FATİHA SÛRESİ2

Fatiha Sûresinin Önemi:2

İstiâzenin Mâhiyyeti:5

Şeytân Kelimesi7

Racim Kelimesi:7

Besmele:8

Besmele'nin önemi:10

Allah Lafza-i Celâlinin Anlamı:11

Lafza-i Celâl'in Etymolojisi:12

Rahman ve Rahim:14

Hamd:16

Hamd Konusunda Geçmişlerin Görüşleri:16

Rabb:17

Âlemler:18

Din Günü:21

İbâdet:22

Gerçek Kulluk:26

Sırât-ı Müstakim:28

İlâhî Nimet:31

Gazaba Uğrayanlar:31

Kur'an'ın Başlangıcı:33

Âmin ne demektir?:34


FATİHA SÛRESİ

 

(Mekkede nazil olmuştur, yedi âyettir)

 

1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

2- Hamd; âlemlerin Rabbı Allah'a mahsûstur.

3- Rahmân'dır, Rahîm'dir.

4- Din gününün mâlikidir.

5- Yalnız Sana ibâdet ederiz ve yalnız Senden yar­dım dileriz.

6- Bizi dosdoğru yola ilet.

7- Nimete erdirdiklerinin yoluna, Gazaba uğrayan­ların ve dalâlete düşenlerinkine değil.

 

Fatiha sûresi, Mekkî (Mekke'de nazil olmuş) bir sûredir. İbn Ab-bâs, Katâde ve Ebu'l - Âliye böyle zikrederler. Medine'de indiği de söy­lenir. Bunu Ebu Hüreyre, Mücâhid, Ata İbn Yessâr ve Zührî nakle-derler. İki kerre nazil olduğunu, birinin Medîne dönemine, diğerinin Mekke dönemine rastladığını söyleyenler de vardır. Birinci görüş daha doğrudur. Çünkü Allah Teâlâ «Sana Seba' el-Mesânî'yi verdik» bu­yurmuştur. Şüphesiz ki en iyisini Allah bilir.

Bu sûrenin yedi âyet olduğunda ihtilâf yoktur. (Amr İbn Übeyd sekiz, Hüseyin el-Ca'fî ise altı âyettir der. Her iki kavil de şâz'dır). Ancak besmelenin başlı başına bir âyet olup olmadığı tartışmalıdır.  Kûfe'li Kurrâ'nın tümü ile sahabe ve tabiînden bir topluluğun görüşü böyledir. Daha sonra gelen bilginlerden de bir grup bu görüşe katılmıştır. Âyetin bir kısmıdır veya başlangıçta âyet değildir diyen­ler ise Medîne'li Kurra'dır. Yeri gelince belirtileceği gibi bu konuda fakîhler üç ayrı görüşe sahiptirler.

Müfessirler dediler ki; bu sûrenin kelimeleri yirmibeştir, harfleri ise yüz onüçtür. İmam Buhârî, Tefsir kitabının başında der ki (Fati­ha sûresine) «Ümmü'l - Kitâb = kitabın anası» adı verilmiştir; çünkü Mushafların yazılışına onunla başlanır ve namazda Kur'an okumaya Fatiha ile başlanır. Denildi ki, bu adın verilmesinin sebebi; Kur'an'ın bütün muhtevasının bu sûredeki mânâya râci' olmasındandır.

İbn Cerîr der ki: Araplar her işin bütününe veya başlangıcına —ardından gelen bölümler varsa— bu hepsinin önderi veya anası hük­münde olduğu için ona «ana» adını verirler. Nitekim beyni kaplayan «leriye başın anası adı verilir. Askerlerin altında toplandıkları sanca­ğa da ana adı verilir. Bu konuda şâir Zürrimme'den de bir şâhid ge­tirilir.

İbn Cerîr der ki: Mekke'ye «Ümmü'l - Kura = kasabaların ana­sı» adının verilmesi hepsinin önümle yer almasındandır. Diğerleri on­dan sonra gelmektedir. Çünkü yeryüzü onun altında yuvarlanmıştır, denilir.

Bu sûreye Fatiha adı da verilir, çünkü Kur'an okunmaya onun­la başlanır. Sahâbe-i Güzîn Mushaf-ı Şerifi yazmaya onunla başla­mışlardır. «Seb'al - Mesânî» adı verilmesi de doğrudur. Çünkü namaz­da iki kerre tekrarlanır ve her rek'âtta okunur. Kaldı ki, Mesânî ke­limesinin daha başka anlamları da vardır ki biz yeri gelince İnşâallah onlardan bahsedeceğiz.

İmâm Ahmed der ki; bize Yezîd İbn Hârûn... Ebu Hüreyre'den nakletti ki Rasûlullah (s.a.) Kur'an'ın anası hakkında şöyle buyur­muştur : «Fatiha Kur'an'ın anasıdır, o iki kerre tekrarlanan yedidir ve ö yüce Kur'an'ın kendisidir.» imâm Ahmed ayrıca bu hadisi İsmail ibn Ömer ibn Ebu Zi'b'den rivayet eder. Ebu Ca'fer Muhammed İbn Cerîr el-Taberî der ki; bana Yûnus... Ebu Hüreyre (r.a.)'dan nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

«O (Fatiha) Kur'an'ın anasıdır. O kitabın fâtiha'sıdır ve iki kerre tekrarlanan yedidir...»

Hafız Ebu Bekr Ahmed İbn Mûsâ İbn Merdûveyh tefsirinde der ki, Ahmed İbn Muhammed İbn Ziyâd... Ebu Hüreyre (r.a.)'den nak­letti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Elhamdülillahi Rab-bi'l - Âlemîn, yedi âyettir. Bunlardan birisi Bismillâhirrahmânirrahîmdir. O iki kerre tekrarlanan yedi ve yüce Kur'an'dır. O kitabın anası ve fâtiha'sıdır.» Darekutnî de aynı şekilde bu hadîsi Ebu Hüreyre'den merfû ola­rak rivayet eder ve râvîlerinin hepsinin de sika olduğunu söyler.

Beyhakî de Hz. Ali, İbn Abbâs ve Ebu Hüreyre'den rivayet eder ki, onlar «Seb'al - mesânî» iki kerre tekrarlanan yedi tabirini fatiha olarak tefsir etmişler ve Besmelenin de bunun yedincisi olduğunu be­lirtmişlerdir. Besmeleden bahsedince bu konunun devamı gelecektir. [1]

 

Fatiha Sûresinin Önemi:

 

İmâm Ahmed İbn Hanbel (r.a.) «Müsned» adlı eserinde der ki; Yahya İbn Saîd... Ebu Said İbn el-Muallâ'dan nakleder ki o şöyle de­miş : Ben namaz kılıyordum, Resûlullah (s.a.) beni çağırdı, ben na­mazımı kıldım sonra Resûlullaha icabet ettim. Yanına geldiğimde bu­yurdu ki: «Bana gelmekten seni alıkoyan nedir?» «Ey Allah'ın Rasûlü ben namaz kılıyordum,» dedim. Buyurdu ki; Allah Teâlâ :

«Ey iman edenler, sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman; Allah'a ve Rasûlüne icabet edin. Hem bilin ki, Allah şüphesiz kişi ile kalbi arasına girer. Ve muhakkak ona dönüp toplanacaksınız.» (En-fâl, 24) buyurmadı mı? Sonra devam etti; «Ben sana Mescid'den çık­mazdan önce Kur'an'ın en büyük sûresini öğreteceğim» dedi ve elim­den tuttu. Mescidden çıkmak isteyince dedim ki; ey Allah'ın Rasûlü, «Mescidden çıkmazdan önce Kur'an'ın en büyük sûresini öğreteceğim buyurmuştunuz» dedim. O, «evet Elhamdülillahi Rabbi'l - Âlemîn,» İşte o, iki kerre tekrarlanan yedi ve bana verilen yüce Kur'an'm kendisi­dir» buyurdu. Bu hadîsi Buhârî de rivayet eder. Ebu Dâvûd, Neseî ve İbn Mâce de Şu'be kanalıyla muhtelif yollardan rivayet ederler. Vâkidî ise Muhammed İbn Muâz el-Ensârî yoluyla Übeyy İbn Kâ'b'dan nakleder.

İmam Mâlik îbn Enes'in «el-Muvatta» adlı eserinde, dikkat edil­mesi gereken bir husus yer alır: Mâlik'in, A'lâ İbn Abdurrahman İbn Ya'kûb'tan rivayetine göre; İbn Âmir'in kölesi Ebu Saîd onlara şu bilgiyi aktarmış: Rasûlullah (s.a.) Übeyy İbn Kâ'b'ı namaz kılar­ken çağırmıştı, o namazını bitirince Peygamberin yanma vardı. (Râvî der ki) Rasûlullah (s.a.) elini elimin içine koydu, mescidin kapı­sından çıkmak istiyordu ve şöyle buyurdu : «İsterim ki mescidin ka­pısından çıkmadan önce Tevrat'ta, İncil'de, Kur'an'da benzeri nazil olmamış bir sûreyi öğrenesin.» Übeyy İbn Kâ'b (r.a.). diyor ki: Ben ya-raş yavaş yürümeye başladım. Onu bekliyordum, sonra dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bana vadettiğin sûre hangisidir? Buyurdu ki: «Na-saaaa başladığın zaman ne okuyorsun?» Ben de Elhamdülillahi Rabbi'lÂlemîn» sonuna kadar okudum. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: «İşte o bu sûredir, o, iki kerre tekrarlanan yedi ve bana verilen yüce Kur'an'-ın kendisidir.»

Burada nakledilen Ebu Saîd, İbn el-Muallâ değildir. Ancak İbn el-Esîr «Cami el-Usul» adlı eserinde böyle sanmıştır. Ondan sonra ge­lenler de bu zanna tâbi olmuşlardır. Zira Ebu Saîd tbn el Muâllâ En-sâr'dan bir sahabedir. Buradaki Ebu Saîd ise Huzâa kabilesinden bir tâbiîndir. O hadîs sahîh ve muttasıldır. Bu hadîs ise eğer bu Ebu Saîd. Übeyy İbn Kâ'b'tan onu işitmemişse münkatı'dır. Şayet ondan işit-misse —Müslim'in şartına göre— yine münkatı'dır. Doğrusunu Allah bilir. Kaldı ki, Übeyy İbn Kâ'b'tan başka bir şekilde rivayet edilmiş­tir. Nitekim İmâm Ahmed der ki, bize Affân... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayet etti ve dedi ki; Rasûlullah Übeyy İbn Kâ'b'ın yanına git­ti, o namaz kılıyordu. Ey Übeyy, dedi fakat o, Rasûlullah'a icabet et­medi. Sonra ey Übeyy dedi, Übeyy yavaş davrandı. Sonra Rasûlullah (s.a.)'in yanına vardı ve dedi ki: «Allah'ın selâmı üzerine olsun ey Allah'ın Rasûlü.» Allah'ın Rasûlü de : «Şana da Allah'ın selâmı olsun ey Übeyy, ben seni çağırdığım zaman gelmen gerekmez miydi? Seni bundan alıkoyan nedir?» Übeyy dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü namazda idim. Hz. Peygamber dedi ki: «Allah Teâlâ'nın vahyettiği âyette şöy­le buyurulduğunu görmedin mi?»

«Ey iman edenler, sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman; Allah'a ve Rasûlüne icabet edin. Hem bilin ki, Allah şüphesiz kişi ile kalbi arasına girer. Ve muhakak ona dönüp toplanacaksınız.» (EnfâU 241.

Evet ey Allah'ın Rasûlü dedi, bir daha tekrarlamam diye ekledi. Rasûlullah buyurdu ki: «Sana ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'an'da benzeri olmayan bir sûreyi öğretmemi ister mi­sin? Ben evet ya Rasûlullah dedim. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: «Umarım ki sen onu öğreninceye kadar ben bu kapıdan dışarı çıkmayayım. Sonra Rasûlullah (s.a.) elimi eline aldı, benimle konuşuyordu, söz bitmeden önce kapıdan dışarı çıkmasından korkarak yavaş davra-myordum. Kapıya yaklaştığımızda dedim ki: «Ey Allah'ın Rasûlü bana vaad ettiğin sûre hangisiydi?» Buyurdu ki: «Namazda ne okursun?» (Übeyy İbn Kâ'b) diyor ki, ona Kur'an'ın anasını okudum, O da bu­yurdu ki nefsim yed-i Kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki, Al­lah ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ye ne de Kur'an'da onun gibisini indirmemiştir, o iki kerre tekrarlanan yedidir.»

Tirmizî, Kuteybe yoluyla Ebu Hüreyre (r.a.)'den bu hadîsi nak­lettikten sonra ilâve olarak, «O, iki kerre tekrarlanan yedi ve bana verilen Yüce Kur'andır buyurmuştur» der, sonra da bu hadîsin sahîh ve hasen olduğunu belirtir. Aynı konuda Enes İbn Mâlik'ten de bir rivayet nakledilir. Abdullah İbn İmâm Ahmed, İsmail'den... O da Ebu Hüreyre'den, o da Übeyy İbn Kâ'b'tan bu hadîsi benzer şekilde veya yaklaşık olarak uzun uzadıya rivayet eder.

Tirmizî ve Neseî ikisi de Ebu Ammâr yoluyla... Ebu Hüreyre ve Übeyy İbn Kâ'b'tan Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu nakleder­ler : «Allah ne Tevrat'ta, ne İncil'de Kur'an'ın anasına benzer bir (sûre) indirdi, o iki kerre tekrarlanan yedidir. O benimle kulum ara­sında iki parçaya bölünmüştür.» Neseî'nin ifâdesi budur. Tirmizî de bu hadîs, hasen ve garîbtir der.

İmâm Ahmed der ki; bize Muhammed... Câbir'den rivayet eder ki o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.)'in yanına vardığımda su-taşıyor­du. Allah'ın selâmı üzerine olsun dedim. O, bana karşılık vermedi. (Câbir diyor ki:) Allah'ın selâmı üzerine olsun dedim yine bana kar­şılık vermedi. (Câbir diyor ki:) Allah'ın selâmı üzerine olsun ey Al­lah'ın Rasûlü dedim o bana karşılık vermedi. (Câbir diyor ki:) Rasû­lullah (s.a.) yürümeye başladı, ben arkasında idim, nihayet o bineği­nin olduğu yere vardı. Ben de mescide girdim ve üzüntülü olarak otur­dum. Rasûlullah (s.a.) yanıma geldi, temizlenmişti senin de üzerine Allah'ın selamı rahmeti ve bereketi olsun dedi, senin de üzerine Al­lah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi olsun, senin de üzerine Allah'ın se­lâmı rahmeti ve bereketi olsun dedi. Sonra buyurdu : Ey Câbir'in oğlu Abdullah, sana Kur'an'daki sûrelerin en hayırlısını haber vereyim mi? Evet ya Rasûlullah dedim. Elhamdülillâhi Rabbi'l Âlemîn'i sonuna kadaroku, buyurdu. Bu isnâd sağlamdır. Bu isnâdda sözü edilen İbn Aidi büyük imamlar tarafından hüccet olarak kabul edilir. Abdullah ibn Câbir ise sahabedir. İbn'el-Cevzî'nin zikrettiğine göre bu zât, Abdidir. Doğrusunu Allah bilir. Denilir ki bu Abdullah İbn Câbir el-Ensarel-Beyazîdir. Hafız İbn Asâkir böyle zikretmiştir.

Bu hadîsi ve benzerlerini delil getirerek bazı âyet ve sûrelerin diğer bazılarından üstün olduğu belirtilmiştir. Nitekim İshâk İbn RâheveyhEbu Bekr İbn el-Arabî ve Malikîlerden İbn'el Ğaffar'ın aralarındabulunduğu bilginlerden çoğunun naklettiği budur. Diğer bir gruba göre sûrelerin arasında hiç bir üstünlük yoktur. Hepsi Allah'ın kelamıdır, üstünlük atfetmenin üstün sayılmayanın küçüklüğüne se­bep olması ihtimâli vardır. Kurtubî'nin Eş'arî'den, Ezu Bekir el-Bâkıllâni’den, Ebu Hakîm İbn Hibbân el Büstî'den, Ebu Hayyân'dan ve Yahya ibn Yahya'dan naklettikleri bunlardır. İmam Mâlik'ten de böyle rivayet edilmiştir. 

Buharî Kur'an'ın faziletleri babında der ki;   Muhammed îbn el nr-a... Ebu Saîd el Hudrî'den nakletti ki, o şöyle demiş : Biz bir  bir yerde konaklamıştık. Bir genç kız geldi ve dedi ki: «Kabilenin efendisini yılan soktu   (iyiye yorumlamak için yılan sokana selîm deniyordu) erlerimiz de yoktur, aranızda rukye yapan var mı­dır? Aramızdan bir erkek kalktı —ki biz onun rukye yaptığını bil­mezdik— rukye yaptı ve adam iyileşti, ona otuz koyun emretti, bize de süt içirdi. Dönünce dedik ki; güzel rukye yapar miydin? Yoksa rukye yapmaya mı çalıştın? Dedi ki hayır, ben sadece Ümmü'l - Kitab (fatiha sûresi) ile rukye yaptım. Dedik ki hiçbir şey söylemeyin ta ki Rasûlullah'a gidelim ve suâl edelim. Medine'ye geldiğimizde duru­mu Hz. Peygambere anlattık dedi ki, rukye olduğunu nereden bilecek, koyunları taksim edin ve bana da bir pay ayırın.»

Ebu Ma'mer der ki; bize Abdü'l Vâris... Ebu Saîd el Hudrî'den böylece rivayet etti. Müslim ve Ebu Dâvûd, Hişâm tarikiyle bu hadîsi rivayet ettiler. Müslim'in bazı rivayetlerinde de Ebu Saîd el-Hudrî'nin kendisi o selîmi (yani yılan sokmuşu) rukye yapmıştır. (Yılan sok­muşa selîm demelerinin sebebi tefâül idi.)

Müslim Sahîh'inde, Neseî sünen'inde, Ebu'l Ahvas Sellâm İbn Se­lîm İbn Abbâs'tan rivayet eder ki; o şöyle demiş ; Biz Resûlullah (s.a.) ile beraberdik, onun katında Cebrail de vardı. O sırada yukardan bir ses işitti. Cebrail gözünü semâya dikti ve dedi ki, bu gökte açılmış öyle bir kapıdır ki hiç bir zaman açılmamıştır. Ve devam etti; ordan bir delik açıldı, bir melek indi ve Hz. Peygambere gelerek dedi ki: «Sana verilen iki ışıkla müjdelerim ki senden önce hiçbir peygambere onlar verilmemişti. (Bunlar) Fatiha sûresi ve Bakara sûresinin sonu­dur. Ondan hiç bir harf okunmamıştır ki sana verilmiş olmasın;» Bu, eseî'nin ifadesidir.

Müslim'de de buna benzer bir başka hadîs vardır - Müslim der ki; bize İshâk İbn İbrâhîm el-Hanzâlî... Ebu Hüreyre (r.a.)'den nak­leder ki Rasûlullah (s.a.) «Her kim ki içinde Kur'an'ın anası okun­mayan bir namaz kılarsa eksiktir, tamamlanmamıştır» demiş ve üç kerre tekrarlamıştır. Ebu Hüreyre (r.a.)'ye biz, imamın arkasında du­ruyoruz denildiğinde, o içinden oku dedi. Çünkü ben Rasûlullah (s.a.) dan şöyle dediğini duydum : Allah Azze ve Celle buyurmuş ki nama­zı benim ile kulum arasında ikiye ayırdım kulumun istediği kendinin­dir. O, “Elhamdulillahi Rabbi’l-alemin” deyince, Allah der ki kulum bana hamdetti. “Er-Rahmani’r-Rahim” deyince, kulum bana sena etti buyurur. “Maliki yevmiddin” deyince, kulum beni övdü buyurur. (Bir başka se­ferinde de kulum bana her işini havale etti buyurur.) “İyyake na’budu ve iyyake nestain” deyince Allah Teâlâ; «bu, benimle kulum arasındadır ve ku­lumun istediği kendisinindir buyurur. “İhdina’s-Sırata’l-Mustakim. Sıratallezine en’amte aleyhim. Ğayri’l-Mağdubi aleyhim veleddallin.” deyince, Allah Teâlâ; «bu, kulum içindir ve kulumun istediği kendisinindir.» buyurur. Neseî bu hadîsi İshâk İbn Râhûyeh'ten böylece rivayet etmiştir. Aynı şekilde Kuteybe'-nin... Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetleri de vardır. Buradaki yarısı benim, yarısı da kulumundur ve kulumun istediği kendinindir, met­nini İbn İshâk A'lâ'dan da rivayet etmiştir. Müslim de İbn Cüreyc'in A'lâ'dan ve Ebu Saîd'den böyle bir rivayetini nakleder. Keza İbn Ebu Üveys'in A'lâ'den, onun da babasından ve Ebu Saîd'den, onların da Ebu Hüreyre'den bu hadîsi naklettiklerini rivayet eder. Tirmizî ise bu hadîs hasendir der. Ben Ebu Zür'a'ya sorduğumda, gerek A'lâ'nm ba­basından ve gerekse Ebu Saîd'den nakli sahihtir dedi. Bu hadîsi Ab­dullah İbn İmâm Anmed de, A'lâ'dan ve Ebu Hüreyre'den uzun uza-dıya nakleder.

İbn Cerîr der ki bize Salih İbn Mismâr el-Mervazî... Câbir İbn Ab­dullah'tan nakletti ve dedi ki;  Rasûlullah   (s.a.)   şöyle buyururdu : Allah Teâlâ buyurdu ki: Ben namazı kulumla kendi aramda ikiye ayır­dım. Onda kulumun kendisi için istediği vardır. Kulum “Elhamdulillahi Rabbi’l-alemin” dediğinde, Allah Teâlâ, kulum bana hamdetti der, “Er-Rahmani’r-Rahim” dediğinde, kulum bana sena etti der. Sonra, bu benim, serisi onun der. Bu hadîs bu şekliyle garîbtir.

Evvelâ, bu hadîste Fatiha için salât (namaz) lafzı kullanılmış­tır, maksat kırâettir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

«Namaz kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma, ikisi ortasını faul.» (İsrâ, 110)'«Namaz kılarken»'den maksad; namazda okurken de­mektir. Bu husus İbn Abbas'tan. nakledilen sahîh bir hadîste tasrîh edilmiştir. Keza bu hadîste de «namazı benimle kulum arasında ikiye ayırdım, yarısı benim, yarısı kulumun ve kulumun istediği kendinin-ür.» buyurulmuştur. Sonra bu taksimin tafsilâtı anlatılmış ve Fâti-ba'mn okunuşu zikredilmiştir. Bu da namazda kırâetin yüceliğine de-ület eder. Namazın en büyük rükünlerinden birisi olduğunu gösterir. Çünkü Fâtiha'ya ibâdet ve namaz terimleri ıtlak olunup bununla ibâ­detin bir bölümü yani kıraet kasdedilmiştir. Tıpkı kırâet lafzı ile na-r-.ai kasdedildiği gibi. Burada maksat sabah namazıdır. Nitekim bu ibsus Buhârî ve Müslim'de sarahaten vârid olmuştur. Allah Teâlâ gece jaeiekleriyle gündüz meleklerini ona şâhid kılar denmiştir. Bütün bcnlar gösteriyor ki namazda kırâet gerekir ve bu hususta ulemânın ic^ifakı vardır. Lâkin ihtilâf ikinci bir husustadır ki bunu aşağıda be-İmeceğiz. Buna göre namazda Fâtiha'dan başka bir şey gerekir mi, joksa. Fatiha veya bir diğer âyet yeterli midir? Bu konuda iki meş-r.ir görüş vardır. Ebu Hanîfe'ye ve onun arkadaşlarından kendisine uyanlara göre; Fatiha şart değildir. Kur'an'dan ne okunursa yeterli­dir. Bu görüşlerine delil olarak şu âyet-i celîleyi gösterirler.

«Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun.»  (Müzzemmil, 20)

Ayrıca Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Hüreyre'den nakle­dilen hadîste Rasûlullah (s.a.)'ın, «Namaza kalktığın zaman, tekbîr al, sonra kolayına geleni oku» buyurduğunu delil gösterirler ve derler ki; «Rasûlullah, kolay gelenin okunmasını emretmiş, Fâtiha'yı tayin etmemiştir.» Bu da bizim görüşümüzü destekler.

İkinci görüş uyarınca namazda Fatiha okumak belirlenmiştir. Fa­tiha olmadan namaz tamamlanmaz. Bu (Ebu Hanîfe'nin dışında ka­lan) diğer imamlardan İmam Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ve ar­kadaşlarıyla Cumhur-u Ulemânın görüşüdür. Onlar şu Hadîs-i şerifi delil gösterirler. Rasûlullah (s.a.) : «Kur'an'ın anasını okumadan na­maz kılan kimsenin namazı eksiktir» buyurur. Hadîs'in metninde ge­çen “”El-Hidac” kelimesi hadîsin devamının da tefsir ettiği gibi ek­sikliktir. Keza bu imamlar Buhârî ve Müslim'de Zührî'den nakledilen şu hadîsi delîl göstermektedirler : Zühri... Ubeyde İbn Sâmit'ten nak­leder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Fâtiha'yı okumayan kişinin namazı tamâm olmaz.» İbn Hüzeyme, İbn Hıbbân Ebu Hüreyre (r.a.)'den naklederler ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «İçin­de Kur'an'ın anası okunmayan namaz tamâm değildir.»

Bu konuda hadîsler pek çoktur. Münazara şekli çeşitlidir. Bizim burada onları zikretmemiz uzun olur. Me'hazlarına işaret ettik. Allah cümlesine rahmet eylesin.

Şafiî mezhebine ve ilim ehlinden bir topluluğa göre; Fâtiha'nın her rek'atta okunması vaciptir. Diğer bir kısmı ise rek'atların çoğun­da okunması gerekir derler. Hasan el-Basrî ve Basralıların çoğunluğu ise «Fatiha okumayanın namazı yoktur.» hadîsini mutlak olarak alır­lar ve namazda her rek'atta Fatiha okumanın vacip olduğunu belir­tirler. Ebu Hanîfe ve arkadaşlarıyla, Sevrî ve Evzaî ise Fatiha oku­manın belirtilmediğini, onun dışında herhangi bir âyet okunsa da Al­lah Teâlâ'nm : «Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun» (Müzzemmil, 20) âyetine dayanarak yeterli olduğunu belirtirler. Doğruyu Allah bilir.

İbn Mâce, Ebu Süfyân el-Sa'dî'nin hadîsinde Ebu Nadre ve Ebu Saîd'den merfû' olarak nakleder ki: Rasûlullah (s.a.) «farz veya başj. ka (namazda), her rek'atta fatiha ve bir sûre okumayan kişinin namaza yoktur.» buyurmuştur. Bu hadîsin sıhhati şüphelidir. Bu konuların yeri ise büyük ahkâm kitabıdır. Şüphesiz ki Allah en doğruyu bilendir.

Üçüncü bir husus ise, imâma uyan kimseye Fatiha okumanın va­cip olup olmaması konusudur. Bu konuda bilginlerin üç görüşü var­dır:

a) İmâma vacip olduğu gibi  (yukardaki  hadîslerin umûmuna binâen) imâma uyana da Fatihayı okumakvaciptir.

b) İmâma uyan kimseye, ne Fatiha, ne de başka bir âyet oku­mak vacip değildir. İster cehrî ister gizli okunan namazda olsun hiç­bir şey okumak gerekmez. İmâm Ahmed İbn Hanbel Müsned'inde, Câbir İbn Abdullah'ın Rasûlullah (s.a.)'dan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «İmâmı olan kişiye imâmın okuması kırâettir.» Ancak bu hadîsin isnadı zayıftır. Mâlik, Vehb İbn Keysân'dan o da Câbir'den bu hadîsi rivayet etmiştir. Bu hadîs başka yol­larla da rivayet edilmiştir ki bunlardan hiçbirisinin Rasûlullah'a isna­
dı sahîh değildir. Allah en doğrusunu bilendir.

c) Yukarda geçtiği gibi, gizli okunan namazlarda imâma uya­nın kırâeti vaciptir, ancak cehrî namazlarda vacip değildir. Nitekim Müslim'in  sahihinde Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «İmâm, imâma uyulmak için öngörülmüştür. Binâenaleyh tekbîr aldığı zaman tekbîr alın, okuduğu zaman dinleyin» ve hadîsin devamı da zikredilir. Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî, ibn Mâce gibi Sünen sahibi imamlar da böylece rivayet etmiş­ler ve Rasûlullah (s.a.)'in «Kur'an okunduğu zaman susun» kavlini
nakletmişlerdir. Müslim İbn Haccâc da aynı şekilde bunu sağlam say­mıştır. Bu iki hadîs, bu görüşün sıhhatına delâlet eder ki Şafiî merhûm'un eski görüşüdür. Doğrusunu ancak Allah bilir. İmâm Ahmed İbn Hanbel merhûm'dan da bu görüş nakledilir.

Bu mes'elenin burada zikredilmesinin sebebi; Fatiha sûresinin di­ğer sûreleri ilgilendirmeyen bazı özel hükümlerini açıklamaktan iba­rettir. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr... Enes (r.a.)'den Rasûlullah (s.a.) :n şöyle buyurduğunu nakleder,: «Yanını yatağa koyduğunda; Fatiha­yı ve İhlâs'ı okuduğunda ölümden başka her şeyden emîn olmuşsun-iur.» [2]

 

İstiâzenin Mâhiyyeti:

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki:

“Sen af yolunu tut, ma'rûfu emret ve câhillerden yüz çevir. Şey­tan seni dürtecek olursa Allah'a sığın. Şüphesiz ki O, Semî'dir, Alîm’dir.”   (A'râf, 199-200)

“Sen kötülüğü en güzelle defet. Onların nitelendirmekte olduk-jinm biz çok daha iyi biliriz. Ve de ki: "Rabbim şeytânların kışkırtsana sığınırım.”  (Mü'minûn, 96 - 97)

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen fenalığı en iyi bir şekilde sav. Ö sjı gereceksin ki; seninle arasında düşmanlık bulunan kişi, yakın

bir dost gibi oluvermiştir. Bu, ancak sabredenlere vergidir. Ve bu, an­cak o büyük hazzı tadanlara vergidir. Şeytân seni bir vesvese ile dür­tecek olursa, Allah'a sığın. Doğrusu O; Semî', Alîm olanın kendisidir.» (Fussilet, 34-36)

Bu üç âyet —ki aynı konuda bir dördüncüsü yoktur— Allah Teâlâ insan cinsinden olan düşmanlara iyi davranarak, onların aslen iyi olan tabiatlarına dönerek arınmalarını sağlamaya çalışmayı emret­mektedir. Buna karşılık şeytân cinsinden olan düşmandan Allah'a sı­ğınmayı buyurmaktadır. Çünkü o, iyi davranmayı ve ihsanı kabul et­mez. Şeytân; insanlığın atası Hz. Âdem ile aralarındaki şiddetli düş­manlıktan dolayı, onun evladının helakini ister. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor :

«Muhakkak ki şeytân sizin düşmanınızdır. Öyleyse siz de onu düş­man edininiz. O, taraftarlarını ancak çılgın ateşli alevin yârânı olma­ya çağırır.» (Fâtır, 6)

Şeytân, atamız Âdem (a.s.)'e yemin ederek kendisine öğüt veren­lerden olduğunu belirtmiş ve yalan söylemiştir. Ona karşı muamelesi böyle olduğuna göre bize karşı nasıl olacaktır?

«Hani meleklere : "Âdem'e secde edin" demiştik de İblîs'ten başka hepsi secde etmişti. Oysa, cinlerden olduğu için Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştır. Şimdi siz beni bırakıp ta size düşman olan, onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Zâlimler için ne kötü bedeldir bu.» (Kehf, 50)

«Kur'an okuyacağın zaman önce, kovulmuş şeytandan Allah'a sı­ğın. Doğrusu inananlar ve yalnız Rablarına güvenenler üzerinde onun bir nüfuzu yoktur.» (Nahl, 98-99)

«Ancak içlerinden senin samimi kulların müstesna.» (Sâd, 83)

Kurrâ'dan bir grub ve diğerleri dediler ki; kırâetten sonra istiâze gerekir. Onlar âyetin zahirî siyakına bağlandılar ve İbâdetten fariğ olduktan sonra hayreti defetmek için böyle dediler. Bu görüşte olan­lar İbn Kalûka'nın ifâdesine göre Hamza ve Ebu'l - Kasım Yûsuf İbn Ali de «el-Kâmil» isimli eserinde bunu nakleder. Bu husus Ebu Hü-reyre'den de nakledilir. Ancak bu nakil garîbtir.

Cumhûr'un üzerinde birleştiği meşhur görüş, tilâvetten önce is­tiâze çekilmesidir. Böylece vesvese verenin (şeytânın) defi sağlanır. Onlara göre :

«Kur'an okuyacağın zaman önce, kovulmuş şeytandan Allah'a sı­ğın.» (Nahl, 98) âyetinin mânâsı Kur'an okumak istediğin zaman şek­lindedir. Nitekim:

«Namaza kalktığınız zaman, yüzlerinizi, dirseklere kadar, ellerini­zi yıkayın. Başınızı da meshedin» (Mâide, 6) âyeti «kalkmak istedi-ğiniz» zaman diye tefsir edilmiştir. Bu konuda Rasûlullah (s.a.)'dan pek çok hadîs delil getirilmiştir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel (Rahmetullahi Aleyh) der ki: Bize Mu-hammed İbn el-Hasan İbn Enes... Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet etti. (Ebu Sâîd dedi ki) Rasûlullah (s.a.) gece kalkınca namaza başlar ve tekbîr getirir sonra  (Sübhaneke)yi okur üç kerre «La ilahe illallah" derdi. Sonra «Şeytanın aldatmacasından, üfürmesinden ve okumasından Alîm ve Semî olan Allah'a sığınırım» derdi. Dört sünen sahibi muhaddisler bu hadîsi Ca'fer İbn Süleyman tarîkıyla Ali İbn Ali'den naklederler. Tir-mizî de bu hadîs, bu konuda en meşhur olan hadîstir der. Hadîsin met­ninde geçen «hemz» ölüm ve boğulmayla «nefti» kelimesi kibirle «nefs» kelimesi şiirle tefsir edilmiştir.

Ebu Dâvûd ve İbn Mâce... Nâfi' İbn Cübeyr'in babasından nak­leder ki o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.)'in namaza başlarken üç kerre Allahü Ekber Kebiran   üç kerre Elhamdülillâhi kesîran, üç kerre Subhanallahi bükraten ve asîlen dediğini sonra, «Allah'ım, şeytânın hemzinden, nefhinden ve nefesinden Sana sığınırım buyurduğunu gör-Jüm.» Amr der ki, hemz ölümdür, nefh kibirdir, nefs ise şiirdir.

İbn Mâce der ki; bize Ali İbn el Münzir... İbn Mes'ûd'dan Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu haber verdi: «Allahım kovul­muş şeytândan Sana sığınırım, onun hemzinden, nefesinden ve ilha­mından da.» Sonra buyurdu ki, «hemz ölümdür, nefh (üfürme) kibir, ilham ise şiirdir.» 

İmâm Ahmed der ki, bize İshâk İbn Yûsuf kendisine anlatan bir adamdan nakleder ki o adam Ebu Ümâme el-Bâhilî'nin şöyle dediğini işitmiş: Rasûlullah (s.a.) namaza kalktığında üç kerre tekbîr geti­rirdi, sonra üç kerre Lâ ilahe illallah der ve sonra üç kerre Subhanallahi ve bihamdihi derdi. Sonra kovulmuş şeytânın hemzinden, üfürmesinden ve ilhamından Allah'a sığınırım buyururdu.»

Hafız Ebu Ya'lâ Ahmed İbn Ali İbn el Müsennâ el Mevsılî Müs-ned'inde der ki; bize Abdullah İbn Ömer İbn Ebân el-Kûfî... Ubeyy İbn Kâ'b (r.a.)'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.)'m hu-nirunda iki kişi birbiriyle çekişti, içlerinden birisinin kızgınlıktan bur­nu kızardı. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ben öyle bir şey biliyorum ki eğer onu söyleseydi içinde bulunduğu hâl giderdi. Sonra devam etti ve «kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım» dedi.

Neseî de aynı hadîsi Yûsuf İbn İsâ el-Merzevî'den nakleder... Ah-med İbn Hanbel ise aynı hadîsi Ebu Saîd kanaliyle Cerîr İbn Abdül-hamîd'den nakleder. Tirmizî ve Neseî de Bûndâr İbn Mehdî kanaliy­le Sevrî'den naklederler. Abdülmelik İbn Ümeyr, Muâz İbn Cebel'-den nakleder ki: İki kişi Rasûlullah'ın huzurunda birbirine küfretti, birisi diğerine hiddetle öylesine kızdı ki, öyle sanıyorum kızgınlığın­dan burnu kıpkırmızı olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu : «Ben öyle bir kelime biliyorum ki onu söyleseydi kızgınlığı giderdi. Adam: «Ey Allah'ın Rasûlü, o nedir?» dediğinde, Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: «Allah'ım kovulmuş şeytândan Sana sığınırım desin.»

Ebu Leylâ diyor ki: Muâz, adama böyle demesini emrediyordu, o ise kaçınıyordu ve gittikçe de kızgınlığı artıyordu. Ebu Davud'un rivayet ettiği lâfız budur. Tirmizî der ki, bu hadîs mürseldir. Yani Abdurrahmân İbn Ebu Leylâ, Muâz İbn Cebel ile karşılaşmamıştır. Çünkü Muâz hicrî 20'den önce vefat etmişti. Ben derim ki; Abdur­rahmân İbn Ebu Leylâ —daha önce de geçtiği gibi— Übeyy İbn Kâ'b'-dan işitmiştir, o da Muâz İbn Cebel'den nakletmiştir. Çünkü bu vak'a-ya sahabeden birden fazla kişi şâhid olmuştur.

İmâm Buhârî der ki; bize Osman İbn Ebu Şeybe... Süleyman İbn Şart (r.a.)'dan nakletti ki; iki kişi Rasûlullah (s.a.)'m yanında birbirine küfretmişti, biz de onun yanında oturuyorduk. Diğeri -arka­daşına kızarak küfrediyordu ve kızgınlığından yüzü kıpkırmızı olmuş­tu. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki : «Ben öyle bir kelime biliyorum ki onu söylese kızgınlığı geçer, eğer "kovulmuş şeytandan Allah'a sığı­nırım." deseydi kızgınlığı giderdi.» Orda bulunanlar adama Rasûlullah'ın ne dediğini duymuyor musun? dedik­lerinde, ben deli değilim diye karşılık vermişti. Bu hadîsi Müslim, Ebu Dâvûd, Neseî müteaddit yollarla A'meş'ten naklederler.

İstiâze konusunda pek çok hadîs vârid olmuştur ki biz burada on­ları zikretmiş olsak konu uzar. Bu konu el-Ezkâr ve Fadâil el-A'mâl kitabında yer alır. Doğruyu en iyi Allah bilir.

Rivayete göre Rasûlullah (s.a.)'a ilk Kur'an nazil olduğunda Cib-rîl (a.s.) «Euzü Besmele» çekmesini emretmiştir. Nitekim İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr el-Taberî... Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki Hz. Cibril'in Hz. Peygambere indirdiği ilk buyruk : «Ya Muhammed is-tiaze et»'dir. Bunun üzerine Hz. Peygamber «Koğulmuş şeytandan, Semî' ve Alîm olan (Allah) a sığmırım» demiştir. Sonra «Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla» de­miş, «Yaratan Rabbının adıyla oku» buyurmuştur. Abdullah İbn Ab-bâs der ki Allah'ın Cibril lisâniyle Hz. Muhammed'e indirmiş olduğu ilk sûre budur. Bu hadîs gariptir, ancak biz bilinmesi için zikrettik. Çün­kü isnadında zaaf ve inkıta' vardır. Şüphesiz ki en iyi bilen Allah'tır.

İstiâzenin   mânâsı   şudur:   Ben   koğulmuş olan şeytânın dinim ve dünyam konusunda bana zarar verme­mesi, emrolunduğum bir fiilden beni alıkoymaması, yasaklandığım bir fiili yapmaya teşvik etmemesi için Allah'ın huzuruna sığınıyorum. Şeytândan insanı ancak Allah korur. Bunun için Allah Teâlâ insan türünden şeytanlara iyi davranıp, onun tabîatındaki kötülüğü geri döndürmeyi emretmiştir. Aslında (insandan olan şeytânın) tabiatın­da iyilik vardır, kötülük onu rahatsız eder, Allah Teâlâ cin (türün­den olan) şeytandan kendisine sığınmayı emretmiştir. Çünkü o rüş­vet kabul etmez ve ona iyilik tesîr etmez. Zira onun tabiatı kötüdür. Onu senden ancak onu yaratan alıkoyabilir, Bu anlam Kur'an'ın üç âyetinde bahis mevzuu edilmektedir ki bir dördüncüsünü ben bilmi­yorum. Nitekim A'râf sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır :

«Sen af yolunu tut, ma'rufu emret ve câhillerden yüz çevir.» (A'râf, 199)

Bu âyet insan türünden düşmanlarla alâkalı davranışları belirt­mektedir. Sonra şöyle buyurulmuştur :

«Şeytân seni dürtecek olursa şüphesiz ki O, Semî'dir, Âlîm'dir.» (Fussilet, 36)

Mü'minûn sûı asinde ise şöyle buyurulmuştur :

«Sen kötülüğü en güzelle def et. Onların nitelendirmekte olduk­larını biz çok daha iyi biliriz. Ve de ki: "Rabbim, şeytânların kışkırt­malarından sana sığınırım."»   (Mü'minûn, 96-97)

Fussilet sûresinde ise şöyle buyuruluyor:

»İyilikle kötülük bir olmaz. Sen fenalığı en iyi şekilde sav. O za­man göreceksin ki seninle arasında düşmanlık bulunan kişi, yakın bir dost gibi oluvermiştir. Bu, ancak sabredenlere vergidir. Ve bu, an­cak o büyük hazzı tadanlara vergidir. Şeytân seni bir vesvese ile dür­tecek olursa Allah'a sığın doğrusu O; Semi', Alîm olanın kendisidir.» Fussillet 34-36) [3]            

 

Şeytân Kelimesi

 

Arap dilinde şeytân kelimesi “Şatane”kökünden türemiş olup uzaklaşma anlamınadır. Şeytân, tabiatı itibariyle beşer tabiatından fâsıklığı itibariyle de her türlü hayırdan uzak olduğundan uzaklaş­ma anlamına şeytân denmiştir. Bazıları ise  “Şâte”  kelimesinden türetilmiş olduğunu ve onun ateşten yaratıldığı için bu ismi aldığını sözlü şâhidleri bulunduğunu belirtiyorlar. (...)

Bazı bilginler ise anlam bakımından her iki ifadenin de doğ­ru, ancak birincinin daha sahîh olduğunu ve arapların buna benzer sözlü şâhidleri bulunduğunu belirtiyorlar. (...)

Şu halde jeytân kelimesi en doğru rivayete göre, uzaklaşma an­lamından türetilmiştir. Bunun için de insanlardan, cinlerden ve hay- , yanlardan isyan eden herkese şeytân adı verilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :

«Böylece bizi .her peygambere cinlerin ve insanların şeytânların­dan düşmanlar Kıldık. Birbirlerini aldatmak için sözün parlağım söylerler.»  (En'âm, 112)

İmâm Ahmed'in Müsned'inde Ebu Zerr (r.a.)'den nakledildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : «Ey Ebu Zerr insan ve cinle­rin şeytânlarından Allah'a sığın.» Ebu Zerr diyor : Dedim ki insanlar­dan da şeytânlar var mıdır? Evet, buyurdu.

Müslim'in Sahîh'inde de Ebu Zerr (r.a.)'den aynı şekilde rivayet edilir ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Namazı, kadm, mer­kep ve kara köpek keser.» (Ebu Zerr diyor ki) Ey Allah'ın Rasûlü kara köpekle san veya kırmızı köpek arasında ne fark vardır? dedim. Allah'ın Rasûlü buyurdu ki:

«Kara köpek şeytândır.»

İbn Vehb der ki, bana Hişâm İbn Sa'd, Zeyd İbn Eslem'den o da babasından nakletti ki Ömer İbn Hattâb (r.a.) bir katıra binmiş ya­vaş yavaş yürüyormuş. Hz. Ömer ona vurduğu halde o daha yavaş yürümekten başka bir şey yapmazmış. Nihayet üstünden inip demiş ki beni bir şeytânın sırtına bindirdiniz, kendimi bed görünceye kadar ondan inmedim. Bu hadîsin isnadı sahihtir. [4]

 

Racim Kelimesi:

 

“Racim” İsmi mef’ûl mânâsında ve faîl veznindedir. Hayır­dan tamamen kovulmuş tard edilmiş demektir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«Andolsun ki; biz yere en yakın göğü kandillerle donattık. On­larla şeytânların taşlanmasını sağladık ve onlara çılgın cehennem azâ-ia hazırladık.» (Mülk, 5)

«Doğrusu biz, dünya göğünü bir süsle, yıldızlarla süsledik. Ve cem inatçı her şeytandan koruduk. Onlar Mele-i alâ'yı dinleyemezler. Ve her yönden sürülüp atılırlar. Kovularak. Ve onlar için sürekli bir îzâb vardır. Ancak içlerinden biri, bir söz kapacak olursa onu da he­rden delip geçen bir alev takip eder. Onlara sor, yaratış bakımından «endileri mi daha zordur, yoksa bizim yaratmış olduklarımız mı? Doğ-rssu biz onları özlü bir çamurdan yarattık.» (Sâffât, 6-11)

«Andolsun ki, Biz gökte burçlar yaptık ve onları bakanlar için rccattık. Ve onları koğulmuş her şeytândan koruduk. Ancak kulak arszlığı yapan olursa, apaçık görülen bir ateş onu kovalar.» (Hicr, 16-18)

baha buna benzer birçok âyetler vardır. [5]

 

Besmele:

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.  Sahabe-i Güzin Allah'ın kitabına besmele ile başlamışlardır ve bilginler Besmele'nin Neml sûresinin bir âyeti olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak her sûrenin başlangıcında veyabaşında yazılan besmelenin; sûrelerin başlangıcında, başlı başına bir âyet olup olmadığı, ya da her sûreden bir âyet olup olmadığı konu­sunda ihtilâf etmişlerdir. Veya besmelenin sadece Fâtiha'da âyet sa­yılacağı konusu ihtilaflıdır. Selef ve halef bilginlerince besmelenin âyet mi olduğu, yoksa sûrelerin arasını ayırmak için mi yazıldığı ko­nusu ihtilaflıdır. Bu ihtilâflar başka yerlerde dercedilmiştir.

Ebu Dâvûd Sünen'inde sahih bir isnâdla Abdullah İbn Abbâs (r.a.)'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) sûreleri ayırmayı bilmezdi, nihayet besmele nazil oldu ve öğrendi. Bu hadîsi Abdullah İbn Hakîm el-Nisâbûrî Müstedrek'inde mürsel olarak Saîd İbn Cübeyr'den riva­yet eder.

İbn Huzeyme'nin sahihinde Ümmü Seleme (r.a.)'den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) namazda fâtiha'nm başındaki besmeleyi oku­muş ve onu âyet saymıştır. Lâkin bu rivayet Ömer İbn Hârûn el-Bel-hî'den İbn Cüreyc, İbn Ebu Mûleyke tankıyla menkûldür ki; onda zaaf olduğu kabul edilir. Dârekutnî de Ebu Hüreyre'den merfû' ola­rak bu hadîsi nakleder. Benzer bir rivayet Hz. Ali ve İbn Abbâs'tan da menkûldür.

Besmelenin Tevbe sûresinin dışında, sûrelerin başında yer alan bir âyet olduğunu nakledenler arasında İbn Abbâs, İbn Ömer, Ebu Hüreyre ve Hz. Ali de, tabiînden Atâ, Tâvûs, Saîd İbn Cübeyr, Mekhûl ve Zührî de bulunmaktadır. Abdullah İbn el-Mübârek, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel de bu görüştedirler. Bir rivayete göre İshâk îbn Râhuveyh, Ebu Übeyd Kasım İbn Sellâm da bu görüştedirler.

İmâm Mâlik ve Hanefîler,. besmeleyi fâtiha'dan bir âyet sayma­dıkları gibi, diğer sûrelerde de âyet olarak kabul etmezler. Şafiî'den nakledilen bir kavle göre besmele fâtiha'da âyettir, diğer sûrelerde ise âyet değildir. Diğer bir rivayete göre İmâm Şafiî her sûrenin ba­şında besmeleyi âyet olarak kabul etmiştir ki bu iki görüş te ğarîbtir.

Dâvûd der ki; her sûrenin başında besmele müstakil bir âyettir, ancak sûreden değildir. Bu rivayet Ahmed İbn Hanbel'den de nakle­dilmiştir. Ebu Bekr er-Râzî, Ebu'l-Hasen el-Kerhî'den bu rivayeti nakleder ki her iki zât Hanefî mezhebinin önde gelen büyüklerinden-dirler. (Allah'ın rahmeti hepsinin üzerine olsun.) Besmelenin fâtiha'­dan bir âyet olup olmadığı konusu böylece ortaya konulmuştur.

Besmelenin namazda açıktan okunup okunmayacağı konusu da bu şekilde teferruatlıdır. Besmelenin Fâtiha'dan olmadığını kabul edenler, onu açıktan okumazlar. Onun Fatihanın başında bir âyet olduğunu söy­leyenler de aynı görüştedirler.

Sûrelerin başında bir âyet   olduğunu kabul   edenler de değişikgörüşler serdetmişlerdir. Şafiî merhum, besmelenin Fatiha ile ve zammı sûre ile açıktan okunmasını öngörür. Bu görüş sahabeden, tabiînden ve müslümanların selef ve halef imamlarından bir grubun mezhebi­dir. Sahâbe'den Ebu Hüreyre, İbn Ömer, İbn Abbâs, Muâviye; Fatiha'-dan ve zammı sûreden önce besmeleyi açıktan okumuşlardır. İbn Abd el-Berr ve Beyhakî de Hz. Ali'den böyle naklederler. Hatîb ise dört Halife (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.))'den bunu naklederse de bu nakil ğarîbtir. Besmeleyi açıktan okuyanlar arasında Saîd İbn Cü-beyr, İkrime, Ebu Kılâbe, Zührî, Ali İbn'el-Hasen, onun oğlu Muham-med, Saîd İbn'l - Müseyyeb, Atâ, Tâvûs, Mücâhid, Salim ve Muham-med İbn Kâ'b el-Kurazî, Ebubekir İbn Muhammed İbn Arar İbn Hazm, Ebu Vâil, İbn Şîrîn, Muhammed İbn el-Münkedir, Ali İbn Abdullah İbn Abbâs, onun oğlu Muhammed İbn Ömer'in kölesi Nâfi', Zeyd İbn Eşlem, Ömer İbn Abdülazîz, Ezvak İbn Kays, Habîb İbn Ebu Saîd, Ebu Şa'şa, Mekhûl, Abdullah İbn Ma'kil İbn Mukarrin bulunmakta­dır. Beyhakî bunlara ilâve olarak Abdullah İbn Safvân, Muhammed İbn Hanefî'yi ekler. İbn Abdülberr ise Amr İbn Dinar'ı ilâve eder. Bunların hücceti, besmelenin Fâtiha'mn bir kısmı olmasıdır. Diğer kısımları gibi onun da açıktan okunması gerekir.

Neseî Sünen'inde ve İbn Hüzeyme ile İbn Hibbân sahihlerinde, Hâkim Müstedrek'inde Ebu Hüreyre (r.a.)'den nakleder ki; o namaz kılmış ve açıktan besmeleyi okumuştur. Namazdan sonra, ben sizin içinizde namazı Rasûlullah'ın namazına en çok benzeyen kişiyim de­miştir. Darekutnî, Hatîb, Beyhakî ve diğerleri de bunu sahîh kabul etmişlerdir.

Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbn Abbâs'tan naklederler ki; Rasûlullah ıs.a.) namaza besmele ile başlarmış, sonra Tirmizî der ki, —onun is­nadı böyle değildir— Nitekim Hâkim Müstedrek'inde İbn AbbâS'tan naklederek der ki ;Rasûlullah (s.a.) besmeleyi açıktan okurdu. Ar­dından bu hadisin sahîh olduğunu söyler.

Buhârî'nin sahihinde Enes İbn Mâlik'e Rasûlullah (s.a.)'in oku­yuşu sorulmuştur. O demiştir ki Rasûlullah  (s.a.) tilâveti med idi.

Sonra besmeleyi okudu “Bismillah” çekiyordu “Er-Rahman” ve “Er-Rahim” med ediyordu. İmâm Ahmed'in Müsned'inde, Ebu Davud'un Sünen'inde, İbn Hüzeymi'n Sahihinde ve Hâkim'in Müstedrek'inde Üm-r.iü Seleme (r.a.)'den nakledilir ki Rasûlullah (s.a.) kırâetini keserek okurdu.

“Elhamdulillahi Rabbi’l-Alemin. Er-Rahmani’r-Rahim. Maliki Yevmi’d-din.”

gibi. Darekutnî der ki : bunun isnadı sahihtir.

İmâm Şafiî ve Hâkim de Müstedrek'inde   Enes'ten   nakleder ki«Muâviye Medine'de namaz kılmış ve besmeleyi terketmiştir. Muhacir­lerden orada bulunanlar bu duruma karşı çıkmışlar. İkinci defa na­maz kılınca besmele çekmiştir.»

Bizim zikrettiğimiz bu hadîslerde ve eserlerde yeterli ve ikna edi­ci deliller mevcuttur. Gerisine lüzum yoktur. Taâruzlar garîb riva­yetler ve bunların yolları, ta'lîlleri, tazyîfleri, takrirleri ise başka bir yerin (kitabın) konusudur.

Diğer fakîhler ise namazda besmelenin açıktan okunmayacağı gö­rüşündedirler. Bu görüş dört halîfe'den (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.)) Abdullah İbn Muğaffil, tabiînin selefinden bir taife ile halef­ten bir taifeden nakledilen görüştür. Ebu Hanîfe'nin, Sevrî'nin ve Ah-med İbn Hanbel'in de mezhebi bu görüştedir. İmâm Mâlik'e göre; bes­mele ne gizli, ne de açık olarak hiçbir şekilde okunmaz. Mâlikîler de­lil olarak Müslim'in Sahihinde Hz. Âişe (r.a.)'den nakledilen şu hadî­se dayanırlar. (Hz. Âişe (r.a.) diyor ki:) Rasûlullah (s.a.) namaza tek­bîr ile başlar ve okumaya elhamdü ile devam ederdi.»

Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde nakledildiğine göre; Enes İbn Mâlik der ki, «Ben Hz. Peygamberin, Ebubekir'in, Ömer'in ve Osman'ın arkasında namaz kıldım. Bunlar namaza Elhamdü ile başlıyorlardı.» Müslim'in ifâdesine göre kırâetin başında ve sonunda besmeleyi hiç zikretmiyorlardı. Buna benzer rivayetler Sünen kitaplarında Abdullah İbn Muğaffil'den nakledilir. Bu görüş merhum ve mezkûr imamların da esas dayanağıdır. Ancak görüşler birbirlerine yakındır çünkü hep­sinin icmâına göre namazda besmeleyi açıktan veya gizlice okuyan kişinin namazı sahihtir, şüphesiz ki hamd ve minnet Allah'a mahsûs­tur. [6]

Medine, Basra ve Şam, kurrâ ve fukahâsı besmele'nin, hem Fâti-ha'dan hem de diğer sûrelerden bir âyet olmadığı kanâatindedirler. Onlara göre, sırf sûreleri ayırmak ve değerli bir işte Allah'ın adının anılmasıyla başlanması gibi, sûreleri okumaya da teberrüken besmele ile başlanması için yazılmıştır. Ebu Hanîfe —Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun— ve ona uyanların mezhebi budur. Bu sebeple onlar namazda Fâtiha'yı açıktan okumazlar. Mekke ve Küfe kurrâ ve fu-kahâsına göre, besmele hem Fâtiha'dan bir âyettir, hem de her sûre­den bir âyettir. Şafiî ve arkadaşları da —Allah onlara rahmet etsin— aynı görüştedirler. Bunun için de açıktan besmeleyi okurlar ve der­ler ki selef-i sâlihîn besmeleyi mushafa yazmışlardır. Halbuki onlar Kur'an'dan olmayanı Kur'an'dan çıkarmakla emrolunmuşlardı. Bunun için de Amîn'i fatihanın sonuna yazmamışlardır. Eğer besmele Kur'an'­dan olmasaydı onu da yazmazlardı. İbn Abbâs'dan nakledilir ki, kim besmeleyi terk ederse Allah'ın kitabından 114 âyeti terketmiş olur.[7]

Bizim arkadaşlarımız (Şîa) besmelenin fatihada olduğu gibi, her sûreden bir âyet olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Namazda besmeleyi terk edenin —ister nafile ve ister farz namaz olsun— na­mazının bâtıl olacağını da ittifakla kabul etmişlerdir. Besmelenin açık­tan okunan namazlarda Fatiha ve Zâmm-ı sûre ile birlikte açıktan okunması gerektiğini kabul etmişlerdir. Gizli okunan namazlarda ise besmelenin açıktan okunması müstehâbtır. Bu zikrettiğimiz konula­rın hepsinde ümmetin fukahâsı arasında ihtilâf vardır. Ancak besme­lenin Nemi sûresinde bir âyet olduğu konusunda ihtilâf yoktur. Bes­meleyi âyet sayanlar “Sıratallezine” âyetinden, sûrenin sonuna kadar hepsini bir tek âyet olarak kabul ederler. Besmeleyi âyet say­mayanlar ise   “Sıratallezine” âyetini bir âyet kabul ederler. Ve derler ki; besmele teyemmüm ve teberrük için bir başlangıçtan iba­rettir. Kurrâ'ya gelince Hamza, Halef, Ya'kûb ve Yezidî besmele ile sûrelerin arasını ayırmayı terketmişlerdir. Diğerleri Enfâl ve Tevbe sûresinin dışında sûrelerin arasını besmele ile ayırırlar.

Ali İbn Mûsâ el-Rızâ'dan rivayet edilir ki, o şöyle demiş : Besme­le Allah'ın ism-i a'zamına; gözün siyahının   beyazına   yakınlığından daha çok yakındır. (...) [8]

«Ben derim ki; isim, zâtın kendisine ıtlak olunur. Hakikat, vücûd ve ayn müteradif isimlerdir. Nitekim İmam Ebubekir İbn Pûrek isimler ve sıfatlar konusundaki büyük kitabında böyle nakletmiştir. Üstâd Ebu Kasım el-Süheylî de «şerh el-İrşâd» adlı eserinde böyle be­lirtmiştir. Bunlar topuğuna erişilecek kimseler değildirler. Keza Allah Teâlâ : «Rabbımn adıyla tesbîh et» buyuruyor. Tesbîh bilindiği gibi en yüce zâta yöneltilir. Onun; lafzî tenzih -konusuna hamli, mecaz ve kinaye konusuna hamli gibidir. Çünkü bu sabit olduktan sonra Allah bunlara muhtaç olmaz... Putlar için isimler tabîrinin kullanı­lıp putların kasdedilmiş olması da bunun bir delilidir. Çünkü kâfir­ler ^putların zâtının haMkatına ibâdet etmişlerdi, lafızlarına değiL(...) İsim aynı şekilde delâlet edene de ıtlak olunur. Bu ise iki kısımdır. Birisi kadîmdir ki bu Allah Teâlâ'nın kadîm kelâmında kendi nefsi­nin tesmiyesidir. Bu isim konusundaki söz diğer kelâm konusundaki söz gibidir. Kelâm onun, ne ayn, ne de gayr olması bakımından bir sıfatıdır. İkincisi ise hadistir. Bu ise Allah Teâlâ'nın diğer şeylerle isimlendirilmesi gibidir, ayn değil, gayrıdır. Mu'tezile ancak bu iki tür isim ıtlâkından ikincisini kabul ederler, onlara göre birincisi sa­bit değildir çünkü onlar kadîm kelâmı reddederler.»[9]

İbn Kesîr'in Mısır baskısında ayrıca şu ek bilgi verilmektedir:

«Müslümanlar besmelenin Kur'an'dan ve Nemi sûresinden bir âyet olduğu konusunda iema' etmişlerdir. Ancak diğer sûrelerdeki yeri konusunda ihtilaflıdırlar. Selef bilginlerinden Mekke'li fakîhler ve kurra —ki bunların arasında İbn Kesîr de bulunmaktadır— Kûfell bilginler —ki bunların arasında Âsim ve Kurrâ'dan Kisâî yer almak­tadır— Medine halkından bazı sahabe ve tabiîn ile Şafiî ve onun tâ-bîleri, Sevri ve İmam Ahmed —iki görüşünden birisinde— imâmiye mezhebinden, keza sahabenin bilginlerinden— Hz. Ali, İbn Abbas, İbn Ömer, Ebu Hüreyre ile tâbiîn'in bilginlerinden Saîd îbn Cübeyr, Atâ, Zührî, İbn el-Mübârek yer almaktadır, bunlar besmele'nin her sûre­den bir âyet olduğu kanaatmdadırlar. Hüccetlerinin en kuvvetlisi de sahabenin icmâı ile Berâe( Tevbe) sûresinin dışında her sûrenin ba­şında yer alan Mushaf'ın diğer fukahâ tarafından kabul görmesidir. Onlar Kur'an'ı onda bulunmayan her şeyden tecrîd etmişlerdir. Bu­nun için de Fâtfha'nın sonuna «âmîn» kelimesini yazmamışlardır. Halbuki besmeleyi yazmışlardır.[10]

«Besmele, bütün milletlerin alışageldiği tabirlerdendir. Nitekim araplar herhangi bir şeyi devlet adamı veya kabile reîsi için yapmak isteyince ve kendini bütünüyle ona nisbet edince falanın adına bu işi yapıyorum der ve o emîrin yahut devlet reisinin adını zikrederlerdi. Çünkü bir şeyin ismi onun delili ve unvanıdır. Şayet ben bir işi ya­pıyorsam ve bu yaptığım iş, onu emreden hükümdar olmadığı takdir­de gerçekleşmesi mümkün olmayan bir iş ise; derim ki bu iş falanca sultânın adına yapılmaktadır, onun unvanını taşımaktadır ve eğer o olmasaydı ben bu işi yapamazdım. İşte Rahman ve Rahim olan Al­lah'ın adıyla işime başlarım demekle onun adına iş yaparım demek isterim. Yaptığım iş kendi adıma başlıbaşına yapılmış değildir, iş onun işidir. Sanki ben şöyle demekteyim; bu iş Allah içindir, benim onda hiçbir payım yoktur. Bir başka şekil de şöyledir : Bu işi mey­dana getiren kudret Allah Teâlâ'dır. Allah o kudreti bana vermemiş olsaydı ben bir şey yapamazdım ve bu iş benden sâdır olmazdı. Yap­tığım iş ancak ve ancak Allah adınadır, kendi adıma değildir. Eğer o bana bu işi yapma gücünü vermemiş olsaydı ben de onu yapamaz­dım. Nitekim besmele'deki bu mânâ Rahman ve Rahim lafzı ile ta­mamlanmaktadır. Ben, öyle bir iş yapıyorum ki, o iş kendi adıma ol­mayıp Allah Teâlâ adınadır. Çünkü ben güç ve yardımı ondan isti-yorum ve onun bana lütfederek yardımcı olmasını diliyorum. Eğer onun yardımı bulunmasaydı, ben bu işi yapamaz ve yerine' getire­mezdim.»[11]

 

Besmele'nin önemi:

 

Bilgin Ebu Muhammed Abdullah Abdurrahman İbn Ebu Hatim (r.a.) tefsirinde der ki: Bana babam... Tâvûs İbn Abbâs'tan nakletti ki Osman İbn Affân (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'a “Bismillahi’r-Rahmani’r-Rahim” i sorduğunda, Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: «O Allah'ın isimlerin­den bir isimdir. Allah'ın en büyük ismiyle onun arasında sadece iki gözün karasıyla akı arasındaki yakınlık kadar yakınlık vardır.» Bu hadîsi Ebubekr İbn Merdüveyh de... Zeyd el-Mübarek'ten böylece ri­vayet eder. Hafız İbn Merdüveyh, iki ayrı yolla... Ebu Saîd el Hudrî'-den rivayet eder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Meryem oğlu îsâ'yı annesi yazıcıya teslim etti ki ona yazmayı öğretsin. Öğret­men ona yaz deyince o ne yazayım dedi, öğretmen de  “Bismillahi” “Allah'ın adıyla» diye karşılık verdi. Hz. îsâ öğretmen'e «Allah'ın adıyla ne?» deyince, öğretmen bilmiyorum karşılığını verdi. Hz. îsâ ona dedi ki: «Be; Allah'ın bahâsı, sîn; senası mîm; de memleketidir. "Allah", ilâhların ilâhıdır. "Rahman" dünya ve âhirette son derece esirgeyicidir. "Rahîm" ise âhirette esirgeyicidir.»

İbn Cerîr de bunu İbrâhîm İbn Alâ'nın hadîsinde İbn Mes'ûd ve Ebu Saîd'den rivayet eder ve der ki, Rasûlullah (s.a.) böyle demiştir Fakat bu cidden garîb bir hadîstir. Rasûlullah'tan sonra gelen birisi tarafından nakledilmiş sahih bir hadîs de olabilir merfû olmayıpİsrâiliyattan da olabilir. En doğruyu Allah bilir.

Cüveybir de Dehhâk'tan benzer bir şekilde rivayet etmiştir. İbn Merdûyeh, Yezîd İbn Hâlid'in hadîsinden o, da Süleyman İbn Bürey-de'den bunu nakletmiştir. Bir rivayete göre Abdülkerîm Ebu Ümeyye, Ebu Büreyde'den o da babasından rivayet etmiştir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Bana öyle bir âyet indirildi ki Dâvûd oğlu Sü­leyman'la benden başka kimseye indirilmemiştir. Bu «Bismillâhirrah-mânirrahîm'dir.» Keza İbn Merdûyeh kendi işnâdıyla Abdülkerîm'-den... O da Câbir İbn Abdullah'tan rivayet eder, der ki: «Besmele na­zil olunca, bulut doğuya gitti, rüzgâr durdu, deniz dalgalandı, hay­vanlar kulak verdiler, şeytânlar gökten koğuldular. Allah Teâlâ İzzet ve Celâline yemin etti ki; kendisinin adı neyin üzerine anılırsa mu­hakkak onu kutlu kılar.»

İmâm Ahmed İbn Hanbel «Müsned» inde der ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer Âsım'dan rivayet ediyor. (Âsim diyor ki) Ebu Temîme'nin Hz. Peygamber (s.a.)'in terkisinden şöyle bahsettiğini işittim. O dedi ki, Hz. Peygamber (s.a.)'in ayağı kaydı, ben şeytan kör olsun (taise) dedim. Rasûlullah (s.a.) şeytân kör olsun deme, çünkü sen şeytân kör olsun dediğinde, o böbürlenir ve oen gücümle onu yıktım der. An­cak “Bismillahi” dediğinde o küçülür bir sinek gibi olur.» İmâm Ahmed'in rivayetinde böylece geçti.

Neseî gece ve gündüz bahsinde, İbn Merdüveyh de tefsirinde; Hâ­lid'in hadîsinde, nakleder ki..: İbn Üsâme babasından duymuş ve de­miş ki, «Ben Rasûlullâh'ın terkisinde idim...» ve yukardaki olayı zik­retmiş sonra şöyle demiş; Rasûlullah; «Sen böyle deme, çünkü o bü-yüklenir ve bir ev gibi olur. Bismillah de, o küçülür ve bir sinek gibi olur.» buyurmuş. İşte bu Allah'ın adının bereketi ve te'sîriyledir ki onunla her işe ve söze başlamak müstehaptır. Söze besmele ile baş­lamak : «Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlanmayan her şey eksiktir.» buyruğu uyarınca müstehaptır. İmâm Ahmed'in Müsned'inde ve diğer Sünen kitaplarında Ebu Hüreyre'nin Saîd İbn Zeyd'-den ve Ebu Saîd'den merfû' olarak : «Allah'ın adını zikretmeyen ki­şinin abdesti yoktur» buyruğuna binâen abdeste başlarken besmele çekmek müstehaptır. Ki bu hadîs hasen bir hadîstir. Ulemâdan bir kısmı abdeste başlarken besmele çekmeyi vâcib kabul ederken, bir kısmı da mutlak mânâda vacib kabul etmektedirler. Şafiî mezhebin­de kurban kesilirken besmele çekmek müstehaptır. Diğer bir cemaat mutlak mânâda zikir anında besmele çekmeyi vâcib kabul eder. İnşâallah ilerde yeri gelince açıklanacaktır.

Müslim'in Sahîh'inde Rasûlullah (s.a.)'in Ömer İbn Seleme'ye : «Allah'ın adıyla de, sağınla ye ve önünden ye.» buyruğu uyarınca yemek yerken besmele çekmek müstehaptır. Bazı bilginler bu halde besmeleyi vâcib saymışlardır. Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde İbn Abbâs'dan rivâyet edilen Rasûlullah (s.a.)'ın «sizlerden biriniz ehline yaklaşmak isterse "Allah'ın adıyla, Allah'ım sizi şeytân'dan uzak tut, şeytânrSTbke rızkettiğinden uzak tut" derse ve bir çocukları olur-sa şeytân ona ebediyyen zarar vermez.» buyruğu mucibince cima' anında ^3a besmele çekmek müstehaptır.

Besmeledeki  «ba»'nın müteallakının takdiri   konusunda nahivci--ler arasında iki görüş vardır. Bir kısmı onun isim, bir kısmı da fili , olduğunu zikrederler. Her ikisi de Kur'an'da vârid olmuştur. İsim tak­dir edenler başlamam Allah'ın adıyladır, diye takdir etmektedirler. Ni-cekim bu mânâda Yüce Allah Kur'an-ı Kerîm'inde şöyle buyurur:

«Nuh; ona binin» dedi, yürümesi de durması da Allah'ın adıyla­dır. Rabbin muhakkak ki Ğafûr ve Rahîm'dir» dedi.»  (Hûd, 41)

Fiil takdir edenler ise, Allah'ın adıyla başlarım veya Allah'ın adıyla başladım şeklinde emir veya haber kipini takdir etmektedir­ler. Nitekim Yüce Allah'ın şu âyet-i kerîme'si bu takdirdedir.

«Yaratan Rabbinin adıyla oku.» (A'lak, 1)

Her iki takdir de sahihtir, çünkü fiilin mutlaka bir masdarı ol­ması gerekir. Sen istersen fiili ve masdarını takdir edebilirsin, bu da önce besmele çektiğin fiile göre değişir. Eğer oturmak, kalkmak, ye­mek, içmek, okumak, abdest almak veya namaz kılmak gibi bir fiil ise meşru' kılınan, bunlann hepsine başlarken Allah'ın adını zik­retmektir. Bu tamamlanması ve kabul kılınması için Allah'tan yardım dileme, teberrük ve teyemmün içindir. En iyisini Allah bilir.

Bunun için İbn Cerîr ve İbn Ebu Hâtim'in İbn Abbâs'tan nak­lettikleri hadîste buyurulur ki; Cebrail'in Hz. Muhammed (s.a.)'e in­dirdiği ilk söz «Ya Muhammed (s.a.) koğulmuş şeytândan bilen ve işiten Allah'a sığınırım» de sözüdür. Sonra «Ya Muhammed Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla de» dedi. (İbn Abbâs der ki) Cebrail (a.s.) dedi ki: «Ey Muhammed (s.a.) Allah'ın adıyla oku, Rabbını zikret, O'nun zikri ile kalk ve otur.» Bu hadîsin lafzı İbn Cerîr Taberî'nin rivayetidir. [12]

 

Allah Lafza-i Celâlinin Anlamı:

 

Allah lâfzı yüce ve mübarek Rabbin a'lemidir. Onun ismi A'zam olduğu söylenir. Çünkü Allah'ın bütün isimlerini içine al­maktadır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka İlâh yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O Rahmân'dır, Rahîm'dir. O, öyle Allah'tır ki, Ondan başka İlâh yoktur. Melik, Kuddüs, Selâm, Mü'min, Mühey-min.  Aziz,  Cebbar, Mütekebbirdir.  Allah onların koştukları eşlerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, yarattıklarına şekil veren Allah'­tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde bulunanlar O'nu tesbîh eder. Ve O, Azîz'dir, Hakîm'dir.»  (Haşr, 22-24)

Diğer isimler sıfat olarak kullanılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöy­le buyurur:

«En güzel isimler Allah'ındır. Öyleyse ona bunlarla dua edin. Onun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıkları­nın cezasını göreceklerdir.» (A'râf, 180)

«De ki: "İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derse­niz deyin en güzel isimler O'nun içindir. Namazında sesini yükseltme de gizleme de. İkisi arasında bir yol bul."» (İsrâj 110)

Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Ebu" Hüreyre rivayet eder ve der ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: «Allah Teâlâ'nın doksan-dokuz ismi vardır, yüzden bir eksiktir. Kim onları sayarsa Cennet'e girer.» Bu isimlerin sayısı Tirmizî ve İbn Mâce'nin rivayetinde de vâ-rid olmuştur. İki rivayet arasında eksiklik veya fazlalık bakımından farklılık vardır.

Allah ism-i Celâli O'ndan başka hiçbir kimseye verilmeyen isim­dir. O Yüce ve Münezzehtir. Bunun için Arap dilinde onun iştikakı söz konusu olmamıştır. Nahivcilerden onun câmid isim olduğunu ve iştikakı bulunmadığını söyleyen bilginler vardır. Müştak olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlar ünlü şâir Rû'be el Accâc'in bir şiirini örnek gösterirler. Bu şiirde şâir masdar olarak «teellûh» kelimesini

kullanmıştır. “”âyetini İbn Abbas'tan rivayet edil­diğine göre o “”diye okumuştur. Yani İlâh kelime­sine ibadet mânâsını vermiştir. Yani o kendisine ibadet edilir fakat o ibadet etmez diye okumuştur. Mücâhid ve diğerleri de böyle demiş­lerdir. Kelimenin aslı el-İlâh idi. Kelimenin ilk harfi olan hemze haz­fedilmiş, zâid olan lâm ile kelimenin aslında olan (aynel fiili ve orta­sındaki lâm) birleşerek bir diğerine idğâm edilmiş ve ikisi birlikte şeddeli tek lâm haline gelmiş ve ta'zîm için tefhim edilerek «Allah» denilmiştir. [13]

İbn Kesîr'in Mısır baskısında ayrıca şu malûmat bulunmaktadır :

«Kurtubî; aralarında Hattâbî'nin bulunduğu bir topluluktan bunu nakletmiştr. İmâm Halîl ve Sîbeveyh'ten elif ve lam'ın lafza-i celâldan olduğunu rivayet eder. Nitekim Hattâbî der ki; sen Ya Allah derken

elif lâm'ı kullanıyorsun da, Ya Rahman derken elif lâm'ı kullanım-yorsun. Eğer elif lâm kelimenin aslında olmasaydı nida edatının elif ile lâm'ın üzerine gelmesi caiz olmazdı.

Lafza-i Celâl'in müştak olduğu da söylenmiştir.

Sîbeveyh, İmâm Halil'den nakleder ki, Lafza-i Celâl'in aslı fiâl vezninde ilâhtır. Hemzeye bedel olarak elif ve lâm getirilmiştir. Sî­beveyh der ki bunun benzeri en-Nas kelimesidir. Çünkü onun aslı nastır.

Lafza-i Celâl'in aslının lâhe olduğu ve elif ve lâm'ın tazim için getirildiği belirtilir. Sîbeveyh'in tercihi de bu görüştür.[14]

 

Lafza-i Celâl'in Etymolojisi:

 

Besmele'de 'ism'den sonra «Allah» kelimesi gelmektedir. Lafza-i Celâl adı verilen bu kelimenin etimolojisi, muhtelif dillerdeki kullanı­lışı, ifâde ettiği anlam üzerinde tefsir bilginleri çok dururlar. İslâm'a hâs özel bir isim olan Allah lafz-ı celâli, yalnızca İslâm'ın sâf tevhîd akidesini ifâde etmektedir. Şöyle ki;

İslâm'ın getirmiş olduğu sâf tevhîd akidesi, kâinatın ve eşyanın-yaratıcısı ve yoktan varedicisi olarak Allah  (c.c.)'ı kabul eder. Allah lafzı celâli sadece İslâm'ın kabul ettiği tanrı inancının a'lemi  (özel ismi)'dir. Ancak Allah lafzının aslı ve nereden geldiği konusu tartı­şılmış ve bu konuda değişik görüşler serdedilmiştir. Dil bakımından kelimeyi tahlil edenler, Allah kelimesinin aslının Lah olduğunu ve başına tarîf harfi olan el edatı­nın getirilmesiyle el-Lâh isminin elde edilmiş olduğunu bil­dirirler. Arap dilindeki el-Ayyuk ve el-Necm kelimelerinin başındaki ta­rîf harfini kelimeden ayırmak nasıl mümkün değilse el-Lâh kelimesinin başındaki tarîf harfini de kelimeden ayırmak aynı şekilde mümkün değildir. Bu gibi kelimelerde harf-i tarîf olan el, kelimenin ay­rılmaz bir parçası olmuştur. Bu görüşün doğruluğuna delil olarak da vallah billah gibi kelimelerde hemzenin yalnızca te­aruzda, bazan da hem telaffuzda, hem de yazıda hazfedilmesi gösteril­mektedir. Ancak Ya Allah gibi bazı kelimelerde hamzenin hazfedilmemesini, kelimenin başında bir tarîf harfinin bulunmadığına ielil getirenler de vardır.

Lâh kelimesi, arapça lâhe, yelîhu kelimesinden masdar olup gizli olma, irtifa ve ihticâb mânâlarına gelir. «Tesettür» eylemek manasınadır. Sîbeveyh (aleyhi'r - rahme) lâfzâ-i celâlenin bu maddeden iştikakını tecvîz eyledi. Ve bülend ve âli olmak manasına­dır.»[15] Aynı zamanda ma'bûd, ilâh mânâsına gelir. Arapçada ilâh karşılığı kullanılan; lâhüm, Lâhüm-me ve el-Lâhümme isimleri de buradan gelmektedir. «Ülûhiyyet; ubû-diyyet vezninde, kulluk eylemek, ibâdet manasınadır. Müstecma-i cemî-i sıfat olan ism-i celâlde bu maddeden me'hûzdur ki aslı ilâh idi (...) Laf-za-i celâle hakkında ulemâ-i kiramın yirmi akvâl-i muhtelifeleri var­dır. Ve ilâh, vech-i mezkûr üzere ma'bûd mânâsına olmakla putpe­restlerin ma'bûd ittihâz eyledikleri asnâm-ı bâtıle kendi ind ve i'ti-kadlarında ilâh olur(...) Şârih der ki; Hazret-i Vâcib'ül - Vücûd Celle Şânühü, zât-ı Eceli ve â'lâsında ukûl ve efhâm ve evham mütehayyir olduğu gibi, zât-ı A'zamma dâll olan ism-i şerifinde dahi mütehay­yir oldular. Lâkin esahh-i akvâl; a'lem ve ğayr-i müştak olmasıdır. Mütercim-i hakîr der ki; Allahümme lafzında bazı ehl-i tahkik de­mişler ki, ind el-Basriyyîn aslı, ya Allah olup kesret-i isti'mâlinden nâşi harf-i nida hazf ve âhirine iki mim ta'vîz ve idğâm olundu. Mi­min ta'vîzinin vechi budur ki, mim, hurûf-i gütmedendir. Ve ya harfi iskân olundukta mim gibi mahreci hayşûme karîb olur. Zira mimden ve ya'dan hayşûmda bir savt hâsıl olur ki ana ğunne derler. Pes beynlerinde münâsebet olmuş olur. Ve mahzûf ya ile elif olmakla, anlardan iki mim ta'vîz olundu ve teberrüken bi ismihi Teâlâ min ahire ilhak olundu.(...)» [16]

İlâh kelimesi lügatte, ısınmak, alışmak, korkulan bir işin başa gelmesi, birisini korumak, kurtarmak, birisine aşırı sevgi ile yönel­mek, deve yavrusunun anasına düşkün olması, kulluk etmek, örtün­mek, gizlenmek mânâlarına gelir. [17]

Allah Lafza-i Celâlinin başındaki eliflâm harf-i ta'rîf olarak alı­nacak olursa, Lâh kelimesinin, önceleri başka bir anlam­da kullanılırken, sonradan Cenâb-ı Hakk'ın zâtı için kullanılmak üzere vaz'olunmuş menkûl bir kelime olması gerekir. Nitekim Basriy-yûn'a göre (Basra'lı dil bilginleri) Allah ism-i Celâli menkûldür. Kû-fiyyûn'a (kûfe'li lisan bilginleri) göre de bu kelime menkûldür. An­cak Basra'lıların kabul ettiği gibi Lâheden değil, ilâh anlamına gelen el-İlâh dan menkûldür. İlâh kelimesinin hemzesi hazfedilmiştir, ona bedel olarak harf-i ta'rîfteki eliflâm kon­muş ve böylece harf-i ta'rif, kelimenin ayrılmaz bir parçası olmuş­tur. Lâh kelimesinin Süryanca (Lâha) kelimesinden arapçalaştırıldığını söyleyenler bulunduğu gibi, Aramcadaki «Alâhâ» keli­mesinde bozulmuş bir şekli olduğunu söyleyenler de çıkmıştır. İbran-cadaki «Elohim» kelimesi ile arapçadaki «Lâhüm» kelimesi arasında irtibat bulunduğu da belirtilir. Lâh kelimesi ile eâhiliyet devri arap-larının tapındığı bir put olan «Lât» kelimesi arasında ilgi kuranlar da vardır. [18]

Allah lafzının yabancı dilden arapçalaştırılmış olmayacağım söy­leyenler ise kelimenin mu'rab ve munsarıf olmasını delil gösterirler.

İslâm, terminolojiye özel bir önem verir. Başka dinler ve inanç­larla alâkası bulunan kelimeleri kullanmamaya itinâ gösterir. Bunun için Lafza-i Celâl, yalnızca İslama mahsus bir isimdir. Hem başka bir kelimeden türetilmemiş, hem de önce başka bir anlama kullanı­lırken sonra bugünkü anlamına kullanılmamıştır. O, doğrudan doğ­ruya hakîkî ma'bûdun a'lemi olarak vaz'edilmiştir. Allah lafzı, ülû-hiyyet ve ma'bûdiyyet sıfatlarından değil, bu sıfatlar Cenab-ı Allah'ın zâtından alınmıştır. Binaenaleyh onun zâtı, her şeyden öncedir ve ilktir. Allah, ibâdete müstahak olduğu için Allah değil, bizatihi (ken­diliğinden) ve lizâtihi (kendisi için) Allah olduğundan ibâdete lâyık­tır. Dolayısıyla ibâdet, onun zâtından sonra gelir. Bütün varlıklar bi­lerek veya bilmeyerek Allah'a ibâdet ederler. Mü'minler bu ibâdeti irâde ve şuûrlarıyla îfâ ederken, mü'min olmayanlar zorla, istemeye­rek ve farkında olmaksızın Allah'a kulluk ederler.

Gerek Lafza-i Celâlin, gerekse onun türetildiği söylenen İlâh veya Lâh lafzının lügat anlamlarından şu hususlar ortaya çıkıyor :

Kulluk ve ibâdet için, kendisinin dışındaki bir güce doğru yöne­len insanın zihninde, yaptığı şeyin kendisinden daha üstün, kuvvetli ve kendisinin ihtiyâçlarını giderecek birisine karşı itaat ve bağlılık ol­duğu gerçeği yer eder. Bu güç, onun ıstırap ve acılarını dindirmeye muktedir olduğu gibi, gerekirse onu koruyup emniyet ve selâmete de çıkarır. Dolayısıyla insan, kendisinden daha zayıf ve daha güçsüz bir varlığa karşı saygı ile yönelme gereği duymaz.

Diğer milletlerin dilinde Allah Lafza-i Celâlini karşılayacak aynı anlam ve muhteva genişliğine sahip bir kelime yoktur. Zira İslâm'ın dışındaki dinlerin ilâh telâkkisi İslâm'dan tamamen farklıdır. Bu se­beple, diğer dinlerdeki ilâhlara, ancak ilâh, tanrı, Rab, Huda Çalab • s ismi verilebilir. Allah ismi ise asla verilemez. Bunun sebebini an­layabilmek için, İslâm dışı dinlerin ilâh telâkkisine göz atmak gere-inr Bilindiği gibi eski kavimlerden herbirisi kendi milletine has ilâh-i.r ediniyorlardı. Bu ilâhlar çoğunlukla beşerî ihtirasların zebûnu varlıklar olarak kabul ediliyordu. Sözgelimi eski Mısır'ın mitolojik din­lerine göre zaman ilâhı Keb ile gök tanrıçası Nut'un evlenmesinden meydana gelen Osiris kıskançlık yüzünden Seth tarafından öldürü­lerek, oniki parçaya bölünmüştü. Eski Çin dini olan Sinizm'e göre tanrı Çang - Ti'nin soyundan gelen Çin hükümdarı göğün oğludur.
Hind dinlerindek İlâhlar her türlü beşerî eksikliklerle ma'lûl bulunu­yorlardı. Gök gürültüsü, fırtına ve yağmur gibi olayların ilâhı olan İndra,' çok zâlim ve ğaddâr bir ilâhtır. Keza Sümerlerin ilâhı olan Marduk, ulûhiyyeti diğer tanrılarla savaşarak —tıpkı krallar gibi—elde etmişti. İran dini olan Mecusîlikte ise iyilik tanrısı olan Hürmüz ile kötülük tanrısı Ehrimen devamlı savaşmaktadırlar. Hangisi ğâlip gelirse ona bağlı olarak yeryüzünde iyilik veya kötülük ğâlip gel­mektedir. Bugünkü Avrupalıların ataları olan Kelt'lerin dininde, in­sanlar vahşîce ilâhlara kurban edilirdi. Aztek'lerin harb ilâhı olarak kabul ettikleri Viçli-Puçli, insan yüreği yemekten hoşlanan zâlim ve savaşçı bir ilâhtı.        

Batı dillerinde ilâh mukabili kullanılan (Fransızca, «Dieu», İn­gilizce, «God»; Almanca «Gott»; İtalyanca «Dio») kelimeler temelde( Yunanca Theos ve Latince Deivos kelimelerine dayanmaktadır. Bu kelimeler de bilindiği gibi Yunan mitolojisinin insan şeklindeki tan­rı anlayışına (antropomorfik) dayanmaktadır. Çoğunlukla beşerî zaaflar ve eksiklerle ma'lûl olan bu Yunan menşe'li ulûhiyet inancı önce Roma'ya, ordan da Hıristiyanlığa geçmiştir. Yunan politeizmi Roma'nın hıristiyanlığı kabul etmesiyle tamamen Hıristiyan dinini is-tîla etmiştir. Ve bundan sonra Hıristiyan ma'bedlerine Hz. İsa'nın ve Meryem'in heykeleri konmuştur. Bugünkü Batı dünyası Yunan ve Roma politeizmini, isminin dışında her şeyi ile almıştır. Dolayısıyla onların ulûhiyyet fikri, bir türlü saf tevhide ve tevhîddeki her şey­den tecrîd edilmiş Allah anlayışına yaklaşamamaktadır.

Yahudi milletinin millî ilâhı olan Yahova, kendi kavmi olan İsrailoğullarının dışında kalan kavimlere karşı son derece zâlim ve gaddardır.

İslâm'ın Allah'ı yalnız müslümanların değil tüm âlemlerin Rabbi'dir. Bütün varlıklar isteyerek istemeyerek, bilerek bilmeyerek ona bo­yun eğer ve ibâdet ederler. O'nun zâtı, her türlü tavsif ve temsilden münezzehtir. İnsan kendi idrâk ve duyu vasıtalarıyla Allah'ın zâtım neye benzetirse Allah onun gayrıdır. Dolayısıyla şirke hiç yer yoktur. İslâm'ın ilk şartı, Allah'ı her türlü şirk unsurlarından tenzih etmek­tir.

Binâenaleyh, İslâm'ın Allah akîdesiyle öbür dinlerdeki ilâh fikri arasında mukayese kabul etmez büyük farklar vardır. Ve bu, ancak İslâm çerçevesi içerisine girildiği takdirde kavranır. Dışardan sırf baş-ka ilâhlarla irtibat kurularak kavranamaz. İslâmın tamamen mücer-red bir vasfı hâiz olan vahdâniyyet görüşünün ifâdesi olan Allah, sa­dece İslâm'a hâs özel bir isimdir. Onu başka hiçbir terimle karşıla­mak veya başka dinlerin ilâhlarıyla kıyaslamak mümkün değildir.[19]

 

Rahman ve Rahim:

 

Rahman ve Rahim ismi rahmet kökünden mübalağa vezninde türemiştir. Rahman ismi Rahîm isminden daha mübalağalıdır. İbn Ce-rîr Taberî bu konuda ittifak edilen görüşü şöylece özetlemektedir : Se­leften gelen bazı tefsirde îsâ (a.s.)ya dayanan ve yukardaki şekle de* lâlet eden bir rivayet vardır. Şöyle ki: îsâ (a.s.), «Rahman; dünya ve âhirette fazla esirgeyici, Rahîm 13e yalnızca âhirette esirgeyici anlamı-nadır» demiştir. Bazıları ise bu' isimlerin türetilmemiş olduğu kanaa-tındadırlar. Zira türemiş olsaydı rahmet edilenin zikriyle birleştiril-mezdi. Nitekim âyet-i Kerîme'de «O mü'minler için Rahîm'dir» buyurulmuştur.

İbn Cerîr der ki, bize Şerri İbn Yahya el-Temimî, Azremî'nin söy­le dediğini bildirir. Rahman ve Rahîm derken; Rahman tüm yaratıklara Rahîm ise mü'minlere merhamet eden anlamınadır. Denilir ki bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur :

«Gökleri yeri ve ikisinin arasındaküeri altı günde yaratan, sonra da arşa hükmeden Rahmân'dır. Bunu, haberdâr olana sor» (Fürkan, 59)

«O Rahman arşı istilâ etti.» (Tâhâ, 5).

İstiva kelimesinin Rahman ismiyle zikri, rahmetini bütün yaratık­larına yaygınlaştırmak içindir. Yine : «Ve o mü'minler için Rahîm olan­dır». (Ahzâb, 43) buyurmuştur ki burada Rahîm ismini mü'minlere tahsis etmiştir. Derler ki, bu da gösteriyor ki Rahman rahmet bakımın­dan daha çok mübalâğadır. Çünkü her iki dünyada tüm mahlûkâta rah­met eden anlamına gelir. Rahîm ise, mü'minlere hâstır. Lâkin me'sûr olan duada dünya ve âhiretin Rahmanı ve Râhîmi diye zikredilmiştir.

Allah Teâlâ'mn Rahman ismi yalnız O'na mahsûstur ve O'nunla başkası isimlendirilmemiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

«De ki: «İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini der­seniz deyin en güzel isimler O'nun içindir. Namazında sesini yükselt­me de gizleme de. İkisi arasında bir yol bul.» (İsrâ, 110).

Bazıları derler ki; Rahîm, Rahmân'dan daha çok mübalağa ifade eder. Çünkü o Rahman lafzını te'kîd için gelmiştir. Te'kîd eden te'kîd edilenden daha kuvvetli olmalıdır. Ona cevap olarak denilir ki, bura- da te'kîd babında değil sıfat babında zikredilmiştir. Binâenaleyh zik­redilen husus söz konusu değildir. Şu halde Allah'ın başka hiçbir kim­seye verilmeyen ismi celâlinin önce söylenip ardından Rahman sıfa­tıyla tavsif edilmesi onun Rahman sıfatıyla başkasına isim olarak ve­rilmesini önler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

«De ki ister Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz deyin en güzel isimler O'nun içindir.»  (İsrâ, 110).

Yemâme'li Müseyleme bu konuda azgınlık yapınca kendisine sa­pıklardan başka kimse uymamış ve o haddi aşmıştır.

Râhîm sıfatına gelince, Allah bu sıfatı kendinden başkaları için de kullanmıştır :

«Andolsun ki, size kendinizden bir peygamber gelmiştir ki, sıkın­tıya uğramanız kendisine ağır gelir, sizin üzerinize düşkündür, mü'min-lere Rauf ve Rahîm'dir.» (Tevbe, 128).

Kendinden başkalarım diğer isimlerinden bir kısmıyla tevsif ettiği de vâriddir. Nitekim şöyle buyurur:

«Biz insanı katışık bir damla sudan yaratmışızdır. Onu deneriz. Bu yüzden onu işitici ve görücü yaptık.» (İnsan, 2).

Hâsılı kelâm, Allah Teâlâ'nın isimlerinden bir kısmı başkalarına verilebilir, bir kısmı verilemez. Bu verilemiyenler arasmda Allah, Rah­man, Halik, Râzık (...) Ve benzeri isimler yer alır. Bunun için her şeye Allah'ın adıyla başlanır ve Rahman sıfatıyla devam edilir. Zira Rah­man Rahîm'den daha özel ve daha çok bilinenidir. Çünkü isim önce en saygıya değer isimlerle başlar ve bu yüzden en özel olan isimler kulla­nılmıştır.

Denilirse ki: Rahman ismi mübalağa bakımdan, Rahîm'den daha fazla olduğuna göre, sadece Rahmân'la yetinilip Rahîm söylenmezse olmaz mıydı? Horasanlı Atâ'dan (aşağı yukarı) şu anlamda bir ifâde rivayet edilir : Eğer Rahman lafzıyla Allah'tan başkası da adlandırı­lacak olursa, bunun Allah olması vehmini bütünüyle ortadan kaldır­mak için Rahîm lafzı da getirilmiştir. Çünkü Allah'dan başkası Rah­man ve Rahîm lafzıyla nitelendirilemez. İbn Cerîr de Atâ'dan aynı şe­kilde rivayet eder. Şüphesiz ki, en doğruyu Allah bilir.

Bazılarının kanâatına göre araplar Rahman lafzını bilmezlerdi. Onun için Allah Teâlâ onlara reddiye makamında şöyle buyurmuştur :

«De ki: «İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derse­niz deyin en güzel isimler O'nun içindir. Namazında sesini yükseltme de gizleme de. İkisi arasında Dir yol bul.» (İsrâ, 110).

Bu sebeple Kureyşli kâfirler Hudeybiye Muahedesinin imzalandığı gün Rasûlullah (s.a.) Hz. Ali (r.a.) ye «Rahman ve Rahîm olan Allah'­ın adıyla» şeklinde yazmasını buyurunca; müşrikler «biz ne Rahman’ı ve
ne de Rahîm'i tanırız» dediler. Bu olayı Buhârî de nakleder. Bazı rivâyetlerde ise şöyle dediler: «Biz Rahman diye bir şey tanımıyoruz, sa­dece Yemâme'nin Rahmân'ını tanıyoruz. Allah Teâlâ buna karşılık şöy­le buyurdu :

«Onlara : «Rahmân'a secde edin» denildiği zaman, Rahman da ne­dir? Senin bize emredegeldiğine mi secde edeceğiz» derler. Ve bu onla­rın nefretini artırır.» (Furkân 60).

Anlaşılan odur ki müşriklerin bu inkârı inâd, direnme ve küfürde İsrardan başka bir şey değildir. Zira câhiliyet devri Arap şiirinde Al­lah Teâlâ'ya Rahman adının verildiği görülmektedir.

İbn Cerîr Taberî der ki; bize Ebu Küreyb... Abdullah İbn Abbâs'-

tan nakletti ki şöyle demiş : Rahman fa'lân vezninde olup rahmet kökünden gelmektedir. Bu Arapların kullandık­ları sözler arasında vardır. Ve dedi ki, “Er-Rahmani’r-Rahim” sevdiğine yu­muşaklık, sevgi ve rıfk ile muamele ederek rahmet eder. Kızdığı kimse­ye karşı da rahmetten uzak davranır. O'nun bütün isimleri bu şekilde­dir. Yine İbn Cerîr der ki; bize Muhammed İbn Beşşâr... Hasan'dan nakletti ki o şöyle demiş : «Rahman ismi başkası için memnû'dur.»

İbn Ebû Hatim Hasan'dan nakletti ki o şöyle demiş: Rahman in­sanların edinebilecekleri bir isim değildir. Çünkü o Yüce ve Mübarek zât'ın adıdır. [20]

Rahman ve Rahîm sıfatlan ile Fatiha konusunda merhum Reşid Rızâ der ki:

Ümmü Seleme'nin hadîsinde zikredilir ki Rasûlullah (s.a.) Fatiha sûresini okurken her harfi keserek okurmuş. Bu sebeple bazıları ayni şekilde okumuşlardır ki bunlar bir gruptur. Bir kısmı ise vaslederek okumuşlardır. Rahîm'in mîmi, iki sakini birleştirdiği için kesre olarak okunmuştur ki bunlar cumhuru teşkil ederler. Kisâî ise Kûfe'lilerden naklederek mîmi üstün ve hemzeyi vaslederek okuduklarını söylemiş­tir. Hemzenin harekesini teslîm ettikten sonra mîme nakletmişlerdir.

İbn Atâ der ki, bu benim bildiğim hiçbir kırâette yoktur.

İbn el:Enbârî, Zahîre'de Müberrad'den nakleder ki Rahman Arap­ça değil İbranca bir isimdir.

Ebu İshâk el-Zeccâc «Maânî el-Kur'an» adlı eserinde (der ki) Ahmed İbn Yahya, Rahman kelimesinin arapça, Rahîm kelimesinin ibran­ca olduğunu söylemiştir. Bunun için de ikisi birleştirilmiştir der. Ebu İshâk bu sözün, rağbet edilmeyen bir görüş olduğunu belirtir. Kurtubî der ki; Rahman kelimesinin türetilmiş olduğunun delili Tirmizî'nin tahrîc ettiği ve sahîh kabul ettiği Abdurrahmân İbn Avf (r.a.)'dan nakledilen hadîs-i şeriftir. O, Rasûlullah (s.a.)'ın şöyle buyur­duğunu işitmiştir: «Allah Teâlâ der ki; Ben Rahmân'ım, Rahîm'i ya­rattım ve ona kendi adımdan bir ad eşleştirdim. Binâenaleyh sıla-i Rahîm yapanlara Ben de sıla yaparım, sıla-i rahmi kesenleri Ben de ke­serim.»

Kurtubî diyor ki; Arapların Rahman ismini reddetmeleri; Allah'ı bilmemeleri ve O'na gereken saygıyı duymamalarındandır. Sonra şöyle

devam ediyor: Denilir ki Rahman ve Rahîm “Fa’lan ve Fail” şeklinde aynı mânâyadır. Bunu söyleyen Ebu Übeyd'dir. Denilir ki, Fa'lân vez-niyle fail vezninin yapısı aym değildir. Çünkü fa'lân vezni fiilin müba­lağası için kullanılır. Fail vezni ise bazan fail bazan da mef'ul mânâsı­na gelir.

Ebu Ali el-Fârisî der ki: Rahman Teâlâ'ya mahsûs olup, tüm rah­met türlerini içine alan umûmî bir addır. Rahîm ise mü'minler için sözkonusu olur. Nitekim Allah Teâlâ : «Ve o mü'minler için rahîm olan­dır» buyurur.

İbn Abbâs der ki: Rahman ve Rahîm birbirine çok yakın iki isimdir. Biri diğerinden daha çok rahmet sahibi anlamına gelir. Sonra Hattâbî'den ve diğerlerinden nakledilir ki onlar bü sıfat konusunda müşkilpesend olmuşlardır ve öyle sanıyoruz ki daha çok yumuşaklık anlamına gelir demişlerdir. Nitekim hadîste : «Allah yumuşaktır, bü­tün işlerde yumuşaklığı sever. Ve o baskı ile vermeyeceğini yumuşaklık­la verir.» buyurulmuştur.

İbn el-Mübârek ise, Rahman isteyince veren, Rahîm ise, istenmeyin­ce kızan anlamınadır, der.

İşte, Allah Teâlâ Rahman ve Rahîm olduğunu bize öğreterek kalbi­mizi kendine çekmektedir. Ancak kullarından hepsi bu lûtfun şuuru­na ermekte midirler ki istenilen şekilde kendilerini cezbeye teslim ede­bilsinler. İçinizden doğru ve eğri demeden istediği gibi yola gidenler yok mu? İşte bunun için Hakk Teâlâ rahmetini zikrettikten sonra ceza ve din gününü zikretmektedir ve bize kullarının amellerine göre ceza­landırılıp değerlendirileceğini öğretmektedir. Kullarına rahmetinin so­nucu olarak O insanları teşvik ve korkutma gibi iki eğitim metoduyla terbiye etmektedir.» [21]

«Rahman» ve «Rahîm» kelimelerinin aynı manâya geldiklerini be­lirten Şeyh Muhammed Abduh der ki:

«Ben, bir müslümamn gerek kendi kendine, gerekse diliyle «Kur'an' da. kendisinin müstakil bir mânâsı olmaksızın başka bir kelimeyi te'kid sadedinde gelen bir kelime olduğunu» söylemesinin dahi doğru olma-dığı kanaatindeyim. Belirli bir mânâsı olmayan bir harf dahi Kur'an' da vârid.olmamıştır.»

Cumhûr'a göre Rahman «Büyük nimetler veren», Rahim ise «İn­ce, dakîk nimetler veren» anlamındadır.

Bazıları da şöyle demişlerdir :

«Rahman, hem kâfirlere hem de başkalarına —umumî olarak— nîmet veren Rahim ise sadece mü'minlere nimetler veren anlamlarına gelmektedir.»

Bütün bunlar, filolojide yeralan «kelimenin yapısındaki harf faz­lalığı, mânâdaki fazlalığa işarettir.» kaidesine dayanmaktadır. Ancak kelimedeki harf sayısının fazlalığı sıfatta bir ziyadeliği gerektirir. Me­selâ, «Rahman» kelimesinin sîgası verilen ihsandaki fazlalığa işaret et­mektedir. İhsan ister büyük, isterse dakîk olsun. Ama bunda «harfi çok olan lafzın delâlet ettiği ihsanın bölümleri -fertlerinin- harf sayısı da­ha az olan lâfzın delâlet ettiği ihsanın bölümlerinin daha büyük olması kastedilmemektedir. «Rahman» kelimesi «genel ihsanları, nimetleri ve­ren» mânâsındadır diyen doğru anlama yaklaşmışsa da sefer «Ra-hîm» kelimesinin medlulünü mü'minlere tahsis etmek suretiyle hatâ etmiştir. (...)

Sonra kendi görüşünü şöyle açıklar :

«Biz de  diyoruz  ki: «Rahman»   lâfzı fiilî bir  sıfat  olup   «fa'âl» kelimesinde olduğu gibi mübalâğa mânâsı vardır.

Kur'an, insanların sıfatlarına benzemekten münezzeh olan Al­lah'ın sıfatlarını anlatırken dahi Arap dilinin belâğatlı üslûbunu bı­rakmamıştır. «Rahman» lâfzı fiilen rahmet izleri —ki bu da ihsan ve nimetleri bol bol vermektir— kendisinden sâdır olan kimseye delâlet etmektedir. «Rahîm» kelimesi ise bu ihsan ve rahmetin kaynağına —menşeine— işaret etmektedir. Bu mânâda ve her ikisinin de Allah'­ın sıfatlarından olması hasebiyle birisi diğerinden bizi müstağni kıla­maz ve ikincisi birinciyi kuvvetlendirme —te'kîd— için de gelmiş ola­maz. Zira Arap Allah'ın «Rahman» sıfatını duyduğu zaman; bundan Allah'ın, bilfiil nimetleri veren olduğunu anlar. Ancak «Rahmet» in onun dâimi ve zâtına vâcib sıfatlardan olduğuna itikâd etmez. Zira fiil —nî­met verme işi— bazan kesilebilir. Arızî olduğuna göre de lâzım ve sabit bir sıfattan neş'et etmiş olamaz. Ancak «Rahîm» lafzını —sıfatını— işit­tiği zaman Allah'ın zâtına uygun düşecek ve O'nun razı olacağı bir şe­kilde inancı kemâle ermiş olur.[22]

 

Hamd:

 

- Hamd, âlemlerin Rabbı Allah'a mahsûstur.

Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî derki; «hamd» in mânâsı, şükrün sa­dece Allah'a mahsûs olması ve Onun dışında tapınılan hiçbir şeye, ya­ratıklarından hiç birisine şükredilmemesidir. Çünkü Allah, kullarına sayıya gelmeyecek ve sayısı kavranılamıyacak kadar nimetler ihsan et­miştir. Bu nimetleri O'ndan başka kimse bilmez. Kendisine itaat et­meleri için âletleri düzeltmiş, farzlarını yerine getirmeleri için mükel­leflerin vücûd ve organlarını takviye etmiş, kendilerine dünyada ge­niş rızıklar ihsan etmiş, hak etmedikleri halde dünya hayatını nîmet ve gıdalarla gıdalandırmış, ebedî nimetler yurdunda sürekli olarak karâr kıl­malarını sağlıyacak sebepleri önlerine sererek onları uyarmıştır. Bü­tün bunlardan dolayı başta da sonda da hamd Rabbımıza mahsûstur.

İbn Cerîr : «Elhamdülillah» sözü Allah'ın, güzel isimleriyle ve yü­ce sıfatlarıyla övülmesidir. Allah'a şükür ise nîmet ve ihsanlarıyla övül-mesidir. Sonra bu görüşü reddederek hülâsatan şöyle der : Arap dilini silenlerin tümü hamd ve şükür kelimelerinin birbirinin yerine kulla­nıldığını görürler. İbn Cerîr'in iddiası üzerinde düşünülmesi gerekir. Çünkü daha sonraki bilginlerden birçoğu tarafından meşhur olan ka-nâata göre hamd; hamd edilene lâzım ve müteaddî olan sıfatlarla övgüdür. Şükür ise ancak müteaddî sıfatlarla olabilen bir sözdür ve bu; dille, gönülle ve erkânla olur. Lâkin bilginler hamd veya şükür sözle­rinden hangisinin daha genel olduğunda ihtilaflıdırlar. Gerçek odur ki aralarında umumiyet ve hususiyet bakımından iki görüş vardır. Şöy-leki; hamd, şükürden daha geneldir. Çünkü o, hem lâzım, hem de mü­teaddî sıfatlarla kullanılır. Siz, bir kişinin biniciliğine hamdettim, cö­mertliğine hamdettim diyebilirsiniz, şükür ise daha özeldir çünkü o ancak sözle olabilir. Şükür; kaville, fiille ve niyetle olması hasebiyle daha geneldir. Daha önce de geçtiği gibi müteaddî sıfatlarla olması ne­deniyle de daha özeldir, çünkü bir kişiye biniciliğinden dolayı şükret­tim denmez de cömertliğinden ve ihsanından dolayı şükrettim denir. Bu da müteahhirîn bilginlerinden bir kısmının görüşüdür. En doğruyu şüphesiz Allah bilir.

Ebu Nasr İsmâîl Hammâd el-Cevheri der ki; Hamd zemm'in tersi­dir. Hamd; şükürden daha geneldir. Şükür; ihsan eden kişiye iyilikle­rinden dolayı övgüdür. Medh ise hamd'den daha geneldir, çünkü hem canlı, hem ölü, hem de cansız varlıklar için kullanılır. Keza yemek gibi şeyler ile de medh edilir. Ayrıca ihsandan önce ve sonra da medh edilebilir. Keza müteaddi ve lâzım sıfatlarla da medh irad edilir bu yüz­den o daha geneldir. [23]            

 

Hamd Konusunda Geçmişlerin Görüşleri:

 

. "İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... İbn Abbâs (r.a.)'dan naklet­ti., O demiş ki Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi: «Biz Sübhânallah ve lâ ila­he illallahın ne demek olduğunu biliyoruz. Elhamdülillah ne demektir?» Hz. Ali buyurmuş ki: «Elhamdülillah kelimesi Allah'ın kendi nefsi için seçtiği bir sözdür.» Başkaları ise Hafs'tan naklen derler ki Hz. Ömer arkadaşlarının yanında Hz. Ali (r.a.)'ye şöyle dedi: «Biz, Lâ ilahe illal­lah, Sübhânallah ve Allahü Ekber lafızlarının mânâsını biliyoruz, El­hamdülillah ne mânâya gelir?» Hz. Ali şöyle buyurdu: «Elhamdülil­
lah Allah'ın kendi nefsi için seçtiği, hoşlandığı ve söylenmesini istedi­ği sözdür.»               

Ali ibn Zeyd... Yûsuf İbn Mihrân'dan nakleder ki; İbn Abbâs şöy­le demiş : «Elhamdülillah şükür kelimesidir: Kul elhamdülillah deyin­ce, Allah kulum bana şükretti der.» İbn Ebu Hatim de bu rivayeti nak­leder. İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr, Bişr İbn İmâre'den naklen... İbn Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler. «Elhamdülillah, Allah'a şükür­dür, ona boyun eğmektir. O'nun nimetini ikrar ve hidâyetini kabuldür ve buna başlangıçtır.»     

Kâ'b el-Ahbâr der ki: Elhamdülillah Allah'a senadır. . Dahhâk der ki: Elhamdülillah, Rahmân'm örtüşüdür. Hadîste de bu şekilde vârid olmuştur.                .               -              '

İbn Cerîr der ki: Bize Saîd İbn Amr... Hakem İbn Ümeyr'den nak­letti ki Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Elhamdülillâhi Rabbi'l Âlemîn» denildiği zaman Allah'a şükretmiş olursun, O da sana (nimeti­ni) artırır.

İmâm Ahmed İbn Hanbel, Esved İbn Serî'den rivayet eder ki o şöy­le demiş : Ey Allah'ın Resulü, Rabbın Tebâreke ve Teâlâ'yı hamd ede­ceğin hamdlerle beni ihya eder misin? diye söylediğinde, buyurdu ki: «Bilmez misin Rabbin hamd'i sever.» Bu hadîsi Neseî Ali İbn Hacer ka-naliyle Esved İbn Serî'den nakleder.

Hafız Ebu İsa el-Tirmizî, Neseî ve İbn Mâce, Musa İbn İbrahim'­den... Câbir İbn Abdullah'ın şöyle dediğini nakleder : Resûlulah (s.a.) buyurdu ki; zikrin efdali «Lâ İlahe İllallah»tır. Duânm efdali ise «El­hamdülillah» tır. Tirmizî bu hadîs'in garîb ve hasen olduğunu söyler.

Elhamdü'deki eliflâm istiğrak içindir. Çünkü bütün hamd türleri­ni ve sınıflarını içine alır. Nitekim hadîste şöyle buyurulur : «Allah'ım, bütün hamd sana mahsûstur, bütün mülk senindir, bütün hayırlar se­nindir ve bütün işler sonunda Sana döndürülür.» [24]     

 

İZAHI

 

İbn Kesîr'in Mısır baskısında ayrıca şu bilgiler bulunmaktadır:

Kırâet-i Seb'aya göre «elhamdü»nün dal'ı ötredir. Çünkü mübtedâdır.

Süfyân İbn Uyeyne ile Ru'be İbn el-Haccâc derler ki «elhamdü»nün dalı ötre değil üstündür ve bunun başında bir fiil gizlenir. İbn Ebu Leylâ ise lâm'ın ve dâl'in ötre olduğunu söyler. Bu konuda birçok de­lil gösterirlerse de delilleri şazdır. Hasan ve Zeyd İbn Ali ise «elham-dü»nün dâl'ını esre olarak okurlar.

İbn Mâce, Enes İbn Mâlik (r.a.)'den nakleder ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Allah bir kula bir nîmet lütfedince kul «elhamdü­lillah» derse, muhakkak ki veren alandan daha üstün olmuş olur.» Kur-tubî tefsirinde ve Nevâdir el-Usûl'de, Enes İbn Mâlik'in Rasûlullah (s.a.)'dan şöyle duyduğunu nakleder: «Eğer bütün dünya pislikleriyle ümmetimden bir kişinin elinde bulunsa, sonra o elhamdülillah dese mu­hakkak ki o Elhamdülillah sözü bunların hepsinden daha üstün olur­du.» Kurtubî ve diğerleri derlerki «O'na Allah'a hamdolsun» ifâdesinin ilham edilmesi; verilen bütün dünya nimetlerinden daha çok olurdu. Çünkü hamd'in sevabı yok olmaz, dünyanın nimetleri ise yok olur. İbn Mâce'nin Sünen'inde İbn Ömer'den nakledilir ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Allah'm kullarından bir kul demiş ki: Ey Rab-bim hamd Sanadır, vechinin celâline, saltanatının azametine lâyık ol­duğu şekilde hamd Sanadır. Kirâmeyn kâtibin adı verilen melekler bu­nu nasıl yazacaklarını bilememişler, Allah'ın huzuruna çıkarak Ey Rab-bimiz bir kulun öyle bir söz söyledi ki onu nasıl yazacağımızı bilmiyo­ruz demişler. Allah (c.c.) buyurmuş ki «(O, kulunun ne söylediğini en iyi bilendir.) Kulum ne dedi? Melekler demişler ki: Ey Rabbimiz o şöy­le dedi: Ey Rabbim vechinin celâline, saltanatının azametine yaraşan şekilde hamd Sanadır. Allah (c.c.) buyurmuş ki; onu kulumun dediği gibi yazın, kulumun dediği bana öylece ulaşsın ki ben de kulumu onun­la mükâfatlandırayım.»

Kurtubî bir gruptan nakleder ki; onlar şöyle demişler: Kulun «Elhamdülillâhi Rabbi'l Âlemin» demesi «Lâ İlahe İllallah» demesinden daha efdaldir. Çünkü birincisi hamd ile beraber tevhidi içerir. Diğer bir grup da «La ilahe illallah»in daha efdal olduğunu söylemiştir. Çünkü o îman ve küfrün arasını ayırır ve insanlar «Lâ İlahe İllallah» deyince­ye kadar savaşmak emri vardır. Ve üzerinde ittifak edilen bir hadîste Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur : «Benim ve benden önceki peygam­berlerin söylediği en efdal söz «lâ ilahe illallâhu lâ şerîke lehû» sözü­dür.»

 

«Âlemlerin Rabbı...»

Rabb, Mutasamf ve mâlik anlamına gelir. Lüğatta ise efendi de­mektir. Bir şeyi düzeltmekle görevlendirilen kimseye de Rabb denir. Al­lah Teâlâ hakkında bütün bunlar sahihtir. Rabb Allah'tan başkası için kullanılamaz sadece izafet yapılarak kullanılır. Evin sahibi anlamına “Rabu’d-Dâr” kullanılır. [25]           

                 

Rabb:

 

Terbiye edici ve yetiştirici anlamlarına gelen Rabb kelimesi, muh­teva ve bu anlayışın hayattaki fonksiyonu bakımından çok önem ifâde eder. İnsanların çeşitli Rabblara kul olduğu günümüzde bu kavramın İslâmm pratiği bakımından önemi inkâr edilemez. Bu konuda müfes-sirlerin görüşlerini şöylece özetleyebiliriz :

Reşid Rızâ der ki:

«Rubûbiyet ve Rahmet sıfatlan, Allah Teâlâ'nın bütün işleri bilip irâdesine mâlik yegâne güç olduğuna delâlet eden iki sıfattır. Allah'­ın rahmeti gazabını altetmiştir. Rahmetinin eseri olan lûtfu intikamını mağlup etmiştir... Kullarının mâliki olan Rabb'ın kullarının işlerini idare edip yöneltmesi ve herkesi davranışına göre cezalandırması şiarı­dır. Mazlumun zâlimden intikamım almak onun özelliğidir. Adaletli ce­zasıyla insanlığı korkutur. Çünkü bütün kullar; Rablarına, nefislerine, ailelerine ve çocuklarına karşı görevlerinde kusur edebilirler. Hattâ ken­dilerinden daha aşağıda ve daha düşük mevkide bulunanların haklarını vermekte eksik davranabilirler. Bunların kalplerindeki korku ve ümid duygularını mağlup etmeleri gerekir. Bunun için Allah rahmet sıfatıyla rubûbiyet sıfatını birleştirerek onu tek lafızla değil iki lafızla ifâde et­miştir. Rubûbiyet ve rahmet sıfatının bütün ilâhî fiillerin niteliklerini ve anlamlarını taşıması açıktır. Çünkü kulların Rabbi, kulların yaratıl­ması rızıklandırılması işlerinin idaresi gibi esmâ-i hüsnâ'mn delâlet et­tiği fiillerin hepsiyle ilgili konularda onlara yardımcı olur (...) Biz bu ger­çeği bilince, Allah Teâlâ'nın yüce kitabının başlangıcında, Fâtiha'nın başında, bütün fiillerinin taşıdığı sıfatlara delâlet eden rubûbiyet ve rahmet sıfatlarını belirtmesinin hikmeti ortaya çıkar. Allah neyi mu-râd ettiğini en iyi bilendir. Ancak Fatiha, iki bakımdan dikkatleri cel-betmektedir. Birincisi Kur'an'ın başlangıcı ve ilk sûresi olması bakı­mından isminin delâlet ettiği hususta, ikincisi de hergün edâ edilen na­mazda okunmasıdır. Her ikisinde de Allah'ın rubûbiyet ve rahmet sıfat­larının zikri ve belirtilmesi belli bir anlam taşır.»[26]

 

Âlemler:

 

Âlemler kelimesi; âlem'in çoğuludur. Âlem, Allah Azze ve Celle'nin dışındaki tüm varlıklardır. Âlem cemi'dir tekili yoktur. Avalimşeklindeki cem'i ise göklerde, karalarda ve denizlerdeki çeşitli ya­ratıklar sınıfı için kullanılır. Bunlardan her birinin grub veya nesline alem adı verilir.

Bişr İbn İmâre... İbn Abbâs'tan nakleder ki: «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur.» âyetinin mânâsı; hamd o Allah'a mah­sûstur ki; göklerde yerde ve onların ikisinde ve ikisinin arasında bildi­ğimiz ve bilmediğimiz tüm yaratıklar O'nundur» demektir. Saîd İbn Cübeyr'in ve İkrime'nin İbn Abbâs'tan rivayetinde ise «Hamd âlemlerin Rabbı olan Allah'a mahsûstur» âyetinin mânâsı; cinlerin ve insanların Rabbı demektir. Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, İbn Cüreyc de bu şekilde demişlerdir. Hz. Ali'den de bu şekilde tefsir rivayet edilir. Bunu İbn Ebu Hâtîm zayıf bir isnâd ile nakleder.

Katâde der ki; «âlemlerin Rabbı» demek, âlemin bir sınıfının Rab­bı demektir.

Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî' İbn Enes'ten o da Ebu'l-Âliye'den riva­yet eder ki; o, «âlemlerin Rabbi» kavli celîli hakkında şöyle demiştir : İnsanlar bir âlemdir, cinler bir âlemdir. Bunun dışında kalanlar onse-kiz bin âlem veya ondört bin âlemdir —ki o bu rakamda şüphe etmiştir— Melekler dünyanın üzerindedir ve dünyanın dört zaviyesi vardır. Her zaviyesinde üçbin beşyüz âlem vardır ki Allah onları kendisine ibâdet için yaratmıştır. İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim de bunu rivayet ederler. Bu garîb bir sözdür ve böyle sözlerin sağlam bir delile dayanması icab eder.

İbn Ebu Hatim der ki: Babam... Tübey" el-Himyerî'den nakletti ki, Allah Teâlâ'nın «âlemlerin Rabbı» kavli celîlindeki «âlemlerden» mu-râd, bin ümmettir. Bundan altıyüzü denizde, dörtyüzü karada yaşar. Benzeri bir ifâde Saîd İbn Müseyyeb'den nakledilir. Buna benzer bir di­ğer ifâde de merfu' olarak rivayet edilmiştir. Nitekim Hafız İbn Ebu Ya'lâ, Ahmed İbn Ali İbn el-Müsennâ, Müsned'inde der ki: Bize Mu-hammed İbn el Müsennâ... Câbir İbn Abdullah'tan nakleder ki, o şöy­le demiş. Hz. Ömer'in hilâfeti yıllarından bir yıl, çekirge azaldı, bunun sebebini araştırdı, hiçbir haber bildirilemedi. Bunun üzerine (Ömer) üzüldü. Bir atlıyı Yemen'e diğerini Şam'a, öbürünü de Irak'a yolladı, çe­kirgenin görülüp görülmediğini araştırmalarını istedi. —Câbir der ki— Yemen yönüne giden atlı Ömer'e geldi, bir avuç çekirge getirdi ve huzû-i-una döktü. O bunu görünce tekbîr getirdi ve sonra şöyle dedi: «Ra-sûlullah (s.a.)'dan duydum ki şöyle diyordu : «Allah bin ümmet yarat­mıştır. Altıyüzü denizde, dörtyüzü karadadır. Bu ümmetlerden ilk he­lak olanı çekirge ümmetidir, O helak olunca ipi kırılmış dizi gibi diğer­leri de ardarda gelir.» Bu hadîs râvîleri arasında yer alan Muhammed İbn İsâ —ki ona Hilâli lakabı verilir— zayıf bir râvidir. [27]                         

İbn Kesîr'in Mısır baskısında aynca şu bilgiler bulunmaktadır :

Beğavî, Saîd İbn el-Müseyyeb'ten nakleder ki o şöyle demiştir : «Al­lah Teâlâ'nın bin âlemi vardır, altıyüzü denizde, dörtyüzü karadadır.»

Vehb İbn Münebbih der ki; Allah Teâlâ'nın onsekiz bin âlemi var­dır, dünya bunlardan bir âlemdir.

Mukâtil der ki: Âlemler seksen bindir.

Kâ'b el-Ahbâr der ki; âlemlerin sayısını Allah Azze ve Celle'den başka kimse bilemez. Bütün bunları Beğavî nakleder.

İmâm Kurtubî, Ebu Saîd el-Hudrî'den nakleder ki o şöyle demiştir. Allah Teâlâ'nın kırkbin âlemi vardır, doğusundan batısına kadar dünya bu âlemden biridir.

Zeccâc der ki; Âlem Allah Teâlâ'nın dünya ve âhirette yarattığı bütün şeylerdir. Kurtubî bunun doğru "olduğunu ve âlemin her iki ev­rene şâmil olduğunu belirtir. Âlem kelimesi alâmet masdarından türe­tilmiştir. Ben derim ki; bu masdardan türetilmesinin sebebi, yaratıcısı­na, yapıcısına ve onun birliğine delâlet eden bir işaret olmasından do­layıdır. [28]

Âlemlerin mahiyyeti ve sayısı konusunda ortaçağlarda pek çok spekülasyon yapılmıştır. Daha çok Aristotelesi felsefe ile ptolemius (Batlamyûs)'çu kozmoloji'nin üzerine dayanan bu fikirler müslümân müelliflerce tekrarlanmış, hatta tefsir kitaplarına kadar girdirilmiştir. Günümüze kadar felekler nazariyesi, onsekizbin âlem telakkisi- İslâmî eserlerde tekerrür etmiştir.[29]

Reşîd Rızâ da diyor ki :

Âlem; yaratıcının kendisiyle bilindiği şeyin adıdır ve o yaratıcı­nın dışında cevher ve a'razîarın hepsidir. Âlem; mümkün olduğu ve kendiliğinden vâcib bir müessire muhtaç olduğu için O'nun varlığına delâlet eder. (Âlemler denilerek) cemi' sığasının kullanılması muhte­lif cinslerin kapsam içerisine alınması içindir. Bu cinsler arasında akıl sahipleri gâlib olduğundan, diğer vasıfları gibi ye ve nun ile cemi' ol- muştur. Denilir ki (âlem); melekler, cinler ve insanlardan bilgi sahip­leri için konulmuş addır. Diğerlerini içermesi onlara bağlı olması tarî-kiyledir. Yine denildi ki; burada (âlemler lafzı ile) insanlar kasdolun-muştur. Çünkü insanlardan her birisi bir âlemdir. O büyük evrendeki cevher ve a'razlarla, âlemde Tanrının yarattığı şeyler sayesinde yaratı­cıyı belirten cevher ve a'razlarla büyük evrenin bir benzeridir. Bunun için ikisi arasında musâvât gösterilerek Allah Teâlâ : «Ve kendi nefis­lerinize bakmaz mısınız?» buyurmuştur.

Bazıları ise âlemleri; meleklerden, insanlardan ve cinlerden ilim sahiplerine tahsis etmişlerdir. (...) Allah'ın zâtını düşünüp sıfatlarını te­fekkür edenler için, yüce zâtın azameti zahir ve âyetleri besbelli olur: «Yeryüzünde de yakînen inananlar için deliller vardır. Kendi nefisleri­nizde de görmez misiniz?» Hattâ kendi nefsini bilen, Rabbını bilmiş olur. Burada uygun düşen mânâ âleme şâmil olmasıdır. Âlemler rakamlarla sayılamıyacak kadar çoktur... Yeryüzünde bulunan zerrelerden her bir zerre terbiyecisinin sınırlan içindedir, onun tarafından yöneltilir, onun ihata ettiği her şey imkân sâhâsı içinde ve varlık alanında bulunan ul­vî ve süflî, mücerred ve maddî, ruhanî ve cismânî bütün varlıklar var­dır. (...) [30] 

Tefsirinde pozitif ilimlere geniş yer veren Tantâvi Cevheri ise konu­yu kendi zamanındaki astronomi açısından değerlendiriyor :

Âlem; ulvî ve süflî olmak üzere ikiye ayrılır. Allah, her ikisinin de Rabbidir. İnsanlar; yeryüzünde halk arasında adaletle davranmak ilim ve bilgi kaynaklarını araştırmak konusunda Allah'ın halîfeleridir. Na­sıl atalarımız insanlar arasında adaletle hüküm verme konusunda eş­siz başarılar göstermişlerse, biz de aynı şekilde hüküm verelim. Dînimi­zin bize emrettiği tarzda bütün âlemlerin bilgisini öğrenelim. Aksi tak­dirde «De ki bakınız, göklerde ve yerde ne vardır?» âyet-i kerîmesiyle «Emrolunduğun gibi dosdoğru istikâmette yürü» âyeti arasında ne fark kalır? Her ikisi de emirdir. Emir, vücûb ifâde eder. Biz şer'î hükümleri okuyup onunla hükmettiğimiz gibi kâinattaki hârikaları da okuyup onunla amel edelim, tarımda ticarette ve sanayide gelişelim.

Ben, yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm müsluman­lara sesleniyorum. Sözüme kulak versinler. Bunları yapmayınca Allahü-Teâlâ'nm «Dinini bütün dinlere üstün kılmak için» âyeti nasıl gerçek­leşir? Bu meziyet olmadan islâmiyet tüm dinlere nasıl üstün gelir? Din­ler, kâinat ilimlerine hiç temas etmezlerken İslâm; bu ilimlere davet ediyor ve bunları emrediyor. Bu özelliği bakımından dinlerden hiç biri­si İslâm'a benzemiyor. Bilginler ve hükümdarlar İslâm ümmetinin bü­tün ilimleri bilmesi gerektiğini belirtmelidirler. Müslümanlar, bu söy­lediklerimden uzaklaşırlarsa ben onların başına Âd ve Semûd kavmi­nin başına gelmiş olan felâketlerin gelmesinden kendilerini uyarırım. Köylüleri, yaşlıları ve çocukları öldürüp mahveden uçakların felâket­leri görülmüştür. Müslümanlardan bu ilimlere karşı tembel davranan­lar, sadece kendi kendilerini kınasınlar. Çünkü «Doğrusu bir kavim ken­dini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Allah bir kavim için de kötülük murâd ederse, onu geri çevirecek hiç kimse yoktur.» Dikkat edin! Şiî, Sünnî, Hanbelî, Hanefî, Şafiî ve Zeydî, tüm mezhep mensûb-larının ihtilâfları temiz şeriat mes'elelerinde idi. Kur'an-ı Kerîm'in gösterdiği objektif konulara gelince bu hususta aralarında bir ihtilâf yoktur. Çünkü bunlar apaçık görülüyordu. Müslümanları buna Allah teşvik etmişti. Doğuda ve batıda bulunan müslümanlar frenklerin ba­şardıkları bu ilimlerin hepsini okusunlar. Bu ilimler enfüsî ve âfâkî ilimlerdir. O zaman göreceklerdir ki; müslümanların şer'i konularda aralarındaki ihtilâf, müttefik olduklarına nisbetle çok azdır. Ben tüm müslümanlan buna çağırıyorum. Doğru yola hidâyet eden ise Allah'tır. Geçmiş bilginlerimiz bu hususu kitaplarında açıklamışlardır. Ama müs­lümanlar gaflet içerisinde gerçekleri unutmuşlardır. İçlerinden bir bil­gin çıksın ve kendilerine çiçekteki güzelliği, aydaki parlaklığı, bitkide­ki hârikayı, tıptaki garîblikleri ve madendeki fevkalâdelikleri göster­sin, anlatsın ve bunu devamlı yapsın. Sünnî, şiî, zeydî ve diğer islâm fırkalarına mensûb bilginler her şeyden önce mahlûkâta dâir bilgilerin ulvî ve süflî âlemlere ait ma'lûmâtın insan için gıda olduğunu, fıkhî hükümlerden ibaret olan şer'î ilimlerin de —ki ömürlerini bu uğurda harcamışlardır— deva olduğunu görürler. Gıda olmadan insan nasıl yaşayabilir, anlarlar. İnsana yalnız başına deva verilirse insan mahvo­lur. Gıdayı her zaman arar, devayı ise ancak sakat olup sıhhatini yitir­diği zaman arar.

Ey Müslümanlar, gıda ilimlerini öğreniri. Kur'an, her ikisini de teşvik ediyor. Kur'an, gıda ilimlerine deva ilimlerinden daha çok ehem­miyet veriyor. Ama ne oluyor ki, sizlerin Allah'ın buyruğundan kaçın­makta olduğunuzu görüyorum. Allah'ın daha sonra emrettiği şeylere, siz daha önce dalmış duruyorsunuz. Nitekim Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'de, âlemleri terbiye etmesini ve yaratıklarına rahmetini ibâdet­ten önce beyân ediyor, dosdoğru yol olan Sırât-ı Müstakîm'i hidâyetten önce belirtiyor. Ve sanki bu âyet, sizi Allah'ın rahmetlerini etüd etme­ye teşvik ediyor. Size kâinattaki sözlerini bilmeyi, Rahmânî âyetlerini öğrenmeyi, hikmet dolu hârikalarını bellemeyi, fıtratın eşsizliklerini iz­lemeyi, kâinattaki güzellikleri görmeyi, yaptığı şeylerdeki zevkleri tat­mayı emrediyor. Allah'a yemîn ederim ki bazı din bilginlerinin, yaratık-1 ardaki hârikaları görmekten kaçınmaları beni çok üzüyor. Ben ister­dim ki; gençler, Avrupa'mn tabiat ilimlerine dalsınlar, yaratıklardaki hârikayı çabucak kavrayıversinler. Ne var ki onların geçici görevlere koştuklarını, idarî işlerde çalıştıklarını görüyorum da din âlimlerinden birisinin de kâinat ilimlerine daldığım göremiyorum. Ülkemizde din âlimleri ile kâinat ilimlerini araştıran gençlerin birbirine benzediğini gö­rüyorum. Birinciler fıkhı hükümlerle yetiniyorlar, ikinciler de resmî vazifelerle yetiniyorlar. «Ve her grup kendi yanındakiyle sevinmekte­dir.» Bu iki gruptan az bir kitle bu söylediğim hususta büyük bir mer­hale kat etmiştir, ama bunlar çok azdır. «Kullarımdan şükredenler çok azdırlar.»

Müslümanlar zikrettiğimiz hususu iyice düşünür ve ona göre dav­ranırlarsa hamdleri gerçek mânâda hamd olur.[31] (...) «Ey İslâm ümmeti nasıl oluyor da biz nama­zımızda Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğunu okuyor ve büyük küçük her işte Allah'ın bu Rabb oluşunu ve terbiye edişini bilmiyoruz?... Allah'ın inayeti bir buğday tanesinde nasıl apaçık ortaya çıkıyor? Nice habbe­ler var ki insan onlarda ilâhî inayeti görüyor. Dikkat edin, insanla hay­van arasındaki fark bu ilimler iledir. Eğer insanlık ekmek yemekten, su içmekten, elbise giymekten ve süslenmekten ibaret olsaydı biz «Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur» demezdik de bizi doyuran, içiren giydiren veya bize mal ve çocuk veren Allah'a mahsûstur derdik. Hattâ Allah'ın âlemlerin terbiye edicisi olduğunun söylenmesiyle, san­ki bizden her birimizin de düşünen bilginler olması istenmiş gibidir. Yok­sa hayvanlar gibi yememiz, böcekler gibi ölmemiz istenmiş değildir. Ke­za eğer buradaki maksad, Allah'ın sevap verdiği ve iyiliklerle kötülük­leri cezalandıran kudret sahibi olduğu belirtilmiş olsaydı, biz de iyilik­lerin ve kötülüklerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun derdik. Halbuki Al­lah, rahmeti geniş, »lûtfu bol olandır. Lütuf ve ihsanları eşsizdir. Allah'­ım, ben çabamı islâm ümmetini uyarmaya verdim ve görevimi yerine çetirdim. Senden dileğim bu tefsiri tamamlamakta bana yardım etmen­dir.» [32]

«Allah'ın mantık ilmi yoluyla bütün bilgileri kavrama konusunda büyük akıl sahiplerini terbiye edişinin örneği : Biz deriz ki beş duyu­dan her birisi kendisine yansıyan konularda hüküm verme imkânına sa­hip değildir. Hüküm veren akıldır. Sözgelimi insan, gün ortasında bir serâb görse bu görüşte yanılan bölge sadece hüküm çıkaran müfekki­redir. Göz onu su sanmıştır,' ancak müfekkire gücünün, araştırıp du­yu, dokunma ve diğer güçlerle mukayese yaptıktan sonra bir hüküm çıkarması gerekir. Tatma duyusu veya dokunma duyusuyla onu tadıp, elleyip su tadı verdiğini anlayınca onun su olduğuna hüküm verir. Ak­si takdirde hüküm veremez. Aynı şekilde insan görme gücüyle elma rengine boyanmış kâfurdan yapılmış bir elmaya baksın. Bu bilgi mü­fekkireye aktarıldığında müfekkire onun tadı, kokusu hakkında elbet-teki hüküm veremez. Hüküm vermesi için tatma koklama ve dokunma duyusuyla onu yoklar ve böylece o elma hakkında elmadır veya değil-dir diye hüküm verebilir. İşte bu Allah'ın akıl sahiplerini terbiye etme­sinin bir numûnesidir. (...)

Dikkat edin, hamd eden kişi, hamd edilenin sıfatlarını daha iyi bi­lirse, hamdinde daha doğru bir yol takîb eder. Hamd edilenin sıfatları­nı daha az bildiği takdirde hamdinde daha çok yanlış yapar. Bunun için görüyoruz ki, insanlar bir ölüyü anmak istedikleri veya bir diriyi övmek istedikleri zaman kitaplarda onun için yazılan övgü ifâdelerini toplarlar ve zikrederler. Kötülemek istedikleri zaman da o kişinin fena davranışlarını incelerler. İşte burada da durum aynıdır. Müslümanlar Allah'ın tabiattaki nizâmını anlayıncaya kadar Allah'a gerçek mânâ­da hamdetmesini bilemezler. Tabiat Allah'ın ilimlerinin, eserlerinin, hârika san'atlarınm meşheridir. Ebedî zaman sicilinin kaydedildiği ta­rih kitabıdır. Müslümanlar Allah'a gerçek mânâda hamdetmek ister iseler bilginleri tabiat nizamını incelesinler, düşünsünler, kâinattaki incelikleri görsünler ve bu hususta okumadık bir ilim, öğrenmedik bir fen bırakmasınlar. İşte o zaman-nasıl milletler kahramanlarını över­ken, onların faydalandıkları eserlerini zikrederlerse, müslümanlar da çerçek şekliyle o zaman hamd ederler Allah'a. Ve işte o zaman «hamd Allah'a mahsûstur» dediklerinde bu ifâdeleri gerçek olur ve gerçeğe uyar, bir söz olmaktan ibaret kalmaz. Diyebilirsiniz ki, ben şimdi anla­dım ki Allah'a gerçek mânâda hamdedebilmek için beşerî takatim ölçü­sünde Allah'ın nimetlerini bilmem gerekiyormuş. (...) Öyleyse bu nimet­leri toplayan şey nedir? Derim ki, bütün ilimler, Allah'a hamdin bir toplamıdır. Sana bunları bu tefsirde açıklayacağım. Kur'anm işaret et­tiği gerçeklerin hepsi hamdi gerektiren âlemlerin Rabbinin eseridir.

Âlemlerin Rabbı.(...) İyi bil ki âlemin, âlem'in cem'i olup Allah'tan başka her şeydir. Âlem iki kısımdır; biri ulvî âlem, diğeri süflî âlem. Ulvî âlem yıldızlar, güneş, ay, gezegenler ve bunların uydularıdır. Bilindi­ği gibi cevzâ burcundaki güneşlerden birisi bizim güneşimizin 25 mil­yon katıdır. Onun bizim ışığımıza nisbetle ışığı bir kıvılcımın ışığı gi­bidir. Biliyorsunuz ki güneş yeryüzünden 1 milyon 300 bin kere daha büyüktür. Ondaki parlaklık ve güzellik akılları çelecek şekildedir. Gü­neş yeryüzüne gönderdiği ışıkla yollan aydınlatır, gözleri açar, canlı resimler onun sayesinde hava üzerinde çizilen biçimde görünür. Güneş ısı yayar, sular akar, bitki biter, canlı ve insan hayat bulur. Yeryüzü su ve güneş sayesinde yemyeşil olur. (...) Güneş bir başka güneşin etra­fında döner. İçice daireler aklı durdurup fikri bıktırmcaya kadar döner durur. Bunları sadece frenklerin ilminden öğreniyoruz. Onlar diyorlar ki; öbür güneşler bizim güneşimizden çok daha büyük. İşte ulvî âlem­le ilgili sözümüzün özeti bunlar.

Süflî âlem ise; denizde bulunan canlılar, yeryüzünde bulunan ma­den, bitki, hayvan ve insanlardır. Bugün bilginler denizler âlemi için onun gizliliklerini öğrenmek üzere apayrı bir ilim kurmuşlardır. Oku­duğumuza göre onlar millerce derinliklerde yaşayan, karanlıklarda' yü­zen deniz hayvanlarını keşfetmişler. Gittiği zaman çevresini aydınlatan, ışık saçan canlıları ortaya çıkarmışlardır. (...) Bitkiler âlemi de süflî âle­min bir parçasıdır. Botanik adı verilen bir ilim sayesinde onun da çeşit­leri, değişiklikleri, şekilleri, renkleri ve tatları öğrenilir. Hayvanlar âle­mi de süflî âlemin bir parçasıdır, onunla ilgilenen Zooloji adını taşıyan bir ilim vardır. Bu sayede hayvanların çeşitleri, türleri, cinsleri, karada yaşayanları, havada uçanları, denizde yüzenleri tesbît edilir. (...) İşte âlemler lâfzının ihtiva ettiği ulvî ve süflî âlem bunlardır. Bunların hep­sini yetiştiren, eğiten, tamamlayan Allah'tır. Şunu müslümanlar iyi bilsinler ki; ilimlerin hepsini öğrenip teferruatını bilmedikçe, insanların ondan faydalandıkları gibi bu ilimlerden faydalanmadıkça, doğuda ba­tıda müslümanlar hiç bir şekilde Allah'a hakkıyla hamd edemezler ve hakkıyla şükredemezler. Ama bu âlemleri ve bu âlemlerdeki güzelliği bilmeden «elhamdülillah» dedikleri takdirde bilsinler ki; hamdleri söz­den ibarettir, şükürleri görüntüden öteye geçmez.»[33]

               

Din Günü:

 

«Din gününün mâlikidir.»

Kurrâ'nm bir kısmı “Meliki Yevmiddin” şeklinde okumuş, bir kısmı da “Mâliki” şeklinde okumuştur. Ebubekr İbn Ebu Dâvûd bü ko­nuda garîb bir şey nakleder ve şöyle der: Biz Abdurrahmân el-Azremî. ... İbn Şihâb'dan nakleder ki ona şu haber ulaşmıştır: «Resûlullah (s.a.), Ebubekir, Osman, Muâviye, onun oğlu Yezîd bu âyet-i ke­rîmeyi “Mâliki Yevmiddin” şeklinde okumaktaydılar. İbn Şihâb der ki; melik şeklini ilk ihdas eden Mervân'dır. Ben de/im ki, (İbn Kesîr) Mer- vân'ın yanında, okuduğunun doğruluğunu gösterecek bir bilgi olmalı­dır ki İbn Şihâb buna muttali olmamıştır. Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir.

Müteaddit tarîklerle vârid olduğuna göre İbn Merdûyeh Rasûlullah (s.a.) 'in “Mâliki Yevmiddin” şeklinde okuduğunu nakletmiştir. Bu­radaki mâlik milk kelimesinden alınmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«Şüphe yok ki bütün yeryüzüne ve üzerinde bulunanlara biz vâris olacağız. Ve onlar bize döndürüleceklerdir.»  (Meryem, 40).

«De ki: «İnsanların Rabbına sığınırım. İnsanların mâlikine.» (Nâs, 1-2).

Melik kelimesi ise, mülk kelimesinden alınmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

«O gün onlar ortaya çıkarlar. Hiçbir şeyleri Allah'a gizli kalmaz. «Kimindir bugün mülk? Vahîd, Kahhâr olan Allah'ındır.» (Gafir, 16).

«O'dur, gökleri ve yeri hak ile yaratan, O'nun «ol» dediği gün he­men olur. O'nun sözü haktır. Sûr'a üfürüleceği günde mülk O'nundur. Görülmeyeni de görüleni de bilir. Ve O, Hakîm'dir. Habîrdir.»

«O günde mülk ve tasarruf, Hakk olan Allah Teâlâ'ya mahsûstur. Kâfirler için ise çok güç bir gündür.» (Furkân, 26).

Mülkün kıyamet gününe tahsisi; diğer günlerden onu nefyetmez. Zira daha önce Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğu haberi geçmişti ve bu, dünya ve âhirete şâmil idi. Mülkün kıyamet gününe izafe edilmesinin sebebi o gün hiç bir kimsenin bir şey söyliyememesi ve Allah'ın izin verdiklerinden başkasının konuşamamasından dolayıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

«O gün rûh ve melekler saf halinde duracaklardır. Rahmân'ın izin verdiğinden başkaları konuşamazlar. O da ancak doğruyu söyler. İşte bu, hak gündür. Dileyen Rabbine (götürülecek) bir yol edinsin.» (Ne-be', 38-39).

«O gün hiç bir tarafa sapmadan o davetçiye uyacaklardır. Sesler Rahmân'ın heybetinden kısılmıştır ve sen fısıltıdan başka bir şey işit­mezsin. (Tâhâ, 108).

«O gün gelince Allah'ın izni olmadan kimse konuşamaz. Onlardan kimisi bedbaht, kimisi de bahtiyardır.»  (Hûd, 105).

Dahhâk der ki; İbn Abbâs «Din gününün mâliki» ifadesinin o günde Allah'tan başka hiç kimse mülk sahibi değildir, dünyadaki gibi mülk-ier bulunmayacaktır, demek olduğunu nakleder. Din günü mahlûkâtm hesâb verdiği gündür ki bu kıyamet günüdür. Kıyamet gününde amelle-nyle insanlar cezalandırılırlar. Eğer amelleri hayır ise, o gün de hayır^ dır, eğer şer ise o gün de serdir. Ancak Allah'ın o gün affettikleri müs­tesnadır. İbn Abbâs'tan başka, sahabe, tabiîn ve selef-i sâlihîn'den baş­ka birçokları da bu şekilde, söylemişlerdir ki zahir olan da budur.

İbn Cerîr geçmişlerin bazılarından nakleder ki onlar; din gününün mâliki ifâdesini tefsir ederken kıyamet gününü ikâme etmeye kadirdir şeklinde tefsir etmişlerdir. Zahire bakılacak olursa bu sözde bir çelişki yoktur. Her iki kavil de birbirini kabul ve itiraf eder. Ancak birinci ifâ­de bundan daha çok gerçeğe delâlet etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

«O günde mülk ve tasarruf, hakk olan Allah Teâlâ'ya mahsûstur. Kâfirler için ise çok güç bir gündür.»  (Furkân, 26).

İkinci söz ise şu âyetteki kavl-i celîl'e benzer : «O'nun emri bir şeyi murâd ettiği zaman, sadece o'na «ol» demektir. O da oluverir.» (Yasın, 82). [34]               

İbn Kesîr Tefsîr'inin Mısır baskısında ayrıca şu ilâve görülüyor : Bazı   kurrâ  “Mâliki Yevmiddin” şeklinde    okurken   diğer    bazıları “Meliki Yevmiddin” şeklinde  okurlar.  Her iki okuyuş  da sahihtir ve kırâet-i seb'a'da mevcuttur. Lâm'ın kesresi ve sükûnuyla melk ve melik şeklinde okunduğu gibi uzatılarak mâlik şeklinde de okunur. Nâfî, kâf­in kesresini işba ederek okumuştur. Kırâetlerin her ikisini de mânâ ba­kımından tercih edenler bulunmuştur ve her iki şekil de sahihtir. Zâ-mahşerî Meliki şeklinde okumayı Haremeyn-i Şerîfeyn'in kırâeti olması nedeniyle tercih etmiştir.

Ebu Hanîfe'den nakledildiğine göre, O da melk şeklinde okumuştur. Fail ve mef'ûl şekli mevcûd ise bu cidden garîb ve şazdır.

Din günü konusunda Reşid Rızâ diyor ki:

«Bir kişi sorabilir ki : Bütün günler ceza günü değil midir ve in­sanların bu hayatta karşılaştıkları acı ve sıkıntılar, hakların yerine ge­tirilmesinde ve görevlerin îfâsındaki aşırılıkların sonucu değil midir? Cevap olarak denilir ki : Biz hayatta bazan yaptıklarımızın cezasını gö­rürüz, bazan da görmeyiz. Bazan ceza topluma nisbet ile tam olarak or­taya çıkar, ancak fertlerin hayatına nisbetle tam olarak ortaya çıkmaz. Şüphesiz ki bir millet Allah'ın dosdoğru yolundan sapacak olur ve Al­lah'ın yaratıkları için koyduğu İlâhî kanunlara uymayacak olursa mu­hakkak o millet hak .ettiği cezaya çarptırılır. Bu ceza fakirlik, zillet, güç ve kudretin, şeref ve haysiyetin yitirilmesi şeklinde olabilir. Fertle­re gelince biz ömürlerini şehvet ve lezzetlere boğularak geçiren pek çok

azgın zâlimleri görürüz. Evet onların da vicdanları zaman zaman ken­dilerini uyarır. Bazı musibetlerden emîn olamazlar, mallarına ve mülk­lerine eksiklikler isabet eder, vücûdları cezalara düçâr olur, aklî denge­lerini kaybedebilirler. Ancak bütün bunlar onların bazı çirkin amelleri­ni karşılayacak derecede olmaz. Özellikle hükümdarlar ve yöneticilerin kötülüklerinin, fena davranışlarının sıkıntı ve zorluklarını milletler çe­ker. Keza kendilerine ve başkalarına iyi davranan kişiler görürüz ki, bunların hakları çiğnenir ve davranışlarının karşılığını elde edemezler. Her ne kadar ahlaken dürüst ve yetenekleri bakımından sağlam olurlar­sa da hak ettikleri şeyi elde edemezler. İşte kıyamet gününde her fert yaptığının karşılığını tam olarak elde eder. Ve orda kendisine hiçbir şe­kilde zulmedilmez : «Kim zerre miktarı hayr işlerse onu görür, kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.»[35]

Allah Teâlâ'nın Rahman ve Rahîm oluşunun zikrini müteakip, der-hal O'nun «Din gününün sahibi» olduğu ilâve edilerek, böylece Rahman ve Rahîm sıfatlan, önünde herkesin fiillerinin hesabını vereceği günün unutulmasına yol açmıyacaktır. Her müslüman bilmelidir ki: Allah Te-âlâ sadece Rahman ve Rahîm değil, aynı zamanda Âdildir de. Her şey üzerinde mutlak kudrete sahip bulunması dolayısıyla dilediğini affet­mek, dilediğini cezalandırmak, tam olarak O'nun elindedir. Bu sebep­ten, âkibetimizi hüsran veya saadete kavuşturmanın tamamıyle O'nun kudretinde bulunduğuna tam olarak itikâd mecburiyeti vardır. [36]             

 

İbâdet:

 

Yalnız sana ibâdet ederiz ve yalnız Senden yardım di­leriz.

İbâdet; lüğatta zillet mânâsına gelir. Nitekim Arapçada “”cümleleri zelîl kılınmış, horlanmış anlamlarındadır. Şer'i ıstılahta ise, sevginin, bağlılığın ve korkunun kemâlini birleştiren bir ifâdedir.  “İyyâke”  kelimesi mef'ûl olduğu halde öne alınıp fiil olan “Ne’budu”nün sona alınması,-ayrıca “İyyâke” kelimesinin iki kez tekrarlanması; itinâ ve hasr maksadına mebnîdir. Böylece mânâ; hiçbir itimseye ibâdet etmeyiz, ancak sana ibâdet ederiz, hiçbir kimseye da-nmayız ancak Sana dayanırız şeklinde olmaktadır ki bu, bağlılığın

son derecesini ifâde eder. Dinin bütünü de bu iki anlamın içinde top­lanmaktadır. Nitekim bazı selef bilginleri de Fatiha Kur'an'm sırrıdır,

Fâtiha'nın sırrı da “İyyâke na’budu ve iyyâke nestain” âyetidir derler. Birinci cüm­le şirkten uzaklaştırmakta, ikinci cümle her türlü kuvvet ve güçten ay­rılarak her şeyi Allah Azze ve Celle'ye dayandırmaktadır. Bu anlam Kur'an'm çeşitli âyet-i celîlelerinde yer alır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«Göklerin ve yerin bilinmezlikleri Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na ibâdet et ve O'na güven. Rabbin yaptıkları­nızdan habersiz değildir.»  (Hûd, 123).

«De ki: «Suyunuz yerin dibine batarsa, söyleyin; size kim temiz bir su kaynağı getirebilir?» De ki O, Rahmân'dır, O'na inandık ve O'na tevekkül ettik.» (Mülk, 29 - 30).

«Doğunun ve batının Rabbi'dir. O'ndan başka İlâh yoktur. Öyley­se O'nu Vekîl edin.»  (Müzzemmil, 9).

Bu âyet-i kerîmede sözün gâib ifâdesinden muhatap şekline dönüş­mesi ve «yalnız Sana» denilmesi konuya son derece uygundur. Çünkü başlangıçta Allah'a medh-ü senâ'da bulununca, sanki o kişi Allah'ın hu­zuruna yaklaşmış ve onun önünde : «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz» demektedir. Bu da gösteriyor ki; sûrenin baş tarafı Allah Teâlâ'nın bütün güzel sıfatlarıyla kendi yüce nefsini öv­güyle haber verdiğine delâlettir. Kullarını da kendisini böylece öğmeleri konusunda irşâd etmektedir.

Onun için (Şafiî mezhebine göre) böyle demeyen kişinin namazı sahîh olmaz. Buhârî ve Müslim'de, Ubâde İbn Sâmit'ten nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Fâtiha'yı okumayanın namazı caiz değildir.» (Bu Şafiî mezhebine göredir.)

Müslim'in Sahihinde A'lâ İbn Abdurrahman tarikiyle... Ebu Hü-reyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'dan nakleder ki: «Allah Teâlâ şöyle bu­yurmuştur : Ben namazı kulumla kendi aramda ikiye ayırdım, yarısı bana yarısı kulumadır. Kul : «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mah­sûstur» deyince ona her istediği verilir ve Allah buyurur ki kulum ba­na hamdetti. (Kul) «Rahman ve Râhîm'dir» deyince kulum beni öğdü. Kul «Din gününün sahibidir» deyince, Allah buyurur ki; kulum beni ta'zîm etti. «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz» deyince bu, benimle kulumun arasındadır. Kuluma istediği verilmiştir. «Bizi doğru yola, kendilerine nîmet vermiş olduklarının yoluna hidâyet et. Gazaba uğramışların, sapıkların yoluna değil» deyince Allah bu­yurur ki; bu, kulumun isteğidir ve kulumun istediği kendisinindir.»

Dahhâk, İbn Abbâs (r.a.)'dan nakleder ki: «Yalnız Sana ibâdet ederiz» âyetinin tefsiri, «Yalnız Seni bir sayar, Şenden korkar ve yal- mz Senden isteriz ey Rabbimiz, başkalarından değil.» «Ve yalnız Sen­den yardım dileriz» âyetinin tefsiri de, «Sana ibâdette ve bizim kendi işimizde yalnız Senden yardım isteriz» demektir.

Katâde der ki: «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz» âyetinin tefsiri şöyledir: Allah Teâlâ size yalnız Ona ihlâsla ibâdet etmenizi ve her işte kendisinden yardım dilemenizi emretmek­tedir. Önce «yalnız sana ibâdet eder» buyurulup da «yalnız senden yar­dım dileriz» cümlesinin sonra zikredilmesi şu sebeptendir. İbâdette asıl maksad; Allah Teâlâ'dır. Yardım dileme ise O'na tevessül etme, saygı göstermedir. Bunun için önemli olan, daha az önemli olana takdim edi­lir. Burada mühim olan Allah'tır. En doğrusunu Allah bilir. [37]

 

İZAHI   

 

İbn Kesir tefsirinin Mısır baskısında ayrıca şöyle bir ilâve bulun­maktadır :

Denilirse ki,  “İyyâke na’budu ve iyyâke nestain” deki nûn'ların anlamı nedir?

Eğer cem' içinse sebep aynıdır, eğer ta'zîb içinse buraya uygun düş­mez.

Buna şöyle cevap verilmiştir : Burada kasdolunan kullar cinsinin haber verilmesidir. Namaz kılan kişi kullardan bir ferddir, özellikle top­lu namazda ise veya cemaatın imâmı durumunda ise o kendi nefsinin ve mü'min kardeşlerinin yaradılış gayelerini teşkil eden ibâdetlerini haber vermektedir. Ve İmâm, mü'min kardeşlerine tavassut etmekte­dir. Bazıları da derler ki nûnun ta'zîm için olması caizdir. Sanki kul., şöyle denilmektedir. Sen ibâdetin çerçevesi içerisine girdiğin için yüce bir kişisin, mevkiin geniştir onun için: «Yalnız sana ibâdet eder ve yal­nız Senden yardım dileriz» de. Eğer ibâdetin dışında ise biz cümlesini kullanma, istersen yüzbinlerce kişi arasında ol, çünkü hepsi de Allah Azze ve Celle'ye muhtaçtır ve O'na dayanmak zorundadırlar.

Kimileri de derler ki, «yalnız sana ibâdet ederiz» ifâdesi tevazu ba­kımından «yalnız sana ibâdet ettik» ifadesinden daha lalîftir. Çünkü ikinci ifâdede kişinin yalnız kendisinin hakkıyla ona ibâdet edemiyece-ği ve hiçbir kimsenin lâyık olduğu şekilde kendisini övemeyeceği, Allah'a ibâdet için yalnız kendini ehil kılmak durumu sözkonusu olduğundan, kişinin kendi nefsine ta'zîmi bahis mevzudur. İbâdet yüce bir makam­dır. Kul, Allah Teâlâ'nın huzuruna intisabı nedeniyle ibâdet makamın­da en üstün şerefe nail olur. Nitekim Allah Teâlâ Peygamberini; kitabı­nı indirdiği, dâvası için harekete geçtiği ve kendi katına yücelterek mi' râcına nail kıldığı zamanda dahi kendi kulu olarak   nitelendirmiştir.Peygamberin muhalifleri O'nu yalanladıklarında Peygamberin üzülmesi halinde O'na ibâdete kalkmasını öğütlemektedir.

Râzî tefsirinde, bazı kimselerden naklederek der ki: Ubudiyet ma­kamı, risâlet makamından daha üstündür. Çünkü ibâdet halktan hak­ka doğru çıkar risâlet ise Hakktan halka doğru iner. (Râzî der ki) Hem Allah, kullarının menfaatini gözetler, Rasûl ise ümmetinin menfaatini gözetir. Bu söz yanlıştır. Sözün yöneltildiği husus ta zayıftır. Râzî tef­sirinde bu söze karşı çıkmamış veya zayıf olduğunu belirtmemiştir.

Bazı sûfîler de derler ki: İbâdet; ya bir sevabın elde edilmesi ve­ya bir cezanın durdurulması için yapılır. Bu önemli değildir. Çünkü maksad kasdedilenin elde edilmesidir. Ya da Allah Teâlâ'nın emirlerinin yüceltilmesi için ibâdet edilir ki bu da zayıf bir tarzdır. En yüce olan kemâl sıfatıyla muttasıf Allah'ın mukaddes zâtına ibâdet edilmesi şek­lidir. Bunun için namaz kılan kişi, Allah için namaz kılıyorum der. Eğer maksadı sevâb elde etmek ve cezayı durdurmak olsaydı, namaz bâtıl olurdu. Ancak bu görüşe başkaları şöyle karşılık vermişlerdir : İbâ­detin Allah Azze ve Celle için olması O'nun beraberinde sevabı getir­mesi veya azabı def'etmesiyle çelişik değildir. Nitekim aynı şekilde bir bedevî arap şöyle der : «Ben ne senin dediğin gibi güzel söyleyebiliyorum ne de Muâz'ın. Sadece Allah'ın Cennet'ini istiyorum ve Cehennem'inden O'na sığmıyorum. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu : «İşte biz de bunun etrafında konuşuyoruz.»

Hak Teâlâ hamde müstahak olduğunu belirttikten ve kendisini di­ğer zâtlardan ayıran büyük nitelikleriyle tavsif ettikten ve bu sıfatın belirli bir malûma taalluk eden bir ilim olduğunu zikrettikten sonra, bunun ile muhâtab kılmıyor: «Ey sânı bu olan Allah, ibâdet ve yardım dilemeyi yalnız sana tahsis ederiz» deniyor. Böylece tahsisin en ince delâleti ifâde ediliyor. Görülmiyenden görülene intikâl ediliyor ve bili­nen; gözle görülür oluyor, düşünülen müşahede edilir hale geliyor, gâib hâzıra dönüşüyor. Sözün başlangıcı; arifin, zikir, fikir ve esmâ-i ilâhiye-yi düşünüp onun âyetlerini görmek, yaptıklarından şanının yüceliğine, saltanatının parlaklığına delil getirmek konusundaki halinin başlangı­cına bina edilmektedir. Sonra da arifin hâlinin neticesine bağlanmak­tadır. Bu merhalede o, vuslat denizine dalmakta, müşâhade ehlinden ol­makta, ayan beyân onu görmekte ve kendisine yalvarmaktadır. Dudak­larıyla ondan yardım istemektedir. Allah'ım bizi eserini duyanlardan değil, gözle vâsıl olanlardan kıl. Araplarda söz sanatı olarak bu tür dav­ranmak bir gelenektir. Bu üslûptan diğerine geçmek onu bırakarak işi­teni güçlendirmek gayesine mebnîdir. Bu yüzden hitâb hâzırdan gaibe, gâibten hâzıra döndürülür.»

İstiâne yardım dilemedir. Bu ya zarurî olur, ya da olmaz. Zarurî yardım dileme fiilinin kendisi olmadan gerçekleşmeyenidir. Failin düşü- nüp güç yetirmesi gibi. Bir âlet ve o âletin işlediği maddenin hâsıl olması gibi. Bu ikisi birleştiğinde kişi güç yetirme niteliğine sahip olur ve bir fiil ile mükellef olması sahih olur. Zarurî olmayan yardım dileme ise mümkün olan fiilin elde edilmesidir. Seferde yürüyebilen kişinin hay­vana binmesi gibi. Veya failin fiile yaklaştırılması ve bu konuda teşvik edilmesidir. Bu tür yardım dileme, teklifin sıhhatma dayanak olmaz. Maksad bütün ihtiyaçlarda veya ibâdetlerin edasında yardım dilemek­tir. Her iki fiilde gizli bulunan zamîr, okuyucu ve beraberinde bulu­nan hafaza melekleri ve cemaatla namazda hazır bulunanlar içindir. Başlangıcı onlara sonu da diğer muvahhidleredir. Kul, ibâdetini derece derece katlandırarak onların ibadetiyle karıştırmakta ve ihtiyâçlarını onların ihtiyaçlarıyla birleştirmektedir ki onun bereketi sayesinde ka­bul olup icabet edilsin. Cemaatla namaz bunun için zaten meşru' kı­lınmıştır (...)

Önce ibâdetin sonra yardım dilemenin zikredilmesi âyet başları­nın uygun düşmesi içindir. Burdan da öğreniliyor ki vâsıtanın ihtiyâç ve istekten öne alınması icabete daha uygun düşer. Ben derim ki; konu­şan kişi ibâdeti kendi nefsine nisbet edince bu onda bir hazırlık ve taac­cübü vehmettirdiği için ardından «yalnız senden yardım dileriz» diye­rek ibâdetin ancak Allah'ın yardımı ve tevfîkiyle gerçekleşip tamamla­nabileceğini göstermektedir.

İbâdet, Kur'an'ın üzerinde hassasiyetle durduğu bir konudur. İbâ­det edilecek kimse ve şey elbette ki kişilerin ve toplumların hayatında önemli bir yer işgal eder. Çok değişik şekilleri olan putperestlikleri, şirk çeşitlerini ortadan kaldırabilmek için bu terimin detaylı olarak an­laşılması icâbeder.

İbâdet konusunu Mevdûdî bütün yönleriyle ele alarak günümüz, insanının pratik hayatı bakımından değerlendiriyor:

Ubûdiyyet- —kulluk—in bütün mânâlara göre aslı zillet ve eğilme­dir. Bu sebeple ayaklar altında çiğnendiği ve yolcular üzerinde yürüdü­ğü için yola “Tarikun muabbedun” adı verilmiştir. İhtiyâç hallerinde binilen deveye de “Bairun muabbedun” denilmiştir. Yine köleye, efendisine boyun eğdiği için “Abd” ismi verilir.

Burada, İslâm'ın beyân ettiği «Nefislerin sadece Allah için» başka kayıtlardan kurtarılması ve yalnız O'nun ibâdetine tahsis edilmesi il­kesine işaret edilmektedir. Yani insan; sevgisinde, korkusunda, ümit ve tevekkülünde, kendisi için amel (ibadet) de, O'nun için nezir'de, boyun eğme, ta'zîm, secde ve takarrub'da O'na hiç bir şeyle şirk koşmayacak­tır. Zira bunlar sadece semâları ve arzı —dünyayı— yaratan'ın hakkıdır.

«İbâdet» lafzı kemâl derecesinde zilletle beraber yine aynı derece-

de sevgiyi de içine almaktadır. Dolayısıyle kul ibâdet ettiği ilâhı, kemâl derecesinde bir sevgi ile sevmesi, ona kemâl derecesinde boyun eğmesi gerekir. Her ikisi de —sevgi ve zillet— ancak Allah için mümkün olur. O, yegâne ibâdete müstehak ilâhtır. Ubudiyet; yalnız O'na sevgi, boyun eğme, tevekkül ve duâ ile O'nu ta'zîmdir. Mef'ûlün fiilden önce getiril­mesi buna işaret etmektedir. Burada, kulun ibâdeti sadece Rabbına has­retmesinin, nefsini ancak Allah'a teslim etmesinin gerekliliği vurgu­lanmaktadır. Hem de gerektiği şekilde. Yoksa Rasûlullah'ın bi'seti es­nasında müşriklerin yaptıkları gibi değil. O zamanda müşrikler ibâdet­lerinde birbirinden ayrı yollar tutmuşlardı: Onlardan güneşe ve aya, meleklere, putlara, râhiblere ve hahamlara, ağaç ve taşlara ve bunlara mümasil şeylere tapanlar vardı. Kur'an-ı Kerîm onların bu hâlini şöyle beyân eder: «Gece, gündüz, güneş ay hep O'nun âyetlerindendir. Siz ne güneşe ne aya secde etmeyin.» (Fussilet,-37).

«Hatırla o günü ki Allah onların hepsini mahşerde toplayacak, son­ra meleklere : «Bunlar mı size tapıyorlardı?» diyecek. Melekler de : Seni tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar değil Sensin. Belki onlar cinle­re tapıyorlardı ve çoğu onlara îman edicilerdi, diyecekler.» (Sebe' 40-41).

«Allah : Ey Meryem oğlu İsâ, insanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin? dediği zaman O (şöyle) söyle­di : Seni Tenzih ederim yârâb...» (Mâide, 116).

«Sizin, melekleri ve peygamberleri tanrılar edinmenizi de emret­mez.» (Âl-i İmrân, 80).

«Lât'm, Uzzâ'nın ve (bunların) üçüncüsü olan diğer Menât (in her­hangi bir şey hakkında zerrece kudretleri var mı?) Bize haber verin.» (Necm, 19 - 20).

Ebu Vakıd el-Leysî'nin bu konuda rivayet ettiği hadîs şöyledir :

«Rasûlullah (s.a.) ile beraber Huneyn gazvesine çıkmıştık. Müş­riklerin yanında toplandıkları —oturdukları— ve silâhlarını astıkları «Zât'ül-Envât» denilen bir ağaçlan var idi. O ağacın yanından geçer­ken : «Ey Allah'ın Rasûlü onların Zât'ül-Envât'ları gibi bize de bir ağaç yapsan» dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu : Allahü Ekber! Nefsim Yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki siz İsrail oğullarının Mûsâ (a.s.) ya söylediklerinin aynısını bana söylüyorsunuz. Onlar şöyle demişler­di : «Ya Mûsâ, onların nasıl tanrıları varsa sen de bize öyle bir tanrı yap. Siz, dedi, cidden ne cahillik eder bir kavimsiniz. Şüphe yok ki bun­ların içinde bulundukları (din) helake mahkûmdur. (İbâdet diye) yap­makta oldukları nesne de boşunadır. Dedi: Tanrı olarak Allah'dan baş­kasını mı arayacakmışım -size? Halbuki O, sizi âlemlerin üstüne geçir­miştir.»  (A'râf, 138-140).

Hadîsi Tirmizî rivayet edip sahîh hadîstir demiştir. (Tirmizî, 31). Rahip ve hahamlarına ibâdetlerine gelince bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :

«Onlar, Allah'ı bırakıp râhiblerini, hahamlarını, Meryem oğlu Me-sîh'i tanrılar edindiler.» (Tevbe, 31).

İmâm Ahmed İbn Hanbel ve Tirmizî, Adiyy İbn Hâtim'den rivayet ediyorlar:

Rasûlullah' «Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve râhiblerini tan­rılar edindiler.» âyetini okurken işittim ve dedim ki: «Ey Allah'ın Rasülü biz onlara ibâdet etmiyorduk ki. Şöyle buyurdu : Onlar Allah'ın helâl kıldığını haram kılınca siz bunları haram kabul etmiyor muydu­nuz? Allah'ın haram kıldığını helâl kıldıklarında bunları helâl kabul etmiyor muydunuz? Evet yâ Rasûlullah dedim. İşte bu onlara ibâdet­tir buyurdular.»[38]

Tirmîzî'nin metni şöyledir:

«Adiyy İbn Hâtim'den : Boynumda altın bir haç'la Rasûlullah'ın yanına geldim. Bana : «O putu boynundan çıkar, at, ey Âdiyy» buyurdu­lar. Rasûlullah'ı «Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini tan­rılar edindiler» âyetini okurken işittim. Şöyle buyurdular: Elbette, on­lar bilgin ve rahiplerine ibâdet etmiyorlardı. Ama kendilerine bir şeyi helâl kıldıklarında onu helâl, haram kıldıklarında da haram kabul edi­yorlardı.»

İbâdetin çeşitleri ve sınıflan vardır. İman da ancak yalnız Allah'a ibâdet edilmesiyle tamam olur.

Bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır :

«Bu ümmette şirk bir karıncanın hareketinden —devinmesinden— daha gizlidir»[39]

Bu hadîs'in metni Müsned'de şöyledir:

«Ebu Mûsâ el-Eş'arî şöyle demiştir : Bir gece Rasûlullah (s.a.) bi­ze hitap ederek dedi ki: Ey Nâs, bu şirkten korkunuz, (korununuz). Mu­hakkak ki o bir kanncanın devinmesinden daha gizlidir (saklıdır). Ora­da bulunanlardan birisi sordu : Ey Allah'ın Rasûlü mademki bir ka-nncanm devinmesinden daha gizlidir ondan nasıl korunacağız? Buyur­dular : «Ey Allah'ım bildiğimiz bir şeyle sana şirk koşmaktan yine Sana sığınır, bilmediğimiz şeylerden dolayı da mağfiretini dileriz, deyiniz.»

Şemseddin İbnü'l-Kayyim şöyle diyor: Bu sebeple kul her namaz­da «Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım dileriz.» “İyyâke na’budu ve iyyâke nestain” demekle emrolunmuştur. Şeytân şirk koşmayı emreder,

nefis de bu konuda ona itaat ederek ya korkusundan, ya ümidinden dai­ma Allah'tan gayrısma yönelir. Dolayısıyla kul dâima şirkten kurtul­maya ve tevhide muhtaçtır. Aynı sebeple Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerîm' inde üç yerde müşriklerin kendisinin değerini hakkıyla bilmediklerini

haber vermektedir. Zaten sevgisinde, korkusunda, ümidinde, bo­yun eğmesinde, öfkesinde, korkma ve rızâsını tercih etmede Allah'a denk ve eşler uyduran bir kimse nasıl olur da O'nun değerini hakkıyla bilebilir?»

İbâdet hakkında Mevhûdî, el-Müstalahât el-Erba'a (Dört Terim) isimli eserinde şu bilgiyi veriyor :

«İbâdetin lügat mânâsı: «İtaat etmek, tevazu göstermek, daha açık bir ifâde ile kişinin bir kimseye isyan etmeden, ondan yüz çevirmeksizin, mukavemet göstermeden itaati ve boyun eğmesidir, o kadar ki kendisine karşı boyun eğilen kişi onu dilediği şekilde hizmetçi kılar

«İşte bundan dolayı araplar, yumuşak huylu yük devesi için “Bairun muabbedun” gidişi gelişi kolay olan yol için de “Tarikun muabbedun” tabirlerini kullanırlar. Bu lüğavî asıldan bu kelimenin yapısında mevcut olan kul­luk, itaat, hizmet ve yasak gibi mânâlar çıkmıştır. İbn Fâris, Makâyîs'ü'1-Lüğa, V, 205'de “Abede” maddesinde şöyle diyor: “Abede” kelimesindeki A ve B sanki birbirine zıt iki harf gibidirler, bu iki asıl­dan birincisi yumuşaklık ve tevazûya, ikincisi de şiddet ve kabalığa de­lâlet eder.

İbn Sîde, el-Muhassıs XIII, 96'da şöyle diyor : «Lügatte ibadetin as­lı boyun eğmek. (...) İbâdet, itaat etmek, tevazu göstermek ve meske­net birbirine yakın manâlı olan kelimelerdir. (...) Daha üstünü olma­yan her boyun eğme, ibâdettir, ancak ma'bûd için olan itaat ibâdettir, boyun eğme ve mütevâzi olma yönünden Allah'a karşı olan her itaat ibâdettir. İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir, ona ancak, görme, işitme, İdrâk ve hayat en yüce nimetlere nail olan zât hak kazanır, şükür ve ibâdet ise ancak nimetle kazanılır. Çünkü ibâdetlerde azın azı, an­cak nimetin en yükseğini veren zâta karşı yapılma hakkına sahiptir. Yalnız bu ölçüden Allah hariçtir. İşte bunun için kulluğa müstehak ma'bûd sadece O'dur.[40]

İbâdet teriminin türetildiği ABD kökü şu anlamlara gelir :

1) Kul, yani hür'ün karşıtı olan köle.  “Teabbedu’r-racule” adamı köle edindi. Onu kul edindi, yahut onu kul muamelesine tabi tuttu. Keza yine aynı mânâyı ifâde etmek için, “” tabirleri kullanılır. Hadîs-i Şerifte bu hususu le'yîd için şöyle buyuruluyor : «Üç kişi vardır ki; ben onların hasmıyım. Bunlardan birincisi hür bir kimseyi köle edinen adamdır.» Başka bir rivayet hür'ü köle edinen, yani hür bir kimseyi kendine köle edinen buyurulmaktadır. Kur'an-ı Kerîm'de Mûsâ (a.s.) Fir'avun'a şöyle der : «Bana karşı minnet ettiğin (başıma kaktığın) o nîmet, İsrail oğullarını kendine kul (köle) edindi­ğin içindir» (Şuarâ, 22).

2) İbâdet, boyun eğmekle beraber itaat anlamına gelir. Meselâ “Abede’t-tağute”  «Putlara ibâdet etti» cümlesi «Ona itaat etti de­mektir.» “İyyâke na’budu” «Ancak Sana ibâdet ederiz» yani eğilmelerimiz­le itaati yalnız Sana gösteririz.» “Ve’budu Rabbekum” «Rabbınıza ibâdet edi­niz» sözü «Rabbınıza itaat ediniz» demektir.

“Kavmehumâ lenâ âbidun”  «O ikisinin kavmi bize ibâdet edicilerdir.» Yâni bize itaat edicilerdir, demektir. Ve her kim bir krala boyun eğerse ona itaat etmiş demektir. İbnü'l-Enbârî şöyle diyor : “Fulanun abidun” «Filanca ibâdet edicidir» yani o Rabbı'na boyun eğmiş ve Rabbi'nin em­rine teslimiyet ve bağlılık göstermiş demektir.

3- “” kelimeleri  «Ona kulluk etti, Onu ilâh tanıdı» manâlarına gelir. “” kelimesi ise, «kendini ibâ­dete verdi» demektir. “” kelimesi «kendisine ibâdet edilen» manâsını ifâde eder. Yani kendisine hürmet gösterilen demektir.

4- “”  «O'na ibâdet etti», «O'na yapıştı ve O'ndan ay­rılmadı» demektir.

5- “” «Senin bana gelmene ne engel oldu?»

Bu filolojik izahlardan da anlaşılıyor ki kelimesi­nin ifâde etmek istediği esâs mânâ, kişinin, yüksek ve üstün birine kar­şı baş eğmesi, itaat etmesi, sonra kendi hürriyet ve bağımsızlıŞındap feragat etmesi, onun karşısında her türlü mukavemet ve isyanı terk ejb-mesi ve tam bir bağlılıkla ona boyun egmesidir. İşte bu, kulluk ve itaat­tir. Bundan dolayı Arap “Abd” ve “İbadet” kelimelerini duy­duğu ilk anda zihninde kulluk ve ilâhlık mefhûmları canlanıyordu. Ku­lun hakîki vazifesi efendisine itaat etmek ve emirlerine sıkı sıkıya bağ­lanmak olduğu için hemen ardından itaat tasavvuru geliyordu. Daha sonra kul, itaat've tezellül ile nefsini efendisine teslim etmekle kalmaz, bununla beraber onun yüceliğine inanır, şanının yüksekliğini itiraf eder, kalbi efendisinin nimetlerine karşı minnettarlık ve şükür hisleri ile dolup taşarsa; işte o kul efendisine hürmet ve ta'zîmde aşırı davra­nır, nimetlerine şükretmek için kulluğun gereklerini yerine getirme yollarını arar. (...) Bütün bunlar Allah'a gösterilecek kulluğun kendisidir. Bu düşünce; kulun efendisine sadece başını eğmesi ile değil, bilâkis ba­şı ile beraber kalbini de O'na meylettirdiği takdirde kulluğun mânâları­nı ifâde eder. Geride, kalan iki mefhûma gelince, onlar kulluk için esâs değil ikinci derecede düşünülebilir. [41]

 

Gerçek Kulluk:

 

Filolojik araştırmalardan sonra Kur'an-ı Kerîm'e müracaat et­tiğimizde “İbadet” kelimesinin ekseriyetle ilk üç mânâda kullanıl­dığını görürüz. Bazı yerlerde “İbadet” kelimesi ile birinci ve ikinci mânâ birarada bir yerde yalnız birinci mânâ bir başka yerde yalnız ikin­ci mânâ, bir diğer yerde yalnız üçüncü mânâ kasdedilmiştir. Bu üç mâ­nânın bir anda kullanıldığı da görülmektedir. Kur'an-ı Kerîm'de “İbadet” kelimesinin birinci ve ikinci mânâlarda kullanıldığı yerler:

«Daha sonra Musa'yı ve kardeşi Harun'u bunca mucizelerimizle ve apaçık hüccetlerimizle Fir'avun'a ve onun ileri gelenlerine gönderdik de (îman etmeyi bir türlü) kibirlerine yediremediler. Onlar mütekebbir ve müste'bil adamlardır.»  (Mü'minûn, 45-46).

«Onun için dediler ki: «Kavimleri bize kulluk edip dururken bizim gibi iki beşere îmân mı edecekmişiz?» (Mü'min'ûn, 47).

İmâm-ı Taberî diyor ki: «Onlar, onlara itaat ediyorlar, onlara kar­şı zillet gösteriyorlar, onların emirlerini harfiyyen yerine getiriyorlar ve onlara boyun eğiyorlar. Araplar arasında krala itaat eden herkes için «melikin kulu» ifâdesi kullanılır.» (Tefsir XVIII, 19).

«Bana karşı minnet ettiğin (başıma kaktığın) o nîmet, İsrail oğul­larını kendine kul (köle) edindiğin içindi.» (Şuarâ, 22).

Taberî bu âyetin tefsirinde ise şöyle diyor : «Onları kendin için kö­le edindin» Mücâhid ise bu hususta şöyle diyor: «Onlara üstün geldin ve istediğini yaptırdın.» İbn Cüreyc de şöyle diyor: «İsrail oğullarını yendin, galip geldin ve onlara dilediğini yaptırdın.» (Tefsir, XIX, 33).

Bu iki âyette ( ;jLJ\ ) kelimesinden kastedilen mânâ, kul­luk ve itaattir. «Fir'avun dedi: «Mûsâ ve Harun'un kavmi ise ibadet edicilerdir.» Yani onlar bizim kölelerimizdir ve emirlerimize itaat eder­ler. Musa da dedi: «Sen İsrail oğullarını köle edindin ve onları gönlü­nün istediği şekilde çalıştırdın.»

Kulluk ve itaat anlamında ibâdet şu âyetlerde yer alır : «Ey îman edenler, size nzık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olan­larından yeyin, Allah'a şükredin, eğer (hakikaten) O'na kulluk ediyor- Taberî, bu âyetin tefsirinde de diyor ki: Eğer sizler onun emrine boyun eğiyor, dinliyor ve itaat ediyorsanız, o halde size yenmesini mü: bah ve helâl kıldığı şeyleri yeyin. Onun haramlığı hususunda şeytâna uymaktan vazgeçin. Şeytân; onu yememelerini teşvik ediyor ve haram olduğuna inanmaktan vazgeçmeğe çağırıyor. Çünkü onların onu câhi-liyye devrinde haram kılmaları şeytâna itaatleri ve geçmiş cedlerinden ve babalarından Allah'ı inkâr etme hususunda ehl-i küfre uymaları için­dir. (Tefsir, II, 50).

Bu âyetin getirdiği hüküm ile ilgili münâsebete gelince; İslâm'dan evvel araplar dînî önderlerinin emirlerine bağlanmak ve atalarının ta­kip ettiği yola uymak suretiyle içecekleri ve yiyecekleri şeyleri, yazabi­lecekleri her türlü vâsıta ile kaydediyorlardı. Müslüman olunca Allah onlara şöyle buyurdu : «Siz bana, bütün bu kayıtları parçalamak ve benim size helâl kıldığım şeyleri dilediğiniz gibi yemek suretiyle ibâdet ediyorsunuz.» Bunun mânâsı; eğer siz, Allah'ın birliğini tasdik ederek âlimlerinize ve liderlerinize kul, köle olmasaydınız ve onlara itâattan vazgeçip Allah'a yönelseydiniz; işte o zaman Allah'ın sizin için helâl ve haram konusunda çizdiği sınırlara uymanız gerekirdi, yoksa onların çiz­diği sınırlara değil. İşte bundan dolayı “Te’budun” kelimesi burada «kulluk ve itaat» mânâlarında kullanılmıştır. «De ki, Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? (Allah'ın la'net ve aleyhinde gazab ettiği, içlerinden maymunlar, do­muzlar yaptığı kimselerle Tâgût'a ibâdet edenlerdir ki işte bunların mevkii daha kötü ve dümdüz yoldan daha sapıktır.» (Mâide, 60).

Taberî bu âyetin tefsirinde ve Tâğût kelimesi hakkında bazı nakil­ler yaptıktan sonra şöyle diyor : «Bana göre sözün doğrusu; Allah'a kar­şı her isyan eden ve ondan başkasına tapandır, gerek onun üstünlüğün­den olsun, gerekse hakikaten ona itaatinden dolayı olsun. Ve gerek bu ma'bud; insan yahut şeytân, yahut put veya mevcûd şeylerden birisi olsun. Ben Tâğût kelimesinin aslının şöyle kullanıldığını tesbît ettim : Bir kimse zulmettiği ve haddi aştığı zaman onun hakkında «azdı, tuğ­yan etti» denir.» (Tefsir, III, 15).

«Andolsun ki biz her ümmete «Allah'a kulluk edin, putlar (a tap­mak) dan kaçının» diye (tebligat yapması için) bir peygamber gönder­mişizdir...» (Nahl, 36).

«Tâğûttan, ona tapmaktan kaçınıp da Allah yoluna yönelenler (e gelince), onlar için müjde vardır. O halde kullarımı müjdele.» (Zümer, 12).    

Bu üç âyette «Tâgût'a ibâdet» sözünden kastedilen mânâ Tâğût'a kulluk ve itaattir. Kur'an-ı Kerîm'in ıstılahında Tâğût'un mânâsı Al­lah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü hâkimiyet, otorite, başkanlık yahut kumandanlıktır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması Tâğût'a itaattir.

İtâat anlamında ibâdet şu âyetlerde yer alır:

«Ey Âdem oğulları, şeytâna tapmayın. Çünkü o, sizi Rabb'ınızdan ayıran bir düşmandır.» (Yâsîn, 60).

Açık olan şudur ki; hiç bir kimse bu dünyada şeytânı ilâh tanımaz, bilâkis bütün gücü ile ona la'net eder ve onu ruhundan kovar. Bunun için Allah Teâlâ'nın kıyamet gününde âdem oğullarına yüklediği suç, dünya hayatında şeytâna tapmalarından dolayı değildi, Sadece şeytân' in emrine itaat etmeleri, hükmüne tâbi olmaları ve gösterdiği yollara süratle koşmalarındandı.

«Meleklere, o zulmedenleri, onlara eş olanları, Allah'ı bırakıp tap­makta isrâr ettikleri şeyleri hep bir araya toplayın da cehennem yolu­na götürün.» (dediler») (Sâffât, 22-23).

«Onlardan kimi kimine yönelip birbirini mes'ûl tutmaya kalkışır­lar.»

(Metbulan da) «Hayır, siz (esasen) îmam ediciler değildiniz» der­ler.

Ve bizim size karşı bir hâkimiyetimiz de yoktu. Bilâkis siz de bizim gibi azgınlar güruhu idiniz.» (Şaffât, 27-30).

Bu muhaverede Kur'an-ı Kerîm'in hikâye ettiği ibâdet edenlerle ibâdet edilenler arasındaki görüş; en iyi şekilde açıklanıyor. Burada mâ-budlardan maksad, kavmin taptığı ilâhlar ve putlar değildir. Bilakis on­lardan maksad, halkı görünüşte istişare adı altında sapıklığa sürükle­yen, temiz Hıristiyan azizleri elbisesi ile insanları temsil eden, şerri ve fesadı ıslâh adı altında yayan liderler ve kılavuzlardır. Onları cübbe ve teşbihleri ile aldatıp kendilerine tabî kıldılar. Allah bu âyette onların hîlekârları  körükürüne  taklîd  etmelerini  ve  emirlerine   uymalarını “İbadet” kelimesi ile açıklamaktadır.

«Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Me­sih'i tanrı edindiler. Halbuki bunlar da ancak bir olan Allah'a ibâdet etmelerinden başkası ile emrolunmamışlardır.»  (Tevbe, 31).

Allah'ı bırakıp bilginlerini ve âlimlerini tanrı edinmelerinden, Al­lah'a ve Rasûlüne âit bir delile dayanmaksızın onların hükmüne itâat-larından bu âyette kastedilen mânâ; onların emir ve yasak koyma yet­kisine sahip olduklarını kabuldür. Bu mânâyı Rasûlullah (s.a.) sahîh hadîslerinde bizzat açıklamıştır. Rasûlullah (s.a.)'a : «Biz âlimlerimi­ze ve büyüklerimize ibâdet etmedik» dedikleri zaman, o şöyle buyurmuş­tu: «Onların helâl kıldıklarını helâl, haram kıldıklarını haram saymı­yor musunuz?» Kulluk anlamında ibâdet, Kur'an-ı Kerîm'de iki mânâ'da vârid oluyor.

Birincisi; kişinin bir başkası için dinin emirlerinden olan sücûd, rükû', kıyam, tavaf, Kâ'be'ye yüz sürme, adak, kurban gibi rükünleri, tapma ve kurban âdetini kasdederek yerine getirmesidir. Bu kişinin tap­tığı o şeyi, kendi başına buyruk en yüce ilâh kabul etmesine, bütün bu yaptığı şeyleri, taptığının en yüksek bir ilâhın ortağı bulunduğuna, bu alemi idarede bu en yüce ilâha tâbi olduğuna inanması keyfiyetidir.

İkincisi; kişinin bir kimseyi bu âlemde sebepler nizâmr üzerinde galip zannederek isteği hakkında ona duâ etmesi, zarar ve felâketler karşısında ondan medet umması, korkuların gelişinde, malların ve can­ların yok oluşunda ona sığınmasıdır.

Bu iki tavır da kulluk mânâsına dâhildir. Bunun delili aşağıdaki âyetlerdir.

«De ki: «Bana Rabbimden apaçık deliller gelince sizin Allah'ı bı­rakıp taptıklarınıza kulluk etmekden kesin olarak men'edildim. ...» (Mü'min, 66).

«Sizi ve Allah'tan başka taptıklarınızı bırakıp çekiliyorum. Rabbi-me duâ ediyorum. İşte (İbrahim) onları ve Allah'tan başka taptıklarını bırakıp çekilince biz ona İshâk'ı ihsan ettik...» (Meryem, 48-49).

«Allah'ı bırakıp da kendisine, kıyamete kadar cevap veremeyecek kişiye tapmakta olan kimseden daha sapık kimdir? Halbuki bunlar, on­ların tapmalarından da habersizdirler. İnsanlar mahşerde bir araya toplandıkları zaman bunlar, onların düşmanları olurlar. Onların taptık­larını inkâr ediciler olurlar.» (Ahkâf, 5 - 6).

Bu üç âyetin her birinde buradaki ibâdetten maksadın duâ ve me­det ummak olduğunu Kur'an-ı Kerîm bizzat açıklamıştır :

«... Belki onlar cinlere tapıyorlardı ve çoğu onlara îman edicilerdi diyecekler.» (Sebe', 41).

Cinlere ibâdet ve onlara îmandan bu âyette kastedilen mânânın ne olduğunu aşağıda gelen Cin sûresi'ndeki âyetler açıklamaktadır :

«Gerçekte şu da var : İnsanlardan bazı kimseler cinlerden bazı ki-' silere sığınırlar.»  (Cin, 6).

Yukarıdaki âyette açıklanmıştır ki cinlere ibâdetten maksad da, muhafaza ve sığınma hususunda onların kudretine inanmaktır.

«Rabb'ın onları da, Allah'tan gayrı taptıklarım da mahşerde bira-raya toplayıp : «Siz mi şu kullarımı saptırdınız, yoksa kendileri mi yol­larını sapıttılar?» diyeceği gün. Görürsün ki onlar şöyle derler : «Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yakışmaz...» (el-Furkân, 17-18). Bu âyet-i Kerîme, mâbûdlardan maksadın sâlihler, Peygamberler ve velîler olduğunu açıkça anlatıyor. Onlara ibâdetten maksat ise; kul­luk hassaları bakımından yüksek olduklarına inanmak ilâhlık sıfatı ile muttasıf bulunduklarını kabul etmek, kötülüğü keşf, gaybı ortaya çı­karmak, yardım gibi şeylere güçlerinin yeteceğini zannetmektir.

Taberî bu âyetin tefsirinde şöyle diyor; zikri yüce Allah buyuruyor ki: «Kıyamet gününü inkâr edip putlara tapan yalancıları ve Allah'­tan gayri cinlerden, insanlardan ve meleklerden olan şeylere tapanları o günde toplayacağız.» (Tefsir, VIII, 14.1).

«Allah onların hepsini mahşerde toplayacak sonra meleklere : «Bun­lar mı size tapıyorlardı? diyecek.» (Melekler de) : Seni ortaktan ten-zîh ederiz. Bizim dostlarımız onlar değil. Sensin...»  (Sebe', 40-41).

Bu âyetlerde meleklerin ibâdetinden kasdedilen mânâ; câhilliyyet halkının yaptığı gibi, onların hayalî resimlerine ve heykellerine karşı gösterilen saygı ve ubûdiyyettir. Bütün bunlardan da öte, onların ga­yesi, bu dünya hayatına bağlı işlerinde onların atîfetlerini ve yardımla­rını kazanmak suretiyle onları hoşnûd etmektir.

«Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda ve­remeyecek olan şeylere taparlar. Bir de : «Bunlar bu putları Allah ya­nında bizim şefâatçılarımızdır» derler.»  (Yûnus, 18).

«... Kendilerine bir takım dostlar edinenler (derler ki) : «Biz bun­lara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.» (Zümer, 3).

Bu âyette de ibâdetten maksad, kulluk etmektir. Verdiğimiz örnek­lerden anlaşılıyor ki, Kur'an-ı Kerîm'de “İbadet” kelimesi bazan kulluk ve itaat, bazan sadece itaat, bazan da yalnız «tanrılık iddiasında bulunmak» mânâsında kullanılmıştır. Şimdi ise ibâdet kelimesinin her üç mânâya kullanıldığı örnekleri vermeden önce bazı hususları açıkla­maya çalışalım :

İbâdet kelimesinin itaat ve kulluk manâları ile zikredildiği âyet­lerde mâbûddan maksad; ya şeytandır, yahut Allah'a itaat ve ibâdetten bedel olarak onlara itaat ve ibâdeti teşvik eden ve kendilerini Tâğût kı­lan azgın kişilerdir, yahut da Allah'ın kitabını hiçe sayarak insanları, îcad ettikleri hayat düstûrları ve yaşayış tarzına sürükleyen lider ve ön­derlerdir. İbâdet kelimesinin «tanrılık iddiasında bulunmak» mânâsın­da vârid olduğu âyetlere gelince; bu âyetlerde ma'bûddan maksad; yol gösterme ve talimlerine rağmen insanların kendilerini ilâh telâkki et­tikleri sâlih kişiler, peygamberler ve velîlerden, yahut kötü anlayışları dolayısiyle tabîat kanunu üzerindeki koruyucu güçte ortak saydıkları cin veya meleklerden ibarettir. Veya mücerred şeytânın teşviki ile na­mazlarının kıblesi ve ibâdetlerinin yönü kesilen heykel ve hayalî kuv- vetlerden ibarettir. Kur'an-ı Kerîm, bütün bu ma'bûdları bâtıl sayıyor. İnsanların onlara tapmasını, onlara itaat etmelerini, onları ilâh kabul etmelerini de büyük bir hatâ sayıyor. Bu ibâdetin, onlara tapınılması, itaat olunması yahut onların ilâh kabul edilmesi şeklinde olması fark­sızdır. Âyette deniyor ki; sizin tapmakta olduğunuz bu şeylerin hepsi Allah'ın kulları ve köleleri olup ibâdet olunmaya müstahak değildir ve siz de onlara ibâdet etmekle ümitsizlik, alçaklık ve musibetten başka bir şey elde etmiyorsunuz. Hakikatte onlann da yer ve göklerin de ger­çek mâliki bir olan Allah'tır. Bütün işler, bütün otorite ve selâhiyetler O'nun kudreti çerçevesindedir. İşte bundan dolayı da ibâdet edilmeye lâyık yalnız O'dur.

«Ey kâfirler Allah'ı bırakıp taptığınız putlar da sizin gibi kullar­dır. Eğer dâvanızda samimi iseniz, haydi onları çağırın da size yardım etsinler.» (A'raf, 194).

«Sizin onu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru adlardan başkası değildir. Allah bunlara hiç bir burhan indirmemiştir. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. O kendisinden başkasına ibâdet etmemesini emreylemiştir. Doğrusu din işte budur...» (Yûsuf, 40).

«Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Her iş O'na döndürülür. Öy­le ise O'na ibâdet et, O'na güvenip dayan...»  (Hûd, 123).

«... Önünüzde, ardınızda ve her ikisinin arasında ne varsa O'nun-dur. Senin Rabbın unutan değildir.» (Meryem, 64).

«O göklerin, yerin ve onların arasında bulunan şeylerin Rabbidir. O halde sen O'na kulluk et ve kulluğunda da iyice sebat et...» (Mer­yem, 65).

«... Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiç bir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutma­sın.» (Kehf, 110).

İbâdet kelimesinin bu ve buna benzer âyetlerde, yalnız tanrılık id­diası veya sadece itaat ve kulluk mânâlarına tahsis edilişi için herhan­gi bir gerekçe yoktur. Bilakis doğru olan Kur'an-ı Kerîm'in buna ben­zer âyetlerde davetini en mükemmel şekilde ortaya koymuş olmasıdır. Daha doğrusu, Kur'an-ı Kerîm'in kulluk, itaat ve ubûdiyyetten başka bir mânâ taşımıyan bu daveti sırf Allah rızâsı içindir. Buna göre, ibâ­det kelimesinin bu mânâda dondurulması, doğrusunu söylemek gerekir­se Kur'an çağrısının çok dar mânâlara sıkıştırılması demektir ve bu­nun kafi neticesi şudur : Allah'ın dinine inanan herkes bu sınırlı dar düşünceyi Kur'an'ın daveti zannedecek ve böylece Kur'an-ı Kerîm'in öğrettiklerine tâbi olmayacaktır.» [42]

 

Sırât-ı Müstakim:

 

Bizi doğru yola ilet.

Başlangıçta Allah Teâlâ'ya hamd edildiğine göre, arkasından is­teklerin gelmesi uygundur. Nitekim hadîste belirtildiği gibi Allah (c,c.) Fâtiha'nm yansı, Bana yarısı kulumadır ve kulumun istediği kendisi­nindir» buyurmuştur. Bu durum isteyenin en iyi halidir ki, isteneni med-hetmekte ve sonra kendi ihtiyacım zikretmektedir. Bunun yanı sıra mü'min kardeşlerinin ihtiyâçlarım dile getirmek üzere «Bizi dosdoğru yola hidâyet et» demektedir. Çünkü bu «dosdoğru yol»: ihtiyâcın en iyi şekilde ifâdesi ve ihtiyaca en iyi şekilde muhteviyat verilmesidir. Bu­nun için Allah kulunu dosdoğru yola, hidâyete yöneltmektedir. Çünkü O en mükemmeldir. Buradaki istek, isteyenin hâlini ve ihtiyâcını haber verme sadedinde de olabilir. Nitekim Hz. Musa'dan bahsedilirken şöyle buyurulur :

«Bunun üzerine onlannkini suladı. Sonra gölgeye çekildi ve dedi ki: «Rabbim doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım.» (Kasas, 24).

Bununla beraber isteyenin nitelikleri daha öncede geçmiş olabilir. Nitekim balık sahibinin sözlerini zikrederken Allah Teâlâ şöyle buyurur :

«Zünnûn'a da hani o öfkelenerek giderken kendisine güç yetire-miyeceğimizi sanmıştı. Ama sonunda karanlıklar içinde «Sen'den başka İlâh yoktur. Sen münezzehsin. Doğrusu ben haksızlık edenlerdenim» di­ye niyaz etmişti.» (Enbiyâ, 87).

Veya istekleri, mürecced övgü şeklinde de olabilir (...)

Bazen hidâyet kelimesi kendiliğinden müteaddi olur ve bize ilham et, bizi muvaffak kıl veya rızıklandır veya ver anlamını kazanır. Nite­kim burada bu şekildedir. Keza diğer bir âyette :

«Biz ona iki de yol gösterdik.»  (Beled, 10) buyuruluyor.

Burada biz ona hayır ve şerri bildirdik anlamınadır. Hidâyet keli­mesi, bazan da “İla” ile müteaddî olur. Bu takdirde irşad ve delâ­let anlamına gelir. Nitekim Allah Teâlâ'nın şu âyetlerinde böyledir :

«Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Onu beğenip seçmiş, kendisini doğru bir yola iletmişti.» (Nahl, 121).

«Ve onları cehennem yoluna götürün.» (Saffât, 23).

«İşte böylece sana da buyruğumuzdan bir rüh vahyettik. Sen kitap nedir, îman nedir bilmezdin. Fakat biz onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki, sen de doğru bir yolu göstermektesin. (Şûra, 52).

Bazan da lâm ile müteaddî olur. Nitekim cennet ehlinden bahsedilirken şöyle denilmektedir:

«Göğüslerinde kinden ne varsa söküp atmışızdır. Altlarından ır­maklar akar. Ve derler ki: «Hamd olsun Allah'a ki, bizi hidâyetiyle bu­na ulaştırdı. Eğer O bizi ulaştırmasaydı biz hidâyete ulaşmazdık. Andol-sun ki, Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmiştir.» Onlara : «Yap­makta olduklarınızdan dolayı mirasçısı kılındığınız cennet işte budur» diye seslenilir.» (A'râf, 43).

Bizi muvaffak kıl ve onun için ehil eyle mânâsına gelir.

Sırât-ı Müstakîm'e gelince:

îmam Ebu Ca'fer İbn Cerîr el-Taberî der ki; te'vîl ehlinin hepsi icma' ettiler ki: sırât-ı müstakim, eğriliği büğrülüğü olmayan apaçık yol­dur. Bütün araplann lûğatında bu anlama gelir.

Bu noktadaki şevâhid sayılmıyacak kadar çoktur. Sonra araplar sırat kelimesini her türlü söz ve davranış için kullanırlar. Doğru ola­na düzgün mânâsında, eğri olana da eğri anlamında sırat tâbirini kul­lanırlar. Selef ve haleften müfesirler; sırat kelimesinin tefsiri konu­sunda ihtilâf etmişlerdir. Fakat hepsi birtek noktaya yönelmiştir ki, bu da Allah ve Rasûlüne ittiba'dır. Sıratın Allah'ın kitabı olduğu hususun­da rivayetler vardır. Nitekim İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hasan İbn Urfe... Ali İbn Ebu Tâlib'den nakleder ki o şöyle demiş : Allah'ın Ra-sûlü «sırât-ı müstakim» Allah'ın kitabıdır» buyurdu. İbn Cerîr, Ham-za İbn Habîb el-Zeyyâd'ın rivâyetiyle aynı hadîsi nakleder ki bu hadîs Kur'an'm faziletleri babında geçmişti. İmâm Ahmed ve Tirmizî Hâris'-in rivâyetiyle Hz. Ali'den merfu' olarak nakleder ki, O şöyle demiş: «Kur'an Allah'ın sapasağlam ipidir, o zikr-i hakîm ve sırât-ı müstakim­dir.» Bu hadîs mevkuf olarak da Hz. Ali (r.a.) 'den rivayet edilir. Şüphe­siz en doğrusunu Allah bilir.

Sevrî, Mansûr'dan... O da Abdullah'dan naklen der ki sırât-ı müstakim Allah'ın kitabıdır. Denildi ki o İslâm'dır.

Abdullah İbn Muhammed İbn Akîl, Câbir'den nakletti ki; sırât-ı müstakim İslâm'ın kendisidir ve gökle yeryüzünün arasından daha ge­niştir. İbn el-Hanefiye de bu âyetin tefsirine «sırât-ı müstakim» Allah'ın kullarından, ondan başkasını kabul etmediği İslâm dînîdir» der.

Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki: Sırât-ı Müstakim İs­lâm'ın kendisidir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel bu hadîsi Müsned'inde nakleder ve der ki; Hasan İbn Süvvâr Ebu'1-A'lâ... Nüvâs İbn Sem'ân'dan nakleder ki o, Rasûlullah (s.a.)'dan şöyle duyduğunu bildirmişti: «Allah (darb-ı

mesel) örnek olarak dosdoğru yolu (sırât-ı müstakîm'i şöyle) göstermiş­tir. Sırât'ın iki yakasında iki sûr, açık kapılar ve kapıların üzerinde ge­rilmiş perdeler vardır. Sırât'ın kapısında bir münâdî der ki: Ey insan­lar hepiniz birlikte sırata (dosdoğru yola) giriniz ve (yolunuzu) eğip bükmeyiniz. Sıratın üzerinden de bir münâdî aynı şekilde çağırır. İnsan bu kapılardan birisini açmak istediğinde der ki, yazıklar olsun onu aç­ma, çünkü sen onu açarsan içine girersin. Sırat İslâm'dır, iki sûr Al­lah'ın hadleridir. Açık kapılar Allah'ın haramlarıdır. Sıratın başındaki bu çağına Allah'ın kitabıdır. Sırât'ın üzerindeki çağına Allah'ın her müslümanın kalbindeki uyarıcısı (vaizi) dir. İbn Ebu Hatim, ve îbn Cerîr, Leys İbn Sa'd'ın rivâyetiyle aynı hadîsi naklederler. Tirmizî ve Neseî de Ali İbn Hacer kanaliyle Nüvâs İbn Sem'ân'dan nakleder;. Bu isnâd, hasen ve sahihtir. En doğrusunu Allah bilir. Mücâhid der ki: sırât-ı müstakim haktır. Bu ifâde daha şümullü­dür, ayrıca daha önceki ifâdelerle bunun arasında çelişki yoktur.

İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr, Ebu Nadr Hâşim İbn el-Kâsım'ın ha­dîsinde Ebu'l-Âliye'den nakleder ki, sırât-ı -müstakim Hz. Peygam­ber ve arkasından gelen iki ashabıdır. Âsim der ki biz bunu Hasan'a naklettik o da Ebu'l-Âliye doğru söylemiş, dedi.

Bütün bu sözler sahihtir ve uyulması gerekir. Tutarlıdır, çünkü Hz. Peygambere tâbi' olan, ondan sonra gelen Ebubekir ve Ömer (r.a.)'e uyan kimseler hakka uymuş olur. Hakka uymuş olan İslâm'a uymuş olur. İslâm'a uyan Kur'an'a uymuş olur ki o, Allah'ın kitabı, kopmaz ipi ve dosdoğru yoludur. Bütün bu ifâdeler doğrudur ve birbirlerini tasdik eder. Hamd Allah'a mahsûstur...

Taberânî der ki Muhammed İbn Fadl el-Sakatî... Abdullah'tan nak­leder ki o şöyle demiş : Sırât-ı Müstakim Rasûlullah'ın bizi üzerinde terk ettiği yoldur. Bunun için İmâm Ca'fer İbn Cerîr merhum şöyle der : Bu âyetin yani «bizi dosdoğru yola hidâyet et» âyetinin en uygun te'vilî onunla şunun kastedilmiş olmasıdır : Senin hoşnûd olacağın yolda se­bat etmeye bizi muvaffak kıl, kullarından söz ve amelleriyle kendileri­ne nîmet ettiğin sırât-ı müstakîme bizi muvaffak kıl. Çünkü ona muvaf­fak olan Allah'ın kendilerine nîmet ihsan ettiği peygamberlerin, sâdık­ların, şehîdlerin ve sâlihlerin yoluna muvaffak olur. Ona muvaffak olanlar da İslâm'a muvaffak olur. Peygamberleri tasdik etmek, kitaba sanlmak, Allah'ın emrettiğiyle amel edip yasakladığından kaçınmak, peygamberinin yolundan gitmek, dört halîfenin yolunu izlemek ve sâlih kulların yolundan gitmek, sırât-ı müstakim tabirinin içerisine girer.

Denilirse ki, mü'min her vakit namazda ve diğer zamanlarda hidâ­yeti nasıl isteyebilir, halbuki kendisi bu sıfatla muttasıftır? Bu, acaba mevcudun elde edilmesi babından mıdır, yoksa başka türlü müdür? Bunun cevâbı, hayırdır. Eğer mü'minin gece ve gündüz hidâyet is- temeye ihtiyâcı olmasaydı Allah Teâlâ onu buna yöneltmezdi. Zira kul, her an ve her durumda, Allah'ın kendisini hidâyette sabit kılmasına ve bunda başarı kazanıp basiretini açık tutmasına muhtaçtır. Bu ihtiyâcı her an artmakta ve devam etmektedir. Kul, kendi nefsi için Allah'ın is­tediğinin dışında fayda veya zarara muktedir değildir. Bunun için Al­lah Teâlâ, kullarını hep yardımı, başarısı ve sebâtıyla destek istemeye yöneltmektedir. Dolayısıyla Allah'ın, istediğinden muvaffak kıldığı kişi mutludur. Allah Teâlâ duâ edenin duasına icabet edeceğini te'mîn et­miştir. Özellikle zor durumda ve muhtaç olan kişi, gece ve gündüz O'na yalvaracak olursa. Nitekim şöyle buyurmaktadır :

«Ey İman edenler, Allah'a peygamberine, indirdiği kitaba inanın. Kim Allah'ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.»  (Nisa, 136).

Burada Allah inananlara imanı emretmektedir. Bu, mevcudun el­de edilmesi sadedinde değildir. Çünkü istenen îmana destek sağlıyan amellerde sebat edip devam etmek ve bu davranışı sürdürmektedir. Doğ­ruyu en iyi Allah bilir. [43]

İbn Kesîr tefsirinin Mısır baskısında ayrıca şu bilgiler veriliyor: Cumhûr'un kıraetine göre dosdoğru yol anlamına gelen  sırat  kelimesi  sad iledir. Sırât'ı,  sin  ile “Sirat” ve ze  ile “Zirat” okuyanlar da vardır. Ferrâ'nm dediğine göre, bu okuyuşlar Beni U'zer ve Beni Kelb kabilesinin lügatidir.

(...) Allah'ın hidâyeti sayılmayacak kadar çeşitlidir. Nitekim Allah Teâlâ : «Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.» bu­yuruyor.  (İbrahim, 34).

Ancak bunlar belirli sıralara inhisar etmektedir.

Birincisi kişinin menfaatlerini görebileceği güçleri ifâde etmektedir. Aklî kuvvetler, bâtınî hisler ve zahirî duygular gibi.

İkincisi Hakk ile bâtılı, doğru ile eğ­riyi ayıran bozukluğun delillerini göstermektedir.

Üçüncüsü Peygamberler göndermek ve kitaplar indirmekteki hidâ­yettir (...)

... Dördüncüsü mü'minlerin kalblerine sırların açıklanması ve va­hiy, ilham ve rü'yay-ı sâdıka gibi hallerle bazı şeylerin kendilerine gös­terilmesidir. Bu kışıma ancak nebiler ve velîler nail olabilirler.[44]

Hidâyet konusunda Reşid Rızâ şöyle diyor:

I- «Allah Teâlâ insanlara dört türlü hidâyet lütfetmiştir ki bu­nunla insanoğlu mutluluğa erişir. Tabiî vicdanın ve fıtrî ilhamın (iç­ güdünün) hidâyeti, yol göstericiliği ve rehberliği. İçgüdü insanın doğuş­tan sahip olduğu bir kabiliyettir. Çocuk doğduktan hemen sonra gıda alma isteğini duyduğu için, açlık hisseder ve bunu elde etmek için do­ğuştan bir duyguyla bağırıp ağlar. Ağzına meme konduğu zaman onu yakalayıp emme içgüdüsüne sahiptir.

II- Duyu ve hislerin hidâyeti. Bu biyolojik hayatta bilincin mü­temmimi niteliğindedir. Her iki halde bütün canlılar insanlarla müş­terektirler. Ancak insanlardaki bu duygu çok daha mükemmeldir. Zira hayvanların içgüdüsü ve duyuları doğduktan bir süre sonra gelişmeye başlar. İnsanda ise bunun zıddına uzun sürede tedricî olarak bu duygu­lar olgunlaşır. Görmez misiniz doğumdan sonra çocukta ses ve eşyayı idrâk izleri göze çarpmaz. Bir süre sonra görür. Ancak yeterince görme duyusu gelişmediği için mesafeleri tâyin edemez. Uzağı yakın, yakını uzak görür ve uzaktaki bir şeyi elde etmek için elini uzatır. İsterse bu gökyüzündeki ay olsun. Çocuğun duyumları olgunluk merhalelerinde ilerledikçe gelişir.

III- Akıl: Allah insanoğlunu toplum hayatı yaşamak için ya­ratmıştır. Ve insana bu toplumsal hayat için gerekli duyulan içgüdü ve vicdan şeklinde sunmamıştır. Arıda ve karıncada olduğu gibi, top­lum hayatı için insan içgüdüsü yeterli değildir. An ve karıncaya her­kesin topluluk içinde görevini yerine getirdiği, herkesin bir işi üslen­diği ve böylece çeşitli ve türlü hayat imkânının bulunduğu toplum içe­risinde yaşayabilmesi için içgüdü lütfetmiştir. İnsana gelince insan tü­ründe böyle bir içgüdü mevcûd değildir. Bunun için Allah Teâlâ içgü­düden ve duygulardan çok daha büyük bir hidâyet rehberi vermiş ki bu, akıldır. Duyulann yanılgısını düzeltir, hislerin hatâsını tashih eder ve sebeplerini açıklar. Göz uzaktaki büyük bir şeyi küçük, suya uzatılan düzgün çöpü eğri görür. Safralı kişi tatlıyı acı sanır. İşte bu gibi du­yumların bozukluğundan doğan eksiklikleri telâfi edip ona rehberlik eden akıldır.

IV- Din: Ne var ki idrâk bakımından duyulann yanılması gibi akıl da yanılır. Ve insan kendi türünün, şahsının mutluluğu için duyula­rını ve aklını kullanmayı ihmâl eder. Bu vasıtaları sapıklık yollarında yürümek için kullanır, şehvetinin ve egoizminin esîri kılar ve kendini felâketlerin uçurumuna götürür. Duygular kaypaklık çıkmazlarına dal­dıkça, arzular aklı köleleştirdikçe o da çeşitli hîle yollan bulur. Bu du­ruma düşen kimse nasıl mutlu hayat sürebilir? Bu arzu ve isteklerin hiçbirisi hudûd tanımaz, kişi tek başına bunlara karşı duramaz. Çoğu kez başkalarının elindekileri almaya çalışır. Bu sebeple toplumdaki fert­lerden bir kısmı diğerinin düşmanı haline gelir, menfaatleri çatışır. Çekişirler, savunurlar, mücâdele ederler, diretirler, saldırırlar ve nihayet birbirlerini yok ederler, İşte bu gibi hallerde yukarda saydığımız üç hi­dâyet rehberi de onlara kâfi gelmez. Bunun için insanlar arzularının ka­ranlıklarına daldıkları ve hevesleri akıllarını mağlûb ettiği zaman, ken­dilerine yol gösterecek ve yanında durup geride bıraktıklarından elleri­ni çekmelerini sağlıyacak, işleri için hudûdlar çizecek bir hidâyete, reh­bere muhtaçtırlar. Ayrıca insan tabiatında yereden gizli bir güç vardır. Bu güç, kâinatta sebebi bilinmeyen her olaya hâkimdir.

Bu güç, varlığın dayanağı olan, tüm mevcudu insana lütfeden güç­tür. Bu sınırlı hayatın ötesinde onun bir hayat sahibi olduğunu gös­terir. İnsan ilk üç rehberle kendisini yaratan ve kendisine bu hidâyet­leri lütfeden yaratıcı gücün sahibine karşı görevlerini tayîn edebilecek güçte midir?Hayır. O'nu tayin edecek rehber dindir, Allah onu insanoğluna lütfetmiştir. İşte Kur'an-ı Kerîm Allah'ın insanoğluna lütfettiği bu çeşitli hidâyet ve rehberlik türlerini muhtelif âyetlerde bi­ze açıklamaktadır.[45]

 

İlâhî Nimet:

 

Nimete erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerinkine değil.

Yukarıda zikrettiğimiz hâdîs-i şerifte belirtildiği gibi kul; «bizi dos­doğru yola hidâyet et» dediği zaman Allah Teâlâ : «Bu kulum içindir ve kulumun istediği kendinindir» buyurur. «Kendilerine nîmet verdik­lerinin yoluna» kavli celîli; sırât-ı müstakimi tefsir etmektir ve ona bedeldir. Gramerciler böyle derler. Atf-ı beyân olması da caizdir. Şüp­hesiz ki en doğruyu Allah bilir.

«Nimete erdirdiklerin» den maksad, Nisa sûresinde zikri geçenler­dir.

«Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın ni­metine eriştirdiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle birlik­tedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu büyük lütuf Allah'tandır.» (Nisa, 69-70).

Dahhâk, İbn Abbâs'tan naklen der ki, «nimete erdirdiklerin» ifâdesi ile kendilerini ibâdet ve tâatmla nîmetlendirilenlerin, peygamberlerin, sıddîklarm, şehitlerin ve sâlihlerin doğru yolu kastolunmaktadır. Bu, Rabbimiz Allah Teâlâ'nın şu kavlinin nâzîridir :

«Kim de Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, işte onlar Allah'ın ni­met verdikleri ile beraberdirler.»

Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî' İbn Enes'den naklen der ki; «kendilerine nîmet verdiklerinin» yolundan murâd; peygamberlerdir.

İbn Cüreyc ise İbn Abbâs'ın bunların mü'minler olduğunu söyledi­ğini nakleder. Mücâhit de aynı şekilde söylemiştir. Vekî' ise bunların müslümanlar olduğunu söyler. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem bun­ların Hz. Peygamber ve beraberindekiler olduğunu söyler. İbn Abbâs'tan nakledilen yukardaki tefsir ise en şümûllüsüdür. Doğruyu Allah bilir. [46]

 

Gazaba Uğrayanlar:

 

«Gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerinkine değil.» «Bizi dosdoğru yola hidâyet et, kendilerine nîmet verdiklerinin yo­luna.» Bunların vasfı ve nitelikleri yukarda geçmiştir. Bunlar hidâyet ve istikâmet ehlidirler. Allah'a ve Peygamberine itaat ederler, emirleri­ni dinler, yasaklarını terk ederler. «Gazaba uğrayanların yollarına de­ğil.» Onlar irâdelerini bozmuşlar, hakkı öğrendikten sonra ondan yüz çevirmişlerdir. «Sapıkların yoluna da değil.» Onlar bilgiyi yitirmişler, sapıklığa dalmışlardır. Hakkı asla bulamazlar. “Velâ’d-dâllin” kelime­sinin başındaki lâm ile söze te'kîd verilmiştir. Böylece ortada iki bozuk yol bulunduğu gösterilmektedir; bunlar yahûdî ve hıristiyanların yolu­dur. Bazı gramer bilginleri buradaki “Ğayra” edatının istisna oldu­ğunu iddia etmişlerdir. ...

Bir kısmı da buradaki lâm'ın zâid olduğunu ve sözün takdirinin, «gazaba uğrayanların ve sapıkların dışında» şeklinde olduğunu söyle­mişlerdir. Bu hususta bir de Accâc'dan delil getirmişlerdir. Doğrusu ise bizim önce zikretmiş olduğumuzdur. Bunun için Ebu Übeyd Kasım îbn Sellâm «Kur'an'm faziletleri» adlı kitabında Ebu Muâviye'nin... Ömer İbn Hattâb'dan naklettiği bir hadîs-i şerîfî rivayet eder ki Hz. Ömer bu âyeti şu şekilde okumakta imiş: “Ğayri’l-mağdubi aleyhim vela’d-dâllin”

Bu isnâd sahihtir. Nitekim Übeyy İbn Kâ'b'm da böyle okuduğu ri­vayet edilir. Bu okuyuşun her ikisinden de tefsir şeklinde sâdır olduğu bellidir. Bu da gösteriyor ki; bizim söylediğimiz gibi lâm olumsuzluğun te'kîdi için getirilmiştir. Ta ki kendilerine nimet verilenlerin üzerine atfedilme vehmi kalmasın ve iki yol arasında fark olduğu bilinsin de her ikisinden de uzaklaşılsın diye. İmân ehlinin yolu hakkı bilmeye ve hak ile âmel etmeye dâirdir. Yahudiler ameli kaybetmişler, hıristiyan-lar da ilmi yitirmişlerdir. Bunun için yahûdîler gazaba uğramışlar, hi-ristiyanlar da sapıklığa düşmüşlerdir. Çünkü bir şeyi bilip terk eden­ler gazaba müstahak olurlar. Halbuki onun durumu bilmeyenden fark­lıdır. Hıristiyanlar ise birşeyi kasdetmiş olmakla beraber doğruyu bula­mamaktadırlar. Çünkü işi yerine yerleştirmemektedirler. Asıl mes'ele hakka ittibadır. Onlar bunu yitirmişlerdir. Yahûdî ve hıristiyanların hepsi de gazaba uğramışlar ve sapıklardır. Ancak yahûdîlerin en karak­teristik vasfı gazaba uğramalarıdır. Hadîsler ve eserler böyle vârid ol­muştur.

Hammâd İbn Seleme Semmâk kanaliyle... Adiyy İbn Hâtim'den nakleder ki; O Rasûlullah (s.a.)'a gazaba uğrayanların kimler olduğu­nu sorduğunda, onlar yahûdîlerdir dedi, sapıkların ise hıristiyanlar oldu­ğunu buyurdu. Bu hadîsi de Süfyân İbn Üyeyne, İsmâîl İbn Hâlid yo­luyla Şâ'bî'den ve Adiyy İbn Hâtim'den nakleder. Adîyy'nin bu hadîsi­nin birçok rivayet şekilleri ve değişik lafızları vardır ki bunları zikret­mek uzun sürer.

Abdürrezzâk der ki, bana Ma'mer... Abdullah İbn Şakîk'ten nak­letti ki ona Rasûlullah (s.a.)'dan işiten birisi haber vermiş, Rasûlullah (s.a.) vadî el-Kurâ da ve atının üzerinde imiş, Adamın biri Rasûlullah (s.a.)'a «Ey Allah'ın Rasûlü bunlar kimlerdir?» diye sormuş, O da, gaza- ba uğrayanlar yahûdîlerdir, sapıklar da hıristiyanlardır buyurmuş. Bu hadîsi Cüreyrî, Urve, Hâlid el-Hazzâ', Abdullah İbn Şakîk'tan rivayet ederler. Ancak hadîs mürseldir, çünkü Rasûlullah (s.a.)'dan kimin ri­vayet ettiği zikredilmemektedir. Urve'nin rivayetinde Abdullah İbn Ömer ismi geçer. Şüphesiz doğruyu en iyi Allah bilir.

İbn Merdûyeh... Ebu Zerr (r.a.)'den nakleder ki o şöyle de­miştir: Rasûlullah (s.a.)'a gazaba uğrayanların kimler olduğunu sor­dum, yahûdîler buyurdu, ya sapıklar dedim, hıristiyanlardır buyurdu.

Süddî, Ebu Mâlik'ten, Ebu Salih'ten, İbn Abbâs'tan, Mürre el He-medânî'den ve Abdullah İbn Mes'ûd ile Peygamberin ashabından bir cemaatten nakleder ki, gazaba uğrayanlar yahûdîlerdir, sapıklar da hı­ristiyanlardır.

Dahhâk ve İbn Cüreyc, İbn Abbâs'tan nakleder ki; gazaba uğrayan­lar yahûdîlerdir, sapıklar da hıristiyanlardır.

Rebî' İbn Enes, Abdurrahman İbn Zeyd İbn Eşlem ve bir başkası da böyle demişlerdir. İbn Ebû Hâtim'in de böyle dediği nakledilir. Bu konu­da müfessirler arasında ihtilâf olduğunu bilmiyorum.

Bu imamlardan; gazaba uğrayanların yahûdîler, sapıkların da hı-ristiyanlar olduğunu söyleyenlerin delilleri yukardaki hadîs-i şeriflerle, Allah Teâlâ'nın Bakara sûresinde İsrail oğullarına yönelttiği şu hita­bıdır :

«Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar... Allah'ın, kullarından dilediğine fazlından (kitap) indirmesine hased ederek Allah'ın indirdiği­ni inkâr ettiler ve gazab üstüne gazaba uğradılar. Küfredenlere hor ve kahr edici azab vardır.» (Bakara, 90).

Mâide sûresinde ise şöyle buyurur :

«De ki: «Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğu­nu size haber vereyim mi?» O kimse ki, Allah ona la'net etmiş, aleyhi­ne gazab etmiş ve onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a kullar kılmıştır. İşte onlar yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en 'çok sapmış olanlardır.» (Mâide, 60).

«İsrail oğullarından küfredenler Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle la'netlenmişlerdi. Bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmelerindendi.» (Mâide, 78).

(İbn Hişâm'ın sîretinde) Zeyd İbn Amr, Nufeyl'den nakleder ki o ve arkadaşlarından bir topluluk Şam'a gidip Hanîf dinini araştırdıkla­rında yahûdîler ona demişler ki; sen bizimle beraber olabilmek için Al­lah'ın gazabından payını alman gerekir. O (Amr İbn Nufeyl) der ki, ben Allah'ın gazabından kaçarım. Hıristiyanlar da ona derler ki; sen bizimle birlikte olabilmek için Allah'ın gazabından payını almalısın, o ise buna gücüm yetmez der. Fıtratı üzerine devam ederek müşriklerin dinine ve putperestlerin putuna tapmaktan kaçımr. Yahûdî ve turisti- yanlığa girmez. Arkadaşları ise Hıristiyanlığa girerler. Çünkü onlar hı-ristiyanlığı yahûdîlikten kendilerine daha yakın bulmuşlardı. Bunların arasında Varaka İbn Nevfel de bulunuyordu. Nihayet Allah onları yeni bir elçisiyle uyararak hidâyete erdirince, o inen vahye îman etti. Al­lah ondan razı olsun.[47]

Bu yüce sûre yedi âyetten ibaret olup Allah'a hamd, övgü ve sena ile başlamaktadır. Onun yüce sıfatlarının gerektirdiği yüce isimleri zik­retmekte, kıyamet günündeki dönüşü hatırlatmakta ve kulları Allah'a yalvarmaya ve tazarrûa davet etmektedir. Kendi güç ve kuvvetlerinden uzaklaşarak samimiyetle ona kul olmaya ve ulûhiyette ve yüce zâtı bir tanımaya teşvik etmektedir. Onun şeriki ve nazîri veya benzeri olduğu­nu kabul etmemelerini belirtmektedir. Allah Teâlâ'dan kendilerini Sı-rât-ı Müstakîm'e hidâyet etmesini dilemelerini bildirmektedir ki Sırât-ı Müstakim, sağlam dindir. Yine kıyamet gününde kesinkes gerçekleşe­bilecek olan hissî sırât-ı bilmeleri ve nimetler yurdu cennetlerde pey­gamberlerin, sâdıkların, şehitlerin ve sâlihlerin yanında konuk olabil­meleri için dîn-i islâm üzere sabit olmalarını öğütlemektedir.

Bu sûre sâlih amellere teşvik etmekte ve kıyamet gününde sâlih-lerle beraber olmanın şartlarını belirtmektedir. Ve bâtıl yollardan sa-kındırmakta, kıyamet günü bâtıl yola sülük edenlerle birlikte haşr ol­mamalarını bildirmektedir. Bâtıl yolun yolcuları, gazaba uğrayanlar ve sapıklardır.

«Kendilerine nîmet vermiş olduklarının yoluna.» buyurularak nîmet vermenin Allah'a isnadı ne kadar güzeldir. «Gazaba uğrayanla­rın değil» âyetinde de gazabın failini hazfetmiştir. Aslında hakîkî olarak onun faili kendisidir. Nitekim bir başka âyette Cenâb-ı Allah şöyle bu­yurmaktadır :

«Bakmaz mısın onlara ki, Allah'ın kendilerine gazab ettiği bir kav­mi dost edinmişlerdir? Onlar ne sizlerdendir, ne de onlardan. Ve bile bi­le yalan yere yemîn etmektedirler.» (Mücâdele, 14).

Her ne kadar Allah kendi takdiriyle onları sapıklığa sevketmişse de sapıklığın onu yapana isnadı da fevkalâdedir. Nitekim Allah Teâlâ şöy­le buyurur:

«Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kimi hidâyete erdirirse o doğ­ru yola ermiştir, kimi de şaşırtacak olursa artık onu doğru yola erdire­cek bir kılavuz bulamazsınız.» (Kehf, 17).

«Kimi Allah saptırırsa; onu doğru yola götürecek yoktur. O, bun­ları taşkınlıklar içinde serseri bir halde bırakır.» (A'râf, 186).

Bu ve benzeri âyetler; hidâyete ve dalâlete sevketmekte biricik kud­ret sahibinin Yüce Allah olduğunu göstermektedir. Ancak bu, kaderiye fırkasıyla onların izinde gidenlerin dediği gibi değildir. Onlar kulların hidâyet ve dalâlati seçip kendilerinin bunu gerçekleştirdiklerini söyle- mekte ve bu bid'atlanna Kur'an-ı Kerîm'de müteşâbih bir âyeti delîl getirmektedirler. Bu hususu reddeden sarih delili kabul etmemektedir­ler. Bu, ise sapıklık ve dalâlet ehlinin hâlidir.

Sahih bir hadîste; «Müteşâbih görünen âyetlere uyanları gördüğü­nüz zaman Allah'ın isimlendirdiği kimseler işte onlardır, bu kişilerden sakının.» buyurulmuştur. Burada Allah'ın isimlendirdiği kimseler ta­biriyle Allah Teâlâ'nm şu âyet-i celîlesi kasdolunmaktadır :

«Sana kitabı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki, bun­lar kitabın esâsıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerin­de eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'vîline yeltenmek için müte­şâbih olanlara uyarlar. Halbuki onun gerçek yorumunu ancak Allah bi­lir. İlimde derinleşmiş olanlar: «Biz O'na inandık, hepsi Rabbımızın katandandır» derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilir.» (Âl-i İm-rân, 7).

Allah'a hamdolsun ki bid'at sahibi için Kur'an'da hiçbir sahîh hüc­cet yoktur.. Çünkü Kur'an; hakkı bâtıldan ayırmak, hidâyetle sapık­lığın arasını tefrik etmek için gelmiştir. Onda çelişki ve ihtilâf yoktur. Çünkü o Allah katından indirilmiştir. Çünkü o, Hakim ve Hamîd olan Allah katından gelmiştir. [48]

 

Kur'an'ın Başlangıcı:

 

Fatiha sûresinin Kur'ân'ın başlangıcı olarak ifâde ettiği değeri, di­ğer mukaddes kitapların başlangıç kısıntılarıyla mukayesesini yapan Tantâvî Cevheri diyor ki:

Bu sûreye Fatiha sûresi adı verilir, bir adı da «eihamdü» süresidir. Kur'an'ın anası, kitabın anası, Seb'al-Mesânî de denir. Çünkü her na­mazda tekrarlanır. Vâfî ve Kâfi adı da verilmiştir. Okuyucu bu sûreye Kur'an'ın anası, kitabın anası, Kâfî ve Vâfî gibi isimlerin verilmesine şaşabilir. Neden her namazda okunduğunu düşünebilir. Zekâ sahibi bilsin ki; dilde sürekli tekrarlanan bilenin ve bilmeyenin açıkça ve gizlice oku­duğu sözler, okuyanların zihninde ilerisine geçilmeyen alışılmış laflar­dan ibaret olur. Tıpkı câhillerin gözü, kulağı, aklı ve bedeni gibi. İnsan­lar; kendi bedenlerini, gökleri ve yeri gördükleri halde onlardaki hârika ve eşsizlikleri tahmin edemezler. Her an önlerinde açık oldukları halde bunu farkedemezler. Tıpkı kendi ülkesindeki bilginin ve kendi kasaba­sındaki peygamberin durumu gibi. Fatiha sûresi de işte böyledir, doğu­da ve batıda müslümanlar onu okurlar, ancak çoğunluğu bilgisiz olduk­ları için onu düşünmezler. İşte bunun için Frenkler «bizi ezmişler, ço- cılklarımızı öldürmüşler, kadınlarımızı diri bırakmışlardır» ve biz bir gaflet içerisinde yüz geri olup dönmüşüz.

İyi bil ki; eşyanın sırrını bilenler âlimlerdir. Botanik bilgini veya tıp bilgini bitkilerdeki hikmeti, bedendeki hârika sistemi en iyi bilendir. Kur'an'ı düşünerek okuyanlar da böyledir. Eski ve yeni ilimleri inceleyen­ler Fatiha sûresini düşünüp ondaki hikmeti kavrarlar. İyi bil ki; Fatiha Kur'an'da vârid olan her şeye işaret taşıyan bir sûredir. Gazzalî'nin söy­lediğine göre; Kur'an'da on çeşit umumî bilgi vardır ve bu her bilginin altında diğer şubeler bulunmaktadır.

1- Allah'ın zâtının bilgisi.

2- Sıfatlarının bilgisi. Zâtının bilgisi, O'nun zâtı gibi hiç bir şey bulun­madığını belirtip tenzih ve takdis etmektir. Sıfatlarının bilgisi ise O' nün Kadîr, Mürîd, Alîm, Hayy, ve Semî' gibi sıfatların sahibi olduğunu bilmektir.

3- Allah'ın âlemin yaratanı ve ibda' edeni olmasını bil­mek. Gökleri direksiz diken, yeryüzünü yayan O'dur.

4- Cennet ce­hennem, sevap ve ceza gibi âhirete âit halleri bilmek.

5- Sırât-ı Müs­takim denilen dosdoğru yolun bilgisi.

6- Kötü huylan terketmek in­sanı rüsvây edici huyları bırakmak, iyi işler becerip yüce ahlâkı benim­semek ve fazileti yaymak.

7- İnsanlara nîmet veren Allah'ı anıp O' nu hamd ile medh ve sena etmek.

8- Zâlimlerin azgınların ve kâfir­lerin bahsi.

9- Kâfirlere karşı delil getirmek.

10- Hükümlerin hu­dudunu tayîn. İşte Kur'an'da vârid olan ilimler —Gazzâlî'ye göre— bun­lardır ve bunlardan sekizini Fatiha sûresi ihtiva etmektedir. Besjnele ile Allah'ın zâtı zikredilmekte, sonra Rahman ve Rahîm olduğu belirtile­rek sıfatlarına geçilmektedir. Rahmet ve mülk bilindiği gibi kudreti, irâ­deyi ve ilmi gerektirir ki bunlîCr Kur'an'da vârid olan sıfatların belli baş­lılarıdır (...) Âlemlerin rabbi denirken bu ifâdenin içerisinde ilimlerin pek çoğu gizlenmiş bulunmaktadır. Yukarıda buna bir nebze işaret et­miş ve âlemlerin ulvî ve süflî âlem olmak üzere ikiye ayrıldığını belirt­miştik. İlimlerin çoğunluğu bu ifâdenin içerisinde yer alır çünkü bütün ilimlerin konusu Allah'ın rahmetinin eserleri ve âlemleri terbiye edişi­nin numuneleri olarak ilâhî fiillerin sonucudur (...) Yine bu sûrede cennet ve cehennemin zikri, nîmet ve azabın, sevab ve cezanın zikri ile dördüncü tür ilimler de yer almaktadır. Kur'an'da pek çok olarak zik­redilen bu konu burada «Din gününün sahibi» ifadesiyle belirtilmiştir. Dosdoğru yol anlamına gelen sırât-ı müstakîm'de ise iyi ve kötü fiiller­le, bunlara âit davranışlar yer almaktadır. Ve nihayet «kendilerine nî­met verdiklerin» denilirken peygamberlerin, sâlihlerin ve mü'minlerin kıssası sözkonusu edilmektedir. Gazaba uğrayanların ve sapıklığa dü­şenlerin kıssası Kur"an-ı Kerîm'de pek çok kere yer alır. Kendilerini felâkete ve hüsrana götüren davranışların tarihî seyri anlatılır. İşte Kur'an'm ihtiva ettiği ilimler bunlar ve işte bunların Fatiha sûresinde yer alış şekli. Böylece bu sûreye Kur'an'ın anası, Kâfi veya Vâfî adı ve- rilmesinin gerçekten hakîkatm ifâdesi olduğu ortaya çıkmıyor mu?[49]

Kur'an'ın başlangıcı olan Fatiha ile diğer belagat eserlerinin baş­langıçları arasında bir karşılaştırma :

Ey akıl ve zekâ sahibi, iyi düşün; aklınla kavra ve taklîdden sa­kın. Bakışın aklî, anlayışın ruhî olsun, başkalarının ardından gitmek­ten kaçın. İşte sana Muallaka adı verilen şiir âbidelerinin başlangıçları hakkında birkaç söz söyliyeceğim. Böylece kafanın aydınlığı, akimin nu­ru, gönlünün samîmiyetiyle onlarla Fatiha sûresi arasında bir mukaye­se yapmaya çalış ve vahiy sözüyle; Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz pana­yırlarında üstün seviyede rağbete nıazhar olan şâirlerin sözleri arasın­da nasıl bir fark olduğunu öğren. İmri'ül-Kays, Taraf e, Züheyr, Lebîb ve onlara benzeyen kişilerin zemm ve medh konusunda düşüp kalktık­ları, başların huzurunda eğildiği seslerin kendilerine boyun eğdiği, bo­yunların önünde büküldüğü, toplumların güneşleri, şâirlerin efendile­ri olan kişilerin eserlerinin başlangıçlarıyla; Kur'an'ın başlangıcı ara­sında bir mukayese yap. Doğrusu vahyin apaçık bir işareti ve besbelli bir âlemeti vardır. Görmüyor musun o umûmî konuları cüz'î hususlardan uzak, basît maksadlardan sıyrılmış olarak ele alır. Şâirlerin sözlerine gelince onların şiirlerinin başlangıcına bir bak.

İşte sana İmri'ül-Kays'ın şiiri. İmri'ül-Kays Muallaka adını alan kasidesine başlarken, sevgilisinin hâtırasıyla ağladığını ve ağlattığını söyliyerek başlıyor ve sevgilisinin belirli yerlerdeki konaklarını hatırla­tıyor. Tarafe, sevgilisinin izinin hiç bir yerde bulunmadığını belirterek şiirine başlıyor. Züheyr İbn Selmâ ise, yine sevgilisinin durak yerlerin­den ve onun konduğu mahallerden sorduğu sorulara cevap alamamak­tan dertlenerek başlıyor. Lebîd, sevgilisinin yurdunun yıkıldığını ve ora­da bulunmadığını belirterek şiirine başlıyor. Amr İbn Külsûm, kaside­sine uykusundan uyanmasını ve büyük kâse ile kendisine şarap sun­masını istediği cariyesine hitâbla başlıyor. Antere İbn Şeddât, şâirlerin şiir söylemedikleri hiç bir konu bırakmadıklarını belirterek ben sevgili­min yurdunu bilmiyorum, çünkü uzun süre ondan uzak kaldım ve zor­la onu bulabildim diye başlıyor. Nâbiğa Zübyânî ise; ölmüş sevgilisinin evine üzülerek ve acıyarak sesleniyor, sevgilisinden ayrılmanın üzüntü­sünü belirtiyor. Görüyor musun bütün şâirlerin üzerinde durdukları nok­ta aynı. Hemen hemen hepsinin başlangıç şekli bir tek mânânın etra­fında dönüp dolaşıyor. Bu mânâlardan hiçbirinin, ihsanın başını yü­celteceğini, ona sırça saraylar ve yüce hâtıralar yaptırabileceğini düşü­nebiliyor musun? (...) Hayır hepsi, adamın çocukluğu ve gençlik çağı­nı hatırladığı kısır anlamlardan, sınırlı sözlerden, dramatik eğlenceler­den öteye geçmeyen arzu dolu hisler. Belki de şâir bunu sevgisinden de­ğil zorla; yaratıcılığından değil, âdete uyarak ilkin değil, sıradan söyle-mistir. Öyle zannediyorum ki Arapları büyüleyen ve gözlerini çelen şey de Fâtiha'yı duyup kendilerine, «Ey insanlar Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla doğru yola gelin» diyen seslenişidir. Kralları övmek gibi küçük şeyleri bırakın, kendinizi böyle şeylerden uzak tutun, gökleri yü­celten, yeryüzünü yayan Allah'a hamdedin, hidâyeti O'ndan dileyin, buyruğunu duyduklarında hemen büyülenivermişlerdi.[50]

Kur'an-ı Kerîm'e bu sûre ile başlandığı için açış, giriş mânâsına gelen «Fatiha» adı verilmiştir. Kur'an'ın ihtiva ettiği temel prensipleri belirttiği için Kur'an'ın anası mânâsına gelen «Ümmü'l-Kitab» adı ve­rilmiştir. Namazda yedi defa okunarak tekrarlandığından dolayı da «Seb' al-Mesânî» adı verilmektedir.

Gerek besmelede ve gerekse fatihada geçen «Rahman» sıfatı Al­lah Teâlâ'nın zâtına mahsûs olan rahmet vasfını ifâde eder. «Rahîm» sıfatı ise başka kullarına rahmetinin ifadesidir. Her iki sıfatla yüce Allah'ın sonsuz lutf ve ihsanı kasdedilmektedir. «Hamd» medh ve se­na manasınadır. «Rabb» mâlik, efendi ve terbiye eden demektir. «Âlem­ler», Allah'ın dışında kalan bütün bitki, hayvan ve insan gibi öteki var­lıklardır. «Din günü» kıyamet ve mücâzât günüdür. «Sırât-ı Müsta­kim», dosdoğru yol anlamına gelmekte olup Allah'ın yolu, dini mübîni İslâm kaydolunmaktadır. «Gazaba uğrayanlar», hakikati bildiği halde ondan yüz çevirerek azablann en acısına uğrayan ve Allah'ın rahme­tinden uzaklaşanlardır. Bir rivayete göre bunlar yahûdilerdir. «Dala­lete düşenler» ise doğru yolu yitirmiş olanlardır. Bunların da Hıristi­yanlar olduğu nakledilir. «Âmîn», ey Rabbimiz dualarımızı kabul buyur demek olup âyetin metnine dâhil değildir. Fakat her fatiha okunduk­tan sonra «âmîn» demek sünnettir. [51]

 

Âmin ne demektir?:

 

Fâtiha'yı okuyanın sonunda «âmin» demesi müstehaptır. Bazıları da «emin» şeklinde okurlar. Âmîn'in mânâsı; Allah'ım kabul et de­mektir. Bunun delili İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd ve Tirmizî'nin Vâil İbn Hacer'den naklettikleri şu hadîs-i şeriftir. Vâil; «Rasûlullah (s.a.) dan “Vela’d-dâllin” dedikten sonra «âmîn dediğini duydum, sesini yüksel­terek elifi çekerdi.» demiş. Ebu Davud'un rivayetinde ise, sesini bunun­la yükseltmiştir denir. Tirmizî ise bu hadîsin hasen olduğunu nakle­der. Bu hadîs Hz. Ali'den, Abdullah İbn Mes'ûd'dan ve diğerlerinden de nakledilmiştir.

Ebu Hûreyre (r.a.) der ki Rasûlullah (s.a.) “Vela’d-dâllin” denildi­ğinde âmîn derdi. Öyleki ilk safta kendisinin arkasında duranlar onuduyarlardı. Bunu Ebu Dâvûd ve İbn Mâce de rivayet etmişlerdir. Da-rekutnî ise bu isnadın hasen olduğunu zikreder.

Hz. Bilâl (r.a.) 'm «Ey Allah'ın Rasûlü, âmîn derken beni geçme» dediği nakledilir. Bunu Ebu Dâvûd da rivayet eder. Bizim ashabımız (Şafiî mezhebi mensupları) ve diğerleri derler ki, âmîn lafzı namazın dışında olanlar için müstehab, namaz kılanlar için müekked sünnettir. İster münferiden kılsın, ister imâm olsun, ister imama uysun, her halükârda müekked sünnettir. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahihlerin­de Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muştur : «İmam âmîn deyince, siz de âmîn deyin. Çünkü onun âmînine uyanlar meleklerin âmînine uymuş olurlar. Ve onların geçmiş günahla­rı bağışlanır.» Müslim de der ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Sizden biriniz namazda âmîn derse melekler de gökyüzünde âmîn der, biri diğerine uygun düşerse onun geçmiş günahları bağışlanır.»

Müslîm Sahîh'inde Ebu Hüreyre (r.a.) den merfû' olarak nakleder

ki: Hz. Peygamber, «İmam “Vela’d-dâllin” deyince âmîn deyin ki Al­lah sizi sevsin» buyurmuştur.

Cüveybir, Dahhâk'tan, o da İbn Abbâs'tan nakleder ki, İbn Abbâs, «Dedim ki ey Allah'ın Rasûlü âmînin mânâsı nedir? O, Rabbım yap de­mektir» buyurdu» demiştir.

Mâlikı'ler derler ki: İmâm, âmîn demez, ancak imâma uyanlar âmîn derler. Mâlik'in Sümeyye yoluyla Ebu Hüreyre (r.a.) den naklet­tiği hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : «İmâm “Vela’d-dâllin” deyince âmîn deyin.» Malikîler Ebu Musa'nın “Vela’d-dâllin” denilince âmîn deyin» hadîsiyle bu hadisi muâfık kılmışlardır.

Biz müttefekun aleyh olan «İmâm âmîn deyince, siz de âmîn de­yin.» hadîsini ve Rasûlullah (s.a.)'m “Vela’d-dâllin” denilince âmîn dediğini yukarda belirtmiştik.

Bizim mezhebin mensûbları (Şafiî) imâma uyanların cehren mi yoksa gizli olarak mı âmîn diyecekleri konusunda ihtilâftadırlar. İh­tilâfın özeti şöyledir : Eğer İmâm âmîn demeyi unutursa imâma uyan tek kelime olarak âmîn der ve açıktan söyler. Eğer imâm açıktan âmîn derse imâma uyanların açıktan âmîn dememeleri gerekir. Bu görüş Ebu Hanîfe'nin mezhebi ve imâm Mâlik'ten bir rivayettir. Çünkü onla­ra göre âmîn bir zikirdir ve namazdaki diğer zikirler gibi o da açıktan söylenmez. Ahmed îbn Hanbel'in mezhebine ve İmâm Mâlik'ten nakle­dilen bir diğer rivayete göre açıktan âmîn denir.

Bizim (Şafiî) bir üçüncü görüşümüz daha var ki, buna göre; eğer mescid küçük ise  imâma uyan, açıktan  âmîn  demez.   Çünkü  onlar imâmın kırâetini duyarlar, eğer mescid büyük ise imâma uyanlar açık­tan âmîn derler ki âmîn'i mescidin diğer köşelerinde bulunanlar duy­sunlar. Doğruyu ancak Allah bilir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel Müsned'inde Hz. Âişe (r.a.)'den nakle­der ki Rasûlullah (s.a.)'in yanında bir gün yahûdîler anılmış da şöyle buyurmuş : «Onlar (Yahûdîler) Allah'ın bize gösterdiği ve kendileri­ni sapıttığı cuma konusunda bizi kıskandıkları gibi hiçbir şeyi kıskan­mazlar. Allah'ın bizi hidâyet edip onları sapıttığı kıble konusunda da, imâmın arkasındaki âmîn sözümüzde de bizi kıskanırlar.»

İbn Mâce de aynı hadîsi rivayet eder. Onunkinin lafzı şöyledir : «Yahûdîler sizin âmîn sözünüzü kıskandıkları kadar hiçbir şeyi kıskan­mazlar.»

İbn Abbâs'tan nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur. «Yahûdîler sizin âmîn sözünüzü kıskandıkları kadar hiçbir şeyi kıskan­mazlar. Onun için âmîn sözünü çok söyleyin.» İbn Mâce'in isnadında râvî olarak Talha İbn Amr zikredilir ki bu zayıftır.

İbn Merdûyeh, Ebu Hüreyre (r.a.)'den nakleder ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Âmîn âlemlerin Rabbinin mü'min kullan üzerinde­ki mührüdür.»

Enes İbn Mâlik nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: «Bana namazda ve duâ esnasında âmîn verildi ki benden önce hiçbir kimseye verilmemiştir. Ancak Mûsâ müstesnadır. Çünkü Mûsâ duâ ederdi, Hârûn da âmîn derdi. Binâenaleyh siz de duanızı âmîn ile sona erdiriniz, muhakkak ki Allah duanıza icabet eder.»

Ben derim ki; bu âyet-i kerîme'nin delâleti konusunu bazıları tar­tışmışlardır :

«Mûsâ dedi ki: cRabbimiz, Sen Firavun'a ve adamlarına dünya hayatında zînet ve mallar verdin, Rabbimiz bizi senin yolundan sapıt­sınlar diye mi?»

Burada yalnız Musa'nın duası zikredilmiştir, sözün akışından ise Harun'un âmîn dediğine dair delâlet vardır ve o da duâ eden menzile­sine konmuştur. Çünkü Allah Teâlâ : «İkinizin düâsı kabul edilmiş­tir» buyuruyor. Bu da gösteriyor ki bir duaya âmîn diyen kimse o dua­yı okumuş gibidir. Bunun içindir ki imâma uyan duâ okumaz, çünkü onun fâtiha'dan sonra âmîn demesi okuması demektir. Bunun için ha­dîste şöyle buyurulmuştur: «Kimin imâmı varsa, imâmın okuyuşu onun için okumadır.» Bilâl'da şöyle diyordu : «Ey Allah'ın Rasûlü beni âmîn'de geri bırakma.» Bu da gösteriyor ki cehrî namazda imâma uyan­ların okuması gerekmez. En iyisini Allah bilir.

Bunun için İbn Merdûyeh der ki, bize Ahmed İbn Hasan, Ebu Hü­reyre   (r.a.)'dan  nakleder ki,  Rasûlullah (s.a.) şöyle   buyurmuştur: İmâm “Ğayri’l-mağdubi aleyhim vela’d-dâllin” deyince cemâat «âmîn» dedikle­rinde yeryüzü halkının âmîn'i gökyüzü halkının âmîni ile uyuşur ve Al­lah, kulun geçmiş günahlarını bağışlar. «Âmîn» demeyenin misâli; bir toplulukla birlikte savaşa çıkıpta ganimet için kur"a atıldığında herke­sin payı çıkıp onun, payının çıkmaması gibidir. O, benim payım neye çıkmadı dediğinde kendisine, «Sen Âmîn demedin» denilir. [52]

 

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/15-17.

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/17-23.

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/23-27.

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/28-29.

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/35.

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/35-38.

[7] Zâmahşerî, Keşşaf, I, 24 – 26.

[8] Ebu Ali el-Fakîh İbn el-Hasan el-Tabressî. Mec-mâ'ül - Beyân fi Tefsîr'il - Kur'an, I, 18.

[9] Âlûsî, Rûh el-Meânî, I, 53.

[10] İbn Kesir’in Mısır Baskısı.

[11] Reşîd Rızâ, el-Menâr, I, 39 – 43.

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/49-51.

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/51-52.

[14] İbn Kesîr'in Mısır baskısı.

[15] Âsim, Kâmûs Tercümesi, IV, 834.

[16] Âsim, Kâmûs Tercümesi, IV, 790-791.

[17] Bkz. İbn Kesîr, Tefsir, I, 19-20, Nisâbûri, Tefsir, 165-66.

[18] Daha geniş bilgi için İslâm Ansiklopedisi, Allah madde­sine bakınız.

[19] Bekir Karlığa-Bedreddin çetiner, Hadislerle Kur’anı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/52-57.

[20] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/64-66.

[21] el-Menâr I, 55.

[22] el-Menâr I, 56-57.

[23] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/73-74.

[24] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/74-75.

[25] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/79.

[26] Reşid Rızâ, Tefsir el-Menâr, I, 74.

[27] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/81-82.

[28] İbn Kesîr'in Mısır baskısı.

[29] Bekir Karlığa.

[30] Tefsîr el-Menâr, I, 79.

[31] Tantâvî Cevheri, Tef­sir el-Cevâhir I, 7 - 8.

[32] Tantâvî Cevheri, Tefsir el-Cevâhir, I, 9.

[33] Tantâvî Cevheri, Tefsîr el-Cevâhir, I, 12 -15.

[34] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/90-92.

[35] Reşîd Rızâ, Tefsir el-Menâr, I, 54 - 55.

[36] Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/93.

[37] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/93-95.

[38] Tirmizî, K. Tefsir, 9.

[39] Âhmed İbn Hanbel, Müsned, IV, 403.

[40] Bkz. Lisân'ül-Arab, IV, 259 - 269.

[41] Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/95-102.

[42] Mevdûdî, Dört Terim, Türkçe cav: İ. Kaya, O. Cilacı. 89-108.

[43] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/108-111.

[44] Mecma' üt-Tefâsîr.

[45] Reşîd Rızâ el-Menâr, I, 62-64.

[46] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/113-114.

[47] İbn Hişâm, el-Sîre, I, 224 - 232.

[48] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/115-119.

[49] Tantâvî Cevheri, Tefsir el-Cevâhir, I, 20-21.

[50] Tantâvî Cev­heri, Tefsir el-Cevâhir, I, 22 - 24.

[51] Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/122.

[52] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/122-125.

Free Web Hosting