ŞUARÂ SÛRESİ

I

slâm daveti, Allah'ın bir ve Muhammed'in O'nun elçisi olduğunu inkâr eden bü­tün putperestler tarafından sert bir direnişle karşılaşmıştır.

Putperestler, vahyi tanımayan ve âhireti kabul etmeyen bir yaşamda direnmişler /e bakışlarını, küçümseme ve hafife alma içeren ehli kitap kalıntılarına çevirmişler-ii. İşte bu yüzden son risâlete imandan yüz çevirmişlerdir. Allah Resûlü'nde onlara le zaman daveti götürme arzusu belirse onlar O'nu yalanlıyor ve hakîr görüyorlardı. \llah Resulü'nün kendilerini imana çağırma iştiyâkıyla yandığım bildikleri için mandan yüz çevirerek O'nu üzmek ve moralini bozmak istiyorlardı.

Bu nedenle Allah, Resûlü'ne şöyle seslenmiştir:

"Bunlar apaçık kitabın âyetleridir. Onlar mü'min olmuyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin." (Şuarâ: 2-3)

"Sen onlar için kendini mi öldüreceksin? Dilersek onların üzerine gökten bir mu'cize İndiririz de boyunları ona eğilir (inanırlar)." (Şuarâ: 4)

Fakat Allah'ın hikmeti, akıllara hitâb eden ve yaygın olan hurafelere saldıran, geçmiş ve gelecek nesillerin dinleyecekleri, okunan vahyin Muhammed'e mu'cize ol-nasını gerektirmiştir.

Müşrikler ne istiyorlar? Onlar kendilerinin de söyledikleri gibi, onların teslim ol-nalarmı sağlayan, onları hayretler içinde bırakan maddî bir mu'cize istiyorlar.

Onların açık bir basiretleri olsa, içinde bulundukları zaman ve mekânda birçok nucizenin olduğunu görürler.

Mekân âyetleri hususunda Kur'ân-ı Kerîm, güzel meyvelerle ve hoş mahsûllerle lolu yemyeşil parlak sahaya dönüştükten sonra apaçık gözler önünde olan yeryüzü-iü zikretmekle yetiniyor:

"Yere bakmadılar mı, orada her çeşitten nice güzel çift(ler) bitirmişiz? Şüphe-

Şuarâ Süresi ¦ 355

Kur'ân-ı      Kerîm   'i  ti      Konulu     Tefsiri

siz bunda (kudretimize) işaretler vardır. Ama çokları İnanıcı değillerdir. Şüphe­siz Rabbin, (evet) gâlİb ve merhametli olan O'dur." (Şuarâ: 7-9)

Bu sûrede, son iki âyet, tam sekiz kez tekrarlanıyor. Üzerinde yaşadığımız yeryü­zündeki mekân âyetinden sonra, bir kez, geçmiş milletlerin durumlarını anlatan âyet­lerden sonra İse yedi kez tekrarlanıyor. Kendilerine daha önce peygamberlerin geldi­ği bu milletlere de Muhammed'in getirdiği vahyin aynısı gelmiş ama onlar nankörlük etmişler ve yüz çevirmişlerdir, bu yüzden helaki ve hüsranı hak etmişlerdir. Araplar da aynı akıbetin kendi başlarına gelmesini mi istiyorlar?

Peygamberler, insanî düşünceye eriştiren kişilerdir. Onlar, kalben insanlardan da­ha temiz ve daha samimidirler. Çünkü onlar, hiç kimseden maddî veya edebî kazanç talebinde bulunmamışlardır.

Buna karşın bütün peygamberler, Allah'ın şu âyetleriyle dile getirdiği ve Nuh'un söylemiyle İfâde edilen şeylere muhâtab olmuşlardır:

"Nûh kavmi de gönderilen elçileri yalanladı. Kardeşleri Nûh onlara: '(Allah'ın azabından) korunmuyor musunuz?' demişti. Ben size gönderilmiş güvenilir bir el­çiyim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir." (Şuarâ: 105-109)

Peygamberler, halktan, Allah'tan korkup sakınma dışında bir şey istememişler, ri-sâlet görevlerine karşılık hiç kimseden bir ücret talebinde bulunmamışlar ve yeryü­zünde kibirlenmek yahut fesat çıkarmak isteyenlerin hatırı için bir şey yapmamışlar­dır. Böyle olmasına karşın, onlar çok kaba karşılanmışlardır.

Peygamberlerden kimileri de görevlerini edâ ederken öldürülmüşlerdir. Peki so­nuç ne olmuş?

"Gördün ya, biz onları yıllarca yaşatsak, sonra tehdit edildikleri (azâb) kendile­rine gelse, o yaratıldıkları zevk kendilerine hiç bir fayda sağlamaz. Bizim he­lak ettiğimiz her ülkenin mutlaka uyarıcıları vardı. (Onlara) ihtar (edip hatırla­tırlardı). Biz zulmetmiş değiliz." (Şuarâ: 205-209)

Şuarâ Sûresi, geçmiş milletleri; Mûsâ ile Fir'avn'u, İbrâhîm ile kavmini anlat­makta, aynı şekilde Âd, Semûd, Lût kavmi ve Eyke halkı kıssalarını içermektedir.

Bu kıssaların hepsinde de, bütün hedeflerde temiz hoş anlatım bütünlüğü ve inad ve ihanet İçinde kötü bir reddetme birliği egemendir.

Önce Mûsâ kıssasına bir göz atalım. Biz bu kıssada Fir'avn'un, Allah'ı sormasıy-la karşılaşıyoruz. Nedir o? Fir'avn, Allah'ın öz cevherini soruyor. Bu ne mümkün? Biz bile kendi öz cevherimizi bilmiyoruz. Bizi yaratanı nasıl bilebiliriz?

Bunun için Fir'avn'a bu kıssada makul bir cevabla karşılık verilmiştir:

356 • Şuarâ Sûresi

Muhammed     Gazalî

"Fir'avn dedi ki: '(Ey Mûsâ) Âlemlerin Rabbi nedir?' (Mûsâ): 'Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir, eğer işin iç yüzünü düşünüp ger-Çeği anlayan kimseler iseniz.' dedi. (Fir'avn): 'Size gönderilen (bu) elçiniz mut­laka delidir.' dedi." (Şuarâ: 23-27)

Burada Fir'avn'a verilen cevap, TâHâ Sûresi'nde verilen cevaba benzerlik arzet-mektedir.

"Fir'avn, bu ilâha iman etmeyi kabul etmemiş ve Musa'ya şöyle demiştir: An-dolsun ki benden başka tanrı edinirsen mutlaka zindana atılanlardan olacaksın." (Şuarâ: 29)

Sonra Musa'nın mucizelerini sihirbazlara göstereceği ve onlara karşı kullanacağı bir gün belirlenmiştir. Halkın isteği, karşılıklı rekabete girmektir. Sihirbazlar yenildi­ği takdirde insanların, dilden dile dolaştığı halde konumlarını belirlememiş olmaları burada dikkatimizi çeken bir husustur:

"Halka da: 'Siz de toplanır mısınız?' denildi. Umarız ki büyücüler üstün gelir­se biz de onlara uyarız." (Şuarâ: 39-40)

Sihirbazlar hezimete uğrayınca oradan uzaklaşmaları Mûsâ yandaşlarının aklına

bile gelmemiş hemen Musa'ya tâbi olmuşlar ve kalplerinden Fir'avn'a imanı söküp atmışlardır. Fakat bütün bu olup bitenler karşısında Fir'avn lamanen kendini kaybet­miş ve sahte ilahlığı ile övünmüştür:

"Dedi: Ben size izin vermeden mi ona inandınız? O, size büyü öğreten büyüğü-nüzdür. Yakında bileceksiniz: Ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak kesece­ğim ve hepinizi asacağım." (Şuarâ: 49)

Tabii ki, o sihirbazlar konumları itibariyle şaşkınlık karşısında çözülmemiş, bir anda sapıklıktan kurtularak Allah'ın zâtına feda olma noktasına erişmişler ve bir çır­pıda öne geçmişlerdir.

Firavn ise gururu ve inadı üzerinde donakalmış ve insanların kendilerine izin ve­rilmeden nasıl iman ettiklerini ahmakça sorgulamıştır. Sanki İnsanların kalbleri ken­di elindeymiş gibi!

Günler geçmiş, Mûsâ, işkence ve kölelikten kaçmak için kavmîyle birlikte Mı­sır'dan çıkmaya karar verip oradan ayrılmıştır. Olayı öğrenen Fir'avn, ordusunu ha­rekete geçirmiştir. Fir'avn ordusu, Mûsâ ve kavmini yakalayıp geri getirmek İçin peş­lerine takılmış ve iki taraf birbirlerine göz erimi kadar yaklaşmışlardır.

"Yahudiler: İşte yakalandık." (Şuarâ: 61) dediler. Mûsâ,

ŞuarS Süresi • 357

Kur'ân-ı     Kerîm 'in     Konulu     Tefsiri

"Hayır, Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir." (Şuarâ: 62)

demesi dışında, Tevrat, onların endişelerini, korkularını, bağrışıp çağrışmalarını, Kı-zıldenİz'in onlara yol vermesini aktarmıştır. Mûsâ ve kavmine çok büyük yardım erişmiştir. Mûsâ, asasını denize vurmuş, su sağa sola ayrılmış ve dalgalar, İsrailoğul-lan'nı kuru yoldan karşı kıyıya geçmelerini sağlamıştır.

Fir'avn, onların peşlerine takılmış, dalga onu, her tarafından sarmış su ile çamur arasında son nefeslerini vererek sahte İlâhlık hikâyesi son bulmuştur.

İşte bunu yapan; İbrahim'e rüşdünü veren ve O'na derin ve çarpık olmayan, ba­sit, kolay imanı tattıran Zât'tır.

Böylece biz, ilahiyat felsefesi kitaplarını okuyup kesin olarak mütalaa yaptığı­mızda bilinçlenmiş olmaktayız.

İbrâhîm, Rabbinden şöyle sözediyor:

"Beni yaralan ve bana yol gösteren O'dur. Bana yediren ve içiren O'dur. Has­talandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Beni Öldürecek ve sonra diriltecek O'dur." (Şuarâ: 78-82)

Ve bizim peygamberimiz Muhammed (s.a.v), insanlara İbrâhîm (a.s)'den daha evlâ ve daha yakındır.

Tevhide çağrı, bütün peygamberlerin ortak şiarı olup hepsi birden şirke düşman­dır. İbrâhîm, putlara düşman olduğu halde çeşitli bölgeleri dolaşmıştır.

Müşrik olan insanlar, özellikle Mekke'de, diğer ilâhları kendilerine aracı kılarak ve şefaatçi edinerek en büyük ilâha önem vermelerine rağmen onu diğerleriyle eş tu­tmuşlar hattâ onlarla birlikte zikretmişlerdir.

İşte bu yüzden burada anlatılan İbrâhîm kıssasında müşriklerin cehennemde ol­duğundan söz edilmiştir:

"Onlar orada (putlarıyla) çekişerek dediler ki: 'Vallahi biz apaçık bir sapıklık içinde imişiz! Çünkü sizi âlemlerin Rabbine eşit tutuyorduk. Bizi o suçlulardan başkası saptırmadı. Şimdi bizim ne şefaatçimiz var. Ne de sıcak bir dostumuz.' "(Şuarâ: 96-101)

Çağdaş medeniyeti, unutkanlık bürümüştür. Şirk, bu medeniyetin inancını bozun­ca bu inanç, Allah'ı anımsamayan ve bunu şirkin bir parçası görmeyen dünya yaşa­mının medfûnu oluvermiştir.

Kur'ân-ı Kerîm, Mûsâ kıssasından sonra ve Nûh kıssasından önce İbrâhîm kıssa­sını zikretmektedir. Çünkü tarihsel okuma, bunu belirleyemez. Bunu ancak İnsanların ders aldığı ibret belirleyebilir.

358 • ŞuarS Sûresi

Muhammed     Gazalî

Biz Nûh kıssasında, fakirlerin ve düşkünlerin küçümsenmesinin erken çağlarda başladığını görmekteyiz. Bunun için, zengin, fakirden hoşlanmamakta ve güçlü, za­yıfı hakîr görmektedir. Âdeta sınıf farklılıkları sisteminin tohumları, insanlığın doğu­suyla atılmıştır.

Fakirlerin, diğer insanlardan daha çabuk peygamberlere uydukları aşikârdır. Çün­kü fakirler, peygamberlerden hakkı gözetme ve saygınlık görmektedirler. Bu durum ileri gelen kendini beğenmişlerin hoşuna gitmemektedir. Bu sebeple onlar Nuh'a şöy­le demişlerdir:

"Sana bir sürü bayağı kimseler uymuşken biz sana inanır mıyız? Dedi ki: Ben onların yaptıklarının iç yüzünü) bilmem. Onların hesaplan yalnız Rabbime ait­tir, şayet anlıyorsanız. Ben mü'minleri kovacak değilim. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım." (Şuarâ: 111-115)

Çağlar sonrası Mekke müşriklerinin, Hz. Muhammed (s.a.v)'den buna benzer ta-leblerde bulundukları bilinmektedir. Bunun üzerine O, bu talebleri reddetmiş ve Al­lah onun için şöyle buyurmuştur: "Sabah akşam Rablerinın rızasını isteyerek, O'na yalvaranları kovma." (En'am: 52) "Bu ne biçim şey? Bunu birbirlerine tavsiye mi et­tiler? Doğrusu onlar azgın bir topluluktur. Onlardan yüz çevir. Sen. kınanacak değil­sin." (Zâriyât: 53-54)

Gerçi iman ve küfür öyküsü, zengin ve fakir Öyküsü değildir. Bunun için Muham­med (s.a.v)'e zenginler ve fakirler iman etmiş, hepsi namazlarda aynı safta yer almış ve herkes kendisine arzedİlen ilâhî sınava rıza göstermiştir.

Belki de günümüz çağının doğasına en yakın kıssa, Âd ve Semûd kıssasıdır. Ko­num itibariyle aralarında pek yakınlık vardır. Âd kavmi, fiziksel olarak kuvvetli, uzun boylu, pazuları güçlü, zinde insanlardı. Akıl yönünden ise, kendileri örnek gösterilen zekî ve dahî kimselerdi.

Şair Nabiğa ez-Zübyânî, bundan övgüyle şöyle bahseder: Ad (kavminin) anlayışları ve bedenleri paktır Zulümden, afattan ve günahtan.

Fakat bu maddî ve sanatsal ilerleme, Âd kavmini çok şımartmıştır. Öyle ki, "Biz­den kuvvet bakımından daha güçlü kim var?" demişlerdir.

Âd kavmi yaşamdan pek aşırı faydalanmaya, binalar yükseltmeye ve birbirlerini öldürmeye yeltenmiş, ellerine güçsüz bir kimse geçince hemen üzerine apanmış ve ölümden korkmamı şiardır. Onlara kimin gücü yetebilirdi ki zaten?

Peygamberleri olan Hûd (a.s), onlara şöyle dedi:

"Siz her yol üzerine bir işaret (âyet) yapıp boş şeyle mi uğraşıyorsunuz? Belki

Şuarâ Sûresi • 359

Kur'ân-ı     Kerîm'  in'  Konulu     Tefsiri

ebedî yaşarsınız diye sağlam köşkler ediniyorsunuz. (Bir kavmi) yakaladığınız zaman zorbalar gibi yakalıyorsunuz. Allah'tan korkun ve bana itaat edin." (Şu-arâ: 128-131)

Ayette geçen er-Rî'u: Tümsek, tepe veya yüksek yer anlamındadır.

Onların yaptıkları işler; bir rivayete göre, bu kumsal arazide yollarını gösteren işaretler, bir rivayete göre, sağlam köşkler ve kaleler, bir rivayete göre, barajlar ve başka bir rivayete göre, çok yüksek surlardır.

Biraz düşünüldüğünde, yüksek binaların ve barajların kınanması gereken bir iş olmadığını görürüz. Bunun için âlimler derler ki: Aşırı refah, dünya sevgisinde boğul­ma, Allah'ı görememe ve başkalarının haklarını hiçe sayma, o kavmin kınanmasına neden olan etkenlerdir.

Biz, günümüzde, Avrupa ve Amerika'da, insanların bulutlara erişen yüksek bina­lar ve gökdelenler yaptıklarım, arzularına düşkün olduklarını ve Rablerini unuttukla­rım görmekteyiz.

Avrupa ve Amerika, savaşınca atomla herkesi yok etmeye yeltenmekte ve düş­manlarını aşağılamaya ve onlara korku salmaya yönelmektedirler.

Allah'ın gazabı, Âd, Semûd ve benzeri kavimlere, Allah'ı bilmeme, O'na kavuş­mayı inkâr etme ve küstahça davranma yanısıra işte bu yönden gelmiştir.

Ardından Lût kavmi geldi. Ne tuhaftır ki, çağdaş medeniyet istek ve arzulara bo­ğulmakla tehdit altındadır. Ölüm yüzünü göstermeye başlayınca, hiçkimse bundan sa­kınmak ve kurtulmak için çaba sarfetmiyor. Bilakis tüm uluslararası çabalar, hem ha­ramın tadını veren hem de helak edici sonuçlarından koruyan bir yol icad etme üze­rinde yoğunlaşmaktadır.

Halkı mahveden bir taşkınlık çeşidi de işte şudur:

"Alemlerin içinde erkeklere mi gidiyorsunuz? Ve Rabbİnizin sizin İçin yarattı­ğı eşlerinizi bırakıyorsunuz? Siz sınırı aşan bir kavimsiniz." (Şuarâ: 165-166)

Allah bu şehri yerle bir etmiştir. Kâfirler için bunun bir benzeri vardır.

Sonra bu kıssalar, Şuayb (a.s) ve kendilerine şöyle seslenilen Eyke halkı ile son bulmuştur:

"Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların haklarını kısmayın, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." (Şuarâ: 181-183)

Fakat Şuayb (a.s) kavmi, hukuku çiğnemiş, her türlü haksızlığı ve zulmü açıktan

işlemiştir.

360 • Şuarâ Süresi

Muhammed     Gazali

İslâm ümmeti, geçmiş milletlerin sorumlu tutulduğu her iyilikle mükelleftir.

İslâm ümmetinin risâleti, geçmiş hidâyet miraslarını yüklenen diğer milletlerin ri-sâietini içermektedir. Ehli Kitap kalıntıları, kendileri tarafından unutturulmuş -veya unutulmuş- olunca, biz, geçmiş çağlar boyu dağılmış öğüt ve ibretlerin biraraya geti­rildiği, kıyamete dek okunan bir vahiy olarak bırakılan evrensel ve ebedî risâlet sahi­bi Muhammed (s.a.v)'ı hatırlamalıyız.

Şuarâ Süresi • 36 i

 

Free Web Hosting