gerekli olan şeyleri nasıl kolaylaştırdı?
"(Allah) gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, koştukları ortaklardan münezzehtir. O, insanı bir damla sudan yarattı. Fakat bir de bakarsın ki (insan) Rabbİne apaçık bir hasım oluvermiştir." (Nahl, 16/3-4)
Hiçbir şeye güç yetiremeyen bir çocuk olarak varlığı herkesçe bilinen bir insanın, kendisini yaratan, şekil veren ve gizli-açık tüm nimetlerini sunan Allah (c.c.)'a düşman kesilmesi, doğrusu şaşılacak bir durumdur.
"Hayvanları da O yarattı. Onlar da sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. Sîzin için onlardan ayrıca akşamleyin getirirken ve sabahleyin salıverirken bir güzellik vardır." (Nahl, 16/5-6)
İnsanoğlunun rahat ve bolluk İçinde yaşaması ile ilgili Kur'ân'in çizdiği portre, koltuğuna oturarak etrafına emirler yağdıran efendi portresi değildir. Aksine Kur'ân'ın çizdiği portreye göre insan; sahibi olduğu ve emrine verilen hayvanlarının peşine düşüp tarlasına giden, orada çalışan ve sonra da evine geri dönen bir çiftçidir. İşte bu, insanoğlu için büyük bir servettir.
Sonra yüce Allah (c.c.) insanoğluna verdiği ilâhî lütufları peşpeşe sıralıyor:
"Gökten suyu indiren O'dur. Ondan hem size İçecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler. (Allah ) su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler,
252 • Nahl Sûresi
Muhammed Gazalî
hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır." (Nahl, 16/10-11)
Yeryüzüne yağmur nasıl yağıyor? Toprak ve su aynı olduğu halde, hem insanların hem de hayvanların kısmeti olan çeşit çeşit tohumlar, rengârenk çiçekler ve türlü türlü yiyecekler bitiyor. Yeryüzünün bir yerinde sıra dağlar görürken, bir başka yerinde geniş ve dümdüz araziler görüyorsun. Bütün bunları kim yarattı?
"O, geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır." (Nahl, 16/12)
Hepimizin yaşadığı ve rızkını temin ettiği bu yeryüzü, uzay boşluğundaki sayısız yıldızlardan oluşan bir yörüngedeki küçücük bir zerreden başka bir şey değildir. Dünya; sanki demir parçasından fırlamış bir kıymık veya uçsuz bucaksız bir çölden alınmış bir kum tanesi yada dalgaların birbirine vurduğu okyanustan bir damla su gibidir.
Evren gerçekten çok büyüktür, ancak onun yaratıcısı olan Allah (c.c.) ise, her şeyden daha büyüktür. Buna rağmen bazı insanlar, yüce Yaratıcıyı unutuyorlar da, ya bir taş parçasını yada bir ağaç parçasını ilâh ediniyorlar. Bu ne büyük aptallık ve budalalık yâ Rabbi!
"O halde, yaratan yaratmayan gibi olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz? Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız. Hakikaten Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir. Allah, gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir. Allah'ı bırakıp da taptıkları (putlar,) hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır. Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler." (Nahl, 16/17-21)
Kullarından, kendisini anmaları ve O (c.c.)'na şükretmeleri için vermiş olduğu nimetlerin bu sûrede Allah (c.c.) tarafından çokça anlatıldığı için, bu sûreye aynı zamanda "Nimetler Sûresi" de denir. Sûrenin başında şöyle demiştik: Sükût halindeki kâinatın işaret ve delaleti, konuşan Kur'ân'ın işaret ve delaletiyle aynıdır. Birbirine uygun olan bu iki delil, İnsanların Rablerini tanımaları ve O (c.c.)'na itaat etmeleri hususunda birbirini tamamlamaktadır.
Geçmiş ve günümüzde bazı insanlar, vahyi inkâr etmekte ve onu getirenleri ise yalancılıkla suçlamaktadırlar. İlk yaratılış içinde olan bu insanlar, sânı yüce Allah (c.c.)'ınşu sözünü unutmaktadırlar: "...Tıpkı ilk yaratmaya haşladığımız gibi onu tekrar o hale getiririz..." (Enbiyâ, 22/104) Yaşadığımız bu dünyanın dışında şu gerçek de vardır:
"Onlar: 'Allah ölen bir kimseyi diriltmez' diye olanca güçleriyle Allah'a and içtiler. Aksine, bu O'nun bizzat kendisine karşı gerçek bir va'didir. Fakat insanların çoğu bilmez." (Nahl, 16/38)
Nahl Sûresi • 253
Kıır'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
Oysa gerçek şu ki; bu dünyadan ve içindekilerden istifâde edilen belirli bir süreden sonra, daha Önemli ve ebedî bir başka hayat gelecektir. Tarih boyunca tüm elçiler de, işte bu gerçek hayattan İnsanları haberdar etmek için gelmişlerdir;
"(Onlar) sadece Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir. Senden Önce de, kendilerine vah yettiğim iz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun. Apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'ân'ı indirdik." (Nahl, 16/42-44)
Materyalist, putperest ve seküler düşünceye sahip kişiler, hiçbir ilâhî bilgiye (valiye) inanmazlar. Mekkeliler de putlara tapmayı, atalarından miras olarak almışlardı. Fakat bu miras onların zihinlerini, sadece bu dünyanın geçici zevkleriyle doldurmaktan başka bir şey yapmamıştır. Kendisine vahiy geldiğini ve bu kâinatın onların tasavvur ettiklerinden daha büyük olduğunu söyleyen bir kimse İşittiklerinde, hemen onu yalanladılar ve ona karşı çıktılar. Bunun üzerine Kur'ân-ı Kerim, vahiy denen bir şeyin olduğunu ve geçmişte de peygamberler gönderildiğini bilmeleri için onlara, Ehl-i Kitâb'a gidip sormalarını emretti.
Ehl-i Kitap'la ilgili sözler çok farklıdır. Evet, Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. İsâ (a.s.) hak peygamberlerdir, ancak vahiy onlara nerede geldi ve o vahyi nerede tebliğ etmeleri emredildi? Bazı topluluklar kendi kendilerine laflar uydurdular, sonra da bu uydurdukları sözleri Allah (c.c.)'a nispet ettiler. Hiç akıllı bir kimse şu söylenenleri tasdik eder mi? Hz. Âdem (a.s.) bilgi ağacının meyvelerinden yedikten sonra Allah (c.c.) O'na hücum etti, bu sebeple Hz. Âdem (a.s.) de ebedîlik ağacının meyvelerinden yemekten korktu ve Allah (c.c.)'la otorite hususunda tartıştı! İşte bu sebeple de Allah (c.c.) onu cennetten kovdu ve hem o, hem de onun neslinden gelenler acı, sıkıntı, meşakkat ve zorluk çeksinler diye hepsini yeryüzüne indirdi!
Akıllı bir kimse Allah'ın, biricik oğlu Hz. İsâ (a.s.)'yı öldürdüğünü yada Hz. Âdem (a.s.)'in günahlarına keffaret olsun ve bağışlansın diye Hz. İsâ (a.s.)'yı ölüme terk ettiğini düşünebilir mi?
Ehl-i Kitâb, kendilerinin uydurdukları sözleri servise sunuyorlar, sonra da bu sözlerin Allah (c.c.) katından indirilmiş vahiyler olduğunu ve kim bunları tasdik etmezse kâinatın efendisi tarafından kabul edilmeyeceğini iddia ediyorlar. Bu ayette geçen "Zikir Ehli" kimselere sorulması, ilk dönemdeki Arapların, vahyin mümkün olduğunu ve kendisine vahiy geldiğini söyleyen kimsede herhangi bir garabetin olmadığını bilmeleri İçindir. Yoksa o anda yaşayan Araplar için, bunun yerine, onların bilgilerini uzunca bir düzeltmeye tabi tutmak gerekir. Hz. Muhammed (s.a.v.)'e indirilen bu kitap ise, gerekli olan tashih ve düzeltmeleri bünyesinde barındırmaktadır. İşte bu sebeple yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
254 • Nahl Sûresi
Muhamıııed Gazali
"Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişizdir. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). İşte o, bugün onların velîsidir ve onlar için elem verici bir azap vardır. Biz bu kitabı sana sırf ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasm ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olman için indirdik." (Nahl, 16/63-64)
Şüphesiz ki bu Kur'an, ilk vahiyle inen kadim gerçeği açıklamakta ve insanlığın aklını açmazlardan kurtarmaktadır. Gerçekte Hz. Muhammed (s.a.v.), din ile aklı, görünmeyen ile görünen alemi, Allah (c.c.) katından indirilenle gerçek akıl sahiplerinin ulaştığı bilgiyi birbirine en güzel bir şekilde bağlayan kimsedir. İşte bu sebeple onun görevini ve yaşamını belirleyen şu âyet inmiştir.
"İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman İçin ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik." (Nahl, 16/44)
Düşünme, canlı bir aklın ürünü ve olgun bir insanın tipik özelliğidir. Aklî düşünceden doğan ve fıtratın hakikatini reddeden her inanç, insandan kaynaklanan bir saçmalıktır; Yüce Allah (c.c.) tarafından gönderilen bir vahiy değil. Önceki peygamberlere gönderilen ilahî vahiyde şöyle deniliyordu:
"Allah buyurdu ki: İki tann edinmeyin! O ancak bir tanrıdır. O halde yalnız benden korkun! Göklerde ve yerde ne varsa, O'nundur ve dinde yalnız O'nun-dur. O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?" (Nahl, 16/51-52)
Sûre, Allah'ın insanlara ihsan etmiş olduğu nimetleri şu şekilde sınıflandırmaktadır.
"Allah gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzünü, ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen toplum için bir ibret vardır." (Nahl, 16/65)
Toprağın ölümü ile canlılığı arasında, tohum, meyve ve güzel ürünlerin fışkırdı-ğı gübre ve artıklar kalmaktadır. Birbirinden ayrı bu zıtlıkların yaratıcısı kimdir? Şüphesiz ki tek olan Allah (c.c.)'tır:
"Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir İbret vardır. Zira size, onların kannlanndaki fışkı ile kan arasından gelen içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içiyoruz." (Nahl, 16/66)
Sağmal bir İnek, sütün oluşmasında bir şey yapmış mıdır? Karın ve onun içindekiler bu sütün kendisinden aktığı bir kaynak değildir ki!
Tavuğu düşünebiliyor musunuz? O, yumurtladığı yumurtayı nasıl yapıyor? Diğer birçok besinlerle birlikte beyazı ile sarısını birbirine nasıl karıştırıyor? İşte Allah Te-âlâ tüm bunların yaratıcısıdır. Ne var ki bazı insanlar, bunları hem yerler hem de inkâr ederler!
Nahl Sûresi • 255
Kur'ân-ı Kerîm ' i n Konulu Tefsiri
"Rabbin balansına: 'Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendilerine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ve Rabbi-nin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir' diye ilhanı etti. Onların karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır. Elbette bunda, düşünen bir kavim için büyük bir İbret vardır." (Nahl, 16/68-69)
Balın faydalarını ve etkilerini anlatmak için yüzlerce kitap yazılabilir. Kraliçe ve işçilerden oluşan bu arılar, daha sonra insanlar için besin ve şifâ kaynağı olarak sunacakları, tarla ve bahçelerden, dere ve tepelerdeki otlardan arıtarak o bah toplamaktadırlar. İnsanlar ise bu besin ve şifâ kaynağı olan balı yiyorlar ve fakat bah yapan arıların yaratıcısına hiç de şükretmiyorlar.
Daha sonra âyetler, beşikten mezara kadar tüm insanları kapsayan nimetleri saymaya başlıyor.
"Sizi Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirecek. Daha önce bilgili iken hiçbir şey bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler ömrünün en kötü çağına kadar yaşatılacak. Şüphesiz ki Allah bilgilidir ve kudretlidir." (Nahl, 16/70)
Şüphesiz ki, hayat yokluk değildir. Şayet Yüce Allah (c.c.) bir kimseyi yaratarak ona ihsanda bulunmuşsa, o kimse bu iyiliği takdir etmeli ve yaratılışının gereği olan görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmelidir. Zira o insanın, basılıp geçilen bir toprak veya üzerine binilen bir hayvan olma ihtimali de vardı. Şayet Yüce Allah (c.c.) onu en güzel bir şekilde yaratmışsa bu ihsan ve iyiliği takdir etmesini bilmeli ve gereğini yapmalıdır.
Hem az verdiğini ve hem de çok verdiğim aynı zamanda imtihan etmek için Allah (c.c), insanlara farklı farklı rızıklar vermiştir. Yüce Allah (c.c.)'ın, kullarını dilediği gibi imtihan etme hakkı vardır. Zengin kimsenin fakirleri hatırlayarak, Allah (c.c.)'m kendisine vermiş olduğu nimetleri onunla paylaştığını gördünüz mü? Yoksa bencillik ona hâkim oldu da bu bencilliği o kimseyi helak mı etti?
Allah (c.c), evliliği, insan cinsinin bekası ve dünya hayatının devamı için bir vesile kılmıştır. İnsanlık âlemi, evliliğin anlamını ve kişinin baba veya dede olmasını gerçekten anlayabiliyor mu? Yoksa ailenin oluşumunu, içinden çıkılamaz zor bir iş olarak görüp de, gayr-ı meşru ilişkilerin yolunu açarak, evliliği çoğu zaman beli büken omuzlardaki bir yük olarak mı görmektedir?
"Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı; sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı. Onlar halâ batıla inanıp
Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?" (Nahl, 16/72)
İnsanların hayatındaki en ilginç şeylerden birisi de, onların kendi heva ve heveslerine kulluk etmeleri ve boş şeylere boyun eğmeleridir. Kendilerine iyilik eden ve onları yücelten Rablerine ibâdet edecekleri yerde, kendileri gibi bir insana veya ken-
256 • Nahl Sûresi
Muhammed Gazali
dilerinden daha değersiz olan bir taş parçasına ya da kafası ve kuyruğu belli olmayan düzenbazlıklara kulluk etmektedirler.
"(Müşrikler) Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiçbir şey veremeyen ve buna asla güçleri yetmeyen şeylere tapıyorlar. Allah'a bir takım ortaklar icat etmeyin. Çünkü Allah her şeyi bilir, siz ise bilemezsiniz." (Nahl, 16/73-74)
Kapsamlı bir hesap gününün gelmesi kaçınılmazdır ve o gün her kimse, bu dünya hayatında yaptığı ve yapması gerektiği halde yapmadığı şeyleri görüp öğrenmesi için Rablerinin huzuruna tek tek çıkacaktır. Allah (c.c.) o günde, önceden gidenleri ve sonradan gidenleri hiçbir zamana ihtiyaç olmadan toplayacaktır;
"Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir." (Nahl, 16/77)
Nimetler Sûresi olan Nahl Sûresi, insanların içlerindeki nimetleri sayıp dökmeye devam etmektedir;
"Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; şükrede-siniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi." (Nahl, 16/78)
Birkaç kilogram ağırlığındaki bebekle, onlarca kilo ağırlığındaki genç arasındaki fark ne de çok büyüktür; bu organlar nasıl büyümüş ve kaslar nasıl sapa-sağlam hale gelmiştir? Nasıl oluyor da çocuk aklı, tecrübe, bilinç ve sezgilerle dolu keskin bîr zekâya dönüşü veriyor? İşte bu, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan Allah (c.c.)'ın bir yapıtıdır.
O (c.c), karaları, denizleri ve havaları çepeçevre kuşatmıştır ve yine O (c.c), bir yerden diğer bir yere doğru süzülerek havada takla atan kuşların yaratıcısıdır.
"Göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş olarak uçuşan kuşları görmediler mi? Onları orada Allah'tan başkası tutamaz. Kuşkusuz bunda İnanan bir toplum için ibretler vardır." (Nahl, 16/79)
Herhangi bir şeyi candan sevmek, onun sırlarım araştırmayı engeller. Havadaki kuşlar âlemi, tıpkı sudaki balıklar âlemi gibi ilginç ve dehşet verici şeylerle doludur. Ancak bizler, bu âlemlerin sırlarına Özen göstermiyoruz. Daha sonra yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah, evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı ve sizin için hayvan derilerinden, gerek göç gününüzde, gerekse konaklama gününüzde, kolayca taşıyacağınız evler; yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar (faydalanacağınız) bir ev eşyası ve bir ticaret malı meydana getirdi. Allah (c.c), yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda da sizin için barınaklar ya-
Nahl Sûresi ¦ 257
Kur'ân-J Kerîm'in Konulu Tefsiri
rattı. Sİzi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar yarattı. İşte böylece Allah (c.c), Müslüman olmanız için üzerinize nimetinizi tamamlıyor." (Nahi, 16/80-81)
Allah (c.c.)'m nimetleri sayılamayacak kadar çoktur; her nefes alış verişte bile nimetler gelmekte ve o soluk alış verişlere güzellikler eşlik etmektedir.
"Allah'ın nimetini saymaya kalksanız onu sayamazsınız. Hakikaten Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir." (Nahl, 16/18)
Bu hatırlamadan sonra, Kur'ân hakkında konuşmanın önemi artmaktadır. Ancak bu konuşma, gelmiş geçmiş tüm insanların Allah (c.c.)'ın huzurunda toplandıkları ve her topluluğun yaptıklarından dolayı sorguya çekildikleri ve o topluluğun, kendi ümmetleri ile ilgili sorulara nasıl cevap verdiklerini anlatan bir rivayetin devamında gelmektedir.
"O gün her ümmetin İçinden kendilerine bir şahit göndeteceğiz. Seni de hepsinin üzerine bir şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitabı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik." (Nahl, 16/89)
Kıyamet sahnelerinden biri olan bu sahne, Nîsâ Sûresi'ndeki şu âyetlerde tekrarlanmaktadır:
"Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak! Küfür yoluna sapıp peygamberi dinlemeyenler, o gün yerin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah'tan hiçbir haberi gizle yemezi er." (Nîsâ, 4/41-42)
Hadis kitaplarında sahih olarak gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.) bu âyeti işittiğinde ağlamıştır. İşte bu kutlu elçi Rabbinden, içinde her şeyin açıklaması bulunan bir kitap almış, onu dürüstçe ve sadakat içinde tebliğ etmiş ve o kitapla tarihin akışını değiştirip dünyayı sapıklıktan doğru yola götüren bir ümmet yetiştirmiştir. Bu ümmet hangi vahim hataları yaptı da kitabını unuttu ve alçaldıkça alçaldı? Neleri ihmal etti de cahillik bu ümmete hâkim oldu? Bu kitapta hayata geçirilmesi çok zor olan hangi emirler var? Şu âyete kulak verin:
"Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder ve çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp futasınız diye size öğüt veriyor." (Nahl, 16/90)
Öyle görünüyor ki bu ümmet, bu âyette geçen ilkelerin uygulanmasını çok zor, hatta imkânsız buluyor! Kur'ân veya Kur'ân'ın dışında hangi yasa olursa olsun, bu insanlar, yasaların uygulanmasını devamlı imkânsız bulurlar ve emirsiz ve yasaksız bir dünya umarlar. Bu ise hayatın kurallarına aykırı ve imkânsız bir şeydir. İşte bu se-
258 • Nahl Sûresi
Muhammed Gazal!
beple Kur'ân'a dönmekten başka kurtuluş yolu yoktur.
Kur'ân-ı Kerim, İslâm düşmanlarının Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yöneltmiş olduğu en küçük iftiraları ve asılsız sözleri bile tartışmıştır. Örneğin İslâm düşmanları şöyle demişlerdir: Kitap Ehli ya da geçmiş vahiylerden haberdâr olan bir kişi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in toplumuna getirdiği şeyleri O (a.s.)'na öğretmiştir. Peki bu şahıs kimdir ve onu gölge çemberinde bırakan şey nedir ki hiç kimsecikler o şalisi tanımamaktadır?
"Şüphesiz biz onların: 'Kur'ân'ı O'na ancak bir insan öğretiyor' dediklerini biliyoruz. Kendisine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu (Kur'ân) apaçık bir Arapça'dır." (Nahl, 16/103)
Kur'ân'ın, Arap dilinin bir mucizesi olduğunu herkes kabul etmektedir. Peki hal böyle iken nasıl oluyor da, geçmiş vahiylerle, güçlü veya zayıf yabancı bir ağızdan, Kur'ân'ın bu eşsiz belagatı dökülüveriyor! Şayet böyle bir şahıs varsa, neden o zaman kendisi konuşmuyor, kendisini ve yaptığı şeyleri açıkça oryaya koymuyor ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'e düşmanlıkları konusunda Kureyşlilere yardım ediyor?
Bu soruları bırakıp yaşanan hayata bir bakalım; Tevrat, İncil ve Kur'ân'ı önümüze koyup aralarındaki benzerlikleri araştıralım. İnanç alanında Tevrat, Allah (c.c.)'ı cisimleştirmekte ve O (c.c.)'nu çirkin sıfatlarla nitelemektedir. Tevrat'a göre Allah (c.c.) Teâlâ, İsrail ile güreşmiş ve neredeyse İsrail (hâşâ) Allah (c.c.)'ı yeniyormuş ve O'nun elinden Allah (c.c.) bir şartla kurtulabilmiş!
Allah Teâlâ, Tevrat'ta birkaç kere cisimleştirilmiş ve bilgisizlik, acelecilik ve pişmanlıkla nitelendirilmiştir. İnancını mutlak vahdaniyet, en yüce güç, tüm noksanlıklardan münezzeh kılma ve her türlü kemal sıfatlarla O (c.c.)'nu övme üzerine ikame etmiş olan Kur'ân'la, Tevrat'ta geçen sözler arasında bir benzerlik var mıdır acaba! "Rahman, Arş'a istiva etmiştir. Göklerde, yerde ve her ikisi arasında bulunan şeyler ile toprağın altında olanlar hep O'nundur. Eğer sen, sözü açıktan söylersen, bilesin ki O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir." (Tâ-Hâ, 20/5-7)
İnanç, tarih veya peygamberlerin hayatlarıyla ilgili bu iki kitap arasında herhangi bir benzerlik var mıdır? Kur'ân iman ve tevhid üzerine kurulmuştur: "Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Rahman'a gelecektir. O, bunların hepsini kuşatmış ve sayılarım tespit etmiştir. Bunların hepsi de kıyamet gününde, O'nun huzuruna tek başına gelecektir." (Meryem, 19/93-95) Ama yaygın İnciller böyle mi söylüyor!
Meleklerden bir kul olan Hz. Cebrail (a.s.), tanrı olarak; "Rûhu'l-Kudüs" diye İsimlendirilmiştir. Peygamberlerden bir kul olan Meryem oğlu İsa, tamı olarak; "Oğul" diye isimlendirilmiş, geriye kalan yaratıcı da, tanrı olarak; "Baba" diye isimlendirilmiştir. Sonra da denilmiştir ki; "Bunların hepsi de birdir. Tanrı üçlü bir kişiliktir ve tanrının insanlığın Rabbi olan tanrının oğlu olmasında hiçbir sakınca yoktur!
Nahl Sûresi • 259
Kıır'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri
Oysa Hz. Muhammed (s.a.v.) bu türden tek bir harf bile öğretip kitabına koydu mu? Yoksa 0 (s.a.v.), İhlas Sûresi'nİn sahibi, bir elçi midir? "De ki: O, Allah birdir. Allah Samed'dir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiçbir dengi/benzeri yok-tur." (İhlas, 112/1-4) Tüm bunlardan sonra bir kimsenin kalkıp da, "Hz. Muhammed (s.a.v.) kitabını önceki kitaplardan almıştır" demesi insan aklıyla alay etmektir.
İnanç alanında var olan bu zıtlıkları bir tarafa bırakarak takvayı kalplere yerleştirmek, kemale erme arzularını devamlı arttırmak ve zaaf ve düşüklük saplantılarını engellemek ile ilgili Kur'ân'ın üslûbuna bir bakınız; hiçbir benzerlik görebiliyor musunuz?
Şüphesiz ki ulûhiyyet övgüsü, Kur'ân'ın içinde parlamakta ve insanı Allah (c.c.)'ın yüceliği ile tüm âlemlere hâkimiyetini büyük bir duyguyla hissetmesini sağlamaktadır. Böylece insan, gözlerin yanılgısını ve kalplerin gizlediği sırlan daha iyi anlayabilir; tıpkı yıldızların nereden battığını ve bu batıştan sonra da nereden doğduğunu çok iyi bildiği gibi.
Kur'ân âyetleri, her beldeye İlâhî yüceliği apaçık bir şekilde yerleştirmekte ve kişiyi korkularının ve sevgilerinin kulu kölesi değil, tek olan yüce olan Allah (c.c.)'ın kulu yapmaktadır. Kur'ân tertip, düzen ve usul itibarı ile kendinden önce gönderilen kitaplardan ayrılmaktadır. Buna rağmen, nasıl oluyor da bazı kimseler, Kur'ân'ın kendinden önce gönderilmiş kitaplardan derlenmiş olduğu zannma kapılabiliyor?
Genel kuraldır; güçlü olan zayıf olandan hiçbir şey almaz. Aynı şekilde çok olan az olandan hiçbir şey almaz. Karun, kiralık bir dükkânda ekmek satan ekmekçinin parasına göz dikmez. Bu safsatayı dile getiren oryantalistler, bilmedikleri şeyleri abartıyor ve biz Müslümanları, kendileri ile alay etmeye ve kendilerine değer vermemeye sevk ediyorlar. Şu saçmalıkları kendi içlerinde gizledikleri sürece, onların hakikate ulaşmaları ihtimal dahilinde değildir;
"Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, kuşkusuz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır. Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir." (Natil, 16/104-105)
Böylesi insanların utanç verici yalanları ve ahmakça ithamları sebebiyle Kur'ân, bu iftiracılara karşı baskılarını giderek arttırmaktadır. Kur'ân, kıyamete kadar ulaşılamayan bir zirve ve çıkılamayan bir doruk olarak kalmaya devam edecektir. Ne var ki Kur'ân nizamı, fitne ateşinde yanmış ve inkâr sözcüğünü zorlama olmaksızın söylemiş kimselere de özür beyan etme ve af dileme olanağını tanımıştır.
"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde inkâra zorlanan başka- ve kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır. Onlar için büyük bîr azap vardır. Bu (azap), onların dünya hayatını ahi-
260 • Nahl Sûresi
Muhammed Gaz alî
rete lercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler topluluğunu hidayete erdirmerne-sinden dolayıdır." (Nahl, 16/106-107)
Nahl Sûresi, insanlara verilen ilahî nimetleri saymaya devam etmekte ve bunların başında da, Kur'ân-ı Kerim nimeti gelmektedir. Yapılması gereken İse, insanların bu nimetleri iman ve şükürle karşılamalarıdır. Ne var ki bazı insanlar, doğru yoldan sapmakta ve nankörlüğü tercih etmektedir. Böylesi insanların akıbeti nedir dersiniz:
"Allah, (ibret için) bir ülkeyi Örnek verdi: Bu ülke güvenli ve huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah'la oniara, yaptıklarından Ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı." (Nahl, 16/112)
Şükür, nimetlerin Ön şartıdır. İman ise, bu nimetlerin yetiştiricisi ve koruyucusu-dur.
İnsanlar hata edebilir, ama sonra Allah (c.c.)'a yönelir ve doğru yola girerler. Zira Allah (c.c), tevbeleri kabul eden ve günahları bağışlayandır. Öyleyse günahları sebebiyle tevbe edenler kesin olarak bilsinler ki, yüce Allah (c.c.) onların iman ve amellerini kesinlikle boşa çıkarmayacak ve doğru yolu onlara kapatmayacaktır.
"Sonra şüphesiz Rabbin, cahillik sebebi ile kötülük yapan sonra da bunun ardından tevbe edip durumunu düzeltenleri bağışlayacaktır, Çünkü onlar tevbe ettikten sonra, Rabbin elbet çok bağışlayan ve esirgeyendir." '(Nahl, 16/119)
Hakka hizmet, şâirin dediği gibi, kendisini ümmetin işlerine vakfetmiş yürekli insanlar ister:
"Binlerce insan sanki tek bir kişi gibidir.
Şayet çalışırsa; tek bir insan da sanki binlerce kişi gibidir."
Hz. İbrahim (a.s.) tek başına bir ümmetti. Hz. Muhammed (s.a.v.) de, peygamberlerin atası olan dedesine benzer bir şekilde, tek bir ümmetti. Şâir şöyle demektedir:
"Tek bir kişi olduğu halde, görkemi ve haşmeti sebebiyle O; Karşılaştığın zaman sanki bir ordudur O."
İslâm, fıtrat dinidir. Bu özelliği ile de önceki risâletleri tekrar etmektedir. Ancak geçmiş ilahî dinlere sonradan karıştırılmış tahrif ve çarpıklıklara gelince, bunlarla bu kitapların temeli olan gerçek ilahi vahiy arasında çok büyük farklılıklar vardır ve bu bozukluklar vahyin kalıntılarından ayrı şeylerdir.
Fadl bin Aşûr'un şu âyete verdiği yorumu, ben de aynen kabul ediyorum:
"Cumartesi tatili ancak onda ihtilaf edenlere (farz) kılınmıştı. Kıyamet günü Rabbim muhakkak onların ihtilafa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm
Nahl Sûresi-261
Kur'ân-i Kerîm'in Konulu Tefsiri
verecektir." (Nahl, 16/124)
Yani, Hz. İbrâhîm (a.s.) hakkında ihtilafa düştükleri için cumartesi günleri onlara avlanma yasağı getirildi. Zira Yahudiler, Hz. İbrâhîm (a.s.)'in yolundan ve risâle-tinden uzaklaşıp kendilerine özgü başka ilke ve uygulamalar geliştirmişlerdi.
Sûre, İslâm davetinin karşılıklı diyalog, ikna ve alışveriş üzerine kurulduğunu ve yayılması için de zorlama yoluna sapmadığını İfâde ederek son bulmaktadır.
"Sen, Rabbinin yoluna hikmeL ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilendir." (Nahl, 16/125)
Bunu da, kitap ve sünneti çok iyi kavrayan ve hastalık ile şifayı çok iyi bilen kimseler, ancak çok iyi gerçekleştirebilirler.
262 • Nahl Sûresi