TEVBE SURESİ

evbe Sûresi, Resûlullah (s.a.v.)'ın vefatından onbeş ay önce nazil olmuştur. Bir başka ifâde ile bu sûre, vahyin nüzulünün başlangıcının üzerinden yirmi-iki yıl geçtikten sonra nazil olmuştur. Bu süre zarfında Müslümanların, İslâm düşmanlarıyla aralarındaki sosyal ilişkilerde izlenen siyaset şuydu: "Eğer onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim bana, sizin isiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yûnus, 10/41.)

İşte bu siyaset, her insaf sahibi kimsenin de kabul edeceği gibi, hiçbir dine zorlamanın ve saldırının olmadığı bir siyasettir. Ne var ki müşrik ve Ehl-i Kitap'tan olan İslâm düşmanları, bu çağrının, yolunda sağ salim ilerlemesini kabullenemediler ve buna karşı, sonu hezimetle bitecek bir savaşa giriştiler.

Bu İslâm düşmanları, gerçeği kabullenip düşmanlıktan vazgeçtiler mi? Hayır, kesinlikle hayır. Bunlar, canlılığını tekrar kazanmak, ihanetine ve sinsice saldırısına yeniden başlamak için, ölmüş numarası yapan kurnaz tilki gibidirler. Müslümanların hak ve hukuklarına saldırarak makam ve mevkilerine sahip olmak gayesiyle, onları teker teker veya topluluklar halinde parçalamak için çok çaba harcadılar. Saçma işlerle uğraşanların seviye ve sorumlulukları, edep sınırını çoktan aşmıştı. Allah (c.c.) ve Resul (s.a.v.)'ünden, bu hain gücün zıddına sadır olan berâat'ın anlamı, işte budur.

Bazı insanların nazil olan bu vahiy parçasını ele alarak, âyeti yanlış yorumlamaya başlamaları üzüntü vericidir. Bu âyeti yanlış yorumlayan kimse, Öncelikle bir tek cümleyi ikiye ayırıyor, sonra da cümlenin baş tarafını alıp son tarafını unutuyor. Tıpkı,

"Kâfirlerle topyekün savaşınız." (Tevbe, 9/36)

âyetini delil getirerek, aynı âyetin devamı olan, "Sizinle topyekün savaştıkları gibi." kısmını unutmak suretiyle, sûrenin tüm kâfirlere karşı saldırı savaşı açtığını iddia etmek gibi. Aynı şekilde, şu âyette geçen "en-nâs=insanlar" kelimesini yanlış anlamak gibi:

Tevbe Sûresi • 165

Kur 'Sn -I Kerîm'in Konulu Tefsiri

"Hacc-ı ekber (en büyük hac) gününde Allah ve Resûlü'nden insanlara bir bildiridir..." (Tevbe, 9/3)

Yanlış yorumcu, buradaki "en-nâs=insanlar" kelimesinin, tüm insanlığı kapsadığını anlamaktadır. Ancak bu iki genel ifâdeden hemen sonra gelen ve bu ifâdeleri tahsis eden, alanım daraltan istisnayı unutmaktadır.

Genel ifâdeleri tahsis eden âyetin devamı şöyledir:

"Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır." (Tevbe, 9/4)

Âyetin anlamı gayet açıktır: Savaş, biz Müslümanlara karşı açıkça düşmanlık eden ve haklarımızı gasp eden belirli bir topluluğa karşıdır. İşte böylesi bir toplulukla savaşmak hususunda bizim ne suçumuz olabilir ki?

Genel ifâdeyi sınırlandıran eleştirel yorum ise çok önemlidir. Çünkü bu, savaşla hiçbir ilgisi olmayan topluluklara karşı olası taşkınlıkları yapan kimseleri cezalandırma aşamasında gelmektedir. Zira bu topluluklar savaş istemedikleri gibi, savaşmayı akıllarından dahi geçirmemektedirler. İşte bu durumda olanlarla ilgili olarak, Rasulul-lah (s.a.v.)'m, onlara güvence vermesi ve yurtlarına sağ: salim ulaşmalarını sağlaması emredilmektedir:

"Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, Allah'ın kelâmını işitip dinleyin-ceye kadar ona eman ver, sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu, onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır." (Tevbe, 9/6)

Bu muhteşem bağlamın neresindedir saldırı savaşı?

Öyle görünüyor ki, Tevbe Sûresi'nİn küfre ve kâfirlere karşı genel bir savaş ilan ettiğini anlayan kimseler, Mısır, Suriye ve Irak topraklarını fetheden ve Fars devletini yıkıp Bizans İmparatorluğu'nu parçalamaya kadar uzanan savaşlara bakmaktadırlar. Ancak bu yanlış bir algılamadır. Her ne kadar Müslümanlar ordularını doğrudan doğruya Roma ve ona bağlı olan şehirlere sürmüşlerse de, bunun kendisine özgü şartları vardı. Zira bu diktatör imparatorluklar, kendilerine âit olmayan toprakları işgal ediyorlar ve yenilgiye uğratılan büyük kalabalıkları emirleri altında eziyorlardı. İşte bu sebepledir ki, bu İmparatorluklarla Müslümanlar arasında gerçekleşen tüm savaşlar, toprakların ve halkların kurtulması, istilâ ve yağmanın engellenmesi için yapılmıştır. Bundan sonra da hürriyetine kavuşmuş halklara, İslâm daveti sunulmuştur. Bu halklar da çarçabuk bu dine girmişler ve bu din, onların arasında bir anda yayılmıştır.

Tevbe Sûresi, düşmanlığı körüklemekten, suçsuz ve barış taraftarı kimselere saldırı savaşı başlatmaktan uzaktır. Tekrar sûrenin başına dönelim, bakalım neler göre-

166 • Tevbe Süresi

Muhammed Gazalî

ceğiz? İslâm, kendisine saldıranlara dahi, görüşlerini tekrar gözden geçirmeleri ve hatalarından dönmeleri için, süresi tam dört ay olan bir mühlet vermiştir.

"(Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezii (ve perişan) edecektir." (Tevbe, 9/2)

Bunun anlamı şudur: Mühlet verme zayıflıktan ve güçsüzlükten dolayı değildir; aksine varolduğunu zannettiğiniz güçlerinize güvenmeyin, zira ihanetin bedeli çok kötü olacaktır. İşte bu mühlet, mü'mİniyle müşrikiyle, antlaşması olanıyla olmaya-nıyla, tüm Araplar'ın toplandıkları "Büyük Hac" gününde ilan edilmiştir. Ta ki, hiçbir kimsenin mazeret ileri süremeyeceği bir şekilde her şey apaçık ortaya çıksın.

Her şeyin daha fazla açığa çıkması, müşriklerin sahtekârlıklarıyla gizli kötülüklerinin tamamen gözler önüne serilmesi ve bizim tarafımızdan düşmanlık yapıldığına dair tüm suçlamaların ortadan kalkması için, sûre tekrar aynı konuya dönüyor ve diyor ki:

"Mescid-İ Haram'm yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınızın dışında, müşriklerin Allah ve Resulü yanında nasıl bir ahdi olabilir? Onlar sizlere dürüst davrandıkları sürece siz de onlara dürüst davranın." (Tevbe, 9/7)

Bize verdiği sözü yerine getiren kimseye, bizim de sözümüzü tutmak için gösterdiğimiz çabaya bir bakın. Ancak bize karşı sözlerini tutmayan hainlere, bizler sözlerimizi nasıl tutalım?

"Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır. Allah'ın âyetlerine karşılık az bir değeri satın aldılar da (insanları) O'nun yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür. Bir mü'min hakkında ne ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırganların kendileridir." (Tevbe, 9/8-10)

Biz Müslümanlar, düşmanlık yapmadığımız gibi, düşmanlık yapmayı aklımızdan bile geçirmeyiz ve kendimizin bu şekilde nitelendirilmesine asla razı olmayız.

Görünüşe bakılırsa Müslümanlar, o dönemde müşriklerden endişe ediyor ve düşmanlarının güçlü olduğunu, bu güçlerinin onları Müslümanlarla savaşmaya ve kendileri üzerinde baskı kurmaya sevk edeceğini zannediyorlardı. Buna karşılık Kur'ân, bu korkuyu yersiz buluyor, Müslümanları düşmanlarına karşı koymaya ve zâlimleri cezalandırmaya teşvik ediyordu:

"...Küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan adamlardır." (Tevbe, 9/12)

Yoksa dini olmayan kimselerin, sözlerine sadık kalmalarını ya da yeminlerini

 

ye-

Tevbe Sûresi • 167

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

rine getirmelerini mi bekliyorsunuz?

Sonra Allah (c.c), ihanet içinde olanların cezalandırılması için, Müslümanları daha fazla teşvik ediyordu:

"Verdikleri sözü bozan, peygamberi (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve İlk önce size karşı savaşa başlamış olan bir topluluğa karşı savaşmayacak mısınız; yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mii'minler İseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır." (Tevbe, 9/13)

Konunun anlatılış seyrine bakıldığında, biz Müslümanların savaşmakla emrolun-duğu kimselerin, barış ve sadâkat ehli kimseler olmadığı görülür. Buna karşılık onlar, uzun süre Müslümanlara kötülük eden, kalplerini kinle dolduran ve Müslümanlara pek çok ihanet ve saldırılar gerçekleştiren kimselerdir.

"Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil etsin, sizi onlara galip kılsın ve mü'min toplumun kalplerini ferahlatsın. Onların kalplerinden Öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir." (Tevbe, 9/14-15)

İşte bu bağlamda, barış İçinde olan bir topluluğa saldırmaya işaret eden herhangi bir âyet görebiliyor musunuz? Ya da barışsever olan ve serbestçe dolaşmasına izin verilen bir topluluğa karşı, herhangi bir taarruza geçmeyi îmâ eden tek bir âyet görebiliyor musunuz?

Tevbe Sûresi'nin, İslâm'da savaşın mecrasını değiştiren sûre olarak nitelendirilmesi, gerçekten büyük bir cehalettir. Müslüman olarak bizler, eskiden olduğu gibi, şimdi de gelecekte de, bizimle barış içinde olanla barış içinde olacağız, bizimle savaşanlarla da savaşmaya devam edeceğiz. Bunu yaparken de, adiliği ve rezilliği reddederek, ahlâksızlık ve alçaklığa tenezzül etmeden davetimizi, yeterli bir açıklama ve açık bir tebliğle sürdüreceğiz.

Tevbe Sûresi nazil olmadan önce ve tam yirmiiki yıl boyunca, kendisinin sonsuza kadar hâkim olacağını varsayan Arap putperestlerinin bozuk düzenine karşı, olması gereken en yumuşak ve en iyi davranışı sergiledi. Bu nedenle Mekke döneminde İslâm, kanun kural tanımayan bir dindi, sözü kabul edilemez.

Medine'ye hicretten sonra Müslümanlar, düşmanlarıyla yaklaşık olarak otuz se-riyye ve savaşa girmişlerdir. Bu savaşların hepsinde birden Arap putperestlerinin kaybı kaça ulaşmış olabilir acaba? Önceki konularda bu hususa değinmiştik ve demiştik ki, bu seriyye ve savaşların tümünde kâfirlerin verdiği kayıp yaklaşiK iki yüz kadardır. Bunun anlamı şudur: Müslümanlarla müşrikler arasında yapılan savaşlarda kâfirlerden öldürülenlerin sayısı, Katolik Fransa'da ilerleyen Protestanlar'ı durdurmak için Paris'teki "Saint Bartalemeo" katliamında ölenlerin sayısının onda biri kadardır.

168-Tevbe Sûresi

Muhammed Gazalî

Yirmi iki yıl boyunca Müslümanlar kâfirleri, akıllı hareket etmeye, şayet akıllı hareket edemiyorlarsa adaletli davranmaya çağırıyorlardı. İsterseniz yüce Allah (c.c.)'ın şu sözündeki sevgi ve samimiyet terennümüne bir kulak veriniz: "İşte bunun için (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların arzu ve isteklerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdİr. Bizim islediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktun Allah hepimizi bir araya toplar ve dönüş de O'nadir." (Şûra, 42/15)

Ancak bütün bu çağrıların hiçbir faydası olmadı, İşte bu sebeple, "sizin dininiz size, benim dinim bana" (Kâfirûn, 109/6) ilkesinin gerçekliğinin artık kalmadığı açığa çıktı. Zİra biz onların yaşamasını istediğimiz halde, onlar bizi öldürmek istiyorlardı. Müslümanlar otoritelerini sağlamlaştırdıktan sonra, bu iğrenç tavra İslâmî bir tedavi yöntemi sundular: Bu toprakları bize bırakın ve Allah (c.c.)'m geniş arzında bir yere gidin, yerleşi. Çünkü sizler, bir ülkedeki İslâmî düşünceyi sınırlandırıyor ve rahatsız ediyorsunuz, gücünüzün yettiği oranda Müslümanlara tuzak kuruyorsunuz, onların başlarına belâ ve musibetlerin gelmesini arzu ediyorsunuz ve kendi bölgenizde inkârınızla birlikte başbaşa kalmayı kabullenmiyorsunuz. Bizler sizleri öldürmek istemiyoruz, ancak sizin fitnenizden korunmak istiyoruz. Öyleyse dilediğiniz yere gidin ve bizi kendi işlerimizle başbaşa bırakın.

Bu emre başka bir şey daha eklendi: "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmeyecek ve Kabe'yi çırılçıplak tavaf etmeyecek." Bu anlaşılabilir bir emirdir: Müşriklerin ibadet ettikleri Kabe'nin etrafındaki tüm putlar artık kırılmıştı. Öyleyse onlar niçin tavaf edeceklerdi? Tavaf esnasında çırılçıplak olmak ise, hiçbir saygın dinin izin vermeyeceği ve ancak putperestliğin hayvanlaşmasıyla izah edilebilecek çirkinliklerden bir çirkinliktir. İşte bu sebeple, bu sûrede şöyle bir âyet gelmektedir:

"Allah'a ortak koşanlar, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik ederken, Allah'ın mescitlerini imar etme yetkileri yoktur. Onların bütün işleri boşa gitmiştir ve onlar ebedî olarak ateşte kalacaklardır. Allah'ın mescitlerini ancak, Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler İmar eder..." (Tevbe, 9/17-18)

Âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c), bu sûrenin nüzulünden on beş ay sonra, Resulü (s.a.v.)'nün bu dünyadaki yaşamının sona ereceğini biliyordu. Bu sebeple, liderlerinin ölümünden sonra, bu toplumu böylesi kör fitnelerle karşı karşıya bırakmak, İslâm dâvetininjnaslahatına uygun değildi. Bizanslıların tehdidinden sonra Müslümanların, yarımadanın kuzeyindeki davetlerini garanti altına almaya yönelmeleri için, uzun bir .süredir gösteriş yapan ve kendisiyle övünen müşriklerden artık kurtulmak gerekiyordu.

Allah (c.c.) ve Resulü (s.a.v.)'nün verdiği ültimatom, putperestlere tehlikeli bir

Tevbe Sûresi • 169

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

darbe indirmesine rağmen, onlar içlerinde ihanet ve vefasızlık düşüncesi olduğu halde, kendilerini gizlediler. Topluca isyan etmek ve gecenin ikinci bir kez kendilerine tekrar döneceğini varsayarak dinden döndüklerini ilan etmek için, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ölüm haberini dört gözle bekliyorlardı. Şirk ve Ridde orduları birçok meydanda isyan etti, ancak Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in liderliğinde muvahhid Müslümanlar, onların karsısına dikildi ve hâlâ daha onlarla mücadele etmeye devam ediyorlar. Ta ki, şirkin sesi kısılsın ve İslâm için her şey uygun hale gelsin. "Köpük akıp gider, insanlara fayda veren §eye gelince, o yeryüzünde kalır." (Ra'd, 13/17) Artık Müslümanlar kendilerini, yarımadanın kuzeyinde İslâm davetinin önüne kapıları kapatan Bizanslılarla savaşmaya hasretmişlerdi.

Davetimizin önündeki görev ve sorumluluklarımızı, bir kere daha açıklamakta fayda vardır: Bizler saldın savaşı yapan insanlar değiliz ve hiçbir kimseyi, herhangi bir dine girme hususunda zorlamayız. Bizler sadece dinimizi insanlara sunarız, o kadar, "...dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin." (Kehf, 18/29) Şayet bir kimse küfrü tercih ederse, ona deriz ki: "Üzülme! Bizden sana hiçbir kötülük dokunmaz! Senden istediğimiz şey; bizlerin senin dışındaki kimseleri dinimize davet etmemizi engelleme ve eğer senin dışındaki bir kişi, bizim davetimizi kabul ederse, ona da engel olmamandır"

Bize göre İslâm: Allah(c.c) ile kulları arasındaki eşsiz bağdır. Allah (c.c.) bizleri, tebliğ etmek ve câhillerin Önüne ışık yakmakla mükellef kıldı. Öyleyse, bizler insanları Allah (c.c.)'ın dinine davet ederken, yolumuza engel olmayın. Allah (c.c.) başkalarının kalplerini İslâm'a açmışsa, buna itiraz etmeyin. Eğer bu tarafsızlığa razı olurlarsa, şu âyetin ifâde ettiği gibi, bizimle birlikte yaşayabilirler: "Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, bu durumda Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı vermemiştir." (Nisa, 4/90) Eğer, "hayır, sizi tebliğden ve onları da size tabi olmaktan men edeceğim" derse, işte o zaman biz de, "şimdi aramızda savaş başladı" deriz. Eğer Allah (c.c.) size karşı bizlere yardım ederse, bize saldırmak için kullandığınız silahları elinizden çekip alırız ve mallarınız, canlarınız ve namuslarınız güvenlik içinde olmak şartıyla bizimle birlikte yaşamanızı sağlarız. Hatta herhangi bir kimse, size bir kötülük yapmak isterse, sizi savunma sorumluluğunu da yine bizler üstleniriz.

Hedefimiz, bizim varlığımızı kabullenmeniz ve hazinelerimizi size açmaktır. Bunun karşılığında, sizleri ve sizlerin değerlerini korumak için harcadığımız paralardan bir kısmını bizlere vermekle sorumlu tutarız. İşte bu da, hakkında gürültü koparılan "Cizye"dir. Cizye, birlikte yaşamanın bir gereğidir. Cizye, bizimle savaşmaktan uzak durmayı tercih eden tarafsız kimselere, zorunlu değildir. Aksine bizimle savaşmayı hedefleyen veya malı ve canıyla düşmanlarımıza yardım eden kimseler için geçerlidir.

170 ¦ Tevbe Sûresi

Muhammed Gazali

 

Cizye âyetine bakan kimse, cizye alınması gereken kişilerin hatalarını tek tek saydığını, onların Allah (c.c.)'a ve âhiret gününe imandan yoksun olduklarını, birçok günahlar işlediklerini ve topluca peygamberlerin yolundan ayrıldıkların], açıkladığını görür.

"Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü'nün haram kıldığım haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 9/29)

Bu âyetten sonra, onların, ışığın kaynağını yok etmek ve karanlığı yaymak gayesiyle siyaseten Müslüman olduklarım bildiren âyet gelmektedir:

"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanma-sa da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez." (Tevbe, 9/32)

Onların papazları ve din adamları, haksız yere İnsanların mallarını yeme ve Allah (c.c.)'ın yolundan yüz çevirme hususunda çok mahirdirler.

"Cizye"nin geçmişi, araştırmaya değer bir konudur. İslâm'ı yakından tanıyan tüm halklar, süratle İslâm'a girmişlerdir. Mısır, Horasan ve diğer bölgelerde hep böyle olmuştur. Hatta İslâm'a girenlerin çokluğu sebebiyle, cizye olarak toplanan hazinenin kaynakları kurumuştur.

Hedeflenen şey de zaten budur; zira Hz. Muhammed (s.a.v.) hidâyet edici olarak gönderilmiştir, vergi tahsildarı olarak değil.

Hicretin dokuzuncu yılında bir grup insanla birlikte Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in yaptığı hac, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Önderliğinde hicretin onuncu yılındaki genel hac (veda haccı) için, güzel bir başlangıç oldu. Çünkü hicretin dokuzuncu yılında:

"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir ve bunun için bu yıllarından sonra, Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28)

denildikten sonraki hac, sadece Müslümanlara hastı. Artık şirk antlaşması bitmiş ve müşrikler, sözleşmenin iptal edildiğini ve bu günden sonra ilişkilerin, hiçbir kötülük ve aldatma içermeyen adil bir kısas ekseninde olacağını, bitkin bir halde duymuşlardı. İşte böylece putperestlik, kesin bir kararla bitmiş oldu.

Yahudilik ise, önceden peşpeşe gelen ve en sonuncusu da hicretin yedinci yılında Hayber'de gerçekleşen savaşlarla iyice zayıflatılmıştı. Sonuçta Yahudiler, ya topraklarında çiftçi ya da Medine-i Münevvere ve diğer şehirlerde istedikleri işi yapan tüccarlar olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Önemli olan, onları günah işlemeye ve düşmanlık yapmaya sevk eden, askerî güçlerinin parçalanmasıdır. Devletleri yıkıldıktan

Tevbe Sûresi "171

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

sonra Yahudiler, küçük düşürülüp kendilerine zulmedildi mi? Hayır! Onların ferdî hürriyetleri devam etti. Hatta İslâm'ın engin hoşgörüsü altında, Yahudi tüccarlardan birisi, yaptığı bir alış veriş sebebiyle, Resûlullah (s.a.v.)'ın zırhını rehin olarak aldı.

Bu arada Hıristiyan elçiler Medine-i Münevvere'ye gelmeye başlamışlardı. Gerçi daha önce Mekke'ye gelip bu yeni vahyi dinleyenler olmuştu, hatta bunlardan bir kısmının kalbi islâm'a ısınmış ve Müslüman olmuşlardı. Bazı Hıristiyanlar da, şahsına büyük hürmet ve saygı göstermesine rağmen Hz. İsâ (a.s.)'nm tanrılığını reddeden İslâm'la sıcak ve sakin bir tartışmaya giriştiler.

Aslında İslâm, Yemen veya diğer bölgelerde yaşayan Hıristiyanlardan hiçbir tehlike sezinlememişti. Aksine asıl tehlike, -ileride görüleceği üzere- Arap Yarımadası'-mn orta ve güneyinde yayıldıktan sonra, kuzeyine de nüfuz etmeyi hedefleyen ve İslâm'ın önüne demir perde çeken, Bizans devletinden gelmekteydi.

Burada birbirinden farklı iki olaya gözlerimizi çeviriyoruz: Bunlardan ilki, İslâm'ın Hıristiyanlık'la yakın ilişki içinde olduğu gerçeğidir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke'de zulme uğrayan mustaz'af Müslümanlara, hükmü altındakilere haksızlık yapılmayan bir kralın komşuluğu için, Habeşistan'a hicret etmelerini emretmiştir. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a.v.), Hıristiyan Rumların Mecûsî İranlılara yenildiği, bu yenilgi sebebiyle Müslümanların üzüldüğü, yakın bir gelecekte Rumların İranlılara karşı zafer elde edeceklerini yeryüzünde, ilk olarak ve tek başına söyleyen kimsedir.

İkinci olay ise şudur: Hıristiyan halklara bu kadar dost ve sadık olmakla birlikte İslâm, "teslis" inancını ve Hz. İsâ (a.s.) ile Hz. Cebrail (a.s.)'in ulûhiyetini bütün açıklığıyla reddetmekte ve onları salİh kullar olarak kabul etmektedir. Mekke ve Medine'de peşpeşe gelen vahiyler, bu hakikati te'yid etmektedir.

İslâm Hz. İsâ (a.s.)'nın mensuplarından; inançlarını düzeltmelerini, vahdaniyeti Allah (c.c.)'a tahsis etmelerini, helal ve haram hükümlerini Allah (c.c.)'tan almalarını, papa ve kardinalleri ise, diğer ahlâkî vasıflarla düzeltmelerini İstemektedir. Bu konuda en son inen âyet Tevbe Sûresi'ndedir ve hicretin dokuzuncu yılında insanlara okunmuştur.

"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp hahamlarını, (Hıristiyanlar da) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. O, bunlann ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (Tevbe, 9/31)

Kur'ân-ı Kerim, din adamlarının helal ve haram konusunda verdikleri fetvalarla, tıpkı İngiltere'de olduğu gibi, doğru yoldan sapmaları ve haram şeyleri mubah kılmalarını, bir çeşit şirk olarak kabul ediyor. Her halükârda İslâm'da Allah (c.c), tek bir ilahtır. O (c.c), doğmamış ve doğurmamıştır, O (c.c.)'nun hiçbir eşi ve benzeri yok-

172 • Tevbe Sûresi

Muhammed Gazalî

tur ve tek başına kullarının arasında hükmeden de O (c.c.)'dur.

Bizans İmparatorluğu, İslâm'ın yüzüne tüm kapıları sıkıca kapattı ve onu yarımadanın ortasında bir ağın içinde bırakmak için birçok defalar savaştı. Dolayısıyla, onlarla savaşmaktan başka hiçbir çıkar yol kalmamıştı.

İslâm, iyilikle ve güzellikle bir davet toplumu oluşturur, ikrah ve zorlamayla de-ğîl. Zira hakkı ve hayrı temsil edecek, onu savunacak, güzelce anlatacak, onun hüküm ve yasalarının uygulanmasını sağlayacak bir toplumun mutlaka bulunması gerekir.

"Sizden, hayra çağıran ve iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Al-i İmrân, 3/104)

Evet, insanları İslâm'a davet etmek bizim hakkımız ve görevimizdir; ancak hiçbir kimseyi, istediğimiz şeyi kabule zorlamak, hakkımız değildir.. Biz Müslümanlar, konuşma, fikirlerimizi ifâde etme hakkını istiyoruz; o kadar. Ancak Bizanslılar bunu reddediyorlar. Yoksa, Mûte, Tebük ve diğer savaşlarda, ordularını Müslümanlarla savaşmaya niçin sevk ediyorlardı ki?

Ancak bizler davetimizi, daha anlaşılır ve açık bir şekilde anlatmalıyız. Örneğin Aryûs Kilisesi Hz. İsâ (a.s.)'nın yaratıcı değil yaratık olduğunu söylediği için, Romalılar bu kiliseyi terk ettiler. Aynı şekilde, Hz. Mesih (a.s.)'in ontolojik yapısı hakkında, Bizanslıların düşüncesine aykırı bir görüşe sahip olan Doğu kiliselerini reddettiler ve Mısır Patriği'ni hapsedip kardeşini de öldürdüler. Aynı dinden olan kardeşlerine böyle bir tavır takınan Bizanslılar, inanç ve idare bakımından İslâm düşüncesini kabul ederler mi ki?

Gerçekte İslâm, inanç hürriyeti için çalışmıştır. Mısır ve Suriye'ye girerek tüm insanların inanç hürriyetlerini güvence altına almış ve mahkumları serbest bırakmıştır. İşte bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v.), Bizanslıların, İslâm davetinin önüne çektikleri setleri kaldırmaya önem vermiş ve onların saldırılarına karşılık vermek içia tüm Müslümanlara genel bir sorumluluk yüklemiştir; İslâm'ın geleceğinin, bu savaşları kazanmaya bağlı olduğunu bilerek..

Müslümanlar, Bizanslılarla savaşa başladıklarında, onlar dünyanın süpergücü idiler. Zira onlar, İranlıları paramparça etmişler, onlardan intikamlarını almışlar ve otoritenin zirvesini adetâ kendilerine tapulamışlardı. İşte bu yüzden, münafıklar ve zayıf imanlı kimselerin, Bizanslılarla savaşma fikrinden ürkmeleri, aslında çok da şaşılacak bir şey değildir. Belki de Hz. Muhammed (s.a.v.) bu cihadında, Allah (c.c.)'a güvenip dayanmasaydı, bu tehlikeli savaşa cesaret edemezdi. Bunun içindir ki Tevbe Sûresi'nin geri kalan kısmı, münafık ve mütereddit kimseleri ifşa etmek ve Müslüman kuvvetleri, bu zorlu görevlerini hakkıyla yerine getirebilmeleri için, harekete geçirmek gayesiyle gelmiştir.

Tevbe Sûresi ¦ 173

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

Sûrenin ikinci bölümü şu âyetle başlamaktadır:

"Ey iman edenler! Size ne oldu ki, 'Allah yolunda savaşa çıkın' denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayalının faydası âhiretin yanında çok azdır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsamz, (Allah) sizi pek elem verici bir azapla cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir." (Tevbe, 9/38-39)

Sûre, bu toprakları putperest ve hâin Yahudiler'den temizledikten sonra, artık münafıklardan da temizlemeye başlamıştır. Bu süreç, İslâm'ın kendi alın teriyle inşâ ettiği toplumda, kendisini güven içinde hissedene kadar devam edecektir.

Tevbe Sûresi, liderlerinin ölümünden sonra risâlet görevini üstlenecek ve yeryüzünü zararlı otlardan, köıü unsurlardan temizleyecek bir toplum için hazırlıktır. Ayrıca bu sûre, Bizanslılarla yapılan savaşta, adamlık, mertlik ve yiğitlik kaynaklarını açığa çıkaracak bir mihenk taşı olmuştur.

Görev ve sorumluluk yüklenmekte ayak direten ve zorluk anında inanca ihanet eden, nice hastalıklı yüzler göreceğiz.

Hak ehli olan kimselerin Allah (c.c.)'a olan sevgi ve bağlılıkları, başka kimselerin putlara ve Allah (c.c.)'a ortak koşulan şeylere olan sevgi ve bağlılıklarından daha güçlü ve daha sağlam olduğunda, Müslümanlar hep galip geliyorlardı. "İnsanlardan bazdan Allah'tan başkasını O'na denk tanrılar edinir ve onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri İse, çok daha fazladır." (Bakara, 2/165)

Müslümanlarla kâfirler arasında savaş başlayıp da, bu savaşı kazanmak için her iki grubun da ellerinde olan her şeyi son katresine kadar harcadıkları zaman, bu gerçek daha hayattayken açığa çıkıyor. İşte bu sebeple Tevbe Sûresi'nde, şöyle bir ilâhî öğreti gelmektedir:

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kazanmakta olduğunuz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah'tan, Resûlü'nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili İse, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fa-sıklar topluluğunu asla hidayete erdirmez," (Tevbe, 9/24)

Bizans'la savaşma ve onların saldırılarına karşı koyma emri, kendisine özgü şartlarda olmuştur ki, bu şartlan şu şekilde açıklayabiliriz:

Bizans, dünyanın birinci devleti ve süper gücü idi. Onların dünya liderliği,
İranlıları kesin yenilgiye uğrattıktan sonra daha bir perçinleşmişti.

Müslümanlar, yeni inançlarının kendilerini hürriyete kavuşturduğu küçük bir

174 • Tevbe Sûresi

Mu ham med Gazali

Arap topluluğu idi.

Müslümanların gücü sınırlıydı. Bu sınırlı gücü Mûte ve Zât-ı Selâsil savaşla
rında denediler ve fakat hiçbir şeye yaramadığını anladılar.

Müslüman toplum, içinde münafıkların fitneleri, çılgın putperestlerin kalıntıla
rı ve yalan uydurup iftira etmeye başlayan mağlup düşmanların artıklarıyla uğraşıyor
du.

Fakat Allah (c.c), büyük davet görevini yerine getirebilecek zaman ayırabilmesi için, İslâm ümmetini, bu tip kargaşalardan arındırmak istiyordu. İşte Tevbe Sûresi, bu toplumu elekten geçirip kötü ve artıkları, bir daha hiç geri dönüşü olmayacak şekilde, yok etmek için nazil oldu. Bunun sonucu olarak da, savaştan her türlü kaçınmayı ve uzak durmayı reddetti:

"Ey iman edenler! Size ne oldu ki, 'Allah yolunda savaşa çıkın' denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası Shiretİn yanında çok azdır." (Tevbe, 9/38)

Sûre, korkak ve tembellerin uydurduğu sahte mazeretleri reddetmektedir;

"Allah'a ve âhîret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini çok iyi bilir. Ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp kuşkuları içinde bocalayanlar, senden izin isterler." (Tevbe, 9/44-45)

Sûrenin son taraflarında, evlerinde oturmak için mazeret bildiren ve savaşın yükünden kaçınıp rahat etmeyi isteyenleri Allah (c.c.) şu şekilde tanımlamaktadır;

"Bedevilerden, (mazeretleri olduğunu) itfdıa edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah ve Resûlü'ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan kâfir olanlara elem verici bir azap erişecektir." (Tevbe, 9/90)

Bizans ordularıyla savaşmaktan geri kalanların büyük bir kısmının, kalpleri harap olmuş, güvensiz ve zevklerinin esiri kimseler olduğu gayet açıktır. İşte böyle kimselerden birisinin gelip, Bizans kadınlarına dayanamadığını gerekçe göstererek savaşa çıkmama konusunda mazeret bildirmesi ve şayet Resûlullah (s.a.v.) iffetini garanti ederse savaşa çıkabileceğini söylemesi, çok komik ve gülünçtür. Sanırım, o kimse savaşa gitse ve Bizanslı kadınlar ona saldırsa, arkasını dönüp kaçacaktır.

"Onlardan öylesi de var ki: 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme,' der. Bilesiniz ki onlar, zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem kâfirleri mutlaka kuşatacaktır." (Tevbe, 9/49)

Bütün münafıklar, kalplerinin derinliklerinde İslâm'dan nefret ederler, yenilmesi-

Tevbe Sûresi ¦ 175

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

ni arzu ederler ve bazen de bu duygularına gizli gizli tebessüm ederler. Allah (c.c.) yolunda savaşan mücahitlerin acı ve tatlıyla, yenilgi ve zaferle karşılaşmaları normaldir. İşte bu mii'minler için yüce Allah (c.c.)'ın şu sözü nazil olmuştur:

"Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer. Ve eğer başına bir musibet gelirse: "İyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız", derler ve böbürlenerek dönüp giderler. De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası asla bize erişmez. Onun için mü'minler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler." (Tevbe, 9/50-51)

Zorluk ya da Tebük Savaşı, şiddetli öfke volkanlarını tüm münafıklar üzerine fışkırtan, sırlarını ifşa eden, entrikalarını gözler önüne seren ve tuzaklarına düşmekten sakındıran bir fırsat olmuştur. Müslümanların daha temiz bir gelecek inşâ etmeleri İçin, tüm bunların açığa çıkması gerekiyordu. Özellikle de, Allah (c.c.)'m ilmî ezelisinde olduğu Üzere, yaklaşık bir yıl sonra Resûlullah (s.a.v.) onları bırakıp ebedî aleme göç edecekse, bu daha büyük bir önem arz ediyordu.

Nifak, toplumun kurdudur. Münafıkların yönettiği bir toplum, ne kadar çok servetleri ve enerjileri olursa olsun, başarılı olamaz.

"Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya hayatında olanların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor." (Tevbe, 9/55)

Sûre, münafıkların özelliklerini ifşa etmeye devam ediyor: İşte bir grup insan; Resûlullah (s.a.v.)'a mal geldiğini görüyor ve ondan nasiplenmeyi istiyor; eğer kendisine verilirse razı oluyor, yok eğer verilmezse cam sıkılıyor ve öfkeleniyor. Böyle bir kimsenin rıza ve Öfke içgüdüleri şahsî menfaatinden kaynaklanmaktadır.

"Onlardan sadakaların (taksimi) hususunda seni ayıplayanlar du vardır. Sadakalardan onlara da (bir pay) verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar." (Tevbe, 9/58)

Bazı münafıklar aşağılık bir yöntem izlediler ve dediler ki: O (s.a.v.)'nun hakkında istediğimiz her şeyi söyleyelim, sonra da gidip bizim böyle bir şey söylemediğimize dâir yemin edelim; nasıl olsa söylediklerimizi kabul eder. Onlar Resûlullah (s.a.v.)'ın edebinden ve münâkaşadan hoşlanmamasından faydalanmak ve O (s.a.v.)'na zarar vermek istiyorlardı.

"O, (Peygamber her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek peygamberi inciten (münafıklar) da vardır. De kî: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü O Allah'a inanır, mü'minlere güvenir ve O, sizden iman edenler için de bir rahmettir. Allah'ın Resûlü'ne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır." (Tevbe, 9/61)

Münafıkların, kendileriyle dostluk kurabilecekleri arkadaşları ve rahat rahat ko-

176* Tevbe Sûresi

Muhammed Gazali

nuşabilecekleri meclisleri vardı. Bunlar ansızın ortaya çıkmadılar, aksine bir çok olay, onları ortaya çıkardı ve sınırsız istek ve arzular onları bir araya getirdi. Bazen çoğalıp bazen azahyorlardı. Fakat bu nifak grupları, İslâm ve peygamberinden hoşlanmayan, onlardan rahatsız olan ve tuzak kurmak için pusuya yatanları, barındırmaya hep devam etti.

Kur'ân birçok sûrede, münafıkların tehlikelerine karşı Müslümanları uyarmaktadır. Ancak Tevbe Sûresi, münafıklardan hiçbir kimse kalmasın diye, onların sığınak ve geçiş yollarını izlemeye almıştır. Çünkü bu, İslâm'ın gelecekteki yaşamıyla ilgilidir. Zİra Bizanslılarla yapılan savaşın sonuçları çok ağırdır. Şayet Hz. Muhammed (s.a.v.) bu savaşta zayıflasa, yenilse ve düşmanlarının gözünü de hırs bürüseydi, Kâ'be yerle bir edilir, Kur'ân parçalanır ve tevhid inancı gücünü yitirirdi.

Müşrikler ve münafıklar, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve ordusunun, yarımadanın kuzeyinden, bir daha kesinlikle geri dönemeyeceğini ve Roma İmparatorluğu'nun onları yutup yok edeceğini zannediyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.v.), putperest Araplara ve inatçı Yahudilere karşı zafer elde etmiş olsa da, Romalılara karşı şansının ona yardım etmesi imkânsızdı!

Ama onlar kaderin hareket halinde olduğunu ve Allah (c.c.)'ın bir vahiy indirerek zaferi müjdelediğini bilmiyorlardı;

"O, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlü'nü hidayet ve hak din ile gönderendir; müşrikler hoşlanmasalar da." (Tevbe, 9/33)

Nifak hareketi, tam da Romalılarla yapılacak savaş hazırlıkları tamamlanmak üzereyken, zirveye ulaşmıştı. Müslümanların yenileceğine dair büyük bir dedikodu vardı. Ancak hakkın dostları ve yardımcıları, Allah (c.c.) ve Resulü (s.a.v.)'nü tasdik ettiler ve her şeylerini harcayarak Allah (c.c.)'ın safında yer aldılar. Sonuçta da geleceğe sahip oldular.

"Allah'a İnanın ve Resulü ile beraber cihad edin, diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve: 'Bizi bırak, (evlerinde) oturanlarla beraber olalım,' dediler. Geride kalan (kadınlarla) beraber olmaya razı oldular ve onların kalplerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar İnanmazlar. Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir." (Tevbe, 9/86-88)

Önceden şirkin kökü kazındığı gibi, nifakın da kökünün kazınacağı an artık gelmişti. İslâm toplumu, bu sahtekâr ve günahkârları köşeye sıkıştırıp onlara baskı uygulamak için, tüm unsurlarını büieştirmeliydi. Tâ ki sesleri kısılsın ve muttaki toplum, hiçbir engel ve mani olmaksızın, yoluna devam edebilsin.

Hicret sonrası İslâm devletinin kurulmasıyla birlikte, nifak ortaya çıktı. Çünkü

Tevbe Sûresi* 177

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

konumlarda değişiklikler olmuş ve özlemini çektikleri liderlik fırsatı kaçmıştı. Tıpkı, bu yeni din ve yaydığı faziletlerin, maddeci putperest tutkunlarını iyice köşeye sıkıştırdığı ve bu sebeple de yüzlerini boyayıp başka bir renge girerek, farklı ilkeler arasında gidip geldikleri gibi...

Ancak İslâm nifak sorununu, iyilik ve sabırla tedavi etme yoluna gitti. Uzun zaman kaçkın kişinin geri dönmesini ve kötü kişinin de düzelmesini bekledi. Fakat münafıklar hiç aldırmadılar bile. Aksine, diğer tüm Medenî sûrelerde uzun uzun anlatıldığı gibi, fitne, hile ve entrikaları gün geçtikçe arttı. Tevbe Sûresi'nde gözlemlediğimize göre; artık kapalılık, müphemlik bitmiştir ve onun yerini açıklık ve şeffaflık almıştır.

Uhut bozgunuyla ilgili yüce Allah (c.c.) şu hususu açıklıyor: "İki birliğin karşılaştığı gün sizin başınıza gelenler, ancak Allah'in dilemesiyle olmuştur ki, bu da, mü'minleri ayırdetmesi ve münafıkları ortaya çıkarması içindi. Bunlara: 'Gelin Allah yolunda çarpısın ya da savunma yapın,' denildiği zaman, 'savaşmayı bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik' dediler. Onlar o gün, imandan çok kâfirliğe yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların içlerinde gizlediklerini daha iyi bilir." (k\-\ tmrân, 3/166-167) İşte bu, Uhud yenilgisi için hafif bir yorumdur.

Ancak Tebük seferinde savaşa katılmayıp geri kalanlar için daha farklı bir üslûp kullanılmaktadır;

"(O sözleri) söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye (Peygambere suikast yapmaya) de yeltendiler ve sırf Allah ve Resulü kendi lütuflanndan onları zenginleştirdiği İçin öç almaya kalkıştılar..." (Tevbe, 9/74)

Bazı insanlar, Allah (c.c.) yolunda infak ve cihad etmek için, Allah (c.c.)'m kendilerine zenginlik nimetini vermesini istediler. Allah (c.c.) da onların isteğini yerine getirince cimrileştiler ve verdikleri sözden caydılar. İşte onlar için cezaların en kötüsü indirildi:

"Onlardan kimi de, 'eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve biz elbette salihlerden olacağız!' diye Allah'a and içti. Fakat Allah Iütfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah'ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Nihayet, Allah'a verdikleri sözlerinden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak soktu." (Tevbe, 9/75-77)

Büyük sadaka sahiplerini gösteriş yapmakla suçlayan ve küçük sadaka sahipleri-

178 • Tevbe Sûresi

Muhammed Gazafî

ni de alay konusu yapmak için çalışan bu gösteriş düşkünü iğrenç kimselerden toplumu korumak, artık kaçınılmaz hale gelmişti.

"Sadakalar hususunda, mii'minlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, işte Allah onları maskaraya çevirmiştir ve onlar için elem verici bir azap vardır." (Tevbe, 9/79)

Münafıkların çoğaldığı ve sayılarının arttığı görülmektedir. Öyle ki, İslâm'a karşı saldın planlan yapacakları bir toplanma yeri yapmayı bile planlamışlardır. Her şüpheli kişinin oraya koşacağı ve her sahtekâr kimsenin oraya yöneleceği bir mescit yapmayı, onlara şeytan telkin etmişti. Böylece, sahte ibâdetler ve yalancı namazların gölgesi altında, İslâm'a ve onun nebisine zarar verebileceklerdi.

"(Münafıklar arasında) bir de (mü'minlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlü'ne karşı savaşmış adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve; '(Bununla) iyilikten başka bir şey istemedik,' diye mutlaka yemin edecek olanlar vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder." (Tevbe, 9/107)

Münafıkların böyle bir hileye başvurmaları, onların niyetlerinin kötülüğünü ve kötülüklerinin ulaştığı dereceyi göstermektedir. Müslümanlar, gerçekte "Mescid-i Dı-râr" olarak isimlendirdikleri bu mescidi yıktılar:

"Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takva üzerine kurulan mescid içinde namaz kılman, elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah ise çok temizlenenleri sever." (Tevbe, 9/108)

Münafıkların kirli çamaşırlarım ortaya çıkaran sûre, onların entrikalarını, arala-nndaki konuşmalan ve dil sürçmelerini izlemeye devam ediyor; Tâ ki, onlardan hiçbir kimse kalmasın. Önceden de ifâde ettiğimiz gibi, toplumu fitne ve nifaktan kurtarmak gerekir. İşte bu sebeple, sûrenin ilk bölümü, toplumu putperestlikten kurtarma görevini üstlendikten sonra, bu ikinci bölüm de, toplumu nifaktan temizlemeyi hedeflemektedir. Böylece Müslümanlar, büyük çağrılarını dünyanın her tarafına ulaştırabilmek için hazırlık yapmaktadırlar. "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107)

Müslümanlara, bu daveti yaymanın yolunda can ve malı feda etmeyi gerektirdiği açıkça bildirilmektedir; "Allah mit minlerden, mallarım ve canlarım, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır." (Tevbe, 9/111) Ancak bu çok tehlikeli sözleşme niçin? Ve niçin nefisler böylesi büyük fedâkârlıklara alıştırılmaktadir? Yeryüzündeki fitnecilerin düşmanlıkları ve suçlan hiç bitip tükenmez de, onun için. Düşmanları despotluk ve zulümden vazgeçmedikçe, Allah (c.c.)'ın bütün elçileri cihad için hazırlık yapmaktan dolayı, hiçbir zaman için kmanmamışlardır.

Tevbe Sûresi • 179

K ur ' ân- ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Meselâ bu sûrede Allah Teâlâ şöyle sesleniyor:

"Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar sizde bir sertlik bulsunlar. İyi bilin ki Allah, sakınanlarla beraberdir." (Tevbe, 9/123)

Âyette, kendileriyle savaştığımız kimseler kimdir? Tüm sûrenin işaret ettiğine göre onlar Romalılardır. Onlar niçin "yakınımızda" olmakla nitelendirilmektedirler? Çünkü onlar, tâ İtalya'dan kalkıp gelerek Anadolu ve Suriye topraklarını işgal ederek Arap Yarımadası'nda bize kötü bir komşu oldular.

Onlar efendi, onların dışındaki herkes köle idi. Acaba onları buralara kadar getiren etken neydi? Hırslan ve sömürgecilikleri. Peki Araplardan ne istiyorlardı? Dinlerini terk etmek ya da, tüm insanlığa saldırmak için ulaştıkları sınırların gerisindeki belirli bir bölgede kendilerini hapsetmek. Kendi inançlarının dışındaki herhangi bir inanca saygı gösterip ona hayat hakkı tanıyorlar mıydı? Hayır! Onların sahip olduğu şey boş ve bâtıl, bizim sahip olduğumuz şey ise doğru ve hak olduğuna göre, bu sahip olduğumuz dini nasıl savunacağız? Canlarımız'a ve mallarımızla.

İşte bu, Hz. Mûsâ (a.s.), Hz, İsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in tabilerinden, Allah (c.c.)'ın kelimesini yüceltmeleri ve küfrün sesini de kısmaları için, alınmış bir sözdür.

"(Bu), Tevrat'ta İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerine hak bir vaattir, Sözünü Allah'tan daha çok yerine getiren kim vardır!" (Tevbe, 9/111)

Silaha sarılsa bile, suçluyla mücadele etmek polisin görevidir. Bir beyitte şöyle denilmektedir:

"Mızrağın ucuna oturmaktan başka çare kalmadıysa, Oraya oturmaktan başka çıkar yol var mıdır!/"

Sûrenin başıyla sonunu birlikte düşündüğüm zaman hayretler içinde kalıyorum. Zira sûrenin başı, tâğuttan ve tâğutun antlaşmaları bozan adamlarından kurtulmayı anlatıyor. Sonuçta ise, savaş ve merhamet elçisini gönderirken Allah (c.c.)'ın genel rahmetini hatırlatıyor. O, savaşçı bir Peygamber (s.a.v.)'dir; kendisine karşı silah kullanan kimseler için, silah kuşanır. Tıpkı şair Şevkî'nin dediği gibi;

"Hak yolda savaş, settin için bir kuraldır, Zira savaş, birikmiş zehirler için bir devadır."

Fakat aynı zamanda Resûlullah, yeryüzünün her karış toprağında barışı aramakta, bütün alınlardan tozu toprağı silmek için çalışmakta ve her zorda kalmış kişiden

180* Tevbe Sûresi

MuhammedGazalî

belâ ve sıkıntıyı gidermek için gayret göstermektedir.

"Andolsun size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün ve mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe, 9/128)

O (s.a.v.), hiçbir savaşı isteyerek yapmadı, fakat düşmanlık ve taşkınlıktan nefret ettiği için savaş yaptı. Şayet adalet teminat altına alınır, hürriyet sağlanır ve haklar korunursa, suçlu kimseden başkası savaşa sığınmaz. İşte bu sebepten dolayı sûre şöyle bir âyetle noktalanmaktadır:

"(Ey Muhammedi) Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O, yüce Arş'ın sahibidir."

(Tevbe, 9/129)

İçinde kılıç âyetini barındırıyor ve tüm insanlara savaş ilan ediyor dedikleri sûre, işte budur!

Tevbe Sûresi '181

 

Free Web Hosting