İBN KESÎR TEFSİRİNE BAŞLARKEN.. 2

1- İbn Kesîr'in Hayatı:2

2- İbn Kesîr'in Eserleri:2

3- İbn Kesir Tefsirinin Tercümesinde Dikkat Edilen Hususlar :3

4- Hadîs-i Şerifler İle İlgili Esâslar:4

5- Hadîs Çeşitleri:7

6- Kur'ân-ı Kerîmin Anlaşılması İçin Temel Prensipler:9

Tefsiri Okurken Dikkat Edilecek Hususlar16

Bu Eserde Yeralan Tefsirler16

MUKADDİME. 18


İBN KESÎR TEFSİRİNE BAŞLARKEN

 

1- İbn Kesîr'in Hayatı:

 

Ebu'1-Fidâ İsmâîl İmâd'üd-Din İbn Ömer İbn Kesîr İbn Dâvûd îbn Kesîr el-Dimaşkî el-Kureyşî, Şam yakınlarındaki Busrâ'ya bağlı Micdel veya Mecdel köyünde Hicrî 701 (Milâdî 1301) yılı civarında dünyaya geldi. Kendisinin el-Bidâye ve-Nihâye isimli eserinde belirt­tiğine göre, babası 703 senesinde vefat etmiş ve o esnada kendisi 3 veya 4 yaşlarında imiş. Babasını hayâl-meyâl hatuiıyormuş. Daha sonra 7 yaşlarında köyden kalkıp Şam'a yerleşmişler. İsmâîl İbn Ke­sîr'in yetişmesinde ağabeyi Abdülvehhâb'm etkisi büyük olmuş. İlk dinî bilgileri aile yuvasında almış olan İbn Kesîr, daha sonra Burhâ-neddin el-Fezârî, Kemâleddin İbn Kâdî Şihne, Kasım İbn Asâkîr, İs-hâk İbn Amidî, Muhammed İbn Zinâd, İbn er-Rabî ve İbn Teymyye gibi devrinin ünlü bilginlerinden fıkıh tefsir, hadîs öğrenmişti. Genç yaşta eserler te'lîf etmeye başlayan bilgin, Tekzîb el-Kemâl adlı eserin müellifi el-Mizzî'nin derslerine devam etmiş ve onun kızıyla evlenerek bu büyük bilgine damad olmuştur. Bilâhere Karâfî, Debbûsî, Uranî ve Huteni gibi bilginlerden icazet almıştır. Uzun yıllar Şam'ın unlu med­reselerinde dersler vermiş daha sonra Hecibiye Medresesi müderris­liğine tayîn edilmiş, Zehebî'nin vefatından sonra Ümmü Salih meş-kîhatı, ünlü «Tabakat» müellifi Sübkî'nin vefatından sonra da meş­hur Eşrefiyye Dâr'ül-Hadîsi hocalığına geçmiştir. Yetiştirdiği sayısız, öğrenciler arasında; İbn Hacer gibi büyük hadîs bilginleri, Şihâbüd-din İbn Hiccî, Hafız Ebu'l-Mehâsin el-Hüseynî gibi o devrin meşhur âlimleri de bulunmaktadır.[1]

Ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş olan İbn Kesîr Hic­ri 774 (Milâdî 1373) senesi Şa'bân ayının 26. perşembe günü 74 ya­şında iken Şam'da vefat etmiştir.[2]

 

2- İbn Kesîr'in Eserleri:

 

İbn Kesîr yalnızca bir müfessir değil, aynı zamanda büyük bir fıkıh, tarih ve hadîs bilginidir. Bu bakımdan İslâm düşüncesinin fıkıh, hadîs, tabakât ve tarih konularında çok değerli ve orjinal eserler te'lîf etmiştir. Başlıca eserleri şunlardır :

1- el-Bidâye ve'n-Nihâye fi't-Tarih: Genel tarih niteliğinde olan bu eser, kâinatın yaratılışından başlayarak müellifin hayatının son gün­lerine kadar geçen olayları anlatır. Bu eserin bir bölümünün el-Birzâlî'nin tarihine dayandığı kaynaklarca belirtilmektedir.

2- el-Bâis'ül-Hasîs Şerh İhtisar ulûm'il-Hadîs: Bu eser İbn Salâh'm ulûm'ül-Hadîs isimli eserinin özetidir.

3- et-Tekmîl fi-Ma'rifefis-Sikât ve'd-Duafâ ve'1-Mecâhîl: Hadîs­teki güvenilir zayıf ve bilinmeyen râvîlerle ilgili önemli bir eserdir.

4- el-Hedyü ve's-Sünen fi ahadîs'il-Mesânîd ve's-Sünen: Câmi'ül-Mesânîd diye de bilinen bu eser, Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'i, Bezzâr, Ebu Ya'lâ ve İbn Ebu Şeybe'nin eserleriyle Kütüb-i Sitte'yi birleş­tirerek bölümlere göre tanzim eder.

5- Ehâdîs et-Tevhîd ve'r-Redd alâ'ş-şirk: Tevhîd ve şirk konu­sundaki hadîsleri inceler.

6- el-İctihâd fi taleb'i fadaîl'il-Cihâd: Cihâdla ilgili konuları araş­tırır.

7- Tabakât el-Şâfiîye: Şafiî fakihlerin hayatından bahseder.

8- Edillet'üt-Tenbîh fi fıkh'iş-Şâfiiyye: Şafiî fıkhına dâir konu­lan ele alır.

9- Menâkıb'el-İmâm el-Şâfiî: İmâm Şafiî'nin menkabelerinden bahseder.

10- el-Ahkâm alâ Ebvâb'it-Tenbih : Fıkhın ahkâmından bahse­den bu eserini tamamlayamamıştır. Sadece hacc bahsine kadar olan kısmı incelemiştir. Tefsirde bu eserine pek çok atıflar yapmaktadır.

11- Müsned el-Şeyhayn: Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'in Müsned'lerini ele alır.

12- Muhtasar İbn el-Hâcib: İbn Hâcib'in bir eserinin muhtasa­rıdır.

13- Şerh el-Buhârî: Tamamlanamamış olan bu eser İmâm Buhârî'nin Sahîh'inin şerhidir.

14- Fedâil el-Kur'an: Kur'an'ın faziletlerine dâir olan bu esertefsîrinin sonunda yer almakta olup Kur'an'ın faziletlerini anlatmak­tadır.

Bu eserlerin pekçoğu basılmıştır. Ancak henüz t,ab edilmemiş pek çok risaleleri de bulunmaktadır.

15- Tefsîr'ül-Kur'an'il-Azîm: Türkcesini vermeye çalıştığımız bu eser —daha önceleri de birçok kere tekrarladığımız gibi— rivayet tef­sirlerinin en muteberlerinden birisidir. İbn Kesîr gerçek anlamda bir rivayet tefsiri olan bu eserine, zaman zaman dirayet tefsirlerinden alın­tılar yapmış ve bazen kendi görüşlerini ö* eklemiştir. Tefsirinde hadîs kritiği demek olan cerh ve ta'dîl konusuna yer verdiği gibi, tarihî ma­lûmata da bir hayli bölüm tahsis etmiştir. İbn Kesir mücerred olarak rivayetleri nakletmekle yetinmeyip bunları değerlendirir ve en sonun­da kendisinin tercih ettiği görüşü açıklar. Taberî tefsirinden sonra şüp­hesiz ki en meşhur olan bu tefsir, Taberî'nin tefsirinde mevcûd olan pek çok zayıf rivayetlere yer vermemektedir. Rivayet ettiği kaynaklar arasında İbn Cerîr, İbn Ebu Hatim, İbn Atiyye gibi ünlü müfessirlerin eserleri yeralmaktadır. Gerek fıkhî konulardaki mezhepler arası ihti­lâflar, gerekse fikrî münâkaşalara yer veren müellif, zaman zaman bunları kritiğe tâbi tutar. İbn Kesîr'in tefsiri hakkında Ömer Nasûhî Bilmen şöyle diyor : «İbn Kesîr pek muktedir bir âlimdir, bir çok ilim­lerde adetâ mütebahhir bulunmakta idi. Tefsirde, hadîste, tarihte za­manının feridi idi (...) Asrında ilmi riyaset kendisine müntehi olmuş­tur.»[3]

İsmâîl Cerrahoğlu da onun hakkında şöyle diyor: “Selef müfessir-lerinden rivayet edilen tefsir kitaplarının en meşhurlarından olan İbn Kesîr; âyetlerden hükümler çıkarmaya, beyân hususunda en önde ge­len tefsirlerdendir. Kur'an'ın vaaz ve fıkıh yönlerinden anlaşılmasına ihtiyaç duyulmayan ve pek çok kimselerin ele aldıkları irâb bahisleri belâğî fenlerin nükteleri ve diğer ilimlere ait istinbâtlar yapmamayı tercih eder. Kur'an-ı, Kur'an ile tefsir ederken, mânâ yönünden uy­gun âyetleri serdetmekle diğerlerine nisbetle daha fazla rağbet kazanır. Sonra âyete taalluk eden merfû hadîsleri alır ve onlardan elde ettiği delilleri beyân eder. Daha sonra da sahabe, tabiîn ve selef âlimlerinin sözlerini alır. Yine bu tefsirde meşhur tefsîrlerdeki isrâiliyyâtm kötü­lüklerinden okuyucuları genel olarak koruma vardır. Onları tahkir ede­rek bunların kötülüklerini tabîr eder. Tefsir bu meziyyetlerinden baş­ka Arap dilini açık, anlayışlı bir şekilde kullanması, mânâları, müf­redatı ve ilmî üslubuyla birlikte öğretip okuyucuyu amele davet etmesi en güzel hususiyetlerinden birini teşkil eder. Okuyucuyu âdeta âye­tin nazil oluş zamanına yaklaştırır. Onun nazil oluşunun yüce mak-sadlarını bildirir, mânâlarını açıklar, irâb acayipliklerinden uzaklaştı­rır. Vecihleri ve muhtemel lâfızları çoğaltır, ilim ve araştırmalarını, sadece âyet-i kerîmeyi anlamaya teksif eder. (...) Netice olarak bu tefsir rivayet (me'sûr) tefsirlerin en faydalı olanlanndandır. Her yönüyle özlü, kendisini anlayabilecek seviyede olan kültürlü tabakanın kalble-riile din sevgisini aşılar. Onların ruhî neş'elerini arttırır.[4]

Rivayet tefsiri tamamen kaynağa dayanan tefsir olduğu için bu tefsir genellikle ashâb, tabiîn ve teba-i tabiîn denilen İslâm'ın ilk nes-Jine uzanan yorumları bize aktarır. Ashâb-ı Kiram arasında tefsir riva­yet etmiş olanlardan özellikle Ali İbn Tâlib (öl. 40), Abdullah İbn Mes'ûd (öl. 32), Übeyy İbh Ka'b, (öl. 19), Abdullah İbn Abbâs, (öl. 68), Ebu Mûsâ el-Eş'ârî (öl. 44), Zeyd îbn Sabit (öl. 45) ve Abdullah İbn Zübeyr (öl. 73) gibi zevatın rivayetleri önemli yer tutmaktadır. Bun­lar arasında bilhassa Abdullah İbn Mes'ûd ve Abdullah İbn Abbâs'ın rivayetleri önem ifâde eder.

Sahâbe-i güzînden sonra, bilhassa Abdullah İbn Abbâs ve Abdul­lah İbn Mes'ûd'a dayanan tabiîn nesli tefsir geleneğini devam ettirir­ler. Bunlar arasında Mesrûk İbn Ecdâd (öl. 63), Alkame İbn Kays (öl. 62), Saîd İbn Cübeyr (öl. 95), İbrâhîm el-Nehâî (öl. 95), Mücâhid (öl. 103), İkrime (öl. 105), Muhammed İbn Ka'b el-Kurazî (öl. 108), Şa'bî (öl. 109), Tavus İbn Keysân (öl. 106), Hasen el-Basrî (öl. 110), Muham­med İbn Şîrîn (öl. 110), Dahhâk İbn Müzâhim (öl. 105), Ebu'l-Aliye (öl. 93), Atiyye el-Avfî (öl. 111), Atâ İbn Ebu Rebâh (öl. 115), Katâde İbn Duâme (öl. 117), Atâ İbn Dînâr (öl. 126) gibi zevat bulunmakta­dır. Bunlar arasında bilhassa Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid İbn Cebr, İk-rime'nin tefsirleri önemli bir yer tutar. Tabiînden sonra gelen nesle, tâbiîn'in ardından gelenler anlamına Teba-i Tabiîn adı verilir. Bu müel­lifler arasında Ali İbn Ebu Talha (öl. 143), Mukâtil İbn Süleyman (öl. 150), Yahya İbn Sellâm (öl. 200), Abdürrezzâk İbn Hemmâm (öl. 211) gibi zevâtm tefsirleri ehemmiyet ifâde etmektedir. [5]

 

3- İbn Kesir Tefsirinin Tercümesinde Dikkat Edilen Hususlar :

 

Biz, İbn Kesir tefsirini dilimize aktarırken, bazı hususlara dikkat ettik. Bilhassa eserin üslûbu 8. hicrî asır üslûbu olması nedeniyle gü­nümüz okuyucularının yabancı oldukları bir üslûbdur. Bu sebeple o devir üslûbu bakımından önem ifâde ettiği halde günümüz insanları için ve özellikle Türk okuyuculan için hiç de önemli olmayan bazı hususların atılmasında fayda gördük. Bu meyânda ravîler zincirini ese­rin orijinalinde olduğu gibi almanın okuyucular açısından bir yararı ol­mayacağını düşünerek ilk ve son ravîyi zikrettik ve ikisinin arasındaki ravîlerin ismini vermedik. Yerine (...) koyduk.

İkinci olarak; eserde zaman zaman yer alan ve Arap dilini bilen­ler için önem ifâde eden, şevâhid adı verilen ve çoğunluğu câhiliyyet devri şiirlerinden alınmış olan ve kelimelerin kullanılışmdaki incelik­leri gösteren beyitlere yer vermedik. Çünkü bu beyitler, arapça oku­yanlar için önem taşırsa da türkçe okuyanlar için önemsizdir. Kaldı ki bunların mânâlarınınverilmesi halinde buradaki inceliğin dilimizde belirtilmesi mümkün değildir. Bu sebeple şevâhid kısmını da tercüme etmedik.

Üçüncü olarak; eserde yeralan ve çoğunluğu arapça bilen okuyu­cuya hitâb eden gramer kurallarına da yer vermedik. Sadece gramerin inceliklerinin anlam üzerinde te'sîri olan kısımları tercüme ettik.

Atladığımız kısımların, okuyucuya orjinalde bulunup da türkçesin-de bulunmadığını ifâde edebilmek için, bütün atlamalarda parantez içerisinde üç nokta kullandık. Gerek iktibas yapılan eserlerde olsun, gerekse orjinalde olsun parantez içinde üç nokta konuyla ve eserin amacıyla alâkası olmayan hu.siisiann atlanmış bulunduğuna işarettir.

Eserin hacmini genişletmemek için bütün hadîslerin metinlerini vermemeyi uygun gördük. Sadece Kütüb-i Sitte'de bulunan ve özellik­le Buhâri ve Müslim'de yer alan hadîslerin metinlerini, ayrıca metnin verilmesinin lüzumlu olduğu kanısına vardığımız diğer hadîslerin me­tinlerini verdik. Bunun dışında metin vermedik. Aksi takdirde eserin hacmi bir misli daha artacaktı. Fakat hadîslerin nereden alındığını, müellif eğer açıklamıyorsa onu biz dip not halinde açıkladık. Şayet müellif Buhâri veya Müslim'in adını zikrederek hadîsi naklediyorsa biz bunu olduğu gibi aktardık. İktibaslarda mümkün mertebe tekrar ifâde etmeyen kısımları aktarmaya çalıştık. Tekrar ifâde eden bölüm­leri ise aktarmadık. Bu sebeple diğer tefsirlerden yaptığımız seçme­lerde daha çok o tefsirler bakımından orijinal olan kısımlara yer ver­dik.

İbn Kesîr'in tefsîri bir rivayet tefsîri olması nedeniyle her rivayet tefsirinde yeralan İsrâiliyyât çok az nisbette olmakla beraber bu eser­de de yer almaktadır. Ancak müellif bu noktada son derece titiz dav­ranarak bu nisbeti asgarîye indirmiştir. Bu bakımdan okuyucular çok az da olsa isrâiliyyâtı andıran ifâdelere rastlayabilirler. Bu sebeple biz konunun daha vazıh ifade edildiği tefsirlerden o konuyu açıklayan me­tinler aktarmaya çalıştık. [6]

 

4- Hadîs-i Şerifler İle İlgili Esâslar:

 

Bu tefsir, bir rivayet tefsîri olduğu için hadîs usûlü ile ilgili pek çok kavram geçmektedir. Biz bu konuyla ilgili olarak ta bazı açıkla-rralar yapmayı uygun gördük. Müteahhirûn denilen ve hadîs ilminin artık kemâl derecesini bul­duğu dönemde eser vermiş olan müelliflere göre; hadîs ile sünnet lafzı birbirinin aynıdır. Ve her iki sözle; Rasûlullah (s.a.) dan sudur etmiş olan söz, fiil, takrir veya sıfat kasdolunmuştur. Hadîs kelimesi, arapçada haber vermek anlamına gelen “Et-Tahdis” kelimesinden türetil­miştir. Bazıları ise bu kelimenin eskinin zıddı olan yenilik mânâsına geldiğini belirterek Allah kelâmı için Kadîm, peygamber kelâmı için hadîs lafzının kullanıldığını belirtmişlerdir. Bu kelime Kur'an-ı Kerîm'de (Tür 34; Zümer, 23) âyetlerinde söz anlamına kullanılmakta­dır. Sünnet kelimesi ise lugatta; yol, davranış ve âdet anlamınadır. Binâenaleyh sünnet-i seniyye denirken; Rasûlullah (s.a.) in ta'kîb et­tiği dînî yol ve tutum kastedilmiştir. Netîce olarak Hz. Peygamberin sözleriyle işleri ve tuttuğu yol, kıymet ölçüsü, sebep ve gaye bakımla­rından aynı ve birbirine uygun olduğundan hadîs ve sünnet bilginle­rinin çoğu tarafından eş anlamlı olarak kabul edilmiş ve kullanılmış­tır.» [7]

Hz. Peygamber'den sudur eden sözlere sözlü sünnet anlamına «kavli sünnet» adı verilir. Onun yaptığı iş ve hareketlere ise «fiilî sün­net» denir. Buna mukabil başkasından nakledildiği veya kendisi gör­düğü halde tasvîb etmiş olduğu fiillere de «takriri sünnet» adı verilir. İslâm literatüründe bu üç çeşit sünnetden, söz ve yazı halinde nakledi­lene hadîs ismi verilmiştir. Hadîs kelimesiyle yakın anlamlı olarak ay­rıca haber kelimesi de kullanılır. İslâm kaynaklarında Hz. Peygambe­re, onun ashabına veya tabiînden birine dayanan söze haber adı ve­rilir. Bazen de Hz. Peygamberden nakledilen sözlere hadîs, diğerlerin­den nakledilene de haber denilir. Bu konuda kullanılan bir diğer eş anlamlı kelime de eser'dir. Bu da haber verme ve söz iletme anlamla­rına gelir. Hadîs ve haberle eş anlamlı olarak kullanılan bu kelime bazı bilginlerce sahabeden gelen sözler için kullanılır. Hz. Peygamber­den nakledilenlere ise özellikle haber kelimesi kullanılır.

Hadîsler metin ve sened kısımlarından meydana gelir. Sözlükte sert ve yüksek toprak parçası veya hedefe varmak için yürümek gibi anlamlara gelen metin kelimesi, hadîs ıstılahında hadîsin mânâ ifâde eden bölümü demektir. Sened ise sözlükte; dağ yamacı ve insanın da­yanağı anlamlarına gelir. Hadîs ıstılahlarında sened; metnin geliş yo­lunu haber vermek veya haber verenlerdir. Bu arada aynı kökten gelen isnâd kelimesi ise, sözü söyleyene iletmek ve nisbet etmektir. Bir de aynı konuda rivayet terimi kullanılır ki bu kelimenin anlamı yüklen­mek ve taşımaktır. Su taşıyan tuluma ve su taşıyan deveye de bu ta'bîr kullanılır. Terim olarak rivayet kelimesi; genellikle bir şeyi haber verme veya haber verilen şey anlamına gelir. Râvî ise, rivayeti haber ve­ren kimsedir.

Haberin kaynağı ile son ulaştığı şahıs arasında vâsıta ne kadar az olursa onları incelemek ve haberin doğruluğunu araştırmak da o nisbette kolay olur. İlk kaynak ile son nokta arasındaki vâsıta az olur­sa buna âlî isnâd adı verilir. Nazil isnâd ise, haberin ilk kaynağıyla ulaştığı şahıs arasında vâsıtaların çok olması demektir. Âlî ve nazil is-nâdlar kendi aralarında beş kısma ayrılırlar.

İlâhî kaynaktan gelen bir metni ilk tebliğ edenle en son ulaştığı noktaya kadar, arada yeralan bütün nakledenleri saymak ve bunla­rı birbirinden alarak bir sonrakine ulaştırmak ilk defa müslümanlar tarafından kullanılmış bir haber ulaştırma tekniğidir. Râvîler hadîsi zik­redip rivayet ederken, belirli kurallara uymak zorundadırlar.

1- Hadisler ya dinleme yoluyla nakledilir ki buna hadîs literatü­ründe sima' adı verilir. Bu durumda üstâd; hadîsleri ya ken­di eliyle yazmış olduğu bir nüshadan veya ezberden okur, öğrenci de onu üstadından dinleyerek zapteder. Sima' yoluyla hadîs rivayet edi­lirken  genellikle bize söyledi anlamına   “Haddesenâ”,  bize  haber verdi “Ehseranâ”,   bize   bildirdi   “Enbeenâ”,  işittim   “Semi’tu”,   bize   dedi “Kâle lenâ”, falanca bize anlattı “Zekere lena fulanun” gibi terimler kulla­nılır. Bu prototip ifâdeler hadîsin dinleme yoluyla kaydedildiğine işa­
rettir. Hatîb el-Bağdâdî'nin ifâdesine göre; dinleme yoluyla hadîs kay­dında en üst nokta işittim anlamına “Semi’tu” kelimesi, sonra bize anlatıldı anlamına “Haddesenâ” kelimesi ve sonra bana anlatıldı ki an­lamına “Haddeseni” ifâdeleridir.

2- Hadîslerin nakledilmesinde ikinci bir metod dakırâet adı ve­rilen okuma yoluyla rivayettir. Burada öğrenci, ya bir kitabdan veya ezberinden hocasına bir hadîsi okur. Hoca da ya ezberden veya önündeki kitabdan o hadîsi takîb eder. Böylece hadîs metni karşılaştırılmış olur. Bu usûle arz adı da verilir. Eğer öğrenci kendisi okumamışsa bir başka arkadaşı hocasına okumuş ve hocası da onu tashih etmişse burada okunan hadîsleri hocanın ezbere bilmesi veya önündeki muteber bir nüsha ile karşılaştırması gerekir. Ne var ki hadîs bilginleri kitab­dan okumayı her zaman için ezberden okumaya tercih etmişlerdir. Kırâet yoluyla nakledilen rivayetlerde şeyhe okundu, o dinliyordu, ben de aynı şekilde dinliyordum anlamına“Karae ala’ş-şeyhi, vehuve yesmeu ve ene kezâlike esmeu” kaydedilir. Eğer okuyan bir başkası da nakleden Öğrenci ise, bu takdirde yukardaki ifâde kulla nılır. Şayet kendisi okumuşsa, ben Şey­he okudum, o dinliyordu anlamına “Kara’tu ale’ş-şeyhi vehuve yesmeu” ifâdesi kul­lanılır. Ayrıca Şeyh bize nakletti veya kendisine okunarak bize haber verdi gibi ifâdeler de okuma yoluyla rivayetin tipik cümleleridir. İşitme \ yoluyla rivayeti, okuma yoluyla rivayetten üstün sayanlar bulunduğu gibi, okuma yolunu işitme yoluna tercih edenler de vardır.

3- Daha aşağı derecede bir rivayet yolu da icabet şeklidir ki bu­rada üstâd; öğrencisine, kendisinden nakletme müsâadesi yani icazet verir. Öğrencisine üstâd bazan yalnızca bir kitabın hadîslerini rivayet için icazet verir, bazan da kendisinden nakledilen bütün rivayetleri ak­tarmak için icazet verir. Her iki icazet de hadîs bilginlerince uygun gö­rülmüştür. İcazet, sözle veya yazılı olarak verilebilir

4- Bir diğer rivayet yolu da elden ele verme “Münavele” şekli­dir. Burada üstâd, öğrencisine bir hadîs metnini verir ve bunu rivayet etmesine müsâade eder. Elden ele verme yoluyla naklin de pek çok şe­killeri vardır.

5- Yazma yoluyla rivayet. Bu takdirde üstâd, kendisinin naklet­tiği bazı rivayetleri yazar veya başkasına yazdırır. Sonra bunu bir baş­ka şahsa vererek bunu bir şahsa iletmesini bildirir ki işte buna da yazma yoluyla rivayet adı verilir. Bu tür rivayette hadîsin başına yal­ nız bize söyledi veya haber verdi, şeklinde değil de, ayrıca yazmak suretiyle haber verdi veya söyledi dene' ek «yazma suretiyle» kaydını ek­lemek icâb eder.

6- Bildirmek yoluyla rivayet. Üstâd öğrencisine bir kitabın veya hadîsin kendi rivayeti veya kendisinin bunu rivayet etmiş olduğunu ha­ber verir. Ancak öğrencisine bunu rivayet edip etmemesi konusunda bir belge vermez. Bu tür rivayetlere i'lâm adı verilir. Bu şekilde hadîs rivayet edilirken i'lâm yoluyla elde edildiğinin bildirilmesi icâb eder.

7- Vasiyyet yoluyla rivayet. Vefat etmek üzere bulunan bir üstâdm hadîsleri bir başka şahsa verip bunları kendisinin rivayet ettiğini söylemesidir. Bu tür rivayetlerde rivayeti nakleden şahsın vasiyyet yo­luyla bunu elde ettiğini söylemesi gerekir.

8- Bulma yoluyla rivayet. Üstadın kendi el yazısı veya emrede­rek yazdırmış olduğu hadîsleri bulup nakletme tarzına da bulma yo­luyla rivayet adı verilir. Bu tür nakledilen hadîslerde diğer hadîs riva­yetlerinde kullanılan; bize haber verdi, söyledi veya işittim ki gibi ifâdeler kullanılmayıp falancanın el yazısıyla buldum ki, yahut falan­canın olduğunu kuvvetle zannettiğim bir yazıda buldum ki gibi ifâde­ler eklenir. Görüldüğü gibi hadîslerin rivayetinde İslâm bilginleri bu ko­nuda a'zamî titizliği göstermişlerdir.

Hadîs rivayetlerinin yeraldığı kitaplar da muhtevalarına göre de­ğişik isimlerle zikredilir:

1- Câmi'ler. Akâid, ahkâm, tefsir, tarih, şemail, fiten, menâkîb gibi bütün konuları ihtiva eden eserlere Câmî' adı verilir  İmâm Buhârî ve Müslim'in câmî'leri bunun en güzel örnekleridir.

2- Müsnedler. Bunları yazan müellifler hadîs, senedindeki sa­habeyi alfabetik sırayla veya bir başka tertîble alıp, ondan naklen ge­len bütün rivayetleri karışık olarak yazar ve diğer sahabeye geçerler. Bilhassa Ubeydullah İbn Mûsâ (öl. 213), Humeydî (öl. 219), Müsedded (öl. 228), İshâk İbn Rahûye (öl. 237), Osman İbn Ebu Şeybe (öl. 239), Ahmed İbn Hanbel (öl. 241), Ya'kûb İbn Şeybe  (öl. 262), Bakiyy İbn Mahled (öl. 276). gibi zevatın müsnedleri pek meşhurdur..

3- Mu'cemler. İsimleri alfabetik sıraya göre dizilmiş ve kendi­lerine ulaşan rivayetleri toplamış olan eserlerdir. Taberânî'nin el-Mu'cem el-Kebîr, el-Mu'cem el-Sağîr ve el-Mu'cem el-Evsat isimli eseri meş­hurdur.

4- Müstedrek'ler. Bir muhaddisin şartlarına uygun olduğu halde kitabına almadığı hadîsleri toplayan eserlerdir. Nitekim Ebu Abdullah el-Nisâbûrî ve Hâkim'in el-Müstedrek isimli eserleri meşhurdur.

5- Cüz'ler. Bir kişiden nakledilen hadîsleri yahut belli bir konu­daki hadîsleri veya belirli sayıdaki hadîsleri toplayan eserlerdir. İmâm Nevevî'nin el-Erbaîn isimli eseri bunun en tipik numûnelerindendir.

6- Müstahrecler. Râvî herhangi bir hadîs kitabının hadîslerini o kitabdaki senedleriyle değil de kendine ulaşan başka yol ve senedlerle rivayet ediyor ve sonunda o müellifin kitabıyla birleşiyorsa buna müstahrec adı verilir. Ebu Avâne'nin Müslim üzerine müstahreci meş­hurdur.

7- Etraf Kitapları. Burada bir hadîsin başından bir tarafı alı­nıyor, sonra bu metnin çeşitli kaynaklardaki senedleri sıralanıyorsa, buna Etraf kitapları adı verilir. Muhammed İbn Tâhir el-Makdisî'nin Etrâf'ül-Kütüb'is-Sitte isimli eseri meşhurdur.

8- İlel Kitapları: Hadîs ilminin en ince ve en zor yanı olan sened veya metinde hadîsin sıhhatiyle ilgili, fakat mütehassıslardan baş­kasının gözüne çarpmayacak kadar gizli bulunan eksiklikleri inceleyen kitaplardır. Ahmed İbn Hanbel'in Kitab el-İlel isimli eseri bunun tipik birörneğidir.

9- Ahkâm Kitapları. İbâdet ve muamelelere dâir hadîsleri ihtiva eden kitaplardır. Bu konuda pek çok eserler yazılmıştır. İbn Hacer el-Askalânî'nin Bulûğ el-Merâm fi-Edillet'il-Ahkâm isimli eseri bunun enönemli numûnesidir.

10- Sahîh Hadîsler Kitabı   Sırf sahîh hadîsleri toplama gâyesiyle yazılmış olan eserlerdir. Bunun en bariz örneği Sıhah veya Kütüb-i Sitte denilen 6 kitabdır. Bu kitaplar arasında Buhârî ve Müslim'in Câ-mi'leri ile Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî ve İbn Mâce'nin Sünen'leri yeral-maktadır. Ayrıca Dârimî'nin Müsned'i ile İmâm Mâlik'in Muvatta'ı ve Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'i de ilâve edilmiştir. İslâm hadîs bil­ginleri, hadîsleri ihtiva eden kitapları da çeşitli bölümlere ayırmışlar­dır. Birinci derecede Buhârî ve Müslim'in Sahîh'leri ile İmâm Mâlik' in Muvatta'ının yer aldığı mütevâtir, meşhur, sahîh ve hasen hadîs nevilerini ihtiva eden kitaplar bulunmaktadır. İkinci derecede ise birinci-dekilerin seviyesine ulaşamamış olup bazı şartlar dâhilinde hadîsleri der­lemiş olan ve şartlarına titizlikle riâyet etmiş olan müelliflerin eserleri yeralır. İkinci derecede kitaplar arasında Tirmizî'nin Câmi'i, Ebu Da­vud'un Sünen'i, Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'i, Neseî'nin Sünen'i yer­alır. Üçüncü derece kitaplar arasında Abdürrezzâk'ın el-Müsned'i, Ebu Şeybe'nin el-Müsned'i, Tayâlisî ve  Abd İbn Humeyd'in  Müsned'leri, Beyhakî, Taberânî ve Tahâvî'nin eserleri yeralır. Bunların içerisinde sahîh hadîslerin yanısıra zayıf hadîsler bulunduğu gibi râvîler arasın­da da meçhul şahıslar bulunduğu kabul edilir. Dördüncü derecede ha­dîsler arasında İbn Merdûyeh, İbn Şâhîn ve Ebu Şeyh'in kitapları yer­alır.

Hadîs bilginleri de İslâm müellifleri tarafından titiz biçimde tas­nife tabî tutulmuşlardır. Bir kimsenin rivayet ettiği hadîsin kabul edi­lebilmesi için bazı özellikler taşıması gerekir. İslâm bilginlerinin ittifakla kabul ettiğine göre; hadîs rivayet eden kişinin müslüman, ergenlik ça­ğına ulaşmış, aklı başında, günâh ve edeb dışı hareketlerden uzak ol­ması gerekir. Buna hadîs dilinde «adalet» deyimi kullanılır. Öte yan­dan hadîs rivayet eden kişinin dikkatli ve uyanık olması, eğer ezberden rivayet ediyorsa iyi ezberlemiş olması, yazılı bir vesikadan nakil yapı­yorsa yazdığını iyi saklamış olması, hadîsi anlam bakımından rivâyet-ediyorsa metnin anlamını değiştiren inceliklere âşinâ bulunması şart­tır. Buna da hadîs dilinde «Zabt» ilkesi adı verilir.[8]

Hadîs ravîleri durumlarına göre şu isimleri alırlar : Muhaddis : Se-nedleri, illetleri, kişilerin isimlerini, âlî ve nazil isnadı bilen, kuvvetli metin bilgisine sahip olan kimsedir. Bazıları da muhaddisi; yirmibin hadîsi sened ve metinleriyle cerh ve ta'dîl bakımlarından bilen diye ta-rîf etmişlerse de bu pek geçerli değildir. Muhaddis ünvnânını hak eden­ler arasında İbn Hacer el-Heytemî, Muhammed Murtaza en-Nevevî. Abdurraûf el-Menâvî gibi kişiler bulunmaktadır.

Hafız: Ezberleyen ve hıfzeden anlamına gelen bu kelimenin hadîs terminolojisindeki anlamı, kendi üstâdlarım ve onların da üstâdlarını tabaka tabaka bilen ve her tabakada bildikleri bilmediklerinden çok olan tarif edilmiştir. Hafızların ezbere bildikleri hadîslerin sayısının 130.000 le 750.000 arasında bulunduğu rivayet edilir. İbn Ebu Şeybe, Dârimî, İbn Ebu Hatim, İbn Asâkir hafız olarak kabul edilmişlerdir.

Hâkim: Metin ve sened, cerh ve ta'dîl ve diğer hususlarıyla bir­likte rivayet edilen bütün hadîsleri bilen kimseye «Hâkim» denir. Bu dereceye ulaşmış olanlara «hadîste mü'minlerin emîri» ünvânı veril­miştir. Nitekim Kütüb-i Sitte müellifleri ile Hâkim el-Nisâbûrî, Ebu Ca'fer Muhammed İbn Cerîr el-Taberî, Taberânî gibi zevat hâkim ola­rak kabul edilmişlerdir. Mâlik İbn Enes, Ahmed İbn Hanbel, Buhârî, Darakutnî, İbn Hacer el-Askalânî ve Suyûtî de hadîste mü'minlerin emîri unvanını kazanmış olan zevat arasında bulunur.

Hüccet: Ezberleme bilgi ve sağlamlıkta herkesin delîl ve dayanak olarak kabul ettiği dereceye ulaşmış olan bilgindir.

Hadîs rivayetinde çok titiz davranmış olan İslâm müellifleri hadîs râvîlerini şahsî karekter yönünden de çok titiz biçimde kritik etmiş­lerdir. Böylece «Hakd-i Rical» ilmini kurmuşlardır. Buna göre mütehas­sıs bir hadîs bilgininin günahkârlık, yalancılık ve benzeri bazı neden­lerle bir râvînin rivayetini reddetmesine cerh, bir râvînin rivayetinin kabul olunacak şekilde vasıflandırılarak böyle olduğunu izhâr etmesi­ne de ta'dîl deyimini kullanmışlardır. Râvîleri eleştirebilecek kişilerin de bazı özel nitelikleri bulunması gerekir. Sözgelimi bunların rivayet edilen haberleri, geçmiş râvileri ve rivayet yollarını, râvîlerin amaçla­rını, varsa onları önem vermeyip yanılmak gibi sonuçlara sevkeden hu­susları bilmeleri gerekir. Ayrıca râvînin nerede ve ne zaman doğduğu­nu, dindarlığını, emniyet duygusunu, akıl, ahlâk ve dikkat derecesini bilmesi gerekir. Râvînin kimleri üstâd edindiğini ve üstâdlarından baş­ka kimlerden hadîs aldığını bilip karşılaştırması icâbeder. Aksi takdir­de bu özelliklere sahip olmayan kişilerin râvîlerin hakkındaki cerhve ta'dîlleri muteber sayılmaz. Ayrıca hadîs usûlü kitaplarında cerh ve ta'dîl kaideleri detaylı olarak açıklanmıştır. Râvîlerde görülebilecek ve onun manevî değerini düşüren ve rivayetini zayıflatan sebeplere «me-tâin» adı verilir. Râvînin tenkîd edildiği noktalardan beşi adalet ve beşi de zabt niteliğiyle ilgilidir. Adaletle ilgili olan eksiklik noktaları şun­lardır:

1- Râvî'nin yalan söylemesi.  Buradaki yalandan maksad Hz. Peygamberin söylemediği bir sözü ona söyledi diyerek izafe etmesidir. Bu tür rivayetlere mevzu veya uydurma rivayet denilir.

2- Râvînin yalancılıkla itham edilmiş olması. Râvînin kendisi hadîs uydurmuş olmayıp hadîs dışındaki konularda yalan söylemiş olduğunun tesbît edilmesi neticesinde alışkanlığı dolayısıyla hadîs konu­sunda da yalan söyleyebileceği ihtimâli varsayılarak rivayetinin kabul edilmemesidir. Bu tip kimselerin rivayet ettikleri hadîslere «metruk» veva «matrûh» adı verilir.

3- Dikkatsizlik. Dikkat isteyen hadîs gibi önemli bir konuda sıksık dikkatsizlik gösteren râvînin rivayeti makbul sayılmaz.

4- Fâsıklık. İslâmın yapılmamasını emrettiği veya yapılmasını yasakladığı şeyleri yapan kimselerin rivayetleri de makbul sayılmaz.

5- Çok yanılmak. Bir râvînin yanılması çok ise rivayet ettiği hadîs de muteber değildir. Bu son üç eksiklik bulunan hadîs, «münker» adını alır.

6- Vehm: İsnâdda, metinde veya cerh ve ta'dîl konusunda doğru zannederek bazı hatâlarda bulunmaktır. Bu tür hatâları taşıyan ha­dîslere «Muallel» hadîs adı verilir:

7- Sıka râvilerin rivayetinden ayrı ve onlarınkine aykırı rivayet etmek : Zayıf bir râvînin güvenilir bir râvîye veya güvenilir bir râvî­nin kendisinden daha güvenilir olan bir râvîye aykırı hadîs rivayet etmesidir.  Bu tür hadîslere  «münker», «müdrec»,   «maklûb»,   «muztarîb», «musahhaf» ve «muharrer» hadîs adı verilir.

8- Râvînin bilgisizliği: Râvînin ya kendisinin, ya da cerh ve ta'dîl bakımından halinin bilinmemesidir. Bunun nedeni de râvînin adı, künyesi, lakabı ve mesleği ya birden fazla olabilir veya ondan bir tek kişi rivayet etmiş olur ki bu tür râvîye «mukill» yani kendisinden az rivayet edilen kimse denir.

9- Râvînin bid'atı: Bid'at, dinde olmayan bir şeyi dindenmiş gibi kabul etmek ve yapmaktır. Bid'at sahiplerinin rivayeti kabul edilmez

10- Râvînin hafızasının bozukluğu : Râvî hafızasının bozukluğu nedeniyle hatâ ve dikkatsizlik göstermez, ancak sıksık yanılır veya unutur. Devamlı olarak aynı duruma düşen râvîlerin naklettikleri ri­vayete «şâzz» rivayet adı verilir. Râvîlerde bulunan eksikliklerden ya­lan, râvînin yalancılıkla itham edilmesi, râvînin fâsık olması, râvînin
meçhul olması ve râvînin bid'atçı olması «adâlet»le ilgili noksanlıklar­dır. Hep dikkatsizlik, hep yanılma, sıka râvîlere aykırı rivayet, vehim ve hafıza bozukluğu ise «zabıt»la ilgili eksikliklerdir.

Şimdiye kadar hadîslerin senedleriyle ve rivayetle alâkalı temel il­keleri zikrettik. Bundan sonra hadîsin metniyle ilgili temel ilkeleri zik­retmeye çalışacağız. [9]

 

5- Hadîs Çeşitleri:

 

a) Sahih Hadîs: Adalet ve zabt niteliklerine sahip kimselerin bir­birlerinden nakilleriyle meydana gelen, kesiksiz senedle rivayet edilen şâz veya illetli olmaktan uzak bulunan hadîslere sahîh hadîs adı ve-. rilir. Sahîh hadîs kendiliğinden veya başka nedenlerle sahîh olabilir. Sahîh hadîsler onlan rivayet eden râvîlere ve kitablarda kaydeden Jrimselerin kuvvetine göre yedi dereceye ayrılmıştır :

1- Buhârî ve Müslim'in kitaplarında derledikleri sahîh hadîsler. Her iki kitapta yer alan hadîslere müttefekun aleyh de­nir.

2- Yalnız Buhârî'nin kitabında rivayet ettiği hadîslei

3- Yalnız Müslim'in rivayet ettiği hadîsler.

4- Her ikisinin de Sahîh'lerinde bulunmamakla beraber öngör­dükleri şartlara uygun olan hadîsler.        

5- Buhârî'nin sahîh'inde bulunmadığı halde onun öngördüğü şartlara hâiz olan hadîsler.

6- Müslim'in kitabında bulunmadığı halde onun öngördüğü şart­lara hâiz olan hadîsler.

7- Buhârî ve Müslim'in şartlarına uymamakla beraber diğer ha­dîs bilginlerince Sahîh sayılan hadîsler. Buhârî'nin kitabında merfû hadîslerin sayısı tekrârsız olarak ikibinbeşyüzonüç civarındadır. Müslim'in kitabında ise tekrârsız dörtbin civarında sahîh hadîs bulunmak­tadır. Ahmed İbn Hanbel ise Müsned'ini yediyüzellibin hadîsten seçerek derlediğini bildirmektedir ve otuzüçbin civarında hadîs bulunmaktadır. Kütüb-ü Sitte'nin yanısıra Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'inde, Hâkim'in Müstedrek'inde, Beyhakî'nin Sünen'inde, Darimî'nin Sünen'inde, Taberânî'nin Mu'cem'lerinde sahîh hadîsler derlenmiştir.

Sahîh hadîslerin bir kısmı da mütevâtir hadîs adını alır. Mütevâvâtir Hadîs : Yalan söylemek üzere sözleşmeleri aklın kabul etmeyece­ği kadar çok sayıda bir topluluğun görerek veya işiterek naklettikleri haber ve hadîslerdir. Şayet peygamberin ağzından çıkan sözler kelime­si kelimesine aktarılmışsa, buna lafzen mütevâtir hadîs, şayet mânâ veya olay yaklaşık olarak nakledilmişse buna da ma'nen mütevâtir hadîs adı verilir.

b) Hasen Hadîs: Güzel demek olan hasen kelimesi, hadîs termi­nolojisinde şu şekilde tarîf edilmiştir : Senedinde ehliyeti gerçekleşme­miş ve saklı bir kişi bulunan, ancak râvîsi yanılan, gafil ve fâsık biri olmayan, ayrıca hadîsin metni aynen veya benzer şekilde başka yol­lardan rivayet edilmiş olarak bilinen hadîstir. [10] Hasen hadîste râvî
doğruluk ve emânet bakımından şöhret bulmuş olmakla beraber, zabt niteliğindeki eksikliklerden dolayı sahîh derecesine ulaşamamış olan hadistir. Tirmizî'nin Câmi'i, Ebu Davud'un Sünen'i, Dârekûtnî'nin Sünen'i hasen hadîslerin bulunduğu başlıca kaynaklardır. Bazan kaynak­larda sahîh karşılığı «ceyyid» ve «kavî» terimleri de kullanılmıştır.

c) Zayıf Hadîs: Sahîh veya hasen olma şartını taşımayan hadîs­lerdir. Zayıf hadîsin pekçok çeşidi vardır. Zayıf hadîs; senedinde atlama bulunduğundan dolayı zayıf olabileceği gibi, râv'ilerin kusurlu olması nedeniyle de zayıf olabilir. Başlıca zayıf hadîs türleri şunlardır :

1- Mu'dal Hadîs: Senedinin herhangi bir yerinde peşipeşine iki veya daha çok râvî düşen hadîstir. Bu hadîste peşipeşien iki râvînin is­mi söylenmez ve atlanır.

2- Munkatı' Hadîs: Senedinde bir Kişinin hiç adı geçmeyen ve­ya kapalı bir şekilde geçen hadîstir.

3- Müdelles Hadîs: Satıcının alıcıdan satacağı şeyin kusurunu gizlemesi anlamına gelen tedlîs kelimesinden alınmış olan müdellesz teriminin hadîs ıstılahında mânâsı şöyledir: Senede dâir bir râvîyi, ha­dîs mütehassıslarından başkasının anlayamıyacağı şekilde ve orada o râvî olmaksızın hadîsin duyulmuş olduğunu zannettirecek biçimde at­lamak ve hadîsi böylece rivayet etmektir. Tedlîs yani aybı gizleme, isnâdda olabilir, üstâdda olabilir, sika olan üstâdların arasında denge kurmak bakımından olabilir.

4- Mürsel Hadîs: Tabiînin doğrudan doğruya Hz. Peygamberden; «şöyle dedi», «şöyle yaptı», «kabul etti» şeklinde rivayet etmiş olduğu hadîslerdir.

5- Metruk Hadîs: Hiçbir sika râvînin rivâyetiyle ilgili olmaksı­zın yalancılık, çok yanılma, fâsıklık ve gaflet gibi kusurlardan birini taşıyan kimsenin tek başına rivayet ettiği hadîstir.

6- Münker Hadîs: İki zayıf râvîden, daha zayıf olanın diğerine muhalif olandan rivayet ettiği hadîstir. Bazı hadîs bilginleri münker hadîsle şâz hadîsi aynı sayarlar.

7- Muallel Hadîs: Dış görünüşü bakımından metin ve senedi sahîh olup sadece hadîs ilminde derin bilgi sahibi olanların farkedebilecekleri ve hadîsin sıfatıyla ilgili gizli bir kusuru bulunan hadîse mual­lel hadîs adı verilir. Bazan buna ma'lûl hadîs de denir.

8- Müdrec Hadîs: Senedde veya metinde râvîlerden biri tarafın­ dan sonraki râvînin Hz. Peygambere veya hadîsin ilk kaynağına âid ol­duğunu sanacağı bir ilâvenin yapılmış olduğu hadîstir. Hüküm ve de­rece bakımından müdrec hadîs değişik şekilde değerlendirilmeye tâbi tutulmuştur.

9- Maklûb Hadîs: Metinde veya senedde çevirme ve değiştirme önce gelen kelime ve cümlelerle sonra gelenlerin yer değiştirmesi bu­lunan hadîstir.

10- Muztarib Hadîs: Bir hadîsin metin veya senedi çeşitli şe­killerde rivayet edilir ve bunlardan birini diğerine tercih etmek müm­kün olmazsa buna muztarib hadîs adı verilir. Şayet birini diğerine tercîh etmek mümkün olursa tercih edilen hadîse «mahfuz» veya «ma'rûf», terkedilen hadîse de «şâz» veya «münker» adı verilir.

11-Şâzz Hadîs: Makbul olan bir râvînin kendisinden daha mak­bul olan bir râvîye aykırı olarak rivayet ettiği hadîstir.

Ayrıca hadîsler sahîh, hasen ve zayıf hadîs olmak bakımından değişik şekillerde tasnif edilmişlerdir.

12- Müsned Hadîs: Hz. Peygambere varıncaya kadar senedinde hiçbir atlama bulunmayan hadîstir. Bu tarife göre müsnedle, merfû hadîs aynı mânâya gelir.

13- Muttasıl Hadîs: İlk kaynağına varıncaya kadar senedinde hiç atlama bulunmayan hadîstir. Bu da ilk kaynağına göre merfû, mev­kuf ve maktu' terimiyle eş anlamlıdır. Buna bazan da «mevsûl» hadîs
denir.

14- Merfû Hadîs: Senedinde atlama olsun olmasın,  doğrudan doğruya Hz. Peygambere nisbet edilen ve ona âid olarak nakledilen hadîstir.

15- Mevkuf Hadîs: Hz. Peygamberin ashabından nakledilen, on­lara âid söz, iş ve takrirlerdir.

16- Maktu' Hadîs: Tabiîne âid olmak üzere nakledilen sözler ve işlerdir.

17- Mu'an'an Hadîs: Senedindeki isimlerden önce “An” keli­mesi kullanılan rivayetlerin nakledildiği hadîstir.

18- Mü'en'en Hadîs: Senedinde   isimlerden   önce “İn”   veya ”En”bulunan hadîstir.

19- Muallak Hadîs: Senedinin baş tarafından birbiri peşisıra bir­kaç râvî veya tek râvîyi atlayarak onların üst tarafından kalan râvîden kesinlik ifâde eden sığa ile nakledilen hadîstir. Kesinlik ifâde eden

sîğa dedi “Kâle” yaptı, “Feale” emretti, “Emera” rivayet etti Revâ” gibi kesinlik ifâde eden kelimelerdir.

20- Ferd Hadîs: Sahabeden yalnız bir tâbün'in rivayet ettiği ha­dîstir.

21- Ğarîb Hadîs: Yalnız bir senede göre ferd olan hadîstir ki buna nisbî ferd de denilir.

22- Azîz Hadîs: Tâbiîn'in muhaddislerinden en az iki râvînin rivayet ettiği hadîstir.

23- Meşhur Hadîs: Tevatür derecesine varmayan ve her nesilde râvîsi ikiden aşağıya düşmeyen hadîstir.

24- Müstefîz Hadîs: Bazılarına göre meşhur hadîse müstefîz adı verilmiştir. Bu iki terim eş anlamlıdır. Bazıları ise müstefîz hadîsi şöyle tarif ederler : Râvîsi üçten aşağıya düşmeyen meşhur hadîstir.

25- Müselsel Hadîs: Râvîlerin aynı sözü ve aynı hareketi veya her ikisini birden kullanarak rivayet edegeldikleri hadîstir.[11]

26- Muharref veya Musahhaf Hadîs: Asıl metne göre bir hadîsin harekesi değiştirilerek yapılan hatalı rivayete muharref rivayet denilir. Hatâ, nokta veya harfte olursa buna da musahhaf adı verilir.

27- Mevzu Hadîs: Bir kimsenin uydurup iftira ederek Hz. Pey­ gambere nisbet ettiği ve onun sözü gibi naklettiği mevzu ve uydurma sözlerdir. Uydurma hadîs konusu İslâm dünyasında üzerinde çok du­rulmuş ve bu konuda hadîs kitaplarında özel ilkeler tesbît edildiği gibi başlıca mevzu hadîsleri ihtiva eden «Mevzuat» isimli eserler de ka­leme alınmıştır. Genellikle sûreler ile ilgili hadîsler, akılla alâkalı ha­dîsler, haftanın günleriyle  ilgili ve  nafile  namazlara  dâir  hadîsler, Receb ve Şa'bân ayları gibi Aşûra gününün faziletine dâir hadîsler, kutublar, ğavslar, nakîbler, necîbler ve evtâd gibi gaybda yaşadığı var­ sayılanlar hakkında nakledilen hadîslerin, Mehdî ile ilgili hadîslerin, gelecekte olacak hâdiselerle ilgili hadîslerin bir çoğu mevzû'dur. Şe­hirler ve kabilelerle ilgili hadîsleri, hayvan, darı, karpuz ve bazı çiçeklerle ilgili hadîslerin bir çoğu mevzû'dur. [12] Sahîh olmayan hadîslerin hükmü konusunda mezhepler arasında değişik görüşler vardır. İmâm Buhârî ve Kadı Ebu Bekr İbn Arabi'ye göre; haram ve helâl konuların­da hasen hadîsler kaynak olmuştur. Cumhur adı verilen İslâm bilgin­lerine göre ise; hasen hadîs tıpkı sahîh hadîs gibidir. Zayıf hadîslerle amel edip edilmemesi konusunda ise üç farklı görüş vardır:

1- Kayıtsız şartsız zayıf olan hadîsle amel edilmez. Zayıf hadîs helâl ve haram gibi hüküm konularında esâs alınmaz. Bu görüşü Ebu Bekr İbn Arabî, Yahya İbn Maîn, Buhârî ve Müslim kabul ederler. İbn Hazm da bu kanâattadır.

2- Bazılarına göre; zayıf hadîsler ile kayıtsız şartsız amel edilir. İmâm Ahmed İbn Hanbel'in ve Ebu Davud'un bu görüşte olduğu söy­lenir.

3- Helâl ve haram gibi hüküm getirmeyen, yerleşmiş hükümlerin fazilet veya cezalarım anlatan hadîsler bazı şartlarla zayıf da olsa ka­bul edilir. Ancak bu tür zayıf hadîslerin kabul edilmesi için hadîs ve fıkıh bilginleri bazı ön şartlar ileri sürmüşlerdir. Buna göre hadîsin zayıflığı ileri derecede olmamalıdır. Yani yalancıların, yalancılıkla it­ham edilmiş olanların ve çok yanılmış oldukları bilinen kimselerin nak­lettikleri zayıf hadîsler asla kabul edilmez. Bu tür zayıf hadîsler; sağ­lam kaynak ve delillerle ortaya konmuş bulunan hüküm ve kaidenin
içinde yer almalıdır, yeni bir hüküm ortaya koymamalıdır. Ayrıca bu hadîslerle amel edilirken peygamberden sâdır olduğu kesinlikle kabul edilmeyip ihtiyatla davranılmalıdır.

Hadîs ilmi başlıbaşına geniş esâslara sahip ve kendisine hâs kri­tik tekniğiyle incelenmiş detaylı araştırmaların bulunduğu önemli bir ilim dalıdır. Bu konuda daha geniş bilgi için şu eserlere bakılabilir : (M. Tayyîb Okiç, Bazı Hadîs Meseleleri üzerine Tedkîkler, İst. 1959. Ba-banzâde Ahmed Naîm, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercü­mesi, Mukaddime, I. cild, Ankara, 1976. Mahmûd Es'ad, Usûl-i Hadîs, İst. 1316, Subhî Salih, Ulûm el-Hadîs ve Mustalahuhu, Beyrut, 1965, Türkçe çev. Yaşar Kandemir, Ankara, 1973. Muhammed Ebu Zehv, el-Hadîs ve'1-Muhaddisûn, Kahire, 1958. M. Yaşar Kandemir, Mevzu Ha­dîsler, Ankara, 1975. Ali el-Karî, Mevzuat, İst. 1289. Muhammed Nâsırûd-din Elbânî, Silsilet'ül-Ehâdîs el-Maîfe ve'1-Mevzûa, Beyrut, 1374. Lak­tı evî, Ebu'l-Hasenât Muhammed Abd'ül-Hayy, el-Asâr'ül-Merfûa fi'l-Ah-bâr'il-Mevzûa, Lekna, 1304. Süyûtî, el-Leâlî'il-Masnûa fi'1-Ehâdis'il-Mev-zûa, 1, 2, Kahire, 1352. Hayreddin Karaman, Hadîs Usulü, İst. 1965. Mustafa el-Slbâî, el-Sünne ve Mekânetüha fi't-Teşrî'il-İslâmî, Beyrut, 1978). [13]

 

6- Kur'ân-ı Kerîmin Anlaşılması İçin Temel Prensipler:

 

Böylece îbn Kesîr Tefsirinde yer alan hadîs ıstılâhlarıyla ilgili te­mel bilgileri aktarmış bulunuyoruz. Bu arada dikkat edilmesi gereken tir husus da Kur'an-ı Kerîm'in ifâde ve üsiûbundaki özelliklerdir. Bu eserin 1. cildinde bu konuda detaylı bilgiler verildi. Ancak okuyucu­ların tefsire başlamak üzere bulundukları şu sırada Kur'an'ı nasıl an­lamak gerektiği noktasında da bazı bilgiler vermek istiyoruz.

Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerîm sıradan bir kitâb değildir. Ve özel­likle bizim alışageldiğimiztürden eserlerde rastladığımız niteliklerin hemen hemen hiçbirisi Kur'an-ı Kerîm'de bulunmaz. Bu sebeple Kur' an'ın tefsirini kendi özellikleri içerisinde anlamaya çalışmak ve buna göre değerlendirme yapmak gerekir. Tefsirler bize âyetlerin muhtelif şekillerdeki yorumlarını verirler. Ancak Kur'an'ın bütünlüğünü, onu bü­tün halinde okuyunca anlamak mümkündür. Büyük kültür değişimine uğramış olan ve özellikle tekniğin ve maddenin hayatının en büyük hâkimi haline geldiği günümüz insanlarının Kur'an'a nasıl yaklaşma­ları ve onu nasıl anlamaya çalışmaları gerektiğini de büyük bilgin Mevdudî'nin kaleminden kısaca aktaralım. Bu konuda Mevdûdî özet­le şöyle diyor :

İmdi, genellikle etüd ettiğimiz kitablarda yer alan bilgilerin, dü­şünce ve işaretlerin aynı konu etrafında dönüp dolaştığım; te'lîf edici tir üslûbla ve ahenkli bir ifâde ile anlatıldığım görmekteyiz. Bu neden­ledir ki, Kur'a'n'ı iyi tanımamış olanlar; hayatlarında onu ilk kez in­celemeye koyulduklarında, alışageldikleri diğer kitab türlerinden biriy-n^ gibi davranmaktadırlar. Yani konuları belirli ve sınırlı bir kitab. Veya bu konunun bölümlere ve alt başlıklara ayrıldığı bir kitab. Aynı şekilde araştırıcı, bu kitabın etüd ve sergileme bakımından insanlık hayatının her bölümünü bağımsız bir biçimde ele aldığını ve her bahis­le ilgili hükümleri ve. prensibleri düzenli bir sıralama ile ortaya koy­duğunu zannedebilir. Ne var ki bu araştırmacı bu kitabı eline almaya ve "sayfalarına göz gezdirmeye başlayınca, birdenbire umduğundan baş­ka bir şeyle karşılaşır. Daha önce alışmadığı bir üslûbla yüzyüze ge­lir. Çünkü burada itikâdî problemler, ahlâkî prensibler, şer'î hüküm­ler, davet ve nasihatler, ibret ve tenkîdler, uyarı, korkutma ve teşvik­ler, delil ve belgeler, tarihî kıssalar ve Allah'ın kâinattaki âyetlerini gösteren işaretler bulunduğunu görür. Bütün bunların, zaman zaman tekrarlanarak açıklandığını, değişik üslûblarla farklı biçimlerde ele alınarak yeniden söz konusu edildiklerini farkedör. Ayrıca o, bir ko­nuya yönelmişken bir de bakar ki; ikinci ve üçüncü dereceden mes' elelerin de içine girmiştir. Hattâ bir konuya başlanmışken hemen ar­dından araya bir başka konunun sıkıştırılması gibi çok daha garîb şey­lerle karşılaşabilir. Hitâb tarzının birdenbire gaibe yöneldiğini ve bu kez de muhtelif istikâmetlere müteveccih diyalogların başladığını mü­şahede edebilir.

Konuların bölümlere ayrılmasına, bahislerin alt ve yan başlıklara taksîm edilmesine gelince... Bu kitabta «tarih» tartışma konusu ya­pılıyorsa «tarih yazarlığı» konusunda geçerli olan üslûba uygun bir münakaşa şekli görülmez. Bahis, felsefe etrafında dönecek olursa ve metafizik konularla ilgili tartışmalara geçilecekse, felsefe ve mantık meselelerinde rastlanan kavram ve terimlerin kullanılmadığım gö­rürler. İnsan ve evrendeki varlıklar sözkonusu edildiğinde de tabiî bi­limlerdeki metoddan ayrı bir şekilde konuşulur. Konu siyâsî, sosyal, ekonomik ve medenî bahislere intikâl edince sosyoloij ilminin takibet-tiği araştırma ve inceleme usûllerinden hiçbirine rastlanmaz. Kanunî hükümler, yasal prensibler anlatılırken hukukçuların ve yasa düzen­leyicilerinin bu alanda kullanageldikleri üslûb ve kalıplardan hiçbiri­nin bulunmadığı görülür. Getirilmek istenen ahlâkî prensipler ve dav­ranış düzgünlüğü ile ilgili hükümlerin bu konuda yazılan ve düzenle­nenlerden apayrı bir biçimde bu kitabda sunulmuş olduğunu görür­sünüz.

Araştırıcı bu ve benzeri yazı üslûbunda ve ifâde şeklinde alışıla­gelenin dışında birşeyle karşılaşınca, yorum biçimlerinden tamamen farklı bir yöntemle yüzyüze gelince dehşete kapılmaya başlar ve kendi kendine bu kitabın düzensiz, ahengi bozuk başı ile sonu arasında iliş­ki bulunmayan çelişki dolu bir kitab olduğunu zanneder. Bu kitabda ardarda dizilmiş ifâdelerle ve birbiriyle bağlı bölümler halinde birtakım kırık dökük konuların yer aldığı ve baştan sona kadar derme-çatma birtakım bilgilerin serpiştirildiğini vehmeder. Bu kitaba inanmayan ve bu kitabı etüd ederken şüphe emarelerini yaymaktan başka birşey dü­şünmeyen araştırıcılar onunla ilgili çeşitli itiraz noktalarını sayıp dö­kebilmek için bir yığın eksiklikler, düzensizlik ve ahenk noksanlıkları bulabilirler. Bu yolu benimseyenler ve bu konuda muhalif tutamak noktaları bulabilirler. Kimi zaman bu kitabı incelerken onun maksadla-rını görmezlikten gelirler. Kimi zaman da dış görünüşü itibariyle ahenk­siz gibi görünen sayısız konular bulmuş olmanın (yalancı) mutlulu­ğunu duyarlar. Üçüncü olarak kendilerini zorlayıp bu kitabdaki ahenk şekillerini meydana çıkarabilmek için çırpınırken değişik sonuçlar elde ederler. Ve nihayet böylece dağınık ve derme çatma düşüncelere teslim olurlar; âyetlerinden her birinin genel âhenkten farklı şekil aldığını .söylerler. Neticede Azîz ve Hakîm olan Allah'ın muradına aykırı ve uzak mânâlar bulup uydururlar.

Herhangi bir kitabı ilk olarak etüd edebilmek için bu işi yapan ki­şinin her şeyden önce o kitabın konusu hakkında ön bilgilere sahib ol­ması, kitabdaki ana konuların maksad ve amacını daha önceden bil­mesi, üslûb şekillerinden haberdâr bulunması zorunludur. İncelenen kitabın özel ifâde tarzını, dil ve terminoloji inceliklerini çok iyi bil­mesi, o kitabdaki sözlerin ve metinlerin gerisinde saklı bulunan girift konuları ve değişik yaklaşımları gözden uzak tutmaması icâbeder.

Genellikle etüd ettiğimiz her kitabda işaret etmiş olduğumuz hu­susların hepsini kolaylıkla buluruz. Bu nedenle de o kitabda söylenmek istenen şeylerin derinliğini anlamak ve açıklanmak istenen meseleleri bulmak için hiçbir zorlukla karşılaşmayız. Ama biz diğer kitaplarda alışageldiğimiz bu şekli Kur'an'da bulamayız. Bu sebeple herhangi bi­rimiz Kur'an'ı alışageldiğimiz diğer kitablar gibi incelemeye kalkarsak, kesinlikle onun konusunu, hedefini ve belli başlı mevzularını öğrenme • ye güç yetiremeyiz. Bu sebeple üslûbunu yabancı görür, ifâde tarzım garîb karşılar ve pek çok konuda onun sözlerinin gerisinde saklı bulu­nan değişik hususiyetlere gözatma imkânı kalmaz.

Bunun sonunda o kişi Allah'ın kelâmının özüne ulaşmaktan yok­sun kalır. Az veya çok Kur'ân'm aydınlık dolu, değişik hikmet ve in­cilerinden faydalansa da onun ruhuna ulaşamaz. Ve buna bağlı olarak kırık dökük hikmetlerinden bir parça almakla yetinmek zorunda ka­lır, kitabın bilgisini derinliğine kavrayıp temellerine inmek yerine bir­kaç çiçek demeti almakla yetinmek zorunluluğunu duyar. Hattâ bazı­ları Kur'an'ı etüd ettikten sonra şüphe ve yanılgıya düşerler. Bunun nedeni onu anlamak için gerekli olan temel kuralları daha önce öğren-meksizin Kur'an okumaya başlamış olmalarıdır. Onlar çeşitli konulan Kur'ân'm sayfalan arasında serpiştirilmiş bulunan değişik bahisleri görmüşler, ancak âyetlerinden pek çoğunun anlamını kavrayamadık­ları için büyük bir bölümünü de ilâhî hikmet ışığıyla parıldayan cevherler gibi uzaktan seyreder olmuşlardır. Ortaya çıkan şey; başı ve sonuyla ibarede tutarsızlıkların bulunduğu vehmidir. Ve çoğu kez de onların Kur'ân'ın anlatım biçimiyle ifâde ve üslûbunu bilmemeleri kendilerini istenmeyen yorumlara yöneltmektedir. Kur'ân'daki birçok âyetlerin nüzul sebeblerini bilmemekten dolayı meydana gelen yanlış anlamalara düşerler.

Kur'an ne türden bir kitabdır?

Kur'ân'ın nüzul şekli nasıldır?

Terkibindeki sır nedir?

Kur'an'da yer alan tartışmaların üzerinde dönüp dolaştığı ana ko­nular nelerdir?

Kur'an neden bu konuların araştırılmasını istemektedir?

Kur'an'da yer alan çeşitli bahislerin ve değişik konulann tümü­nün toplandığı ana bahis ve temel ilke nedir?

Kur'an; hedefini belirtmek için ne türden bir açıklama yoluna başvurmuş ve ne gibi deliller getirmiştir?

Bu ve benzeri önemli sorular üzerinde durup da ona daha işin başlangıcında cevap aramaya kalkışan bir insan, Kur'an'ı etüd eder­ken birçok tehlike ve çıkmazlardan kurtulma imkânına ulaşır. Ancak Kur'an'ı anlama ve kavrama konusunda önünde geniş yollar belirir. Şüphesiz ki, elde dolaşan tertîb, te'lîf şekillerini Kur’an-ı Kerîm'de arayan kişi istediğine ulaşamayınca Kur'ân'ın sayfaları arasında bir boşluğa düşer. Aslında onun bu boşluğa ve bocalayış içerisine düşme­sinin ana nedeni; Kur'an'ı etüd edip anlamak için gerekli olan temel prensib ve kuralları bilmemiş olmasından başka bir şey değildir.

O, konusu din olan herhangi bir kitabı mütâlâa eder gibi Kur'an'ı incelemeye koyulmuştur. Ve yine o, diğer insanların zihninde yer eden genel anlamda «din» ve «kitab» düşüncesine uygun bir din ve kitab fikriyle Kur'an'ı incelemeye başlamış demektir. Ve işte o, bu kitabda karşılaştığı şeylerin kafasından geçen düşüncelere aykırı olduğunu gö­rünce bu kitaba bir türlü ısınamaz. Ve bu kitabın sayfaları arasında araştırma için çıkış noktasını bilme güçsüzlüğü içerisinde bulunduğu için bir o yana bir bu yana koşup durur. Ve böyle bir kişi büyük bir kentin sokaklarında nereye gideceğini bilmeden yolunu kaybetmiş bir yabancıdan farksızdır. Bu kararsızlık, ancak önceden o kişiye etüd et­mek istediği kitabın te'lîf dünyasında karşılaştığı özel türden eşsiz bir kitab olduğunu bildirmekle telâfi edilebilir. Bu kitabın te'lîflerinin di­ğer kitablar türünden olmadığını söylemekle mümkün olur. O kimseye konusu, araştırması ve tertibi bakımından bu kitabın eşsiz, biricik bir eser olduğunu bildirmekle sağlanabilir.

Kitabları etüd etmenizin ve bugüne kadar yazılmış kitablan oku­manızın sonucunda zihninizde tasarlamış olduğunuz genel karekterli kitab modeli bu kitabı anlamanız için kesinlikle yeterli olmayacaktır. Bu model size Kur'ân'ın anlaşılmasında kolaylık sağlayacağına bunun tersine yolunuza dikilecek en büyük engel olacaktır, öyleyse Kur'an'ı anlamak istiyorsanız kafanızda yer eden bütün düşünce ve karşılaştır­maların hepsini zihninizden kovmanız ve bu kitabın eşsiz özelliklerini, gözalıcı meziyetlerini kavramaya çalışmanız gerekmektedir.

İster Kur'an'a inansın, ister inanmasın, Kur'an okuyan kişinin herşeyden önce Kur'an'ın mâhiyetini bilmesi gerekir. Madem ki bu kitabı, anlamak istemektedir öyleyse öncelikle Kur'an'da yer aldığı şek­liyle Kur'an'ın temel ilkelerine yönelmelidir. Ve bu kitab kendisine in­dirilen zâtın; Allah'ın Rasûlü Muhammed (s.a.) in açıkladığı tarzda ona başvurmalıdır.

Kur'an'ın temelinin aşağıdaki noktalar üzerhıde toplanmış oldu­ğunu belirtmek mümkündür:

1- Doğrusu yüce Allah bu evrenin yaratanı, mâliki ve hâkimi­dir. İnsanoğlunu, sayısız mülklerinden bir parça olan yeryuvarlağı üze­rinde yaratmıştır. Ona bilme, düşünme ve kavrama güçleri vermiştir. İyiyi kötüden ayırma imkânı, irâde ve ihtiyar özgürlüğü lütfetmiştir. Herşeye dilediği gibi tasarruf etme yetkisi sunmuştur. Kısacası ona bir tür bağımsızlık (otonomi)  vererek yeryüzüne halîfe kılmıştır.

2- Allah Teâlâ insanoğluna bu önemli görevi lütfederken onun ruhunun derinliklerine şu anlamları yerleştirmiştir:

Ben senin Rabbınım. Bu âlemin Rabbı Benim. Hem senin Tanrınım, hem de bu evrenin Tanrısıyım. Hem senin Hâkiminim, hem de bu evrenin Hâkimiyim. Benim ülkemde başını dilediği gibi kaldıran başı­boş, özgür bir varlık olma. Benden başkasına kul olma. Benden baş­kası, ibâdete, önünde eğilmeye ve itaate müstahak değildir. Sana verdiğim bir tür bağımsızlıkla birlikte yaşamakta olduğun dünya ha­yatı yalnızca bir imtihan dönemidir. Bu hayatın sonunda bana döne­ceksin. Bu dünyada yaptığını tek tek gözden geçireceğim. Başaran­ları ve başaramayanları belirleyeceğim. Senin bu dünyada benimseye­bileceğin en sağlıklı yol şudur: Beni biricik Tanrı ve eşsiz Hâkim ola­rak tanı! Sana indirdiğim hidâyete göre davran! Dünyanın bir imti­han diyarı olduğunun farkına vararak yaşa! Gerçek amacının âhirette başarıya ulaşmak olduğunu bil! Ve yine bil ki; senin tuttuğun bu yola ters düşen her yol sakattır, bozuktur. Sen birinci yolu tutacak olursan —tutup tutmamakta serbestsin ya— yalnızca dünyada huzur ve em­niyete erişmekle kalmayacaksın, bana döndüğünde huzur ve emniyetin, ebedi rahatın bulunduğu, kaygı ve sıkıntının yer almadığı, adına Cen­ine:, denilen bir yer ile seni nimetlendireceğim. Ama bu yolun dışında itr yo! tutarsan —tutup tutmamakta serbestsin ya— sen bu ağır ve-bâlin doğurduğu bozgunu, anarşiyi, ielaket ve buhranları yalnız bu dünyada tatmakla kalmayacaksın, bu âlemi aşıp âhirete göçtüğünde varacağın yer ateş çukuru olacaktır. Orada sürekli azâb, ebedî üzüntü ve bitmez tükenmez acılar vardır.

3- Allah, kâinatın mâliki olarak yukarda sözkonusu edilen mâ­nâları insanın ruhuna yerleştirdikten sonra beşer nevini yeryüzüne indirmiştir. Şanı yüce olan Rab, ilk insana ve onun eşine -Âdem ve Havva'ya- kendi katından, izleyecekleri bir hidâyet yolu lütfetmiştir. Hem bu ikisine, hem de yeryüzündeki torunlarına. İnsanı ilk başta
karanlık ve bilgisizlik içerisinde yaratmamıştır. Aksine Âdem ve Hav­va'nın, yeryüzündeki hayatlanna bir tür bilgi ve aydınlık ile başlama­larını sağlamıştır. Dolayısıyla ilk insan gerçeğin ne olduğunu biliyor­
du. Ve kendisi için lâzım olan hayat kanunundan haberdârdı. Bu ha­yatta tuttuğu yol, Allah'a itaatti. Yani İslâm. Aynı görevi kendi soyun­dan gelenlere de emretti. Allah'a itaat etmeksizin ve müslüman olmak­sızın ölmemelerini buyurdu. Ne yar ki, insan bu dosdoğru yoldan ay­rıldı. Müteakip asırlarda yavaş yavaş bu sağlam dini terketti. Bir yan­dan umursamazlığı nedeniyle, diğer yandan da inatçılığı ve büyüklenmesi sebebiyle doğru yolu tersyüz ettiği için o yoldan saptı. Zâtı ve sıfatları konusunda Allah'a, gökte ve yerde bir yığın ortaklar tanıdı. Beşerî olmayan, maddî ve hayalî putlar edindi. Yığınlarca vehimleri, sayısız teorileri ve değişik felsefî görüşleri, Allah'ın kendisine lütfettiği bilgiye, gerçek bilginin tertemiz kaynağına karıştırdı. Ve bu karışık bil­gilerden sayısız görüşler uydurdu. Allah'ın kendisi için kararlaştırmış olduğu dengeli ahlâk ve medeniyet kurallarını arkasına attı. Allah'ın buyruğunu tersyüz etti. Sonra Allah'ın bildirdiği gibi heves ve taassu­ba dayalı ilkeler uydurarak hayat sistemlerini vazetmeye kalkıştı. Böy­lece Allah'ın dünyasını zulüm, fesâd, anarşi ve mutsuzlukla doldurdu.

4- İnsanoğluna bu sınırlı bağımsızlığı lütfetmiş olan Allah, onun yaratanı olmak niteliğiyle, insanlardan dosdoğru yolu bırakıp sapık­lığa dalardan zorla ve baskı ile tekrar doğru yola çevirmek için müdâ­hale etmedi.

Nitekim Allah'ın, insanoğlunun dünyada özgürce davranabilmesi için ona lütfettiği ömür, insanın isyan edip azgınlık yoluna sapmasıyla birlikte Allah tarafından tutulup helak edilmesi için uygun de­ğildi. Kaldı ki, Allah Teâlâ, yaradılışının başından itibaren insanoğluna lütfettiği ömür boyunca onun bağımsızlığını kabul etmekle beraber kendisine ilâhî hidâyet yolunu göstermeyi üzerine almıştır. Ve yine mutlak irâdesi uyarınca bu görevi gerçekleştirmesi için beşer cinsinden kendine inanan ve hoşnûdluğunu kazanan insanlar seçerek onları ken­dine elçi kılmış ve gerçeğin bilgisini kendilerine vahyederek sağlıklı hayat sistemi indirmiş, onların insanları, kaybettikleri bu dosdoğru yola tekrar dönmek üzere çağırmalarını emretmiştir.

5- Bu elçileri çeşitli milletlere ve değişik bölgelere göndermiş, binlerce sene ardarda gelen bu peygamberler kafilesi, birbirlerini izle­mişlerdir. Hepsi de tek bir dinin yolcusu idiler. Yani Allah'ın yeryüzü­ne insanoğlunu indirirken öğretmiş olduğu o dosdoğru yolun yolcusu idiler. Hepsi de aynı hidâyet yoluna bağlıydılar. Yani Allah'ın, işin başlangıcında insanın ruhuna yerleştirmiş olduğu o ölümsüz ve adalet dolu ahlâk ve medeniyet ilkelerine bağlıydılar. Hepsinin de bir tek amacı vardır. Beşer türünü Allah'ın dinine ve yoluna çağırmak. Sonra her peygamber kendi çağrısını kabul edenleri bir araya getirerek onları bir tek ümmet yaptı. Bu ümmetler Rab'larının emirlerine uyuyor ve dünyada ilâhî buyrukları yerine getiriyorlardı. İnsanları da bu yola ay­
kırı davranışlardan alıkoymaya çalışıyorlardı. Gerçekte Allah'ın elçileri gönderildikleri elçilik görevini en mükemmel şekilde yerine getirdiler. Ne var ki tarih boyunca ortaya çıkan şu olmuştur : İnsanlardan büyük bir kitle bu elçilerin dâvetine. iltifat etmemiştir.  Ayrıca onların da'vetine inanıp arkalarından giderek teslim olmuş (Müslüman) bir üm­met haline gelenler, geceler birbirini takib ettikçe, günler geçtikçe, tekrar bozgunculuk ve sapıklığa dalmışlardır. Kimileri hakikatten büs­bütün saparken, kimileri de Allah'ın prensiblerini ters-yüz ederek buy­ruklarının yerini değiştirmiş ve kendi elleriyle Allah'ın kitabına bazı şeyler ilâve etmişlerdir.

6- Nihayet, Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.) i Arabistan top­raklarında,  daha önceki peygamberler gibi,  aynı görevi yükleyerek göndermiştir. Onun çağrısı; arasında diğer peygamberlerin tabileri de bulunmak üzere, bütün insanlara yönelikti. Onun asıl görevi tüm in­sanlığı bu dosdoğru yola çağırmak ve yeniden Allah'ın hidâyetini ken­ dilerine tebliğ etmekti. Allah'ın Rasûlü bu çağrıyla insanları tek bir ümmet halinde birleştirdi. Bunların hayatî ölçüleri Allah'ın hidâyetine dayanıyordu. Buna bağlı olarak da dünyanın doğru yola iletilip ıslâhı amaçlanıyordu. Bu Kur'ân'da işte bu çağrının kitabı, Allah'ın Hz. Muhammed'e gönderdiği hidâyet buyruğuydu. Onda aydınlık yollar belir­tilmişti. Allah, kullarından dilediğini bu yola iletir.

Şu anda okuyucu Kur'ân'ın mâhiyetini öğrenmiş olduğuna göre bu kitabın konusunun ne olhduğunu, ana amacının ve başlıca araştırma yolunun neler olduğunu anlayabilir demektir. Kur'ân'ın konusu insan­dır. İnsanın başarı ve mutluluk yollarıyla başarısızlık ve mutsuzluk yol­larını gösterir. İhtiva ettiği asıl konu şudur: İnsanın; kendi hayatı, kâinat nizâmı, tanrının zâtı, dünya hayatı gibi konularda kendiliğin­den yaptığı incelemelere, hayalî değerlendirmelere, heveslerinin mahkûmu olan fikirlerine göre ortaya koymuş olduğu teoriler, aynca bun­lara dayalı olarak benimsediği davranış şekilleri, özü itibariyle batı) ve neticesi bakımından~da inşam bizzat felâkete götüren şeylerdir. Bu konuda yegâne gerçek; Allah'ın yeryüzünün halîfesi olurken insana öğretmiş olduğu gerçeklerdir. Bu hakîkatlarm gereği olarak yukarda ibaret ettiğimiz ve doğru yol dediğimiz yoldan başka ortaya atılan yön­lerden hiçbirisi doğru bir temele dayanmadığı gibi insanı iyi bir sonuca da ulaştıramaz. Kur'an'ın hedefi inşam bu dosdoğru yola da'vet etmek ve insanın umursamazlığı sebebiyle sapıtmış bulunduğu veya gurur ve büyüklenmesi nedeniyle çarpıttığı ilâhî hidâyeti açıkça belirtmektir. Bu üç ana noktayı gözönünde tutarak Kur'ân'ı inceleyenler çok açık olarak görürler ki; bu kitab ana konusunda, planlanmış hedefinden ve temel bahislerinden kıl payı bile şaşmamıştır.

Ve yine görürler ki; bu kitabın çeşitli bölümleri bu ana bahislerle öylesine bir uyum içerisindedir ki, bir inci gerdanlıkta büyük —küçük ve renkli incilerin birbiriyle uyuşmasından farklı değildir. Bu kitab göğün nasıl inşâ edildiğinden, insanın nasıl yaratıldığından sözeder. Evrendeki ilâhî sanat eserlerinin gözlenişinden, geçmiş milletlerin hi­kâyelerinden bahseder. Çeşitli milletlerin davranışlarını, inanç ve amel­lerini eleştirir. Tabiat ötesi sorunlara açıklık getirir. Saydıklarımızdan çok farklı konulan da ele alır. Ama bunu yaparken insana; tabîat, ta­rih .felsefe ve herhangi bir sanat veya edebiyat dersi vermek için de­ğil, bu konularda insanların yanılgılarım ortadan kaldırmayı ve ger­çeği yanlış anlamalarını önlemeyi amaçlar. İnsanların zihnine pratik gerçekleri yerleştirir. Hakikate aykırı yolların varacağı kötü sonuçları ve vahîm âkibetleri anlatır. Gerçeğe uygun düşen yollara çağırarak on-lan sonuçların en güzeline ulaştırır. İşte bu nedenledir ki o, bu konu­lardan sözederken kendisi için gerekli olan ölçüde ve hedefine uygun düşen üslûb içerisinde bahseder. Bu konuları, ihtiyâcı olduğu kadar dile getirir. Konuyla ilişkisi olmayan detaylara göz yumarak ana he­defini açıklamaya d.öner. Bunun için siz, sözün şaşmadan, ahengi boz­madan, birdenbire da'vetin etrafında yoğunlaştığını görürsünüz. Ne var ki insan Kur'ân'm iniş şeklini bilmediği sürece, onun açıklamalarını, üslûbunu, tertibini ve araştırma tarzım kavrayamaz.

Allah Teâlâ Mekke'de; Arap yarımadasındaki şehirlerden birinde, kullarından bir kulunu elçi olarak seçmiş ve ona kendi da'vetini, ya­şadığı kentte, kendi kabilesi olan Kureyşliler arasında açıklamaya başlamasını emretmiştir. Aynca bu önemli göreve başlamak için ge­rekli olan ilkeleri de telkin buyurmuştur. Bu temel ve başlangıç ilkeleri genellikle üç noktayı içeriyordu :

a) Peygamberin bu çok ağır görevi gerçekleştirmesi için kendini nasıl hazırlaması gerektiğini öğretmek. Hangi şekilde hareket etmesi icâbettiğini bildirmek.

b) Gerçekle ilgili temel  bilgileri sunmak ve bu konuda hayat sistemlerini körükörüne, karanlıklar içerisinde yürütmeye çalışan in­sanların zihinlerinde yer eden şaşkınlıkları, yanılgıları ve mugalataları bütünüyle ortadan kaldırmak.

c) İnsanları doğru yola da'vet etmek. İlâhî hidayetin içinde yer alan ve insanların ona bağlanmakla başarı ve mutluluğa erişecekleri başlıca ahlâk ilkelerini hatırlatmak.

Bu temel ilkeler İslâm da'vetinin yüce diliyle, ideal anlamıyla son­suz zevki ve erişilmez etkisiyle başlamış olan atılım noktasına uygun düşüyordu. Burada verilen özel bilgiler muhatabın zevkiyle atbaşı gi­den çok üstün bir edebî zevk düzeyine ulaşmıştı. Bu ilâhî nağmeler in­sanların gönlüne, okun göğüslere saplanışı gibi sirayet ediyordu. Onun büyüleyici nağmelerine koşan kulaklar kendini ona kaptınyordu. Onun üslûbundaki ifâde zevkine, uyum güzelliğine bağlanan dillerde kelime­ler akıp gidiyordu. Ayrıca bu parçalar büyük bir noktaya kadar ma­hallî şartların rengini de taşıyordu. Buralarda sözkonusu edilen husus­lar her ne kadar ölümsüz, evrensel gerçekler ise de getirilen deliller, işaret edilen şâhidler, sözkonusu olan benzetmeler halkın alışkın olduğu yakın toplum çevrelerinden alınmıştı. Onda yer alan tarihler kendi ta­rihleri, orada anlatılan olaylar kendilerinin başından geçen şeyler, kendi âdet ve gelenekleriydi. Orada zikredilen geçmiş olaylar bizzat kendi gözleriyle müşahede ettikleri vak'alardı. Burada tekrarlanan söz­ler bütünüyle kendilerinin dejenere olmuş ahlâkları, bozuk inançları ve sosyal zaaflarıydı. Bütün bunlar çağnnın, ruhlarında daha etkin ola­bilmesi ve zihinlerine daha yakın gelebilmesi içindir.

Da'vetin bu başlangıç merhalesi dört-beş yıl kadar sürdü. Bu dö­nemde Hz. Peygamberin da'vetine karşı fiilî durum üç şekilde tecellî etmişti:

a) İnsanların seçkinlerinden bir topluluk bu yüce da'vete inanmış. müslüman bir ümmet olabilmek için hazırlanmıştı.

b) İnsanlar içinde büyük bir topluluk da; ya bilgisizlikleri ya arzuve hevesler peşinde sürüklendikleri, ya da atalarından gördükleri geleneksel modele fazlaca bağlandıkları için bu da'vete karşı direnmişlerdi

c) Bu yeni da'vet Mekke'nin sınırlarını ve bu şehrin yerlisi olan Kureyş kabilesini aşarak nisbeten daha geniş bir alana doğru yayılmaya başlamıştı.

Sonra da'vetin ikinci aşaması başladı. Bu aşamada hâkim olan âüliyet ile İslâmî hareket arasında şiddetli bir mücâdele ortaya çıktı. Su mücâdele sekiz-dokuz sene boyunca yalnız Mekke'de veya sadece ?:~reyşliler arasında değil, eski câhiliyet  dönemi Arap Yarımadasının büyük bir kısmında devam etmesini isteyen gruplar arasında cere­yan etti. Onlar paçalarını sıvayarak ve dişlerini sıkarak bu hareketi ortadan kaldırmak için var güçleriyle çalıştılar. İslâm'ın muarızları bu da'veti yokedebilmek için her türlü metod ve hilelere başvurdular. Ya­lancı propagandalar yaptılar. Yığınlarca i'tirâz, şüphe ve itham fur­yaları saçtılar. Halkın kafasını bulandırıcı çeşitli dedikodular yaydılar. Peygamberin söylediğini duymadıkları çin onun hakkında bilgi sahibi olmayanları peygamberden uzaklaştırmaya çalıştılar. Allah'a ve Rasû-lüne îman edenlere çeşitli zulüm metodları uyguladılar, baskı ve sin­dirme yollarına başvurdular. Ekonomik ambargo uygulayarak boykot ilân ettiler. Hayat şartlarını öylesine zorlaştırdılar ki içlerinden pek çoğu kendi yurtlarını terkederek iki kez Habeşistan'a göç etmek zorun­da kaldılar. Bu şiddetli muhalefete ve gittikçe artan engellemelere rağ­men İslâm hareketi yayılıp gelişmeye ve parlamaya devam etti. En so­nunda Yesrîb'e (aydınlıkşehre) göçetmek gereğini duydular. Ne var ki Mekke'de her evden bir kişi hemen hemen müslüman olmuştu. İs­lama karşı çıkanların kin ve düşmanlıklarını artıran nedenlerin ba­şında; kendi öz kardeşlerinin, torunlarının, oğullarının, bacılarının ve damadlarının Allah'ın dinine bağlanması geliyordu. Bu insanlar sa­dece inanmakla yetinmemiş, peygamberin yolunda canları ve değer­li bildikleri her şeylerin de harcamaktan çekinmeyerek en sonunda kendi yakınlarına baş kaldırmışlardı.

İşin enteresan yanlarından birisi de; ilk câhiliyyetle bağlantılarım koparıp gelişmekte olan bu harekete katılanların çoğunluğunun top­lumun seçkin ve kavminin önde gelenleri olmasaydı. Onlar bu yeni da­vet kervanına katıldıkları zaman iyilikler, doğruluklar ve ahlâk gü­zelliği konusunda öyle mesafeler almışlardı ki dünyaya bile sahip olsa­lar, sımsıkı bağlandıkları dâvanın yüceliğine ermekten başka birşey istemiyorlardı. Bundan sonra da yapacaklarını yapıyorlardı.

Bu korkunç çatışma içerisinde yeri geldikçe ve ihtiyâç duyuldukça Allah Teâlâ, Nebiyy-i Zîşânına bazı sözler (âyetler) indiriyordu. Bu âyetler, akışı bakımından coşkun bir ırmağı andıran heyecanlar getiri­yordu. Gücü yönünden korkunç bir sele, etkisi bakımından yakıcı bir ateşe benziyordu, Bu âyetlerle bildirildi mü'minlere ilk görevleri. Ve onlara toplumsal hareket şuuru bu âyetlerle verildi. Zühd, takva gü­zel ahlâk, temiz davranış şekilleri öğretildi. Sarsılmaz dini tebliğ edip gerçekleştirme yollan anlatıldı. Çağrının yalanlanmayan bir va'd ile nimet ve huzur yeri olan-cennette erişilecek kurtuluşla birleştirilmesi sonucu güçlendirildiler. Sabır, istikâmet ve üstün bir ma'neviyât duy­gusuyla Allah yolunda savaşmak üzere teşvik edildiler. Erişilmez bir şevkle gönülleri, genişliği göklerle yeryüzü kadar olan cennet arzusuy­la dolduruldu.  En katı  zorluklara  karşı koyabilmeleri için,  amansız mücâdele kasırgalarına karşı güven duyabilmeleri için, güçlü bir kah­ramanlık duygusuyla donatıldılar.

Mü'minler bakımından durum böyle... Öte yandan kâfirlere; Al­lah'ın Rasûlüne karşı çıkanlara gelince... Onlar tehdîdlerle uyarıldı­lar.

Hak'tan yüz çevirip peygamberin çağrısına karşı çıkanlar kendi­lerinden önce yaşamış milletlerin başına gelen acı sonuçlarla korku­tuldular. Onlar bu milletlerin tarih ve hikâyelerini pek iyi biliyorlardı. Evlerinin altı üstüne gelmiş olan kavimlerin harabelerinden arta kalan izlerden ibret almaya çağrıldılar. Onlar, yolculukları esnasında hep bu harabelerden arta kalan enkazın üzerinden geçiyorlardı. İslâm'a karşı gelenlere, göklerin ve yerin yaratılması, gece ile gündüzün ardarda gel­mesi gibi her gün bizzat gördükleri gerçeklere dayanan tevhîd işaret­leriyle, âhiret hayatına dâir deliller anlatılmaktaydı.

Bu dönem, onüç yıl boyunca Mekke'de devam etmişti. Ve neticede kendisi için yeni bir karargâh olarak Yasrib'i seçmişti. Arap yarımada­sının çeşitli yörelerindeki bağlılarım da bu karargâha davet etti Amaç, bağımsız bir toplum kurmak ve bütün gücü tek bir merkezde topla­maktı. Hz. Peygamber ve kendisine gönülden bağlı olan arkadaşlarının büyük bir kısmı «Nûr'lu Medine» ye hicret etti. Böylece İslâm daveti, üçüncü merhalesine ulaşmış oldu. Bu merhalede durum baştan sona kadar değişti. İslâm ümmeti bağımsız bir devlet kurma imkânı kazan­dı ve antik câhiliyyet mensûblarıyla silâhlı çatışma dönemi başlamış oldu. Ve İslâm daveti, geçmiş peygamberlerin ümmetleriyle, Yahudi ve Hıristiyanlarla yüzyüze gelmeye başladı. Aynca İslâm ümmetinin iç bünyesine sızan münafıklık hareketinden de kendini arındırmaya başladı. On yıl süreyle devam eden bu sürekli mücâdele ve şiddetli ça­tışmalardan sonra İslâm hareketi öylesine bir güç ve kudret kazandı ki; neticede bütün Araplar ona boyun eğip teslim olmak zorunda kal­dılar. İslâm davetinin önüne artık kâinat platformunda yayılma im­kânları doğdu. Sınırlarının ötesinde islâh hareketine koyulma yolları açıldı.

Bu ihtiyâçları karşılayabilmek için Allah Teâlâ, peygamberine ih­tiyâçlarının değişmesiyle birlikte değişen üslûblar içinde sözler (âyet­ler) indirmeye devam etti. Kimi zaman âyetlerin üslûbu duygu alevle-riyle parıl panl yanan mutantan ve etkili hitâb üslûbuydu, kimi za­man hükümdârâne emirler ve merasimler üslûbuydu. Bazan ders veren öğretmenin ifâdesi kullanılıyor, bazan da öğütte bulunan bir eğitimci­nin anlatım biçimi tercih ediliyordu. Bu âyetlerde bir toplumun nasıl doğacağı, bir devletin nasıl kurulacağı uygun bir medeniyetin nasıl inşâ edileceği anlatılmaktaydı. Hayatın çeşitli yönlerinde.hangi ilke ve ; rensiblerin geçerli olacağı bildiriliyor, münafıklarla, ehl-i zimmetten olan kâfirlere nasıl muamele yapılacağı açıklanıyordu. Kitab ehliyle ilişkilerin ne şekilde sağlamlaştırılacağı, savaş halindeki düşmanlara nasıl davranılacağı müttefik milletlerle nasıl anlaşılacağı öğretiliyor­du. Ve neticede düzenli, inançlı, İslâm cemâatinin kendini «yeryüzün­de Allah'ın halifeliği» görevine nasıl hazırlayacağı gösteriliyordu.

Bu âyetler; müslümanlan istenen şekilde yönlendirme ve amaca uygun terbiye etme esâsına dayanıyordu. Zaaf noktalarına karşı onlan uyarıyordu. Malları ve canlarıyla Allah yolunda savaşmaya teşvik edi­yordu. Zafer ve hezimet anlarında, rahat ve mihnet dönemlerinde, sı­kıntılı ve keyifli zamanlarında, emniyet ve korku günlerinde ve daha bunlara benzer hallerde kendi durumlarına uygun düşen ahlâk ve dav­ranışta bulunma dersleri veriyordu. Onlardan öyle bir toplum meyda­na getirilmek isteniyordu ki; her bir ferd -gerçekten Rasûlullah'a halef olma yeterliliğine erişmiş bulunsun, davet ve ıslâh fonksiyonu konu­sunda peygamberin izinden gidebilsin. Mü'minler cephesinde durum böyle... Diğer taraftan bu âyetler, îmandan yoksun bulunan münafık, kâfir, müşrik ve ehl-i kitâb'tan kişilere de seslenmekteydi, tslâm da­veti karşısında bu gruplardan her birinin durumuna ve tutumuna uy­gun düşen biçimde onları hayra davet ediyordu. Bunu gerçekleştirmek için ikna yollarını kullanıyor, yumuşak söz, güzel öğüt, etkili uyan, şiddetli tehdîd ve Allah'ın azabından korkutma, acı dersler ihtiva eden durumlar ve olaylar karşısında öğüt ve ibret alma imkânlannı açıklı­yordu. Bütün bunları onların aleyhinde delil getirme ve mazeret ka­pılarını kendilerine kapamak için yapıyordu. Medine döneminde Kur'an âyetlerinin tarihî seyri işte bundan ibaretti.

Yukarıda zikrettiklerimizden anlaşılıyor ki; Kur'an'ın nüzulü İs­lâm davetiyle ve bu davetin gelişme çizgisiyle paralel yürümüştür. Ba­şından sonuna kadar dönem dönem, durak durak yenilenen bu davetin gereklerine ve icâblanna göre peyderpey ve değişik bölümler halinde nazil olmuştur. Bu dönem tam yirmiüç yıllık bir süreyi içeriyordu. Öy­leyse böyle bir kitabın bir araştırıcının doktora diploması kazanabilmek için takîb etmesi gereken araştırma ve inceleme metodundan farklı bir tertîb ve te'lîf tarzına sahib olması gerektiği çok açıktır. Kaldı ki, çağ­rının değişik dönemlerde yer almasına rağmen muhtelif hacimlerdeki parçalar, ahenkli biçimde nazil oluyordu. Bu parçalar küçük kitabçık ve risalelerde yayınlanmıyordu. Aksine, Rasûlullah'm hitâblarından öğ­renilerek dilden dile aktarılıyor, kişiden kişiye ulaştırılıyordu. Bu se-beble de alışılan te'lîf üslûbunun kalıplarına göre düzenlenmemekteydi.

Böylece Kur'an'da yer alan açıklamaların birçok kere tekrarlan­mış olmasındaki sır, gün ışığı gibi açığa çıkmaktadır: Çünkü İslâm davetinin tabiatı, Kur'an'ın ancak yaşanan merhaleye uygun şeylerden sözetmesini gerektirmektedir. Madem ki davet, bu dönemi yaşamakta­dır, gelecek dönemlerle ilgili Jıusûslara temas etmeye gerek yoktur. Bu dönem; ayları ve yılları da kaplasa, içinde yaşanan merhaleden sözetmek için tekrarlara gerek duyulmaktadır. Eğer ifâdeler aynıyla tekrarlansa ve monoton bir kalıp içerisinde yenilense, insan tabiatı bıkar, kulak­lar tırmalanır, rahatsız olur. Bu sebeple, herhangi bir merhale ile ilgili bir konunun anlatılması ve ardarda birkaç kere tekrarlanması gereki­yorsa, ifâdenin yeni kelimelerle donatılarak sıralanması, yeni bir üs-lûb, benzeri bulunmayan bir ifâde güzelliğiyle bezenmesi lâzım gelir ki, ruhlar onu arzulasın, gönüller ona ısınsın. Böylece davetin her mer­halesinin temelleri sağlamlaştırılmış, direkleri kuvvetlendirilmiş, yapısı oturmuş olur. Bütün bunlardan da öte, davetin ilk adımlardan itiba­ren son bulup kemâle ermesine kadar ortaya çıkan her durum ve şart­ta, üzerine dayandığı temel ilke ve prensiblerin de akıldan çıkarılma­ması gerekir. Durum ne olursa olsun, davetin bütün merhalelerinde dikkatlerin bütünüyle bu noktalar üzerine teksif edilmesi icâb eder. İşte bütün Kur'ân sûrelerindeki değişmez konular etrafında, değişik ifâdeler ve farklı üslûblarla durulmasındaki sır burada gizlidir.

Sözgelimi tevhîd inancı, Allah'ın sıfatları, âhiret hayatı, âhiretteki sorumluluklar, azâb ve sevâb, peygamberlik, kitablara îman, Allah kor­kusu ,sabır, dayanma, tevekkül ve bunlara benzer temel gerçeklerin bü­tün mekkî ve Medenî sûrelerde tekrarlandığını görürsünüz. Çünkü İslâmî hareketin, hangi merhalede bulunursa bulunsun, bu gerçekleri görmezlikten gelmesi veya bunlara karşı umursamaz davranması müm­kün değildir. İslâmî hareket, gerçek ruhunun ve eşsiz tabîatınm üze­rinden uzun zaman geçmesinden dolayı;'mü'min ruhlarda porsumuş de olsa, bu temel inançlar karşısında asla umursamazlık gösterilemez.

Söylenenleri derinliğine kavradımzsa, kafanızda dolaşıp duran «Hz. Peygamber Kur'an'ı nüzul sırasına göre neden tertîb etmemiştir» so­rusuna inandırıcı' bir cevap bulmamız mümkün olur.

Kur'an'ın üslûbu iyice kavrandığında insanın gözü önünde beliren bir başka gerçek de şudur :

Konu birliği içerisinde bulunan âyetlerin bir yerde toplanması bu kitabın tabiatına uygun düşmez. Bu kitabın tabiatı şunu gerektirmek­ledir : Okuyucu Kur'an'ı incelerken Mekke'de inen âyetlerle Medine'de nenlerin içice olduğunu, bşalangıçtaki öğütlerle sondaki tavsiyelerin vanyana bulunduğunu, son dönemdeki prensiblerle başlangıç dönemindekilerin içice girdiğini görmeli ve böylece İslâm'ın olgunlaşma man­zarası ve kapsamlı planlı; sürekli olarak, parlak ve açık biçimde gözle­rdin önünde canlanmalıdır. Yalnız bir tarafı değil, bütün yönleri görülmelidir.

Şayet Kur'an indiriliş sırasına göre derlenmiş olsaydı, bu düzen Peygamber döneminden sonraki yüzyıllar için elverişli ve anlaşılabilir bir özellikte olmazdı. Ancak Kur'an'a bir ek olarak nüzul tarihi ve şart­larının eklenmesiyle yeterli olabilirdi. Halbuki bu husus, Allah Teâlâ' nın kelâmını derleyip mushafında saklamış bulunduğu ana maksada aykırı düşerdi. Çünkü Allah; kelâmının, başka sözün karışmadığı, hiç­bir ilâve şüphe ve şaibenin bulaşmadığı tertemiz ve hâlis kelâm olarak kalmasını istiyordu. Ve onu bugün olduğu gibi anlam ve biçim bakımın­dan öylesine vecîz ve öylesine üstün biçimde tertîb ediyordu ki, büyük-kûçük, yetişen ve yetişmekte olan, erkek-kadın, sıradan insan ve derin bilgin, köylü-şehirli, her zaman ve her yerde, her halde ve her durumda bütün kişiler kolaylıkla okuyabilsin. Zekâ seviyeleri ne kadar farklı olursa olsun, tüm insanlar en azından Allah'ın kendilerinden ne iste­diğini ve ne istemediğini kavrayabilsinler. Çok açıktır ki; eğer Kur' an'a uzun uzadıya bir Kur'an tarihi eklenseydi ve bunun Kur'an'la be­raber okunması gerekseydi bu ana maksad kaybolup giderdi.

İkinci olarak, tartışma götürmez bir gerçektir ki; Kur'an'ın hâliha­zırdaki tertibine itiraz edenler, yanlış anlayarak bu kitabın sosyoloji ve tarih ilmi öğrencilerine indirilmiş bir kitab olduğunu sanıyorlar.

Kur'an'ın tertibiyle ilgili olarak araştırıcının bilmesi gereken bir diğer husus da, hâlihazırdaki düzenin Peygamberden sonra gelenlerin yaptığı bir tertîb olmayıp Cebrail'in gösterdiği biçimde bizzat Hz. Pey-gamber'in koyduğu bir düzenleme olmasıdır. Rasûlullah'ın âdeti şöyle idi:

Bir sûre indiği zaman, kâtiblerinden bir kısmını çağırır, onu yaz­dırır ve «Şu sûreden önce ve şu sûreden sonra» yerleştirmelerini emre­derdi. Keza bir veya birkaç âyet indiğinde ve bunların müstakil bir sû­re olarak düzenlenmesi mümkün olmadığında «falanca sûredeki falan­ca yere» konulmasını Hz. Peygamber bizzat buyururdu. Ve bu düzenle­meye göre de namazlarda ve diğer zamanlarda —Kur'an okunması ge­rektiğinde— Kur'an okunurdu. Ve bu tertibe göre onun şerefli ashabı da Kur'an'ı elden ele dolaştırır ve öğrenip öğretirlerdi. Bu nedenle ta­rihî olarak sabittir ki, Kur'an'ın nüzulünün tamamlandığı gün, zaman bakımından tertibinin de tamamlandığı gündür. Ve bu tertibi yapan da O'nu indirendir. Kur'an'ı peygamberin kalbine indiren, onun di­liyle tertibini de birlikte göndermiştir. Bu başkasının bu tertibe mü-dâhele etme yetkisi yoktur.

İster inansın, ister inanmasın, Kur'an'ı anlamak isteyen herkesin -ilk adım olarak- daha önce kafasında yereden teori ve tasavvurlar­dan zihnini boşaltması gerekecektir. Her türlü arzu ve isteklerden içini arındırması, sonra da açık bir gönül, dikkatli bir kulak ve Kur'an'ı anlamak için tertemiz bir amaç ile onun üzerine eğilmesi gerekir. Önceden kafalarım sayısız düşüncelerle doldurarak Kur'an'ı etüd etmeye çalışanlar; onun sayfaları arasında kendi düşüncelerinden başka bir şey okuyamazlar. Veya okudukları metinlerde Kur'an'ın havasını tenef­füs edemez ve o tadı bulamazlar. Böyle bir tedkîk usûlü, sıradan her­hangi bir kitabı okumak için bile elverişli değilken Kur'an gibi bilgi hazînelerini böyle bir okuyucuya hiçbir zaman açmayacak olan bir ki­tabı okumak nasıl mümkün olur?

Kur'an'ı özet bir bilgi şeklinde öğrenmek isteyenler için, bir veya iki kere tedkîk yeterli olabilirse de onun derinliklerine dalarak sırlarım kavramaya çalışanlar için bu kadarı kâfi olmadığı gibi hattâ dört beş kez okumak bile yeterli değildir. O kişinin kendini, defalarca ve tekrar tekrar Kur'an'a adaması, üzerine abanması bıkıp usanmadan yeniden tedkîke koyulması ve her seferinde ayrı bir cepheden bu kitabı incele­mesi icâbeder. Ve tıpkı bir öğrenci gibi, lâzım gelen kalem, defter nev' inden araçlar edinerek bu etüd esnasında zor gelen önemli noktalan kaydetmelidir. Bu söylediğimiz şekilde sağlam bir metodla Kur'an'ı ted­kîk etmek isteyenler kısa yoldan onun inanç sistemiyle alâkalı ve dün­yayı değerlendiren umûmî metoduyla ilgili noktalarda bilgi sahibi ol­maları için iki defa hatmederek iyice okumalıdırlar. Ayrıca etüd esna­sında Kur'an'ın genel değerlendirmeleri üzerinde, toplu bir görüş edin­meye çalışmalıdırlar. Kur'an'ın insanlığa takdîm ettiği temel düşün­celeri anlayıp bu düşünce esâsına dayanan genel hayat sistemiyle ilgili açıklamalarını kavramaya çalışmalıdırlar. Bu zevkli gezi esnasında ka­falarına bir mes'ele takılacak olursa, acele etmeyerek hemen onu bir yere not etmelidirler. Araştırmalarına sabır ve ciddiyetle aralıksız de­vam etmelidirler. Daha sonra gelecek sayfalarda çoğunlukla sorularının cevâbıyla karşılaşacaklardır. İşte o zaman hemen sorunun karşısına notlarını düşmelidirler. İlk etüdden sonra cevap bulamazlarsa ikinci bir kez sabır ve dikkat ile çalışmaya devam etmelidirler.

Ben tecrübelerime dayanarak diyorum ki: Bu ikinci etüdünüzde cevabı verilmemiş bir sorunuz, çözüme kavuşturulmamış bir probleminiz kalmayacaktır. Sadece insanların kavramaya güç yetiremediği bazı en­der hususlar müstesna...

Gösterdiğimiz plan dâhilinde Kur'an'a özet olarak gözattıktan son­ra, araştırıcının şimdi detaylı inceleme safhasına geçmesi gerekir. Bu esnada onun daha önceki etüdü sırasında karşılaşmış bulunduğu Kur' an'ın temel prensiblerinin bütün yönlerini zihnine yerleştirmiş olması gerekir. Sözgelimi Kur'an'ın benimsediği ideal üstün insan örneğinin vasıflarını öğrenmeli, Kur'an'ın hoşlanmadığı, nefretle baktığı insan tipinin hangisi olduğunu tedkîk etmelidir. Bu arzusunu gerçekleştirmek için not defterinin bir bölümüne Kur'an'a göre istenen insanın özellik­lini alt alta sıralamalı, onun tam karşısına da reddedilen insan tipinin mutluluğunu ve başarısını belgeleyen sebeblerle, başarısızlık ve mut­suzluğuna vesîle olan faktörleri iyice değerlendirip öğrenmeye çalışma­lıdır. Bu maksadı gerçekleştirmenin en emîn yolu, konuyu derinleme­sine ve ayrıntılarıyla birlikte, kapsamlı olarak anlayabilmek için not defterine karşılıklı çizgiler halinde mutluluğun gerekleriyle; mutsuzlu­ğun sebeblerini alt alta sıralamak ve bu konuda vardığı sonuçları kay­detmelidir. Bu Örneklere bakarak —zikrettiğimiz gibi— araştırıcı, Kur' an-ı Kerîm'in bütün prensiblerini ve hayatî mes'elelerle ilgili esâslarını kayd ve tesbît etmelidir. Akâid, ahlâk, hukuk ve sorumluluklar, sosyal, medenî, ekonomik, siyâsî, yasal, toplum sistemleri, savaş ve barışla ilgili ilkeleri kaydetmeli ki hayatın bütün şubelerinde hangi modelin hâkim olduğu ortaya çıksın ve bu şubelerin birleştirilerek genel çer­çeve içerisinde tanzim edilmesinden sonra müslümanlarca yaşamanın hangi modele göre olması gerektiği belirlenmiş olsun.[14]

İşte Kur'an-ı Kerîm'e ve tefsirlere bu ana ilkeler doğrultusunda ba­kacak olur da kendimizi onu iyice anlayıp yaşamaya verirsek şüphesiz ki Kur'an'ın iniş amacındaki mânâyı gerçekleştirmiş oluruz.

Bu idrâk ve şuur hassasiyeti içerisinde Kur'an'ı anlamak, anlat­mak, yaşamak ve yaşatmak hasretiyle. [15]

 

Tefsiri Okurken Dikkat Edilecek Hususlar

 

Değerli okuyucularımızın İbn Kesîr tefsirini okumaya başla­madan önce aşağıdaki hususları bilip gözönünde bulundurmala­rında fayda vardır.

1- Şüphesiz ki her konunun kendine hâs özellikleri vardır. Başlıbaşına bir ilim dalı olan tefsir ilminin de pek çok özellikleri bulunmaktadır. Eski kültürümüzün âşinâsı olan okuyucularımız, bu özellikleri bilirlerse de yeni yetişen nesillerin bu özelliklerden yeterince haberdâr edilmedikleri de gerçektir. Bu sebeple 1. cildde
Kur'an ilimleri ve terminolojisi hakkında detaylı bilgileri verme­ye çalıştık. Anlaşılması zor bir hususla karşılaşınca 1. cilde başvurulmasında fayda vardır.

2- Bu eser, bir rivayet tefsiridir ve günümüzden yaklaşık on-üç - ondört asır önce yaşanmış olan ashâb-ı kirâm'ın, tâbiî'nin ve teba-i tâbiîn'in rivâyetleri'ne yer vermektedir.

Müellifi ise günümüzden yaklaşık yedi asır önce yaşamıştır. Binâenaleyh, ifâde ve üslûbtaki bu tarihî nitelik özellikle korun­maya çalışılmıştır.

3- Eserin hacmini genişletmemek için rivayeti nakleden râviler zincirinin ilk ve son ismi alınmış ve arada bulunan isimler ... şeklinde üç nokta ile atlanmıştır.

4- Arapçada önem ifâde edip dilimizde önem ifâde etmeyen, genellikle kelimelerdeki nüansa dikkatleri çeken ve «şevâhid» adı verilen beyitler atlanmıştır.

5- Arapça gramer kurallarını anlatan sarf ve nahv ile ilgili bilgiler tercüme edilmemiştir.

6- Rivayet metinlerinde aynı anlama gelen fakat kelime de­ğişikliklerini göstermek için tekrar edilen nakiller alınmamıştır. Ancak anlam farklılığı doğuracak nitelikte olanlar alınmıştır.

7- Tercüme edilmiyen kısımlar olduğu gibi atlanmış, okuyu­cuyu haberdâr etmek maksadıyla parantez içinde üç nokta (...) ile gösterilmiştir.

8- Tarafımızdan eklenen izah bölümleri metnin içine yer­leştirilmemiş «izah» başlığı altında metinden ayrılmış ve bittiği yeri belirlemek için de özel bir işaret konmuştur.

9- Bu tefsir bir rivayet tefsiri olduğu için hadîs metinleri en geniş kısmı teşkil etmektedir. Eserin hacmini büyütmemek için bütün hadîs metinlerine yer verilmemiş, yalnızca Buhârî ve Müs­lim'de yer alan hadîs metinlerinin aslı konmuştur.

10- Konuların iyice anlaşılması için mevzu başlıkları ko­nulmuştur. [16]

 

Bu Eserde Yeralan Tefsirler

 

Bilindiği gibi «İbn Kesîr Tefsiri» bir rivayet tefsiridir. İbn Kesîr merhum tefsirine, kendinden önce geçen müfessirlerin sahîh rivayetlerinin en önemli kısımlarını dercetmiştir. Bu sebeple İbn Kesîr, tefsirinde Abdullah İbn Mes'ûd, Abdullah İbn Abbâs, Abdul­lah İbn Ömer, Câbir İbn Abdullah, Muhammed İbn Kâ'b el-Ku-razî, Enes İbn Mâlik, Saîd^İbn Cübeyr, Nehâî, Mücâhid, Şa'bî, Dahhâk, İkrime, Hasan el-Basrî, Atiyye, Atâ, Katâde, İbn Ebu Necîh, Süddî, Zeyd İbn Eşlem, Rebî' İbn Enes, Amr İbn Ubeyd, İbn Cüreyc, Mukâtil, Süfyân el-Sevrî, Yahya İbn Sellâm, Süfyân İbn Uyeyne, İbn Hemmâm, İshâk İbn Rahûyeh, Ebu Hatim el-Râzî Ahmed İbn Hanbel, İbn Ebu Hatim, Ebu Cafer el-Nahhâs, İbn Merdûyeh gibi belli başlı bütün rivayet tefsiri yapmış olan mü­fessirlerin görüşlerine yer vermiştir.

Bizim «izah» başlığı altında bölümler aktardığımız tefsirler ise aşağıdadır. Verilen cild ve sayfa numaraları adı geçen bu bas­kılara aittir.

1- Abduh Muhammed, Tefsîr'ül-Kur'an'il-Hakîm, Kahire - 1947

2- Âlûsî Mahmûd, Rûh el-Meânî, Beyrut - Tarihsiz

3- Bilmen Ömer Nasûhî, Kur'an'ı Kerîm'in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri, İstanbul - 1962

4- Bağavî Husevn İbn Mes'ûd, Mealim et-Tenzîl

5- Bursevî İsmail Hakkı, Rûh el-Beyân, İstanbul - 1286

6- Cürcânî Seyyid Şerif, Haşiyet el-Keşşâf, Kahire - 1964

7- Çantay Hasan Basri, Kur'an-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, İstanbul - 1965

8- Derveze Muhammed İzzet, et-Tefsîr el-Hadîs Kahire - 1976

9- Doğrul Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, İstanbul - 1947

10- Ebu'l-Ferec  Abdurrahmân  İbn  el-Cevzî,   Zâd  el-Mesîr  fi İlm'it-Tefsîr, Beyrut - 1964

11- Ebu’l-leys el-Semerkandî, Tefsir el-Kur'an

12- Ebu's-Suûd Efendi, İrşâd'ül-Akl'is-Selîm ila Mezâyâ'1-Kur'an'il-Kerim, Bulak - 1275

13- Elmahlı Muhamed Hamdi Yazar, Hak Dini Kur'an Dili, Ankara - 1936

14- el-Ferra Ebu Zekeriyyâ Yahya, Maâni'l-Kur'an,  Kahire 1955

15- Gazzâlî Ebu Hâmid, Cevahir el-Kur'an, Beyrut - 1981

16- Hanefî Ahnıed, et-Tefsîr'ül-İlmiyyi li'1-Âyât'il-Kevnîyye fi'l-Kur'an, Kahire - 1960

17- Hâzin Alâeddîn Ali İbn Muhammed, Lübâb fi Meânî't-Tenzîl, İstanbul - 1979 (Mecma'üt-Tefâsîr Külliyâtı)

18- Hicâzî Muhammed Mahmûd, et-Tefsîr'ül-Vâdıh,   Kahire - 1964

19- İbn Abbas, Tenvir el-Mikbâs min, Tefsir İbn Abbâs, İstanbul - 1979 (Mecma'ut-Tefâsîr Külliyâtı)

20- İbn el-Arabî Ahkâm el-Kur'an, Kahire - 1958

21- İbn Kesir İsmail, Tefsîr'ül-Kur'an'ü-Azîm, Neşr.  Muhammed İbrahim el-Bennâ- M. Ahmed Âşûr- Abdülaziz Ğuneym, Kahire - Tarihsiz

22- İsfahânî Râğıb, el-Müfredât, Beyrut - Tarihsiz

23- Kâdî Beydâvî Abdullah İbn Ömer, Envâr'üt-Tenzîl ve Esrâr'üt-Te'vîl, İstanbul - 1979 (Mecma'üt - Tefâsîr Külliyatı)

24- Kâsımî Muhammed Cemâleddîn. Mehâsin et-Te'vîl, Kahire - 1957

25- Kaysî Ahmed İbn Mektûm, el-Dûrr el-Lakît min el-Bahr'il-Muhît, Beyrut - Tarihsiz

26- Kurtubî Ebu Abdullah Muhammed, el-Câmi' li Ahkâm'il-Kur'an, Kahire - 1950

27- Konyalı M. Vehbi, Hulâsat'ül-Beyân fi Tefsîr'il-Kur'an, İstanbul - 1965

28- Kutub Seyyid, Fî Zılâl'il-Kur'an, Kahire - Tarihsiz

29- Kutub Seyyid, Fî Zılâl'il-Kur'an, Türkçe çev. Bekir Karlığa, İ. Hakkı Şengüler, Emin Saraç. İstanbul - 1970-1977

30- Mâturîdî Ebu Mansûr, Te'vîlât el-Kur'an (İbrahim Avazeyn - Seyyîd Avazeyn Neşri)  Kahire 1971 Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi No: 40 İstanbul

31- Merâğî Ahmed Mustafa, Tefsir el-Merâğî, Kahire – 1974

32- Mevdûdî Ebu'1-A'lâ Tefhîm, el-Kur'an, Türkçe çev. Halil Zâfîr, İstanbul - Tarihsiz

33- Muhyiddîn İbn el-Arabî, Tefsîr'ül-Kur'an'il-Azîm, Bulak -1865

34- Nesefî Abdullah İbn Ahmed, Medarîk et-Tenzîl ve Hakâik et-Te'vîl, İstanbul - 1979 (Mecma'üt-Tefasîr Külliyatı)

35- M. Ferid Vecdî, el-Kur'an el-Mufesser, Kahire - 1979

36- Nisabûrî Nizâmeddin, Garâib eî-Kur'an ve Reğâib el-Furkân

37- Râzî Fahreddin Ömer, et-Tefsîr el-Kebîr Mefâtîh  el-Gayb, Kahire - Tarihsiz

38- Reşîd Rızâ, Tefsîr'ül-Kür'an-il-Hakîm, Tefsir el-Menâr, Kahire - 1954

39- Sâbûnî Muhammed Ali, Muhtasar Tefsir İbn Kesîr, Beyrut - 1980

40- Seâlibî Ebu Abdurrahmân el-Cevâhir, el-Hı'sân fi-Tefsîr'il-Kur'an

41- Sıddîk Hasan Bahadır Han, Feth el-Beyân fi Makasıd'il-Kur'an

42- Süyûtî, el-Dürr'ül-Mensûr fi't-Tefsîr bi'1-Me'sûr, Kahire -1314

43- Şevkânî, Muhammed İbn Ali, Feth el-Kadîr, Kahire - 1964

44- Tevhîdî Ebu Hayyân, el-Nehr el-Madd min el-Bahr'il-Muhît Beyrut - Tarihsiz

45- Taberî, Muhammed İbn Cerîr, Câmi'ül-Beyân an-Te'vîl'il-Kur'an, Kahire - 1955

46- Tabressî Ebu Ali el-Fadl İbn Hasan, Mecma'ül-Beyân fi Tefsîr'il-Kur'an, Tahran - 1379

47- Tantâvî Cevheri, el-Cevâhir fi-Tefsîr'il-Kur'an'il-Kerîm, Kahire - 1350

48- el-Vâhidî, Esbâb en-Nüzûl, Kahire - 1315

49- Zâmahşerî Mahmûd İbn Ömer, el-Keşşâf an-Hakâik'it-Tenzîl, Beyrut – Tarihsiz[17]

 

 


Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla

 

MUKADDİME[18]

 

Şeyh, imâm, eşsiz, hafız ve müttakî; İmâdüddîn Ebu'1-Fidâ, İs-mâîl ibn el-Hatîb, Ebu Hafs Ömer ibn Kesîr (Rahmetullahi Aleyh ve Radıyallâhü Anh) der ki:

Kitabına hamd ile başlayan Allah (c.c.)'a hamd olsun. O, kita­bında şöyle buyurur : «Hamd o Allah'a ki, kuluna dosdoğru kitabı in­dirdi. Ve onda hiçbir eğrilik koymadı -.Kendi katında şiddetli bir bas­kını haber vermek ve sâlih amel işleyen mü'minlere güzel bir mükâ­fat olduğunu müjdelemek için. Orada temelli kalacaklardır. Ve «Allah çocuk edindi» diyenleri uyarmak için. Ne onların ne de babalarının buna dâir bilgileri vardır. Ağızlarından çıkan ne büyük bir sözdür. Onlar, yalnız ve yalnız yalan söylerler.» (Kehf, 1- 5)

Yaratmaya da hamd ile başlıyarak şöyle buyurmuştur :

«Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah'a mahsûstur. Sonra da kâfirler, bunları Rablerine denk tutu­yorlar.» (En'âm, 1).

Yaratmayı hamd ile sona erdirerek, cennet ve cehennem ehlinin âkibetlerini zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur:

«Ve melekleri de görürsün ki; Rablerine hamd ile tesbîh ederek arşın etrafını kuşatmışlardır. Artık onların arasında hak ile hükmo-lunmuştur. Ve : "Hamd olsun âlemlerin Rabbı Allah'a denir." (Zü-mer, 75)

«O, öyle bir Allah'tır ki, kendinden başka İlâh yoktur, önde de sonunda da hamd O'nadır. hüküm O'nundur. Ve O'na döndürülecek­siniz.» (Kasas, 70)

Her işin başında da sonunda da hamd O'na mahsustur. Yani ya­rattıklarının ve yaratır olduğunun hepsinde de hamde lâyık olan O'dur. Namaz kılan kimsenin dediği gibi: «Allahım, Rabbimiz hamd Sana'dır. Gökler dolusu, yerler doluşunca ve daha istediğin şeyler doluşunca.» Bunun için cennet ehli hamd ile O'nu tesbîh ederler. Üzerlerindeki muazzam nimetlerinden dolayı nefesleri sayısınca O'nu hamd ve tes­bîh ile anarlar. Kudretinin kemâline, saltanatının azametine, lütuf-larmın birbiri ardınca gelmesine ve ihsanının devamına hamd eder­ler. Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibi:

«İmân edip sâlih amellerde bulunanları; imanlarına karşılık, Rab-leri doğru yola eriştirir, nimet cennetlerinde altlarından ırmaklar akar. Oradaki duaları: "Münezzehsin Allah'ım", dirlik temennileri: "Selâm size" ve dualarının sonu da : "Âlemlerin Râbbi Allah'a hamd olsun"  (şeklindedir.)»   (Yûnus, 9-10).

Hamd o Allah'a mahsustur ki; peygamberlerini; «İnsanların pey­gamberlerden sonra Allah'a karşı bir hüccetleri bulunmaması için müj-deleyici ve korkutucu olarak» göndermiştir. Peygamberlerini Arap, Ümmî, Mekke'li ve yolların en doğrusuna götüren peygamberle hitâma erdirmişir. Onu, gönderildiği günden kıyamete değin, insanlardan ve cinlerden tüm yaratıklar için peygamber olarak göndermiştir.

«De ki: "Ey insanlar; ben, gerçekten göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, O'ndan .başka hiç bir tanrı bulunmayan; hem öldü­ren hem dirilten Allah'ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. Şu halde Allah'a ve O'nun ümmî peygamberi olan elçisine inanın —ki o da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır— ve O'na uyun." (A'râf, 158).

Bu Kur'an bana; sizi de, ulaştığı kimseleri de uyarmam için vahy olundu.»  (En'âm, 19)

Araptan, acemden, siyahtan, kızıldan, insandan ve cinden kime bu Kur'an tebliğ edilirse, onu uyarır ve korkutur. Bunun için Allah Teâlâ : «Hiziplerden kim ona küfrederse onun için vaad olunan yer ateştir.» (Hûd, 17) Saydıklarımızdan, kim Kur'an'ı inkâr ederse Allah Teâlâ'nın hükmü uyarınca ona vaad olunan yer cehennemdir. Nite­kim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır :

«Bu sözü yalanlayanları bana bırak! Biz onları kendilerinin bil­meyecekleri bir yönde derece derece azaba yaklaştıracağız. Mühlet veriyorum Ben onlara. Şüphesiz ki, Benim tuzağım sağlamdır.» (Ka­lem, 44 - 45)

Rasulullah (s.a.) da buyurur ki: «Ben, kızıla ve siyaha peygam­ber olarak gönderildim.» Mücâhid; bu hadîsin açıklanmasında der-ki: Yani insanlara ve cinlere. Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine ol­sun. O (Hz. Peygamber), Allah'ın bütün varlıklar, cinler ve insanlar için gönderdiği elçisidir. «Önünden ve ardından bâtılın gelmediği Ha- kîm ve Hamîd olan (Allah'tan) indirme olan bu azîz kitaptan» Allah Teâlâ kendisine ne vahy etmişse onu bütün insanlara ve cinlere teb­liğ etmiştir. İnsanlara tebliğinde Allah Teâlâ'nın buyruklarını kavra­maya alışmalarını öğretmiştir. Allah Teâlâ buyurur ki:

«Onlar, hâlâ Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'dan başkası tarafından gelseydi, muhakkak ki içinde birbirlerini tutmayan birçok şeyler bulurlardı.»   (Nisa, 82)

«Âyetlerini düşünsünler ve akıl sahibi olanlar öğüt alsınlar diye sana mübarek bir kitab indirdik»  (Sâd, 29)

«Yoksa bunlar, Kur'an'ı düşünmezler mi? Veya kalbleri kilitli midir?»  (Muhammed, 24)

Bilginlere düşen görev; Allah kelâmının anlamlarını açıklamak; onu tefsir etmek, ihtimâllerini araştırmak ve bunu öğrenip öğret­mektir. Nitekim bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurur :

«Hani Allah, kendilerine kitab verilenlerden : "Onu mutlaka in­sanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz" diye söz almıştı. Onlar ise bunu arkalarına attılar. Ve az bir değerle değiştiler. Satın aldıkları şey ne kötüdür?» (Âl-i İmrân, 187)

«Hayır, kim ahdini yerine getirir ve (günahtan) sakınırsa şüphe yok ki Allah; sakınanları sever. Allah'ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir pahaya değişenlerin, âhirette hiçbir payı yoktur. Allah, kıya­met günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz. Ve onlar için elîm bir azâb vardır.» (Âl-i İmrân, 76 - 77)

Böylece yüce Allah bizden önceki ehl-i kitabı; kendilerine indiri­len Allah kitabından yüz çevirerek dünyaya yönelmelerinden ve dün­ya malı toplamalarından, —Allah'ın kitabına ittibâ etmekle emr olun­dukları halde— bunun dışındaki şeylerle meşgul olmalarından dolayı zemmetmiş ve yermiştir.

Ey Müslümanlar; Allah Teâlâ'nın zemmettiği şeylerden bizim ka­çınmamız gerekir. Bize emir buyurmuş olduğu şekilde, Allah katından indirilen kitabı öğrenip öğretmemiz, anlayıp anlatmamız ve emr olu­nan şeye uymamız gerekir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki:

«İman edenlerin, Allah'ı anmak ve O'ndan inen gerçek için kalb-Jerinin saygıyla yumuşama zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitab verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, ancak kalpleri katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fası ki ardır. Bilin ki, Allah, ölümünden sonra yeryüzünü canlandırıyor. Aklınızı kullanınız diye size âyetleri açıkça bildirdik.» (Hadîd, 16 -17)

Yüce Allah bu âyetin başında Hakk Teâlâ'nın, ölümünden sonra Teri dirilttiği gibi iman ile kalpleri yumuşatıp günah ve isyanlarla karardıktan sonra hidâyete erdirdiğine dikkatleri çekmektedir. Allah'-tan beklenen ve istenen de bize bunu yapmasıdır. O, Cömerttir, Ke­rîmdir.

Denilirse ki, tefsir yollarının en güzeli hangisidir?

Cevap olarak deriz ki: Bu konuda yolların en sağlamı Kur'an'ın Kur'an ile tefsir edilmesidir. Çünkü bir yerde özet olarak (mücmel) zikr edilen husus, bir başka yerde mufassal olarak anlatılmıştır. Eğer senin için zor gelirse sünnete başvurman icâb eder. Çünkü O Kur'an'ı şerh etmekte ve açıklamaktadır. Hattâ İmam Ebu Abdullah Muham-med İbn İdrîs el-Şâfî demiştir ki: «Rasûlullah (s.a.)'ın hükmettiği şeylerin hepsi Kur'an'dan anlamış olduğu şeylerdir.» Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur :

«Doğrusu biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, insanlar ara­sında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm veresin. Hâinlerin savunu­cusu olma.» (Nisa, 105)

«Kitaplar ve delillerle (gönderdik). Sana da insanlara indirileni açıklayasın diye bu zikri (Kur'an'ı). indirdik. Belki düşünürler.» (Nahl, 44)

«Sana kitabı, sırf ihtilâfa düştükleri şeyleri onlara açıklaman ve inananlar topluluğuna da hidâyet ve rahmet olmak üzere indirdik.» (Nahl, 64)

Bunun için de Rasûlullar (s.a.) şöyle buyurur: «Dikkat edin, bana Kur'an ve onunla beraber bir misli verilmiştir.» Yani Sünnet. Sünnet te aynı şekilde Kur'an'ın nazil olduğu gibi vahiy yoluyla na­zil olmuştur. Ancak o, Kur'an gibi tilâvet edilmez. Nitekim îmâm Şafiî merhum ve diğer imamlar bu konuda pek çok deliller zikret­mişlerdir ki burası onları açıklamanın yeri değildir.

Maksad; senin Kur'an'ı tefsir ederken Kur'an'a başvurmandır. Eğer Kur'an'da bir açıklama bulamazsan, Sünnet'e başvurman gere­kir. Çünkü Resûlullah (s.a.) Muâz'ı Yemen'e vali olarak gönderir­ken şöyle buyurmuştu: «Ne ile hükmedeceksin? O, Allah'ın kitabıyla deîmişti. (Rasûlullah (s.a.) eğer onda bulamazsan? buyuranca; o (Muâz), Rasûlullah'ın sünnetiyle demişti. (Rasûlullah (s.a.) : Eğer onda da bulamazsan? O (Muâz), kendi görüşümle içtihâd ederim de­mişti.» Denir ki (Râvi der ki: Rasûlullah (s.a.) (Muâz'm göğsüne vurarak) buyurdu : «Hamd olsun o Allah'a ki, Allah elçisini onun razı olacağı şeye muvaffak kıldı.» Bu hadîs, Sünen ve Müsned kitapla­rında belirtildiği gibi sağlam isnâdla vârid olmuştur.

Biz, Kur'an'da ve sünnette (bir âyetin tefsirini) bulamazsak, o za­man sahabenin sözüne müracaat ederiz. Çünkü onlar, özel durumları ve karineleri gördükleri için bunu en iyi bilenlerdir. Ayrıca onlar, tam bir anlayış, sağlam bir bilgi ve amelde sebat sahibiydiler. Bilhassa iç­lerinden bilgin olanlar, Hulefâ'-i Râşidîn ve Abdullah ibn Mes'ûd gibi ashabın önde gelenleri hem kendileri hidâyete ermişler, hem de baş­kalarını hidâyete erdirmişlerdi. Allah onların cümlesinden razı olsun.

İmâm Ebu Ca'fer ibn Cerîr el-Taberî der ki: Bize Ebu Küreyb... Mesrûk'tan rivayet etti ki, Abdullah (İbn Mes'ûd) şöyle demiş :

«Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah'a yenıîn ederim ki, Allah'ın kitabından hiçbir âyet nazil olmamıştır ki, ben onun nerede ve kimin hakkında nazil olduğunu bilmeyeyim. Allah'ın kitabım ben­den daha iyi bilen birisi bulunursa, adımlarım beni ona götürdüğü sü­rece giderim.»

A'meş te... Abdullah ibn Mes'ûd'un şöyle dediğini rivayet eder:

«Bizden bir kişi; on âyet öğrenince, onların mânâlarını belleyip onun­la amel edinceye kadar bu (on âyeti) aşmazdı.»

Ebu Abdurrahmân el-Sülemî der ki: Bizi okutanların anlattıkla­rına göre onlar, Rasûlullah (s.a.)'dan okurlarmış. On âyet öğrendik­leri zaman o âyetler ile amel etmeden geçmezlermiş. Böylece biz, Kur'an'ı ve onunla amel etmeyi birlikte öğrendik, derlermiş.

Bu derin bilginlerden birisi de dipsiz bir deniz olan, Resûlullahın amcazadesi, Abdullah ibn Abbâs'tır. Allah Resulünün duası sayesinde o, Kur"an'ın tercümanı olmuştur. Nitekim Allah Rasûlü onun için; «Allahım, onu (Abdullah ibn Abbâs) dinde fakîh (derin bilgin) kıl ve kendisine Kur'an'm te'vîlini öğret.» buyurmuştur.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed ibn Beşşâr... Müslim'­den nakl etti ki; Abdullah ibn Mes'ûd, «evet, İbn Abbâs, Kur'anın ter­cümanı idi» demiştir. İbn Cerîr Taberî, Yahya ibn Dâvûd kanalıyla... Mesrûk'tan, İbn Mes'ûd'un böyle dediğini rivayet eder. Aynı rivayet Bündâr yoluyla Ca'fer İbn Avn'den nakledilir. İbn Mes'ûd'un, Abdul­lah İbn Abbâs hakkında böyle dediğine dair rivayetin isnadı sahih­tir. Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.) —doğru olan rivayete göre— 32 yılın­da vefat etmiştir. Abdullah İbn Abbas ondan sonra 36 yıl daha yaşa­mıştır. Sen onun İbn Mes'ûd'dan sonra daha ne bilgiler elde ettiğini tahmin edebilirsin?

A'meş Ebu Vâil'den rivayet ederek der ki: Hz. Ali, Abdullah İbn Abbâs'ı (hac mevsiminde) yerine halîfe tayîn etti. O halka hutbe irâd etti ve hutbesinde Bakara sûresini okudu (bir rivayete göre de Nur sûresini). Ve onu öyle bir tefsîr etti ki, eğer rumlar türkler ve dey-lem ırkı duymuş olsaydı müslüman olurdu.

Bunun için İsmâîl İbn Abdurrahmân el-Süddî (büyük) tefsirin­de İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs'tan çok rivayet nakleder. Bazan da Ra-sûluUah (s.a.)'ın : «Benden bir âyet dahi olsa tebliğ edin, İsrail oğulla-rından söz edin, bunun bir sakıncası yoktur. Kim de bana bilerek bir yalan isnâd ederse cehennemde kendi yerini hazırlasın.» buyruğu ile mübâh kıldığı ehl-i kitâb'a dâir sözleri nakleder. Bu hadîsi Buhâri Abdullah İbn Amr'dan rivayet etmektedir. Abdullah İbn Amr (r.a.) bu hadîse dayanarak Yermûk günü (savaşında) ehl-i kitabın kitap­larından iki yük dolusu kitap elde etti. Bu hadîsten aldığı izne binâen onlardan anladığı kadarıyla naklederdi.

Ne var ki bu İsrâiliyyâta dâir hadîsler ve sözler te'yîd için değil, delil getirmek için zikredilir. Çünkü İsrailiyyât üç türlüdür :

Birincisi: Elimizde doğruluğuna dâir delil bulunan ve sahîh oldu­ğunu bildiğimiz kısım.

İkincisi: Elimizde bulunan (kaynağa) aykırı olduğu için yalan olduğunu bildiğimiz kısım.

Üçüncüsü: Ne o kabilden, ne de bu kabilden olmayıp hakkında söz söylenmemiş olan kısımdır. Biz bu kısma inanmayız fakat yalan­lamayız da. Yukarda görüldüğü gibi bunların anlatılması caizdir. Fa­kat çoğunlukla dinî bir konuda faydası olmayacak şeylerdir. Bunun içindir ki ehl-i kitap bilginlerinin birçoğu da farklı görüşlere sahip­tirler. Keza bu nedenle müfessirler arasında da (onların nakli husu­sunda) ayrılık göze çarpmaktadır. (Örnek olarak) Ashab-ı Kehf'in adını zikretmekte, köpeklerinin rengini ve onların sayılarını naklet­mektedirler. Hz. Musa'nın asasının hangi ağaçtan olduğunu ve Allah Teâlâ'nın İbrahim peygamber için dirilttiği kuşların adını zikretmek­tedirler. Bakara hâdisesinde ölüye vurulan kısmın neresi olduğunu ve Allah Teâlâ'nın Mûsâ ile konuştuğu ağacın türü zikredilmektedir. Daha buna benzer Allah Teâlâ'nın Kur'an'da müphem bıraktığı bir­çok konular vardır ki bunların belirlenmesinde mükelleflerin ne dinî, ne de dünyevî faydalan sözkonusudur. Lâkin onların değişik görüşle­rini nakletmek caizdir. Nitekim Cenab-ı Allah (buna örnek olarak) şöyle buyurur:

«Karanlığa taş atar gibi: "Mağara ehli üçtür, dördüncüsü köpek­leridir" derler. "Veya beştir, altıncıları köpekleridir" derler. Yahut: "Yedidir, sekizincileri köpekleridir" derler. "Onların sayısını en iyi bi­len Rabbimdir" de. Onları pek az kimseden başkası bilmez. Bu yüz­den onlar hakkında bu kısa anlatılanların dışında kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma.»  (Kehf, 22)

Bu âyet-i kerîme, bu konudaki tavrı anlatmakta ve bu hususta bilinmesi gerekenleri belirtmektedir. Allah Teâlâ bu âyette Ashâb-ı Kehf ile ilgili olarak üç ayrı görüşü anlatarak ilk ikisinin zayıf oldu­ğunu belirtmekte, üçüncüsüne dâir bir şey söylememektedir. Bu da onun doğru olabileceğine delâlet eder. Çünkü eğer yanlış olsaydı Kur'an-ı Kerîm ilk ikisini reddettiği   gibi onu da reddederdi.   Sonrabunların sayılarından haberdâr olma konusuna ışık tutarak şöyle bu­yurmaktadır : «De ki: Rabbim onların sayısını en iyi bilendir.» İnsan­lardan Allah'ın haberdâr ettikleri pek az kişi dışında, hiç kimse bu konuda bir bilgiye sahip değildir. Bunun için de şöyle buyurmakta­dır :

«Bu yüzden onlar hakkında kısa anlatılanların dışında kimseyle , tartışma.»

Yani altında bir şey saklı olmayan bu konuda kendini yorma ve onlara soru sorma. Çünkü onlar bu konuyu bilmezler, ancak boşluğa taş atarlar. İşte bu âyetler farklı görüşlerin hikâyesi konusunda güzel bir örnektir. Bu konuda söylenen sözlerin hepsini doğru olarak zikre­dip, doğru olana dikkatleri çekmeli ve yanlış olanı göstererek farklı görüşleri anlatmalı ve netice zikredilmelidir ki tartışma ve münâkaşa uzamasın, faydasız yere ihtilâflar belirmesin. Onun yerine daha mü­him konularla uğraşılsın. Bir konudaki ihtilâfları anlatıp da konuyla ilgili diğer görüşleri belirtmeyen kişinin sözü eksiktir. Çünkü bırakı­lan kısmın doğru olması muhtemeldir. Keza ihtilâfları nakledip öy­lece bırakmak ve doğruya dikkatleri çekmemek te eksiktir. Eğer bir kişi kasıtlı olarak doğru olmayanı doğru gösterirse, kasıtlı olarak ya­lan söylemiş olur. Veya bilmeyerek doğru olmayanı doğru gösterirse, hatâ etmiş olur. Keza fayda olmayan konularda ihtilâfları serdetmek ve özü itibariyle bir iki sözle özetlenebilecek hususları sayısız kelime­lerle ve sözlerle uzatmak boşuna zaman tüketmek olur ve doğru ol­mayanın çoğaltılması neticesine varır ki bu, yalan elbise giyen gibi­dir. Ve Allah doğruya ulaştırandır.

Eğer Kur'an'da, Sünnet'te ve sahâbe'den nakledilen rivayette bir âyetin tefsiri bulunmazsa; imamların çoğu bu hususta, mücâhid ve İbn Cerir gibi tabiîn'in sözlerine müracaat etmişlerdir. Çünkü Mücâ­hid Kur'an tefsirinde bir delil mesabesinde idi. Nitekim Muhammed İbn İshâk Mücâhid'in şöyle dediğini nakleder :

«Ben, Kur'an'ı İbn Abbâs'a Fâtiha'dan sonuna kadar üç kerre (okuyarak) arz ettim; her âyetin üzerinde duruyor ve ona sual so­ruyordum.»

İbn Cerîr... İbn Ebî Müİeyke'nin şöyle dediğini bildiriyor: Ben Mücâhid'in İbn Abbas'a Kur'an tefsirine dair sual sorduğunu ve be­raberinde levhalar (yazmak için) bulunduğunu gördüm. İbn Abbas ona yaz diyordu. Nihayet bütün âyetlerin tefsirini ona sormuştu. Bu­nun için Süfyân el-Sevrî dedi ki: «Mücâhid'den bir tefsir gelirse bu senin için yeterlidir.»

Saîd İbn Cübeyr, İbn Abbas'ın kölesi İkrime, Atâ İbn Ebu Rebâh, Hasan el-Basrî, Mesrûk İbn Ecda', Saîd İbn Müseyyeb, Ebu'l - Âliyye, Hsbi" İbn Enes, Katâde, Dahhâk İbn Müzâhim ve diğer tabiîn, teba-i tabiîn ve onlardan sonra gelenler de bunlar arasındadır. Delil olarak onların sözleri de zikredilmektedir. İfâdelerinde kelime bakımından farklılık bulunabilir ve bilgisizler onu ihtilâf olarak kabul edip deği­şik görüşler diye naklederler. Ama mesele öyle değildir. Çünkü onlar­dan her birisi, bir şeyi benzeri veya lâzımı ile ifâde ederdi. Bazısı da bir şeye aynıyla hüküm koyardı. Çoğu yerde hepsi de aynı anlam­dadır, zekî kişi buna dikkat etsin. Hidâyete götüren Allah'tır.

Şû'be İbn el-Haccâc ve diğerleri derler ki: «Fer'î konularda tâbii'-nin sözleri hüccet değildir. Öyleyse tefsir konusunda nasıl hüccet ola­bilir?» Yani bu sözler kendilerine muhalefet eden diğerleri için hüccet olmaz demektedirler ki bu, sahihtir. Ancak bir konu üzerinde tabiîn icma' ettiği zaman onun hüccet olması konusunda şüphe yoktur. Eğer bir konuda ihtilâf ederlerse bir kısmının sözü diğerlerine hüccet ol­madığı gibi, kendilerinden sonrakiler için de hüccet olmaz. Bu konuda Kur'an'ın veya sünnetin diline ya da bilumum arap diline veya saha­belerin sözüne başvurulur.

Kur'an-ı Kerîm'in; mücerred olarak kişinin kendi indî görüşüyle tefsiri haramdır. Çünkü Muhammed İbn Cerîr (Taberî) 'in rivayetinde Muhammed İbn Beşşâr... Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki Rasû-lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur

«Kim, Kur'an hakkında kendi görüşüyle bir şey söyler veya bil­mediği şeyleri söylerse cehennemde yerini hazırlasın...» Bu hadîsi aynı ifâdelerle Tirmizî ve Neseî değişik tarîk ile Süfyân el-Sevrî'den nak­lederler. Ebu Davûd ise merfû' olarak nakleder.

Tirmizî bu.hadîsin Hasen olduğunu söyler. İbn Cerîr de bu hadîsi Yahya İbn Talha'dan merfû olarak nakleder. Ancak Muhammed İbn Hâmid'den mevkuf olarak Saîd İbn Cübeyr ve İbn Abbâs yoluyla nak­leder. Keza ayrı bir tarîkle İbn Abbâs'tan nakleder ki bu konuda doğ­ruyu en iyi Allah bilir.

İbn Cerîr der ki: Bize Abbas İbn Abdülazîm el Anberî... Cündeb'-ten nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş:

«Kim Kur'an hakkında kendi görüşüyle söz söylerse yanılmıştır.» Bu hadîsi Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Neseî Süheyl İbn Nazm tarikiyle ri­vayet ederler. Tirmizî bu hadîs için garîbtir, der. Çünkü bazı ilim er­babı, Süheyl hakkında (aleyhte) söz söylemişlerdir. Bir başka ifâdey­le hadîs şöyledir : «Kim kendi görüşüyle Allah'ın kitabı hakkında sözsöyler ve isabet ederse yine de hatâ işlemiştir.» Yani o bilgisi olma­dığı konuda zorlanmış ve kendisine emrolunandan başka bir yola git­miştir. O, mânâ bakımından isabet etmiş olsa bile, hatâ etmiş olur. Çünkü emri yerine getirmemiştir. Tıpkı insanlar arasında cehaletle hüküm veren gibidir. Cehaletle hüküm veren, o hükmü uygun da düşse Cehennemdedir. Ancak hatâ edenden suç bakımından daha hafîf olur. Şüphesiz ki en doğruyu Allah bilir. Bunun için Allah iftira edenleri yalancı olarak tesmiye etmiş ve şöyle buyurmuştur :

«Buna karşı dört şâhid getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki on­lar şâhidleri getiremediler, öyleyse Allah katında yalancıların tâ ken­disidirler.» (Nûr, 13)

Şu halde iftira eden yalancıdır. İsterse bizzat zina eden birisine iftira atmış olsun. Çünkü o, kendisi için haber vermesi helâl olma­yan bir hususu haber vermiştir. İsterse bilmeyerek haber vermiş ol­sun. Çünkü o bilgisi olmadan kendisini külfete sokmuş sayılır. En doğrusunu Allah bilir.

Bu nedenle geçmişlerden bir topluluk bilgileri olmadığı bir konu­nun tefsirinden kaçınmışlardır. Nitekim Şu'be... İbn Ebu Mâ'mer'den rivayet eder ve der ki; Ebubekir Sıddîk (r.a.) şöyle buyurmuştur : «Ben Allah'ın kitabı (hakkında) bilmediğim bir şeyi söylersem; han­gi yer beni barındırır ve hangi gök beni gölgelendirir?» Ebu Übeyd Ka­sım el-Sellâm da der ki: Ebubekir Sıddîk'a «Mey­veler ve mer'âlar...»  (Abese, 31)  âyeti sorulduğunda şöyle demiştir :

«Ben Allah'ın kitabı (hakkında) bilmediğim bir şeyi söylersem hangi yer beni barındırır ve hangi gök beni gölgelendiir?» Bu riva­yet münkatı'dır. Yine Ebu Übeyd Enes'ten nakleder ki, Ömer İbn Hat-tâb minberde «Meyveler ve mer'âlar...» (Abese, 31) âyetini okumuş ve şöyle demişti: «Biz bu meyveyi biliyorduk ancak sonundaki "mer'âlar" kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Sonra ken­di kendisine dönerek «bu zorlama olur ya Ömer!» demişti.

Abd İbn Hümeyd Enes'ten rivayet etti ve dedi ki, biz Ömer İbn Hattâb (r.a.)'in yanında idik, gömleğinin arkasında dört yama vardı» bu âyeti okudu ve "mer'âlar" nedir? diye sordu, sonra işte bu tekel-lüftür, sen onu bilmesen ne olur dedi.

Bütün bunlar, Hz. Ebubekir ve Ömer (r.a.)'in "mer'âlar" kelime­sinin nasıl bilineceğini açıklamayı kasdettiklerine hamlolunur. Yoksa onun yerden biten bir bitki olduğu açıktır ve bilmemezlik edemezler. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur :

«Yeryüzünde tane ve üzüm bitirdik.»

İbn Cerîr der ki: Ya'kûb İbn İbrahim...   İbn Ebu   Müleyke'den nakletti ki İbn Abbâs'a bir âyetten suâl soruldu; eğer sizden bir kıs­mınıza o âyet sorulsaydı muhakkak onun hakkında söz söylerdi. (İbn Abbas) ise bu konuda söz söylemekten kaçındı. Bu hadîsin isnadı sa­hihtir!

Ebu Übeyd der ki: İsmâîl İbn İbrahim... Ebu Müleyke'den riva­yet etti ki, adamın biri İbn Abbâs'a «bin yıl miktarında olan günden» sual edince, İbn Abbâs ona : «Ellibin yıl miktarında olan gün nedir?» diye sordu, adam onu bana söyleyesin diye sana sordum dedi. İbn Abbas dedi ki: «Her ikisi de Allah'ın kitabında zikrettiği iki gündür. Allah onlan daha iyi bilir.» Ve o (İbn Abbâs) Allah'ın kitabı konu­sunda bilmediğini söylemekten kaçındı.

Aynı şekilde İbn Cerîr der ki: Ya'kûb İbn İbrâhîm... Velîd İbn Müslim'den nakletti ki, Talk İbn Habîb; Cündeb İbn Abdullah'a gel­di ve ona Kur'an'dan bir âyeti sordu. O da dedi ki: Benim yanımdan kalkmazsan eğer müslümansan seni zorlarım. Veya benimle oturmak­tan dedi.

Mâlik, Yahya İbn Saîd'den nakleder ki, Saîd İbn Müseyyeb'e Kur'an'dan bir âyetin tefsiri sorulduğunda : «Biz Kur'an hakkında bir şey söylemeyiz» derdi.

Leys... Saîd İbn Müseyyeb'den rivayet ederek der ki: O, Kur'an hakkında ancak bilinen şeylerden söz ederdi. Şu'be, Amr İbn Mürre'-den naklen der ki; adamın birisi Saîd İbn Müseyyeb'e Kur'an'dan bir âyeti sordu : O da İkrime'yi kastederek : «Bana Kur'an'dan sorma, Onu, kendisine gizli bir şey olmadığım zannedene sor» dedi.

İbn Şevzeb, Yezîd İbn Yezîd'den nakleder ki, o şöyle demiş : Biz Saîd İbn Müseyyeb'e haram ve helâldan soruyorduk ve o insanların en bilgini idi. Kendisine Kur'an'dan bir âyetin tefsîrini sorduğumuzda duymamış gibi susardı.

İbn Cerîr der ki; Ahmed İbn Abed... Ubeydullah İbn Ömer'den nakleder ve der ki: Ben, Medîne fakîhlerine ulaştım. Onlar tefsir ko­nusunda söz söylemeyi çok büyük (bir iş) sayarlardı. Aralarında Sa­lim İbn Abdullah, Kasım İbn Muhammed, Saîd İbn Müseyyeb ve Nâfi' vardı.

Ebu Übeyd der ki: Abdullah İbn Salih... Hişâm İbn Urve'den nak­lederek şöyle dedi: Ben babamın Allah'ın kitabından bir âyeti te'vîl ettiğini hiç işitmedim. Eyyûb, Muhammed İbn Sîrin'den nakleder ki o şöyle demiş : Ubeyde el-Selmânî'ye Kur'an'dan bir âyeti sorduğumda o şöyle dedi. Kur'an'ın ne için nazil olduğunu bilenler gittiler, onun için Allah'tan kork ve çekinmeye bak.

Ebu Übeyd der ki:Muâz... Yessâr'dan nakletti ve dedi: Sen Allah'tan bir söz naklettiğin zaman dur ve onun baş tarafıyla son tara­fına bak.

Hüşeym... İbrahim'den nakletti ve dedi ki: Bizim arkadaşlarımız Kur'an'ı tefsir etmekten korkarlar ve ondan çekinirlerdi.

Şu'be... Şa'bî'nin şöyle dediğini nakleder:

«Vallahi hiç bir âyet yok ki ben ondan sual sormayayım. Ancak ifâde Azîz ve Celîl olan Allah'ındır.»

Ebu Ubeyd der ki: «Hüseym...   Mesrûk'un şöyle dediğini  rivayet eder : Tefsirden sakının çünkü o Allah'tan rivayettir.

Bu sahih hadîsler ve ona benzeyen selefin önderlerinden nak­ledilenler, onların bilmedikleri konuda tefsire dalmaktan kaçındıkla­rım gösterir. Şeriat ve dil bakımından bildiği konuda konuşanlara ge­lince; bunda bir beis yoktur. Bunun için o zevattan ve diğerlerinden tefsir konusunda birçok sözler nakledilmiştir ve bunun çelişik tarafı da yoktur. Zira onlar bildikleri şeyleri söylemişler bilmedikleri konuda da susmuşlardır. İşte herkese düşen görev de budur. Nasıl bilinmeyen konuda susmak vâcipse, bilinen konuda soru sorulduğu zaman söy­lemek te vaciptir. Çünkü Allah Teâlâ : «Siz elbette onu insanlara açık­lar ve saklamazsınız.» buyurmaktadır. Ve nitekim çeşitli yollarla riva­yet edilen bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuşur : «Kime bir bilgi sorulur ve o bunu gizlerse kıyamet gününde ateşten bir gem ile gem­lenir.» Ebu Ca'fer İbn Cerîr'in rivayet ettiği hadîse gelince, Abbâs İbn Abd'ülazîm nakleder ki... Hz. Âişe şöyle buyurmuştur: "Rasûlullah (s.a.) Kur'an-ı Kerîm'den kaç âyeti tefsir etmişse ohu Cibril (a.s.) ken­disine öğretmişti." Sonra aynı rivayet Ebu Bekir Muhammed İbn Ye-zîd el-Tarsûsî kanalıyla da nakledilmiştir. Ancak bunun garîb vemün-ker bir hadîs olduğu belirtilmiştir. Çünkü buradaki râvî olan Ca'fer, Muhammed İbn Hâlid İbn Zübeyr İbn Avvâm el-Kureyşî ez-Zübeyrî'-dir. Buhârî bunun hadîsine tabi olunamıyacağını söyler. Hafız Ebu'l -Feth el-Ezdî de hadîsin münker olduğunu belirtir. İmam Ebu Ca'fer (Taberî) de bu konuda özetle şöyle der: Bu âyetler ancak Allah'ın belirtmesiyle Cebrail (a.s.)'in üzerinde durarak bildirdiği âyetlerdir. Bu hadîs sahîh ise, bu yorum da sahîhir. Çünkü Kur'an'ın bir kısmı­nın bilgisini Allah kendi katında saklamıştır. Bir kısmını bilginler bi­lir, bir kısmını araplar lüğattan anlarlar. Bir kısmını da bilmemekte hiç kimse mazur sayılamaz. Bu hususta İbn Abbâs'ın da tasrîhi var­dır. İbn Cerîr'in söylediğine göre Muhammed İbn Beşşâr... Ebû Ze-nûd'dan İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Tefsir dört türlüdür : Bir kısmını araplar sözlerinden anlarlar. Bir kısmının tefsirini bilme-=j*kten dolayı hiç kimse mazur sayılmaz. Bir kısmının tefsirini ancak rCşinler bilir. Bir kısmının tefsirini de Allah'tan başka kimse bilmez. Izc Cerir der ki; buna benzer bir rivayet isnadı söz götürebilecek ha- dişlerde de nakledilmiştir. Nitekim Yûnus İbn Abd'ul- A'lâ... İbn Ab-bâs'tan Rasûlullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: «Kur'an dört harf üzere indirilmiştir. Bir kısmı helâl ve haramdır, hiç kimse onu bilmemekte mazur sayılmaz. Bir kısmı arabın tefsir edebileceği kısımdır. Bir kısmı bilginlerin tefsir edebileceği kısımdır. Diğer bir kısmı da Müteşâbih âyetlerdir ki Allah'tan başka kimse onu bilemez. Allah'tan başka her kim onu bildiğini iddia ederse yalancıdır.» [19]



[1] İbn Kesîr, Tefsîr Mukaddimesi, 9-10; Bağdatlı İsmâîl Paşa, Hediyyet'ül-Ârifîn, I, 215; Menn'a el-Kattân, Mebahîs, Fi-Ulûm'il-Kur'an, 386, 387; Zerkânî, Menâhil el-lrfân fi Ulûm'il-Kur'an, I, 498; İbn Hacer, ed-Dürret'ül-Kâmine, I, 399, 400; Suyûtî, Zeyl Ta-bakât'ül-Huffâz, 361, 362; Nuaymî ed-Dimeşkî, el-Darîs fi Tarih'il Medâris, I, 36, 37; îbn el-İmâd, Şezerât ez-Zeheb, VI, 231, 232; Zehebî, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, I, 242, 347: Ömer Nasûhî Bilmen. Tefsîr Tarihi, II, 570, 571.

[2] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri Girişi, Çağrı Yayınları: 2/XI-XII.

[3] Ömer N'asûhî Bilmen. Büyük Tefsir Tarihi, II, 570.

[4] İsmail Cerrahoğlu, İbn Kesîr ve Tefsiri. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Der­gisi, XXV. 66-69.

[5] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri Girişi, Çağrı Yayınları: 2/XII-XIV.

[6] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri Girişi, Çağrı Yayınları: 2/XIV-XV.

[7] H. Karaman. Hadîs Usûlü,  4.

[8] Süyûtî. Tedrîb el-Râvî, 197.

[9] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri Girişi, Çağrı Yayınları: 2/XV-XXII.

[10] Sûyüti. Tedrîb el-Râvî, 89.

[11] San'âni. Tavzih el-Efkâr, I, 214.

[12] Muhammed İbn Seyyid, Esna'l-Metâlib, 270. 275;  Süyûtî. Tedrîb.  190.

[13] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri Girişi, Çağrı Yayınları: 2/XXII-XXVII.

[14] Dr. Bekir Karlığa Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî,  Mebâdîün  Esâsiyye  li Fehmil-Kuran.  Türkçe  Çev.   Kur'an ı Nasıl Anlayalım, Çeviren Bekir Karlığa, Bir Yayıncılık - İst. 1983.

[15] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri Girişi, Çağrı Yayınları: 2/XXVII-XLII.

[16] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri Girişi, Çağrı Yayınları: 2/XLIII-XLIV.

[17] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri Girişi, Çağrı Yayınları: 2/XLV-XLVI.

[18] İbn Kesîr Tefsirî'nin Mukaddimesi.

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/1-12.

Free Web Hosting