RA'D SURESİ

Râ'd Sûresi'nin ilk âyetinde Yüce Allah (c.c), elçisine şöyle sesleniyor:

"Sana rabbinden indirilen haktır. Fakat insanların çoğu inanmazlar." (Râ'd,

13/1)

Haktan yüz çeviren ve O'na uymayı reddeden çoğunluğun bir gerekçesi var mı­dır? Hayır. Bir an için vahyin gelmediğini farzedelim. Bu âlemin eşsiz ve harika bir şekilde yaratılmasında, sahibinin ulûhiyyetine ve azametine şahitlik eden hiçbir şey yok mudur? Oysa yeryüzünün ve göklerin her bir köşesine doğru yapılan normal ba­kışlar, ulûhiyyeti inkâr etmenin ahmaklık ve Allah (c.c.)'rn ortakları olarak kabul edi­len şeylerin de bir hurafe ve hiç olduğuna açıkça şahitlik etmektedir.

Evreni tanımlayan ve o evrendeki Allah (c.c.)'ın varlığını ve birliğini ortaya ko­yan âyetlere birazcık bırakalım ve şu âyeti düşünmeye devam edelim.

"Sana Rabbinden indirilen haktır." (Râ'd, 13/1)

Bu âyetin, sûrenin ortasında yer alan şu âyetle bir münâsebetinin olduğunu görü­rüz:

"Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, (inkâr eden) kör kimse gibi olur mu?" (Râ'd, 13/19)

Vahyin hakikatlerini çok İyi bilen bu kimseler, akıllan aydınlatıldıktan sonra ya­şamlarını da düzelten erdemli ve faziletli kimselerdir. Bunun ardından âyetler o er­demli kimselerin niteliklerini şu şekilde saymaktadır:

"... (fakat bunu) ancak akıl sahipleri anlar. Onlar, Allah'ın ahdini yerine getiren­ler ve verdikleri sözü bozmayanlardır. Onlar, Allah'ın gözetilmesini istediği şe­yi gözeten rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir."  (Râ'd,

13/19-21)

Şu âyetler, tam on tane tavsiye içermektedir. Kim bu tavsiyeleri yerine getirirse,

Râ'd Sûresi • 225

Kur'ân-ı     Kerîm'in     Konulu     Tefsiri

en güzel karşılığı almaya hak kazanır.

"Yine onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz nzıktan gizli ve açık olarak harcayan ve kötülüğü iyili-likle savan kimselerdir. İşte onlar var ya, dünya yurdunun güzel sonu sadece onlarındır. (O yurt) Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuk­larından sâlih olanlarla beraber girecekler ve melekler de her kapıdan onların yanına varacaklardır. (Melekler:) 'Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu ne güzeldir.' derler." (Râ'd, 13/22-24)

Bu tavsiyelerin ilki; "olgun akıl", ikincisi İse insanoğlunun fıtratında var olan, Rabbine yönelme ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmama üzerine alman "büyük ahde ve­fa" dır. Bundan sonra, inmekte olan vahiy ve Resûlullah (s.a.v.)'m onu tebliğ etmesiy­le ilgili olarak şu âyette konu tekrarlanmaktadır:

"Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahman'ı inkâr edi­yorlar. De ki: 'O, benim Rabbim'dir, O'ndan başka tanrı yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim ve dönüşte ancak O'nadir.' " (Râ'd, 13/30)

Ümmî Araplar, bu risâlete çok şiddetli bir şekilde karşı koydular. Onların inkar­cılığının temeli, peygamberin doğruluğuna şahitlik edecek "harikulade haller" İste­mekti. Başka âyetlerin açıkladığına göre, şayet onların istekleri yerine getirilseydi bi­le onlar, iman etmeyecekti ve helak onlara hak olacaktı. Bu sûrede inkâr ve red bir­çok şekilde gelmiştir:

"Kâfirler diyorlar ki: O'na rabbinden bir mucize İndİrilseydİ ya! (Halbuki) sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır." (Râ'd, 13/7)

"Kâfir olanlar diyorlar ki: O'na rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi? De ki: Kuşkusuz Allah dileyeni saptırır, kendisine yöneleni de hidâyete erdirir." (Râ'd, 13/27)

"Kötü sonuca ulaşmak için inkârları üzere yürüyorlardı: 'Kâfir olanlar: Sen re-sûl olarak gönderilmiş bir kimse değilsin.' dediler. De ki: 'Benimle sizin aranız­da şahit olarak Allah ve yanında kitabın bilgisi olan (peygamber) yeter.' " (Râ'd, 13/43)

Gerçek şu ki, kâinata ibret gözüyle bakmayı yitiren kimseden, doğru bir iman beklenemez. Her kim kendisine, vücudunun organlarına ve aklına ibret gözüyle bak­mazsa, tüm mukallitlerle beraber mü'min bir toplum içinde yaşasa dahi, bu kimseden Allah (c.c.)'ı doğru dürüst tanıması ve bilmesi beklenemez.

Resûlullah (s.a.v.), birçok yerde vahyi okumakla emredilmiştir: "Sana indirilen kitabı oku ve namaz kıl..." (Ankebût, 29/45) "...bana Müslümanlardan olmam ve

226 ¦ Râ'd Sûresi

Muhammed     Gazali

Kur'an okumam emredildi. Artık kim doğru yola gelirse ancak kendisi için gelmiş olur, kim de saparsa ona de ki: ben sadece uyarıcılardanım." (Nemi, 27/91-92) Bu sûrede ise şu şekilde gelmiştir:

"Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın..." (Râ'd, 13/30)

Bu âyetlerde kastedilen tilâvet, salt okumaktır. Oysa ki tilâvet; bir yöntemin açık­lanması, bir projenin uygulanması ve apaçık bir uyandır. Tilâvet; çeşitli eğitim prog­ramlarının üzerine kurulacak bir arındırmanın temelini oluşturur. Kur'ân tilâveti ise, önceki ilahî kitapların başına gelen tahriften, Kur'ân'ın kelimelerini korumak ve onun çağrısıyla harekete geçmek için, Arap toplumuna, saf ilahî bir yönlendirmeyi sunmaktadır. Eğer bu toplum ilahî yönlendirmeleri tam olarak yerine getirirse, başa­rılı olur ve azaptan kurtulur; yok eğer yerine getirmezse ceza kapıdadır.

"...Allah'ın va'di gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansı­zın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin/yurtlarının ya­kınına inecek. Allah va'dinden asla dönmez." (Râ'd, 13/31)

Yaygın olan görüşe göre Râ'd Sûresi, Muhammed (s.a.v.) Sûresi'nden sonra in­miş, Medenî bir sûredir. Benim görüşüme göre ise bu sûre Mekkî'dir ve bu sûrenin üslûbu benim görüşümü desteklemektedir. Özellikle, En'am, Yûnus ve İsrâ sûreleri gibi bu sûrede de, müşrikler hissî mucize talebini dile getirmektedirler.

Demiştik ki; birinci âyette Allah (c.c.)'ın şu sözü gelmiştir:

"Sana Rabbinden indirilen haktır." (Râ'd, 13/1) Sûrenin sonlarına doğru ise, O (c.c.)'nun şu sözünü okumaktayız:

"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler sana indirilene sevinirler. Fakat (senin aleyhinde birleşen) gruplardan onun bir kısmını inkâr eden de vardır. De ki: Ba­na, sadece Allah'a kulluk etmem ve O'na ortak koşmamam emrolundu. Ben yalnız O'na çağırıyorum ve dönüş de yalnız O'nadır." (Râ'd, 13/36)

Bu son âyette gerçekleşmiş bir haber vardır; zira İslâm, Mısır ve Suriye kapıları­na dayandığı zaman, süratle kalpler İslâm'a ısındı, Hrıstiyanlar Allah'ın dinine akın akın girdiler, ona bağlandılar ve o dininin hem taşıyıcıları, hem de koruyucuları oldu­lar. İnsanlar, iman ettikten sonra, onlardan alman cizye düştüğü için, Müslümanların hazinesinin boşaldığı bilinmektedir. Hatta Hz. Ömer b. Abdulaziz şöyle bir mektup yazmasaydi, Mısır Valisi Müslüman olanlardan da cizye almak zorunda kalacaktı: "Yazıklar olsun sana ey vali! Şüphesiz ki Hz. Muhammed (s.a.v.), hidayet edici ola­rak gönderildi; vergi tahsildarı olarak değil. Müslüman olanlardan cizye almayı terk et." Evet, hazine boşalsa bile...

Mısır ve Suriye Hıristiyanları ile kalpleri İslâm'a açılmış diğer topluluklar vatan-

RS'd Sûresi ¦ 227

Kur'ûn-ı     Kerîm"İn     Konulu     Tefsiri

daş ve din olarak Araplaştılar. Araplaşmak, Arap varlığının ve gelişmesinin beslendi­ği açık bir kaynaktır. İşte bu kimseler hakkında âyet şöyle demektedir:

"Böylece biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilim­den sonra onların arzularına uyarsan, Allah tarafından senin ne bir dostun ve ne de koruyucun vardır." (Râ'd, 13/37)

Âyette geçen "hüküm" kelimesi eşit olarak; hem "siyâsî otorite", hem de "Kur'ânı hikmet" anlamlarına gelmektedir.

Son dönemlere kadar putperestliklerine devam eden Mekkeliler, İslâm'a girme­den önce, İslâm yarımadanın dört bir tarafına ayilmıştı. Şu âyetin anlamı işte bunu ifâde etmektedir:

"Bizim, yeryüzüne gelip onu uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi? Allah

(dilediği gibi) hükmeder, O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur ve O hesabı çabuk görendir." (Râ'd, 13/41)

Kur'ân, insanları Allah (c.c.)'a götüren, konuşan bir delildir; kâinat ise, O (c.c.)'nu tanıtan sessiz bir delildir. Her iki delil de, uyanık bir akla ve dikkatli bir bi­lince ihtiyaç duyar; yoksa gaflet ve ahmaklık hiçbir zaman İçin kişiye hayır getirmez. İşte bu sebeple Kur'ân-ı Kerim'de şu pasajlar sıkça tekrar edilmektedir: "Hiç aklet-mez misiniz? Hiç düşünmez misiniz?" Uykulu ve uyuşuk bilinçleri uyarmak için şu âyet-i kerimeyi okuyalım:

"Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler bir kökten ve çeşit­li köklerden dallanmış hurma ağaçlan vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır." (Râ'd, 13/4)

Bir tarlada, hepside aynı sudan sulanan, üzüm bağı, limon ağacı, karpuz kökeni ve diken otunun yetiştiğini, bunların hepsinin de ürünü, ürünlerinin lezzeti, rengi, ko­kusu ve görünüşünün farklı farklı olduğunu görüyorsunuz. Acaba bütün bunlar, derin bir tefekkürü gerektirmiyor mu? Dut ağacının yapraklarını yiten bir ipekböceğinin ipek yapması, aynı ağacın çiçeklerini yiyen bir arının bal yapması ve yine o ağacın yapraklarını yiyen bir koyunun gübre yaptığını gördüğünüzde, bütün bunlar derin bir düşünceyi davet etmiyor mu?

Doğrusu "Yüce Kudret", yeryüzünün derinliklerinde ve gökyüzünün ufuklarında şu anki bulundukları hal üzere, canlı türlerini gruplandırmiş ve kategorilere ayırmış­tır. Tüm bunlara rağmen, inkarcı kişi geliyor ve şöyle diyor: "Hiçbir ilâh yoktur!" Öy­leyse tüm bunlar nasıl ve niçin yaratılmıştır? Bir başkası geliyor ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'e şöyle diyor: "Şu dağı ortadan kaldırıp yerine, benîm için güzel bir bahçe ya­pana kadar sana inanmayacağım!" Sanki kâinatın efendisi, onun bu tür saçma istek-

228 • RS'd Sûresi

Mu ham m e d     Gazalî

lerini yerine getirecek.

Kur'ân-ı Kerim, insan, hayvan, kuş ve sürüngenlerden oluşan canlıların üremele-riyle ilgili, yaratıcının büyüklüğünden bahsetmektedir. Bu canlılar, denizde ve hava­da, birbirleriyle dostça yaşamaktadırlar ve peşisıra gelerek çoğalıp milyarlara ulaş-maktadırlar. Bütün bu canlıların ceninleri, önceden ayarlanmış ve belirlenmiş aşama­lardan tek tek geçmekte ve hiçbir zaman için, kendileri için belirlenmiş kuralları çiğ­nememekte ve düzeni bozmamaktadırlar.

"Her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik ve neyi ziyade edece­ğini Allah bilir. O"un katında her şey Ölçü iledir. O, görüleni de görülmeyeni de bilir ve O, çok büyük ve çok yücedir." (Râ'd, 13/8-9)

Bütün bunları yaratan, semaları yukarı kaldıran, her işi yerli yerince yapan ve hiç­bir yıldızı yörüngesinden kaydırmayacak veya sapmayacak şekilde, gökyüzünü bu yıldızlarla süsleyen Allah (c.c.)'lır. Ayrıca İnsanoğlunu, her zaman karşılaşabileceği felâketlerden koruyacak, "koruyucu mekanizmalar" vardır. Bulaşıcı mikroplara karşı, vücudu koruyan unsurların neler olduğunu biliyor musunuz? İşte tüm şartlar altında, insanı koruyan bu savunma mekanizmaları, her halükârda Allah (c.c.)'ın işlerinden biridir.

Râ'd Sûresi, gelmiş geçmiş kitapların hiç birinde eşi ve benzeri görülmemiş bir şe­kilde, AIlah(c.c.)'ın kudretinin belirtilerini ve eksiksiz lütuflanm açıklamaya devam ediyor ve mükemmel cevaplarını da hemen peşinden ekleyerek şu soruları soruyor:

"De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? De ki: Allah'tır. O halde de ki: O'nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz? De ki: Körle gören hiç bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu? Yoksa O'nun varlığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: Allah her şeyi yaradandır ve O, Bir'dİr; karşı konulmaz güç sahibidir." (Râ'd, 13/16)

Bu sûre, kâinat ve onun yüce Allah (c.c.)'ın varlığına dair delillerini serdederek söze başlamıştır. Sonra da bu delilleri açıklayan ve onlara dikkat çeken Kur'ân'daki, insanın konumunu kapsamlı olarak anlatmaya devam etmiştir. Burada, evrenle ilgili âyetlerin üzerinde durmayı erteleyerek, söze Kur'ân'la başlamayı uygun görüyorum. Çünkü kâinatla ilgili bahsi, uzatmayı düşünüyorum. Zira Müslümanlar, üzerinde bu­lundukları bu yerküreye, hâlâ yabancı olarak yaşıyorlar. İnsan toplulukları içinde, ev­renin bilgilerine en uzak olan kimseler, yine Müslümanlar. Oysa Kur'ân'a bir şekilde hizmet etmek, tıpkı kâinatı ve onun içindekileri araştırmaya hizmet etmek gibidir.

Yerküreden yüz mil uzakta olsaydım, acaba neler görüp, neler duyardım? Hava­yı kirleten ve berraklığını yok eden toz-duman bulutlarını, görebilir miydim acaba? Gürültüsü her tarafı kaplayan araç ve fabrikaların yaydığı, gürültü kirliliğini duyabi-

RS'd Sûresi • 229

Kur'ân-ı     Kerîm'in     Konulu     Tefsiri

lir miydim acaba? îyi biliyorum ki, bu yerkürenin belirli bir ömrü var; yoksa hava ve gürültü kirliliği, bu güzel dünyamızın ömrünü kısaltıp onu, kendi kendine ölüme mi

sürüklüyor?

Sonra bu büyük evrende, bizim yerimiz neresidir? Okuduğuma göre, astronotlar, uzak bir galakside, şimdiye kadar keşfedilen kara deliklerden yüz kat daha büyük bir kara deliğin varlığını keşfetmişler. Amerika'nın Sesi Radyosu'nun aktardığına göre astronotlar, bu korkunç deliğin bir milyar yıldızı içine alabilecek kadar büyüklükte ol­duğunu düşünüyorlarmış. Yıldızların ve başka cisimlerin orada toplanması, orasını yoğun bir çekim merkezi haline getirir ki, bu da orasının, ışığın dahi oradan kaçama­yacağı, bir güç merkezi olmasını sağlar.

Kendi kendime dedim ki: Şayet evrenin bir köşesindeki bu büyüklükte bir kara delik varsa, acaba bizzat evren ne kadar büyüktür? Öyle görünüyor ki, yeryüzü ile gökler arasında, çok ilginç şeyler vardır. İşte tam bu sırada önüme, Allah (c.c.)'ın bü­yüklüğünü ve konumunun yüceliğini gösteren delillerle dolu geniş bir ufuk açılıverdi:

"Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten (gökleri sizin göreme­diğiniz direklerle yükselten), sonra Arş'a İstiva eden, güneşi ve ayı emrine bo­yun eğdiren Allah'tır. (Bunların) her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmek­tedir. O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi düzenle­yip âyetJeri açıklamaktadır." (Râ'd, 13/2)

Ben burada iken etrafımda binlerce insan görüyorum, uyduda iken ise, yerküre­nin çevresini görüyorum. Fakat bu hikâye, milyarlarca insanın içinden sadece bir in­sanın görmesi ve bakış açısı değildir, zira insan vücudu tek başına küçük bir evren­dir; hem de, cildinin üzerinde yüzbinlerce kılın büyüdüğü ve yerine kendisi gibi bir başkasının gelmesi için kırıldığı bir evren! Belki de kıl, insan vücudunun en basit bir parçasıdır,

İsterseniz, damarlarda dolaşan kan akışlarına bir bakalım; bu kanlar, sürekli ye­nilenen ve kan hücrelerini yaparak ihtiyaç olan yere gönderen bir organizmaya sahip­tir. Vücudun her tarafına yayılmış olan sinir sistemine bîr bakalım; bu sinirler, insa­noğlunun, kompleks yapısını ve korkunç görevlerini bilmekten bile aciz olduğu be­yinden her an uyarılar almaktadır.

İnsanoğlunun yaratılışından günümüze, günümüzden de kıyamet gününe kadar, bu vücutların çalışmasını ve onlara isabet eden iyilik ve kötülükleri, hep Rabbimiz düzenlemektedir. "Şüphesiz ne son varış Rabhinedir. Doğrusu güldüren de ağlatan da O'dur, Öldüren de dirilten de O." (Necm, 53/42-44)

İlmin de ispat ettiği gibi, bu evren çok büyüktür; ancak ilim adamlarının çok iyi bilmesi gerektiği gibi, Allah en büyüktür. Toplumumuzda, Örneğin küçük işleri unu­tarak büyük işler peşinde koşan koca koca siyasetçiler görüyoruz. Oysa âlemlerin

230 ¦ RS'd Sûresi

Muhammed     Gazalî

Rabbi olan Allah (c.c), küçük büyük her şeyi yerli yerince yapar; örneğin O (c.c.), zulme uğramış toplumların duasını işitip, yaptıklarına karşılık zâlimleri cezalandırdı­ğı gibi, işkence yapılan bir kedinin miyavlamasını da duyar ve ona işkence edeni ce­zalandırır.

Yüce Allah (c.c), gökyüzündeki şimşek çakmasını ve uzaydaki bir yıldızın kay­masını görüp duyduğu gibi, ağaçtan düşen bir yaprağın hışırtısını da duyar, damarda­ki pıhtılaşan kanı da görür. "Sübhânallâh! Yaratıklarının adedince, Arş'ının ağırlığın­ca, kelimelerinin uzunluğunca ve Zâtı'nın rızasınca O (c.c.)'nu hamd ve teşbih edi­yoruz."

Rü'd Süresi • 231

 

Free Web Hosting