Kalbleri Perdeli Olanlar:2

Hakikati İnkâr Edenler :2

Allah'ın İndirdiğine İnanmayanlar:4

Hayata Ençok Düşkün Olanlar:5

Kim Cebrail'e Düşman İse:7

Cebrâîl Adının Anlamı:8

Apaçık Âyetleri Terkedenler:11

Süleyman'ın Mülkü:12

Şeytân'ın Uydurdukları:13

Sihir:14

F. Râzînin Sihirle İlgili Görüşleri:22

Mü'minlerin Tavrı:26

Nesh Mes'elesi:27

Lüzumsuz Sorular:30

Yahûdî ve Hıristiyanlardan Başkası Cennete Giremez (!) :32

Mâbedleri Tahrib Edenler:34

Doğu da, Batı da Allah'ındır :37

Allah'a Çocuk İsnâd Edenler:39

Câhillerin Sözleri:41

Müjdeci ve Korkutucu Peygamber:41

Yahûdî ve Hıristiyanlara Uymak:43

Hz. İbrahim'in İmtihanı:44

Hz. İbrahim'in Soyu :46

Allah'ın Evi:47

Hz. İbrahim'in Makamı:48

Hz. İbrahim ve İsmâîl Ka'be'yi Bina Ediyorlar :50

Emin Belde:51

Zâlimler Allah'ın Ahdine Eremezler:53

Ka'be'nin Temelleri:53

Hicaz Çöllerinde Hâcer ve İsmâîl:54

Zemzem'in Kaynayışı:55

Kâ'be'nin Şerefi:57

Kâ'be'nin Yeniden Yapılması :58

Abdullah İbn Zübeyr'in Kâ'be'yi Yeniden İnşâ Etmesi :59

Hz. İbrahim'in Duası:61

İbrahim'in Dininden Yüz Çevirenler :62

Ölürken Hz. Yâkûb'un Tavsiyesi :63

En Doğru Yol; Hanîf Dini:64

Allah'ın Boyası :65

Onlar da bir ümmetti :65


88- Dediler ki; Bizim kalblerimiz perdelidir. Öyle de­ğil, Allah küfürlerinden dolayı onları la'netlemiştir. Onla­rın pek azı inanırlar.

 

Kalbleri Perdeli Olanlar:

 

Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muham-med, İkrime'den veya Saîd İbn Cübeyr'den o da İbn Abbâs'dan nakletti ki; «Kalblerimiz perdelidir» âyetinden maksad, gizlidir demektir. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'dan nakleder ki; «kalblerimiz perdelidir»den mak­sad, anlamaz demektir. Avfî, İbn Abbâs'dan nakleder ki; «kalblerimiz perdelidir» den maksad, üzerine damga vurulmuş demektir. Mücâhid der ki; «kalblerimiz perdelidir» den maksad üzerinde örtü var, demek­tir. İkrime, üzerine damga vurulmuştur der. Ebu'l-Âliye, anlamaz de­mektir der. Süddî ise üzerinde örtü vardır dediklerini söyler.

Abdürrezzâk, Ma'merden o da Katâde'den nakleder ki; «Bi­zim kalblerimiz perdelidir dediler» âyeti, Allah Teâlâ'nın «Ve dediler ki kalblerimiz sizin bizi çağırdığınız şeye karşı örtülüdür» âyeti gibidir.

Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem «perdelidir» sözünün, kalbim örtülüdür, ona senin söylediklerin sirayet etmez demek olduğunu bildir­miş ve «dediler ki kalblerimiz senin bizi çağırdığın şeye karşı örtülüdür» âyetini okumuştur. İbn Cerîr'in tercih ettiği görüş de budur. Buna delil olarak Amr İbn Mürre'nin... Hüzeyfe'den naklettiği şu hadîsi gösterir : Kalbler dört çeşittir. Bunlardan her birini zikrettikten sonra der ki birisi de; perdelenmiş olan kalptir ki, üzerine gazab yağmıştır. Bu, işte kâfi­rin kalbidir. İbn Ebu Hatim der ki, bize Muhammed İbn Abdurrahmân... Hasan'dan «Kalplerimiz perdelidir» kavli konusunda; ona bir şey sira­yet etmez, demek olduğunu nakletmiştir. Bu söz yukarda geçtiği gibi, kalblerinin temiz olmadığı ve hayırdan uzak olduğu mânâsına râcidir.

Dahhâk, İbn Abbâs'ın «dediler ki bizim kalblerimiz perdelidir» âyeti konusunda şöyle dediğini nakleder : Bizim kalplerimiz bilgi ile doludur. Muhammed'in veya başka birisinin bilgisine muhtaç değildir, dediler. Atiye el-Avfî der ki; «Bizim kalblerimiz perdelidir» demek bilgi kabı de­mektir. Ansâr'dan bazı kişilerin kırâeti bu mânâda varittir. Nitekim İbn Cerir'in anlattığına göre, onlar bu âyeti “Kulubuna ğulf” şeklinde lâm'ın zammıyla okumuşlar ve bunu da kap mânâsına gilâf'ın  cem'i olarak almışlardır. O zaman, âyetin mânâsı şöyle olur : Onlar kalb­lerinin ilimle dolu olduğunu ve ayrıca bir başka bilgiye muhtaç olma­dıklarını iddia ettiler. Nitekim Tevrat'ın bilgisinin kendi yanlarında ol­duğunu söyleyerek böbürleniyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ «öyle de­ğil, Allah küfürlerinden dolayı onları la'netlemiştir» buyuruyor. Hayır mes'ele onların iddia ettikleri gibi değildir. Aksine kalbleri la'netlenmiş ve mühürlenmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Nisa sûresinde onlar hakkında şöyle buyurur: «Sözleşmelerini bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr et­meleri, peygamberlerini haksız yere öldürmeleri, kalblerimiz perdelidir demelerinden ötürü, evet küfürlerine karşılık Allah kalblerini mühürle­di. Onun için bunlardan ancak pek azı îman eder.»  (Nisa, 155)

Müfessirler bu âyetteki: «Onların pek azı inanırlar» kavli konusun­da ihtilâf etmişlerdir. Keza Nisa sûresinde zikrettiğimiz âyette vârid olan «onun için ancak bunlardan pek azı inanır» âyeti konusunda da ihtilâf vardır. Bazıları, onlardan îman eden pek' azdır diye mânâ ver­mişler, bazıları da onların îmanları azdır, demişlerdir. Yani onlar Hz. Musa'nın âhiret, sevâb ve ceza konusundaki bazı buyruklarına inanır­lar. Ancak bu îmanları kendilerine fayda vermez. Çünkü o îman, Hz. Muhammed (s.a.) in getirmiş olduğu gerçekleri inkâr etmeleri sebebiyle kaybolup gitmiştir derler. Bazıları da; onlar hiç bir şeye inanmazlar diye mânâ vermişlerdir. «Onların pek azı inanır» ifadesi, onlar çoğunluk iti­bariyle kâfirlerdir mânâsını taşır. Nitekim Araplar, böyle bir şeyi çok az gördüm derken yakın bir ifâde kullanırlar. Bunu İbn Cerîr nakleder ki doğruyu en iyi bilen Allah'tır. [1]

 

89- Ne zaman ki; Allah'ın katından, kendilerinde ola­nı tasdik eden kitâb geldi, onlar bundan önceki küfreden­lere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerken, bil­dikleri gelince onu inkâr ettiler. Allah'ın la'neti kafirlerin üzerinedir.

 

Hakikati İnkâr Edenler :

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ne zaman yahûdîlere Allah katından bir kitap geldiyse —ki bu kitap, Hz. Muhammed (s,a.) e indirilmiş olan ve kendilerinin yanında bulunan Tevrat'ı tasdik eden Kur'an'dı. Onlar bundan önceleri küfredenlere karşı kendilerine yardım gelmesini bek­lerlerken, yani bu peygamberler bu kitabı getirmezden önce o kitabın ge­lişiyle müşriklere karşı bir yardım geleceğini bekledikleri halde ve müş­riklerle çarpışırken «âhir zamanda bir peygamber gönderilecektir ve biz Âd ve İrem kabilesiyle dövüşüldüğü gibi o peygamberle beraber sizinle dövüşeceğiz» dedikleri halde onu sonra inkâr ettiler.

Muhammed İbn İshâk... Âsım İbn Ömer İbn Katâde el-Ansârî'den nakleder ki, o ansârın yaşlılarının şöyle dediklerini rivayet etmiştir : Allah'a andolsun ki, bu kıssa bizim ve onların —yani ansârın ve onlara komşu olan yahûdîlerin— hakkında nazil olmuştur. Biz câhiliyet devrin­de bir zaman şirk ehli olduğumuz halde kitap ehli olan yahûdîlere üs-, tün gelmiştik. Onlar bu sırada şöyle diyorlardı: Şimdilerde bir peygam­ber gelecektir ki, biz ona uyacağız. Onun gelme zamam yaklaştı. Onun­la beraber Âd ve İrem kabilesiyle dövüşüldüğü gibi sizinle dövüşeceğiz. Allah Teâlâ Rasûlünü Kureyş'lilerden gönderince onlar bunu inkâr ettiler. İşte Allah Teâlâ'nın «Bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Allah'ın la'neti küfredenlerin üzerine olsun» âyetiyle bunu belirtmektedir. Dah-hâk, İbn Abbâs'dân nakleder ki: «Onlar bundan önceleri küfredenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerken» âyeti konusunda o şöy­le demiştir. Küfredenlere karşı, biz onların aleyhinde Muhammed'i destekleriz diyerek ona yardımcı olduklarını açıklarken böyle yapmıyor, yalan söylüyorlardı. Muhammed İbn İshâk der ki: Bana Muhammed İbn Ebu Muhammed, İkrime'den veya Saîd İbn Cübeyr'den o da İbn Abbâs'dân nakletti ki Hz. Peygamber gönderilmezden önce yahûdîler Evs ve Hazrec kabilesine karşı Rasûlullah (s.a.) ile kendilerine kuvvet gelmesini bekliyorlardı. Allah, Rasûlünü Araplardan gönderince yahû­dîler küfrederek söylediklerini inkâr ettiler. Bunun üzerine Muâz İbn Cebel ve Bişr İbn el-Berrâ onlara dediler ki; ey yahûdîler topluluğu, Allah'tan korkun ve müslüman olun. Biz, şirk ehli iken siz Muhammed (a.s.) ile size yardım geleceğini umuyor, onun gönderilmek üzere oldu- ğunu bildiriyor ve bize onun niteliklerini belirtiyordunuz. Bunun üze­rine Nadîr kabilesinin kardeşi olan kabileye mensûb olan Selâm İbn Mişkem şöyle dedi: Bize bildiğimiz bir şey gelmemiştir ve gelen bizim size anlattığımız peygamber değildir. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'yi inzal buyurdu.

Avfî, îbn Abbâs'ın «Onlar bundan önceleri küfredenlere karşı ken­dilerine yardım gelmesini beklerlerken» âyeti konusunda şöyle dedi­ğini nakleder : Hz. Muhammed (s.a.) in gelmesiyle ehl-i kitâb müşrik Araplara karşı bundan bir destek umuyorlardı. Allah Teâlâ Rasûlü Mu-hammed'i peygamber olarak gönderdiğinde, onlar peygamberin kendi­lerinin dışında bir kabileden olduğunu görünce, onu inkâr edip kıs­kandılar. Ebu'l-Âliye der ki: Yahudiler müşrik Araplara karşı Hz. Mu­hammed (s.a.) ile yardım geleceğini umuyorlardı ve diyorlardı ki: Al­lah'ım, yanımızda yazılı olduğunu gördüğümüz peygamberi gönder de biz müşriklere ta'zîb edelim ve öldürelim. Allah Teâlâ Hz. Muham­med (s.a.) i peygamber olarak gönderdiğinde onun isrâiloğullannm dışında bir kabileden olduğunu görünce, Arapları kıskandıkları için onu inkâr ettiler. Halbuki kendileri Hz. Peygamberin Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Allah'ın la'neti küfredenlerin üzerine olsun.» bu­yurdu.'

Katâde; «Onlar bundan önceleri küfredenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerken» âyetiyle bir peygamberin geleceğini söylediklerinin kasdedildiğini belirtiyor. Ama «bildikleri gelince onu inkâr ettiler.» Mücâhid der ki; «Bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Allah'ın la'neti küfredenlerin üzerine olsun.» âyetinden maksad yahûdîlerdir. [2]

 

90- Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar. Allah'ın kullarından dilediğine fazlından (kitap) indirmesine ha-sed ederek Allah'ın indirdiğini inkâr ettiler ve gazab üs­tüne gazaba uğradılar. Küfredenlere alçaltıcı bir azâb vardır.

 

«Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar.» Mücâhid der ki; bunlar yahûdîlerdir, hakkı bâtıla sattılar ve Hz. Muhammed (s.a.) in getirdiği gerçekleri gizlediler. Süddî der ki; «Nefislerini ne kötü şeye değişip sat­tılar.» Evet nefislerini sattıkları şey ne kötüdür. Kendi nefisleri için seçip beğendikleri şey ne kadar kötüdür. Bu kötü seçime onları sev-keden şey; zulüm, nefret ve kıskançlıktır. «Allah'ın kullarına dilediğine fazlından (kitap) indirmesine hased ederek Allah'ın indirdiğini inkâr ettiler.» Bundan daha büyük bir hased yoktur.

İbn İshâk, Muhammed İbn Ebu Muhammed'den o da İkrime veya Saîd tbn Cübeyr'den o da İbn Abbâs'dan nakleder ki; İbn Abbâs bu âyet konusunda şöyle demiştir : «Nefislerini ne kötü şeye değişip sat­tılar. Allah'ın kullarından düediğine fazlından (kitap) indirmesine ha­sed ederek Allah'ın indirdiğini inkâr ettiler.» Allah'ın lutfunu kendile­rinden başkasına vermesini kıskandılar. «Ve gazab üstüne gazaba uğ­radılar.» İbn Abbâs der ki, gazab üstüne gazabın mânâsı şudur : Allah'­ın onlara gazabı, yanlarındaki Tevrat'ı kaybetmeleridir. İkinci gazabı ise Allah'ın kendilerine sözünü ettiği bu peygamberi inkâr etmeleridir. Ben derim ki; âyet-i kerîme'deki “Febau” kelimesi; gerektirdiler, müstahak oldular, gazab üstüne gazab onların üzerinde kararlaştı de­mektir. Ebu'l-Âliye der ki, Allah'ın onlara gazabı; İncil'i ve îsâ (a.s.) yi inkâr etmeleridir. İkinci gazabı ise Hz. Muhammed (s.a.) i ve Kur'an-ı Kerîm'i inkâr etmeleridir.

Süddî der ki; birinci gazab buzağıya taptıkları sırada Allah'ın ga­zabına uğramış olmalarıdır. İkinci gazab ise Hz. Muhammed (s.a.) i inkâr etmeleri sebebiyle uğradıkları gazabdır.

«Küfredenlere alçaltıcı bir azâb vardır.» Çünkü küfürleri, zulüm, hased yüzündendir. Bunun kaynağı da büyüklenmeleridir. Bu büyük-lenmelerinin karşılığında Dünya ve âhirette küçüklüğü ve horluğu hak ettiler. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurur : «Rabbınız, bana kulluk edin ki size karşılığını vereyim. Bana kulluk etmeyi bü­yüklüklerine yediremiyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.» (Ğafir, 60).

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Yahya... Amr İbn Şuayb'dan, o da babasından, o da dedesinden, o da Rasûlullah (s.a.) dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Mütekebbirler kıyamet günü insan şeklinde tozlar gibi haşr olunurlar. Küçüklerden her şey onlara üstün gelir.  Nihayet cehennemde bir zindana girerler ki ona Bûles denir. Cehennem ehlinin akıntılarından ibaret olan horluk çamurundan kendilerine içirilir ve irinli ateş onların üstüne çı­kar. [3]

 

91- Bir de onlara Allah'ın indirdiğine inanın! denilin­ce, biz, bize indirilene inanırız, derler. Ondan başkasını in­
kâr ederler. Halbuki o beraberlerindekini tasdik eden bir kitabtır. De ki: inanmış kimseler idiyseniz neden daha ön­ce, Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?

92- Andolsun ki, Mûsâ size apaçık delillerle geldi. Son­ra ardından buzağıyı Rabb edindiniz. Siz zâlimlersiniz.

 

Allah'ın İndirdiğine İnanmayanlar:

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki: Yahudilere ve benzeri ehl-i kitab'a Al­lah'ın Hz. Muhammed'e indirdiklerine inanın, onu doğrulayıp kendisi­ne tâbi olun denildiğinde «Biz, bize indirilene inanırız.» derler. Bize in­dirilen Tevrat ve İncil'e inanmak bizim için yeterlidir. Bundan baş­kasını kabullenmeyiz derler de ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o ellerindeki kitabı tasdik eden bir kitaptır. Onlar Hz. Muhammed (s.a.) e indirilenin hak olduğunu ve beraberinde bulunan Tevrat'ı ve İncil'i tas­dik edici olduğunu bilmektedirler. Bu konuda onların aleyhinde delil pek çoktur. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki: «Kendilerine kitab ver­diklerimiz onu kendi öz çocuklarını tanır gibi tanırlar.»

Öyle ise «İnanmış kimseler idiyseniz neden daha önce Allah'ın pey­gamberlerini öldürüyordunuz? de.» Eğer size indirilene inandığınız id­diasında samîmi ve doğru iseniz. Elinizdeki Tevrat'ı tasdik eden ve onunla hükmetmeyi emreden peygamberleri niçin öldürdünüz? Siz o Tevrat'ın neshedilmediğini ve doğru olduğunu bile bile inâd ve bü-yüklenmeniz yüzünden peygamberleri zulüm ile öldürdünüz. Siz, sa­dece arzu ve heveslerinize tâbi olmaktasınız. Nitekim bir başka âyette de şöyle buyurulur : «Yoksa size bir peygamber nefsinizin istemediği bir şeyi getirdiği her seferinde büyüklenir misiniz? İçinizden bir grup onu yalanladınız ve bir grup da onu öldürüyordunuz.» (Bakara, 87)

Süddî, bu âyette Allah Teâlâ'nın yahûdîleri kınadığını ve «İnanmış kimseler idiyseniz neden daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürü­yordunuz?» buyurduğunu bildirir.

Ebu Ca'fer İbn Cerir Taberî der ki; Ya Muhammed, kendilerine Allah'tan indirilene inanın denildiğinde biz kendimize indirilene inanırız diyen İsrâiloğullarına şöyle de; ey yahûdîler, eğer Allah'tan indirilene inananlar idiyseniz niçin Allah'ın size indirdiği kitabında öldürülmele­rini yasakladığı halde peygamberleri öldürdünüz? Halbuki size inen ki­tapta peygamberlere uyup itaat etmeniz ve onları tasdik etmeniz em­rediliyordu. Bu, onların bize indirilene inanırız sözlerinin yalanlanıp kınanmasından başka bir şey ifâde etmez.

«Andolsun ki Mûsâ size apaçık delillerle geldi.» Allah'ın rasûlü ol­duğuna ve Allah'tan başka ilâh bulunmadığına delâlet eden kesin de­liller ve apaçık mucizelerle geldi. Kesin deliller, tufan, çekirge, güve, kurbağa, kan, asâ, yed-i beyzâ, yarılan deniz, bulutla gölgelenme, menn ve selva, su fışkıran taş ve daha buna benzer onların bizzat görmüş oldukları mucizelerdir. «Sonra ardından buzağıyı Rabb edindiniz.» Mûsâ (a.s.) nın zamanında Allah'ı bırakarak buzağıyı ma'bûd tanıdınız Mûsâ (a.s.) sizin yanınızdan ayrılıp Allah'a yalvarmak için Tûr'a çıktığında siz buzağıyı ma'bûd edindiniz. İşte buzağıya tapınmanızdan ve benzeri fiillerden dolayı siz zalimlersiniz. Allah'dan başka ilâh olmadığını bile bi­le buzağıya tapınmıştınız. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme' de «Elleri böğründe çaresiz kalıp kendilerinin sapıtmış olduklarını gö­rünce eğer Rabbımız bize acımaz ve bizi bağışlamazsa andolsun ki mah­voluruz, dediler.» (A'râf, 149) buyuruyor. [4]

 

93- Hani, size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve din­leyin diye Tûr'u tepenize dikmiş ve sizden mîsâk almıştık, işittik ve karşı geldik, dediler ve küfürleri yüzünden bu­zağı sevgisi kalblerine sindirildi. Eğer inananlardansanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor? de.

 

Allah Teâlâ onlann hatâlarını, verdikleri söze muhalefetlerini, is­yan etmelerini ve sözlerinden dönmelerini birer birer sayıyor en so­nunda tepelerine Tûr'un dikildiğini ve ancak böylece emri kabul ettik­lerini ama sonra emre aykırı davrandıklarını belirtiyor. «İşittik ve karşı geldik dediler.»

«Ve küfürleri yüzünden buzağı sevgisi kalblerine sindirildi.» Abdürrezzâk, Ma'mer'den, o da Katâde'den nakleder ki; buzağının sevgisi kalplerine içirildi ve neticede tamamen kalplerine sızdı. Ebu'l-Âliye ve Rebî' İbn Enes de böyle derler.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize İsâm İbn Ebu Hâlid... Ebu Derdâ'dan o da Hz. Peygamberden nakleder ki: Rasûlullah (s.a.) şöy­le buyurmuş : «Senin bir şeyi sevmen; seni kör ve sağır kılar.»

Bu hadîsi Ebu Dâvûd... Abdullah İbn Meryem kanalıyla Ebu Der­dâ'dan nakleder. Süddî der ki; Mûsâ (a.s.) buzağıyı aldı, eğe ile kesip yaktı, sonra denize (ırmağa) attı. O gün akan denizde (ırmak) buza­ğıdan bir parça aldı. Sonra Mûsâ (a.s.) onlara denizin suyundan için de­di, onlar da içtiler. Buzağıyı sevenlerin bıyıklarında altın belirdi. Bu­nun için Allah Teâlâ; «Küfürleri yüzünden buzağı sevgisi kalblerine içirildi.» buyurmuştur.

İbn Ebu Hatim der ki; babam... Ali İbn Ebu Tâlib'ten nakletti ki o şöyle demiş : Hz. Mûsâ, buzağıya dayandı, eğe ile onu parça parça törpüledi. Buzağı nehrin kıyısında bulunuyordu. Buzağıya tapanlardan kim su içtiyse o gün yüzü altın gibi sarardı.

Saîd İbn Cübeyr der ki; «buzağı sevgisi kalblere sindirildi.» Bu­zağı parçalanıp törpülenince suya atıldı, onlar da sudan içtiler, bunun üzerine yüzleri za'ferân rengine döndü.

«Eğer inananlardansanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor? de.» Allah'ın âyetlerine küfretmeniz, peygamberlerine muhalefetiniz, sonra da Hz. Muhammed (s.a.) i inkârda diretmeniz —ki bu günahla­rınızın en büyüğü ve suçlarınızın en ağındır. Çünkü peygamberlerin hâtemini, rasûllerin efendisini, tüm insanlık için gönderilen peygam­beri inkâr etmiş oluyorsunuz— sizin eski ve yeni her zaman ne kadar kötü şeylere inandığınızı gösteriyor. Bunca çirkin işleri yaparken, ahidleri bozar, Allah'ın âyetlerini inkâr eder, buzağıya taparken hâlâ nasıl mü'min olduğunuzu iddia ediyorsunuz? [5]   

 

94- De ki: Allah katında âhiret yurdu başkalarının değil de yalnız sizin ise bu iddiada samimî iseniz haydin
ölümü isteyin.

95- Önceden ellerinin kazandığından dolayı, onlar hiç bir zaman onu (ölümü) isteyemezler, Allah zâlimleri
hakkıyla bilir.

96- Andolsun ki; onları, insanlardan şirk koşanlardan daha çok hayata düşkün bulacaksın. Onlardan her biri
bin yıl ömür verilmesini ister. Halbuki çok yaşatılması onu azâbtan uzaklaştıracak değildir. Allah onların ne yaptığı­nı hakkıyla görendir.

 

Hayata Ençok Düşkün Olanlar:

 

Muhammed İbn İshâk der ki, bana Muhammed İbn Ebu Muham-rned, İkrime'den veya Saîd İbn Cübeyr'den o da İbn Abbâs'dan nak­letti ki; Allah Teâlâ Nebiyy-i Zîşânına şöyle buyurmuştur : «De ki Allah katında âhiret yurdu başkalarının değil de yalnız sizin ise ve bu iddiada samîmi iseniz haydin ölümü isteyin.» Hangi grubun daha çok yalancı olduğunu belirtmek üzere ölümü isteyin. Rasûlullah'ın bu mey­dan okuyuşuna muhâtab yahûdîlerdi. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki; «önceden ellerinin kazandığından dolayı onlar hiç bir zaman ölü­mü isteyemezler.» Seni inkâr konusunda kendilerinin yanındaki bilgiden dolayı ölümü isteyemezler. Eğer bir gün ölümü istemiş olsalardı, yeryü­zünde hiç bir yahûdî kalmazdı. Dahhâk, İbn Abbâs'dan naklen der ki: «Haydin ölümü isteyin» yani ölmeyi arzulayın, demektir. Abdürrezzâk... İkrime'den bu âyet konusunda İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder : Eğer yahûdîler ölümü istemiş olsalardı hepsi ölürdü. İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... İbn Abbâs'dan nakletti ki: Eğer onlar ölümü iste­miş olsaydı hepsi baştan sona ölürlerdi. Bu isnâdlann İbn Abbâs'a ulaşması sahihtir.

İbn Cerîr, tefsirinde der ki; bize ulaştığına göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle demiş : Eğer yahûdîler ölümü isteselerdi, hepsi ölürlerdi ve cehen­nemdeki yerlerini görürlerdi. Rasûlullah (s.a.) ile la'netleşen (bir top­luluğun, bir yerde birleşip ihtilâf ettikleri konuda, «Allah'ın la'neti, zâlimlerin üzerine olsun» demeleri) yahûdîler, evlerine döndüklerinde ne aile, ne de mal bulacaklardı. Bize bu hadîsi Ebu Küreyb İbn Abbâs kanalıyla Rasûlullah (s.a.) dan nakleder. İmâm Ahmed İbn Hanbeî de... Abdülkerim'den aynı hadîsi nakleder. İbn Ebu Hatîm der ki; bize Hasan İbn Ahmed... Hasan'dan nakletti ki; «Önceden ellerinin kazan-dığından dolayı onlar hiç bir zaman ölümü isteyemezler» âyeti hak­kında Hasan şöyle demiş :

Ben derim ki eğer onlar, «ölümü isteyin» denildiği zaman ölümü istemiş olsalardı, acaba hepsi de ölecekler miydi? O, hayır Allah'a andol-sun ki, ölümü istemiş olsalardı bile ölmezlerdi. Kaldı ki isteyecek te değillerdi. Duymadın mı Allah Teâlâ ne diyor : «önceden ellerinin ka­zandığından dolayı onlar hiç bir zaman ölümü isteyemezler.» Hasan' dan yapılan bu nakil garîbtir. Kaldı ki İbn Abbâs'ın âyeti tefsiri belir­lenmiş durumdadır. Âyet müslümanlardan veya yahûdüerden hangi grubun yalan söylediği konusunda Allah'tan ölüm temenni etmelerin­den ibarettir. Bu hususu; İbn Cerîr, Katâde'den, Ebu'l-Âliye'den, Rebî' îbn Enes (r.a.) den rivayet etmiştir. Bu âyetin benzeri Cum'a süresin­deki şu âyet-i celîledir : «De ki: Ey Yahudiler; bütün insanlardan ayrı olarak yalnız sizin Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bunda samîmi iseniz, ölümü isteyiniz. Ellerinin önceden kazandığından ötürü ölümü asla isteyemezler. Allah, zâlimleri bilendir. De ki: Doğrusu kendinden kaçtığınız ölüme mutlak yakalanacaksınız. Sonra görüleni de, görülmeyeni de bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O, size yapmış ol­duklarınızı haber verecektir.» (Cum'a, 6-8) Allah'ın la'neti onların üze­rine olsun, yahûdîler kendilerini, Allah'ın dostları ve çocukları olduk­larını iddia ettiklerinden, yahûdî ve hıristiyanlardan başkası cennete girmeyecektir dediklerinden, müslümanlann mı yoksa kendilerinin mi (yahûdî ve hıristiyanlar) daha yanlış oldukları konusunda zâlim ol­duklarını bildiriyor. Çünkü onlar, söylediklerinde samimî olsalardı la'-netleşmeye yanaşırlardı. La'netleşmediklerine göre, yalancılıkları belli olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber, Necrân'h hıristiyanların elçilerine muhtelif tartışma yollarıyla deliller getirdikten sonra, onların isrâr ve inâdları neticesinde kendilerini la'netleşmeye çağırmıştır. Bunu Allah Teâlâ |©yl« belirtmektedir: «Sana ilim geldikten sonra, onda seninle kim tartışacak olursa de ki: Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınları­mızı, kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra Allah'ın la'-netinin yalancıların üzerine olmasını dileyelim, de.» (Âl-i İmrân, 61) Onlar bunun üzerine birbirlerine dediler ki: Allah'a andolsun ki, eğer bu peygamberle la'netleşecek olursanız, sizde gören hiç bir göz kalmaz. Böylece barışa yanaştılar ve cizye vermeyi kabul ettiler. Rasûlullah on­lara cizyeyi emretti ve emîn olarak beraberlerinde Ebu Ubeyde el-Cer-râh'ı (r.a.) gönderdi. Yine bu mânâya uygun ve yakın olan bir diğer âyet-i kerîme de Allah Teâlâ'nın Rasûlüne, müşriklere karşı söylemesi­ni emrettiği şu sözdür : «De ki: Sapıklıkta olanı Rahman ne kadar er-telese bile sonunda tehdîd edildikleri azabı ve kıyamet gününü gör­dükleri zaman, kimin yerinin daha kötü ve taraftarlarının daha güç­süz olduğunu bilecektir.»  (Meryem, 75) Yani sizden veya bizden kim daha çok sapıklıkta ise, Allah onun bulunduğu hali artıracak ve onu sapıklığında veya hidâyetinde devam ettirecektir. Bu husus inşâallah Meryem sûresinde açıklanacaktır.

«De ki: Allah katında âhiret yurdu başkalarının değil de yalnız sizin ise ve bu iddiada samimî iseniz, haydin ölümü isteyin.» âyetini eğer iddianızda samimî iseniz haydin hemen ölümü isteyin şeklinde tefsir edenler kelâmcılardan ve diğerlerinden bazı grupların söylediği gibi bunların la'netleşmeye yanaşmadıklarını belirtmektedirler. İlk sö­zü yaklaşık olarak ifâde ettikten sonra İbn Cerîr buna meyletmiştir. Nitekim o bu âyetin tefsirinde der ki: Bu âyet muhacir olarak arala­rında bulunduğu yahûdîlere karşı Allah Teâlâ'nın peygamberine gös terdiği delillerden birisidir. Bu âyetle yahûdîlerin hahamlarını ve bil­ginlerini rüsvây etmiştir. Şöyle ki; Allah Teâlâ peygamberine kendisiy­le yahûdîlerin hahamları ve bilginleri arasında çıkan bir ihtilâftan do­layı, adaletli bir dâvaya sarılmalarını emretmiştir. Keza Hıristiyanlar-dan da Hz. Meryem oğlu îsâ'ya muhalefet eden ve onunla tartışan bir gruba kendisiyle onların arasında ayırıcı unsur olarak la'netleşmeyi em­retmiştir. Rasûlullah yahûdî grubuna, eğer siz haklı iseniz ölümü is­teyin. Bu, size haklı olduğunuz takdirde hiç bir şekilde zarar vereme­yecektir. Eğer iddia ettiğiniz îmanda gerçekten samimî iseniz ve Allah'a yakın bir mevkide bulunduğunuz doğru ise, ölümü isteyin; çünkü ölüm isteği size isteğinizi ve arzuladığınızı gerçekleştirecektir. Dünyanın sı­kıntılarından kurtulup rahata ereceksiniz, maişet sıkıntısından ve zah­metinden kurtulacaksınız. Allah'ın cennetlerinde onun civarında keyf süreceksiniz. Eğer dediğiniz gibi ise, âhiret yurdu sadece size mahsûssa, başkaları oraya giremiyecekse. Eğer size istediğiniz verilmezse herkes sizin yanlış, bizim dâvamızda hak olduğumuzu bilecektir. Bizim de, si­zin de durumunuz açığa çıkacaktır buyurmuştu. Yahudiler bu isteğe icabet etmekten kaçındılar. Çünkü ölümü istedikleri takdirde helak ola­caklarını ve dünyalarının mahvolacağım, âhirette ise ebedî rüsvâylık içinde bulunacaklarını biliyorlardı. Hıristiyan olan grub da aynı şekil­de imtina etmiştir.

İbn Cerîr'in bu sözünün baş tarafı güzel, ama son tarafı üzerinde durulması gerekir. Çünkü âyet böyle te'vîl edilince, burdaki hüccet meydana çıkmaz. O zaman denilir ki; kendilerinin dâvalarında sâdık olmalarına inanmalan ölümü istemelerini gerektirmez. Çünkü doğru­lukla ölüm isteği arasında zarurî bir bağlantı yoktur. Nice sâlih ve doğru kişi vardır ki daha fazla hayır işlemek ve cennetteki derecesinin daha fazla yücelmesini sağlamak için daha çok yaşamak ister. Nitekim hadîs-i şerifte : «Sizin hayırlınız ömrü uzun olup ameli güzel olanıdır. >-buyurulmuştur. Kaldı ki buna göre diyebilirler ki; ey Müslümanlar, işte siz de cennetlik olduğunuza inanıyorsunuz, ama buna rağmen ölmeyi istemiyorsunuz. Kendinizi zorlamadığınız bir şeyde bizi nasıl zorlaya­bilirsiniz? İşte bütün bu çıkmazlar bu âyetin bu şekilde tefsirinden kay­naklanmaktadır.

İbn Abbâs'ın tefsirine göre bu sıkıntılardan hiç birisi gerekmez. Çünkü onlara insaflıca bir söz söylenmiştir ve denilmiştir ki; eğer siz insanlardan farklı olarak Allah'ın dostları olduğunuza inanıyorsanız, onun çocukları ve sevgilileri olduğunuzu kabul ediyorsanız, kendinizin cennetlik, sizin dışınızda kalanların cehennemlik olduğuna inanıyor­sanız, o takdirde sizin veya karşınızda olanların yalancı olması halinde, Allah'tan la'net isteyin ve bilin ki la'netleşme hiç şüphesiz yalan söyle­yeni mahveder. Onlar buna kesin olarak inamp ve sözün doğruluğunu bilince, la'netleşmekten kaçındılar, çünkü kendilerinin yalancı olduk­larını biliyor ve Rasûlullah (s.a.) in niteliklerini ve özelliklerini tıpkı kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı. Böylece herbir toplu­luk kendilerinin yanlış ve rezîl olduklarını, dalâlet ve sapıklıkta bu­lunduklarını öğrendiler. Onlara kıyamet gününe kadar sürekli la'net vardır. İşte bunun için Allah Teâlâ : «Önceden ellerinin kazandıkların­dan dolayı onlar hiç bir zaman ölümü isteyemezler, Allah zâlimleri hakkıyla bilir. Andolsun ki, onları insanlardan şirk koşanlardan daha çok hayata düşkün bulacaksın.» Kötü âkibetlerini ve Allah katında hüsrana uğrayacaklarını bildiklerinden, onlar daha çok yaşamak ister­ler. Zîra dünya mü'minin zindanı, kâfirin cennetidir. Bu sebeple onlar var imkânlarıyla âhiret diyarının gecikmesini isterler. Kendilerine ya­pılan uyarılar şüphesiz gerçeğin ifadesidir. Hattâ onlar, kitapsız müş­riklerden hayata daha çok hırsla bağlıdırlar. Bu ifâde, hâssın âmme atfı kabîlindendir.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Ahmed İbn Sinan... İbn Abbâs'dan nak­leder ki: «Şirk koşanlardan» maksad Acemlerdir. Hâkim Müstedrek'in-de bunu Sevrî'nin hadîsinden nakleder ve Buhârî ile Müslim'in şartlarına göre sahîh olduğunu, ancak onların tahrîc etmediklerini soylar. Ve der ki; Buhârî ve Müslim, sahâbînin tefsirinin senedi üzerinde ittifak et­mişlerdir. Hasan el-Basrî der ki: «Andolsun ki onları, insanlardan şirk koşanlardan daha çok hayata düşkün bulacaksın.» Münafık hayata da­ha çok düşkündür; çünkü mânâfık müşrikten daha çok yaşamayı se­ver. Yahudilerden birisi, «Bin yıl ömür verilmesini ister.» Ebu'l-Âliye ise bunun yahûdîler değil, mecûsîler olduğunu söyler ki bu, birinci riva­yete râcidir.

«Bin yıl ömür verilmesini ister.» A'meş... ibn Abbâs'dan nakleder ki o şöyle demiştir: «bin yıl ömür verilmesini ister»  âyeti İran'lının “”onbin sene demesi gibidir. Saîd İbn Cübeyr'den de aynı şey rivayet edilmiştir. İbn Cerîr der ki; bana Muhammed İbn Ali, İbn Abbâs'dan  nakletti ki  o  «onlardan  herbiri  bin yıl  ömür  ve­rilmesini   ister.»   âyeti   konusunda  şöyle   demiştir : Bu   acemlerin “”«Bin yıl nevruz  ve bayram» sözü  gibidir. Ömür boyu onıara suç işlemek güzel görünmüştür.

Muhammed ibn İshâk, İbn Abbâs'dan nakleder ki; «Halbuki çok yaşatılması onu azâbtan uzaklaştıracak değildir.» âyeti, hiç bir şekil­de onu azâbtan uzaklaştıramaz ve kurtaramaz, demektir. Zîra müşrik öldükten sonra dirilmeyi ummadığından hayat boyu yaşamak ister. Yahûdî ise âhirette kendisini bekleyen rüsvâyhğı bildiği için yaşamak ister. Avfî, İbn Abbâs'tan naklen der ki; «Halbuki çok yaşatılması onu azâbtan uzaklaştıracak değildir.» âyetiyle kasdolunanlar, Cebrail'e düş­man olanlardır. Ebu'l-Âliye ve İbn Ömer derler ki; çok yaşamak onu azâbtan kurtarıp yardımcıya ulaştıracak .değildir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki; Yahudiler bunlardan daha çok hayata düşkün­dürler, çünkü onlar bin yıl yaşamayı istemişlerdir, halbuki bu uzun süre yaşama onları azâbtan kurtaracak değildir. Nitekim İblîs'in yaşa­ması kâfir olduğu için ona fayda vermemiştir. «Allah onların ne yap­tığını hakkıyla görendir.» Kullarının hayır ve serden ne işlediklerini Allah görür ve bilir ve herkesi yaptığına göre cezalandıracaktır. [6]

 

97- De ki; Kim Cebrail'e düşmansa bilsin ki; evvelki kitabları tasdik eden, mü'minler için hidâyet ve müjde
olan Kur'an'ı senin kalbine Allah'ın izniyle indiren O'dur.

98- Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Ceb­rail'e ve Mîkâü'e düşman olursa; şüphesiz ki, Allah da o
kâfirlerin düşmanıdır.

 

Kim Cebrail'e Düşman İse:

 

İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr el-Taberî (Allah ona rahmet et­sin) der ki: Te'vîl ehli olan kişiler bu âyetin yahûdîlere cevap sadedin­de vârid olduğunda icmâ etmişlerdir. Zîra yahûdîler Hz. Cebrail'in ken­dilerine düşman olduğunu ve Mîkâîl'in de kendilerine dost olduğunu zannediyorlardı. Bu görüşlerinin sebebi konusunda te'vîl erbabı ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı demişlerdir ki; bunun sebebi onların Rasûlullah ile aralarında geçen bir münazara, Hz. Peygamberin nübüvveti ko­nusunda söyledikleri bir sözdür.

Bize Ebu Kureyb... İbn Abbâs'dan nakleder ki o şöyle demiş : Ya­hudilerden bir topluluk, Hz. Peygamberin yanına geldi ve dedi ki: Ey Ebu'l-Kasım, biz sana peygamberden başka kimsenin bilemiyeceği bazı boşlukları soracağız. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: İs­tediğinizi sorun, ancak bana Allah adına ve Ya'kûb'un çocuklarından aldığı söz adına ahid verin ki, ben sizin sorduğunuzu bilirsem, benim kim olduğumu kabul edip İslâm konusunda bana tâbi olacaksınız. On­lar : Öyle olsun, dediler. Rasûlullah (s.a.) istediğinizi sorun, dedi. On­lar : Sana dört açıklıktan soracağız ki bize onlardan haber ver. Tevrat indirilmezden önce İsrâiloğullannın kendi kendilerine haram kıldıkları yemek neydi? Bize bunu bildir. Erkeğin suyu ve kadının suyu nasıldır? Bundan erkek ve dişi nasıl olur? Bize bunu bildir. Bize şu ümmî pey­gamberden ve onun dostu meleklerden haber ver dediler. Bunun üze­rine Rasûllah (s.a.) buyurdu ki: Allah üzerine and içer misiniz ki, ben' size bunları haber verirsem bana muhakkak tâbi olacaksınız? Onlar Hz. Peygambere istediği sözü ve ahdi verdiler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ben söze Musa'ya indirilen Tevrat ile başlayacağım. Biliyor musu­nuz ki, Hz. Yâ'kûb bir seferinde şiddetli hastalanmış ve rahatsızlığı uza­mıştı. O zaman Allah'a and içmişti ki bu hastalıktan kendisini kurta­rırsa, yemeklerin ve içeceklerin en güzelini kendisine haram kılacak­tır. Ona yemeklerin en güzeli deve eti, içeceklerin en güzeli de deve sütü idi. Onlar evet Allah için doğru söylersin dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.); Allah'ım Sen şâhid ol buyurdu. Ben size kendisinden başka İlâh bulunmayan ve Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah adına söy­lerim : Bilir misiniz ki erkeğin suyu beyaz ve ağırdır, kadının suyu sarı ve incedir. Hangisi üste gelirse çocuk onun olur ve Allah'ın izniyle ona benzer. Erkeğin suyu kadının suyuna üstün gelirse, çocuk Allah'ın iz­niyle erkek olur. Kadının suyu erkeğin suyuna üstün gelirse, çocuk Al­lah'ın izniyle dişi olur. Onlar Allah'a andolsun ki evet dediler. Rasûlul­lah (s.a.) Allah'ım şâhid ol, buyurdu. Ve size Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah adına söylerim, bilir misiniz ki bu ümmî peygamberin gözleri uyur, ama kalbi uyumaz. Onlar Allah'a andolsun ki evet dediler. Rasû­lullah (s.a.) Allah'ım şâhid ol, buyurdu. Onlar, sen bize şimdi melek­lerden dostun olandan sözet; o konuda, ya seninle birleşiriz, veya ay­rılırız, dediler. Rasûlullah buyurdu ki; benim dostum Cebrail'dir. Allah hangi peygamberi bir elçi olarak göndermişse Cebrail onun dostudur. Yahudiler dediler ki; İşte burada sizden ayrılırız. Eğer senin dostun on­dan başka bir melek olsaydı sana uyar ve seni tasdik ederdik. Rasûlul- lah (s.a.) buyurdu ki: Sizi onu doğrulamaktan alıkoyan nedir? Onlar dediler ki: Cebrâîl bizim düşmanımızdır. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «De ki kim Cebrail'e düşmansa bilsin ki...» âyetini inzal buyurdu. Ve böylece gazab üstüne gazabı hak ettiler. Bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel Müsned'inde Ebu Nadr Hâşim İbn Kâsım'dan ve Abd İbn Humeyd tefsirinde Ahmed İbn Yûnus'dan nakleder ve her ikisi de Abdülhamîd İbn Behrâm kanalıyla rivayet ederler. Keza İmâm Ahmed, Hüseyn İbn Muhammed el-Mervezî kanalıyla Abdülhamîd'den aynı hadîsi rivayet eder.

Aynı hadîsi Muhammed İbn İshâk da rivayet eder ve der ki; bize Abdullah İbn Abdurrahmân... Şehr İbn Hevşeb'den mürsel olarak nakletti. Ve hadîse şu ifâdeyi ekledi: Yahudiler dediler ki bize ruhtan haber ver. Hz. Peygamber Allah ve âyetleri hakkı için söyleyin, İsrâil-oğullarının yanında bana gelen meleğin Cebrâîl olduğunu belirten bir bilgi var mıdır? Onlar evet dediler. Ancak o, bizim düşmanımızdır çünkü Cebrâîl sadece şiddet anında gelen ve kan dökmek için inen bir melektir. Eğer o olmasaydı sana uyardık. Bunun üzerine Allah Te­âlâ : «De ki: Kim Cebrail'e düşmansa bilsin ki, evvelki kitapları tasdik eden, mü'minler için hidâyet ve müjde olan Kur'an'ı senin kalbine Al­lah'ın izniyle indiren O'dur.»

İmâm Ahmed der ki; bize Ebu Ahmed... İbn Abbâs'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Yahudiler, Rasûlullah (s.a.) a geldiler ve dediler ki: Ey Ebu'l-Kâsım, biz sana beş şeyden suâl edeceğiz, eğer onları bize haber verirsen senin peygamber olduğunu kabul eder ve sana tabî oluruz. Hz. Peygamber Hz. Ya'kûb'un oğullarından aldığı şekilde ye-mîn aldı. Ya'kûb oğullarına : «Allah bizim dediğimize vekîl'dir.» diyerek söz almıştı. Sonra Hz. Peygamber söyleyin dedi. Onlar sen bize peygamberliğin alâmetini bildir dediler. Rasûlullah kendi uyur, ama kalbi uyumaz, buyurdu. Onlar da bize, kadının nasıl kadın olduğunu, erkeğin de nasıl erkek olduğunu bildir, dediler, Hz. Peygamber buyur­du ki: İki su birleşir, erkeğin suyu kadının suyunun üstüne çıkarsa çocuk erkek olur. Kadının suyu erkeğin suyunun üstüne çıkarsa ço­cuk dişi olur .Onlar dediler ki: İsrail'in kendi nefsine haram kıldığı şey nedir? bize bildir. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: O (Hz. Ya'kûb) diz ağ­rısından (siyatikten) şikâyet ediyordu, ona uygun gelen bir şey bula­madı sadece şu ve şu sütleri buldu —İmâm Ahmed der ki: Bazılarının söylediğine göre deveyi kasdetmişti— ve deve etini kendisine yasak­lamıştı. Onlar doğru söylersin dediler. Yahudiler, şimşek nedir bize ha­ber ver, dediler. Rasûlullah, Allah Azze ve Celle'nin meleklerinden bir melektir, bulut ile görevlidir, elinde ateşten bir âlet onunla bulutları kovalar ve Allah Azze ve Celle'nin istediği yere götürür buyurdu. On­larda, ya duyduğumuz ses nedir? dediklerinde bu da onun sesidir bu-yurdu. Onlar doğru söylersin dediler. Ancak bir sorumuz kaldı ki, eğer onu da bize haber verirsen biz sana inanırız. Doğrusu her peygamberin haber getiren bir meleği vardır. Senin arkadaşın kimdir? bize bildir dediler. Hz. Peygamber Cibril (a.s.) dir dedi. Onlar Cibril mi? şu harb ve savaş meleği, o bizim düşmanımızdır, dediler. Eğer Mîkâîl demiş ol­saydın o, yağmur, ve rahmet indirir o zaman biz sana bağlanırdık de­diler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle : «De ki: Kim Cebrail'e düş-mansa...» âyetini inzal buyurdu. Bu hadîsi Tirmizî ve Neseî Abdullah İbn Velîd'in hadîsinden rivayet ederler ve Tirmizî onun hasen ve garîb bir hadîs olduğunu söyler.

Süneyd, tefsirinde Haccâc İbn Muhammed'den o da İbn Cüreyc' den nakleder ki, o şöyle demiş; Kasım İbn Ebu Bezze bildirdi ki; yahûdîler Hz. Peygambere kendisine vahy getiren arkadaşının adını sordu­lar. O da Cebrâîl dedi. Onlar, o bizim düşmanımızdır, şiddet, savaş ve mücâdeleden başka bir şey getirmez, dediler. Bunun üzerine Allah Te-âlâ : «De ki: Kim Cebrail'e düşmansa...» âyetini inzal buyurdu. İbn Cüreyc der ki; Mücâhid şöyle dedi: Yahudiler : Ya Muhammed (s.a.), Cebrâîl, şiddet, savaş ve mücâdeleden başka bir şey indirmez o bizim düşmanımızdır, dediler. Bunun üzerine : «De ki kim Cebrail'e düşman­sa...» âyeti nazil oldu. [7]

 

Cebrâîl Adının Anlamı:

 

Buhârî der ki: «De ki, kim Cebrail'e düşmansa...» âyeti konusun­da İkrime şöyle dedi: Cebr, mik, israf (kelimeleri) kul manasınadır, il ise Allah demektir. Bize Abdullah İbn Münîr... Enes İbn Mâlik'ten nakleder ki, o şöyle demiş : Abdullah İbn Selâm bir yerde meyve top­larken Rasûlullah (s.a.) m geldiğini işitmiş, bunun üzerine Hz. Peygam­berin yanma gelerek demiş ki: Ben sana üç şey soracağım ki; onu pey­gamberden başkası bilemez : Kıyamet alâmetlerinin ilki nedir? Cennet ehlinin ilk yiyeceği nedir? Çocuğu anasına veya babasına çektiren ne­dir? Rasûlullah buyurmuş ki biraz önce Cibril onları bana bildirdi. Ab­dullah İbn Selâm ciddî mi diye sorduğunda; Rasûlullah «evet» demiş. Bunun üzerine o, Cibril yahûdîlerin düşmanı bir melektir. Bunun üze­rine Allah'ın Rasûlü : «De ki kim Cebrail'e düşmansa...» âyetini okumuş. Kıyamet alâmetlerinden ilki; insanları doğudan batıya sürükleyen bir ateştir. Cennet ehlinin yiyeceği yemeklerin ilki ise, balık ciğerinin ar­takalanıdır. Erkeğin suyu kadının suyundan önce girerse, erkek çocuk doğar, kadının suyu erkeğin suyundan önce girerse kız çocuk doğar. Abdullah İbn Selâm dedi ki; Allah'tan başka İlâh olmadığına şehâdet ederim ve senin de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederim. Ey Al­lah'ın Rasûlü, yahûdîler iftiracı bir topluluktur, eğer-onlar sana bu soruları sormadan önce müslüman olduğumu bilselerdi bana iftira atar­lardı. Yahudiler, Hz. Peygambere geldiler ve Rasûlullah (s.a.) onlara, aranızda Abdullah İbn Selâm diye birisi var o nasıldır? diye sordu. On­lar da o bizim hayırlımızdır, hayırlımızın oğludur, efendimizdir, efen­dimizin oğludur, dediler. Rasûlullah buyurdu ki: Eğer Abdullah İbn Selâm'ın müslüman olduğunu görürseniz, ne yaparsınız? Onlar Allah onu bu halden korusun, dediler. O esnada Abdullah îbn Selâm çıktı ve «Allah'tan başka İlâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü ol­duğuna şehâdet ederim» dedi. Bunun üzerine yahûdîler; O bizim en kö­tümüz ve en kötümüzün oğludur, diyerek onu küçültmeye ve kötüle­meye başladılar. Bunun üzerine Abdullah İbn Selâm dedi ki; ey Allah'­ın Rasûlü, ben bunlardan korkuyorum. Bu hadîsi bu şekliyle yalnız Buhârî nakleder. Bir başka şekilde Buhârî ve Müslim birlikte tahrîc et­mişlerdir. Müslim'in sahihinde Rasûlullah (s.a.) in kölesi Sevbân'dan bu ifâdeye yakın bir şekilde aynı hadîs vârid olmuştur. İnşâallah yeri ge­lince zikredilir. Buhârî'nin İkrime'den naklettiği meşhur «îl» kelimesi­nin Allah mânâsına geldiği ifâdesini Süfyân el-Sevrî de... îkrime'den nakleder. Abd îbn Humeyd aynı sözü îkrime'den nakleder. îbn Cerîr de aynı rivayeti Hüseyn İbn Yezîd el-Tahhân kanalıyla... îkrime'den nakleder ve der ki o şöyle demiş : Cibril ismi Allah'ın kulu demektir, Mîkâîl ise Allah'ın kulcuğu demektir. «îl» kelimesi Allah manasınadır. Yezîd el-Nahvî, İkrime'den o da İbn Abbâs'dan aynı şekilde rivayet eder. Biraz sonra geleceği gibi, selef-i sâlihînden birçok kişi de böyle rivayet etmiştir.

Bazı kimseler de derler ki; «îl» kelimesi kul demektir. Diğer keli­me ise Allah'ın adıdır. Çünkü îl kelimesi her üç melekte de değişmi­yor. Bunun mukabili; arapçada Abdullah, Abdurralımân, Abdülmelik, Abdülkuddüs, Abdüsselâm, Abdülkâfî, Abdülcelîl isimleridir. Bütün bun­larda abd kelimesi mevcuttur, sadece bu kelimeye eklenen isimler de­ğişmektedir. Aynı durum Cebrâîl, Mîkâîl, İsraf îl ve benzeri isimlerde de vardır. Arap olmayanlar sözlerinde tamlananı tamlayandan öne alırlar. Doğruyu en iyi bilen ise Allah'tır.

Sonra îbn Cerîr der ki: Başkaları yahûdîlerin bu sözü söylemele­rinin sebebi Hz. Peygamber konusunda onlarla Ömer İbn el-Hattâb arasında cereyan eden bir münazaradır. Nitekim bu konuda Muhammed îbn el-Müsennâ... Şa'bî'den nakletti ki o şöyle demiş : Hz. Ömer Rev-ha'ya indiğinde bazı kişilerin taşların üzerinde namaz kıldıklarını gör­dü ve bunlar kimdir? diye sordu. Orada bulunanlar, onlar Rasûlullah (s.a.) m burda namaz kıldığını zannediyorlar, dediler. O da bundan hoşlanmadı ve buyurdu ki: Rasûlullah (s.a.) namaz vaktinde vadiye erişti ve orada kıldı, sonra kalkıp göçtü ve orayı terk etti. Sonra Hz. Ömer onlarla konuşmaya başladı ve dedi ki: Ben yahûdîlerin dînî ki- tablarınm okunduğu güne şahid olmuştum ve Tevrat'ın Kur'an'ı nasıl tasdik ettiğini, Kur'an'ın Tevrat'ı nasıl tasdik ettiğini hayretle görü­yordum. Bir gün ben onların arasında bulunuyordum ki şöyle dediler : Ey Hattâb'ın oğlu, senin arkadaşlarından bize senden daha. çok sevimli olan yoktur. Neden o? diye sorduğumda, onlar sen bize geliyor ve bizi kuşatıyorsun dediler. Bense, size geliyor Kur'an'ın Tevrat'ı nasıl tasdik ettiğini, Tevrat'ın da Kur'an'ı nasıl tasdik ettiğini hayretle müşahede ediyorum dedim. Hz. Ömer der ki: Hz. Peygamber oradan geçtiğinde de­diler ki: Ey Hattâb'ın oğlu işte arkadaşınız yürüyor, hak onun yanın­da. Hz. Ömer diyor ki, o zaman kendilerine şöyle dedim; kendisinden başka İlâh olmayan Allah adma söylerim size, O'nun hakkında siz neyi gözetiyorsunuz ve O'nun kitabı hakkında size ne emânet edilmiştir? - Biliyor musunuz ki, o Allah'ın Rasûlü'dür. Onlar sustular. Bilginleri ve uluları kendilerine dediler ki; Ömer size çok ağır davrandı, ona cevap verseniz. Onlar da, sen bizim bilginimiz ve ulumuzsun, ona sen cevap ver, dediler. O da dedi ki; eğer söz söylediğim Rabb adına, bizim söy­lememiz gerekirse biz onun Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyoruz. Hz. Ömer der ki: bunun üzerine ben, kendilerine; vay size, öyleyse niçin kendinizi mahvettiniz? dedim. Onlar biz mahvolmadık dediler. Ben, na­sıl olur bu, siz hem onun Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyor, hem de ken­disine tâbi olup tasdik etmiyorsunuz dedim. Onlar, bizim meleklerden bir dostumuz bir de düşmanımız var. O, peygamberliğini meleklerden bizim düşmanımız olanla birleştirdi. Hz. Ömer der ki; sizin düşmanınız ve dostunuz kimdir? dedim. Onlar düşmanımız Cebrail, dostumuz da Mîkâîl'dir, dediler. Ben, Cebrail neden düşmanınız, Mîkâîl neden dos­tunuz? dedim. Onlar Cebrail ağırlık, zorluk, katılık, şiddet ve azâb meleğidir. Mîkâîl ise şefkat, rahmet, hafiflik meleğidir. Rabbları katın­da onların mertebesi nedir? diye sordum. Onlar; birisi Rabbın sağın­da .diğeri de solunda bulunur, dediler. Hz. Ömer diyor ki; kendisinden başka îlâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki, birisine düşman olan diğerine de düşman olur, birisine dost olan diğerine de dost olur. Ceb­rail'in Mîkâîl'in düşmanıyla, Mîkâîl'in de Cebrail'in düşmanıyla dost olması uygun düşmez, dedim. Hz. Ömer der ki; sonra kalktım, Hz. Pey­gamberin ardından gittim ve onu falancanın evinin kapı aralığından çıkarken yakaladım. Rasûlullah (s.a.) Ey Hattâb'ın oğlu, sana biraz önce indirilmiş olan âyetleri okuyayım mı? dedi, ve «De ki: kim Cebrail'e düşmansa...» âyetini okumaya başladı. Âyetleri okuyunca ben, anam ve babam sana kurban olsun ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Seni hakk ile gön­deren Allah'a kasem ederim ki, ben de sana onu haber vermek için gel­miştim, ancak Latîf ve Habîr olan Allah bu haberi benden önce sana ulaştırdı, dedim.

İbn Ebu Hatim der ki; bana Ebu Saîd... Âmir'den haber verdi ki, o şöyle demiş : Hz. Ömer yahûdîlerin yanma gitti ve dedi ki; Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah adına size söylerim, siz Hz. Peygamberin gele­ceğini kitaplarda görüyor musunuz? Onlar «evet» dediler. Öyleyse sizi Hz. Muhammed'e tâbi olmaktan alıkoyan şey nedir? dedi. Onlar, Al­lah hiç bir peygamber göndermemiştir ki, beraberinde ona yoldaş olan bir melek bulunmasın. Muhammed (s.a.) in de yoldaşı Cebrâîl (a.s.) dir. Ona gelen bu melek, bizim düşmanımızdır. Mîkâîl ise dostumuzdur. Eğer ona Mîkâîl gelmiş olsaydı biz müslüman olurduk dediler. Hz. Ömer diyor ki: Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah adına size söylerim, bu iki me­leğin âlemlerin Rabbı katında mertebesi nasıldır? Onlar dediler ki: Cebrâîl sağında, Mîkâîl de solundadır. Ömer; ben de şehâdet ederim ki her iki melek Allah'ın izniyle inerler. Mîkâîl'in, Cebrail'in düşmanına dost olması, Cebrail'inde Mîkâîl'in düşmanına dost olması imkânsızdır, derim. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.) oradan geçiyordu. Yahudiler de­diler ki; ey Hattâb'ın oğlu, işte senin arkadaşın gidiyor. Hz. Ömer kalktı ve Rasûlullah'ıri" yanma geldi. Bu sırada Allah Azze ve Celle : «De ki kim Cebrail'e düşmansa...» âyetini inzal buyurdu.

Bu iki isnâd da gösteriyor ki Şa'bî bu hadîsi Hz. Ömer'den rivayet etmiştir. Halbuki Şa'bî ile Ömer arasında bir kopukluk vardır. Çünkü Şa'bî Ömer'i hayâtta iken görmemiştir. Doğruyu en iyi Allah bilir.

İbn Cerîr Taberî der ki; bize Bişr... Katâde'nin şöyle dediğini nak­letti : Rivayet edilir ki, Hattâb oğlu Ömer, bir gün yahûdîlerin yanma gitti. Hz. Ömer'i görünce onu ağırladılar. Ömer onlara dedi ki; Allah'a andolsun ki size, beni ağırladığınız ve beni sevdiğiniz için gelmedim. Sadece bir şeyler dinlemek için geldim. Hz. Ömer onlara onlar da Hz. Ömer'e sorular sordular. Yahudiler dediler ki, senin arkadaşının arkadaşı kimdir? Hz. Ömer Cebrail'dir, dedi. Onlar Cebrâîl bizim düşmanı­mızdır, Muhammed gökyüzünden bizim sırrımızı alıyor. Harb geldiği zaman o bizim gizli noktamızı bilecektir. Bizim arkadaşımızın arkadaşı Mikâîl'dir. O geldiği zaman bolluk ve barış gelir, dediler. Hz. Ömer siz Cebrail'i kabul ediyor Muhammed (s.a.) i inkâr mı ediyorsunuz? dedi. Bu esnada Hz. Ömer onların yanından ayrılarak Hz. Peygambere doğru yöneldi. Maksadı Hz. Peygambere gelip onların söylediklerini bildirmek­ti. Fakat geldiğinde Allah Teâlâ'nın : «De ki kim Cebrail'e düşmansa bilsin ki...» âyetinin indirilmiş olduğunu gördü. Sonra İbn Cerîr Taberi der ki, bana Müsennâ... Katâde'den nakletti ki o şöyle demiş; bize bil­dirildiğine göre, Hz. Ömer bir gün yahûdîlerin yanma gitti... ve yukar­da zikredilen hadîsi Süddî kanalıyla Ömer'den aynen veya biraz değişik şekliyle rivayet eder. Ancak bu hadîs de, münkatı' hadîstir.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Muhammed İbn Ammâr... Abdurrahmân İbn Ebu Leylâ'dan nakletti ki, bir yahûdî Hattâb oğlu Ömer'e geldi ve Sizin arkadaşınızın sözünü ettiği Cebrâîl var ya, o bizim düşmanımızdır, dedi. Ömer de «De ki : Kim Cebrail'e düşmansa bilsin ki ev­velki kitaplan tasdik eden mü'minler için hidâyet ve müjde olan Kur'an'ı senin kalbine Allah'ın izniyle indiren O'dur.» âyet-i celîle'sini okudu. İbn Ebu Leylâ'nın rivayetine göre, bu rivayet Hz. Peygamberin lisânı üzere nazil olmuştur. İbn Cerîr Taberî der ki; bana Ya'kûb İbn İbrahim... İbn Ebu Leylâ'dan nakletti ki; «De ki kim Cebrail'e düşmansa...» âyeti hakkında o şöyle demiş : Yahudiler, Cebrail bizim düşmanımızdır, çünkü o şiddet ve darlık indirir. Mîkâîl ise bolluk, sıhhat ve selâmet indirir, dolayısıyla Cebrâîl bizim düşmanımızdır, dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ işbu âyet-i celîle'yi indirdi.

Âyetin tefsirine gelince, kim Cebrail'e düşman olursa iyi bilsin ki hakim olan bu Kur'an'ı senin kalbine Allah tarafından ve onun izniyle indiren o Rûh'ül-Emîn'dir. Allah'ın meleklerinden bir elçidir. Kim bir elçiye düşman olursa bütün elçilere düşman olmuş sayılır. Nitekim kim bir peygambere îman ederse, bu îman onun bütün peygamberlerin hak olduğuna inanmasını gerektirir. Kim de bir peygamberi inkâr ederse bu küfür, onun bütün peygamberleri inkâr etmesi sonucunu doğurur. Ni­tekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden, Allah'la peygamberleri arasım ayırmak isteyen, bir kısmına inanır bir kısmını inkâr ederiz diyerek ikisi arasında bir yol tutmak is­teyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır.» (Nisa, 150-151) Allah Teâlâ onlar hakkında kesinleşmiş küfür hükmünü veriyor. Çünkü on­lar peygamberlerden bir kısmına inanmakta bir kısmını inkâr etmek­tedirler. Cebrail'e düşman olan da aynı şekilde Allah'a düşman olmuş sayılır. Çünkü Cebrâîl İlâhî emri kendiliğinden indirmiyor. Rabbının emirlerini indiriyor. Nitekim Allah Teâlâ başka âyet-i celîle'de şöyle bu­yurmaktadır : «Biz ancak Rabbının emri ile indiririz. Önümüzde ar­kamızda ve bunların arasında bulunanlar O'nundur. Rabbln asla unuta­cak değildir.» (Meryem, 64). Bir başka âyet-i celîle'de ise şöyle buyuru-luyor : «Doğrusu o, âlemlerin Rabbı katından indirilmedir. Onu, Rûh'el-Emîn senin kalbine indiriyor ki sen uyarıcılardan olasın.» (Şuârâ, 192). Buhârî'nin sahihinde vârid olduğuna göre, Ebu Hüreyre diyor ki: Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Kim benim bir dostuma düşmanlık eder­se bana harb ilân etmiş olur. Bunun için Hz. Cebrail'e düşmanlık eden­lere Allah, gazab ederek : «De ki kim Cebrail'e düşmansa, bilsin ki ev­velki kitapları tasdik eden mü'minler için hidâyet ve müjde olan Kur' an'ı senin kalbine Allah'ın izniyle indiren O'dur.» buyurmuştur. Onların kalbine hidâyeti getiren ve cennet müjdesini bildiren bu kitabtır. Bu müjde ve hidâyet ancak mü'minler içindir. Nitekim Allah Teâlâ bir baş­ka âyet-i celîle'de şöyle buyuruyor : «De ki, bu, inananlara doğruluk reh­beri ve gönüllerine şifâdır. İnanmayanların kulaklarında ağırlık var­dır ve onların kulakları kapalıdır. Sanki bunlara uzak bir mesafedensesleniliyor da anlamıyorlar.» (Fussilet, 44). Bir başka âyet-i kerîme'de de şöyle buyuruluyor : «Biz Kur'an'dan şifâ olanı ve mü'minler için rah­met indiririz. O, zâlimlerin ancak kaybını artırır.» (İsrâ, 82). Sonra şöyle buyurulmaktadır: «Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâîl ve Mîkâîl'e düşman olursa, şüphesiz ki Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.» ve yine buyruluyor ki: «Kim bana, meleklerime ve rasûl-lerime düşman olursa; şüphesiz ki Allah kâfirlerin düşmanıdır.» Ra-sûller terimiyle melek ve insan olan elçiler kasdedilmektedir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i celîle'de şöyle buyuruyor : «Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer.» Cebrâîl ve Mîkâîl ifâdesi hassın âmme atfı kabîlindendir. Aslında her ikisi de melekler teriminin içine girdiği gibi bilumum rasûller teriminin içerisinde de yer alırken bilâ-here ayrıca zikredilmektedir. Çünkü âyetin akışı Allah ile peygamber­leri arasında elçi durumunda olan Cebrail'i destekleme ortamıdır. Ceb­rail'le beraber Mîkâîl'in de zikredilmesi şuradandır : Yahudiler Cebrail'­in kendilerinin düşmanı, Mîkâîl'in de dostları olduğunu iddia ediyorlar­dı. Burda Allah onlara bunlardan herhangi birisine düşman olanın, di­ğerine düşman olacağı gibi, aynı zamanda Allah'a da düşman olacağını bildiriyor. Zira zaman zaman Mîkâîl de peygamberlere iner. Nitekim baş­langıçta Rasûlullah (s.a.) a o da bir süre eşlik etmişti. Fakat vahyi in dirmek daha çok Cebrail'in vazifesidir. Mîkâîl ise yağmur ve bitki bitir­mekle mükelleftir. Birisi hidâyet, diğeri nzık verme göreviyle yüküm­lüdür. Keza İsrafil de kıyamet gününde yeniden diriliş için Sûr'a üfleme göreviyle mükelleftir. Bunun için sahîh hadîste varid olur ki; Rasûlul­lah (s.a.) geceleyin kalkınca şöyle duâ edermiş : Allah'ım Cebrail'in, Mîkâîl'in ve İsrafil'in Rabbı, göklerin ve yerin yaratanı, görüleni ve gö­rülmeyeni bilen, Sen kullarının ihtilâfa düştükleri konuda onlar ara­sında hükmedersin. İhtilâf edilen konularda izninle hakkı görmeyi sağlarsın. Çünkü sen dilediğini dosdoğru yola hidâyet edersin. Buhârî' nin naklettiği ve îbn Cerîr'den İkrime'den rivayet ettiği «Cebr, mîk, ve israf» kelimelerinin kulcuk manalarına geldiği, «îl» kelimesinin ise Al­lah demek olduğu yukarda geçmişti.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Ahmed İbn Sinan... İbn Abbâs'ın kö­lesi Ümeyr'den nakleder ki, İbn Abbas şöyle demiş : Cibril kelimesi Ab­dullah ve Abdurrahmân kelimesi gibidir. Denildi ki cibr kul, îl ise Al­lah demektir. Muhammed İbn İshâk, Zührî kanalıyla Ali İbn el-Hü-seyn'den nakleder ki, o şöyle demiş : Cebrâîl isminin sizin isimleriniz­den hangi mânâya geldiğini biliyor musunuz? Biz, hayır dedik. O, Ab­dullah demektir, karşılığını verdi. Yine Mîkâîl isminin sizin isimleriniz­den ne mânâya geldiğini biliyor musunuz? dedi. Biz, hayır dedik. O Al­lah'ın kulcuğu mânâsına geldiğini söyledi ve dedi ki îl'e atfedilen her isim Allah'a matuf olur. İbn Ebu Hatim. Mücâhid, İkrime Dahhâk veYahya îbn Ya'mer'den de aynı şekilde bir rivayet nakleder. Sonra der ki; bana babam... Azîz İbn Ümeyr'den nakletti ki Cibril ismi melekler arasında Allah'ın hizmetçisi mânasına gelmektedir, tbn Ebu Hatim der ki; ben bu hadîsi Ebu Süleyman el-Dârânî'ye naklettiğimde yerinden sıçradı ve dedi ki: Bu hadîs bana her şeyden daha güzeldir ve önünde bulunan deftere kaydetti. Cibril ve Mîkâîl kelimelerinin okunuşunda de­ğişik kırâet ve lügat farkları bulunmaktadır ki bunlar kırâet ve lügat kitaplarında anlatılır. Biz bu kitabımızda bu gibi farklılıkları uzun uza-dıya anlatmadık. Sadece mânâya tesîr edecek veya hükme merci teşkil edecek konulan anlattık. İ'timâd, Allah'adır yardım O'ndan dilenir. [8]

Ey Habîbim, Muhammed; onlara söyle, kim Cebrail'e düşman olur­sa, Allah'a da düşman olur. Çünkü Cebrâîl'i vahiyle sana gönderen ve Allah'ın izniyle kalbine Kur'an'ı yerleştiren Allah'tır. O, seninle Allah arasında bir elçidir. Kim Allah'ın Rasûlüne düşmanlık ederse, Allah'a düşmanlık etmiş olur. Sana indirdiği Kur'an, Tevrat ve İncil'i tasdik edici bir kitaptır. Ve o, mü'minler için bir hidâyet ve müjde kaynağıdır. Sevinme vesilesi olabilen Kur'an, nefret vesilesi olabilir mi hiç? Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve Rasûllerine özellikle de Cebrâîl ve MîkâîFe düşman olan iyi bilsin ki: Allah'a düşmandır ve Allah kâfirlerin düş­manıdır.

Rivayet edilir ki Hz. Ömer (r.a.) in Medine'nin üst kısımlarında bir arazîsi vardı. Oranın geçidi de yahûdî dersânelerinin yanında idi. Hz. Ömer oraya giderken yahûdî dersânelerinin yanında oturuyor ve on­ların sözlerini dinliyordu. Yahudiler dediler ki: Ey Ömer, biz seni se­viyor ve sana çok muhabbet duyuyoruz. Hz. Ömer dedi ki: Allah'a and-olsun ki, ben re sizi sevdiğim için yanınıza geliyorum ne de dinimden şüphe ettiğim için bir şeyler soruyorum. Yanınıza gelmem Hz. Muham­med (s.a.) in durumu konusunda daha açık bilgiye sahip olmak ve onun müjdesini sizin kitabınızda görmeyi istememden dolayıdır. Sonra onlara Hz. Cebrail'den suâl etti. Yahudiler dediler ki; o bizim düşmanımızdır, bütün sırlarımızı Muhammed'e açıklıyor. O hep felâket ve azâb getirir. Mîkâîl ise bolluk ve selâmet getirir. Hz. Ömer ikisinin Allah katında yeri nedir? diye sordu, onlar mevki bakımından en yakın yerdir, de­diler. Cebrâîl sağında, Mîkâîl solundadır, Mîkâîl Cebrail'in düşmanıdır dediler. Hz. Ömer; eğer sizin dediğiniz gibi olsaydı, bu ikisi düşman ol­mazlardı ve siz merkeplerden daha çok inatçı ve küfredici olurdunuz çünkü onlardan birine düşman olan diğerine de düşman olur, ikisine düşman olan ise Allah'ın düşmanı olur. Sonra Ömer Hz. Peygamberin yanına geldiğinde Cebrail'in ondan önce vahyi getirdiğini gördü. Hz. Peygamber buyurdu ki «Rabbın, sana muvafakat etti» Hz. Ömer de­di ki: «Bundan sonra, sen beni Allah'ın dininde taştan daha katı bu­lacaksın.» [9] 

Kâşânî'ye ait olduğu kabul edilip de, Muhyiddîn İbn el-Arabî'ye atfedilen tefsirde ise şöyle denir :

Zahir olan odur ki; Cebrail faal akıldır. Mîkâîl altıncı feleğin ru­hudur. Ve kulların rızkıyla tevkil edilmiş olan küllî nebatî nefsin fey­zini sağlayan aklıdır. İsrafil ise dördüncü feleğin ruhu ve hayvanlara tevkil edilmiş olan küllî, hayvani nefsin feyzini sağlayan aklıdır. Azrâîl ise, bütün insan nefşlerini almakla görevli bulunan yedinci feleğin ru­hudur. O, ruhu ya bizzat veya yardımcıları vasıtasıyla alır, Allah'a teslîm eder. [10]

 

99- Andolsun ki, biz sana apaçık âyetler indirdik. On­ları fâsıklardan başkası inkâr etmez.

100- Onlar, ne zaman bir ahidle bağlandılarsa içlerin­den bir güruh onu bozup atmadı mı? Hayır, onların bir­
çoğu îman etmezler.

101- Onlara, ne zaman Allah tarafından yanların­daki kitabı tasdik edici bir peygamber geldiyse, kendileri­
ne kitab verilenlerden bir güruh, sanki bilmiyorlarmış gi­bi, Allah'ın kitabını arkalarına atıverdi.

102- Ve onlar şeytânların Süleyman'ın mülkü aleyhi­ne uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süley­man asla küfretmedi. Sadece şeytânlar küfrettiler. Onlar insanlara sihri ve Bâbil'deki iki meleğe; Hârût ile Mârufa indirilenleri öğretiyorlardı. Bu iki melek isd: «Biz ancak imtihan için gönderildik, sakm küfretme.» demedikçe kim­seye sihirden bir şey öğretmezlerdi. Onlardan koca ile ka­rısının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki bunlar, Allah'ın izni olmadıkça o sihirle kimseye zarar verici de­ğillerdi. Onlarsa kendilerine zarar verip fayda vermeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki, onlar onu (sihri) satın alan kimse için âhirette hiçbir nasîb olmayacağını biliyor­lardı. Ne fena bir şey karşılığında nefislerini sattılar. Şa­yet bilmiş olsalardı?

103- Eğer onlar inanmış ve sakınmışolsalardı; Allah katındaki sevâb daha hayırlı olurdu. Keski bilselerdi.

 

Apaçık Âyetleri Terkedenler:

 

İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr el-Taberî : «Andolsun ki biz sana apa­çık âyetler indirdik.» âyeti konusunda şöyle der; Ey Muhammed, biz sana nübüvvetini gösteren apaçık işaretler indirdik. Allah'ın kitabının ihtiva ettiği bu âyetler yahûdîlerin gizli bilgileri ve esrarlı haberlerinin saklıları arasında bulunuyordu. İsrâiloğullarının geçmişlerinin haber­lerini ihtiva etmektedir. Onların sadece hahamlarının ve bilginlerinin bildikleri kitaplarının muhtevalarını belirtmektedir. Geçmişlerinin ve sonrakilerin tahrif ettikleri ve değiştirdikleri Tevrat'ın ahkâmını anlat­maktadır. Allah, Nebisi Muhammed (s.a.) e inzal buyurduğu kitabında, onu bu hususlara muttali kılmıştır. Onun durumu insaf sahipleri için apaçık belge niteliğindedir. Selîm fıtrat sahibi olanları, kıskançlık ve isyandan başka hiç bir şey bu gerçekleri inkâra sevketmez. Çünkü her fıtrat sahibi Hz. Muhammed'in getirdiği apaçık âyetleri gördüğü za­man, onu tasdik eder ve tasdik etmek için beşerî bir bilgiye gerek duy­maz. Herhangi bir insandan bir şey alma ihtiyâcını hissetmez. Dahhâk'-m, îbn Abbâs^an naklettiğine göre; o bu âyet konusunda şöyle der­miş : Sen onlara bu âyetleri sabah-akşam okuyor, açıklıyorsun, senin okuma, yazma bilmez, ümmî kimse olduğunu onlar çok iyi biliyorlar ve kendilerinin yanında bulunan gerçekleri olduğu gibi kendilerine haber veriyorsun. Eğer bilselerdi, bu, onlar için bir mesned, bir ibret ve açık­lama olurdu.

Muhammed İbn İshâk... İbn Abbâs'dân nakleder ki: Îbn Sûryâ el-Fatyûnî Rasûlullah (s.a.) a dedi ki; Ey Muhammed, bize getirdiğin şeyleri biz biliyoruz. Sen bize bilmediğimiz bir şeyi getirmiyorsun. Al­lah sana apaçık bir âyet indirmeli ki sana uyalım. Bunun üzerine işbu âyet-i celîle nazil oldu. Mâlik İbn Seyf ise, Rasûlullah (s.a.) peygamber olarak gönderilip yahûdîlere, Allah'ın kendilerinden aldığı mîsâkı ve Hz. Muhammed konusundaki ahdi hatırlatınca, dediler ki; Allah Mu­hammed konusundan bizden hiç bir ahid ve mîsâk almamıştır. Bunun üzerine : «Onlar ne zaman bir ahidle bağlandılarsa içlerinden bir gü­ruh onu bozup atmadı mı?» âyeti nazil oldu.

Hasan el-Basri der ki; «Onların bağlanacakları bir ahid yoktur.» Hangi ahde bağlandılarsa onu bozup arkalarına attılar. Bu gün ahd ediyorlar, yarın bozuyo&ardı. Süddî der ki; bu âyetin mânâsı, onlar Hz. Muhammed'in getirdiklerine inanmazlar demektir. Katâde der ki; «İç­lerinden bir güruh onu bozup atmadı mı?» yani verdikleri ahdi boz­madılar mı? İbn Cerîr der ki; bozup atmak mânâsına gelen “Nebeze” kelimesi parçalayıp bir kenara bırakmaktır. Bu sebeple kaybolan eş­yaya da “Menbuz” denir. Keza “Nebiz” kelimesi de suya atıl­mış olan hurma ve üzümdür.

Ben derim ki; Allah Teâlâ bu kavmi, daha önce sarılmalarını em­rettiği ahdi bozmalarından dolayı zemmetmiştir. Bunun için de hemen ardından onlara ve bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Ra-sûlü yalanladıklarını belirtmektedir. O peygamberin nitelikleri, vasfı ve haberi kendi kitaplarında yer almaktaydı ve ona uymak, onu des­teklemekle emrolunmuşlardı. Nitekim bir başka âyette şöyle buyurulur: «Onlar ki ümmî nebî ve rasûle tâbi olurlar. Onun kendi yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı olduğunu görürler.»  (A'râf, 157). Burada ise«Onlara, ne zaman Allah tarafından yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber geldiyse, kendilerine kitab verilenlerden bir güruh sanki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını arkalarına atıverdi.» buyuruluyor. Yani onlardan bir taife önlerinde bulunan Allah'ın kitabında Hz. Muhaınmed'in muştusunu gördükleri için arkalarına atıp bilmiyormuş gibi onu terkettiler, büyü öğrenmeye ve ona tâbi olmaya başladılar. Bunun için de Rasûlullah (s.a.) a tuzak kurmak istediler. Taraktan düşen saç ve sakal teline, hurma kabuğuna ve benzeri şeylere büyü yaparak onu Zu Ervân (Medine'de bir yerin adı) kuyusundaki kayanın altına koydu­lar. Büyü yapan yahûdî'nin adı, Lebîb İbn el-A'sam idi. (Allah'ın la'neti üzerine olsun.) Allah bu durumu Rasûlüne bildirdi ve onların yap­tırdığı büyüden kurtararak şifâyâb olmasını sağladı.Nitekim bu husus ilerde açıklanacağı gibi, mü'minlerin annesi Âişe (r.a.) den Buhârî ve Müslim'in Sahihinde detaylı olarak nakledilmektedir.

Süddî der ki; «Onlara ne zaman' Allah tarafından yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber geldiyse...» Yani Hz. Muhammed (s.a.) onlara geldiğinde Tevrat'la ona karşı çıktılar ve onunla mücâdeleye gir­diler. Tevrat'la Kur'an'ın birleştiği konularda ise Tevrat'ı arkalarına attılar. Âsaf'ın kitabını ve Hârût ile Mûrût'un büyüsünü aldılar. Bu ise Kur'an'a asla uymuyordu. İşte Allah Teâlâ'nın : «Sanki bilmiyorlarmış gibi» kavlinin mânâsı budur. Katâde, bu ifâde konusunda der ki; on­lar biliyorlardı, ancak bilgilerini arkalarına attılar, gizlediler ve inkâr ettiler. [11]

 

Süleyman'ın Mülkü:

 

Avfî, tefsirinde İbn Abbâs'dan Allah Teâlâ'nın «Ve onlar şeytân­ların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştü­ler. Halbuki Süleyman, asla küfretmedi, sadece şeytânlar küfrettiler. Onlar insanlara sihri ve Bâbil'deki iki meleğe Hârût ile Mârût'a indiri lenleri öğretiyorlardı» âyeti konusunda şöyle dediğini nakleder : Bu. Süleyman'ın mülkü yok olduğu sırada idi. Cinlerden ve insanlardan bir grup dinden dönerek şehvetlerine tâbi olmuşlardı. Ancak Allah Teâlâ Hz. Süleyman a mülkünü geri iade edince ve insanlar Süleyman'ın dev­rinde olduğu gibi tekrar dinleri üzerinde kâim olmaya başlayınca, kitap­larına karşı çıktılar. Süleyman onu tahtının altına gizlemişti. Süleyman (a.s.) vefat edince Süleyman'ın vefatının ardından hemen cinler ve in­sanlar kitapları çıkararak bu, Allah'ın kitabıdır, Süleyman'a indirilmiş­tir, o, bizden bu kitabı gizlemişti dediler. Onları alarak kendileri için din kurdular. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Onlara ne zaman Allah tarafın dan yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber geldiyse kendilerine kitap verilenlerden bir güruh sanki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını arkalarına atı verdi.» buyurmuştur. «Ve şehvetlerine tâbi oldular.» Şeh­vet; oyun, eğlence ve insanı Allah'ın izinden alıkoyan her şeydir. İbn Ebu Hatim der ki; bana, Ebu Saîd, İbn Abbâs'dan nakletti ki o şöyle demiş : Âsâf Süleyman'ın kâtibi idi ve İsm-i A'zam'ı biliyordu. Süley­man'ın her emirini yazıyor ve tahtının altına saklıyordu. Süleyman ölünce, şeytânlar onları çıkardılar ve emirnamenin her satırının ara­sına büyü ve küfür yazarak işte bu, Süleyman'ın amel ettiği şeylerdir, dediler. İbn Abbâs der ki: Halkın bilmezleri onu kâfir sayıp küfretti­ler ,bilginleri ise oldukları gibi durdular. Halkın bilmezleri durmadan Süleyman'a küfrediyorlardı. İşte Allah Teâlâ, Muhamed (s.a.) e indir­diği âyet-i kerîme'de bu konuyu açıkladı: «Ve onlar şeytânların Süley­man'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler.»

İbn Cerîr der ki; Ebu Sâib Selem İbn Cûnâde... İbn Abbâs'dan nakleder ki, şöyle demiş : Süleyman (a.s.) helaya veya kadınlarından birinin yanına girmek istediği zaman, Cerâde'ye ki —o, Süleyman'ın ka­rısıydı— mührünü verirdi. Allah Teâlâ Süleyman (a.s.) ı denediği şey ile denemeyi murâd edince, bir gün mührünü Cerâde'ye verdi. Şeytân Sü­leyman (a.s.) in suretine girerek geldi ve ona, mührümü ver, dedi. Sü­leyman'ın mührünü aldı. Süleyman'ın mührünü alınca şeytânlar, cinler ve insanlar onun emrine girdiler. İbn Abbâs der ki; Sonra Hz. Süleyman, Cerâde'nin yanma geldi ve mührümü ver, dedi. O, yalan söylüyorsun sen Süleyman değilsin, dedi. O zaman Süleyman (a.s.) bunun kendisini denemek için Allah'ın bir imtihanı olduğunu anladı. İbn Abbâs der ki; şeytânlar o günlerde içinde küfür ve sihir bulunan bir yazı yazdılar ve onu Süleyman'ın tahtının altına gizlediler. Sonra çıkarıp halka oku­dular ve dediler ki, Süleyman halkı bu yazılarla mağlûb ediyordu. İbn Abbas der ki, halk Süleyman (a.s.) dan uzaklaşarak onu tekfir etti. Ni­hayet Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.) i gönderince ona : «Ve onlar şeytânların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler.» âyetini inzal buyurdu.

Ayrıca İbn Cerîr der ki; bana İbn Hümeyd... İmrân İbn el-Hâris'-den nakletti ki o şöyle demiş : Birgün biz, Abdullah İbn Abbâs'ın yanın­da oturuyorduk, adamın biri geldi. İbn Abbâs ona nerden gelirsin? dedi. O da Irak'tan, dedi. İbn Abbâs hangi şehirden? deyince o, Kûfe'den, dedi. İbn Abbâs ne haber var? deyince o, Hz. Ali'nin onların aleyhinde hurûc ettiğini konuşurlarken duymuştum, dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs bağı­rarak ne diyorsun? dedi. Eğer bunu bilseydik, karısını nikahlamaz, mi­rasını taksim etmezdik, ancak ben size bu konuda bir söz nakledeceğim şöyleki: Şeytânlar gökyüzünde ses dinliyorlardı ve her biri gökyüzün­deki şeyleri duyacak kadar göğe yükseliyorlardı. Bunlardan birisi tec­rübe edilince o doğrulanıyor, ama yanında da yetmiş tane yalan nak­lediliyordu. İbn Abbâs dedi ki; bu yalanlar halkın içine sızıyordu. Bunun üzerine Allah Süleyman (a.s.) ı durumdan haberdâr kılıp onları koltuğunun altına gizledi, Süleyman (a.s.) vefat edince, yol şeytânı kalktı ve dedi ki; size eşi ve benzeri bulunmayan yasak bir hazîneyi göstereyim mi? İşte o, koltuğun altındadır. Onu çıkardılar ve dediler ki; milletleri kendisine bağlayan sihir işte budur. —ki onun kalıntı­larını Irak halkı konuşur durur— İşte bu konuda Allah Azze ve Celle : Ve onlar şeytânların Süleyman'ın mülkü hakkında uydurdukları şeylerin ardına düştüler.» âyetini inzal buyurdu. Hâkim Müstedrek'indebu rivayeti Ebu Zekeriyyâ kanalıyla İbn Cerîr'den nakleder. [12]

 

Şeytân'ın Uydurdukları:

 

Süddî, Allah Teâlâ'nın «Ve onlar şeytânların Süleyman'ın mülkü ileyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler» âyetinin Süleyman'ın ahdi aleyhine demek olduğunu bildirir. Süddî der ki; Şeytânlar önceleri gökyüzüne çıkarlar ve orda konuşulanları dinlemek üzere otururlardı. Bu esnada meleklerin kendi aralarında yeryüzünde olacak Şeyler, ölümler veya dirilmeler mevzuunda konuştuklarını duyarlardı, sonra kâhinlere gelip duyduklarını bildirirlerdi. Kâhinler de bunu halka söylerlerdi ve beklenen şeyler onların söylediği gibi çıkardı. Kâhinler, şeytânların söylediklerine güvenince, onlar kâhinlere yalan söylediler ve başka sözler de karıştırdılar. Her söze dört beş kelime eklediler. Bu sözleri halk kitaplara yazdı. İsrâiloğulları arasında cinlerin gaybı bileceği haberi yayıldı. Süleyman peygamber insanlara peygamber olarak gönderilince, bu şeylerin yazılı olduğu kitapları toplayıp bir sandığa koydu, sonra sandığı tahtının altına sakladı. Şeytânlardan hiç birisi, tahta yanaşa­nı yordu, aksi takdirde yanıyordu.

Süddî der ki; şeytânların gaybı bileceğine dâir, söz söyleyen her­kesin boynu vuruluyordu. Süleyman (a.s.) ölüp te Süleyman'ın duru­munu bilen âlimler, ortadan kalkınca, ardından çeşitli nesiller geldi. Şeytân, insan suretine girdi ve İsrâiloğullarından bir topluluğun yanına gittî. Onlara dedi ki; Sizin ebediyyen tüketemiyeceğiniz bir hazîneyi size göstereyim mi? Onlar evet, dediler. Şeytân, şu tahtın altını kazın, dedi. Onlarla beraber gidip kitapların olduğu yeri gösterdi ve kendisi bir kenarda durdu. Kendisine yaklaş dediklerinde, hayır ben burada önünüzde duruyorum, eğer onu bulamazsanız beni öldürün, dedi. Sonra kazdılarve o kitapları buldular. Çıkardıklarında şeytân onlara dedi ki: Süleymân peygamber; insanları, şeytânları ve kuşları bu büyülerle kontrol altında tutuyordu. Sonra uçup gitti. İnsanlar arasında Süleyman peygamberin büyücü olduğu görüşü yayıldı. İsrâiloğulları bu kitapları aldılar. Hz. Muhammed (s.a.) peygamber olarak geldiğinde ona karşı çıktılar, bu konuda onunla tartıştılar. İşte Allah Teâlâ'nın: «Halbuki Süleyman asla küfretmedi, sadece şeytânlar küfretti.» âyetiyle söyle­diği budur.

Rebî' İbn Enes der ki; Yahudiler zaman zaman Tevrat'la ilgili ola­rak Hz. Peygambere sorular soruyorlardı. Onlar, hangi konuda soru sorarlarsa, Allah sordukları konuda kullara bir haber indiriyordu ve onları böylece altediyordu. Yahudiler bu durumu görünce dediler ki; bu adam, Allah'ın bize indirdiği kitabı bizden çok daha iyi biliyor. Ve Hz. Peygambere büyüden sorarak bu konuda onunla tartışmaya başladılar. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle : «Ve onlar şeytânların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süley­man, asla küfretmedi, sadece şeytânlar küfrettiler. Onlar, insanlara sih­ri öğretiyorlardı.» âyetini inzal buyurdu. Şeytânlar kitaba başvurdular ve onun içerisine sihir, kâhinlik ve daha benzer şeyler yazdılar ve onu Süleyman (a.s.) m koltuğunun altına gömdüler. Süleyman (a.s.) gaybı bilmezdi. Dünyadan ayrılınca şeytânlar bu büyüyü çıkararak insanları aldattılar ve dediler ki; îşte bu, Süleyman peygamberin insanlardan gizleyip sakladığı bilgidir. Hz. Peygamber onlara bu sözleri bildirdi ve yahûdîler onun yanından kalkıp mahzun olarak çıktılar, Allah Teâlâ böylece onların delillerini yok etti.

Mücâhid «Ve onlar şeytânların Süleyman'ın mülkü aleyhine uy­durdukları şeylerin ardına düştüler» âyeti konusunda der ki: Şeytân­lar vahyi dinlerlerdi. Onun bir kelimesini duyunca ikiyüz kelime ona eklerlerdi. Süleyman (a.s.) onların bu uydurma şeylerini yıkmak üze­re gönderildi. Ancak vefat edince şeytânlar onu bularak insanlara öğ­rettiler. İşte sihir budur.

Saîd İbn Cübeyr der ki; Süleyman (a.s.) şeytânların elindeki büyüleri araştırıyor ve ellerinden alarak hazînesinin bulunduğu yerdeki tah­tının altına saklıyordu. Şeytânlar bunu elde etmeyi başaramadılar, in­sanların zihnine girerek dediler ki; Süleyman peygamberin şeytânları, rüzgârları ve diğer şeyleri kendi emrine almasını sağlayan bilgisinin ne olduğunu biliyor musunuz? Onlar, hayır dediler. Şeytânlar, o hazînesi­nin bulunduğu yerde ve tahtının altında gizlidir, dediler. Bu konuda in­sanları tahrik ettiler ve insanlar onlan çıkarıp bu büyülerle değişik şey­ler yaptılar. Hicaz ehli dedi ki Süleyman (a.s.) bununla iş yapıyordu ve bu sihirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ nebîsi Muhammed (a.s.) e Sü­leyman (a.s.) ı temize çıkarmak için bu âyet-i celîle'yi inzal buyurdu : «Ve onlar şeytânların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şey­lerin ardına düştüler.»

Muhammed İbn İshâk der ki: Şeytânlar Dâvûd peygamberin oğlu Süleyman peygamberin öldüğünü duyunca, çeşitli büyüler yazdılar ve dediler ki, şunu ve şunu elde etmek isteyenler, şöyle ve şöyle desinler. Bu çeşitli büyüleri nihayet birleştirip bir kitap haline getirdiler. Sonra Süleyman peygamberin mührüne bunları kazdılar ve onun başlığına da şunu yazdılar: «Bu, Dâvud oğlu Kral Süleyman'ın dostu Âsaf Ibn Bel hiyâ'nın ilim hazînelerinden yazmış olduğu hazînelerdir.» Sonra bunu Süleyman'ın tahtının altına gizlediler. Süleyman'ın ardından İsrâil-oğullarınm torunları bunlan çıkardılar ve bir takım şeyler uydurdular. Şeytânlar onlarla karşılaşınca dediler ki; Dâvûd oğlu Süleyman bun­larla iş yapıyordu. Böylece insanlar arasında büyüyü yaydılar. Büyü yahûdîlerin arasında yaygın olduğu kadar, hiç bir yerde yaygın değildi. Allah onlara la'net etsin.

Rasûlullah (a.s.)’a Allah tarafından âyetler indirilip te Süleyman peygamberden bahsedilince ve onun peygamberlerden bir peygamber olduğu belirtilince, Medine'de bulunan yahûdîler dediler ki; Muham-med'e hiç hayret etmiyor musunuz? Baksanıza Dâvûd oğlu Süleyman'ın peygamber olduğunu iddia ediyor. Allah'a andolsun ki o, yalnız bir büyü­cüydü. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Ve onlar şeytânların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler.» âyetini inzal buyurdu.

îbn Cerîr derki; bize Kasım..." Şehr İbn Havşeb'in şöyle dediğini rivayet etti: Süleyman (a.s.) in hükümdarlığı elinden alınınca, şey­tânlar onun bulunmadığı sırada büyüleri yazıyorlar ve şöyle şöyle yap­mak isteyenler, güneşin karşısına geçip şöyle şöyle desinler. Şu ve şu işin yerine gelmesini isteyenler, güneşe arkalarını dönüp şöyle ve şöyle de­sinler diyorlardı. Bu büyüleri yazan şeytânlar ona «Bu Belhiyâ oğlu Âsâf'm, Kral Süleyman'ın hazînelerinden yazdığı ilim hazinesidir.» baş­lığını yazmışlardı. Sonra onu Süleyman'ın tahtının altına eömdüler. Süleyman (a.s.) ölünce İblîs (aleyhi'l-la'ne) kalktı ve halka hitabende­di ki; Ey İnsanlar, Süleyman, bir peygamber değildi, sadece bir büyü­cüydü. Onun büyülerini eşyasının arasında ve evinde araştırın. Sonra onları büyünün gömülü olduğu yere götürdü. Onlar da; Allah'a andol­sun ki, Süleyman bir büyücüymüş, bizi büyü ile kul, köle etmiş ve ez­miş, dediler. Mü'minler ise; hayır, o inanmış bir peygamberdir, dedi­ler. Hz. Peygamber gönderilince peygamberleri anlatıyordu ve Dâvûd ve Süleyman (a.s.) dan da bahsetti. Yahûdîler dediler ki; şu Muham-med'e de bakın, hak ile bâtılı birbirine karıştırıyor. Süleyman'ı pey­gamberler arasında zikrediyor halbuki o rüzgâra binen bir büyücüydü. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Ve onlar şeytânların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler» âyetini inzal buyur­du.

İbn Cerîr ki; bize, Muhammed îbn Abd'ül-A'lâel-San'ânî... Ebu Miclez'den nakleder ki, o şöyle demiş : Süleyman (a.s.) her canlıdan bir söz almıştı, bir adam, yakalandığı zaman o söz sorulur ve sonra bıra­kılırdı. İnsanlar bunun üzerine secî' ve sihri eklediler ve dediler ki; Süleyman'ın yaptığı şey buydu. Bunun için Allah Teâlâ : «Halbuki Sü­leyman asla küfretmedi sadece şeytânlar küfrettiler. Onlar insanlara sihri öğretiyorlardı.» buyuruyor. İbn Ebu Hatim der ki; bize Assam İbn Revvâd... Hasan'dan nakleder ki; «Ve onlar şeytânların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler.» âyeti konu­sunda şöyle demiş : Bunların üçte biri şiir, üçte biri büyü, üçte biri kâhinlikti. İbn Ebu Hatim der ki; bize Hasan İbn Ahmed... Hasan'dan nakleder ki; onlar, şeytânların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduk­ları şeylerin ardına düştüler, yahûdîler de onun mülkü ardına düştü­ler. Aslında onlardan önce de büyü yeryüzünde vardı, ancak yahûdîler Süleyman'ın mülkü ardına düşmüşlerdi.

Bu konuda selef-i sâlihînin önderlerinden nakledilen sözlerin bir nebzesi işte bunlar. Kıssanın özü ve muhtelif bölümleri arasının birleş­tirilmesinden kısaca kıssa ortaya çıkıyor. Anlayışlı, zekî kimseler bu na­killer arasında bir çelişki olmadığını görürler. Doğruyu gösteren ise şüphesiz Allah Teâlâ'dır.

«Ve onlar şeytânların, Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler.» Yani kendilerine kitab verilmiş olan yahûdî­ler, ellerinin önünde bulunan kitabtan yüz çevirip Muhammed (s.a.) in risâletine karşı çıktıktan sonra şeytânların uydurduklarına tâbi oldu­lar. Süleyman'ın mülkü konusunda şeytânların ortaya sürdükleri ha­berlere bağlandılar.

 

Sihir:

 

Hasan el-Basrî merhûm'un «Sihir, Dâvûd oğlu Süleyman'ın zama­nından çok önce vardı» sözü hiç şüphesiz doğrudur. Çünkü büyücüler Hz. Mûsâ zamanında vardılar. Süleyman peygamber ise Hz. Musa'dan çok sonra idi. Nitekim bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Musa'­dan sonra İsrâiloğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Peygamber­lerinden birine bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım demişlerdi. Ya, savaş size farz kılınlığında gitmeyecek olursanız? demiş­ti de, memleketimizden ve oğullarımızdan uzaklaştırıldığımıza göre ne­ye Allah yolunda savaşmayalım? demişlerdi. Ama onlara savaş farz kı­lınınca az bir kısmı müstesna yüz çevirdiler. Allah zâlimleri bilir.» (Bakara, 26) Bu âyetin sonunda Allah Teâlâ İsrâiloğullarma gönder­diği peygamberlerden bahsetmekte, ve «Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd, Câlût'u öldürdü .Allah Davud'a hükümranlık ve hik­met verdi ve ona dilediğinden öğretti. Allah'ın insanları birbiriyle sav­ması olmasaydı yeryüzü fesada uğrardı. Ancak Allah (alemlere lütuf sa­hibidir.» (Bakara, 251) buyurmaktadır. Nitekim Salih peygamberin kav mi de —ki onlar İbrâhîm peygamberden önce idiler— peygamberleri Salih'e : «Doğrusu sen büyülenmişlerdensin» demişlerdi.

«Onlar, insanlara sihri ve Bâbü'deki iki meleğe; Hârût ile Mârût'a indirilenleri öğretiyorlardı. Bu iki melek ise, biz ancak imtihan için gön­derildik, sakın küfretme demedikçe kimseye sihirden bir şey öğretmez-lerdi. Onlardan koca ile karısını ayıracak şeyler öğrendiler.»

Bu konuda halk ihtilâf a düşmüştür. Bazıları “Vema unzile ale’l-melekeyni” âyetindeki “Ma” edatının nefy mânâsına geldiğini söylemişlerdir.

İbn Cerîr'in Avfî kanalıyla naklettiği rivayette İbn Abbâs; «Hârût ile Mârût'a indirilenleri öğretiyorlardı» âyetini şöyle tefsir etmiştir: Allah, Hârût ile Mârût'a sihir indirmemişti. Rebî' İbn Enes'den naklettiği ri­vayette ise, «bu iki meleğe indirilen» âyet-i kerîmesini Allah onlara sihir öğretmemişti şeklinde tefsir ettiğini söyler. İbn Cerîr bu takdirde âyetin mealinin şöyle olması gerektiğini bildirir : «Onlar, şeytanların Süleyman, asla küfretmedi ve Allah iki meleğe sihir öğretmedi. Ancak şeytânlar küfrettiler ve insanlara Bâbil'de Hârût ve Mârût kanalıyla sihri öğretiyorlardı.» Bu takdirde Bâbil kelimesi, te'hîr edilmiş ancak mânâsı öne alınmış olur. Eğer birisi bize bunun takdim ediliş şekli na­sıldır? derse, denilir ki; takdim ediliş şekli şöyledir: : Onlar şeytânların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları büyülerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman küfretmedi ve Allah iki meleğe sihir indirmedi. Sa­dece şeytânlar küfrettiler ve insanlara Bâbil'de Hârût ile Mârût sihri öğretiyorlardı. Buradaki iki melekten maksad, Cebrail ve Mîkâîl Aley-hisselâmlar olur. Çünkü yahûdî büyücüler, anlatıldığına göre Cebrail ve Mîkâîl'in diliyle Dâvûd oğlu Süleyman'a Allah Teâlâ'nm büyüyü öğ­rettiğini iddia ediyorlardı. İşte Allah Teâlâ bu âyetle, onları yalanlayıp nebisi Muhammed (s.a.) e Cebrail ve Mîkâîl'in sihri indirmediklerini haber veriyor. Süleyman'a atfedilen büyücülükten onu uzaklaştırıyor ve sihrin, şeytânın işi olduğunu, Bâbil'de insanlara büyü öğreten bu iki kişinin admm da Hârût ve Mârût olduğunu söylüyor. Bu takdirde Hâ­rût ve Mârût, kelimeleri insanların açıklamasından ibaret oluyor. İbn Cerîr'in ifâdesi harfi harfine böyledir.

İbn Ebu Hatim der ki; bana Übeydullah İbn Mûsâ... Atiyye'nin «Ve Bâbü'deki iki meleğe; Hârût ile Mârût'a indirilenleri öğretiyorlardı.» âyetini şöyle tefsir ettiğini söyler : Allah Cebrail'le Mîkâîl'le (iki me­lekle) büyü indirmemiştir.

Fadl   İbn  Şâzân... Abdurrahman'm bu âyeti “Vema unzile ale’l-melekeyni bibabile Harute ve Marute” şeklinde değil de “Vema unzile ale’l-melikeyni Davude ve Süleymane” şeklinde okuduğunu rivayet eder. Ebu'l-Âliye der ki: Onlara büyüyü in­dirmemişti, sadece küfürle îmanı öğrenmişlerdi. Ve sihrin küfür oldu­ğunu bellemişlerdi. Sihirden son derece şiddetle kaçınmaları emrolunmuştu. îbn Ebu Hatim böyle rivayet eder.

Sonra İbn Cerîr “Ma” edatının ism-i mevsûl manasına olduğu­nu söyleyen görüşü reddetmeye başlayarak bu konuda sözü uzatır ve iddia eder ki; Hârût ile Mârût iki melektir. Allah onları yeryüzüne in­dirmiş ve kullarını imtihan etmek için onlara büyü öğretme iznini ver­miştir. Sonra da kullarına peygamberlerinin diliyle yasaklarını bildir­mişti. Onun iddiasına göre; Hârût ve Mârût Allah'ın kendilerine verilen emri yerine getirdikleri için sihir öğretmekte bu emre itaat etmekten başka bir şey yapmamışlardır. İbn Cerîr'in tuttuğu bu yol hakikaten çok garîbtir. Bundan daha garibi de Hârût ile Mârufun cinlerden iki kabile olduğunu iddia edenlerin sözüdür. İbn Ebu Hatim, Dahhâk îbn Müzâhim'den nakleder ki o, bu âyeti “Vema unzile ale’l-melekeyni” Ve sonra iki meleğin Bâbil'de cesur iki kişi olduğunu söylermiş. Bu görüşün Sa­hipleri âyet-i kerîme'deki “İnzal” kelimesini öğretme ve ilham et­me mânâsma değil de, yaratma mânâsına almışlar ve «Ve Bâbil'deki iki meleğe Hârût ile Mârût'a indirilenleri yaratıyorlardı.» şeklinde mâ­nâ vermişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ bu mânâda başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır : «Ve sizin için hayvanlardan sekizer çift yarattı» (Zü-mer, 6), «Ve Biz demiri yarattık ki onda şiddetli bir güç vardır.» (Ha-dîd, 25) «Ve sizin için gökten rızık yaratır.» (Gâfir, 13) Yine aynı mâ­nâda hadîs-i şerifte şöyle buyurulur: «Allah bir hastalık yaratmışsa, mutlaka onun devasını da yaratmıştır.» Keza, «Allah hayır ve şer ya­rattı» derken yine bu kelime kullanılır. Başkaları da «Onlar insanlara sihri öğretiyorlardı» cümlesinde durma görüşündedirler. Nitekim İbn Cerîr der ki; bana Yûnus... Kasım İbn Muhammed'den nakleder ki; adamın biri ona bu âyeti sorduğunda şöyle demiş : İnsanlara sihri öğ­retiyorlardı, halbuki onların üzerine sihir indirilmemişti veya onlar in­sanlara kendilerine indirilmemiş olan şeyi öğretiyorlardı gibi mânâlar­dan hangisini vermek gerekir? dediğinde, Kasım, hiç farketmez, han­gisi olursa diye karşılık vermiştir. Sonra Yûnus'un Enes İbn İyâs tari­kiyle bazı arkadaşlarından naklettiği bu kıssaya şunu da eklediğini riva­yet eder : Hangisi olursa olsun benim için farketmez çünkü ben ona inandım demiştir.

Selef-i sâlihînin çoğunluğu, Hârût ile Mârufun gökten inme iki melek olduğu, yeryüzüne indirildikleri ve durumlarının çok değişik şe­kil aldığı görüşündedirler. Az sonra irâd edeceğimiz gibi, Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'inde vârid olan merfû hadîste de bu nokta anlatılmış­tır. Buna göre; bu meleklerin durumuyla Allah'ın melekleri mâsûm ya­rattığı konusundaki delillerin arasını şöylece birleştirmek mümkün ola­bilir: Bu ikisinin durumu Allah'ın ilminde böyle yer almıştır ve bu du­rum onlara mahsûs olmak üzere Allah'ın iradesiyle cereyan etmiştir. Binâenaleyh aralarında bir çelişki yoktur. Nitekim İblîs'in durumu da Allah'ın ilminde böyle yer almıştır. Allah onun meleklerden birisi oldu­ğunu söylerken, İblîs'i ayırmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ'nın «Hani me­leklere secde edin demiştik de hepsi secde etmişti, ancak İblîs secde etmekten kaçınmıştı.» mealindeki âyetler bu durumu göstermektedir. Kaldı ki Hârût ve Mârufun durumu —nakledildiğine göre— İblîs (aley-hilla'ne) in durumundan çok daha hafîfdir.

Hârût ve Mârût konusunda Vârid olan Hadîslerin —Senedleri ve rivayetleri sahîh ise— anlatılması ve bu konunun açıklanması şöyledir; İmâm Ahmed İbn Hanbel, Müsned'inde der ki; bize Yahya İbn Bü-keyr... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; o Rasûlullah (s.a.) in şöyle dediğini işitmiş : Allah Teâlâ, Hz. Âdem'i yeryüzüne indirdiğinde, me­lekler dediler ki; Ey Rabbımız, biz seni hamd ile tesbîh, takdis eder du­rurken yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacak­sın? Allah da sizin bilmediklerinizi ben bilirim buyurmuştu. Onlar de­diler ki; Rabbımız biz sana âdemoğlundan daha çok itaatkârız. Allah Teâlâ meleklere dedi ki: Öyleyse iki melek getirin de onları yeryüzüne indirelim ve ne yapacaklarını görelim? Onlar da Rabbımız adına and olsun ki Hârût ve Mârût olsun dediler. Bu iki melek yeryüzüne indirildi. Kendilerine insanoğlunun en güzel kadını olarak Zühre temsü edildi ve yanlarına geldi. Onlar, Zühre'yi kendilerine istediler. Zühre hayır Al­lah'a andolsun ki, şirk sözü söylemeden kendimi size vermem, dedi. On­lar da; Allah'a andolsun ki biz, ebediyyen Allah'a şirk koşmayız, dediler. Zühre yanlarından ayrıldı, sonra beraberinde bir çocukla döndü. Onlar yine Zühre'yi istediler, o, hayır, Allah'a andolsun ki bu çocuğu öldür­mediğiniz sürece ben size kendimi vermem, dedi. Onlar da; hayır ebe­diyyen onu öldürmeyiz, dediler. Sonra Zühre gitti ve bir kâse içki ile gel­di. Onlar Zühre'yi istediklerinde, o hayır, Allah'a andolsun ki şu iç­kiyi içmediğiniz sürece size kendimi vermem, dedi. Onlar içkiyi içtiler, sarhoş oldular, Zühre'ye tecâvüz ettiler ve çocuğu öldürdüler. Ayrıldıkla­rında kadın dedi ki: Siz kaçındığınız hiç bir şeyi bırakmadınız. Sarhoş olunca hepsini de yaptınız. Onlar dünya ve âhiret azabı arasında mu­hayyer bırakıldılar, dünya azabını tercih ettiler. Ebu Hâtîm İbn Hibbân Sahihinde... Yahya İbn Ebu Bükeyr'den bu rivayeti aynen nakleder.

Bu hadîs bu şekliyle garîbtir. Ancak Mûsâ İbn Cübeyr'in dışındaki râvilerin hepsi Buhârî ve Müslim'in sahîh kabul ettiği Sika kimselerdir. Mûsâ İbn Cübeyr, Ansârdan olup İbn Abbâs'dan Ebu Emâme'den, Nâfî' den, Abdullah İbn Ka'b'tan hadîs rivayet etmiştir. Ondan da oğlu Ab-düsselâm, Bekr İbn Mudar, Zübeyr İbn Muhammed, Saîd İbn Seleme, Abdullah İbn Lehîa, Amr İbn el-Hâris ve Yahya İbn Eyyûb nak-letmişlerdir. Ebu Dâvûd ve İbn Mâce de ondan rivayet ederler. İbn Ebu Hatim «el-Cerh ve ve't-Ta'dîl» isimli eserinde onu zikreder ve bu rivâ- yeti nakletmez. O, bu haliyle durumu kapalı bir isimdir. Sadece ondan İbn Ömer'in kölesi Nâfî'den, onun da İbn Ömer'den, onun da Hz. Pey­gamberden naklettiği münferid bir rivayet vardır. İbn Merdûyeh'in de­diği gibi ondan bir başka şekilde Nâfî kanalıyla bir rivayet nakledilmiş­tir. Nitekim İbn Merdûyeh der ki : Bize Da'lec... İbn Ömer (r.a.) den nakletti ki o Rasûlullah (s.a.) in şöyle dediğini duymuştur, der ve bu uzun rivayeti zikreder.

Ebu Ca'fer İbn Cerîr el-Taberî der ki; bize Kasım... Nâfî'den nak­leder ki; o şöyle demiş : Ben Abdullah İbn Ömer'le yolculuk ettim, ge­cenin sonu olunca dedi ki, Ey Nâfî bak kızıl yıldız doğmuş mu? İki veya üç kere hayır, dedim, sonra doğduğunu söyledim. İbn Ömer, ona ne ehlen ve sehlen, ne de merhaba dedi. Ben, sübhânallah bu, Allah'ın em­rine boyun eğen, itaatkâr bir yıldızdan başka bir şey değildir, dedim. O, ben sana Rasûlullah (s.a.) dan duyduğumu —veya Rasûlullah (s.a.) in bana söylemiş olduğu bir şeyi demişti— söyleyeyim. O şöyle buyurdu : Melekler dediler ki; Ey Rabbımız, Sen âdemoğullarının günah ve suç­larına karşı nasıl böyle sabırlı davranıyorsun? Allah Teâlâ buyurdu ki; Ben, onları imtihan ettim, sizi ise rahat bıraktım. Onlar, biz âdemoğlu-nun yerinde olsaydık sana hiç isyan etmezdik, dediler. Allah Teâlâ öy­leyse, içinizden iki melek seçin buyurdu. Onlar iki adayı seçmekte zor­luk çekmediler. Hârût ve Mârût'u aralarından seçtiler.

Bu iki rivayet de aynı şekilde garîbtir. Bu konuda gerçeğe en yakın olan Abdullah İbn Ömer'in Ka'b el-Ahbâr'dan naklettiği —Hz. Peygam­berden değil— rivayettir. Nitekim Abdürrezzâk tefsirinde Sevrî'den, o da Mûsâ İbn Ukbe'den, o da Sâlim'den, o da Abdullah İbn Ömer'den, o da Ka'b el-Ahbâr'dan rivayet eder ki; melekler âdemoğullarının yaptıkları ve işledikleri suçları teker teker saydıklarında, kendilerine, aranızdan iki kişiyi seçin buyuruldu. Onlar da Hârût ve Mârût'u seçtiler. Allah, onlara ben sizi âdemoğullarma elçi olarak indireceğim, benimle sizin , aranızda hiç bir elçi yoktur. Siz yeryüzüne indiğinizde bana şirk koş­mayacaksınız, zina etmeyeceksiniz ve içki içmeyeceksiniz, buyurdu. Ka'b el-Ahbâr der ki: Allah'a andolsun ki yeryüzüne indikleri günün akşamı olmadan kendilerine yasaklananların hepsini işlediler. Bu riva­yeti İbn Cerîr iki yolla Abdürrezzâk'tan nakleder. İbn Ebu Hatim ise Ahmed İbn İsâm, Müemmel ve Süfyân el-Sevrî'den nakleder. Ayrıca İbn Cerîr der ki; bana Müsennâ... Kâ'b el-Ahbâr'dan bu hadîsi nak­letti. Bu rivayet Abdullah İbn Ömer'e ulaşan en doğru isnâddır. Salim bunu Abdullah İbn Ömer'in kölesi Nâfî'den, babasının tesbît ettiğini söyler. Bu takdirde söz, Kâ'b el-Ahbâr'm naklettiği rivayete dayanır. O ise bu rivayeti İsrâiloğullarının kitaplanndan aktarır. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

Bu konuda, Sahabe ve Tabiîn (Allah onlardan razı olsun) den vâ-rid olan rivayetler: [13]

 

Hârût ve Mârût Kıssası:

 

İbn Cerîr der ki; bana Müsennâ... Ümeyr İbn Saîd'den nakletti ki, o şöyle demiş : Ben Hz. Ali (r.a.) nin şöyle dediğini duydum : Zühre, İrari'lı güzel bir kadın idi. O, Hârût ve Mârût isimli iki melekle karşı­laştı. Melekler, onu kendilerine çekmek istediler. Zühre, söylenince göğe yükselinecek bir söz öğretmedikleri takdirde kendini onlara vermiyeceğini söyledi. Onlar da bu sözü öğrettiler. Zühre onu söyleyince göğe yük­seldi ve bir yıldız şekline döndü.

Bu isnadın râvîleri Sika (güvenilir) olmakla beraber rivayet cid­den garîbtir.

İbn Ebu Hatim der ki; bana Fadl İbn Şâzân... Hz. Ali'den nakletti ki, o şöyle demiş : Hârût ve Mârût gökyüzünün meleklerinden iki melek idiler. Bununla Allah Teâlâ'nın «ve Bâbil'deki iki meleğe» âyetini kas-detmişti. Bunu Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh tefsirinde kendi sene­diyle merfû olarak Hz. Ali'den nakleder. Ancak bu rivayet bu şekliyle sabit olamaz. Sonra İbn Merdûyeh, iki ayrı yoldan Hz. Ali'den rivayet eder ki o, Rasûlullah (s.a.) m şöyle dediğini nakletmiş : Allah Zühıe'ye la'net etsin, o Hârût ve Mârût isimli iki meleği kandırmıştı. Bu rivayet de aynı şekilde sahîh değildir. Münkerdir. Doğrusu en iyisini Allah bilir.

İbn Cerîr der ki; bana Müsennâ İbn İbrahim... İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs'dan nakletti ki, ikisi birden şöyle demişler : Âdemoğulları çoğalıp Allah'a isyan edince, melekler, insanların aleyhinde dağlar ve yeryüzü­ne seslenerek Rabbımız onları hâlâ helak etmiyecek misin? dediler. Bu­nun üzerine Allah Teâlâ meleklere; Ben sizin kalplerinizden şehveti ve şeytânı kaldırdım, eğer onları kalbinize yerleştirecek olursam, siz de aynı şeyleri yaparsınız, buyurdu. Onlar böyle bir imtihanla karşılaşmış olsalardı, kendilerini koruyacaklarını söylediler. Bunun üzerine Allah, onlara en seçkininizden iki melek seçiniz diye vahyetti. Onlar da Hârût ve Mârût'u seçtiler. Bu ikisi yeryüzüne indirildiler. Zühre de onların yanına İranlı bir kadın şeklinde —ki ona Bîzaht diyorlar­dı— indirildi. Zühre onları günaha sürükledi. Melekler, îman edenler için Allah'tan mağfiret dileyerek Rabbımız, Sen her şeyi bilgin ve merha­metinle kuşatmışsın, diyorlardı. Onlar suç işleyince yeryüzünde bulu­nanlar için mağfiret dilediler. Dikkat edin muhakkak ki Allah öafûr, Rahîm olandır. Onları dünya ve âhiret azabı arasında birisini seçmekte muhayyer bıraktı, onlar da dünya azabını seçtiler.

İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... Mücâhid'den nakletti ki, o şöyle demiş: Ben bir seferde Abdullah İbn Ömer'le beraber konaklamış­tım. Gece bastırınca oğluna dedi ki, bak bakalım kızılyıldız doğdu mu? Ona ne merhaba ne de ehlen ve sehlen. Allah onu yaşatmasın, çünkü o iki meleğin arkadaşıdır. Melekler demişlerdi ki; Ey Rabbımız, haram yere kan akıtan, senin yasaklarını çiğneyen ve yeryüzünde fesâd çıka­ran günahkârları niçin hâlâ bırakıyorsun? Allah, ben onları imtihan ediyorum. Eğer onları imtihan ettiğim gibi sizi de imtihan etseydim onların yaptıklarının aynısını siz de yapardınız, buyurdu. Onlar, hayır dediler. Bunun üzerine Allah seçkinlerinizden iki kişiyi seçin, buyur­du. Onla^ da Hârût ve Mârût'u seçtiler. Allah onlara buyurdu ki: Ben sizi yeryüzüne indireceğim; şirk koşmamak, zina, etmemek ve hiyânet etmemek üzere sizden söz alacağım. Onlar yeryüzüne indirildiler. Üzer­lerine de kadın sevgisi indirildi. Allah Zühreîyi güzel bir kadın şeklinde yeryüzüne indirdi. Zühre onları görünce, onu baştan çıkarmak istediler. O, ben öyle bir dinin mensubuyum ki, ancak o dine bağlı olanlar bana yaklaşabilirler; dedi. Hârût ve Mârût, senin dinin nedir? dediler. Mecu­sîliktir, dedi. Onlar, şirk gibi bir şeye biz yaklaşamayız dediler. Zühre Allah'ın dilediği sürece onların yanında kaldı. Onlar Zühre'ye ulaşmak istediler o istediğiniz sizin olabilir, ancak benim bir eşim var, o bu durumdan haberdâr olursa rezîl olmayı istemem, dedi. Eğer benim di­nime uyar ve beni göğe çıkarma şartımı yerine getirirseniz ben de sizin olurum. Bunun üzerine Hârût ve Mârût onun dinini kabul ettiler ve istedikleri şekilde onunla birleştiler. Sonra^göğe yükselince onlar dü-şürüldüler, kanatları kırıldı. Başladılar korku ve pişmanlık içinde ağ­lamaya.

O gün yeryüzünde bir peygamber vardı ki, iki cuma arasında Al­lah'a duâ ederdi ve cuma günü gelince duasına icabet edilirdi. Hârût ile Mârût falanca (peygambere) gitsek de, ondan bizim için tevbe et­mesini istesek, dediler ve onun yanma vardılar. O, kendilerine dedi ki: Allah size merhamet etsin, yeryüzü halkından olan bir kişi gökyüzü halkı için neler isteyebilir? Hârût ile Mârût dediler ki; doğrusu biz im­tihan olunduk. O da öyleyse siz cuma günü gelin, dedi. Cuma günü onun yanına vardılar. Peygamber kendilerine sizin hakkınızda hiç bir cevap alamadım, ertesi cuma gelin dedi. Ertesi cuma onun yanına gel­diler, O, Hârût ile Mârût'a siz muhayyer bırakıldınız, isterseniz bu dün­yada bağışlanıp âhirette azaba uğratılacaksınız, isterseniz bu dünyada azaba uğratılıp kıyamet gününde Allah'ın vereceği hükme rıza göste­receksiniz. Dilediğinizi seçin, dedi. Biri dedi ki; dünya ne ki? Çok az bir şey kaldı. Diğeri ise yazıklar olsun sana, başlangıçta ben senin emrine itaat ettim, şimdi de sen bana itaat et, geçici bir azâbla kalıcı bir azâb bir olur mu? Biz kıyamet günü Allah'ın hükmüne havale ediliyoruz, o zaman bizi azâblandırmasından korkarım, dedi. Diğeri dedi ki; hayır Allah bizim âhiret azabından kaçınarak dünya azabını tercih ettiğimizi bildiğinden, her iki dünyada da bizi azâblandırmayacağını umarım, de­di. Dünya azabını tercih ettiler. Böylece onlar ateşle dolu bir kuyuda-demirden palangalar üzerine konularak aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya doğru çekilerek azâb edildiler.

Bu rivayetin Abdullah İbn Ömer'e isnadı sağlamdır. Daha önce, Ibn Cerîr'in Muâviye İbn Salih kanalıyla Nâfî'den naklettiği rivayet geç­mişti. Bu, hem sübût, hem de isnâd bakımından daha sağlamdır. Ay­rıca bu rivayet —doğruyu Allah bilir ya— İbn Ömer'in Kâ'b'dan nak­lettiği rivayettendir. Nitekim daha önce Sâlim'in babasından naklettiği rivayette bu husus geçmişti. Zühre yıldızının güzel bir kadın şeklinde yeryüzüne indiğini belirten rivayet ve Hz. Ali'den nakledilen haber ise cidden garîbtir.

Bu konuda vârid olan en uygun haber İbn Ebu Hâtim'in... İbn Abbâs (r.a.) dan naklettiği rivayettir. İbn Abbâs der ki: Hz. Âdem'den son­ra insanlar Allah'ı inkâr edip günahlar işledikleri zaman; gökteki me­lekler dediler ki: Ey Rabbımız, bu kâinatı kulların için yarattın ve on­ların sana itaat etmesini istedin. Fakat onlar, burada işledikleri suçu işlediler, küfürleri irtikâb ettiler, cana kıydılar, haram mal yediler, zi­na ettiler, hırsızlık ettiler, içki içtiler. Melekler insanların aleyhinde söz­ler söylüyorlar ve onları ma'zûr görmüyorlardı. Kendilerine bunun bir gayb olduğu söylenince ,yine insanları ma'zûr görmediler. Bunun üze­rine «İçinizden seçkin iki melek seçin, onlara emirler vereceğim yasak­lar koyacağım» denildi. Melekler de Hârût ile Mârût'u seçtiler. Bu iki melek yeryüzüne indirildi ve âdemoğluna verilen şehvetler onlara da verildi. Allah Teâlâ yalnız kendisine ibâdet etmelerini ve hiç bir şeyi O'na şirk koşmamalarını emretti. Cana kıymayı ve adam öldürmeyi ya­sakladı, haram mal yemeyi men'etti, zinayı, hırsızlığı ve içkiyi haram kıldı. Bu iki melek bir zaman insanlar arasında yeryüzünde hak ile hük­mederek yaşadılar. Bu dönem İdrîs (a.s.) in devri idi. O devirde gökyü­zünde Zühre yıldızı nasıl diğer yıldızlardan daha güzelse, öteki kadın­lardan da daha güzel olan bir kadın vardı. Bu iki melek, o kadının ya­nına geldiler ve onu elde etmek istediler. Kadın, kendinin dinine ve yo­luna bağlanmadıkça bunu kabul etmeyeceğini söyledi. Onlar kadının dinini sordular. O, kendilerine bir put çıkararak- dedi ki; işte ben bu puta taparım. O iki melek, biz puta tapmak gereği duymayız, dediler ve gittiler. Allah'ın takdir ettiği bir süre kaldılar, sonra tekrar kadına gel­diler ve onu elde etmek istediler, kadın aynı şekilde davrandı. Onlar tekrar gittiler. Sonra kadına gelerek onu elde etmek istediler, kadın on­ların puta tapmaktan kaçındıklarını görünce dedi ki; üç şeyden birini seçin : Ya şu puta tapın, ya şu cana kıyın, ya da şu içkiden için. O iki melek, bunlar gerekmez dediler. En basiti ve ehven olanı içkidir, diyerek içkiyi içtiler, sarhoş oldular. Nihayet kadınla birleştiler ve halkın ken­dilerinden haberdâr olmasından korkarak, kadını öldürdüler. Sarhoş­luktan ayılıp işledikleri hatâyı fark edince, göğe yükselmek istedilerse de buna güç yetiremediler, göğe çıkmalarına engel olundu. Ve kendileri ile gök halkı arasındaki perdeler kaldırıldı. Melekler, onların yaptıklarına baktılar ve hayretler içerisinde kaldılar. O zaman, daha az bilenin da­ha az korktuğunu anlayarak yeryüzünde bulunanlar için Allah'dan ba­ğışlanma dilediler. İşte nazil olan «Melekler de hamd ile Rabblarını tes-bîh ederler ve yeryüzünde bulunanlar için mağfiret dilerler» âyeti bu­nu anlatmaktadır. Hârût ile Mârût'a, «ya dünya azabını veya âhiret azabını tercih edin» denildi. Onlar da «dünya, azabı çabuk biter, âhiret azabı ise bitmek tükenmek bilmez» diyerek dünya azabını tercih etti­ler. Bunun üzerine onlar Bâbil'e getirildiler orada azâblandırıldılar.

Hâkim, Müstedrek'inde uzun olarak Ebu Zekeriya el-Anberî kana­lıyla Hükkâm İbn Selm el-Râzî'den bu rivayeti nakleder. Bu zât sika bir kişidir. O da Ebu Ca'fer el-Râzî'den nakleder, sonra isnadının sahîh olduğunu söyler. Zühre hakkında rivayet edilenlerin en uygun olanı budur, doğruyu Allah bilir. (Zühre konusunda Hz. Peygambere kadar uzatılan hadîs; senedi şüpheli bir hadîstir. Seleften bu konuda rivayet edilen hadîsler bu hadîste nakledilenin dışına çıkmaz. Bu hadîslerin bazı isnâdları sahîh olsa da ma'sûm olan peygamberden geldiğine dâir haber, duyma yoluyla sabit olduğu ve tam olarak tesbît edilemediği için, delilsiz isrâiliyât hurafeleri olmaktan öteye geçmez).

İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... İbn Abbâs'dan nakletti ki: Dünya göğünün halkı, yeryüzünün halkına baktılar, onların günah iş­lediğini gördüler ve dediler ki: Ey Rabbımız yeryüzü halkı günah işle­mektedirler. Allah ise buyurdu ki: Siz benimle berabersiniz, onlar ise benden uzaktırlar. Kendilerine denildi ki; içinizden üç kişiyi seçin. On­lar da yeryüzüne inmek ve yeryüzü halkı arasında hüküm vermek üzere aralarından üç kişiyi seçtiler. Onlara âdemoğullarına verilmiş olan şehvet verildi, içki içmemeleri ve cana kıymamaları emredildi. Puta tapmamaları ve zina etmemeleri bildirildi. İçlerinden birisi yere inmek­ten vazgeçti ve o indirilmedi, diğer ikisi yeryüzüne indirildi. Bu ikisine «Münâhiye» adı verilen çok güzel bir kadın geldi. İkisi birlikte ona tu­tuldular, sonra kadının evine geldiler ve onun yanında toplandılar, ka­dını elde etmek istediler. Kadın onlara şu içkimden içinceye, şu kom­şumu öldürünceye ve şu putuma tapıncaya kadar hayır, dedi. Onlar puta secde etmeyiz diyerek, içkiyi içmeyi kabul ettiler. İçkiyi içtiler, son­ra komşuyu öldürdüler ve puta secde ettiler. Gökyüzü halkına onlar gösterildi. Kadın, onlara dedi ki: Bana, söylediğiniz zaman uçtuğunu?, kelimeyi bildirin, Onlar da bu- kelimeyi kendisine bildirdiler. Kadın, o kelimeyi söyleyince uçtu ve bir köz haline döndü. İşte bu, Zühre adı verilen gök cismidir. O iki meleğe gelince onlara Dâvûd oğlu Süleyman peygamber elçi olarak gönderildi ve dünya azabı ile âhiret azabı ara­sında tercih yapmalarını bildirdi. Onlar dünya azabını tercih ettiler. O günden beri gökyüzü ile yeryüzü arasında asılı durmaktadırlar. Bu ifâ­dede pek çok fazlalıklar, garabetler ve çirkinlikler vardır, doğruyu en iyi Allah bilir.

Abdürrezzâk der ki; Ma'mer, Übeydullah İbn Abdullah'dan naklet­ti ki; Hârût ile Mârût meleklerden iki melek idiler ve insanlar arasın­da hükmetmek üzere yeryüzüne indirilmişlerdi. Bunun sebebi; melek­lerin âdemoğullarınm hâkimleriyle alay etmiş olmalarıydı. O iki mele­ğin hükmünü almak üzere kendilerine bir kadın geldi, kadına tutul­dular. Sonra göğe doğru yükseliyorlardı ki bu yükselişle onların ara­sına engel konuldu. Dünya azabı ile âhiret azabı arasında tercih yap­maları bildirildi, onlar da dünya azâbmı tercih ettiler. Ma'mer Katâ-de'nin şöyle dediğini nakleder : Bu iki melek insanlara büyü öğretiyor­lardı, ancak onlardan «biz sadece fitneyiz sakm küfretme» demedikçe kimseye büyü öğretmemeleri hususunda söz alınmıştı.

Esbât, Süddî'den nakleder ki; o Hârût ve Mârût konusunda şöyle demiş; Hârût ile Mârût, hükümlerinden dolayı yeryüzü halkına ta'n et­tiler. Kendilerine denildi ki; ben âdemoğluna şehvetin onunu verdim, onlar bu şehvetle bana isyan ederler. Hârût ve Mârût dediler ki; Rab-bımız sen o şehvetlerin hepsini bize versen ve biz yeryüzüne insek, adaletle hükmederdik yine de. Allah Teâlâ onlara buyurdu ki.: Size on şehveti verdim, haydi yeryüzüne inin ve insanlar arasında hüküm ve­rin. Bu iki melek Dünbâvend'deki Bâbil'e indiler ve insanlar arasında hüküm verdiler. Gündüz, akşam oluncaya kadar hükümler veriyor, ak­şamleyin göğe yükseliyor sabahleyin tekrar iniyorlardı. Bu durum böy­lece devam etti. Nihayet kocasından dâvâcı olan bir kadın geldi onların yanma. Bu iki melek, kadının güzelliğine hayran oldular, kadmm arap-ça adı «Zühre», Nabatça «Bîzaht», Farsça «Anahit» idi. Meleklerden biri diğerine dedi ki; o beni hayran bıraktı. Diğeri de aynı şeyi ben sana hatırlatacaktım, ama senden utandım, dedi. Öbürü bunu kendisi­ne hatırlatsam mı? dedi. O, evet ya Allah'ın bize vereceği azâb ne olacak dedi. Diğeri Allah'ın rahmetini isteriz diye karşılık verdi. Kadın koca­sını dâva etmek üzere yanlarına geldiğinde kadına durumu anlattı. Kadın eşimin aleyhinde hüküm verinceye kadar kabul etmem, dedi. On lar kadının eşinin aleyhinde hüküm verdiler. Sonra bir örende buluş­mak üzere sözleştiler ve sözleşme yerine geldiler. İstedikleri şeyi yap­mak isteyince, kadın gökyüzüne çıkmanızı sağlayan ve gökyüzünden inmenizi te'mîn eden sözü bana bildirmedikçe istediğinizi yerine getir­mem, dedi. Bunun üzerine kadının istediğini söylediler. Kadın o sözleri söyleyince gökyüzüne yükseldi. Ancak Allah Teâlâ kadına ineceği söz­leri unutturdu ve kadın gökyüzünde kaldı. Allah onu bir yıldız haline getirdi. Nitekim Abdullah İbn Ömer; o yıldızı her gördüğünde la'net okurdu ve derdi ki; Hârût ve Mârufu baştan çıkaran budur. Hârût ile Mârût akşam olunca göğe çıkmak istediler, ama buna güçleri yetmedi. Felâketi o zaman anladılar ve dünya azabı ile âhiret azabı arasında tercih yapmaları istendi. Onlar da dünya azabını tercih ettiler.

İbn Ebu Nûceyh, Mücâhid'den nakleder ki, o şöyle demiş : Hârût ve Mârufun durumuna gelince; melekler âdemoğlunun zulmüne hay­ret ettiler. Kendilerine kitaplar ve apaçık belgeler geldiği halde inkâr etmelerini kınadılar. Rabları onlara dedi ki: İçinizden iki melek seçin, onları yeryüzüne indireyim de âdemoğulları arasında hüküm versinler. Onlar da Hârût ve Mârufu seçtiler. Allah onları yeryüzüne indirirken buyurdu ki: Siz âdemoğlunun zulmünü ve günah işlemesini hayretle mi karşılıyorsunuz? Onlara ardarda kitaplar ve elçiler geldi, işte sizinle benim aramda elçi de yok, istediğiniz şeyi yapın, şöyle şöyle edin, böyle böyle çağırın. Kendilerine emirler verdi, yasaklar koydu. Sonra bu iki melek insanlar arasında Allah'a kendilerinden daha çok itaat eden bi­risi bulunmayacak tarzda yeryüzüne indiler, hükümler verdiler, adaletli davrandılar. Gündüz âdemoğulları arasında hükümler veriyorlardı, ak­şam olunca göğe çıkıyor, me'leklerle birlikte oluyorlardı, sabah olunca yeryüzüne iniyor adaletli hüküm veriyorlardı. Nihayet Zühre yıldızı çok güzel bir kadın şekline girdirilerek dâvâcı durumunda gönderildi. On­lar kadının aleyhinde hüküm verdiler. Kadın ayağa kalkınca her biri içinden kadını elde etmek isteğini duydu. Biri diğerine dedi ki; benim içimden geçen senin de içinden geçiyor. Öbürü de doğru, dedi. Bunun üzerine kadına haberci gönderdiler, gelsin lehinde hüküm verelim, de­diler. Kadın dönünce onun lehinde hüküm verdiler. Kadın onların ya­nına geldi, kadına ayıp yerlerini açtılar. Onların şehveti kendi nefisle­rinde idi, kadınlarla şehvet ve lezzet konusunda âdemoğulları gibi değil­diler. İş, bu duruma gelince onlar imtihana çekildiler. Zühre uçtu ve olduğu yere gitti, akşam olunca onlar da göğe çıkmak istediler, ancak gökten kovuldular ve kendilerine izin verilmedi. Kanatları onları taşı­madı. Âdemoğullarından bir kişiden medet istediler. O, yardıma ge­lince; Rabbına bizim için duâ et, dediler. Âdemoğlu, yeryüzü halkı, gök­yüzü halkına şefaat edebilir mi hiç? dedi. Onlar, biz Rabbının şeni gök­yüzünde hayırla yâdettiğini duymuştuk, dediler. Âdemoğlu onlara bir gün verdi ve ertesi gün onlar için duâ etti. Onun duasına karşılık verildi ve kabul edildi. Böylece onlar dünya azabı ile âhiret azabı arasında muhayyer bırakıldılar. Biri arkadaşına bakarak dedi ki; bilmez misin Allah âhiretteki fevc fevc azabı öylesine zor ve öylesine süreklidir. Dünyada ise onun gibi dokuz kat vardır. Onların Bâbil'e indirilmeleri ve orada azâblandırılmaları buyuruldu, Mücâhid, bu iki meleğin demirle burada tutuklu ve asılı bulunduğunu, kanatlarından bağlanmış olduk­larını öne sürmüştür.

Hârût ve Mârût kıssası Mücâhid, Süddî, Hasan, Katâde, Ebu'1-Âliye, Zührî, Rebî' İbn Enes, Mukâtil İbn Hayyân ve diğerleri gibi tabiîn­den bir topluluk tarafından rivayet edilmiştir. Geçmişlerden ve sonra­kilerden birçok kimse de bu kıssayı nakletmişlerdir. Bunların özetine bakılacak olursa, tafsilâtı konusundaki haberler İsrâiloğullannm riva­yetlerine dayanmaktadır. Çünkü bu konuda; kendi arzusuyla konuşma­dığı; ma'sûm, doğru ve doğrulanmış olduğu bilinen Hz. Peygambere ka­dar uzanan sahih, kesintisiz bir isnâd yoktur. Kur'an'ın akışından an­
laşılan odur ki; kıssa özet olarak verilmiş genişliğine sergilenmemiş ve uzun uzadıya açıklanmamıştır. Biz Allah Teâlâ'mn murâd ettiği gibi Kur'an'da vârid olan kısmına inanırız. Şüphesiz ki gerçek durumu en iyi Allah bilir.

Bu konuda birçok.garîb rivayetler ve acayip hikâyeler nakledilir ki, biz bunlara da dikkat çekmeyi uygun gördük.

İmâm Ebu Ca'fer Taberî der ki; Rebî' İbn Süleyman bize Hz, Peygamberin eşi Hz. Âişe (r.a.) den nakletti ki, o şöyle demiş : Hz. Peygamber henüz yeni vefat etmişti ki Devmet'ül-Cendel halkından bir kadın bana geldi ve Hz. Peygambere bir şey soracağını söyledi. Kendi­sine sihir yapıldığım ancak o buna uymadığım belirtti. Hz. Aişe (r.a,) Urve'ye dedi ki: Ey bacımın oğlu, onun Rasûlullah (s.a.) ı hayatta bu­lup da kendisine şifâ vermesini göremeyince ağladığını gördüm,, kadın ağlıyordu, Nihayet ben ona acıdım, kadın dedi ki; ben mahvolmaktan korkuyorum, benim kocam bir süre benden ayrıldı. Bu sırada yaşlı bir kadın yanıma geldi, ben de durumu ona açtım ve dertlendim. Yaşlı ka­dın dedi ki, benim sana söyleyeceğimi yaparsan, kocan geri gelir. Ak­şam olunca iki siyah köpekle yanıma geldi. Köpeklerden birine ben, di­ğerine o bindi. Hiç birşey olmamış gibiydi. Nihayet Bâbil'e geldik ve durduk, orada ayaklarından asılmış iki adam vardı.- Onlar, niçin geldi­niz? dediler. Ben, büyü bilir misiniz? dedim. Onlar, «biz sadece bir fit­neyiz, sakın küfretme dön geri git» dediler, ben dönmekten kaçınarak, hayır gitmem dedim. Onlar git falanca tandıra idrarım yap dediler. Ben söylenilen yere gittim, ancak korkudan idrarımı, yapamadım. On­lar, yaptın mı dediklerinde, evet dedinv Bir şey gördün mü dedikle­rinde, bir şey görmedim dedim. O M kişi, öyleyse yapmamışsın git memleketine dön sakın küfretme dediler. Ben olduğum yerde kaldım ve gitmekten kaçındım. Onlar falanca tandıra git idrar yap öyleyse, dediler. Ben oraya gittim titreyerek onların yanına döndüm ve yaptanv dedim. Onlar, ne gördün dediler, ben hiç bir şey görmedim, dedim.. On­lar, yalan söylersin yapmamışsın, git memleketine dön;, safcın küfretme> kendi işinle başbaşa ol, dediler. Ben olduğum yerde direterek gitmekten kaçındım. O ikisi, öyleyse git şu tandıra idrar yap, dediler, gittim oraya idrar yaptım ve o anda demirden zırhlara bürünmüş bir süvarinin ben­den çıktığını gördüm. Süvari göğe doğru gitti ve göremiyeceğim şekil­de kayboldu. Bunun üzerine o iki kişinin yanına gelerek söylediğinizi •yaptım, dedim. Onlar, ne gördün? dediklerinde, zırhlı bir süvâri'nin benden çıkıp göğe doğru gittiğini gördüm, sonunda o süvariyi izleyemez oldum, dedim. Onlar, işte şimdi doğru söylersin, senden çıkan o şey îmanındır, şimdi git dediler. Ben, beraberimde giden o kadına dedim ki; Vallahi ben bir şey bilmiyorum, bu ikisi de bana hiç bir şey deme­diler. Kadın, evet dedi ne istersen artık olur, şimdi şu buğdayı al ve ek, dedi. Ben de ektim, ol dedim buğday oldu, yeşer dedim, buğday yeşerdi, kuru dedim, buğday kurudu, üğün dedim, buğday üğündü, ek­mek ol dedim, buğday ekmek oldu. Ne istersem her şeyin avucumun içinde olduğunu görünce Allah'a andolsun ki pişman oldum,.ve hiç bir şey yapmadım, katiyen bir daha da yapmıyacağım, ey mü'minlerin ana­sı, dedi.

Bu olayı İbn Ebu Hatim, Rebî' İbn Süleyman'dan yukarda geç­tiği gibi uzun uzadıya nakleder ve sonunda şunu ilâve eder : Ben Ra-sûlullah (s.a.) in henüz vefat ettiği sıralarda ashabına bu konuyu sor­dum, onlar o sıralarda pek çoktular, ne diyeceklerini bilmediler, hepsi endişelendiler ve bilmedikleri konularda fetva vermekten korktular. Sadece İbn Abbâs veyahut onun yanında bulunanlardan birisinin Hz. Âişe'ye; keski babaların sağ olsalardı veya birisi sağ olsaydı, diye cevap verdiğini nakleder. Hişâm der ki; eğer o bize gelmiş olsaydı kendisine tazmin fetvasını verirdik. İbn Ebu Zenâd der ki; Hişâm şöyle diyordu : Onlar takva ehli idiler ve Allah'dan korkarlardı. Sonra Hişâm der ki; aynı durum bugün bizim başımıza gelseydi ahmakların ve bilgisiz zora-kiliğe girenlerin nasıl olduklarını görürdün. Bu rivayetin Hz. Âişe'ye isnadı sahihtir. Nitekim bu rivayeti delil getirerek bazıları büyücülerin varlıkların özünde yer edebildikleri kanâatini serdetmişlerdir. Çünkü bu olayda nakledilen kadm, buğdayı ekmiş ve anında da ürün elde etmiş­tir. Başkaları da dediler ki; büyücülerin hayâl oyunundan başka bir şeye gücü yetmez. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Halkın gözle­rini büyüleyerek onları korkutmaya çalıştılar ve büyük bir sihir getirdi­ler.» Ve yine Allah Teâlâ buyurur ki; «Büyüleri dolayısıyla onun yürü­düğünü hayâl ettiriyorlardı.» (Tâhâ, 66) Buradan delil getirildi ki; Kur'an'da zikri geçen Bâbil Süddî ve diğerlerinin dediği gibi Dünbâ-vend Bâbil'i değil, Irak Bâbil'idir. Ayrıca Kur'an'da zikri geçen Bâbil'in Irak Bâbil'i olduğuna delil; İbn Ebu Hâtim'in... Ebu Salih el-Gıfâri'den naklettiği şu rivayettir: Buna göre Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.) bir sefe­rinde Bâbil'e uğrar, müezzin ikindi namazına çağıran ezanı okur. Fakat Hz. Ali oradan çıkınca müezzine emreder, tekrar ezan okur ve na­mazını kılar. Bitirince der ki; benim sevgilim Rasûlullah (s.a.) beni kabristanda ve Bâbil'de namaz kılmaktan nehyetti, çünkü orası la'netlenmiştir.

Ebu Dâvûd der ki, bana Süleyman İbn Dâvûd... Ebu Salih el-Ğıfârî'den nakletti ki, Hz. Ali (r.a.) gezerken Bâbil'e uğramış, müezzin ikindi namazıyla onu namaza davet etmiş. Bâbil'den çıkınca müezzine emret­miş, ezan okunmuş, namazını kılmış ve bitirince demiş ki; benim sev­gilim Rasûlullah (s.a.) beni kabristanda ve Bâbil toprağında namaz kıl­maktan nehyetti. Çünkü orası la'netlenmiştir. Ahmed İbn Salih... Ebu Salih el-Gıfârî kanalıyla Hz. Ali'den Süleyman İbn Davud'un hadîsiyle aynı anlamda olan bir rivayeti nakleder; ancak “Beraza”kelimesi ye­rine “Haraca”kelimesini kullanır. Bu hadîs Ebu Davud'a göre hasen'dir. Çünkü o bu hadîsi rivayet etmiş ve susmuştur. Bu hadîste, fıkhî hüküm olarak Bâbil toprağında namaz kılmanın mekruh olduğu anla­tılmaktadır. Nitekim Rasûlullah (s.a.) in; ancak ağladıkları takdirde evlerine girebileceği, aksi takdirde girmesi yasak olan, Semûd diyarın­da da namaz kılması mekruh sayılmıştır.

Hey'et ashabı (astronomi bilginleri) derler ki; Irak ikliminde bu­lunan Bâbil'in okyanus denilen Batı Atlas denizine uzaklığı 70 derece­dir. Bu, boylam bakımından böyledir, enlem bakımında ise onun güney tarafından yeryüzünün ortasına —ki bu, Ekvator çizgisinin üzerine denk gelir— uzaklığı ise 32 derecedir. Allah en iyisini bilendir.

«Biz ancak bir fitneyiz sakın küfretme demedikçe kimseye sihir öğ-retmezlerdi» kavline gelince; Ebu Ca'fer el-Râzî... İbn Abbâs'dan nak­leder ki, o şöyle demiş : Onlara birisi gelip de büyü öğrenmek isterse o kişiyi şiddetle nehyederler ve ona derlerdi ki; biz sadece bir fitneyiz sakın küfretme, çünkü onlar hayn ve şerri, küfrü ve îmanı bilmişlerdi ve sihrin küfür olduğunu biliyorlardı. Eğer gelen kişi ısrar eder ve on­ların sözünü tutmazsa, onun falanca ve falanca yere gitmesini emre­derlerdi. Oraya vardığında şeytân onlara görünür ve büyüyü öğretir­di. Büyü öğrenince de onlardan nûr dışarı çıkardı. Parlayarak göğe doğru gittiğini görünce eyvah ben ne yapacağım? derlerdi.

Hasan el-Basrî bu âyetin tefsirinde der ki; evet her iki melek büyü ile indirilmişti ki Allah'ın insanları imtihan etmeyi istediği bir tecrübe ile denenmeyi öğrensinler. «Allah, onlardan biz ancak bir fitneyiz sakın küfretme demedikçe kimseye büyü öğretmiyeceklerine» dâir söz almış­tı. Bu görüşü İbn Ebu Hatim de rivayet eder. Katâde de der ki; on­lardan biz tecrübe için gönderilmiş bir fitneyiz, sakın küfretme deme­dikçe kimseye sihir öğretmeyeceklerine dâir söz almıştık. Süddî der ki; bu iki meleğe büyü öğrenmek isteyen geldiğinde; onlar, o kişiye öğüt verirler ve derlerdi ki; sakın küfretme biz sadece bir fitneyiz. Kişi vaz­geçmez ve ısrar ederse, ona haydi git, şu külün üzerine idrarını yap, derlerdi. Eğer o kişi idrar yaparsa, ondan bir nûr dışarı çıkar ve par­layarak gökyüzüne giderdi ki işte bu îmandı. Sonra duman şeklinde bir şey gelir bütün duyu organlarından içeri girerdi ki, bu da Allah'ın gazabıydı. Kişi bunları bildirince o iki melek de- kendilerine sihir öğ­retirlerdi. İşte Allah Teâlâ'nın: «Biz sadece bir fitneyiz, sakın küfret­me demedikçe kimseye sihir öğretmezlerdi.» kavlinin mânâsı budur. Süneyd Haccâc yoluyla İbn Cüreyc'den nakleder ki; o bu âyetin tef­sirinde şöyle demiştir: Kâfirden başka kimse büyüye cesaret edemez.

Fitne, imtihan ve tecrübe demektir... Allah Teâlâ'nın Hz. Musa'dan sözederken buyurmuş olduğu : «Bu ancak senin için bir imtihandır» kav-lindeki fitne kelimesi de bu mânâyadır. Bazıları bu âyeti delil göstererek, sihir öğretenin kâfir olacağını söylemişlerdir. Buna delil olarak Hafız Ebubekr el-Bezzâr'ın... Abdullah'dan naklettiği şu hadîs-i şerifi gösteri­lir : «Kim bir kâhine veya büyücüye gider de, onun söylediğini doğrularsa Muhammed (s.a.) e indirilmiş olana küfretmiş olur.» Bu hadîsin is­nadı sağlamdır bu konuda başka deliller de vardır.

«O ikisinden kişi ile karısının arasını ayıracak şeyleri öğreniyor­lardı.» Yani Hârût ve Mâruftan öğrendikleri sihirle çirkin fiilleri ya­pıyorlardı. Öyle ki karı ile kocasının arasını ayıracak kötü davranış­larda bulunuyorlardı. Birbiriyle uyuşan ve anlaşan karı kocanın ara­sını ayırıyorlardı ki, bu şeytânların işidir. Nitekim Müslim'in Sahîh'in-de; A'meş'in Cabir Ibn Abdullah'dan naklettiği hadîste, Rasulullah (s.a.) şöyle buyurur:

Doğrusu şeytân tahtım suyun üzerine kondurur, sonra elçilerini insanlar arasına gönderir Onlardan şeytânın yanında mertebesi en yakın olanı fitnesi en büyük olanıdır. İçlerinden biri gelip der ki: Ben falanca ile beraberdim ve nihayet onu yalnız bıraktığımda şöyle diyor­du. Bunun üzerine İblîs, hayır Allah'a andolsun ki sen bir şey yapmış değilsin, der. Bir diğeri gelir ve der ki; ben falancayı bıraktığımda onun­la eşinin arasını ayırmıştım. İblîs, onu yanına yaklaştırır ve ona tutu­narak ne güzelsin sen, der. [14]

Büyü yoluyla eşlerin arasım ayırmanın sebebi, erkek veya kadın­dan, birini diğerine kötü ve çirkin gösterme vehmidir. Yahut kızdırmak ve hoşlandırmamak gibi ayırmayı gerektiren sebeplerden birini yapma neticesinde ayrılma ortaya çıkar.

«Onlar büyü ile Allah'ın izni olmadıkça kimseye zarar verici de­ğillerdi.» kavli hakkında Süfyân el-Sevrî der ki; ancak Allah'ın hükmü ile zarar verebilirlerdi. Muhammed İbn İshâk der ki; Allah'ın ancak onları istedikleriyle başbaşa bırakması sonucu zarar verebilirlerdi. Ha­san el-Basrî der ki; evet Allah dilediğine onları musallat kılar, dileme- diğine de musallat kılmaz. Allah'ın izni olmadan onlar kimseye zarar veremezler. Nitekim bu âyette de Allah bunu ifâde ediyor. Hasan der ki; bu sihir ancak onun içine giren kimseye zarar verebilir.

«Kendilerine zarar veren fakat fayda vermeyen şeyleri öğreniyor­lardı.» Yani dinlerine zarar verip zarara denk gelecek bir fayda sağla­mayan şeyleri öğreniyorlardı.

«Andolsun ki onlar, sihri satın alan kimse için âhirette hiç bir na­sip olmıyacağını biliyorlardı.» Yani Rasûlullah (s.a.) a tâbi olmak ye­rine sihri benimseyen yahûdîler, bu davranışta bulunanların âhirette hiç bir nasibi olmıyacağını biliyorlardı. İbn Abbâs, Mücâhid ve Süddî buradaki “Halak” kelimesinin nasîb olduğunu belirtmişlerdir. Abdürrezzâk Ma'mer kanalıyla Katâde'den nakleder ki; bu âyetin, «onlar için âhirette hiç bir yön yoktur» anlamına geldiğini söylemiştir. Katâde der ki; Hasan ise, onların hiç bir dini yoktur mânâsına geldiğini söy­lemiştir. Sa'<i, Katâde'den naklen der ki, ehl-i kitab Allah'ın kendile­rinden aldığı ahid uyarınca büyücülerin âhirette hiç bir nasibi olma­dığını biliyorlardı, demektir.

«Ne fena bir şey karşılığında nefislerini sattılar. Şayet bilmiş olsa­lardı.»

«Eğer onlar inanmış ve sakınmış olsalardı Allah katındaki sevâb da­ha hayırlı olurdu. Keşki bilselerdi.»

Allah Teâlâ buyuruyor ki; inanmak ve Rasûlullah'a tâbi olmak ye­rine koydukları şeyler ne kadar kötüdür. Eğer bilgileri olsaydı kendi­lerine verilen öğütten faydalanırlardı. Onlar, şayet Allah'a ve Rasü-lüne îman edip haramlardan sakınsalardı bu, kendileri için Allah katın­da daha çok sevâb temin ederdi. Kendilerinin seçtikleri ve beğendikleri şeylerden daha çok netice sağlardı. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet­te şöyle buyurur:

«Kendilerine ilim verilmiş olanlar da dediler ki; yazıklar olsun size, Allah'ın îman edip sâlih amel işleyenlere verdiği sevâb daha ha­yırlıdır, ona ancak sabredenler ulaştırılır.»

«Eğer onlar inanmış ve sakınmış olsalardı» âyetini büyücüleri tekfîr edenler delil getirmektedir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel'den nakle­dilen rivayet ve seleften bir grubun sözü böyledir. Bazıları dediler ki; büyücüler tekfîr edilmez, sadece onların boynu vurularak hadd-i şer'î tatbik olunur. İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'in naklettiği rivayete göre, Süfyân, Amr İbn Dinar'dan nakleder ki; o Bücâle İbn Abede'nin şöyle dediğini duymuştur. Hattâb oğlu Ömer (r.a.) ona yazmış, ve em­retmiş ki; her erkek ve dişi büyücüyü öldürün. O. der ki; biz üç erkek' büyücüyü öldürdük. Bu rivayeti Buhârî de Sahîh'inde tahrîc eder. Ay­nı şekilde mü'minlerin anası Hafsa'ya cariyelerinden birisinin büyü yaptığı ve onun emriyle bu cariyenin öldürüldüğü rivayeti de sahih­tir. Ahmed İbn Hanbel der ki; Peygamberin ashabından üç kişiden, büyücülerin öldürülmesine dâir sahîh rivayet nakledilmiştir.

Tirmizî, İsmâîl İbn Müslim'in hadîsinde Hasan ve Cündûb el-Ezdî' den nakleder ki, o şöyle demiş :

Rasûlullah (s.a.) «büyücünün haddi, kılıçla (boynunun) vurulma­sıdır.» buyurmuştur. Sonra Tirmizî der ki; biz bu hadîsi bu şekilde merfû olarak tanıyoruz. İsmâîl İbn Müslim, hadîste zayıf sayılır, sa­hîh olan bu hadîsin Cündûb'den mevkuf şekilde nakledilmiş olmasıdır. Ben derim ki; bu hadîsi Taberânî bir başka şekilde Hasan ve Cündûb yoluyla merfû olarak rivayet eder. Doğruyu en iyi Allah bilir.

Müteaddit yollarla nakledilir ki; Velîd İbn Ukbe'nin yanında bir büyücü varmış, önünde oynar ve adamın başını uçurur sonra çağırır ve başı yerine koyarmış. Bunu gören halk, Sübhânallah ölüleri dirilti­yor, dermiş. Muhacirlerin sâlihlerinden bir kişi[15] bunu görünce, ertesi gün kılıcına sarılarak adamın oyununu oynadığı yere gelmiş, büyücünün boynunu vurmuş ve demiş ki; eğer büyücü doğru söylüyor­sa kendi kendini diriltsin. Sonra Allah Teâlâ'nın : «Siz göre göre bü­yücüye mi uyuyorsunuz?» kavlini okumuş. Velîd buna kızmış, çünkü adama böyle bir davranış için müsâade vermemiş imiş. Sonra onu hapsetmiş fakat bir süre sonra bırakmış, Allah en iyi bilendir. Ebu Bekr el-Hallâl der ki; bize Abdullah İbn Ahmed İbn Hanbel... Hârise'den nakleder ki; emirlerden birisinin yanında bir adam oynuyormuş. Cün­dûb kılıcını kuşanarak gelmiş ve onu öldürmüş. Harise der ki; onun büyücü olduğunu zannediyorum. Şafiî merhum Hz. Ömer'in ve Hafsa'-nm hâdisesini sihrin şirk olduğu konusuna hamletmiştir. En iyisini bilen Allah'tır. [16]

 

F. Râzînin Sihirle İlgili Görüşleri:

 

Ebu Abdullah Fahreddîn el-Râzî tefsirinde nakleder ki; Mu'tezile büyünün varlığını inkâr etmiştir. Râzî der ki; hatta onlar büyünün var­lığına inananları kâfir saymışlardır. Sünnet ehline gelince, onlar büyü­cünün havada uçabileceğini, insanı merkep şekline çevirebileceğini, merkebi insan şekline döndürebileceğini caiz görmüşlerdir. Ancak de­mişlerdir ki; büyücü o büyüleri yaparken ve belirli sözleri söylerken ya­ratan Allah'tır. Büyücünün yaptığı şeyleri yaratan felek veya yıldız de- ğildir. Ancak filozoflar, Müneccimler ve Sâbiîler bunun tersini kabul ederler. Sonra Râzî, sihrin meydana geldiğine ve Allah'ın yaratmasıyla olduğuna delil olarak Allah Teâlâ'run : «Halbuki bunlar Allah'ın izni olmadıkça o sihirle kimseye zarar verici değillerdi.» âyetini göstermek­tedir. Haberlerde de Rasûlullah (s.a.) a büyü yapıldığı vâriddir, Sihir, Peygamberi etkilemiştir. Keza zikri geçen kadının Hz. Âişe ile olan kıs­sasını delil getirirler. O kadının Bâbil'e gittiği, sihir öğrendiği konu­sundaki nakillerini örnek verirler. Râzî bu kitapta birçok hikâyeler zik­rettikten sonra der ki:

Beşinci mes'ele, büyüyü bilmenin çirkin ve yasak olmadığı konu­sundadır. Muhakkıklar bu konuda ittifak etmişlerdir. Çünkü bilgi ken­diliğinden şereflidir. Ayrıca Allah Teâlâ'nın «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» kavli umûm ifâde etmektedir. Eğer büyü bilinmemiş ol­saydı, onunla mucize arasındaki fark da kavranamazdı. Mu'cizenin, mu'cize olduğunu bilmek vâcibdir. Vacibin dayandığı şey de vâcibdir. Bu ise büyüyü öğrenmeye çalışmanın vâcib olmasını gerektirir. Vâcib olan bir şey, nasıl kendiliğinden haram ve çirkin olabilir? Bu mes'ele-de, harfi harfine Râzî'nin ifâdesi bu. Bu ifâdeye birkaç bakımdan göz atmak gerekir :

Birincisi: Onun «sihir öğrenme kendiliğinden çirkin değildir» sö­züdür. Eğer Râzî bununla aklen çirkin olmadığını kasdediyorsa, onun muhalifi olan mu'tezile bunu aklen mümkün görmüyor. Eğer şer'an çirkin olmadığını kasdediyorsa, bu âyet-i kerîme'de sihir öğrenmenin çirkinliği anlatılmaktadır. Sahîh hadîste de «bir bakıcıya veya kâhine giden kimse Muhammed (s.a.) e indirilmiş olana küfretmiştir» buyurul-maktadır. Sünen kitaplarında da «kim bir düğümü bağlar ve ona üfü-rürse büyü yapmıştır» buyurulur. «Sihir öğrenmenin yasak olmadığı konusunda muhakkıklar ittifak etmişlerdir» sözüne gelince, zikrettiği­miz âyet ve hadîslerin karşısında yasak olmadığı nasıl söylenebilir? Muhakkıklann ittifak etmesi, ulemânın imamlarının veya çoğunluğu­nun bu noktada karâr vermiş olmalarını gerektirir. Böyle bir karâr var mıdır? Ayrıca Râzî, büyüyü Allah Teâlâ'nın: «Hiç bilenlerle bil­meyenler bir olur mu?» âyetinin umûmu içerisine girdirmektedir ki, bunun da üzerinde durmak gerekir. Çünkü bu âyet şer'î bilgileri bilen­leri övmek içindir. Sen büyünün şer'î bilgilerden olduğunu nasıl söyle­yebilirsin? Sonra görüşünü ilerleterek, mucizeyi bilmenin ancak büyüyü bilmekle mümkün olabileceğini, dolayısıyla büyü öğrenmenin vâcib ol­duğunu söylemesi zayıf, hatta fâsid bir görüştür. Çünkü bizim peygam­berimizin mucizelerinin en büyüğü Kur'an-ı Azîm'dir. Bâtıl onun önün­den ve ardından sızmaz, o Hakîm ve Hamîd katından indirilmedir. Kal­dı ki mu'cizenin mu'cize olduğunu bilmek, büyüyü bilmeyi gerektirmez. Ayrıca malûmdur ki; sahabe ve tabiîn ile müslümanlarm imamlarının

umûmu mucizeyi biliyorlar ve onunla diğer şeyleri birbirinden ayırd ediyorlardı, ama büyü bilmiyorlardı, öğrenmemişlerdi ve öğretmemiş-lerdL En iyiyi Allah bilir. Sonra Ebu Abdullah Râzî sihrin çeşitlerini sayarak bunun sekiz türlü olduğunu söyler.

1- Kildanîlerin veya Keşdanîlerin büyüsü. Onlar yedi gezegene tapıyorlardı ve bunların, kâinatı idare ettiğini hayır ve şerrin dünyaya onlar vasıtasıyla geldiğini söylüyorlardı. Bunlara İbrahim (a.ş.) pey­gamber olarak gönderilmiş ve görüşlerini ibtâl etmiş, mezheplerini red­detmiştir. Kâdî İbn Hallikân ve diğerlerinin zikrettiklerine göre Râzî el-Sırr el-Mektûm fî muhâtabeti'1-şems ve'1-Nücûm» isimli ona atfedilen eserde bu konuyu derinliğine zikretmiştir. Denir ki; Râzî bu fikrinden dolayı tevbe etmiştir. Yine denir ki; o büyünün önemini ortaya koymak için bu eserini izhâr etmiştir, yoksa ona inandığı için değil.-. Tahmin edilen de budur. Bu eserinde onlann bu yedi gezegenden her birine na­sıl hitap ettiklerini, ona karşı yaptıkları davranışları, kestikleri kurban­ları ve giydikleri elbiseleri anlatır.

2- Evham ve kuvvetli rûh sahiplerinin büyüsü. Sonra Râzî veh­min ruhlar üzerinde tesiri olduğunu belirterek der ki; bir insan topra­ğın üzerine konulmuş olan köprü üzerinde yürüyebilir, ama ırmağın veya benzerî şeyin üzerine uzatılmış olan kalasın üzerinden yürüyemez ve daha buna benzer görüşler. Râzî der ki: doktorlar sürekli burnu kanayanın kırmızı kızıl şeylere bakmasını, sar'alının da dönen veya par­lak şeylere bakmasını yasaklamışlardır. Bütün bunlar ruhların evha­ma baş eğici şekilde yaratılmış olmasından ileri gelmektedir. Râzî der ki; akıl sahipleri göz değmesinin hak olduğunda ittifak etmişlerdir. O, buna delil olarak Raşûlullah (s.a.) dan nakledilen ve sahîh olarak sa­bit olan hadîsi gösterir. Raşûlullah buyurur ki «göz haktır. Eğer kaderi bir şey geçebilecek olsaydı, göz geçerdi.» Râzî der ki; bunu bildikten son­ra biz şöyle deriz: Bu gibi hareketleri yapan rûh bazan çok kuvvetli olabilir. Bu şeyleri yaparken âlet ve edevat kullanmaya gerek duymaz. Bazan da zayıf olur, âletlerden yardım alma gereğini duyar. Bunun tahkîkı şöyledir : Rûh bedenden üstün olur, gök âlemine çekilmeye fazlaca arzu duyarsa o, semavî ruhlardan bir rûh gibi olur ve bu âlemin mad­desine tesîr gücü kazanır. Eğer zayıf olursa bedenin yapısına fazlasıyla ilişir ve o zaman da sadece bedene hükmedebilir. Bu hastalığın tedavisi için gıdayı azaltmak gerektiğini, halktan ve gösterişten sıyrılmak icâbettiğini söyler.

Ben derim ki; Râzî'nin işaret ettiği bu husus, duruma hâkim ol­maktır. Bu da iki şekilde olur : Bazan meşru ve doğru yolla Allah'ın ve Rasûlünün emrettiğini yerine getirmek ve nehyettiğinden kaçınmakla olur. Bu hal Allah Teâlâ'nın bu ümmetin sâlih kullarına lütfettiği kera­metler ve lutuflardır. Şeriat dilinde buna sihir adı verilmez. Bazan da bozuk bir hal ile olur. O halin sahibi Allah ve Rasûlünün emrettiği şeye intisâb etmez ve bu sebeple o konuda tasarruf sağlıyamaz. Bu da şeriata aykırı davranan bahtsızların halidir. Bu hal, onların Allah ka­tında sevimli olduklarını göstermez. Nasıl Deceâl —Allah'ın lâ'neti onun üzerine olsun— bazan harikulade şeyler gösterirse ve bu konuda pek çok hadîs vârid olmuşsa, bununla beraber o şer'an zemmedilerek la'-nete uğramışsa, şerîat-i Muhammediye'ye muhalefet edenlere benzeyen kişiler de böyledir. O şeriatın sahibine salât ve selâmların en üstünü olsun. Bu konunun açıklanması gerçekten uzun sürer ki yeri burası de­ğildir.

3- Yeryüzü ruhlarından yardım dilemek şeklindeki büyü. Yeryü­zü ruhları cinlerdir. Ancak filozoflar ve mu'tezile buna muhalefet eder­ler. Cinler iki kısımdır; bir kısmı mü'min, bir kısmı kâfirdir. Kâfir olan­lar şeytânlardır. Râzî der ki; nâtık nefislerin yeryüzü rûhlarıyla bağ­lantı kurmaları gökyüzü rûhlarıyla bağlantı kurmalarından daha kolaydır. Çünkü aralannda yakınlık ve ilişki vardır. Sonra bu san'at sa­hipleri ve tecrübeli kimseler, yeryüzü rûhlarıyla bağlantı kurmanın tecrîd, içe çekilme ve bir takım dualar okumakla kolayca gerçekleşe­bileceğini görmüşlerdir. İşte muskacılık ve teshir ameliyesi diye adlan­dırılan budur.

4- Sihrin dördüncü türü bir takım hayâl oyunları ve göz bağ­cılıktır. Bunun temeli şudur : Göz bazan yanılır, belirli bir şeyle meşgul olur, diğerini görmez. Görmez misiniz maharetli bir göz bağcı; halkın dik­katini çekecek birçok şeyler yapar, ama halkm gözünü bağladığı için onu göstermez. Halkı belirli bir şeyle meşgul ederken o süratlice başka bir şey yapar ve o zaman halkın beklemediği bir şeyi onlara gösterir. Böy­lece halkın hayranlığını cezbeder. Eğer o susup yapmak istediklerinin tersine duyguları göstererek söylemiş olmasaydı ve halkın ruhunu ve evhamını değişik şekilde oyalamasaydı, bakanlar onun yaptıkları şeyi dikkatle görürlerdi. Râzî der ki; gözün bir nevi eksikliğe maruz kalma­sı ne kadar fazla olursa, yapılan şey de o kadar güzel olur. Meselâ gözbağcı çok aydınlık bir yere veya çok karanlık bir yere oturur. Bakıcı güç her iki halde de onu iyi göremez durumdadır.

Ben derim ki; bazı müfessirler Firavun'un yanındaki büyücülerin, büyüsünün gözbağcılık cinsinden olduğunu söylemişlerdir. Bunun için Allah Teâlâ «İplerini atınca halkın gözünü boyadılar ve onları korku­tarak büyük bir sihir getirdiler.» buyuruyor. Diğer bir âyet-i kerîme'de de : «Büyücüleri ile onun yürümekte olduğunu hayâl ettiriyorlardı.» bu­yuruyor. Gerçekte onların ipleri yürümüyordu: Allah en iyisini bilendir.

5- Büyünün beşinci şekli geometrik oranların birleşmiminden doğan âletlerle meydana getirilen fevkalâde hareketlerdir. Bir ata bin­miş süvarinin elinde bir boru olup, hiç kimse ona dokunmadan oto-matik olarak günün her saatinde boruyu üflemesi gibi. Rumların ve Hintlilerin yaptığı resimler de bu türdendir. Öyleki, bakan kimse onunla gerçek insan arasında fark bulamaz. İnsanı ağlarken ve güler­ken böylesine tasvir ederler. Nihayet Râzî der ki; bu şekiller bir takım hiyel şekilleridir. Firavun'un büyücülerinin büyüsü de bu kabildendir.

Ben derim ki; bazı müfessirlerin «büyücüler iplerine ve değnekle­rine sarıldılar» sözüyle ona civa sürdüler ,civa sebebiyle kıvranmaya başladı, bakanlar da onun kendiliğinden hareket ettiğini tahayyül eder oldular, sözünü kasdetmektedirler. Râzî der ki; saat kutularının yapısı da bu türdendir. Bu konunun içerisine hafif aletlerle ağır yükleri kal­dırma ilmi de girer. Gerçekten bunun büyüden sayılmaması lâzımdır. Çünkü bunun belirli ve kesin sebepleri vardır. O sebepleri bilenler bunu her zaman için yapabilirler.

Ben derim ki; genellikle Hıristiyanların hileleri de bu kabildendir. Onların naklettikleri nurlar, mukaddes beldelerinde bulunan kilisenin kubbesi de böyledir. Gizlice kiliseye ateş girdirmeleri, halkın dikkatini çeken ince bir san'atla kandilleri yakmaları v da böyledir. Havastan olan kişiler bunu kabul ederler, ancak bunu kendi dinlerinin mensûb-larının uğuru şeklinde yorumlarlar ve halkı böylece kandırırlar. Ker-râmiye mezhebinin kolu olan budala câhillerin terğib ve terhîb için hadîs uydurmanın caiz olduğunu söylemeleri de böyledir. Onlar, Rasûlullah (s.a.) m «Kim bana bilerek yalan atfederse cehennemde yerini hazırla­sın» buyurduğu kimseler arasındadırlar. Keza, «benden hadîs nakledin, ancak bana yalan isnâd etmeyin. Kim, bana yalan atfederse, cehenneme girer» buyruğunun içerisinde yer alırlar.

Sonra Râzî burada bazı rahiplerden hikâyeler nakleder. Şöyle ki; rahibin birisi hareketsiz duran hazîn bir kuş sesi duymuş. Bakmış ki kuşlar onun sesini duyunca yanına yaklaşıyorlar o da kuşların yuva­larına girip zeytin ve benzeri şeyleri alıp yiyormuş. Bunun üzerine o râhib de aynı şekilde bir kuş heykeli yapmış ve onun içini boş bırak­mış. Rüzgâr girince aynı o kuşun sesi gibi ses çıkarmış. Bu heykeli ma'bede koymuş ve bu ma'bedin bazı sâlih kişilerin kabri üzerinde kurulmuş olduğunu iddia etmiş. O kuşu ma'bedde bir yere asmış, zeytin zamanı olunca bir yandan kapıyı açarmış, rüzgâr bu heykelin içine girer ve aynen o kuş şeklinde ses çıkarırmış. Kuşlar bunu du­yunca gelirler ve beraberinde zeytin getirirlermiş. Hıristiyanlar bu ma'beddeki zeytini görürler ancak sebebini bilmezlermiş. İşte râhib onları böylece aldatmış, bunun bu kabrin sahibinin kerametlerinden olduğunu vehmettirmiş. Kıyamet gününe kadar ard arda Allah'ın la'neti onların üzerine olsun'

6- Râzî der ki; sihrin altıncı türü yağlar ve yemeklerle bir takım ilâçların özelliğinden yardım istemektir. Râzî der ki; havassın inkâredilmesinin yolu yoktur, çünkü mıknatısın etkisi gözle görülmektedir. Ben derim ki; bu kabîl büyü arasına, fakirlik iddiasında bulunup halktan bilmez kişileri bu havasla kandıran kişiler de girer. Ateşi karış­tırmak ve misk ve anberi yakmak gibi değişik hallerle halkı bir takım havas peşinde sürükleyenler de girer.

7- Râzî der ki; sihrin yedinci türü kalpleri bağlamaktır. Büyücü ism-i a'zâmı bildiğini iddia eder. Çoğu kere cinlerin kendi buyruğuna uyduğunu ve kendisine bağlandığını söyler. Eğer dinleyen kişi aklı za­yıf, temyiz kabiliyeti az birisi ise, onun doğru olduğuna inanır ve kalbini böylece ona bağlar, içinde bir nevi korku ve endîşe meydana gelir. Korku meydana gelince duyu gücü zayıflar, böylece o kişi üze­rinde, istediği şeyi yapar.

Ben derim ki; bu tür davranışa «tenbele» adı verilir, ona ancak in­sanlardan zayıf akıllılar rağbet ederler. Feraset ilminde, aklı mükem­mel olanlarla aklı eksik olanları bilmeyi sağlayan bazı işaretler göste­rilir. «Tenbele» yapan kişi feraset ilminde mahir ise kimin kendisine uyacağını kimin uymayacağmı çok iyi bilir.

8- Râzî der ki; sihrin sekizinci türü koğuculuk ve gizli şekillerde aldatmadır. Bu da insanlar arasında çok yaygındır.

Ben derim ki; koğuculuk iki kısımdır. Bazan mü'minlerin kalple­rini ayırmak ve parçalamak şeklinde olur ki bunun haram olduğu ko­nusunda ittifak vardır. Mü'minleri birleştirmek ve islâh etmek için olursa bu takdirde durum hadîsde vârid olduğu gibidir: «Hayır için koğuculuk yapan yalancı değildir». Yahut da kâfirlerin birliğini dağıt­mak ve bozmak şeklinde olur ki, bu da mergûb olan bir haldir. Nitekim hadîste «harp hiledir» denmiştir. Keza Nuaym İbn Mes'ûd Ahzâb ile Kurayzâ'nın arasım ayırırken böyle yapmış, bunlara gelerek onların sö­zünü koğmuş, onlara giderek bunlara başka bir şey söylemiş, sonra iki­sini birbirine kötülemiş ve böylece araları açılıp birbirinden nefret et­mişlerdir. Bu gibi hareketi ancak zekî ve keskin görüşlüler yapabilirler. Yardım dilenecek makam* Allah Teâlâ'dır. Sonra Râzî der ki; sihrin tür­leri ve bunların açıklanması konusundaki sözün özü bundan ibarettir.

Ben derim ki; Râzî, zikredilen türlerin birçoğunun kavranman zor olduğu için, onları büyü sanatının içerisine girdirmiştir. Aslında sihir lügatta, sebebi bilinmeyen latîf şey için söylenir. Bu sebeple hadîste «beyânın bir kısmı da sihirdir» buyurulmuştur. Sahura da aynı kökten isim verilmiştir çünkü o da gecenin sonunda gizlice vuku bulur. Sahar ciğer mânâsına gelir ki bu, beslenme mahallidir. Bu adın verilmesinin sebebi, gizli olması ve bedenin bölümlerine giden yollarının derin olma­sıdır. Nitekim Ebu Cehl, Bedir günü Utbe'ye der ki; senin korkudan ciğerin şişti. Hz. Âişe (r.a.) de der ki, Rasûlullah (s.a.) benim boğazımla ciğerim arasında vefat etti. Allah Teâlâ buyurur ki: «Halkın gözünü büyülüyorlardı.» Yani halktan yaptıkları şeyleri gizliyorlardı. Doğruyu en iyi Allah bilir.

Vezîr Ebu Muzaffer Yahya İbn Muhammed İbn Hübeyre, «el-İşrâf alâ Mezâhib el-Eşrâf» isimli eserinde büyüden bir bölüm zikreder ve der ki, Ebu Hanîfe'nin dışında ehl-i sünnet, büyünün hakikati olduğu konusunda icmâ etmiştir. Ebu Hanîfe ise büyünün hakikati olmadığını söyler. Ancak ehl-i sünnet ulemâsı sihrin öğrenilip kullanılması konu­sunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Hanîfe, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel bü­yü öğrenip yapan kişinin bundan dolayı kâfir olacağını söylemişler­dir. Ebu Hanîfe mebzhebinin mensûblarından; korunmak için veya sa­kınmak için büyü öğrenenin kâfir olmayacağını söyleyenler vardır. On­lara göre; büyünün caiz olduğunu veya fayda sağladığını söyleyenler kâfir olurlar. Keza şeytânların istediğini yaptığını kabul edenler de kâ­firdir. Şafiî merhum der ki; bir kişi sihir öğrenirse biz ona sihrini an­lat, deriz. Eğer Bâbil halkının yedi gezegene yaklaşmak şeklindeki inan­cına benzer ,küfrü icâbettiren şeyleri anlatırsa ve araştırdığı şeylerde büyünün etkisi olduğunu söylerse o, kâfirdir. Eğer anlattıkları küfrü gerektirmezse ancak kendisi büyünün mübâh olduğuna inanırsa, yine kâfirdir. İbn Hübeyre der ki; büyücü mücerred olarak büyü yaptığı için ve kullandığından dolayı öldürülür mü? tmâm Mâlik ve Ahmed evet öldürülür derken, İmâm Şafiî ve Ebu Hanîfe öldürülmez, derler. Ancak büyücü, büyüsü ile bir insanı öldürürse İmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed'e göre o da öldürülür. Ebu Hanîfe ise tekrar aynı fiili yapın­caya kadar veya belirli bir şahıs hakkında aynı şeyi tekrârlayıncaya kadar öldürülmez, der. Büyücünün öldürüleceğini söyleyenler Şafiî'nin dışında bunun hadd olarak öldürüleceğini söylerler. Şafiî ise kısas ola­rak öldürüleceğini, söyler. İbn Hübeyre der ki; büyücü tevbe ederse tevbesi kabul olur mu? İmâm Mâlik, Ebu Hanîfe ve İmâm Ahmed'deh meşhur olan kavle göre; büyücünün tevbesi kabul olmaz. İmâm Şafiî ve diğer bir rivayette İmâm Ahmed, kabul olacağını söylemişlerdir. Ehl-i Kitâb'tan büyücülere gelince Ebu Hanîfe'ye göre onlar öldürülürler. Nasıl müslüman büyücü öldürülüyorsa ehl-i kitâb'tan büyücü de öldü­rülür. İmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel ise öldürülmeyeceğini söylerler.

Müslüman kadın büyücü konusunda ihtilâf vardır. Ebu Hanîfe'ye göre öldürülmez, ancak hapsedilir. İmâm Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ve Mâlik’e göre büyücü kadının hükmü erkeğin hükmü gibidir. En iyisini Allah bilir.

Ebu Bekr el-Hallâl der ki; Ebu Bekr el Mervezî... Zührî'den nak­leder ki, o şöyle demiş : Müslümanların büyücüleri öldürülür, müşrikle­rin büyücüleri ise öldürülmez .Çünkü Rasûlullah (s.a.) a yahûdî bir ka­dın büyü yaptı ve Hz. Peygamber onu öldürmedi.[17]

Andolsun ki ya Muhammed (s.a.), sana apaçık belgeler ve âyet­ler gönderdik. Allah'a itâattan kaçınanlar cehennem ashabıdırlar ve orada sürekli kalacaklardır. Onlar Allah'ı inkâr etmişler ve ne zaman Allah onlardan bir ahd almışsa, onlar bu ahdin tersini yapmışlardır. Çünkü yahûdîlerin âdeti, verdikleri ahdi bozmak ve çiğnemektir. Hem Allah, onların atalarından nice sözler almış, fakat onlar bu sözleri de bozmuşlardır. Yahûdîlerin çoğu Tevrat'a dahi inanmazlar. Çünkü Tev­rat'ta verilen sözü bozmanın ve ahdi çiğnemenin suç olduğu belirtilir. Onlara Allah katından bir peygamber gelip de (Hz. Muhammed) ken­dilerinin yanında bulunan Tevrat'ı tasdik ettiğinde, yahûdîlerden bir grub, Allah'ın kitabını arkalarına atarak ondaki emirleri tatbik etme­mişler ve peygamberin getirdiği kitaba inanmamışlardır. Sanki onlar, Tevrat'a uygun olan Kur'an'a inanmayanların, Kur'an ve Tevrat'a birlik­te inanmamış olacaklarını bilmiyorlar mıydı? Kur'an'da vârid olan Al­lah'ın birliği, ölümden sonra dirilme, âhiret hayatı ve peygamberlerin doğruluğu gibi temel prensibler Tevrat'ta mevcûd idi. Yahudiler, Allah'­ın kitabını terkettikleri gibi, şeytânın kendilerine ilham ettiği sihir ve gözbağcılık gibi gerçek dışı şeylere inanmışlardı. Şeytânlar Hz. Pey­gamberden önce gökyüzünden dinledikleri sözlere birçok yalanlar ka­tarak kâhinlere telkin ederlerdi. Kâhinler de onları insanlara öğretir­lerdi ve bunun Süleyman peygamberin bilgisi olduğunu iddia ederler­di. Ancak yüce Allah, bu iddianın yanlış olduğunu, Hz. Süleyman'ın böy­le bir şey yapmadığını, büyüye inanmadığını belirtmekte, şeytânların büyüye inanıp Süleyman'a isnâd ettiklerini ifâde etmektedir.

Yahudiler ise, insanları aldatmak ve sapıtmak maksadıyla halka sihir öğretiyorlardı. Hârût ve Mârût adlı iki meleğe indirilen şeyleri bil­diriyorlardı. Hârût ve Mârût aslında sâlih ve âbid iki kul idiler. İn­sanlar onları meleklere benzetmişlerdi veya iki melek idiler. Ancak bu ikisi insanlara hiç bir büyü öğretmezlerdi. Kendi durumlarının Allah tarafından bir imtihan ve tecrübe olduğunu söylerlerdi. Büyüyle amel etmek ve ona inanmak için öğreniyor, değildiler. Halk, Hârût ve Mârût' tan koca ile karının arasını açacak büyüleri öğrendiler. Aslında büyü, tabiatı itibariyle müessir olamaz. Allah'ın emir ve irâdesi olmadan hiç bir büyücü kimseye zarar veremez. Eğer zahiri itibariyle bir etki ediyor gibi geliyorsa, bu, bir görünüştür. Allah'a andolsun ki, Allah'ın kitabını bırakarak, büyücülük yapanlar için âhirette hiçbir sevâb olmadığı gibi azâb-ı elîm-vardır. Onlar, uğrayacakları azabın, ne kadar acı olacağını, ne kadar kötü olacağını bir bilselerdi!

Eğer Yahudiler, Hz. Peygambere ve Kur'an'a inansalar, büyü ve gözbağcılığı bıraksalardı, Allah'ın azabından korunabilirlerdi.  Çünkü Allah'ın emrine uymakla, Allah'ın azabından kurtulur ve ilâhî sevaba hak kazanırlardı. Bilselerdi bu, kendileri için çok büyük bir mükâfat olurdu. [18]

Kâşânî'ye ait olduğu kabul edilip de, Muhyiddîn îbn el-Arabî'ye at­fedilen tefsirde ise şöyle denir :

Yahudiler ve ruhanî kuvvetler, güçlü, isyankâr, direnici olan insan­larla, evham hayâl ve kalbe itâatta karşı gelen, aklın emrine isyan eden, ruhun nurunu engelleyen hayâl ettirici vehimler ve hayâllerden ibaret olan cinler, şeytânlar peygamber Süleyman (a.s.) in devrinde veya rûh olan Süleyman'ın devrinde sihir kitaplarına ve bilgilerine tabî oldular. Bunu Süleyman'ın öğrettiğini iddia ediyorlardı. Böylece iktidarı elde ettiler. Cinlerden, insanlardan istediklerini emirlerine aldılar. Hîle, şa'-bez, vehim, mütehayyilât ve safsata ile cinleri insanları ve kuşlan emir­lerine aldılar. Süleyman, te'siri Allah'dan başkasına isnâd ederek küf­retmedi. Çünkü sihir küfürdür ve te'sîri Allah'dan başkasına isnâd ede­rek Allah'tan müessiriyetin engellenmesidir. Ancak şeytânlar küfretti­ler. Onlar Allah'dan başka müessir olmayacağını bilmeyerek te'sîri Al­lah'dan başkasına verdiler. İnsanlara büyü öğretiyorlardı. İki meleke yani nefse meyleden amelî ve nazarî akla. Bu iki melek, Bâbil'de yani göğüsde, nefsin kendilerini cezbetmesi nedeniyle tabiat kuyusuna yö­nelmiş ve düşmüş olan iki melektir. Bunlar madde buharları arasında ve bilgi, amel, hîle, neyrenciyât ve tılsım gibi şehvet alevlerinin du­manları arasında sıkışık bir yerde kalarak azâblanmışlardı. Halbuki bu ikisi insanlara kendilerinin bir imtihan ve nûrânî kuvvetin ve kendile­rindeki melekûtiyet kalıntısının denenmesi için bir tecrübe olduğunu belirterek, biz fitneyiz demedikçe bu fikri kimseye öğretmiyorlardı. Bu durumlarına rağmen insanları aklın nuruyla uyarıyorlar ve «bu bozuk­lukları, menhiyyâtı kullanmak için öğrenme, dolayısıyla küfretme» di­yorlardı. (...) [19]

Günahların âkibetinden kaçınılamıyacağı ve her insanın her hal­de o günahı işleyeceğine dâir kanâati Kur'an-ı Kerîm burada reddet­mektedir. Çünkü böyle bir kanâat vârid olsa, o vakit bir kimse bir kere günah işledi mi artık salâh bulma ümidini ebediyen ve tamamiyle kay­betmiş olacaktır. Hattâ geçmişteki günahı için teessür duysa ve hatâ­sını tashih etmek istese ve hayatını iyilik yolunda ıslâh etse; gene de bu düşünce ona şöyle seslenecektir : «Senin için ümit kapısı kapalıdır. Çünkü senin ilel'ebed mahvına karar verilmiştir. Geçmişte yaptığının âkibetine katlanmak mecbûriyetindesin». Buna karşılık Kur'an-ı Kerîm ise şöyle buyurur : «Bir sevabı mükâfatlandırmak ve bir günahı ceza­landırmak İlâhî takdire bağh bulunmaktadır.» Eğer yapmış olduğunuz bir sevâb için mükâfat görüyorsanız, bu hal, sizin sevabınızın tabiî bir neticesi olarak değil fakat Allah Teâlâ'nın bir lutfu olarak verilmek­tedir. O mükâfatlandırmak veya mükâfatlandırmamak hususunda tâm kudrete sahip bulunmaktadır. Keza işlemiş bulunduğunuz bir günah için ceza görmeniz kaçınılmaz âkibet dolayısıyla değil, fakat Allah Teâlâ'nın tecziye veya af hususunda tâm kudrete sahip bulunmasm-dandır. Pek tabiî ki, Hakîm ism-i celîli hürmetine, bu kudreti fark gö­zetmeksizin kullanmayacak, fakat failin ne niyette bulunduğunu na­zarı itibâra alacaktır. Bir sevabı mükâfatlandırdığında, kulunun o sevabı sırf Allah rızası için yaptığını görmesi dolayısıyla mükâfaatlan-dırmış olacaktır. Aşikâr bir sevabı red etmesi ise, o sevabın samimî ola­rak yapılmamış olduğunu bilmesinden olacaktır. Keza isyan ruhuyla iş­lenmiş olmasını müteâkib, nedamet temayülü göstermeyen, fakat da­ha fazla suç işlemek gibi bir şer arzusu güden cürüm de aynı usûl üzere cezaya çarptırılacaktır. Maamafih Allah Teâlâ, nadim olan ve ıslâh olma hususunda aklını başına alan kullan için lütuf ve af yolunu dener. Bu yüzden açıkça anlaşılmaktadır ki, günahın asla cezasız kal­mayacağı hususundaki düşüncenin reddi, suçluların ıslâhı için yeni ümit kapıları açmaktadır. Hattâ en kötü caniler ve en muannid kâfir­ler bile günahlarını itiraf edip tabiî Hıristiyanlar gibi günâh çıkarmak kabilinden papa önünde değil, fakat Allah huzurunda itâatsızlıklann-dan utanç duyarak isyan halini terk ettiklerinde ve onun yerine Allah'a teslimiyet yolunu benimsediklerinde, o vakit Allah Teâlâ'nm merha­metinden ümit kesmeleri icâb etmez.

Allah'ın, peygamberi Süleyman (a.s.) a uydurulan bu hurafe ve yalanlar İsrâiloğullarından bir kısım deccâllerin uydurdukları şeyler­dir. Onlar bu hurafeleri bazı müslümanlara da fısıldamışlar ve müs-lümanlar da büyü hikayeleriyle ilgili olarak onların söylediklerini tas-dîk etmişlerdir. Bir kısmı da Süleyman'ın küfretmesi konusundaki if­tiralarında onları yalanlamıştır. Bugün de müslümanlar arasında bir takım muskalar, tılsımlar, üfürükler, yazılar yazan ve buna Süleyman' in mührü ve ahdi adını veren deccâller görülmektedir. Bu tılsımları ta­şıyanları, cinlerin ve ifritlerin çarpamayacağını iddia etmektedirler. Bu tefsirin yazarı bu tür şeyleri gördüğü gibi, gençlik yıllarında da on­lara inanır ve söylediklerini tasdik ederdi.

Yahudilerin iddiasına göre, Hz. Süleyman büyü yapmış ve büyüyü tahtının altına gizlemiş. Bir gün hükümdarlığının üzerinde kazınmış bulunduğu mührünü kaybetmiş, mühür başkalarının eline geçmiş ve mührü alan onun yerine hüküm vermek için tahta oturmuş... Tarihe bu ve buna benzer bir yığın saçma sapan hurafeler karıştırmışlardır. Onlardan nakledildiğine göre; büyü yazıp toplayan ve tahtının altına gizleyen Süleyman peygambermiş, sonra halk bunu oradan çıkarıp el­den ele dolaştırmış. Bir başka rivayete göre de, Hz. Süleyman tahtının altına, diğer ilimlere dâir kitapları da gizlemiş. Bunlar çıkarılınca şey­tânlar onların büyü kitabı olduğunu söyleyerek halka yaymışlar. Daha sonra gelen deccâller ve sahtekârlar, istedikleri şeyi bu kitaplara nisbet edip Süleyman'ın izinden gittiklerini söylemişler. Şüphesiz ki Hz. Sü­leyman ve onun mülkü, büyü ve küfürle ilgili haberler konusunda söy­lediklerinin hepsi yalandır ve heveskârların uydurduğu iftiralardır. Al­lah onları, bize bu insanların peygamberlere neler iftira ettiklerini gö­rüp ibret almamız için nakletmiştir. (...)

Sonra Allah, «Bâbil'de Hârût ve Mârût adlı iki meleğe indirilen şeyi» buyurarak onların söz konusu ettikleri bir kıssayı kısa ibarelerle özetlemiştir. Nitekim büyü öğretmeleri konusunu da kısaca zikretmiş ve bunun ne olduğunu açıklamamıştır. Bu büyü gözbağcılık mı, kandır­maca mı, yoksa tabiî bir özellik mi veya ruhî bir etki mi? Bu da Kur' an'ın eşsiz i'câz (vecîzlik) ve i'câz (ilmî ve edebî üstünlük) örneklerin­den bir örnektir. O bir vakitler insanlar arasında meşhur olan bir ko- nuyu sırf ibret alınması için zikretmektedir. Ve onu öyle bir üslûb içe­risinde tanzim etmektedir ki; o konudaki detaylı inancı ne olursa olsun herkes onu kabul etmektedir. Görmüyor musunuz burada ve diğer yer­lerde büyü konusunu öyle bir üslûp içerisinde zikretmiştir ki; büyünün, hîle, gözbağcılık veya buna benzer şeyler olduğunu iddia edenleri red­dedecek hiç bir şey yoktur. Keza onun harikulade şey olduğunu söyle­yenleri reddedecek bir şey de yoktur. Bu konudaki ilâhî hikmet şudur : Allah Azze ve Celle kâinattaki gerçeklerin bilgisini insanın araştırma­sına ve ilimle meşguliyetine bırakmıştır. Bunlar, kazanılarak elde edilen şeylerdir. Eğer Allah bu mes'eleleri kesin nasslarla açıklamış olsaydı, bu nasslar insanların bilgi ve tecrübelerine ters gelebilirdi. Çünkü her devirde ilim gelişmektedir, ilim için son nokta yoktur. O zamanda bu husus; bir yalanlama nedeni olurdu.[20]

 

104 — Ey İman edenler, bizi de dinle, demeyin, bizi de gözet, deyin ve dinleyin. Kâfirlere elim bir azâb var­dır.

105 — Ehl-i Kitâb'tan kâfir olanlar da, müşrikler de Rabbınızdan size hiç bir hayır indirilmesini istemezler. Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir.

 

Mü'minlerin Tavrı:

 

Allah Teâlâ mü'minlerin sözleri ve fiilleriyle kâfirlere benzemele­rini yasaklamıştır. Şöyle ki; yahûdîler sözlerini söylerken tevriye san' atını kullanarak maksadlannı eksik söylerlerdi. Allah'ın la'neti onların üzerine olsun. Meselâ bizi dinle dediklerinde “Râinâ” «bizi de gö­zet» derlerdi. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Yahudilerden de bir kısmı sözleri yerlerinden değiştirirler ve derler ki; dinledik ve isyan ettik. Ey dinlemez olası, bisi dinle ve bizi gözet». Dillerini eğip büke­rek ve dîne ta'n ederek söylerler. Eğer onlar dinledik ve itaat ettik, bizi dinle ve gözet demiş olsalardı, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Ancak Allah onlara küfürlerinden dolayı la'net etmiştir. ÇJnlardan pek azı müstesna îman etmezler. (Bakara, 93) Hadîslerde on­ların birçok haberleri vârid olmuştur. Şöyle ki; onlar selâm verdikleri zaman   «esselâmü aleyküm»   yerine  “essâmü  aleyküm” diyorlardı ki sâm; ölüm demektir. Bunun için Allah Teâlâ, onlara kar­şılık verirken ve aleykümüsselâm yerine ve aleyküm demekle yetinme­mizi emretti. Bu duâ onlar için kabul olmaz ama, bizim onlar için duamız kabul olur. Maksad şudur : Allah Teâlâ mü'minlerin kavlen ve fiilen kâfirlere benzemelerini yasaklamıştır. Bunun için de «Ey îman edenler, bizi de dinle» demeyin. «Bizi de gözet» deyin ve dinleyin. Kâ­firler için çok acıklı bir azâb vardır» buyurmuştur.

İmâm Ahmed İbn Hanbel... Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

«Ben; kıyametin eşiğinde kılıçla gönderildim. Tâ ki şirk koşulma­dan yalnızca Allah'a ibâdet edilsin diye. Benim rızkım mızrağımın göl­gesinde kılınmıştır. Zillet ve küçüklük benim buyruğuma muhalefet edenlerin üzerine verilmiştir. Kim de bir kavme benzerse şüphesiz on­lardandır.»

Ebu Dâvûd... Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: «Kim bir kavme benzerse onlardandır.» Bu hadîsde şiddetli yasak ve korkunç tehdit vardır. Kâfirlere; fiil ve ka­ville, giyecek ve bayramlarla, ibâdet ve bizim için meşru kılınmamış diğer hallerle benzemekten, kaçındırma vardır.

İbn Ebu Hatim der ki, bana babam... Ma'n veya Avn'dan, ya da her ikisinden nakletti ki, adamm biri Abdullah İbn Mes'ûd'a gelmiş ve demiş ki; bana bir söz söyle. O da demiş ki; Allah Teâlâ'nın «Ey îman edenler» buyruğunu duyduğun zaman onu gözet ve kulağını ver, çün­kü onda bir hayır emri veya bir şer yasağı vardır.

A'meş, Heyseme'den naklen der ki; Kur'an'da okumuş olduğumuz «Ey îman edenler» kavlinin Tevrat'taki karşılığı ey miskinlerdir. Muhammed İbn İshâk, Muhammed İbn Ebu Muhammed kanalıyla Saîd İbn Cübeyr'den veya İkrime kanalıyla' İbn Abbâs'dan nakleder  ki “Râinâ” «bizi gözet» kelimesi, kulağını bize ver, demektir. Dahhâk, İbn Abbâs'dan nakleder ki; «bizi de dinleyin» demeyin «bizi de gözet» deyin ve dinleyin» âyeti konusunda şöyle demiştir: Onlar Hz. Pey­gambere kulağım bize ver diyorlardı, ancak kullandıkları “Râinâ” keli­mesi bize veriştir, der gibi idi. İbn Ebu Hatim der ki, Ebu'l-Âliye, Ebu Mâlik, Rebî' İbn Enes, Atiyye el-Avfî ve Katâde'den de buna benzer bir rivayet nakledilir. Mücâhid der ki; «bizi de dinleyin demeyin», âyetin­den maksad, aksini söylemeyin demektir. Bir rivayete göre de bizi din­le ve biz de seni dinleyelim demektir. Atâ'ya göre; bu söz Ansârın söy­lediği bir lügat tarzıdır ki Allah onu yasaklamıştır. Hasan der ki: «Bizi de dinle demeyin» âyetindeki “Râ’n” kelimesi alaylı ve istihzâlı sözdür. Allah bu âyetle onların Hz. Muhammed (s.a.) in sözlerini alaya almalarını ve İslâm'a davet etmesini istihza' ile karşılamalarını yasak­lamıştır. İbn Cüreyc'in de böyle dediği rivayet edilmiştir. Ebu Sahr der ki; Rasûlullah (s.a. ) arkasını döndüğünde mü'minlerden ona muhtaç olanlar; kulağım bize ver, derlerdi. Allah, Rasûlü Zîşâmna böyle den­memesini ve saygılı davranılmasını buyurmuştur.

Süddî der ki; Kaynuka oğullarına mensûb yahûdîlerden Rifâa İbn Zeyd denilen bir adam vardı, Hz. Peygamberin huzuruna gelip onunla konuşurdu, konuştuğunda kulağını bana ver, beni dinle', derdi. Müslü­manlar peygamberlerin böyle saygılı ifâdelerle karşılandıklarını zanne­derlerdi. Onlardan bir kısmı da böyle derlerdi —Nisa sûresinde buyu-rulduğu gibi— Allah Teâlâ mü'minlerin bizi dinle demelerinin böyle­ce önüne geçmiştir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de buna benzer bir rivayet söylemiştir. İbn Cerîr der ki; bizim yanımızda bulunana göre bu sözün doğrusu Allah Teâlâ mü'minleri, nebiyy-i Zîşânına bizi dinle demekten nehy etmiş olmasıdır. Çünkü bu ifâdenin nebîyy-i Zişâna söylenmesini Allah hoş karşılamamıştır. Bunun benzeri Hz. Peygam­berden nakledilen «üzüme tiyek demeyin sadece asma deyin» keza «kulum demeyin delikanlım deyin» ve buna benzer ifâdelerdir.

«Ehl-i kitâb'dan kâfir olanlar da müşrikler de Rabbınlzdan size hiç bir hayır indirilmesini istemezler.» Böylece Allah Teâlâ müşriklerin ve ehl-i kitâb'dan kâfirlerin düşmanlıklarının şiddetini açıklıyor. Nitekim yukarıda mü'minleri bunlara benzemekten sakmdırmıştı. Mü'minlerle onlar arasındaki dostluğu koparmak istemişti. Sonra Allah Teâlâ mü'minlere lütfettiği tam ve mükemmel şerîat-i Muhammediye nimetine dikkatleri çekerek buyuruyor ki: «Allah, rahmetini dilediğine tahsîs eder. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir.» [21]

Müslümanlar, kendilerine Allah'ın Rasûlü bir bilgi verdiği zaman, «bizi dinle ve yavaş söyle ki anlayalım» diyorlardı. Ancak bu söz ya-hûdîlere göre bir küfürdü ve yahûdîler Hz. Peygamber'e hakaret sa­dedinde ( Utij ) raina diyorlardı. Bu nedenle yüce Allah mü'min­leri bu kelimeyi söylemekten nehyediyor ve aynı anlamda bir başka ke­lime söylemelerini bildiriyor. Mü'minler iyi bilmelidirler ki, kâfirler ve yahûdîler için elîm bir azâb vardır. Ve yine bilmelidirler ki, ister ehl-i kitâb olsun, ister müşrik olsun kâfirlerden hiçbir grup, müslümanlara herhangi bir hayrın gelmesini istemezlerdi. Allah Alîm ve Kadir olarak peygamberliğini ve kitabını kullarından dilediğine tahsîs eder. Çünkü Allah yüce lütuf sahibidir. [22]

 

106- Biz, bir âyeti nesheder veya uiıutturursak on­dan daha hayırlısını, yahut da dengini getiririz. Bilmez
misin ki, Allah şüphesiz her şeye kâdir'dir.

107- Göklerin ve yerin mülkünün gerçekten Allah'a âit olduğunu ve sizin için Allah'dan başka bir sahip ve yar­
dımcı olmadığını bilmez misiniz?

 

Nesh Mes'elesi:

 

İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'dan naklederek der ki; «biz bir âyeti nesheder» kavli; değiştirirsek demektir. İbn Cüreyc Mücâhid'den nak­leder ki, «Biz bir âyeti nesheder» yani bir âyeti ortadan kaldırırsak demektir. îbn Ebu Nûceyh, Mücâhid'den nakleder ki^ «Biz bir âyeti nesheder» kavli konusunda o şöyle demiştir; yazısını bırakır, hükmü­nü değiştirirsek. Mücâhid, bunu Abdullah İbn Mes'ûd'un arkadaşların­dan nakletmiştir. İbn Ebu Hatim Ebu'l-Âliye'den ve Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'den naklen benzer şekilde rivayet eder. Dahhâk der ki; «Biz bir âyeti nesheder...» kavlinin mânâsı; tutarsak demektir. Atâ ise nesheder ifâdesinin mânâsı, Kur'an'dan neyi atarsak demek olduğunu söylemiştir. İbn Ebu Hatim der ki; atılıp Hz. Muhammed'e inzal bu-yurulmazsa demektir. Süddî der ki; âyetin neshi kaldırılması demektir. İbn Ebu Hatim der ki; neshedilmesi demek, kaldırılması ve tutulması demektir. «İhtiyar kadın ve ihtiyar erkek zina ettiklerinde onları doğ­rudan recm ediniz» sözü gibi. Keza : «Âdemoğlunun iki vâdî dolusu malı olsaydı üçüncüsünü de isterdi» sözü gibi. İbn Cerîr der ki: «Bizbir âyeti nesheder» kavlinin mânâsı şöyledir : Bir âyetin mânâsını baş­kasına çevirir, değiştirir ve tebdil edersek demektir. Bu, helâlin hara­ma, haramın helâla, mubahın yasağa, yasağın mübâha çevrilmesidir. Bu ise ancak emir ve nehiyde, yasak ve salıvermede, engel ve müsâade etmede olur. Haberlere gelince bunda nâsih veya mensûh olmaz. Nesh kelimesi “Neshu’l-Kitab” kitabı neshetmek kökünden olup bir nüsha­dan bir başkasına aktarmak demektir. Hükmün neshi demek de bir başka hükme çevirmek ve bir ibâdetin bir başkasına nakledilmesi de­mektir. Bu, ister hükmünün, ister yazının neshiyle olsun farksızdır. Çünkü her iki halde de o hüküm mensûhtur. Usûl bilginleri, neshin ta-rîfi konusunda ihtilâf etmişlerdir. Ancak bu konuda mesele birbirine yakındır. Neshin şer'î mânâsı bilginlerce malûmdur. Bazıları bunu şöy­le özetlemişlerdir:

Nesh daha sonra gelen şer'î bir delille hükmün kaldırılmasıdır. Bu tarifin içerisine daha hafifin daha ağırla veya daha ağırın daha hafif­le nesh edilmesi girdiği gibi, olmayan bir şeyin başka bir şeyle nesh edilmesi de girer. Neshin ahkâmı, çeşitleri ve şartları fıkıh usûlünde de geniş olarak açıklanır. Taberânî der ki; bize Ubeydullah İbn Ab-durrahmân... Salim'den o da babasından nakletti ki şöyle demiş : İki adam bir sûreyi okuyorlardı, Rasûlullah (s.a.) onlan kendilerine okut­muştu. Bir gece kalktılar, namaz kıldılar, ancak bu sûrenin hiç bir harfini okumaya muktedir olamadılar. Sabahleyin erkenden Rasûlul­lah (s.a.) a gelerek durumu anlattılar. Rasûlullah (s.a.) : O neshedilmiş veya unutturulmuş olabilir. Ondan vazgeçin buyurmuştur. Bu rivayet­teki Süleyman İbn Erkam zayıf bir râvîdir.

Âyet-i kerîme'deki “Nunsiha” kelimesi iki şekilde okunmuştur.

“” Birinci şekilde okuyan yani nûn'un ve sîn'den son­raki hemzenin fethasıyla okuyanlar buna, «biz onu geciktirirsek» mâ­nâsını vermişlerdir. Ali İbn Ebu Talha İbn Abbâs'dan naklederek der ki: “” bir âyeti değiştirir veya değiştirmeden ol­duğu gibi bırakırsak demektir.

Mücâhid, İbn Mes'ûd'un arkadaşlarından nakleder ki; bu kelimeyi o ( uLu ) şeklinde okumuş ve yazısını bırakır, hükmünü değişti­rirsek diye mânâ vermiştir. Übeyd İbn Ümeyr, Mücâhid ve Atâ ise onu geri bırakır, neshetmeyiz şeklinde mânâ vermiştir. Süddî de aynı şe­kilde mânâ verir. Rebî' İbn Enes'in de böyle mânâ verdiği bildirilir. Dahhâk ise «biz bir âyeti nesheder veya geri bırakırsak» âyetine, nesh-edenle neshedileni geri bırakırsak şeklinde mânâ vermiştir. Ebu'l-Âliye ise onu kendi yanımızda geciktirirsek şeklinde mânâ vermiştir. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ubeydullah İbn İsmâîl el-Bağdâdî, İbn Abbâs'dan nakletti ki o şöyle demiş : Hz. Ömer (r.a.) bize hutbe okudu ve sonra Allah Azze ve Celle'nin «Biz bir âyeti nesheder veya unutturursak» âyetini okumuş ve unutturursak kelimesine te'hir edersek mânâsını vermiştir.

İkinci okuyuş “” dir. Bu konuda Abdürrezzâk, Ma'mer'den, o da Katâde'den nakleder ki; «Biz bir âyeti nesheder veya unut­turursak» âyetinin mânâsı konusunda o şöyle demiştir : Allah Teâlâ peygamberine dilediğini unutturuyor, dilediğini de neshediyor. İbn Ce-rîr der ki; bize Sevâd İbn Abdullah... Hasan'dan nakletti ki o «unuttu­rursak» kavli konusunda şöyle demiştir: Sizin peygamberinize Kur'-an'dan bazı bölümler okutturulmuş, sonra o bunu unutmuştur. İbn Ebu Hatim der ki bize babam... İbn Abbâs'dan nakletti ki, a şöyle demiş : Hz. Peygambere geceleyin vahiy iniyor ve gündüz unutturuluyordu. Bu­nun üzerine Allah Azze ve Celle bu âyeti indirdi. Ebu Hatim der ki; bana Ebu Ca'fer bu rivayet zincirinde yer alan Haccâc'ın, Haccac îbn Ertea olmayıp bizim Cezîre'li bir ihtiyardır. Übeyd İbn Ümeyr ise «unutturursak» âyetine sizin yanınızdan kaldırırsak mânâsını vermiş­tir.

İbn Cerîr der ki; bana Ya'kûb İbn îbrâhîm, Kasım İbn Rebîa'dan nakletti ki, o şöyle demiş: Ben Sa'd İbn Ebu Vakkâs'ın bu  âyeti “”«Biz bir âyeti nesheder veya sen unutursan» şeklinde okuduğunu duyduk. Kasım İbn Rebîa diyor ki; ona Saîd İbn Müseyyeb bu âyeti «unutturulursan» diye okuyordu dedim. Kasım İbn Rebîa diyordu ki; Sa'd şöyle dedi: Kur*an; ne Müseyyeb'e, ne de Mü-seyyeb'in ailesine indirilmiştir. Sânı yüce olan Allah «Sana okuyaca­ğız da unutmayacaksın», «Unuttuğun zaman Rabbını an» buyuruyor, demiştir. Bunu Abdürrezzâk Hüseyn'den rivayet eder. Hâkim de Müs-tedrek'inde Ebu Hâkim el-Râzî'den... Ya'lâ İbn Atâ kanalıyla nakle­der ve bu hadîs, Buhârî ve Müslim'in şartına uygundur, ancak onlar tahrîc etmemişlerdir, der. İbn Ebu Hatim der ki; Muhammed İbn Kâ'b, Katâde ve İkrime'den de Saîd'in sözü gibi bir söz nakledilmiştir.

İmâm Ahmed der ki; bana Yahya... İbn Abbâs'dan nakletti ki, o Hz. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiş : Ali en doğru hüküm verenimiz-dir. Übeyy ise en doğru okuyanımızdır. Biz Übeyy'in dediğinin bir kıs­mını terk ediyoruz fakat Übeyy ben Rasûlullah (s.a.) dan şöyle dediği­ni duydum, binaenaleyh onun hiç bir kısmını terketmem, diyor. Halbuki Allah Teâlâ : «Biz bir âyeti nesheder veya unutturursak ondan da­ha hayırlısını, yahut da dengini getiririz» buyuruyor.

Buhârî der ki; bize Yahya... İbn Abbâs'dan nakletti ki o Hz. Ömer' in şöyle dediğini rivayet etmiş : En iyi okuyanımız Übeyy'dir. En iyi hüküm verenimiz Ali'dir. Biz Übeyy'in sözünden bir kısmını bırakıyo­ruz. Übeyy ise; ben Rasulullah (s.a.) dan böyle işittim hiç bir şey bı­rakmam, diyor. Halbuki Allah Teâlâ : «Biz bir âyeti nesheder veya unut-turursak ondan daha hayırlısını, yahut da dengini getiririz» buyuru­yor.

«Ondan daha hayırlısını yahut da dengini getiririz.» Yani hüküm bakımından mükelleflerin menfaatine olanım. Ali İbn Ebu Talha'nın İbn Abbâs'dan naklettiğine göre, o «Ondan daha hayırlısı» âyetini, men­faat bakımından sizin için daha hayırlısını ve size uygun olanını diye tefsir etmiştir. Ebu'l-Âliye ise der ki: «Biz bir âyeti nesheder» yani onunla amel etmezsek veya «unutturursak» yani katımızda bırakırsak; ya onu, ya da ondan daha iyisini getiririz. Süddî de der ki: «Biz neshet-tiğimizden daha iyisini veya bıraktığımızın dengini getiririz» demek­tir. Katâde der ki bu âyette tahfîf, ruhsat, emir ve yasak vardır. [23]

Nesh mes'elesi; îslâm düşmanları tarafından başlangıcından gü­nümüze değin tenkîd mevzuu edilmek istenmiştir. Bu konuda I. cildde detaylı bilgiler vermiştik. Burada size müfessirlerin kanâatlanm kendi ifadeleriyle aktarmaya çalışacağız :

Kâşânî'ye ait olduğu kabul edilip de, Muhyiddîn İbn el-Arabî'ye atfedilen tefsirde ise şöyle denir:

Biz bir âyetin hükmünü ibtâl ederek, lâfzını ve mânâsını ya da mânâsının dışında lafzım ibtâl ederek —recm âyeti gibi —bir âyeti neshedecek olursak ondan daha hayırlısını getiririz. Bu konuda en uy­gun olanı veya iyilikte ve elverişlilikte ona eşit olanını getiririz. İyi bil ki; Levh-i Mahfuz da tesbît edilmiş olan hükümler ya husûsîdir ya da umûmîdir Husûsî olan; ya şahıslara tahsis edilmiştir veya zamanlara tahsis edilmiştir. Âyet, peygamberin kalbine inince şahıslar bakî kal­dığı sürece şahıslara mahsûs olan kısımlar da bakî kalır. Zamanlara mahsûs olan kısımlar ise neshedilip zâyî olur, çünkü o zamanda yok olmuştur. Bu tür nesih kısa olabilir; Kur'an'ın neshettikleri gibi uzun da olabilir; eski şeriatların hükümlerinin neshedilmesi gibi. Ancak bu, âyetin Levh-i Mahfûz'da olduğu şekilde sabit kalmasına muhalif de­ğildir. Umumî olan hükümler ise dehîr bakî kaldıkça bakî kalır. İnsanın konuşması ve boyunun düzgün olması gibi.[24]

Kur'an-ı Kerim, şartlar gerektirdiğinde bölüm bölüm nazil olu­yordu. Âyetten çıkarılan hüküm, İslâm ümmetinin menfaatına göre tanzim ediliyordu. Bazan âyet tamamen bakî kalıyordu, bazan da laf sı ya da mânâsı neshediliyordu veya her ikisi birlikte kaldırılıyordu. Bü­tün bunlar gelişen şartlara ayak uydurmak kasdina mebnî îdi. Yeni yetişen bir toplumda hükümlerin bizzarûre değişmesi gerekiyordu, çünkü bir toplumun ilk kuruluş döneminde faydalı olacak prenoibier, gelişme ve olgunlaşma döneminde fayda sağlamayabilirdi. Yahudiler nesih konusunda müslümanlan itham ediyorlardı ve «bakıyor musunuz Muhammed bir gün bir şeyi emrediyor ertesi gün yasaklıyor? Bugün dediğini yarın reddediyor» diyorlardı. İşte bunun üzerine nesh konu­sunda bu âyet nazil oldu. Nesh, şeriatı gönderen yaratıcının en son hük­mün daha uygun olacağım bilmemesi manasına gelmezdi. Şârî, müs-lümanları basamak basamak ve tedricî olarak şartlar ve durumlara göre tekâmül ettiriyordu. Nitekim içki konusunda, öldürme konusunda durum böyle cereyan etmiş ve neticede İslâm ümmeti kurulduktan ve şartlar mükemmelleştikten sonra son hükümler nazil olmuştu. Şüp­hesiz ki Allah bir âyeti heshederse ondan daha hayırlısını getirirdi, enazından onun gibisini. Çünkü Allah her şeye gücü yetendir. Göklerin ve yeryüzünün mülkü'Allah'ın değil mi? O sizin işlerinizi menfaatınıza uygun olarak tedvir eder. Sizin ondan başka hiçbir dost ve yardımcınız yoktur.

İslâm bilginlerinden bir kısmı neshi kabul ederken, bir kısmı ka­bul etmez, neshedildiği söylenen âyetleri te'vîl ederler. [25]

 

Göklerin ve Yerin Mülkü :

 

«Göklerin ve yerin mülkünün gerçekten Allah'a âit olduğunu ve si­zin için Allah'dan başka bir sahip ve yardımcı olmadığını bilmez misi­niz?» Allah Teâlâ; bu âyetiyle yarattıklarında istediği gibi tasarruf yetkisinin kendisine âit olduğunu, yaratma emir ve tasarrufun ken­disinin olduğunu belirtiyor. Allah nasıl istediği gibi yaratıyorsa, iste­diği kimseyi mutlu, istediği kimseyi mutsuz, istediğini başarılı, istedi­ğini başarısız kılar. Aynı şekilde kullan için dilediği gibi hükmeder. İstediğini helâl, istediğini haram, istediğini mübâh, istediğini yasak kılar. Dilediği gibi hüküm veren O'dur. O'nu hükmünden dolayı kovuş­turan yoktur. O, yaptığından sorumlu değildir. Kullar ise sorumludur­lar. Allah nesh mes'elesi ile kullarını ve kullarının peygamberine itaat derecelerini ölçmektedir. Allah, bizzat bildiği bir menfaat uyarınca bir şeyi emretmekte, sonra yine aynı yüce bilgisi uyarınca onu yasaklamak­tadır. Emrine bağlanmak ve Rasûlünün verdiği haberlerde O'nu tasdik etmek, buyruklarım yerine getirmek, yasaklarını terketmek konusun­da bütünüyle O'na itaat icâbetmektedir. Burada bazı yahûdîlerin bil­gisizce ve inkârla dolu olarak iddia ettikleri gibi neshin aklen müstahîl olduğu, bazılarının da iftira ve şüphe ile ortaya attıkları gibi neshin ak­len imkânsız olduğu iddiaları açıkça çürütülmektedir.

İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî der ki: Âyetin te'vîli şöyledir : Ey Muhammed, görmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Benimdir. Onlarda Benden başka hâkim yoktur. Göklerde ve yerde dilediğimi di­lediğim gibi değiştirir, dilediğimi neshederim. Kullarım için dilediğim hükümleri, dilediğim şekilde tebdil eder, dilediğim şekilde bırakırım. Sonra der ki, bu ifâde her ne kadar Allah tarafından peygamberine aza­metini haber verme sadedinde ve hitâb şeklinde ise de, aynı zamanda Tevrat'ın hükümlerinin neshedildiğini inkâr eden, Hz. îsâ ve Muham­med (s.a.) in peygamber olarak gönderilmelerini reddeden yahûdîleri yalanlama sadedindedir de. Hz. îsâ ve Muhammed'in Allah katından getirdikleri kitabın Tevrat'ın hükmünü değiştirdiğini kabul etmeyen yahûdîleri tekzîb niteliğindedir. Bunun için Allah Teâlâ göklerin ve yerin mülkünün ve hâkimiyetinin kendisine âit olduğunu, yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan bütün varlıkların O'na itaat edip O'nun emir ve yasaklarını dinlediklerini belirtiyor. Allah onlara dilediğini emreder, di­lediğini nehyeder, dilediğini siler, dilediğini bırakır, dilediğini yazar, dilediğini kaldırır.

Ben derim ki; yahûdîleri nesh mes'elesini araştırmaya sevkeden husus küfür ve inâdlarıdır. Zira akıl bakımından neshin imkânsız ol­duğunu gösterecek hiç bir delil yoktur. Bilhassa Allah Teâlâ'nın hü­kümlerini neshetmesinin imkânsızlığını gösterecek hiç bir delil yok­tur. Allah nasıl istediğini yaparsa, dilediğine de hükmeder. Kaldı ki nesh eski kitaplarda ve geçmiş şeriatlarda vâki' olmuştur. Nitekim Hz. Âdem'in kız çocuklarının erkek çocuklarıyla evlendirilmesi helâl kı­lınmışken, sonra haram kılınmıştır. Keza Nûh (a.s.) a gemiden çık­tıktan sonra tüm hayvanları yemek helâl kılınmışken, bilâhere bazıları haram kılınmıştır. Ya'kûb ve çocuklarinın iki bacıyla evlenmeleri mü-bâh iken Tevrat'ta ve daha sonraki şeriatlarda bu, haram kılınmıştır. Daha buna benzer zikri hayli uzayacak pek çok mes'ele var ki nesh-edilmiştir. Onlar bu hususları kabul ettikten sonra yüz çevirmektedir­ler. Bu delillere verilen lafzî cevaplar, asıl maksadı teşkil eden mânânın delâletini ortadan kaldırmaz. Nitekim onların kitaplarında, Hz. Mu-hammed'in geleceğinin müjdelendiği bilindiği ve ona tâbi olmanın Hz. Peygambere tâbi olmayı gerektireceği apaçıktır. Hz. Peygamberin şerîati üzere yapılan amellerden başkasının makbul olmayacağı ortadadır. İsterse eski şeriatlar Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderilişine kadar sınırlıydı, dolayısıyla bunlar nesh sayılmaz denilsin. Nitekim Allah Teâlâ'nın : «Sonra orucu geceye kadar tamamlayın» kavli böyledir. İs­terse bunlar mutlaktır. Hz. Peygamberin şeriatı onları neshetmiştir, de­nilsin. Her iki takdirde de Hz. Peygambere tâbi olma gereği kesindir. Çünkü o, Allah Teâlâ ve Tebareke'nin en son ahdi olan son kitabı getirmiştir. [26]

 

108 — Yoksa daha önce Musa'ya sorulduğu gibi siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Kim îmanı küfürle değişirse dosdoğru yoldan sapıtmış olur.

 

Lüzumsuz Sorular:

 

Bu âyet-i kerime'de Allah Teâlâ olayların olmasından önce Hz. Peygambere çok soru sorulmasını yasaklamaktadır. Nitekim bir başka âyette şöyle buyurulur: «Ey îmanedenler, size açıklanınca hoşunuza gitmeyen şeyleri sormayın. Kur'an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır. Allah sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Ve Allah Ğaf ûr'dur. Halîm'dir.» (Mâide, 101) Eğer âyetin nüzulünden sonra tafsilâtını so­racak olursanız o konu size açıklanır. Ayrıca bir şeyi, olmazdan önce sormayın, belki sormanız nedeniyle o şey yasaklanabilir. Bunun için, sahih hadîste vârid olmuştur ki; müslümanlardan vebali en büyük olan, yasaklanmamış olan bir şeyi sorup da bu soru sebebiyle o şeyin yasaklanmasına sebeb olanlardır. Rasûlullah (s.a.) a; karısını berabe­rinde erkekle bulan bir adamın durumu sorulduğunda, konuşsa ağır bir konuyu konuşmuş olacaktı, sussa aynı şekilde olduğundan Rasûlul­lah (s.a.) soru soran kişiyi kınamış ve hoş karşılamamıştı. Bunun so­nunda la'netleşme hakkındaki âyet-i kerîme inzal buyurulmuştur. Bu­nun için Buhârî ve Müslim'de, Muğîre İbn Şu'be'den naklen zikredilen hadîste Rasûlullah (s.a.) m, denilmiş ve dedi gibi şeyleri çok sormayı ve malı boşa harcamayı yasakladığı belirtilir. Müslim'in sahihinde de buyurulur ki; «Benim bıraktığım şeyleri, siz de bırakın. Çünkü sizden öncekiler çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı çıkmaları • se­bebiyle helak olmuşlardır. Ben, size bir şeyi emredersem gücünüzün yettiğince yerine getirin. Size bir şeyi de yasaklarsam- ondan sakının.» Hz. Peygamber'in Allah Teâlâ'nın müslümanlann üzerine haccı farz kıldığını bildirmesinden sonra, adamın biri her yıl mı yâ Rasûlullah? dediğinde Hz. Peygamber susmuş. Adam üç kere tekrarlayınca O, hayır demiş. Eğer evet deseydim böyle vâcib olurdu ve sizin buna gücünüz yetmezdi. Sonra benim bıraktığım şeyleri siz de bana bırakın, buyur­muştur. Enes İbn Mâlik der ki; biz Hz. Peygambere bir şey sormaktan nehyedilmiştik ve Badiye'den bir adamın gelip de O'na bir şey sorması ve bizim dinlememiz bizi hayrete sevkediyordu.

el-Bezzâr der ki, bizeMuhammed tbn Müsennâ... tbn Abbâs'dan nakletti ki o şöyle demiş : Ben Muhammed (s-.a.) in ashabından daha hayırlı bir topluluk görmedim. Oniki mes'eleden başka bir şey sorma­dılar, onların hepsi de Kur*an'da cevaplandırıldı: «Sana içki ve kumar­dan sorarlar...» «Sana haram aylardan sorarlar...» «Sana yetimlerden sorarlar...» bu ve buna benzer konulardı.

«Yoksa daha önce Musa'ya sorulduğu gibi siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?» İstiyor olabilirsiniz. Veya inkârî istifham kabilinden olarak istiyor musunuz? Bu, hem mü'minleri hem de kâfirleri içerir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) bütün insanlığın peygam- beridir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyuru­yor : «Ehl-i Kitâb senin gökten kendilerine bir kitap indirmeni ister­ler. Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve bize Allah'ı apa-çık göster demişlerdi. Zulümlerinden dolayı onları yıldırım çarpmıştı.» (Nisa, 153)

Muhammed îbn İshâk der ki; bana Muhammed îbn Ebu Muham­med îkrime'den veya Saîd'den o da Abdullah Îbn Abbâs'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Râfî İbn Hüreymle —veya Vehb tbn Zeyd— dedi ki, Ya Muhammed, bize gökten bir kitap getir ki onu okuyalım, bize yer­den bir ırmak fışkırt ki sana tâbi olup doğrulayanın. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i celîle'yi inzal buyurdu : «Yoksa daha önce Mûsâ' ya sorulduğu gibi siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsu­nuz?»

Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî' İbn Enes'den, o da Ebu'l-Âliye'den bu âyet-i kerîme konusunda nakleder ki; adamın biri, ey Allah'ın Rasûlü, İsrâiloğullannın keffâreti gibi bizim de keffâretlerimiz olsa? dedi. Ra-sûlullah (s.a.) üç kere Allah'ım böyle bir şey istemeyiz, dedi. Allah'ın size verdiği şey İsrâiloğullanna verdiğinden daha iyidir. Çünkü İsrâil-oğullarından bir kimse suç işlediği zaman, onu kapısında yazılı bulur­du. Karşılığında keffâreti de belirtilmiş olurdu. Eğer o, suçunun kef-fâretini yerine getirirse kendisi için dünyada rüsvâylık olurdu. Eğer keffâretini yerine getiremezse, bu takdirde de âhirette rüsvâylık olur­du. Dolayısıyla Allah'ın size verdiği, İsrâiloğullanna verdiğinden daha hayırlıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Kim de bir kö­tülük yapar, nefsine zulmeder, sonra Allah'tan bağışlanmasını dilerse Allah'ı Ğafûr ve Rahîm olarak bulur.» Hadîste buyurulur ki: «Cum'adan Cum'a'ya beş vakit namaz, iki Cum'a arasındaki günahların keffâreti-dir.» Ve yine buyurulur ki: «Kim bir günah işlemeyi kasdedip de işle­mezse onun aleyhinde bir şey yazılmaz. Eğer işlerse bir tek günah yazılır. Kim de bir iyilik işlemeyi kasdeder, işlemezse, ona bir tek iyilik yazılır. İşlerse on misli iyilik yazılır. Allah ancak helak olacak kim­seleri helak eder.» Bunun üzerine işbu âyet-i kerîme nazil oldu. «Yoksa daha önce Musa'ya sorulduğu gibi, siz de peygamberinizi sorguya çek­mek mi istiyorsunuz?»

Mücâhid «Yoksa daha önce Musa'ya sorulduğu gibi siz de pey­gamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz» âyeti konusunda dedi ki: Musa'dan kendilerine Allah'ı apaçık göstermesini istemişlerdi. Kureyş-liler de Hz. Muhammed'den, kendilerine Safa tepesini altın yapmasını istemişlerdi. O, evet deyince, eğer küfrederseniz bu sizin için İsrail oğullarının sofrası gibidir, buyurmuştu. Onlar imtina ve rücû ettiler. Süddî ve Katâde'den de buna benzer rivayet nakledilir. En iyisini Al­lah bilir.

Âyetten maksad şudur: Allah, Rasûlünden isrâr ve inatla bir şey isteyenleri kınamıştır. Tıpkı İsrâiloğullannın Mûsâ (a.s.) dan yalan, inâd ve İsrarla bir şeyler istedikleri gibi. Sonra da buyurmuştur ki: «Kim îmanı küfürle değişirse» yani îmana karşılık küfrü satın alırsa «Dosdoğru yoldan sapıtmış olur.» Dosdoğru yoldan çıkıp cehalet ve sa­pıklığa düşmüş olur. Peygamberleri tasdik etmekten ve onlara bağla­nıp tâbi olmaktan kaçınan, onlara karşı çıkan, yalanlayan ve gereksiz yere sorular sorarak isrâr ve küfürle bir şeyler isteyenlerin hali böyle­dir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur : «Al­lah'ın verdiği nimeti küfürle karşılayanları ve milletleri helak olacak; lan yere götürenleri görmüyor musunuz?» (İbrahim, 28) Ebu'l-Âliye; bu âyetin, bolluğu şiddetle değiştirenler, anlamına geldiğini bildirir. [27]

 

109- Kitâb ehlinin çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra içlerindeki çekememezlikten ötürü, sizi
imandan sonra küfre döndürmek isterler. Allah'ın açıkla­
yıcı emri gelene kadar onları affedin, geçin. Şüphesiz ki
Allah her şeye kadir'dir.

— Namazı kılın, zekâtı verin, kendiniz için önceden
ne yollarsanız, onu Allah katında bulursunuz. Şüphesiz ki,
Allah yaptığınızı hakkıyla görendir.

Müslümanları Kâfir Yapmak İsteyenler :

Allah Teâlâ mü'min kullarım ehl-i kitâbtan kâfirlerin yoluna git­mekten men'ediyor ve onların gizli açık düşmanlıklarını mü'minlere öğretiyor. Mü'minlere karşı içlerinde taşıdıkları hasedi açıklıyor. Mü'-minlerin üstünlüğünü ve mü'minlerin faziletini bildikleri halde onları nasıl kıskandıklarını ortaya koyuyor. Mü'min kullarının da onlardan vazgeçip affetmelerini ve Allah'ın fethi ve zafer emri gelinceye kadar tahammül etmelerini emrediyor. Aynı zamanda namaz kılmalarını ve zekât vermelerini buyurarak bu konuda onları teşvik ve tahrik ediyor. Nitekim Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Mu­hammed... İbn Abbâs'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Huyeyy İbn Ahtab ve Ebu Yâsir İbn Ahtafo yahûdîlerden araplan en çok kıskananlardı. Zîra Allah bahusus Rasûlüne onları belirtmiştir. Onlar güçleri yettiğince insanları İslâm'dan geri çevirmeye çalışıyorlardı. Ve onlar hakkında Al­lah Teâlâ : «Kitâb ehlinin çoğu hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra içlerindeki çekememezlikten ötürü, sizi îmandan sonra küfre dön­dürmek isterler.» buyurmuştur. Abdürrezzâk, Ma'mer'den o da Zührî-den nakleder ki; buradaki ehl-i kitâb'tan maksad, Kâ'b İbn el-Eşref'tir. İbn Ebu Hatim der ki bana babam... Mâlik'ten nakletti ki yahûdî Ka'b İbn Eşref şâir imiş ve Rasûlullah'ı hicvedermiş. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Kitâb ehlinin çoğu...» âyetini inzal buyurmuş.

Dahhâk, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder : Ümmî bir peygam­ber onlara kendi yanlarındaki kitabları, peygamberleri ve âyetleri ha­ber veriyor ve tıpkı kendilerinin tasdik ettiği gibi, onları doğruluyor, ama onlar zulümden ve küfürden dolayı kıskanarak onu inkâr ediyor­lar. Bunun için Allah Teâlâ, onlar hakkında : «Hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra içlerindeki çekememezlikten ötürü...» buyurmuş­tur. Yani hak; bilmedikleri hiç bir nokta kalmayacak kadar kendilerine apaçık olduktan sonra, yine de hased onları inkâra götürmektedir. Böy­lece Allah onları kınamakta, tehdîd etmekte ve en ağır şekilde levmet-mektedir. Nebisine ve mü'minlere de; üzerinde bulundukları îman, ik­rar ve hem kendilerine hem de kendinden öncekilere inenleri tasdik ko­nusunda ısrar etmelerini bildirmekte, bunun fazilete ve erişilmez se: vâba vesile olacağını haber vermektedir.

Rebî' İbn Enes “” cümlesini “” kendi taraflarından, şeklinde tefsir etmiştir. Ebu'l-Âliye ise «Hak ken­dilerine apaçık belli olduktan sonra» âyetini şöyle tefsir etmiştir. Hz. Muhammed (s.a.) in peygamber olduğu, yanlarındaki Tevrat ve İncil'­de yazılı olduğunu bildikten ve kendilerine apaçık ayan olduktan son­ra, onlar peygamberin başkalarından olmasını kıskandıkları için ve aşırı gitmeleri nedeniyle onu inkâr etmişlerdir. Katâde, Rebî ve Süddi de böyle derler.

Allah Teâlâ'nın: «Allah'ın açıklayıcı emri gelene kadar onları af­fedin, geçin» kavli tıpkı şu kavl-i celîli gibidir : «Andolsun ki mallarınız ve canlarınızla deneneceksiniz. Hiç şüphesiz sizden önce kitab verilen­lerden ve Allah'a şirk koşanlardan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sab­reder ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki bu, büyük işler­dendir.» (Âl-i İmrân, 186)

Ali İbn Ebu Talha, «Allah'ın açıklayıcı emri gelene kadar onlan affedin, geçin» âyetini «Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün.» (Baka­ra, 191) ve «Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlarla savaşın.» (Tevbe, 29) âyetlerinin neshettiğini söylediğini nakleder. Bu âyet müşrikleri affedip geçmeyi neshetmiştir. Ebu'l-Âliye, Rebî' İbn Enes, Katâde, Süd-dî bu âyetin kılıç âyetiyle neshedilmiş olduğunu söylemişlerdir. Nitekim âyetteki: «Allah'ın açıklayıcı emri gelene kadar» bölümü de bunu gös­termektedir.

İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... Urve İbn Zübeyr'den nak­letti ki ona Zeyd oğlu Usâme bildirmiş ve şöyle demiş : Allah'ın kendi­lerine emir buyurduğu gibi, Rasûlullah ve ashabı, müşrikleri ve ehl-i ki­tabı affediyorlar ve onların eziyetlerine sabrediyorlardı. Nitekim Allah Teâlâ «Allah'ın açıklayıcı emri gelene kadar onları affedin,, geçin. Şüp­hesiz ki Allah her şeye kadirdir.» buyurmuştu. Rasûlullah (s.a.) afdan Allah'ın emri mânâsmı çıkarıyordu. Nihayet Allah, onlara savaş izni verdi ve Kureyş'in önde gelen liderlerini onlar sayesinde öldürdü. Bu rivayetin isnadı sahih olmakla beraber, Kütüb-ü Sitte'de onu göreme­dim.

«Namazı kılın, zekâtı verin, kendiniz için önceden ne yollarsanız, onu Allah katında bulursunuz.» Bu âyette Allah Teâlâ mü'minleri ken­dilerine fayda sağlayacak ve kıyamet günü âkibetlerine tesîr edecek davranışlara sevkediyor. Namaz kılmaya ve zekât vermeye teşvik edi­yor. Tâ ki Allah, kendilerine dünya hayatında zaferi nasîb kılsın. Şahit­liğin kalktığı; «Zâlimlere ma'zeretlerinin fayda vermediği ve onlar için la'netin ve kötü diyarın bulunduğu güne» hazırlanmalarını emrediyor. Bunun için âyetin sonunda Hak Teâlâ «Şüphesiz ki Allah yaptığınızı hakkıyla görendir» buyuruyor. Allah, hiç bir amel edenin amelini, gör­mezlikten gelmez. Ve katında zâyî etmez. Ameli; ister iyi olsun, ister kötü olsun, herkesi ameline göre cezalandırır.

Ebu Ca'fer İbn Cerîr «Allah yaptığınızı hakkıyla görendir» âyeti konusunda diyor ki; bu Allah'ın hitabettiği mü'minlere, verdiği bir ha­beridir. Onlar ister iyilik, ister kötülük yapmış olsunlar, ister gizlice ister açıkça yapsınlar, Allah onu görür. Çünkü Allah'a hiç bir şey, saklı ve gizli değildir. İyiliği, iyilikle, kötülüğü de kötülükle cezalandırır. Bu ifâde her ne kadar haber sadedinde vârid olmuşsa da, bunda hem va'd, hem ceza, hem emir, hem de yasak vardır. Bunun için o, mü'minler topluluğuna, bütün amellerini görmekte olduğunu bildirmişti, öyleyse onlar Allah'a itaat etsinler. Çünkü kendileri için Allah katında sakla­nacak olan budur. Allah katında buna göre sevaba ulaşacaklardır. Ni­tekim Allah Teâlâ buyurur ki: «Kendiniz için hayırdan ne gönderir­seniz onu Allah katında bulursunuz.» Aynı zamanda Allah'a isyandan da kaçınmalarını bildirmektedir.İbn Ebu Hatim der ki; bize, Ebu Zür'a... Ukbe İbn Âmir'den nak­letti ki, o şöyle demiş : Ben, Hz. Peygamberin bu âyeti «Gören ve işiten­dir.» şeklinde tefsir ettiğini gördüm. «Her şeyi gören ve işitendir», dedi. [28]

Yahudilerin birçoğu, peygamberi inkâr ettikleri ve ona tuzaklar kurdukları gibi, onu kıskandıklarından ve müslümanlara karşı nefret duyduklarından, mü'minlerin dinlerinden dönmelerini ve kâfir olmala­rım isterler. Bu isteklerinin âmili; içlerinde sakladıkları kıskançlık duygusu ve ruhî komplekstir. Hakka ve doğruya bağlılıkları değildir. Çünkü onlar Islâmm en doğru din olduğunu bilmekte ve bunu kıskan­maktadırlar. Binâenaleyh, siz onlarla ilgilenmeyin ve vazgeçin onlar­dan. Yaptıklarını kınamayın. Allah'ın savaş emri gelene değin sabre­din. Nitekim bilâhere Kurayza ve Nadir oğulları adındaki iki yahûdî kabilesiyle savaşma emri gelmiş ve yahûdîler müslümanlardan uzak­laştırılmışlardı. Ey Müslümanlar, siz namazınızı kılın, zekâtınızı verin. Namaz ve zekâtta dünyanın mutluluğu ve dünyanın iyiliği mevcûd ol­duğu gibi, âhiretin iyilikleri de mevcûddur. Bu dünyada kendiniz için ne yaparsanız Allah yaptıklarınızı görür. [29]

«Namazı dosdoğru küm ve zekâtı verin» Yani müslümanlann na­mazını ve zekâtını. Diğerleri namaz kılmamış ve zekât vermemiş gibi olur. Böylece Allah onlara önce İslâmın usûlünü emrettikten sonra, f ü-rûunu da emretmektedir... «Ve rükûa gidenlerle birlikte rükûa gidin.» Yani müslümanlann cemâatıyla birlikte. Çünkü cemaatla namaz tek başına namazdan 27 derece fazladır. Çünkü onda ruhların ortaya çıkıp görülmesi sözkonusudur. Burada namaz rükû ile ifâde edilmiştir. De­nildi ki; rükû, şeriatı vazeden yaratıcının gerekli kıldığı şeyleri kabul edip ona boyun eğmektir.[30]

 

Ve dediler ki: Yahûdî veya Hıristiyan olanlar­dan başkası cennete girmeyecek. Bu onların kuruntusu-
dur. De ki.- Eğer sâdıklardan iseniz delilinizi getirin.

— Hayır, kim ihsan edici olarak özünü tastamam Allah'a teslim ederse ona Rabbı katında mükâfat vardır.
Onlara korku yoktur, üzülmeyeceklerdir de.

— Yahudiler: Hıristiyanlar hiç bir şeye sahip de­ğildir, dedi. Hıristiyanlar da yahûdiler hiç bir şeye sahip
değildir, dedi. Halbuki hepsi de kitabı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların dedikleri gibi dedi. İhtilâfa düşer ol­dukları şeyde kıyamet günü Allah aralarında hükmünüverecektir.

 

Yahûdî ve Hıristiyanlardan Başkası Cennete Giremez (!) :

 

Allah Teâlâ; yahûdîlerin kendi durumlarıyla gururlandıklarını açık­lıyor. Nitekim Yahûdî ve Hıristiyanlardan her bir grup sadece kendi dininden olanların cennete gireceğini belirtmekte idiler. Mâide sûre­sinde de onların: «Biz Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz» dedikleri be­lirtiliyordu. Allah Teâlâ onları yalanlıyarak işledikleri günahlardan do­layı kendilerini azâblandıracağını ifâde ediyor. Eğer iddia ettikleri gibi olsaydı, durum hiç te böyle olmazdı. Daha önce söyledikleri gibi ken­dilerinin belirli birkaç gün ateşte kalacakları, sonra cennete taşınacak­larına dâir iddiaları böyle olsaydı, elbette onlar azâb görecek değildiler. Allah Teâlâ, onları reddediyor ve bu iddialarının mesnedsiz, delilsiz, belirsiz ve belgesiz olduğunu bildirerek, «Bu onların kuruntusudur» bu­yuruyor. Ebu'l-Âliye der ki; bunlar Allah'a haksız yere isnâd ettikleri kuruntulardır. Katâde ve Rebî' İbn Enes de böyle demiştir. Sonra Al­lah Teâlâ «De ki: Eğer sâdıklardan iseniz delilinizi getirin» buyuruyor. Evet ey Muhammed, onlara de ki: delilinizi getirin. Ebu'l-Âliye, Mücâ-hid, Süddî, Rebî' İbn Enes, delilinizi, diyor. Katâde ise bunu belgenizi diye tefsir etmiştir. «Eğer sâdıklardan iseniz» iddia ettiğiniz gibi, de­mektir.

«Hayır, kim ihsan edici olarak özünü dosdoğru, Allah'a teslîm eder­se, ona Rabbı katında mükâfat vardır.» Kim yalnız ve yalnız Allahiçin amel etmekte isrâr eder ve ona şirk koşmazsa... Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur:

«Eğer seninle tartışmaya girişirlerse; ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a teslîm ettim» de. (Al-i İmrân, 20) Ebu'l-Âliye ve Rebî' İbn Enes'e göre «Özünü tastamam Allah'a teslîm ederse» ihlâsla Allah'a yönelirse, demektir. Saîd İbn Cübeyr “” ifâdesini samimi­yetle,   “”  kelimesini de din olarak tefsir etmiştir.  «İhsan edici olarak» yani Rasûlullah (s.a.) a tâbi olarak. Çünkü kabul edilecek amelin iki şartı vardır : Birisi yalnız Allah'a tahsis edilmesi, diğeri de şeriata uygun şekilde doğru olmasıdır. Allah'a ihlâsla yapılsa da, dav­ranış kötü olursa kabul edilmez. Onun için Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

«Bizim emretmediğimiz bir ameli yapan kimsenin, bu âmeli merdûdtur.»

Müslim bu hadîsi Hz. Aişe (r.a.) den rivayet eder.

Hahamların ve rahiplerle onlara benzeyen kişilerin —her ne kadar onlar kendilerini Allah'a adadıkları kanâatinde iseler de— davranışları Allah indinde makbul değildir. Ancak onlara ve tüm insanlığa gönde­rilen Rasûlullah (s.a.) a tâbi oldukları takdirde amelleri makbul olur. Nitekim Allah Teâlâ bunlar ve benzerleri hakkında şöyle buyurur : «On­ların yaptıkları her işi ele alır, toz duman ederiz.» (Furkân, 23) Yine Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Küfredenlerin işleri engin çöllerdeki serâb gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiç bir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur. Ve O hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir.» (Nûr, 39) Mü'minlerin emîri Hz. Ömer (r.a.) in, bu âyeti rahiplerle te'vîl ettiği rivayet edilir. Bu husus ilerde gelecektir. Eğer davranışlar, dış görünüşü itibariyle şeriata uygun olur, fakat onu yapan kişi bu davranışıyla Allah'ın rızasını gözetmezse bu da merdûttur. Mürâîlerin ve münafıkların hali böyledir. Nitekim Allah Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurur: «Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmaya çalı­şırlar. Halbuki O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza teribel tenbel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, ne onlarla ne de bunlarla olurlar. İkisi arasında bocalayarak Allah'ı pek az anar­lar. Allah'ın saptırdığı kimseye yol gösteren bulamayacaksın.» (Nisa, 142 -143) Mâûn sûresinde ise şöyle buyurulur : «Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki; onlar namazlarım unuturlar ve onlar mürailik yaparlar, zekâtı da vermezler.» (Mâûn, 4-7). Ve yine bu mânâda Kehf sûresindeşöyle buyurulmaktadır: «Rabbına kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin Ve Rabbına kullukta hiç bir şeyi O'na şirk koşmasın.» (Kehf, 110) Burada ise «Hayır, kim ihsan edici olarak özünü tastamam Allah'a tes­lim ederse ona Rabbı katında mükâfat vardır.» buyuruluyor.

«Ona Rabbı katında mükâfat vardır. Onlara korku yoktur, üzül­meyeceklerdir de.» Allah Teâlâ onlara; ihsan edici olmalarının karşılığı olarak mükâfatlar kazanacaklarım garanti ediyor. Kendilerini her tür­lü yasaklardan ve kötülüklerden koruyacağım, korktuklarından emîn kılacağını belirtiyor. Onlar; gelecekleri konusunda endîşeye düşmedik­leri gibi, geçmişleri konusunda da üzülecek değillerdir. Nitekim bu âye­tin tefsirinde Saîd İbn Cübeyr : «Onlara korku yoktur» âhirette. ölüm­den dolayı «Üzülmeyeceklerdir» diyor.

«Yahudiler; hıristiyanlar hiçbir şeye sahip değildir, dedi. Hıristi­yanlar da, yahûdîler hiç bir şeye sahip değildir, dedi. Halbuki hepsi de kitabı okuyorlar.» Allah Teâlâ böylece onların birbirleriyle olan çekiş­melerini, kinlerini, düşmanlık ve inâdlaşmalarını açıklıyor.

Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Mu-hammed, İkrime'den veya Saîd İbn Cübeyr'den, o da İbn Abbâs'dan şöyle dediğini nakletti: Necrân'lı Hıristiyanlar Hz. Peygambere geldik­lerinde, onlarla beraber yahûdî hahamları da geldiler ve Rasûlullah (s.a.) m huzurunda Hıristiyanlarla tartıştılar. Râfî' İbn Hüreymle; siz bir şey üzerinde değilsiniz, diyerek Hz. İsa'yı ve İncil'i inkâr etti. Nec­rân'lı Hıristiyanlardan bir adam da, yahûdîlere dedi ki; siz bir şey üzerinde değilsiniz. Hz. Musa'nın peygamberliğini ve Tevrat'ı inkâr etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Yahûdîler, Hıristiyanlar hiç bir şeye sahip değildir ,dedi. Hıristiyanlar da, Yahûdîler hiç bir şeye sahip de­ğildir, dedi. Halbuki hepsi de kitabı okuyorlardı.» buyuruyor. Her iki grup da kitabı okuyor ve inkâr ettiği zatm doğruluğunu kitapta görü­yor. Yani yahûdîler, Tevrat önlerinde bulunduğu halde Hz. îsâ'yı inkâr ediyorlar. Halbuki Tevrat'ta Mûsâ (a.s.) nın dilinden Hz. îsâ'yı tasdik edeceğine dâir hüküm vardır. İncil'de de îsâ (a.s.) nın Musa'yı tasdik ettiğine dâir hüküm vardır. Tevrat'ın Allah katından geldiğini bildir­mektedir. Fakat her iki grup da diğerinin sahip olduğu hakkı inkâr ediyor.

Mücâhid, bu âyetin tefsirinde der ki: Yahûdîlerin ve Hıristiyan­ların eskileri doğru bir şey üzerinde idiler. Katâde «Yahûdîler, Hıristi­yanlar hiç bir şeye sahip değildir» âyeti konusunda şöyle der : Evet ilk Hıristiyanlar bir şeye sahiptiler, fakat bid'atlar icâd edip tefrikaya düş­tüler. «Hıristiyanlar da, Yahûdîler hiç bir şeye sahip değildir dedi.» Evet ilk Yahûdîler bir şeye sahiptiler, onlar da bid'ata düşüp tefrikaya daldılar. Katâde'den, Ebu'l-Âliye ve Rebî' İbn Enes'in bu âyetin tef­sirinde söylediği gibi bir söz rivayet edilmiştir. O der ki: Bunlar Ra-sûlullah (s.a.) devrinde yaşayan ehl-i kitâbtı. Bu söz her iki taifenin, diğer grubun kendisine isnâd ettiği şeyde doğru olduğunu ifâde eder. Ancak âyetin akışından anlaşıldığına göre, zahir bakımından, onların söyledikleri sözden dolayı kınanmaları gerektir. Çünkü onlar, bu söyle­diklerinin tersinin doğru olduğunu biliyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ: «Halbuki hepsi de kitabı okuyorlar» buyuruyor. Yani hepsi de încil ve Tevrat'a dayalı şeriatın o vakitte meşru olduğunu biliyorlardı. Ancak aralarındaki küfür ve inâd nedeniyle birbirlerini inkâr ettiler ve bozuğa bozukla mukabele etmeye çalıştılar. İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde'den ilk rivayette nakledildiği şekilde olduğu gibi. En iyisini Allah bilir.

«Bilmeyen kimseler de, onların dedikleri gibi dedi. İhtilâfa düşer oldukları şeyde kıyamet günü Allah aralarında hükmünü verecektir.» Böylece Yahudilerle Hıristiyanların birbirlerine karşı söyledikleri sözü bilmedikleri açıklanıyor. Bu, i'mâ ve işaret kabîlindendir. «Bilmeyen kim­seler de» ifadesiyle, kimlerin kasdedildiği ihtilaflıdır. Rebî' İbn Enes ve Katâde derler ki; Hıristiyanlar Yahudilerin söyledikleri gibi söylediler, îbn Cüreyc der ki: Ben Atâ'ya bu «bilmeyenler» kimlerdir? diye sordu­ğumda o, Yahûdî ve Hıristiyanlardan önce olan milletlerdir, dedi. On­lar, Tevrat'ı ve İncil'i kabul etmişlerdi. Süddî de bunların Araplar ol­duğunu söyler. Yani onlar, Hz. Muhammed bir şeye sahip değildir di­yorlardı. Ebu Ca'fer İbn Cerîr bu âyetin umûmî olduğunu ve herkese uygun düştüğü görüşünü tercih eder. Kaldı ki ortada bu sözlerden her­hangi birisini kesin olarak belirleyecek bir delil de yoktur, en iyisi hep­sine birlikte hamletmektir. En iyi Allah bilir.

«İhtilâfa düşer oldukları şeylerde kıyamet günü Allah aralannda hükmünü verecektir.» Allah Teâlâ kıyamet günü onları birleştirecek ve zulüm olmayan, zerre miktarı kimsenin aleyhine işlemeyen âdil hük­müyle aralarını ayıracaktır. Bu âyet, Allah Teâlâ'nın Hacc süresindeki şu âyetine benzemektedir: «Doğrusu îman etmiş olanlar ve Yahudiler ve Sâbiîler ve Hıristiyanlar ve Mecûsîler ve puta tapanlar arasında kı­yamet günü kesin hüküm verecektir. Doğrusu Allah her şeye şâhiddir.» (Hacc, 17) ve nitekim bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurulur : «De ki: Rabbınız aramızı birleştirir, sonra hak ile açar. O, Fettâh'tır, Alîm' dir.» [31]

Yahudiler kendilerinin doğru yolda olduklarını söyleyerek, cennete Yahudilerden başkasının girmeyeceğini, Allah'ın seçilmiş toplumu olduklannı iddia ediyorlardı. Bunlara göre, başka topluluklar sapık top­luluklardı. Ancak bunu kabul etmeyen Hıristiyanlar da, sadece Hıristi­yanların cennete gireceğini söylüyorlardı. Doğrusu her ikisi de boş hayâl ve kuruntu içindedir, aklî ve naklî hiçbir dayanakları yoktur. Aksi tak­dirde hem Yahudilerin ve hem de Hıristiyanların iddialarının doğru­luğunu isbâtlayan belgeler getirmeleri gerekir. Yüce Allah, onların bu iddialarını reddederek, sadece kendini Allah'a teslim eden ve O'nun emirlerine uyarak ibâdetlerini yerine getiren ve yalancıların furyasına kapılmayan müslümanların cennete gireceğini belirtiyor. Bunların Rabb-ları katında mükâfatları bulunduğunu, korku ve üzüntüye düşmeyecek­lerini ifâde ediyor. Yahûdî ve Hıristiyanlar birbirlerine karşı olan tu­tumlarını daha da ileri götürerek, defalarca Yahudiler, Hıristiyanların hiçbir şeye mâlik olmadığım, Hıristiyanlar da; Yahudilerin hiç bir şeye mâlik olmadığım söylüyorlardı. Halbuki her ikisi de ehl-i kitâb idi. Eğer ehl-i kitâb olarak Yahudiler Tevrat'a, Hıristiyanlar da İncil'e inanmış olsalardı bu tür iddialarda bulunmazlardı. Çünkü her gelen kitap, ken­dinden önce gelen kitabı doğrulamış ve kendinden sonra gelecek kitabı da müjdelemiştir. Şu halde her ikisi de doğru bir inanca sahip bu­lunmuyorlardı. Aynı davranışı hiçbir şey bilmeyen müşrikler de yapı­yordu. Ancak onların Allah katından gelmiş kitapları yoktu. Allah bu ihtilâfları dolayısıyla kıyamet günü onların arasında hükmünü vere­cek ve en ağır cezâya çarptıracaktır. Ama kesinlikle bilinmelidir ki; cennet, kendini Allah'a teslim eden mü'minlerin otağıdır. [32]

 

114- Allah'ın mescidlerinde; O'nun isminin anılma­sını men'eden, onların harâb olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır? Onların oralara korka korka girmekten başka hakkı yoktur. Dünyada rüsvâylık onlarındır. Âhiret-te ise onlara büyük bir azâb vardır.

 

Mâbedleri Tahrib Edenler:

 

Müfessirler Allah'ın mescitlerinde O'nun isminin anılmasını en­gelleyen ve onların harâb olmasına çalışanların kimler olduğu konu­sunda iki ayrı görüş serdetmişlerdir.

Birinci görüş: Avfî'nin tefsirinde İbn Abbâs'dan naklettiğine gö­re, bunlar Hıristiyanlardır. Mücâhid de der ki bunlar Hıristiyanlardır. Çünkü onlar mukaddes evde eziyet ediyorlar ve insanların orada na­maz kılmasını engelliyorlardı. Abdürrezzâk der ki; bize Ma'mer, Katâde'den nakletti ki: «Onların harâb olmasına çalışan» âyetinde kasdolu-nan Buhtun-nasr (Nabu-Kurur-Usur) ve arkadaşlarıdır. O Kudüs'deki mukaddes evi harâb etmişti ve Hıristiyanlar da ona yardımcı olmuş­lardı. Saîd Katâde'den naklen der ki, onlar Allah düşmanı Hıristiyan­lardır. Hıristiyanların, Yahudilere karşı kinleri, onları Bâbil'li Buh-tun-nasr'a yardımcı olmaya şevketti ki o, Mecûsî idi ve mukaddes evi harâb etmişti. Süddî der ki, bunlar Kudüs'teki mukaddes evin tahribi konusunda Buhtun-nasr'a destek olmuşlardı. Buhtun-nasr,; oraya pislik atılmasını emretmişti. Bizanslılar oranın harâb olmasına yardımcı ol­muşlardı. Sebebi de İsrâiloğullannın Zekeriyyâ oğlu Yahya (a.s.) yi öl­dürmeleridir. Buna benzer bir rivayet Hasan el-Basrî'den de nakledil­miştir.

İkinci görüş: İbn Cerîr'in rivayet ettiği görüştür. İbn Cerîr der ki; bana Yûnus İbn Abdü'1-a'lâ, İbn Vehb'den o da İbn Zeyd'den nak­letti ki, o bu âyette sözkonusu olanlar, müşriklerdir, demiştir. Onlar Hudeybiye güriü Rasûlullah (a.s.) a engel olarak Mekke'ye girmesini önlemişler ve Zu Tuvâ denilen yerde kurbanını kesmek zorunda bırak­mışlardı. Rasûlullah onlarla anlaşma yapmış ve hiç kimse kimseyi bu mübarek evden alıkoymaz, demişti. Çünkü kişinin babasının ve karde­şinin katili oraya gelirdi de, kimse ona engel olmazdı. Onlar; baba­larımızı Bedir günü öldürmüş olan; biz burada kaldığımız sürece bura­ya gelemez, demişlerdi. «Onların harâb olmasına çalışan» kavli konu­sunda da İbn Cerîr şöyle der: Onlar Allah'ın zikrini, hacc ve umre için oraya insanların gelmelerini engellemişlerdi.

İbn Ebu Hatim, Seleme'den İbn Abbâs'm şöyle dediğini nakletmiş : Kureyşliler, Hz. Peygamberi; Mescid-i Harâm'da ve Kâ'be'nin yanında namaz kılmaktan men'ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını men'eden, onların harâb olma­sına çalışan kimselerden daha zâlim kim vardır?» buyurdu.

İbn Cerîr, ilk görüşü tercîh eder ve buna delil olarak da Kureyş-lilerin Kâ'be'yi hârâb etmek için çalışmadıklarını belirtir. Halbuki, Bi­zanslılar Beyt el-Mukaddes'in tahribine çalışmışlardır, der.

Ben derim ki, —Allah en iyisini bilir ya— doğru olan ikinci söz- dür ki bunu İbn Zeyd ve İbn Abbâs nakletmiştir. Zîra Hıristiyanlar Yahudilerin Beyt el-Mukaddes'te ibâdet etmelerini engellemişlerse, on-lann dini Yahudilerin dininden daha doğru olmasındandı ve kendileri Allah'a daha yakındılar ve o sırada Yahudilerin Allah'ı zikretmeleri makbul değildi. Çünkü daha önce Dâvûd ve Meryem oğlu îsâ'nın di­linden lanetlenmişlerdi. Bu, isyan etmelerinden ve haddi aşmaların­dan dolayı idi. Kaldı ki Allah Teâlâ Yahûdî ve Hıristiyanlar! kötüledik-ten sonra, Rasûlullah ve ashabını Mekke'den çıkaran, mescid-i harâm'-da ibâdet etmelerini engelleyen müşriklerin zemmine başlıyor. İbn Ce-rîr"in Kureyşliler Kâ'beyi harâb etmeye çalışmamışlardı görüşüne ge­lince; onların yaptıklarından daha büyük bir tahrik olur mu? Mekke' den Rasûlullah'ı ve ashabını çıkarmışlardı. Oraya putları ve şirk koş­tukları heykelleri doldurmuşlardı. Nitekim bu konuda Allah Teâlâ şöy­le buyuruyor:

«Yoksa Mescid-i-Hârâm'a girmekten menederlerken Allah onlara niçin azâb etmesin? Hem O'nun dostu değiller. O'nun dostları ancak müttakîlerdir, fakat onların pek çoğu bunu bilmiyorlar.» (Enfâl, 34) Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyuruyor: «Müşrikler, kendileri­nin kâfir olduklarını itiraf edip dururken, Allah'ın mescidlerini imâr etmeleri gerekmez. Onların işledikleri boşa gitmiştir. Cehennemde te­melli kalacaklardır. Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gü­nüne inanan, namaz kılan, zekât veren ve sadece Allah'tan korkan kimseler ta'mîr eder. İşte onlar doğru yolda bulunanlardan olabilirler.» (Tevbe, 18-19). Bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyuruyor : «Onlar küf­retmiş olanlardır. Sizi Mescid-i Hârâm'ı ziyaretten ve bağlı kurbanları yerine gitmekten alıkoyanlardır. Eğer oradaki henüz tanımadığımız mü'min erkekler ve inanmış kadınları bilmeyerek ezmek suretiyle üzün­tüye kapılmanız ihtimâli olmasaydı, Allah savaşı önlemezdi. Allah dile­diklerine rahmet etmek için böyle emretmiştir. Eğer inananlarla kâfir­ler birbirinden ayrılmış olsalardı, küfredenleri can yakıcı bir azaba uğ­ratırdık.» (Feth, 25) Kâ'be'den mü'minleri kovup onların Ka'be'ye gir­mesine engel olmaktan daha büyük bir yıkış, bir tahrîb var mıdır? Kâ' be'nin imârından maksad süslenmesi ve şeklinin güzel durması değildir, aksine asıl imâr, Allah'ın adının orada anılması ve şeriatının uygulan­masıdır. Kâ'be'nin temizlenmesi demek, şirk ve pislikten arıtılması de­mektir.

«Onların, oralara korka korka girmekten başka hakkı yoktur.» Bu, taleb sadedinde bir haberdir. Yani onlara güç yetirirseniz, onların mescide sulh ve cizye altında girmelerinden başka kendilerine hiçbir imkân vermeyin. Bunun için Rasûlullah (s.a.), Mekke'yi fethedince; hicretin dokuzuncu senesinde ,bu yıldan sonra' hiç bir müşrikin Kâ'be' ye haccedemeyeceğini ve Beytullâh'ın çıplak olarak ziyaret edilemiyece- ğini ilân etmekle emrolunmuştur. Kimin sözleşmeli bir süresi varsa onun süresi doluncaya kadar kendilerine mühlet verilmiştir. Bu, Allah Teâlâ'nın şu kavlinin uygulanması ve doğru çıkarılmasından ibarettir : «Ey Mü'minler doğrusu müşrikler pistirler. Bu nedenle bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirir. Şüphesiz Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.» (Tevbe, 28) Bazıları da dediler ki; onların korku ve mü'minlerin kuvvetinden titrer halde Allah'ın mescidlerine girmeleri gerekiyordu. Mü'minleri Allah'ın mescidinden alıkoymaları veya oraya kendilerinin hâkim olmaları şöyle dursun, mü'minlerin kendilerini ez­mesinden çekinmeleri gerektiği manasınadır.

Denildi ki; bu, Allah tarafından müslümanlara verilmiş bir müj­dedir. Onları, Mescid-i Harâm'a ve diğer mescidlere hâkim kılacağı muştusudur. Müşrikleri Mescid-i Harâm'a korkarak girmekten başka bir şekilde giremiyecekleri ve böylece zelîl olacaklarının ifadesidir. Ora­da tutulup cezalanmaları veya müslüman olmazlarsa öldürülmeleri en­dişesiyle karşılaşacaklarının müjdesidir. Allah Teâlâ bu va'dini yerine getirmiştir. Müşriklerin mescid-i Harâm'a girmelerini yasaklamıştır.

Rasûlullah (s.a.) da Arap Yarımadasında iki dinin kalmamasını tavsiye etmiş, Yahudi ve Hıristiyanların yarımadadan kovulmasını bil­dirmiştir. Hamd ve minnet Allah'a mahsûstur. Bunun nedeni; sadece Mescid-i Harâm'ın çevresini şerefli tutmak ve tüm insanlığa uyarıcı ve müjdeci olarak gönderilmiş olan Rasûlünün gönderildiği bölgeyi temiz tutmaktır. İşte dünyada rüsvâylık onlaradır. Çünkü ceza her zaman amel cinsindendir. Onlar nasıl mü'minleri Mescid-i Harâm'dan alıkoy-muşlarsa, kendileri de oradan alıkonulmuşlardır. Onlar nasıl mü'minleri Mekke'den kovmuşlarsa, onlar da Mekke'den kovulmuşlardır. «Âhirette ise onlara büyük bir azâb vardır.» Allah'ın evinin mahremiyetini çiğ­nedikleri ve çevresine putlar dikerek, onu küçük düşürdükleri, için Al­lah'ın evinde Allah'tan başkasına ibâdet ettikleri, orayı çıplak olarak gezdikleri ve daha buna benzer Allah ve Rasûlünün hoşlaşmadığı fiil­leri işledikleri için.

Allah'ın eviyle Kudüs'deki Beyt el-Mukaddes'in kaydedildiğini söy­leyenlerden, Ka'b el-Ahbâr der ki; Hıristiyanlar Kudüs'ü ellerine geçi­rince, orayı tahrib ettiler. Allah Teâlâ Rasûlü Muhammed (s.a.) i pey­gamber olarak gönderince ona bu âyeti inzal buyurdu. Yeryüzünde bulunan bütün Hıristiyanlar Kudüs'e ancak korkarak girebilirler. Süd-dî de der ki; yeryüzündeki bütün Bizanslı'lar bugün ancak oraya boy­nunun vurulması veya cizye ödemek korkusuyla girebilirler. Katâde der ki; onlar, mescidlere ancak gizlice girebilirler.

Ben derim ki; bu, maksadın âyetin umûmu içerisine dâhil olmasını ortadan kaldırmaz. Zîra Hıristiyanlar, Kudüs'te mukaddes evde zulmetmeleri, Yahudilerin önünde duâ ettikleri taşı küçümsemeleri sebebiyle şer'an ve İlâhî taikdîr eseri olarak zilletle cezalandırıldılar. Ancak bir süre Allah onları Beyt el-Mukaddes ile imtihan etti. Yahudiler orada Allah'a isyan edince ve isyanları da Hıristiyanların isyanından daha fazla olunca, cezalan da daha büyük oldu. Allah en iyisini bilir. «Dün­yada rüsvâylık onlaradır» âyeti Süddî, İkrîme ve Vâil İbn Davud'a göre, Mehdî'nin çıkışıyla, onların horlanacağı manasınadır. Katâde ise «on­lar cizye verecek» diye tefsir etmiştir.

Sahîh olanı, dünyadaki horlanmanın ve rüsvâylığın bütün bun­lardan daha geniş bir anlam taşımasıdır. Nitekim hadîsde dünyada horluktan ve âhiret azabından Allah'a sığınılması vârid olmuştur. Şöyle ki İmâm Ahmed İbn Hanbel... Büsr İbn Ertaa'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle duâ edermiş :

«Allah'ım her işte sonumuzu iyi kıl. Bizi dünyada horlanmaktan ve âhirette azabından uzak kıl.»

Bu hadîs hasendir, ancak Kütüb-i Sitte'de yoktur. Ve onu rivayet eden sahabenin (Büsr İbn Ertaa veya İbn Ebu Ertaa da denir) savaşta eller kesilmez hadîsinden başka bir hadîs rivayeti yoktur. [33]

Allah'ın mabedlerini tahrîbten ve insanları ibâdetten alıkoymak­tan daha büyük bir zulüm olamaz. Ne şekilde olursa olsun, mescidlerde Allah'ın adının anılmasını önleyen ve mescidlerin vazifesini yapması­na engel olandan zâlim kimse yoktur. Bunu yapanlar, Allah'tan uzak­tırlar. Onların mescidlere korku ve ürperti içerisinde girmekten başka yapacakları birşey yoktur. Müslümanlar güç ve kudret kazanınca ve Kur'an'ın hükümlerini yerine getirince, Allah yolundan alıkoyanlar ma-bedlere ancak korku içerisinde girebilirler. Aksi takdirde müşrikler ma-bedlere girmekle kalmayacaklar, onları tahrîb edeceklerdir. Mescidlerde Allah'ın adının anılmasına engel olanlar, dünyada zillet ve âhirette de azaba çarptırılırlar. Doğusuyla Batısıyla tüm yeryüzü Allah'ındır. Nerede namaz kılarsanız ve Allah'a yönelirseniz Allah oradadır. Allah hiçbir mekâna sığmaz, O, bütün mekânı ihata eder.

Bu âyet-i celîle bazı rivayetlere göre Kudüs'ün tahribi üzerine nazil olmuştur. Bir başka rivayete göre; peygamberi ve ashabını Mekke'ye gir­mekten alıkoyan müşrik Araplar hakkında nazil olmuştur. Bir diğer rivayete göre; ilerde müslümanların mukaddes makamlarına saldıra-cak ve onları mukaddes ma'bedden uzaklaştıracak kavimler hakkında nazil olmuştur. Ancak kelâm umûmîdir ve tüm ehl-i kitâb ile onların yolunda olanlara hitâb etmektedir. [34]

Bu konuda Reşîd Rızâ ise şöyle diyor:

Bu âyette birkaç vecih vardır.

a- Bu âyet; Hz. Mesih'ten 70 sene sonra meydana gelmiş bir hâ­diseye işaret etmektedir. Bu hâdise, Romalı Titus'un Kudüs'e girip orayı tahrîb etmesi ve şehri bir toprak yığını haline getirmesidir. Hz. Süleyman'ın ma'bedini yıkıp birkaç harâb duvardan başka birşey bı-rakmıyacak hale getirmesi ve Yahudilerin elindeki Tevrat nüshalarını yakmasıdır. Hz. Mesih, bu hususu belirterek Yahudileri uyarmıştı. Bazı müfessirler de derler ki; Hıristiyanlar, Romalıları teşvik ederek onları bu harekete sürüklemişlerdir.

Üstâd Muhammed Abduh der ki; bu haberin doğru veya yanlış ol­duğunu bilmiyorum. Çünkü bunu söyleyenler; ne delil getirebilmişler­dir, ne de tarihî bir nakil. Ancak bildiğim odur ki; Hıristiyanlar dağı­nık oldukları ve Yahudilerin baskısından dolayı gizlenip saklandıkları için memleketlerini terkederek Roma'ya gitmişlerdi. Kendilerini yurt­larından çıkmak zorunda bırakan Yahudilerden intikam almak istiyor ve Hz. îsâ'nın tehdidinin gerçekleşmesini istiyorlardı. Veya Romalılar her ne kadar putperest idiyseler de, Yahudilerin hiçbir şeye sahip ol­madıklarını görüyorlardı. Onların savaşı, din savaşı değildi. Sadece milletleri için ve ülkelerine tamah ederek Yahudilerle savaşıyorlardı. Bunun ma'bedin yıkılmasına ve din kitaplarının yakılmasına kadar va­racak kötü bir durum olacağım sanmıyorlardı. İşte bu hususlar, Hıris­tiyanların Titus'u Kudüs'e saldırmaya teşvik ettiklerinin delilleridir. Ancak tarihî bir belge olmadıkça bunun böyle olduğunu söylemek im­kânsızdır.

Ne gariptir ki Muhammed İbn Cerîr el-Taberî tefsirinde der ki; bu âyet, Hıristiyanların, Kudüs'ü yıkmak için BâbiPli Buhtun-nasr (Nebu-Kudur-Usur) ile birleştiklerinin delilidir. Halbuki Buhtun-nasr'm Ku­düs'ü yıkması Hz. îsâ'dan ve Hıristiyanlıktan 133 sene kadar önceydi. Eğer Taberî büyük bir tarihçi olmasaydı Hz. îsâ'dan 130 sene sonra gelen Romalı Adrinal hâdisesine sözünü hamletmek mazur sayılabilir­di. Nitekim adı geçen kişi Orşelim tepelerinde bir şehir kurmuş ve şehri süsleyerek hamamlar yapmış, Süleyman ma'bedi'nin kalıntıları üzerine de bir Mars mabedi inşâ etmişti. Yahudilerin buraya girmelerini'yasak­lamış ve gelecek olurlarsa öldürüleceklerini bildirmişti. Bu sebeple Yahudiler ona ikinci Buhtun-nasr adını takmışlardı. Çünkü onun zul­münden ve baskısından çok çekmişlerdi. Ancak bu bile bir tarihçi için mazeret sayılmaz.

İkincisi, bazı müfessirlere göre bu âyet Hudeybiye vak'ası üzerine nazil olmuştur. Bu görüşü benimseyenler derler ki; Romalılar hâdisesi üzerinden uzun zaman geçmişti. Artiîk âyetin hâdiseye hamledilmesine gerek yoktur. Bu görüşe şöyle itiraz edilmiştir : Arap müşrikler Ka'be'yi yıkmak için çalışmamışlardı. Câhiliyyet devrinde Ka'be'ye saygı göste­rir, şerefli mahal olarak kabul ederler ve orayı imâr ederlerdi. Üstâd imâm (Muhammed Abduh) der ki; bu âyetin her iki meseleye de hamli mümkündür. Allah'ın mescidlerinde Allah'ın adının anılmasını önleyen­ler Mekke'li müşrikler, Allah'ın mescidlerini yıkmaya çalışanlar da Ro-ma'lı müşrikler olabilir. Ve böylece Mekke'li müşriklerin Allah'ın Ra-sûlünün mübarek eve girmesini engellemeleri ve orada Allah'ın adının anılmasına mâni olmalarıyla daha önceki Roma'lı müşriklerin Allah'ın evini tahrîb etmesi birleştirilerek her iki fiilin çirkinlikte eşit olduğuna işaret edilmiş olabilir.

Üçüncü görüşe göre; ehl-i kitâb hakkındaki bu âyet; meydana gel­miş bir olayı değil, meydana gelecek bir olayı haber vermektedir. Bu, daha sonra Haçlıların Kudüs'e ve diğer İslâm memleketlerine saldırıp Müslümanları Mescid-i Aksâ'dan alıkoyarak birçok mescidi tahrîb et­melerine işarettir.

Dördüncü görüş taraftarları ise derler ki; bu âyet aynı şekilde ilerde gelecek bir olayı haber vermektedir. Bundan maksad Ka'be'yi yıkan ve Müslümanların Ka'be'ye girmesine engel olan, birçok mescidi yerle bir eden Karâmita hadisesidir. (...)

Şeyhimiz der ki; bu âyet gerek olmuş, gerekse olacak bir hâdise hakkında veya hiçbir şekilde ma'bedlere saygı duymayanları tehdîd için inmiş olsun, her halükârda içinde namaz kılınarak ve tesbîh çekilerek Allah'ın adı anılan ma'bedlere saygı duymanın gereğini ilân etmektedir, ma'bedlerin tahribine çalışmanın yasak olduğunu "belirtmektedir. (...) İşte İslâm şeriatında; ehl-i kitabın mabedlerine, kiliselerine ve havra­larına, oralarda ibâdet eden rahiplere saygı duymayı, ayrıca ehl-i kitâb olmaları şüpheli bulunan Mecûsî ve Sâbiîlerin ma'bedlerine hürmet et­meyi isteyen hükümdeki sır buradadır. Üstâd İmâm (Muhammed Ab­duh) Sâbiîleri ehl-i kitâb'tan saymaktadır.[35]

 

115- Doğu da Batı da Allah'ındır. Her nereye döner­seniz vech-i İlâhî oradadır. Şüphesiz ki Allah Vasî'dir, Alîm'dir.

 

Doğu da, Batı da Allah'ındır :

 

Allah en iyisini bilir ya; bu âyet, Mekke'den çıkarılan, mescidlerin-den ve namazgahlarından ayrılan, Rasûlullah ve ashabını teselli için­dir. Bilindiği gibi, Rasûlullah (s.a.) Mekke'de iken Kâ'be'ye ve Beyt el-Mukaddes'e doğru namaz kıldı. Sonra Allah Kâ'be'ye doğru döndür­dü. Bunun için de «Doğu da Batı da Allah'ındır. Her nereye dönerseniz yech-i ilâhî oradadır» buyuruldu.

Ebu Übeyd Kasım İbn Sellâm, «el-Nâsih ve'1-Mensûh» adlı eserinde der ki; bize Haccâc İbn Muhammed... İbn Abbâs'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Allah en iyisini bilir ya —bize anlatıldığına göre— Kur'an'daıi ilk neshedilen bölüm kıble mevzuudur. Allah Teâlâ : «Doğu da Batı da Allah'ındır. Her nereye dönerseniz vech-i ilâhî oradadır» buyurdu. Bu­nun üzerine Rasûlullah (s.a.) önce Kudüs'e doğru namaz kılıp Allah'ın evini terketmişken sonra Allah bu âyeti neshederek Beyt el-Atîk'a doğ­ru döndürmüştür ve şöyle buyurmuştur: «Nereden çıkarsan yüzünü mescid-i haram tarafına döndür. Siz de nerede bulunursanız yüzünüzü o tarafa döndürün.»

Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'dan naklen der ki: Kur'an'da ilk neshedilen âyet, kıble âyetidir. Şöyle ki Rasûlullah (s.a.) Medine'ye hicret ettiğinde —orada Yahûdî halk da bulunuyordu— Allah Teâlâ ona mukaddes eve (Kudüs'e) dönmesini emretti. Yahûdîler buna çok sevindiler. Rasûlullah (s.a.) on şu kadar ay Kudüs'e doğru döndü. An­cak o Hz. İbrahim'in kıblesini seviyordu, duâ ediyor, göğe bakıyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Doğrusu biz, yüzünü semâya doğru çe­virip durduğunu görüyoruz. Şimdi seni hoşnûd olacağın bir kıbleye çe­vireceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede bulunursanız bulunun yüzlerinizi o tarafa doğru çevirin.» (Bakara, 144) âyetini inzal buyurdu. Yahûdîler, bunun üzerine kuşkulandılar ve dediler ki; onları üzerinde bulundukları kıbleden döndüren nedir? Bu sebeple Allah Teâlâ: «Doğu da Batı da Allah'ındır de.» âyetini inzal buyurdu. «Her nereye dönerseniz vech-i ilâhî orasıdır.»

İkrime, İbn Abbâs'dan nakleder ki; «Her nereye dönerseniz vech-i ilâhî oradadır» âyeti konusunda o, şöyle demiş : Doğuya da Batıya da dönsen Allah'ın kıblesidir. Mücâhid ise; nerede bulunursanız bulunun, sizin yöneleceğiniz bir kıble vardır o da Kâ'be'dir, şeklinde tefsîr etmiş­tir.

İbn Ebu Hatim, kıblenin tebdili konusunda yukarıda geçen hadîsi İbn Abbâs'dan rivayet eder. Ebu'l-Âliye, Hasan, Atâ el-Horasânî, İkrime, Katâde, Süddî ve Zeyd İbn Eslem'den de buna benzer bir rivayet nak­ledilir.

İbn Cerîr ve başkaları derler ki; Allah Teâlâ bu âyeti, kıbleye yö-nelme emri gelmezden önce inzal buyurmuştur ve bu âyetle nebisine ve ashabına Doğu ve Batı tarafından istedikleri tarafa namaz kılarken yönelebileceklerini bildirmek için nazil olmuştur. Çünkü onlar yüzlerini hangi tarafa çevirirlerse çevirsinler, sânı yüce olan Allah'ın vechi orada ve o taraftadır. Çünkü doğular da batılar da Allah'ındır. Allah'tan halî hiç bir mekân yoktur. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurmaktadır: «Bunlardan az veya çok ne olursa olsunlar, nerede bulunursa bulunsunlar mutlaka onlarla beraberdir.» (Mücâdele, 7). De­diler ki; daha sonra Mescid-i Harâm'a yönelmeyi emreden âyet-i kerîme ile kıbleye teveccüh emri gelmiştir. İbn Cerîr böyle der. Ancak «Allah'tan halî hiç bir mekân yoktur» sözüyle, eğer Allah'ın ilmini kasdetmişse, bu, doğrudur. Çünkü ilm-i İlâhî bütün ilimleri ihtiva ve ihata etmiştir. Eğer zâtını kasdetmişse onun zâtı yaratıklarından herhangi biri tara­fından kuşatılamaz. Allah bundan yüce ve büyüktür.

İbn Cerîr der ki; başkaları da bu âyet; Rasûlullah. (s.a.) a; nafile namaz kılarken, seferde, korku ve sıcaklık halinde Doğu veya Batıdan dilediği tarafa yönelebileceğine dâir bir izin olduğunu söylerler. Ebu Küreyb... Abdullah İbn Ömer'den naklen der ki; o, bineği nereye yö­nelirse o tarafa namaz kılardı ve Rasûlullah'ın böyle yaptığını anlatır­dı. Bu görüşünü de «Her nereye dönerseniz vech-i ilâhî oradadır» âyeti­ne dayandırırdı. Bu hadîsi Müslim, Tirmizî, Neseî, İbn Ebu Hatim ve İbn Merdûyeh muhtelif yollarla Abdülmelik İbn Ebu Süleyman'dan ve Saîd İbn Cübeyr'den ve Abdullah İbn Ömer'den naklederler. Bu hadîsin aslı Buhârî ve Müslim'in sahihinde âyet zikredilmeksizin Abdullah İbn Ömer ve Âmir îbn Rebîa'dan menkûldür. Buhârî'nin Sahîh'inde, Nâff nin Abdullah îbn Ömer'den naklettiğine göre, ona korku namazından sorulduğunda bu namazı anlatır, sonra der ki; eğer korku bundan daha fazla olursa ayaklan üzeri kıyam ile kıbleye yönelerek veya kıblenin dı­şında bir noktaya yönelerek binekli halde namazlarını kılarlar. Nâfî der ki; Abdullah îbn Ömer bunu Hz. Peygamberden nakletmiştir.

İbn Cerîr der ki; başkalan da, bu âyet; kıbleyi bilemiyen, hangi yönde olduğunu anlayamayan ve muhtelif yönlere doğru namaz kılan bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Allah Teâlâ bunlara; Doğu da, Batı da Benimdir, yüzünüzü nereye döndtirürseniz benim vechim orası­dır. Sizin kıbleniz de orasıdır, buyurarak onların namazlarının geçerli olduğunu kendilerine bildirmiştir, derler.

Bize Ahmed İbn îshâk el-Ahvâzî... Âmir İbn Rebîa'dan, o da ba­basından nakletti ki, şöyle demiş: Biz karanlık bir gecede Rasûlullah (s.a.) ile beraberdik. Bir konak mahalline indik ki, kişi taşlan alıyor ve bir mescid yaparak orada namaz kılıyordu. Sabahlayınca bir de bak­tık ki biz, namazımızı kıbleden başka bir yöne doğru kılmışız. Dedik ki; Ey Allah'ın Rasûlü biz bu gece namazımızı kıbleden başka bir yönedoğru kıldık durum ne olacak? Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Doğu da Batı da Allah'ındır...» âyetini inzal buyurdu.- Sonra Süfyân İbn Vekî' den, babasından ve Ebu Rebî'den buna benzer bir rivayeti nakletti. Tirmizî de bu hadîsi Mahmud İbn Ğaylân tarikiyle Vekî'den, İbn Mâ-ce ise Yahya İbn Hâkim yoluyla Ebu Davûd ve Ebu Rebî'den nakletti. İbn Ebu Hatim bunu Hasan İbn Muhammed tarikiyle Saîd İbn Süley­man'dan o da Ebu Rebî el-Semmân'dan nakletti ki bunun adı Eş'as İbn Saîd el-Şasrî'dir. Bu kişi zayıf hadîsler nakleder. Tirmizî bu hadîsin hasen olduğunu söylerse de isnadı böyle değildir. Çünkü bu isnadın Eş'as İbn Saîd'in hadîsinden olduğunu biliyoruz. Eş'as ise hadîste zayıf olarak kabul edilir. Ben derim ki; onun şeyhi olan Âsim da aynı şekil­de zayıftır. Buhârî onun hadîsinin münker olduğunu bildirir. İbn Mum ise, onun hadîsinin zayıf olduğunu ve delil alınamayacağını söyler. İbn Hibban da, metruktür, der. En iyisfhi Allah bilir. Bu hadîs muhtelif yollarla Câbir'den de nakledilmiştir..

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh bu âyetin tefsirinde der ki; bize îsmâîl İbjı Ali... Ahmed İbn Abdullah'dan nakletti ki, o şöyle demiş: Babamın kitabında gördüm ki Abdülmelik'in Atâ'dan onun da Câbir-den naklettiğine göre o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) bir seriyye gön­dermişti, ben de o seriyyede bulunuyordum, karanlık bastırdı, kıblenin ne tarafta olduğunu bilemedik. İçimizden bir grup kıble, şu tarafta Semmâk tarafındadır, dediler ve namaz kılıp çizgiler çizdiler. Sabah olup güneş doğunca bu çizgilerin kıbleden başka bir yönde olduğu görüldü. Seferimizden döndüğümüzde Rasûlullah (s.a.) a bu durumu sorduk, fakat o, sustu. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «De ki: Doğu da, Batı da Allah'ındır...» âyetini inzal buyurdu. Hafız Ebu Bekr İbn Merdûveh bu­nu bilâhere Muhammed İbn Ubeydullah el-Arzemî kanalıyla Atâ'dan, o da Câbir'den nakleder.

Darekutnî der ki; bana Abdullah İbn Abdülazîz, Dâvûd İbn Ömer' in... Câbir'den naklettiği şu hadîsi okudu ve ben de dinledim: Câbir diyor ki; biz, bir seferde Rasûlullah (s.a.) ile beraberdik. Üzerimize bu­lut çöktü, şaşırdık ve kıbleyi çıkaramadık. Her birimiz bir yöne doğru namaz kıldık. Her birimiz önümüze çizgi çiziyorduk ki yerlerimizi bile­lim. Bu durumu Rasûlullah'a bildirdiğimizde o, bu namazların iadesini emretmedi ve «Namazınız yerini bulmuştur» dedi. Sonra Darekutnî der ki; Muhammed İbn Sâlim'den de böyle nakledilmiştir. Diğerleri de bunu Muhammed İbn Ubeydullah el-Arzemî yoluyla Atâ'dan nakleder ki iki­si de zayıftır. İbn Merdûyeh ayrıca Kelbî kanalıyla İbn Abbâs'dan nak­leder ki; Rasûlullah (s.a.) bir seriyye göndermiş. Onlar buluta yakalan­mışlar ve kıbleyi çıkaramamışlar. Kıbleden başka bir yöne doğru na­maz kılmışlar. Güneşin doğuşundan sonra kıbleden başka bir yöne doğ­ru namaz kıldıklarım anlamışlar, Rasûlullah (s.a.) in huzuruna gelip ona anlatmışlar, bunun üzerine Allah Azze ve Celle bu âyeti indirmiş. Bu isnâdlarda zayıflık vardır. Ancak bir kısmı bir kısmına bağlanmak­tadır, yönün yanlış olduğunun anlaşılması üzerine, namazın iade edilip edilmeyeceği hususunda bilginlerce iki ayrı görüş vardır. Ancak bu ri­vayetler kaza edilmiyeceğini göstermektedir. En iyisini Allah bilir.

İbn Cerir der ki; başkalan da bu âyetin Necâşi vesilesiyle nazil ol­duğunu söylerler. Muhammed İbn Beşşâr, Katâde'den nakleder ki, Ra­sûlullah (s.a.) bir kardeşiniz öldü, onun üzerine namaz kılın, buyurdu. Biz müslüman olmayan bir adama mı namaz kılacağız? dedik. Bunun üzerine : «Ehl-i kitâb'tan öyleleri de vardır ki Allah'a ve size indirilen­lerle kendilerine indirilmiş olanlara îman ederler, Allah'ın huzurunda huşu ile eğilirler.» âyeti nazil oldu. Katâde der ki; o, kıbleye doğru na­maz kılmazdı dediklerinde, «De ki Doğu da Batı da Allah'ındır...» âyeti nazil oldu. Bu rivayet garîbtir. Allah en iyisini bilendir.

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh bu âyetin tefsirinde Ebu Ma'şer'in... Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği şu hadîsi nakleder: Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: «Doğu ile Batı arasında, Irak, Şam ve Medîne halkı için birer kıble vardır.» bu rivayetlerin bu âyetle ilgisi bulunmaktadır. Ni­tekim Tirmizî ve îbn Mâce ,Ebu Ma'şer'in hadîsinden bunu tahrîc eder­ler. Ebu Ma'şer'in adı Necîh İbn Abdurrahmân'dır. O, Rasûlullah'ın Doğu ile Batı arasında bir kıble vardır, buyurduğunu nakleder. Tirmizî de bir başka şekilde bunun Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğini söyler. Tirmizî ve bazı ilim erbabı, Ebu Ma'şer'in hıfzı yönünden hakkında söz söylemişlerdir, der ve ilâve eder; bana, Hasan İbn Ebu Bekr el-Mervezî... Ebu Hüreyre (r.a.) den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) Doğu ile Batı ara­sında bir kıble vardır, buyurmuştur. Tirmizî sonra bu hadîs; hasen, sahihtir, der.

Buhârî'nin de ,bu hadîsin, Ebu Ma'şer'in hadîsinden daha sahih ve daha kuvvetli olduğunu söylediği nakledilir. Tirmizî sahabelerden bir­kaç kişiden rivayet eder ki, Doğu ile Batı arasında bir kıble vardır, bu-yurulmuştur. Bu sahabeler arasında Hattâb oğlu Ömer, Ebu Tâlib oğlu Ali ve Abbâs oğlu Abdullah bulunmaktadır. İbn Ömer der ki; Batıyı sağına, Doğuyu soluna aldığında ikisinin arasında kıbleye yönelecek olursan bir kıble vardır. İbn Merdûyeh der ki; bana Ali İbn Ahmed... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) Doğu ile Batı arasında bir kıble vardır, buyurmuştur. Darekutnî ve Beyhakî de bunu rivayet ediyor ve diyor ki, meşhur olan rivayet Abdullah îbn Ömer'in Hz. Ömer'den nakletmiş olduğu bu sözdür.

İbn Cerîr der ki; bu âyetin, yüzünüzü duâ ederken nereye çevi­rirseniz çevirin, benim vechim orasıdır ve sizin duanızı kabul ederim, mânâsına olması muhtemeldir. Nitekim Kasım... Mücâhid'in şöyle de­diğini rivayet eder: «Bana duâ edin size icabet edeyim» âyeti nazil ol- duğunda, onlar nereye doğru? dediler. Bunun üzerine «De ki Doğu da Batı da Allah'ındır...» âyeti nazil oldu. İbn Cerîr der ki: «Şüphesiz ki Allah Vasî'dir, Alîm'dir.» âyetinin mânâsı yeterlikte, lutufta ve cömert­likte bütün yaratıklarını ihata eder, demektir. «Alîm'dir» den maksad kullarının bütün amellerini bilir, demektir. O'nun bilgisinden hiç bir şey gizli ve saklı kalmaz. O, her şeyi hakkıyla bilendir. [36]

Kâşânî'ye ait olduğu kabul edilip de, Muhyiddîn İbn el-Arabi'ye atfedilen tefsirde şöyle denir :

Nûr ve zuhur âlemi olan ve Hıristiyanların cenneti sayılan Doğu da, karanlıklar, gizlilikler âlemi olan ve Yahudilerin cenneti ve kıblesi sayılan Batı da Allah'ındır. Doğu O'nuh gerçekte bâtını, Batı ise O'nuh gerçekte zahiridir. Zahir ve bâtından nereye yönelirseniz yönelin orası Allah'ın veçhidir. Yani bütün sıfatlarıyla tecellî eden Allah'ın zâtıdır. Veya şöyle de mânâ verilebilir : Kalblerinize zuhur ve tecellî edecek do­ğuş Allah'ındır. O, şuhûd ve fena halinde cemâliyle size tecellî eder. O, perdeye bürünerek suret ve zâtlarıyla saklanıp ğurûb eder. Batış sizin fenadan sonra baka halinizi celâl sfatının gizlemesinden ibarettir. öyleyse hangi yöne yönelirseniz yönelin orası Alah'm veçhidir. Yalnız başına onun bulunmadığı hiçbir şey yoktur. Allah, bütün varlığı içine alan, cihet ve varlıkların hepsine şamîl olan, bilgi ve bilinenlerin hep­sini bilendir.[37]

Bu hususta Âlûsî de diyor ki:

İşaret babında denilir ki; Doğu nûr ve zuhur âleminden ibarettir ve o Hıristiyanların cenneti, hakîkatta onların kıblesidir Batı ise sır­lar ve gizlilikler âlemidir ve o, Yahudilerin cenneti, hakikatte gizli kıb­leleridir. Veya Doğu, Allah Sübhanehû'nun kalplerde nurunun zuhuru ile iştirakinden şühûd halinde Allah'ın cemâl sıfatının kalbde tecellisin­den ibarettir. Batı ise Allah'ın nurunun gizlenmesi, saklanması ve fe­nadan sonra beka haleti üzere ilâhî celâl sıfatının gizlenmesinden iba­rettir. Hepsi de Allah'ındır, kişi hangi yöne yönelirse ister zahir, ister bâtın olsun orası Allah'ın veçhidir. (...)[38]

 

116- Dediler ki:Allah çocuk edindi. Tenzih ederiz O'nu. Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Hep­si de O'na itaat ederler.

117- Göklerin ve yerin yaratanıdır. Bir şeyin olma­sını isteyince ona sadece «ol» der, o da oluverir.

 

Allah'a Çocuk İsnâd Edenler:

 

Bu ve bundan sonraki âyet-i kerîme Hıristiyanlara —Allah'ın la'-neti üzerlerine olsun—onlara benzeyen Yahudilere ve Arap müşrik­lere red ihtiva etmektedir. Onlardan melekleri Allah'ın çocukları say­malarını reddederek bu sözlerini yalanlamaktadır. Allah Teâlâ ve Te-kaddes hazretleri bunu kesinlikle reddettikten sonra «Doğrusu gök­lerde ve yerde ne varsa onundur» buyuruyor. Mes'ele onların uydur­dukları gibi değildir. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Göklerde ve yerde onlara tasarruf eden O'dur. Yaratan ve rızıklandıran O'dur. Hepsi O'nun kulu ve kölesidir. Artık O'nun için nasıl çocuk olabilir? Ço­cuk, birbirine oranlı iki şeyden doğar. Şâm yüce ve münezzeh olan Al­lah'ın ise nazîri yoktur, âyetinde, kibriyâsında ortağı olmadığı gibi, eşi de yoktur. Öyleyse O'nun çocuğu nasıl olabilir? Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Zevcesi olma­dan nasıl çocuğu olabilir? Oysa her şeyi O yaratmıştır. O, her şeyi bi­lir.» (En'âm, 101) Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurur: «Rah-mân'a çocuk isnâd etmelerinden ötürü, nerdeyse gökler paralanacak, yer yarılacak, dağlar göçecek. Halbuki Rahmân'a çocuk edinmek yaraş­maz. Çünkü göklerde ve yerde olan her şey Rahmâh'ın kulundan başka bir şey değildir. Andolsun ki ilmi onları kuşatmış ve teker teker say­mıştır. Kıyamet günü, hepsi O'na tek olarak gelecektir.» (Meryem, 90 -95). İhlâs sûresinde ise şöyle buyurur : «De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed'dir. Doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiç bir şey ona denk de­ğildir.» (İhlâs, 1-4)

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmelerde kendisinin en yüce efendi oldu­ğunu eşinin ve benzerinin bulunmadığım belirtiyor. Ondan başka bü­tün şeylerin yaratılmış olduğunu, dolayısıyla onun çocuğu olamıyaca-ğını ifâde ediyor. Nitekim Buhârî bu âyetin tefsirinde şöyle der: Bize Ebu Yemmân... İbn Abbâs'dan nakletti ki: Rasûlullah (sa.) şöyle bu­yurmuş : Âdemoğlu beni yalanladı, ama O'nun için böyle bir şey müm­kün olamaz. Beni inkâr etti, ancak onun için böyle bir şey mümkün olamaz. O'nun beni yalanlaması; kendisini olduğu gibi tekrar diriltmeye gücümün yetmeyeceğini sanmasıdır. Beni inkâr etmesi de çocuğum ol­duğunu söylemesidir. Ben bir eş veya çocuk edinmekten münezzehim. Bu hadîsi bu şekliyle yalnız Buhârî nakletmiştir.

İbn Merdûyeh der ki; bize Ahmed İbn Kâmil... Ebu Hüreyre'den nakletti ki: Âdem oğlu beni yalanladı? Ancak onun beni yalanlaması gerekmez. Ademoğlu beni inkâr etti, ancak onun beni inkâr etmesi ge­rekmez. Beni yalanlaması, «ilkin beni yarattığı gibi tekrar getiremez» demesidir. Halbuki ilk yaratış bana onu yeniden getirmekten daha zor değildir. Beni inkâr etmesine gelince, «Allah çocuk edindi» demesidir. Ben Allah'ım, bir tek Samed'im. Doğurmamış ve doğurulmamışım ve Benim dengim hiç bir şey bulunmaz. Buhârî ve Müslim'in sahîh'inde nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: İşittiği bir eziyete Allah'dan daha çok sabreden hiç kimse yoktur. Kulların nzkını verdiği ve onlara sıhhat ihsan ettiği halde onlar kendisi için çocuk varsayar­lar.

«Hepsi de O'na itaat ederler.» İbn Ebu Hatim der ki, bana Saîd, İbn Abbâs'dan nakletti ki: «İtaat ederler» den maksad namaz kılarlar, demektir. İkrime ve Ebu Mâlik de »kulluklarını ikrar ederler, demek ol­duğunu söylemişlerdir. Saîd İbn Cübeyr ise ihlâs ile ona bağlanırlar, demek olduğunu söylemiştir. Rebî' İbn Enes der ki; kıyamet günü hepsi O'nun huzurunda kalkacak, demektir. Süddî ise, kıyamet gününde hep­si O'na itaat edecek, demek olduğunu belirtir. Hasîf, Mücâhid'den nak­leder ki, «Hepsi de O'na itaat ederler» âyetinin mânâsı, insan ol der in­san olurlar, merkeb ol der merkeb olurlar. Ebu Necîh Mücâhid'den nak­leder ki, «İtaat ederlerin» anlamı şöyledir: İstemeye istemeye secdeye gitmek itaattir. Mücâhid'in bu sözü —ki İbn Cerîr onu seçmiştir— bütün sözleri birleştirir. Şöyle ki; kunût, itaat ve Allah'a dayanmak­tır. Bu ise şer'î ve takdiridir. Nitekim Allah Teâlâ: «Göklerde ve yerde bulunanlar isteyerek ve istemiyerek Allah'a secde ederler.» buyurur. Bîr hadîste, kunût kelimesiyle neyin kasdedildiği anlatılmıştır. Buna göre İbn Ebu Hatim der ki, bana Yûnus, Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet etti ki Raısûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kur'an'da geçen kunût keli­mesi her yerde itaat manasınadır.

İmâm Ahmed, Hasan İbn Mûsâ kanalıyla İbn Lehîa'dan, o da Derrâc'tan kendi isnâdıyla aynı hadîsi nakleder. Ancak bu hadîsin isnadı zayıftır. Ona itimâd edilemez. Hadîsin bu şekilde yükseltilmesi ise mün-kerdir. Bu, sahâbinin veya ondan sonra olan birinin sözü olabilir. Allah en iyisini bilendir. Bu isnâdla vârid olan tefsirlerin çoğu münkerdir, onlara aldanıimaması gerekir. Senedi de zayıftır. Allah en iyisini bi­lendir.

«Göklerin ve yerin yaratanıdır.» önceden hiç bir örneği bulun­maksızın halk edenidir. Mücâhid ve Süddî böyle der. Lügatin gereği de budur. Bunun için sonradan meydana getirilen şeye bid'at denir. Nitekim Müslim'in Sahîh'inde vârid olduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Her sonradan meydana gelmiş olan şey bid'attır.»

Bid'at iki kısımdır. Bir kısmı sonradan meydana gelir. «Her son­radan meydana gelen şey bid'attır, her bid'at ta dalâlettir» hadîsinde olduğu gibi. Bir kısmı da lügat bakımından bid'at olur. Mü'minlerin emîri Ömer İbn el-Hattâb'ın halkı toplayıp teravih namazına devam et­melerini sağlaması üzerine, «ne güzel bid'attır bu» demesi gibi. îbn Cerîr der ki; «Göklerin ve yerin yaratanıdır» yoktan var edenidir. İbn Cerir der kî; bu sözün mânası şöyle olur: Allah'ı tenzih ederiz; O'nun için nasıl çocuk olabilir? O, göklerde ve yerde bulunanların sahibidir. Allah'ın birliğine delâlet etmeleri itibariyle bütün eşya O'na şehâdet eder ve itâatla O'na boyun eğer. O, eşyanın yoktan var edicisi, yaratıcısı hiç bir şey iken varlık haline getiricisidir. O'nun önünde, örnek aldığı hiç bir model yoktur. Allah, bu âyet-i kerîme'de kendisine çocuk olarak izafe ettikleri Mesih konusunda da haber vermektedir ki; gökleri ve yeri asılsız ve örneksiz biçimde yoktan var. eden, Mesih'i de babasız olarak kendi kudretiyle var eden, Allah'tır. İbn Cerîr merhûm'un sözü güzel, sağlam ve doğru bir sözdür.

«Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir.»

Böylece Allah Teâlâ kudretinin kemâlini, saltanatının azametini beyân ediyor. Bir şeyi takdîr edince ve olmasını isteyince, sadece ve bir kere «ol» der, o da istenen şekle uygun biçimde var olur. Nitekim Allah Teâlâ Yâsîn sûresinde : «Onun emri bir şeyi murâd ettiğinde ona, «ol» demektir. O da oluverir.» (Yâsîn, 82) buyuruyor. «Bizim, bir şeyi murâd ettiğimiz zaman sözümüz, sadece ona «ol» demektir, o da olu­verir.» (Nahl, 40) Kamer sûresinde ise şöyle buyurur : «Bizim buyruğu­muz, bir göz kırpması gibi anîdir.» (Kamer, 5).

Allah bu âyet-i kerîme'yle Hz. îsâ'yı sadece «ol» sözüyle yarattığı­na dikkatleri çekmektedir. Ve Allah'ın emrettiği gibi o da oluvermiştir, Nitekim bu bâbta Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Allah'ın katında îsâ'nm durumu kendisini topraktan yaratıp sonra «ol» demesiyle, olmuş olan Âdem'in durumu gibidir.» (Âl-i îmrân, 60). [39]

Yahudi ve Hıristiyanlardan şirke düşmüş olanlar, dediler ki, «îsâ Mesîh ve Üzeyr Allah'ın oğullandır. Melekler de kızlarıdır.» Allah'ı bu iddiadan tenzih ederiz. Göklerde ve yerde bulunan her şey, Allah'ındır. Bu adı geçen kullar da Allah'ın seçkin kullandır. İsteyerek ve iste-miyerek her şey, Allah'ın emrini yerine getirir. Çünkü gökleri ve yeri ve onların içinde bulunan her şeyi yaratan Allah'tır. Allah bir şeyi murâd ettiğinde, Onu çevirecek hiç bir güç yoktur. Niteliği böyle olan bir zât'm çocuğa veya kıza ihtiyâcı olur mu hiç? Bu denli güçlü bir zât'ın cinsiyeti söz konusu edilebilir mi hiç? Bilmezler ise; Allah, Hz. Mûsâ ve melekleri konuştuğu gibi, bizim­le de konuşsa derler. Yahut peygambere, Allah'tan bize bir âyet getirse diye söylenirler. Daha önce söyleyenler de kendileri gibi söylemişlerdir ve her iki grubunda ruhları ve kalbleri birbirine benzemektedir. Allah, âyetlerini en çok açık şekilde beyân etmiştir. Ancak insaf ve yakîn sa­hipleri bu âyetleri anlayabilirler. [40]

 

118- Bilmeyenler dediler ki:   Allah bizimle konuş­malı veya bize bir âyet gelmeli değil miydi?  Onlardan ön çekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalbleri bir­birine benzemiş. Biz yakînen bilmek isteyen bir kavme âyetlerimizi apaçık bildirdik.

 

Câhillerin Sözleri:

 

Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muham-med, İkrime'den veya Saîd İbn Cübeyr'den, o da İbn Abbâs'dan nak­letti ki, o şöyle demiş : Râfî İbn Hureymle Rasûlullah (s.a.) a dedi ki; ya Muhammed, eğer söylediğin gibi sen bir peygambersen, Allah'a söyle de bizimle konuşsun, tâ ki onun sözünü işitelim. Bunun üzeri­ne Allah Teâlâ «Bilmeyenler dediler ki, bize bir âyet gelmeli değil miy­di?» âyetini inzal buyurdu. Mücâhid, bunu söyleyenlerin, Hıristiyan olduğunu belirtir ki, İbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü âyetin akışı onlar hakkındadır. Ancak bu görüş üzerinde durulması gerekir.

Ebu'l-Âliye, Rebî' İbn Enes, Katâde, Süddî bu âyetin tefsiri ko­nusunda şöyle derler : Bu, Arap kâfirlerin sözüdür. «Onlardan önce­kiler de onların dedikleri gibi demişlerdi.» Bunlar da Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Öncekilerin Arap müşrikleri olduğunu, bunların da Yahûdî ve Hıristiyanlar olduğunu söyleyen görüşü destekler mâhiyet­te Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır : «Allah peygamberliğini vere­ceği kimseyi daha iyi bilir. Suç işleyenlere Allah, katından bir horluk ve hilelerinden ötürü şiddetli bir azâb erişecektir.»

Onlara bir âyet geldiği zaman Allah'ın peygamberlerine verilen bize de verilmedikçe inanmayız derler. «Allah peygamberliğini verece­ği kimseyi daha iyi bilir. Suç işleyenlere, Allah, katından bir aşağılık ve hilelerinden ötürü de şiddetli bir azâb erişecektir.» (En'âm, 124) Yine bu görüşü destekler mâhiyette Allah Teâlâ şöyle buyurmakta­dır : «Ve şöyle dediler: Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız. Veya hurmalıklar, bağların olup, aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin, gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya al­tın bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ama oradan, okuyaca­ğımız bir kitab indirmezsen yine inanmıyacağız. De ki: Tesbîh ede­rim Rabbimi. Ben peygamber olan insandan başka bir şey miyim?» (îsrâ, 90-94), Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, bize, ya melekler indirilmeli, ya da Rabbımızı görmeliyiz, derler. Andolsun ki kendi kendilerine büyük-lenmişler, azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.» (Furkân, 21). Bir başka âyet-i kerîme'de de şöyle buyuruyor: «Hayır herbiri önüne açılıver-miş sahîfeler verilmesini ister.» (Müddessir, 52) Arap müşriklerin küfr, isyan, inâd ettiğine ve gereksiz yere sorular sorduklarına delâlet ederi birçok âyet vardır. Onları, bu inâdlaşmaya, küfre sevkeden husus on­lardan önce geçen ehl-i kitâb'ın ve diğerlerinin söyledikleri gibi söyle­meleridir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Ehl-i kitâb senden, üzerlerine gökten bir kitâb indirmeni isterler. Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve demişlerdi ki; bize Allah'ı apaçık göster.» Bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Hani demiştiniz ki; Ey Mûsâ, biz Allah'ı apâşikar görmedikçe sana inanmayız.»

«Kalbleri birbirine benzemiş» Arap müşriklerin kalpleri küfürde inatta ve isyanda kendilerinden önce geçenlerin kalbine benzemiş. Ni­tekim bu mânâda Hak Teâlâ şöyle buyurur: «Onlardan öncekilere herhangi bir peygamber gelince, sihirbazdır veya delidir, dediler. Ön­cekiler sonrakilere böyle mi vasiyyet etmişler? Hayır bunlar azgın bir kavimdir.»  (Zâriyât, 52-53).

«Biz, yakînen bilmek isteyen bir kavme âyetlerimizi apaçık in­dirdik.» Biz, peygamberin doğruluğunu gösteren delilleri açıkladık. Artık o delillerin yanısıra yakînen inanan, doğrulayan ve peygamber­lere tâbi olanlar için daha başka delile gerek yoktur. Onlar Allah Teâlâ ve Tebâreke'nin katından gelenleri anlayıp kabul ederler. Allah'ın kal­bini mühürlediği ve gözüne perde koyduğu kişilere gelince, işte onlar hakkında, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Doğrusu Rabbınızm vaadettiği azabı hak edenler; can yakıcı azabı görene kadar kendile­rine her türlü belge de gelse yine inanmazlar.» (Yûnus, 96-97). [41]

 

119- Şüphesiz ki biz seni müjdeleyici ve korkutu­cu olarak hak ile gönderdik. Cehennem ashabından sen mes'ûl olacak değilsin.

 

Müjdeci ve Korkutucu Peygamber:

 

îbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... İbn Abbâs'dan nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Şüphesiz ki biz seni müjdele­yici ve korkutucu olarak hak ile gönderdik» âyeti, cenneti müjdele­yen ve cehennemden korkutan kimse olarak bana indirildi.

«Cehennem ashabından mes'ûl olacak değilsin.» Ekseriyetle kurrâ bu âyetin başındaki mes'ûl olacak değilsin anlamına gelen “” kelimesini  meçhul  şekilde   okurlar.   Übeyy  İbn  Ka'b'ın  kirâetinde “” şeklinde, İbn Mes'ûd'un kirâetinde ise “” şeklindedir. İbn Cerîr böyle nakleder. Yani, biz sana küfredenlerin , küfründen dolayı seni sorumlu tutmayacağız. Sana düşen sadece teb­liğdir, hesâb ise bize aittir. «Sen hatırlat, çünkü sen ancak hatırlatı-cısın. Onların üzerinde bir zorba değilsin.» (Ğâşiye, 21). «Biz, ne de­diklerini biliriz sen onların üzerinde bir zorba değilsin. Kur'an ile an­cak, korkanları uyar.» Daha buna benzer birçok âyet-i kerime vardır. Başkaları da bu kelimeyi “” şeklinde okumuşlar ve «Sen onların halini soracak değilsin» şeklinde mânâ vermişlerdir. Bunu Abdürrezzâk nakletier. Sevrî, Mûsâ İbn Ubeyde'den, o da Muhammed İbn el-Kurazî'den nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Ne olurdu anam ve babam böyle yapmasaydı, ne olurdu anam ve babam böyle yapmasaydı, ne olurdu anam ve babam böyle yapmasaydı? Bu­nun üzerine «Cehennem ashabından mes'ûl olacak değilsin» âyeti na­zil oldu. Ondan sonra Rasûlullah bir daha ölünceye kadar anne ve babasını anmadı. İbn Cerîr... Mûsâ İbn Ubeyde'den buna benzer bir rivayet nakleder. Sonra der ki: Bana, Kasım... Davûd İbn Ebu Âsım'-dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) bir gün şöyle demiş: Anam ve ba­bam neredeydi? Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuş. Bu riva­yet de bir önceki gibi mürsel'dir. Nitekim İbn Cerîr Muhammed, îbn Kâ'b'dan ve diğerlerinden bu konuda nakledilen rivayeti reddeder ve Rasûlullah (s.a.) m ana ve babasının durumundan şüphe etmesinin imkânsız olduğunu belirterek birinci kırâeti tercih eder. Ancak bura­da tuttuğumuz yol üzerinde durulmalıdır. Çünkü Hz. Peygamberin anne ve babasının durumunu bilmeden önce onlar için mağfiret di­lemiş ve kendisine onların cehennem ehlinden olduğu bildirilmiştir. Bu konuda pek çok şüphe ve benzer haller vardır. Ancak İbn Cerîr'in zikrettiği durum uygun değildir. En iyisini Allah bilir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bana, Mûsâ İbn Dâvûd... Atâ İbn Yesâr'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Ben Amr İbn el-Âs'ın oğlu Abdullah'a rastladım ve ona Rasûlullah (s.a.) m Tevrat'taki nitelik­lerinden bana haber ver, dedim. O da, peki dedi. Allah'a andolsun ki Hz. Peygamber Tevrat'ta Kur'an'daki sıfatlarıyla tavsif edilmiştir; «Ey Peygamber doğrusu biz seni, şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen benim kulum ve Rasûlümsün. Seni mütevekkil olarak adlandırdım, ne ağır davranırsın, ne katı davranırsın, ne de sokaklar­da insanları sıraya dizersin. Kötüyü kötülükle karşılamaz, af ve mağ­firetle karşılarsın. Eğri büğrü bir millet onun peşine düşer ve Lâ İlahe İllallah derler. Onunla kör gözler açılır, sağır kulaklar duyar, kapalı kalpler uyanır. Buhârî bu hadîsin tahrîcinde münferid kalmıştır. Bu~ hârî bu hadîsi alış-veriş bahsinde Muhammed İbn Şinân kanalıyla Füleyh'den rivayet eder ve der ki; Füleyh'ten sonra Abdülazîz İbn Se­leme Hilâl'den rivayet etmiştir. Saîd ise der ki; Hilâl, Atâ'dan o da Abdullah İbn Selâm'dan rivayet etmiştir. Tefsir bahsinde ise Abdul­lah, Abdülazîz İbn Seleme'den o da Hilâl'den o da Atâ, o da Abdullah İbn Amr İbn Âs'dan nakleder. Buradaki Abdullah, Abdullah İbn Saîd'-dir. Nitekim edeb kitabında bu konu açıklanmıştır. Ebu Mes'ûd ise onun Abdullah İbn Recâ olduğunu iddia etmiştir. Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh Bakara süresindeki bu âyetin tefsirinde bu hadîsi Ahmed İbn el-Hasan, Muhammed İbn Ahmed, Muâfî İbn Süleyman ve Fü­leyh'ten rivayet ettikten sonra, fazla olarak der ki; Atâ şöyle dedi : Sonra ka'b el-Ahbâr'a rastladım ve ona sorduğumda, hiç bir bakım­dan farklı bir şey söylemedi. Sadece kendi diliyle kör gözler, sağır ku­laklar, kapalı kalpler gibi kelimenin telâffuzunu değiştirdi. [42]

Yüce Allah, peygamberini yahûdî ve müşriklerin iddialarına kar­şılık teselli ederek «Biz seni hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik» buyurmakta ve «senin vazîfen, risâleti tebliğ etmektir, bu­nun öterinde sen cehennem ashabından sorumlu değilsin» demekte­dir. Ayrıca peygamberine seslenerek, Yahûdî ve Hıristiyanların ne ya­parsa yapsın onların dinine girmedikçe kendisinden hoşnûd olmaya­caklarını belirtmektedir. Nitekim rivayete göre, Yahudiler ve Hıristi­yanlar, Hz. Peygambere şöyle demişlerdi. «Ya Muhammed (s.a.) bizi memnun etmek için ne yaparsan yap, bizim dinimize girmedikçe sen­den memnun olmayız.» demişlerdi. Böylece Hz. Peygamberi me'yûs et­mek istiyorlardı. Cenâb-ı Allah onları reddederek, Allah'ın gösterdiği hidâyetin, biricik hidâyet olduğunu, bunun da İslâm'dan ibaret bulun­duğunu belirtmektedir. İslâm'dan başka yollara bağlananlar arzu ve heveslerine tâbi olmaktadırlar ki, Allah sevgili peygamberini böyle bir davranıştan men'etmiştir. Onun ümmeti de başkalarının davranışla­rını izlemekten men'olunmuştur. Eğer onların dînine tâbi olacak olur­larsa Allah'ın yardım ve nusretinden ümitlerini kesmeleri gerekir. An­cak ehl-i kitâb'ın arasında Kur'an-ı okuyan ve gerçek mânâda anla­yarak kör taassuba kapılmayanlar da bulunmaktadır. Onlar âhiretle-rine mukabil dünyayı satın almayan ve gerçek mânâda inananlardır. Kim gerçek mânâda Kur'an'a ve peygamber'e inanırsa, onlar mü'min-lerdir. Kim de Kur'an'ı inkâr ederse onlar hüsrana uğrayanlardır.

Yüce Allah bütün bu gerçekleri ve Yahudilerin eriştikleri nimet­leri ve işledikleri kabahatleri saydıktan sonra, onların doğru yola gelmesini sağlamak için verdiği nimetleri bir kez daha hatırlatmakta ve kendilerini âlemlerden üstün kıldığını  bildirmektedir.   Bu arada hiç bir nefsin diğerine bir şey yapamıyacağı, hiç bir kimsenin şefâatının kabul edilmeyeceği ve yardımının fayda  vermeyeceği  günden kaçın-* maları gerektiğini bildirmektedir. [43]

 

120- Sen, dinlerine uymadıkça Yahudiler de, Hıris­tiyanlar da, senden asla hoşnûd olmazlar. Allah'ın hidâ­yeti asıl hidâyetin ta kendisidir, de.  Şayet sana gelen ilimden sonra, onların heveslerine uyacak olursan-, andolsun ki senin için Allah tarafından ne bir yâr bulunur, ne de bir yardımcı.

121- Kendilerine kitâb verdiğimiz kimseler onu hak­kıyla tilâvet ederler. îşte buna onlar inanırlar. Kim ona
küfrederse, hüsrana uğrayanlar da işte onlardır.

 

Yahûdî ve Hıristiyanlara Uymak:

 

İbn Cerîr der ki; Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ey Muhammed, ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden ebediyyen hoşnûd olmazlar, öyleyse sen onları hoşnûd edecek, isteklerden vazgeç. Onları sana uygun kılacak davranışları bırak. Onlar hakkında duâ ederken seni hak olarak gönderen Allah'ın rızâsını taleb etmeye yönel.

«Allah'ın hidâyeti asıl hidâyetin kendisidir.» Ey Muhammed, de ki, Allah'ın benimle gönderdiği hidâyet, asıl hidâyetin kendisidir.. Bu dosdoğru din, sağlam, mükemmel ve şümullü sistemdir. Katâde der ki; bu âyet Allah (c.c.) in Muhammed (s.a.) e öğretmiş olduğu bir tartış­ma tarzıdır. Dalâlet ehli ile böyle tartışır. Katâde der ki; bana ulaştı­ğına göre Rasûlullah (s.a.) şöyle dermiş:

«Benim ümmetimden bir taife hak üzre çalışmaya, muzaffer ol­maya devam edecektir. Kendilerine muhalefet edenlerin muhalefeti Allah'ın emri gelinceye kadar onlara zarar vermeyecektir.» [44] Ben derim ki; bu hadîs Buhârî'nin Sahîh'inde Abdullah'İbn Amr'dan tahrîc edil­miştir.

«Şayet sana gelen ilimden sonra onların hevesine uyacak olursan andolsun ki senin için Allah tarafından ne bir yâr bulunur, ne de bir yardımcı.» Bu âyette tehdîd ve şiddetli bir azâb korkusu vardır. İslâm ümmetini Kur'an ve sünneti öğrendikten sonra, Yahudi ve Hıristiyan­ların yoluna tâbi olmaktan nehyetmektedir. Böyle bir halden Allah'a sığınırız. Hitap her ne kadar Hz. Peygambere ise de emir, onunla be­raber ümmetine mahsûstur.

«Kendilerine kitâb verdiğimiz kimseler onu hakkıyla tilâvet eder­ler.» Abdürrezzâk, Ma'mer'den o da Katâde'den nakleder ki; bunlar Yahûdî ve Hıristiyanlardır. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem'in gö­rüşü de budur. İbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir. Saîd ise Katâ­de'den naklen der ki; bunlar Rasûlullah (s.a.) in ashabıdır.

İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... Ömer İbn el-Hattâb'dan nak­letti ki o «kendilerine kitâb verdiğimiz kimseler onu hakkıyla tilâvet ederler» âyeti konusunda şöyle demiş : Cennetin bahsi geçince Allah'tan cenneti isterler. Cehennemin bahsi geçince cehennem'den Allah'a sı­ğınırlar. Ebu'l-Âliye der ki; İbn Mes'ûd şöyle dedi: Nefsim yed-i kud­retinde olan Allah'a and içerim ki; gerçek olarak okunması demek, helâlini helâl, haramını haram kılmak demektir. Allah'ın buyurduğu şekilde okuyup kelimelerin yerini değiştirmemek ve ondan bir kelimeyi te'vîl edilmeyecek şekilde te'vîle yeltenmemektir. Abdürrezzâk, Ma' mer'den... İbn Mes'ûd'un da aynı şeyi söylediğini rivayet der. Süddî, Ebu Mâlik'den, o da İbn Abbâs'dan nakleder ki; İbn Abbâs bu âyet hakkında şöyle demiş : Helâlini helâl, haramını haram kılarlar ve ki­tabın âyetlerini tahrif etmezler. İbn Ebu Hatim, İbn Mes'ûd'dan aynı şekilde bir rivayet nakleder. Hasan el-Basrî der ki: Muhkemi ile amel ederler, müteşâbihine inanırlar, bilinmesi kendileri için zor olanı da, bilene bırakırlar.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Zür'a... İbn Abbâs'dan nakletti ki o «Onu hakkıyla tilâvet ederler» âyeti konusunda şöyle demiş: Ona nasıl uyulması gerekiyorsa öylece uyarlar. Sonra şu âyet-i kerîme'yi örnek göstermiş: «Güneşe ve onun ışığına, ardından gelmekte olan aya» (Şems, 1-2). Yani güneşe uyan aya demektir. İbn Ebu Hatim der ki; İkrime, Atâ, Mücâhid, Ebu Rebî', İbrahim el-Nehaî'den de bu­na benzer bir rivayet nakledilmiştir. Süfyân el-Sevrî der ki; bize Zü-beyd... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakleder ki o, «Onu hakkıyla tilâvet ederler» âyetini, ona nasıl uyulması gerekiyorsa öylece uyarlar diye tefsir etmiştir.

«İşte onlar buna inanırlar.» Yani kendilerine kitâb verdiğimiz kim­seler ona hakkıyla uyarlar ve ona inanırlar. Ehl-i kitâb'tan geçmiş pey­gamberlere indirilmiş olan kitablara uyanlar, gerçek manâsıyla bağla­nanlar, Ey Muhammed sana indirmiş olduğumuza da inanırlar ve bağ­lanırlar. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur : «Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rabblanndan kendilerine indirilen Kur' an'ı gereğince uygulasalardı, her. yönden nimete ermiş olurlardı. İçle­rinden orta yolu tutan bir ümmet vardı. Çoğunun işledikleri ise kötü idi.» (Mâide, 66). Yine buyurur ki: «Ey Ehl-i Kitâb, Tevrat'ı, İncil'i ve Ftabbınızdan size indirileni gereğince uygulamadıkça bir temeliniz olamaz, de. Andolsun ki Rabbından sana indirilen, çoğunun azgınlık ve inkârım artıracaktır. Öyle ise kâfirler için tasalanma.» (Mâide, 68), Eğer siz Tevrat ve İncil'i hakkıyla uyguluyor ve ona tam olarak ina­nıyor, onda Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderileceğine, nite­liklerine ve özelliklerine dâir verilen haberleri doğruluyor, ona uyul­ması, yardım edilmesi ve desteklenmesi konusundaki emre ittibâ edi­yorsanız, bu, sizi hem hakka götürür, hem de dünya ve âhirette hayra bağlanmanıza vesile olur. Nitekim bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurulmaktadır : «Âyetlerimize inanıp, yanlanndaki Tevrat'ta ve İn­cil'de yazılı buldukları haberi getiren, okuyup yazması olmayan pey­gambere uyanları yazacağız.» (Mâide, 157) Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurulur : «De ki Kur'an'a ister inanın, ister inanmayın, on­dan önceki bilginlere o okunduğu zaman yüzleri üzerine secdeye va­rırlar ve «Rabbımız münezzehtir, Rabbımızın sözü şüphesiz yerine ge­lecektir» derler, ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. Bu, onların gö-nüllerindeki inceliği artırır.» (İsrâ, 107-109). Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurulur: «Onlar Rabblarının rızâsını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz nzıktan gizlice veya açıkça in-fâk ederleri iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırırlar. İşte onlara bu dünyanın karşılığı olarak girecekleri Adn cennetleri vardır.» (Ra'd, 22). Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurulur: «Kendilerine daha ön­ceden kitab verdiklerimiz, buna da inanırlar. Kur'an onlara okunduğu zaman «ona inandık, doğrusu o Rabbımızdan gelen gerçektir. Biz şüp­hesiz daha önceden müslüman olmuş kimseleriz» derler. İşte onlara sa­bırlarından dolayı ecirleri iki kat verilir. Onlar kötülüğü iyilikle savarlar. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da infâk ederler.» (Kasas, 52-53). Bir başka âyeto kerime'de ise şöyle buyurulur: «Eğer seninle tar­tışmaya girerlerse, «ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a ver­dim» de. Kendilerine kitab verilenlere ve kitabsızlara siz de îslâm ol­dunuz mu? de. Şayet İslâm olurlarsa, doğru yola girmişlerdir. Yüz çe­virirlerse sana yalnız tebliğ etmek düşer. Allah, kullarını görendir.» (Al-i İmrân, 20). Bunun için Hakk Teâlâ : «Kim de onu inkâr ederse işte onlar hüsrana uğrayanların kendileridir.» buyuruyor. Nitekim bir başka âyette de şöyle buyurur: «Hangi topluluk onu inkâr ederse, yeri ateştir.» (Hûd, 17) Sahîh hadîste; «Nefsim yed-i kudretinde olan Al­lah'a yemîn ederim ki; bu ümmetten Yahûdî veya Hıristiyan kim beıii duyarsa, sonra da bana îman etmezse mutlaka cehenneme girer.» buyuruluyor. [45]

Yabancıların hoşnûdluğunu kazanmak müslümanlara ne sağlar. Başkasını memnun edebilmek için ta'vîz vermekten başka yol yoktur. Ta'vîz ise her zaman şahsiyyeti zedeler. Bunun için Müslüman, Yahûdî ve Hıristiyanların dostluğuna bel bağlamak yerine kendi inanç siste­mine sarılmalıdır. [46]       

 

122- Ey İsrâiloğulları, size ihsan etmiş olduğum ni­metimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

123- Ve öyle bir günden sakımn ki, o gün kimse kim­seden yana bir şey ödeyemezi kimseden bedel kabul olunmaz, şefaat fayda vermez ve yardım olunmaz.

 

Bu âyetin benzeri sûrenin başında geçmiştir. Burada tekrar pekiştirilmesinin sebebi; Yahûdî ve Hıristiyanları, sıfatını kendi kitap­larında buldukları, ismini ve durumunu öğrendikleri, ümmî peygam­bere tâbi olmaya teşvik içindir. Allah, onları bildikleri bu gerçeği sak­lamaktan ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetini gizlemekten men-ediyor. Üzerlerindeki dünyevî ve dinî nimetlerini hatırlamalarını em­rediyor. Allah'ın son peygamberini kendilerinin amcasıoğlu olan Arap­lara göndererek lütfettiği nimetini kıskanmamalarını buyuruyor. Bu kıskançlık onları peygamberi yalanlamaya, ona karşı gelmeye ve ona uymaktan yüz çevirmeye sevketmemelidir. Allah'ın salât ve selâmı kı­yamet gününe kadar, ebediyyen O'nun üzerine olsun. [47]

 

124- Hani, İbrahim'i Rabbı bir takım kelimelerle im­tihan etmişti de o da bunları tamamlayınca, Seni insanla­ra imâm kılacağım, buyurmuştu. O da: Soyumdan da, de­mişti. Allah da; Zâlimler ahdime eremez, buyurmuştu.

 

Hz. İbrahim'in İmtihanı:

 

Allah Teâlâ, Halîli îbrâhîm (a.s.) in önemine dikkat çekerek, onu tevhîd konusunda herkesin tâbi olduğu bir imâm yaptığını beyân edi­yor. Hz. İbrahim Allah'ın kendisine yüklediği emir ve yasakları yerine getirmiştir. Bunun için Hak Teâlâ «Hani İbrahim'i Rabbı bir takım ke­limelerle imtihan etmişti.» buyuruyor. Yani, ey Muhammed, şu İb­rahim'in milletinden olmadıkları halde onun milletine bağlandıklarını söyleyen müşriklere ve ehl-i kitâb'a söyle. Doğrusu İbrahim'in milletin­den olanlar ve dosdoğru ona bağlananlar; sensin ve seninle birlikte olan mü'minlerdir. Allah'ın onlara emir ve yasaklar koyarak İbrahim'i imtihan ettiğini hatırlat. İbrahim bütün bu emirleri yerine getirmişti. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyuruyor : «Vazi­fesini yerine getiren İbrahim...» (Necm, 37) Yani İbrâhîm kendisine em­redilenlerin hepsini yapmış ve onlarla amel etmişti. Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun. Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyuruyor: «Muhakkak ki İbrâhîm, başlı başına bir ümmettir. Allah'a itaat ederdi ve o, bir muvahhiddi. Hiçbir zaman için müşrik­lerden olmamıştı. Rabbının nimetlerine şükrederdi. Allah onu beğenip seçmiş ve kendisini doğru bir yola iletmişti. Dünyada ona iyilik verdik, doğrusu o, âhirette de iyilerdendir. Sonra sana : «Muvahhid olarak İb­rahim'in dinine uy. O hiç bir zaman müşriklerden olmadı.» diye vah-yettik. (Nahl, 120-123)

Bir diğer âyet-i kerîmede ise şöyle buyurur : «De ki: «Şüphesiz Rabbım beni dosdoğru yola iletti. Hâlis muvahhid olan İbrahim'in dînine. İbrahim müşriklerden olmadı.» (En'âm, 161) Bir diğer âyet-i kerîme'de ise şöyle buyuruluyor : «İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi. Fakat o Allah'ı bir tanıyan gerçek bir Müslüman idi. Ve müşriklerden de de­ğildi. Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlar, peygamber ve îman edenlerdir. Allah mü'minlerin dostudur.» (Âl-i İmrân, 67-68)

«Kelimeler» den maksad; ilâhî emir ve yasaklardır. Çünkü «kelime­ler» ile bazan ölçülü sözler kastedilir. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Mer­yem'den bahsederken şöyle buyuruyor: «Mahrem yerini korumuş olan İmrân kızı Meryem'i de an. Hani ruhumuzdan üflemiştik de, Rabbının sözlerini ve kitâblarını tasdik etmişti. Ve o gönülden itaat edenlerden­di.» (Tahrîm, 12) Bazan da bununla şer'î ifâdeler kastedilir. Nitekim Alİah Teâlâ'nın şu âyet-i kerîmesi böyledir : «Rabbının kelimesi doğruluk ve adalet olarak tamamlandı.» (En'âm, 15) Buradaki kelimeler şer'î emirler demektir. Eğer Allah'ın sözü emir ve yasak ise, ya bir doğru haber veya âdil bir taleb olacaktır. İşte Allah'ın şu âyeti kerîmesi de bu türdendir. «Hani İbrahim'i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti de o bunları tamamlayınca, Allah ben seni insanlara imâm yapacağım demişti. İbrahim de soyumdan da demişti.» Yani İb-râhîm'in Allah'ın emirlerine uyup, yasaklarından vazgeçmesinin mü­kâfatı olarak. Bunun üzerine Allah da İbrahim'i kendisine uyulan ve arkasından gidilen bir önder, bir imâm kılmıştı.

Allah Teâlâ'nm Hz. İbrahim'i imtihan ettiği kelimelerin tefsiri ko­nusunda ihtilâf vardır. Bu hususta Abdullah İbn Abbâs'tan değişik ri­vayetler nakledilmiştir:

Abdürrezzâk... İbn Abbâs'tan nakleder ki o şöyle demiş : Allah Hz. İbrahim'i ibâdetlerle imtihan etmişti. Aynı rivayeti Ebu İshâk... İbn Abbâs'tan nakleder. Abdürrezzâk da der ki, bize Ma'mer... İbn Abbâs'­tan nakletti ki, o şöyle demiş : Allah Teâlâ İbrahim'i temizlikle imtihan etmişti. Temizliğin beşi başta, beşi vücûddadır. Başta olanlar; bıyık kesmek, mazmaza, istinşâk misvak ve saçı ortadan ayırmaktır. Be­dende olanlar ise; tırnak kesmek, etek altını temizlemek, sünnet olmak, koltuk altını temizlemek, pisliği ve idrarın etkisini su ile yıkayıp gi­dermektir.

İbn Ebu Hatim der ki: Saîd İbn el-Müseyyeb, Mücâhid, Şa'bî, Ne-hâî, Ebu Salih ve Ebu'l-Celd'den de benzer şekilde bir rivayet nakledil­miştir.

Ben derim ki; buna yakın bir rivayet, Müslim'in Sahîh'inde Hz. Âişe (r.a.) den menkûldür. Hz. Âişe der ki Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurdu : On şey fıtrattandır. Bıyık kesmek, sakal bırakmak, misvak, burna su vermek, tırnak kesmek, parmak boğumlarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, etek altını temizlemek veya istincâdır. Onuncusunu unuttum.   Ancak  mazmaz  olabilir.   Vekî  der ki  bu  hadîsde   geçen “” kelimesi istincâ demektir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Beş şey fıtrattandır : Sünnet olmak, etek altını temiz­lemek, bıyıkları kesmek, tırnaklan kesmek, koltuk altını temizlemek. Bu rivayetin lafzı Müslim'e aittir.

İbn Ebu Hatim der ki: bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ... îbn Abbâs'tan nakletti ki, o «Hani İbrahim'i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan et­mişti de, O bunları tamamlayınca...» âyeti konusunda şöyle demiştir: Bu kelimeler on tanedir. Altısı insandadır. Dördü ise haccdadır. İnsan­da olanlar; etek altını temizlemek, koltuk altını temizlemek ve sün­nettir. İbn Hübeyre der ki bu üçü birdir. Tırnaklan temizlemek, bı­yıkları kesmek, misvak ve cuma günü gusüldür. Haccda olan dört şey ise tavaf, Safa ile Merve arasında sa'y, şeytân taşlamak ve Arafat'tan inmektir.

Dâvûd İbn Ebu Hind, İkrime yoluyla İbn Abbâs (r.a.) dan nakle­der ki; o şöyle demiştir : Bu dinde imtihan edilip de hepsini tâm olarak yerine getiren kişi sadece İbrahim'dir. Çünkü Allah Teâlâ onun için, «Hani İbrahim'i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti de o, bunları tamamlayınca...» buyurmaktadır. İkrime der ki; ben îbn Ab-bâs'a İbrâhîmün imtihan edilip de tamamladığı kelimeler nelerdir? diye sordum. O da şöyle dedi: İslâm otuz bölümdür. Bu bölümden oh âyeti Tevbe sûresindedir. Bu âyetler, «Tevbe edenler, ibâdet edenler» diye başlayan âyetten sonuna kadardır. On âyeti Mü'minûn sûresinin başındadır. On âyeti de Ahzâb sûresindedir ki, bunlar «Müslüman er­kekler ve müslüman kadınlar» diye başlayan âyetlerdir. İbrahim bü­tün bunlan yerine getirince, ona bir berât verilmiştir ki, Allah Teâlâ «Sözünü yerine getiren İbrahim...» buyurmuştur. Hâkim, Ebu Ca'fer İbn Cerir, Ebu Muhammed îbn Ebu Hatim isnâdlarıyla Dâvûd İbn Ebu hind'den bu rivayeti naklederler. Bu rivayetin lafzı İbn Ebu Hâ-tim'e aittir.

Muhammed İbn İshâk... İbn Abbâs'tan nakleder ki o.şöyle demiş : Allah'ın Hz. İbrahim'i deneyip de onun hepsini yerine getirdiği imtiha­nın sözleri şuhlardır: Allah Teâlâ İbrahim'in kavminden aynlmasım emrettiğinde Hz. İbrâhîm Allah adına kavminden ayrılmıştır. Nemrûd onu ateşe atıp Allah uğrunda yakmak istemiş, İbrâhîm buna dayan- mıştır. Sonra Allah Teâlâ kendisine yurdundan çıkmasını emredince vatanından ve ülkesinden Allah adına, hicret etmiştir. Keza Allah onu canıyla ve malıyla imtihan etmiş, konuklar hâdisesinde onun durumu­nu ve tahammülünü ölçmüştü. Allah oğlunu kesmesini emretmiş o da bu imtihanda başarı göstererek oğlunu kesmeye koyulmuştur. Bütün bunlardan sonra her şeyiyle Allah adına yola koyulup imtihanda ba­san gösterince, Allah Teâlâ ona «Teslim ol» demiş, o da «ben âlemlerin Rabbına teslim oldum» demişti. Halkın aksine ve onlardan ayrı ola­rak Nemrûd'a değil, âlemlerin Rabbına teslim olmuştur. İbn Ebu Hatim der ki: Ebu Saîd... Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini nakletti: Allah Hz. İbrahim'i yıldızlarla denedi. Ve ondan hoşnûd oldu. Ayla denedi ve ondan hoşnûd oldu. Güneşle denedi ve ondan hoşnûd oldu. Hicretle denedi ve ondan hoşnûd oldu. Sünnetle denedi ve ondan hoşnûd oldu. Oğluyla denedi ve ondan hoşnûd oldu. v

İbn Cerîr der ki; bize Bişr İbn Muâz... Katâde'den nakletti,ki, o şöyle demiş : Hasan el-Basrî der ki, evet Allaha andolsun ki Allah İbrahim'i denedi ve İbrahim imtihanlara dayandı. Onu yıldız, güneş ve ayla tecrübe etti, o bütün bunlarda güzel davrandı. Rabbınin fena bulmadığım ve dâim olduğunu bildi. Yüzünü hanîf olarak göklerin ve yerin yaratanına döndürdü. Ve müşriklerden de olmadı. Sonra Rabbi İbrahim'i hicretle denedi. İbrahim memleketinden; kavminden ayrıla­rak Allah yolunda hicret edip Şam'a geldi. Sonra hicretten Önce ateşle denedi. O buna da katlandı. Allah onu oğlunu kurban etmekle ve sün­netle denedi, a bunlara da sabretti. Abdürrezzâk der ki; bize Ma'mer, Hasan el-Basrî'den duyanlardan nakletti ki» o şöyle dermiş : Allah Teâlâ Hz. İbrahim'i; oğlunu kurban etmek, ateş, yıldızlar, güneş ve âyla imtihan etti.      

Ebü Ca'fer İbn Cerîr der ki; -bize İbn Beşşâr... Hasan'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Allah İbrahim'i yıldız, güneş ve ayla denedi ve onun sabrettiğini gördü. Avfî tefsirinde İbn Abbâs'tân nakleder ki, «Hani İbrahim'i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti de o, bunlar* tamamlayınca...» âyeti konusunda şöyle demiş : İmtihan edilen sözler arasında şunlar da vardı: «Muhakkak ki ben seni insanlara imâm kı­lacağım.» Ayrıca bunlar arasında «Hani İbrahim Ka'be'nin temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyordu...» âyeti de vardı, İbrahim'e verilen makam ve burada yapılan hacca ait davranışları anlatan âyetler îde bu kelimeler arasındadır. Allah'ın evinin sâkinlerinin rıziklandırildıklan rızık-lar da bunlar arasındadır. Hz. Muhammed (s.a.) İbrahim ve İsmâîl' in diniMizerihe gönderilmiştir. İbn Ebu Hatim,.. Mücâhid'den nakle­der ki, o bu âyeti celîle hakkında şöyle demiş : Allah Hz. İbrahim'e; seni bazı şeylerle deneyeceğim. Bunları biliyor musun? demişti. O da, sen beni insanlara imâm kılacaksın, demişti. Allah pekiyi deyince oda so- yumdan gelenleri de demişti. Allah ise «Zâlimler ahdime nail olamaz­lar.» buyurmuştu. İbrahim, «sen evini insanlar için sevâb yurdu kıla­caksın» deyince, Allah pekiyi demişti. İbrahim emniyet yurdu deyince Allah Teâlâ tamam, demişti. İbrahim «Sen bizi sana teslim olanlardan kılacaksın, soyumdan da sana teslim olmuş bir ümmet kılacaksın» de­yince Allah Teâlâ tamam, buyurmuştu. İbrahim «o yerin halkından Al­lah'a îman edenlere meyvelerle rızıklar vereceksin.» demişti. Allah Teâlâ tamam, buyurmuştu. İbn Ebu Necîh der ki; ben bu rivayeti İk-rime'den işittim ve Mücâhid'e arzettim. O reddetmedi. İbn Cerîr bu rivayeti bir başka şekilde İbn Ebu Necîh ve Mücâhid'den nakleder. Süfyân el-Sevrî, İbn Ebu Necîh kanalıyla Mücâhid'den nakleder ki o «Hani İbrahim'i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti...» âyeti konusunda şöyle demiş : Allah İbrahim'i bu âyetin sonundaki şu âyetle imtihan etmişti: «Ben seni insanlara imâm kılacağım. O da soyum­dan gelenleri demişti. Allah Teâlâ, «zâlimler ahdime eremez» bu­yurmuştu. Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî İbîı Enes'den nakleder ki; İbrahim'in tecrübe edildiği kelimeler şunlardır: «Ben seni insanlara imâm kıla­cağım.» buyruğu, «Hani biz evi insanlar için emniyet ve sevâb yurdu kılmıştık.» kavli «İbrahim'in makamım namazgah edinin.» emri ve «İbrahim ile İsmail'den söz almıştık» âyeti ve «Hani İbrahim İsmâîl ile birlikte evin temellerini yükseltiyordu.» âyetidir. Rebî' İbn Enes der ki; işte bütün bunlar İbrâhîm (a.s.) in denendiği kelimelerdir.

Süddî der ki; Rabbının İbrahim'i denediği kelimeler şunlardır: «Rabbımız bizden kabul buyur. Şüphesiz Sensin Sen Semî' ve Alîm. Rabbımız ikimizi de sana teslim olanlar kıl, soyumuzdan da sana teslim olanlar yetiştir, bize ibâdet edeceğimiz yerleri göster, tevbelerimizl ka­bul et, Rabbımız onların arasından senin âyetlerini onlara okuyacak, kitabı, hikmeti öğretecek ve onları tezkiye edecek- bir peygamber gön­der.»

Ebu Ca'fer İbn Cerîr özet olarak der ki; buradaki kelimelerden maksad, zikredilenler olabileceği gibi, bunların bir kısmı da olabilir. Hiç birisi üzerinde kesinkes, «murâd budur» diyerek belirtici bir ifâde kullanılamaz. Çünkü Allah'ın muradım tayin sünnet veya icmâ ile olur. Bu konuda bir tek nakilden ibaret olan haber sahih olmayacağı gibi topluluğun naklettiğine teslim olmak da gerekli değildir. İbn Cerîr der ki; ancak Hz. Peygamberden benzer anlamda iki haber rivayet edil­miştir.

Birincisi; Ebu Küreyb'in... İbn Enes'ten nakletmiş olduğu şu lıa-dîs-i şeriftir: Sehl der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: «Size Al­lah'ın Hz. İbrâhîm Halil'e «sözünü yerine getirdi» demesinin sebebini bildireyim mi? Çünkü o her sabah ve akşam «Sabahlan ve akşamları tesbîh ve tenzih Allah'adır diyordu. Rasûlullah bu âyeti sonuna kadar okumuştu.»

İkincisi ise Ebu Küreyb'in... Ebu Ümâme'den naklettiği hadîstir ki o, Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu söyler : «Sözünü yerine getirdi.» âyetinde İbrahim'in neyi yerine getirdiğini biliyor musunuz? dedi. Ashâb Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dediler. Rasûlullah (s.a.); günlük amelini gündüz dört rek'at namaz kılarak yerine getirirdi, bu­yurdu. Bu rivayeti Âdem tefsirinde, Hammâd İbn Seleme yoluyla... Ca'fer İbn Zübeyr ve Ebu Ümâme'den nakleder. Ancak İbn Cerîr Ta-berî sonra bu hadîslerin zayıf olduğunu belirterek yaklaşık şöyle der: Bu hadîslerin zayıf olduklarını belirtmeden rivayet edilmesi caiz de­ğildir. Bu hadîslerin zayıflığı bir çok yöndendir. Çünkü her iki hadîsin de senedinde birden çok zayıf kişiler vardır. Ayrıca hadîsin metninde de zayıflığına delâlet eden ifâdeler bulunmaktadır. Sonra İbn Cerîr der ki; bir kişi; «Mücâhid, Ebu Salih ve Rebî' İbn Enes'in söyledikleri baş­kalarının söylediklerinden doğruya daha yakındır, dolayısıyla onların sözü tutulması gereken yoldur.» derse, ayrıca «Ben, seni insanlara imâm kılacağım.» ve «İbrahim ile İsmâîl'den evimi tavaf edenler için temiz­leyin diye söz aldık.» ve buna benzer diğer âyetlerin Allah'ın Hz. İbra­him'i imtihan ettiği kelimelerin açıklaması olduğunu» söyleyecek olur­sa, ben derim ki; İbn Cerîr'in önceden «bütün bu zikredilenlerin âyet-, te geçen kelimelerin içinde yer aldığına» dâir sözü, Mücâhid ve ben­zerlerinden naklettiği rivayetlerden daha kuvvetlidir. Çünkü âyetin sey­ri onların söylediklerinin dışında bir ifâde getirmektedir. Doğruyu en iyi Allah bilir. [48]

 

Hz. İbrahim'in Soyu :

 

İbrahim de «Soyumdan da» demişti. Allah ise «Zalimler ahdime ere­mezler» buyurmuştu. Allah Teâlâ Hz. İbrahim'i imâm kıldığı için Hz. İbrahim Allah'tan bütün imamların kendi soyundan olmasını istemiş. Cevaben bildirilmiş ki; soyundan zâlimler de gelecektir. Ve zâlimler Allah'ın ahdine eremeyecekler, insanlara imâm olamıyacaklar ve ken­dilerine uyulmayacaktır. Hz. İbrahim'in isteklerine cevap mâhiyetin­de olduğunun delili Ankebût süresindeki Allah Teâlâ'nın şu âyetidir : «Biz peygamberlik ve kitabı da onun soyunda kıldık.» Allah'ın gönder­diği her peygamber ve İbrahim'den sonra indirdiği her kitap, onun soyundan gelen kişilere inmiştir. Allah'ın salât ve selâmı İbrahim peygamberin üzerine olsun.

Allah Teâlâ'nın «Zâlimler asla ahdime eremezler» âyetine gelince bu konuda ihtilâf edilmiştir. Hasîf, Mücâhid'in bu konuda şöyle dedi­ğini rivayet eder. «İleride senin soyundan gelerftçr arasında zâlimler bulunacaktır.»

İbn Ebu Necîh, Mücâhid'den nakleder ki; o bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: Hiçbir zâlim benim imamım olamaz. Bir başka rivayet de şöyledir: Ben hiçbir zâlimi kendisine uyulan imâm yapmam. Süfyân, Mansûr yoluyla Mücâhid'in bu âyet konusunda şöyle dediğini nakle­der : Hiçbir zâlim kendisine uyulan imâm olamaz. İbn Ebu Hatim de der ki, bana babam- Mücâhid'den «Soyumdan da» âyeti konusunda şöyle dediğini nakletti: «Senin soyundan gelelilerden sâlih olanları, kendilerine uyulan imamlar yapacağım. Zâlim olanlara gelince hayır. Onlar için sevinilecek hiçbir şey yoktur.» Saîd İbn Cübeyr «Zâlimler ahdime eremez.» âyeti konusunda der ki; bundan maksad şirktir. Zâ­lim, imam olmaz. Yani müşrik imam olamaz demektir, İbn Cüreyc, Atâ'dan nakleder ki; O «ben seni insanlar için imâm kılacağım, buyurdu. O da soyumdan da dedi.» Âyeti konusunda^şöyle demiştir. Soyundan zâlimleri imâm yapmaktan kaçınmıştır. Ben, Atâ'ya, Allah'ın ahdinden maksad nedir? diye sordum. O da Allah'ın emridir, dedi. İbn Ebu Hatim der ki: Amr İbn Sevr el-Kaysarî bana yazdığına göre... İbn Abbâs'tan
nakleder ki o şöyle demiş : Allah Hz. İbrahim'e Ben seni ihsanlara imâm kılacağım buyurunca, İbrâhîm soyumdan da demiş. Allah onun soyundan gelenleri imâm kılmaktan kaçınmış. Sonra da, zâlimler ah­dime eremez, buyurmuş.             

Muhammed İbn İshâk... İbn Abbâs'tan nakleder ki o «Soyumdan da» dedi. Allah, «zâlimler ahdime eremez» buyurdu, âyeti konusunda şöyle demiş : Allah, Hz. İbrahim'e soyundan Allah'ın ahdime eremiye-cek zâlimin geleceğini haber veriyor. Ve İbrâhîm Halil'in soyundan da oJsa zâlimlerin hiçbir işin üzerine gönderilmeyeceğini bildiriyor. İb-râtûm'in soyundan zâlimler olacağı gibi Allah'ın emrini yerine getiren, Allah'ın istediklerini tebliğ eden muhsin kişilerin de bulunacağını be­yân ediyor. Avfî, İbn Abbâs'dan nakleder ki; o «Zâlimler ahdime ere-. mez.» âyeti konusunda şöyle demiş : Hiçbir zâlimin zulmü konusunda senin üzerine Allah'ın bir ahdi yoktur. Ona itaat etmen gerekmez. İbn Cerîr der ki bize Müsenna... İbn Abbâs'tan nakletti ki o «Zâlimler ah­dime eremez» âyeti konusunda şöyle demiş : Zâlimlerin hiçbir ahdi yok­tur. Eğer onlarla bir sözleşme yaparsan sözleşmeni boz. Mücâhid, Atâ. Mukâtil İbn Hayyân'dan da benzer bir rivayet nakledilir. Sevri, Hârûn İbn Antere yoluyla babasından nakleder ki; o şöyle demiş : Zâlimin hiç­bir ahdi yoktur. Abdürrezzâk der ki; bize Ma'mer, Katâde'den Allah'ın «Zâlimler ahdime eremez,» âyeti konusunda şöyle dediğini nakletti: Âhirette zâlimler Allah'ın ahdine eremez. Dünyada ise zâlimler Allah'ın ahdine erebilir. Yiyip, içip, emîn olarak yaşayabilirler. İbrâhîm el-Nehâî, Atâ, Hasan ve İkrime de böyle demişlerdir.

Rebî' İbn Enes der ki; Allah'ın kullarından aldığı ahid; Allah'ın dinidir. Ve dolayısıyla bu âyette AUah Teâlâ zâlimlerin Allah'ın dinine eremeyecefini bildirmektedir. Görmez misin Hakk Teâlâ ne diyor : «Ona ve İshâk'a mübarek kıldık. Her ikisinin soyundan gelenlerden de nefsine apaçık zâlim ve ihsan edici kimseler vardır.» Yani Allah diyor ki; Ey İbrâhîm senin soyundan gelenlerin 4ıepsi hak üzere değildir. Ebu'l-Âliye, Ata ve Mukâtil İbn Hayyan'dan da böyle rivayet edilir. Cüveybir, Dahhâk'dan nakleder ki; o şöyle demiş : Bana isyan eden bir düşmanım itâatıma nail olamaz. Ben, bana itaat eden dostum olma­dıkça onu itâata eriştirmem. Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh,.. Ali İbn Ebu Tâlib'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) «Zâlimler ahdime ere­mez» âyeti konusunda şöyle demiş : Maruf'dan başka hiçbir şeyde itaat yoktur. Süddî ise ahdin peygamberlik oiduğunu söylemiştir.

İbn Cerîr ve ibn Ebu Hâtim'in naklettiklerine göre; selef-i sâlihînin bu âyetin tefsirine dâir sözleri bundan ibarettir. İbn Cerîr der ki; bu âyetin her ne kadar zahiri, haber niteliğinde ise de gerçekte Allah'ın imamet ahdine hiçbir zâlim eremez. Bu âyette Allah, dostu İbrâhîm (a.s.) e soyundan gelenlerin arasında kendi nefsine zulmedenlerin bu­lunabileceğini belirtmektedir. Nitekim Mücâhid ve diğerlerinden böyle nakledilmiştir. En iyisini Allah bilir. [49]

 

125-Hani, Beyti insanlar için bir toplantı yeri ve emîn bir mahal yapmıştık. Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin.

 

Allah'ın Evi:

 

Avfî, İbn Abbâs'm «Hani Beyti insanlar için bir toplantı yeri kıl­mış ve emîn bir mahal yapmıştık.» âyeti konusunda şöyle:dediğini nak­leder : Oraya gelme isteklerini dindiremezler. Oradan ailelerine döner, sonra tekrar oraya gelirler. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakle­der ki “” kelimesi dönüş yeri demektir. Her iki rivayeti de İbn Cerîr nakletmektedir.

İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... İbn Abbâs'tan nakletti ki, o «Hani Beyti insanlar için bir toplantı yeri kılmış ve emîn bir mahal yapmıştık.» âyeti konusunda şöyle demiş : Oraya gelip sığınır, sonra gi­derler demektir. İbn Ebu Hatim, Ebu'l-Âliye, Saîd İbn Cübeyr,. Atâ, Mücâhid, Hasan, Atiyye, Rebî' İbn Enes ve Dahhâk'dan da aynı şe­kilde rivayet edildiğini belirtir.    

İbn Cerîr der ki; bana Abdülkerîm... Ebu Lubâbe'den bu âyet ko­nusunda şöyle dediğini nakletti: Her kim oradan aynlırsa; arzusunun yerine gelmiş olduğunu görerek ayrılır, demektir. Yûnus, İbn Vehb de İbn Zeyd'in bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder: Her ülkeden oraya gelir ve sığınırlar, demektir. Saîd İbn Cübeyr, bir başka rivayette İkrime, Katâde ve Atâ el-Hörasânî “” kelimesinin toplantı ma­halli olduğunu söylerler. Dahhâk, İbn Abbâs'tan “” kelimesinin insanlar için emniyet yeri demek olduğunu bildirir.

Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî' İbn Enes kanalıyla Ebu'l-Âliye'nin bu âyet konusunda şöyle dediğini rivayet eder : Orası düşmandan emîn bir yerdir. Orada silâh taşınmaya gerek kalmaz. Araplar câhiliyet devrin­de birbirlerini yerken, onlar bu evde emniyet içerisinde bulunuyor ve asla esîr edilmiyorlardı. Mücâhid, Atâ, Süddî, Katâde, Rebî' İbn Enes de; o eve giren emîn olur, demişlerdir.

İmamların bu âyeti tefsirlerinin özetine gelince; Allah Teâlâ bu âyette mübarek evin şerefini hatırlatarak, onun değerini ve şeriattaki niteliklerini belirtiyor. Orasının insanlar için bir sığınak kılındığını, ruhların şevkle oraya koşmak ve kanatlanmak istediği bir mahal ol­duğunu, orda arzuların bitemeyeceğini, her yıl oraya gidilse de bir dar ha dönmek arzusunun tükenmeyeceğini bildiriyor. Bu da Allah Teâlâ' nın Halîli İbrahim (a.s.) in duasının kabul olmasının neticesidir. Çün­kü İbrahim (a.s.) Rabbımız insanların kalblerini oraya arzulu kıl ve Rabbımız duamızı kabul buyur, demişti. Allah Teâlâ; orayı emîn bir mahal kıldığını belirtiyor. Oraya kim girerse emîn olur. İstediği şeyi yaptıktan sonra Ka'be'ye girsin, yine emîn olur.

Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki; Beytullâh'da kişi baba­sının ve kardeşinin katiliyle karşılaşır ve ona saldırmazdı. Nitekim Al­lah Teâlâ Mâide sûresinde burayı şu mübarek kavliyle nitelemiştir. «Al- lah Ka'be'yi, insanların koşacağı haram ev kılmıştır.» Yani Ka'be'ye hürmetleri sebebiyle kötülükler oradan kaldırılacaktır, demiştir. Nite­kim1 İbri Abbâs der ki; insanlar bu evi haccetmemiş olsalardı Allah gökyüzünü yeryüzünün üzerine indirirdi. Buranın şerefi onun- ilk bâ-nîsi olan Halü"ür-Rahmân adını alan İbrahim'in şerefinden dolayıdır. Allah Teâlâ «Hani İbrahim'e Beytin yerini hazırlamış ve bana hiç bir şeyi şirk koşmayasih,demiştik.», «Yeryüzünde ilk kurulan ev Mekke'de Mübarek, ve âlemler için rahmet olan evdir. Orada apaçık âyetler var­dır. İbrahim'in konağıdır. Kim oraya girerse emin olur.» buyuruyor. [50]

 

Hz. İbrahim'in Makamı:

 

Bu âyet-i kerîme'de ise Hz. İbrahim'in makamına dikkat çekilerek orada namaz kılınması emredilmektedir. «Siz de İbrahim'in makamın­dan bir namazgah edinin.» Müfessirler buradaki makam ile neyin kas­tedildiği konusunda ihtilaflıdırlar. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ömer İbn Şebbe... İbn Abbâs'tan nakletti ki; buradaki «makam» bütünüy­le harem-i şeriftir. Mücâhid ve Atâ'dan da bunun benzeri bir rivayet nakledilir. İbn Ebu Hatim der ki; bize Hasan İbn Mühammed İbn el-Sebbâh İbn Cüreyc'in şöyle dediğini nakletti: Ben Atâ'ya İbrahim'­in makamından sordum, o dedi ki ben İbn Abbâs'ın şöyle dediğini duy­dum : Burada zikredilen İbrahim'in makamı Ka'be'de İbrahim makamı olarak bilinen yerdir. Sonra dedi ki; İbrahim'in makamı bütünüyle hacc-daki makamlardır. Sonra Atâ bana bu sözü açıklayarak dedi ki; bu­nun ta'rîfi şöyledir: Arafe'deki buluşma, Meş'ar-i Haram, Mina, taş atma, sonra Safa ile Merve arasında tavaftır. Ben bunu İbn Abbâs mı böyle tefsir etti dediğimde, hayır dedi. Ancak o, İbrahim'in ma-kâmr bütünüyle haccdır dedi. Ben, onun böyle dediğini sen işittin mi? dediğimde, o ben bunun için taş topluyordum dedi. Sonra evet İbn Ab­bâs'ın böyle dediğini işittim, dedi.

Süfyân el-Sevrî... Saîd İbn Cübeyr'den nakleder ki, bu âyetteki «makam» hakkında o şöyle demiştir: Hacer-i Esved; Allah Nebisi İb­rahim'in makamıydı. Allah onu rahmet olarak göndermiştir. İbrahim onun üzerinde duruyor, İsmâîl ona taş ulaştırıyordu. Eğer söyledikleri gibi başını yıkamış olsaydı ayakları kayardı. İbn Ebu Hatim der ki; bize Hasan İbn Mühammed İbn Sebbâh... Ca'fer İbn Muhammed'den nakleder, o da babasından, Câbir'den Hz. Peygamber'in haccını anla­tırken şöyle duyduğunu söyler, Câbir demiş ki; Rasûlullah (s.a.), ta­vafı yapınca Ömer burası babamız İbrahim'in makamı değil mi? dedi. Rasûlullah evet, dedi. Hz. Ömer orayı namazgah kılmayalım mı? de­yince Allah Azze ve Celle «Siz de İbrahim'in makamından bir namaz­gah edinin» âyetini inzal buyurdu.

Osman İbn Ebu Şeybe... Ebu Meysere'nin şöyle dediğini nakle­der : Hz. Ömer dedi ki; beri ey Allah'ın Rasûlü burası Rabbımızın dos­tu İbrahim'in makamı değil mi? diye sorduğumda o, evet dedi. Ben orayı namazgah edinmeyelim mi? dediğimde, Allah Teâlâ'nın «Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin.» âyeti nazil oldu. İbn Merdûyeh der ki; bize Da'lec İbn Ahmed... Ömer İbn el-Hattâb'dan nakletti ki, o İbrahim'in makamına gelmiş ve demiş ki; Ey Allah'ın Rasûlür biz Rabbımızın dostu İbrahim'in makâmmda durmayalım mı? Rasûlullah evet demiş, o orayı namazgah edinmiyelim mi? diye sor­muş. Kısa bir müddet sonra «Siz de İbrahim'in makamından bir na­mazgah edinin» âyeti nazil olmuş. İbn Merdûyeh der ki; bize Muham-med İbn Ahmed İbn Mühammed el-Kazvînî... Câbir'den rivayet etti ki o şöyle demiş : Mekke'nin fethi günü Rasûlullah (s.a.) İbrahim'in makamının yanında durduğunda Hz. Ömer ona dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü burası Allah Teâlâ'nın «Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin» buyurduğu makâm-ı İbrâhîm midir? Hz. Peygam­ber evet, dedi. Velîd der ki; ben Mâlik İbn Enes'e sana böylece riva­yet nakledildi mi? diye sorduğumda o, evet dedi. Bu rivayet böyle vâkî ol­muştur, ancak bu gariptir. Neseı de Velîd İbn Müslim'den aynı hadîsi rivayet ede?. Buhârî ise, «Bu bab, «siz de İbrâhîntfin makamından bir namazgah edinin» âyeti konusundadır» der.

Bize Müsedded... Enes İbn Mâlik'den nakletti ki; Ömer İbn el-Hat-tâb şöyle demiş : Rabbım ile üç konuda muvafık bulundum. Veya Rab-bım üç konuda bana muvafakat etti: Birincisi; dedim ki, ey Allah'ın Rasûlü, İbrahim'in makamından bir namazgah edinsek mi? Bunun üzerine «Siz de İbrahim'in makamından bit namazgah edinin» âyeti nazil oldu. İkincisi; dedim ki, ey Allah'ın Rasûlü senin yanma iyiler de kötüler de giriyor. Emretsen de mü'minlerin anaları örtüye bürün-seler. Bunun üzerine tesettür âyeti nazil oldu. Hz. Ömer der ki; üçün­cüsü, Rasûlullah'm kadınlarından bir kısmının onu rahatsız ettiği ha­berini aldım. Bunun üzerine onların yanına vararak dedim ki; ya bu davranışlarınıza son verirsiniz, veya Allah peygamberine sizden daha iyilerini gönderir. flTihâyet kadınlarından biri bana gelerek ,dedi ki: Ey Ömer, Rasûlullah (s.a.) kendi kadınlarına öğüt verdi, kâfi değil mi ki sen de gelip onlara öğüt veriyorsun? Bunun üzerine: «O, sizi boşa-yınca belki Rabbı sizden daha hayırlı eşler verir...» âyeti nazil oldu. İbn Ebu Meryem der ki; bana Yahya İbn Eyyûb... Enes'in Hz. Ömer (r.a.) den yukardaki rivayeti naklettiğini duymuş. Buhârî bu konu­da saydığımız rivayetleri naklettikten sonra İbn Ebu Meryem el-Mis-rî diye bilinen Şeyh Saîd İbn el-Hakem'den, notunu ilâve eder. Bu zâttan rivayet nakli konusunda Kütüb-i Sitte sahipleri arasında Bu­hârî. yalnızdır. Diğer hadîs imamları bu zâttan dolaylı olarak rivayetederler. Buhârî'nin bu ikinci notu düşmesindeki maksadı, hadîsin muttasıl olduğunu açıklamaktır. Onu kendisi isnâd etmiştir. Çünkü râvîler arasında yer alan Yahya İbn Eyyûb üzerinde bazı şeyler söy­lenir. İmâm Ahmed de onun kötü bir hafız olduğunu belirtir. En iyi­sini Allah bilir.

İmâm Ahmed der ki; bana Hüşeym Humeyd'den o da Enes'ten nakletti ki Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiş : Ben üç konuda Rabbıma mu­vafakat ettim : Birisi; «ey Allah'ın Rasûlü; İbrahim'in makamından bir namazgah edinsek mi?» diye sorduğumda Allah Teâlâ, «Siz de İb­rahim'in makamından bir namazgah edinin» âyetini inzal buyurdu. İkinci olarak; «ey Allah'ın Rasûlü eşlerinin yanına iyiler de kötüler de giriyor. Sen onların örtünmesini emretsen» dedim. Bunun üzerine hicâb âyeti nazil oldu. Üçüncü olarak, Rasûlullah (s.a.) in eşleri onu fazlaca tahrik ettiler. Ben de onlara belki Rasûlullah sizi boşarsa Ha-bîbi ona sizden daha iyi eşler getirir, dedim. Bu ifâdeye benzer âyet nazil oldu. Aynca İmâm Ahmed bu hadîsi Yahya ve İbn Ebu Adî ka­nalıyla Humeyd'den ve o da Enes İbn Mâlik'den o da Hz. Ömer'den rivayet eder.

Bu hadîsi Buhârî Amr İbn Avn'den, Tirmizî Ahmed'den, Neseî Ya'kûb'dan, İbn Mâce Muhammed'den nakleder. Hepsinin de rivayeti Hüşeym İbn Beşîr'dir. Tirmizî ayrıca Abd İbn Humeyd'den ve Ham-mâd İbn Seleme'den rivayet eder. Neseî de Hennâd Yahya İbn Zaide kanalıyla İbn Humeyd'den nakleder. Tirmizî bu hadîsin hasen ve sa-hîh olduğunu söyler...

Ebu Hatim el-Râzi der ki; bana Muhammed İbn Abdullah el-Ân-sâfî Humeyd el-Tavîl'den o da Enes İbn Mâlik'den nakletti ki; Hat-tâb oğlu Ömer şöyle demiş : Rabbım bana üç konuda muvafakat etti. Veya ben Rabbıma muvafakat ettim. Birincisi; dedim ki «ey Allah'ın Rasûlü İbrahim'in makâmındarf bir namazgah edinsek mi?» Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. İkincisi; dedim ki, «Ey Allah'ın Rasûlü eşlerinin örtünmesini sağlasan.» Bunun üzerine hicâb âyeti nazil oldu. Üçüncüsü de; Abdullah İbn Ubeyd öldüğünde Rasûlullah (s.a.) onun namazını kılmak için geldi. Dedim ki; «Ey Allah'ın Rasû­lü şu münafık kâfirinin mi namazını kılacaksın?» Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ey Hattâb'm oğlu sus. Bunun üzerine : «Onlardan hiç bir ölünün namazını ebediyyen kılma. Ve kabrinin üzerinde de durma.» âyeti nazil oldu. Bu hadîsin isnadı da sahihtir. İki rivayet arasında çelişki yoktur. Hepsi de sahihtir. Doğruyu en iyi Allah bilir.

İbn Cüceye der ki; bana Ca'fer İbn Muhammed... Câbir'den nak­letti ki Rasûlullah (s.a.) üç şavt yaptıktan sonra dördüncüyü yürü­dü. Bitirince İbrahim'in makamına geldi ve onun arkasında iki rek'ât namaz kıldı.   Sonra «Siz de İbrahim'in  makamından bir namazgahedinin.» âyetini okudu. îbn Cerîr der ki bize Yusuf îbn Selmân... Çâ-bir'den nakleder ki, Rasûlullafi (s.a.) Rükn el-Yemânî'ye karşı dur­du. Üç kerre tavaf etti. Dördüncüsüne yürüdü^Sonra İbrahim'in ma­kamına yönelerek bu âyeti okudu. Makamı kendisiyle Ka'be'nin ara­sına aldı ve iki rek'at namaz kıldı. Bu rivayet, Müslim'in sahîh'inde Hatim îbn İsmail'den naklettiği uzun hadîsten bir parçadır. Buhârî kendi senedinde Amr îbn Dinar'dan nakleder ki a Abdullah îbn Ömer'­in şöyle dediğini rivayet etmiş: Rasûlullah (s.a.) Kâ'be'ye geldi ve yedi tavaf yaptı. Makâm-ı İbrahim'in arkasında iki rek'at namaz kıldı.

Bütün bunlar gösteriyor ki; makam kelimesinden maksad İbrâ-hîm (a.s.) in Ka'be'yi yapmak üzere temelini atarken koyduğu taştır. Duvar yükselince İsmail (a,s.) o taşı getirmiş üzerinde durup taşla­rı Hz. İbrahim'e uzatmaya çalışmış ve üzerine taş koyarak duvarın yükselmesini sağlamıştır. Duvarın bir cephesi tamamlanınca öbür cep­heye taşımıştır ve Ka'be'nin çevresini dolaşmıştır. Her cephedeki du-, vardan sonra ardından gelen cepheye götürülmüş, nihayet Ka'be'nin duvarları tamamlanmıştır. Nitekim İbrahim ve İsmail (a.s.)in Ka'be'­nin yapısı esnasındaki kıssaları gelecektir. Buhârî İbn Abbâs'tan bu konuda rivayetler nakleder. Hz. İbrahim'in ayak izleri bu taşın üze­rinde bulunuyordu. Ve Araplar eâhiliyyet devrinde bu taşır* kudsiye-tine inanıyorlardı. Nitekim Ebu Tâlib «Lâmîyye» diye bilinen kasi­desinde bunu belirtmişti. Müslümanlar da aynı durumu görmüşlerdi. Abdullah îbn Vehb der ki- bana Yûnus îbn Yezîd... Enes İbn Mâlik'-in şöyle dediğini nakletti: Ben makâm-ı İbrahim'i gördüm. Onda Hz* İbrahim'in ayasının ve parmaklarının izleri vardı. Ancak insanlar el­leriyle dokuna dokuna onu yok ettiler.

İbn Cerîr der ki; bize Bişr İbn Muâz... Katâde'den nakletti ki; bu âyet-i kerîme ile yalnızca makâm-ı İbrahim'in yanında namaz kı­lınması emredilmiştir. Yoksa ona dokunmak değil. Ne yazık ki bu üm­met başka ümmetlerin daldığı tekellüflere dalmıştır. Nitekim Hz. İb­rahim'in topuk ve parmak izlerinin görüldüğü anlatılmış ancak daha sonra insanlar ona dokuna dokuna bu ayak izleri kaybolup gitmiştir.

Ben derim ki; eskiden makâm-ı İbrahim Ka'be'nin duvarına bi­tişikti. Fugün ise yeri Hacer-i Esved'in ardındaki müstakil bölmede kapının yanındaki sağ girişte bulunmaktadır, tbrâhim Halil (a.s.) Ka'be'nin inşâsını bitirdikten sonra bu taşı Ka'be'nin duvarına koy­muştu. Ya da Ka'be'nin yapımı, bu taşın bulunduğu yere gelince ta­mamlanmış ve Hz. İbrahim de taşı orada bırakmıştı. Bu taşı Ka'be'­nin duvarından kaldıran; mü'minlerin emîri Hattâb oğlu Ömer (r.a.) dir. O, hulefâ-i Râşidîn'den ve hidâyet önderlerinden birisidir. Bizim kendisine uymakla emrolunduğumuz rehberlerdendir. O, Rasûlullah (s.a.)in hakkında şöyle dediği kişiden birisidir. «Benden sonra Ebu Bekr ve Ömer'e uyun.» O, İbrahim'in makamının yanında namaz kılma te­mennisine Kur'an'ın muvafakat ettiği kişidir. Bu sebeple sahabeden hiç kimse orada namaz kılmaya karşı çıkmamıştır.

Abdürrezzâk, İbn Cüreyc'den o da Atâ ve diğerlerinden nakleder ki, onlar şöyle.demişlerdir; o taşı yerinden ilk kaldıran Hattâb oğlu Ömer'dir. Abdürrezzâk ayrıca Ma'mer yoluyla Humeyd'den ve Mücâ­hid'den nakleder.ki, Mücâhid şöyle demiştir: Makâm-ı İbrahim'i bu­günkü yerine getiren son kişi Hattâb oğlu Ömer'dir. Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî... Hz. Âişe (r.a.)den nakleder ki; Makâm-ı İbrahim Rasû-lullah'm ve Ebu Bekr'in devirlerinde Ka'be'ye bitişik idi. Sonra Hz. Ömer oradan uzaklaştırdı. Bu rivayetler de öncekiler gibi sahihtir. İbn Ebu Hatim der ki; hana babam... Süfyân'dan nakletti ki, o kendi, dev­rinde Mekke'lilerin imamıydı. Makâm-ı İbrahim Rasûlullah (s.a.)m devrinde Ka'be'nin bir tarafında idi. Hz. Ömer peygamberden ve bu âyetten sonra makâm-ı İbrahim'in yerini değiştirmiştir. Süfyân der ki; Hz. Ömer'in taşın yerini değiştirmesinden sonra o taşı sel götür­müş, ancak Hz. Ömer tekrar aynı yere koydurmuştur. Süfyan der ki; Hz. Ömer'in bu taşın yerini değiştirmesinden önce onunla Ka'be ara­sında ne kadar mesafe vardı bilinmez. Bitişik miydi değil miydi onu da bilmiyorum. Bu rivayetlerin hepsi bizim zikrettiklerimizi destekler. Eri iyisini büen ise Allah'tır.

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh... Mücâhid'den nakleder ki, Hz. Ömer; «Ey Allah'ın Rasûlü, makâm-ı İbrahim'in arkasında namaz kıl-sak?» deyince, Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurmuştur. O sırada ma­kâm-ı İbrahim, Ka'be'nin yanında idi. Rasûlullah (s.a.) onu bugünkü yerine getirdi. Mücâhid der ki; Hz. Ömer bir konuda görüş beyân edi­yor ve ardından onu. destekler mâhiyyette âyetler nazil oluyordu. Bu rivayetin Mücâhid'den nakli mürseldir. Nitekim Mücâhid'den daha önce nakledilen rivayetlere de muhaliftir. Doğruyu en iyi Allah bilir. [51]

 

(...) İbrahim ile İsmail'e de evimi tavaf edenler, orada kalanlar rükû ve secde edenler için temizleyin, diye ahid vermiştik.

126- Hani, îbrâhîm demişti ki Rabbım burasını em­niyetli bir şehir yap. Ve halkından Allah'a, âhiret günü­ne îmân etmiş olanları mahsûllerle rızıklandır Allah da: kâfir olanı kısa bir zaman için geçindiririm. Sonra onu cehennem azabına zorlarım. Bu ne kötü bir sonuçtur, buyurmuştu.

127- Hani, İbrahim, Ka'be'nin temellerini îsmâîl ile birlikte yükseltiyordu ve diyordu ki: Rabbımız bizden ka­
bul buyur. Şüphesiz ki, Sensin Sen Semi', Alîm.

128- Rabbımız ikimizi de sana teslim olanlar kıl, soyumuzdan da sana teslim olanlar, yetiştir, bize ibâdet edeceğimiz yerleri göster, tövbelerimizi kabul et. Çünkü Sensin Sen Tevvâb, Rahîm.

 

Hz. İbrahim ve İsmâîl Ka'be'yi Bina Ediyorlar :

 

Hasan el-Basrî,  «İbrâhîm ile İsmail'e de evimi tavaf edenler...» âyeti konusunda der ki; Allah onlara evini rahatsız edici şeylerden ve necasetten arındırmayı emretmiş ve pislikleri oraya dokundurma-mayı buyurmuştur. İbn Cüreyc der ki; «Ben, Atâ'ya Allah'ın aldığı ahid nedir diye sorduğumda, o Allah'ın emridir, dedi. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de, ahdin emir olduğunu söylemiştir. Saîd İbn Gü-beyr, nakleder ki; İbn Abbâs «Evimi tavaf edenler,   orada kalanlar, rükû ye secde edenler için temizleyin» diye söylemiştir. Mücâhid ve Saîd İbn Cübeyr ise bunun putlardan, pisliklerden, yajian sözden ve çirkin şeylerden temizlemek olduğunu belirtmiştir. İbn Ebu Hatim âer ki,\ Humeyd İbn Umeyr, Ebu'l-Âliye, Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, Atâ, Katâde; buradaki temizliği, «Lâ İlahe İllallah» ile şirkten arındırmak olduğunu söylemişlerdir.

«Tavaf edenler» kavliyle kastedilenler; ma'lûm olan şekil üzere Ka'be'yi tavaf edenlerdir. Saîd İbn Cübeyr «tavaf edenler» in gurbet­ten gelenler, «orada kalanlar» m Mekke'de oturanlar olduğunu söyler. Katâde ve Rebî' İbn Enes'ten de böyle rivayet edilmiştir. Bu ikisi de «orada kalanlardan» maksadın —Saîd İbn Cübeyr'in dediği gibi— Mek-ke'de oturanlar olduğunu belirtmişlerdir. Yahya el-Kattân... Ata'dan nakleder ki o, «orada kalanlardan» maksad, diğer şehirlerden gelip de Mekke'de ikâmet edenlerdir, demiştir. Ata, biz Ka'be'nin komşuları olduğumuz halde bize «siz, orada ikâmet edenlerdensiniz» denilmiştir, der. Vekî İbn Abbâs'tan nakleder ki; Mekke'de oturanlar, «orada kalan­lar» dır. İbn Ebu Hatim... Sâbit'ten nakleder ki, o şöyle demiş : Ab­dullah İbn Ubeyd'e dedim ki; ben emîrin sözcüsüyüm. İsterdim ki Mescid-i harâm'da uyuyanlara engel olayım. Çünkü onlar burada ab-dest bozuyorlar ve yatıyorlar. Abdullah İbn Ubeyd dedi ki; yapma, çün­kü Abdullah İbn Ömer'e bunlar sorulduğunda, o bunlar âyet-i kerî-me'de zikredilen «orada kalanlaradır dedi. Ben derim ki sahîh rivayet­te sabit olduğuna göre Abdullah İbn Ömer bekâr iken Rasûlullah'ın mescidinde uyurmuş.

«Rükû ve secde edenler» kavimdeki rükû ve secdenin namazdaki rükû ve secde olduğunu Vekî... İbn Abbâs'tan nakleder. Ata ve Katâ-de de böyle demişlerdir. İbn Cerîr merhum der ki; âyetin mânâsı şöy­le olur : Biz İbrâhîm ve İsmail'e evimizi tavaf edenler için arındırma­larını emrettik. İbrâhîm ve İsmail'e emredilen arındırma; Ka'be'nin putlardan, şirkten ve bunlara tapınmaktan arındırılmasıdır. Sonra bir suâl îrâd ederek der ki: Denilecek olursa; Hz. İbrahim'in Ka'be'yi yap­masından önce burada böyle şeyler var mıydı ki İbrâhîm oranın arın-dmlmasıyla emrolunmuştur? Kendisi bu soruya iki türlü cevap verir. Birincisi; Nûh (a.s.)un kavmi zamanında tapılan putlardan arındır­makla emrolunmuştu. Bu, kendisinden sonra gelenler için İbrahim'in bir sünneti idi. Çünkü Allah Teâlâ İbrahim'i kendisine uyulan bir ön­der kılmıştır. Nitekim Abdurrahmân İbn Zeyd, bu âyetten maksad; evimi müşriklerin ta'zîm ettikleri putlara tapınmaktan arındırın de­mektir, der. Ben derim ki; bu cevap, Hz. İbrahim'den önce Ka'be'de putlara tapıldığı esâsı üzerine dayanmaktadır. Bunun ma'sûm olan Hz. Peygamberden nakledilen bir delille desteklenmesi gerekir. İkinci cevap; İbrâhîm ve İsmâîl; Allah'ın evini yaparken, şirkten şüpheden uzak ve Allah'tan başkasını ona eş koşmadan ihlâş ve samimiyet içe­risinde inşâ etmekle emrolunmuşlardı. Nitekim Allah Teâlâ şöyle bu­yurur : «Allah'ın hoşnûdluğu ve takvası üzerine kurulmuş bir yapı mı daha hayırlıdır, yoksa bir yar kenarına kurulmuş bir yapı mı?» Keza Allah Teâlâ buyurur ki: «İbrâhîm ile İsmail'e de evimi tavaf edenler, orada kalanlar, rükû ve secde edenler için temizleyin, diye ahid ver­miştik.» Yani evimi şirk ve şüpheden arındırılmış bir yapı olarak ya­pın. Süddî böyle demiştir. Bu cevâbın özeti şudur: Allah Teâlâ İbrâ­hîm ve İsmâl (a.s.) e Ka'be'yi, Allah'a hiçbir ortak koşmadan, yalnız kendisi adına tavaf edenlere, orada kalanlara, secde ve rükû ile na­maz kılanlara âmâde olmak üzere yapmalarını emretmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurur : «İbrahim'e de evin yerini hazırlamıştık. Bana hiçbir şeyi ortak koşmayasın ve evimi tavaf eden­ler, kıyam edenler, rükû ve secde edenler için temizleyesin diye...» Bu cevaptan maksad; Allah'ın evinde Allah'a şirk koşan müşriklere karşı koymaktır. Bu ev yalnız ve yalnız Allah'a ibâdet edilmek üzere kurul­muştur. Onlar Ka'be'de Allah'a şirk koşmakla kalmıyorlar, oranın mü'-min halkının da ibâdet etmesine engel oluyorlardı. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Onlar ki küfredip Allah'ın yolundan ve insanlar için konulmuş bulunan haram evden alıkorlar...»

Sonra Allah Teâlâ; Ka'be'nin, yalnız ve yalnız Allah'a ibâdet eden ve hiçbir şeyi ona şirk koşmayan kişilerin tavafı ve namazı için ya­pılmış olduğunu belirtiyor. Hacc sûresinde ise bu namazın kıyam, rükû ve sücûd ile birlikte üç bölümü zikredilirken orada kalanlardan bahsedilmiyor. Çünkü daha önce «gerek orada kalanlar, gerekse mü-sâfirler için» buyurulmuştur. Bu âyet-i kerîme'de ise tavaf edenler ve orada kalanlar zikrediliyor. Orada kalanların bölümleri olarak rükû ve secdeden bahsediliyor. Çünkü (kalmak anlamına gelen kıyam aynı za­manda namazda ayakta durmak anlamına da gelir.) rükû ve secde ancak kıyamdan sonra sözkonusu olur. Bu âyette aynı zamanda ehl-i kitâb olan yûhûdî ve hıristiyanların Ka'be'yi haccetmemelerine karşı çıkılıyor. Her iki grup da Hz. İbrahim'in yüceliği ve faziletini kabul edi­yorlar, bu mübarek evi onun hacc ve umre halinde tavaf edilmek için yaptığım biliyorlar, ancak kendileri bunlardan hiç birini yapmıyor­lardı. Öyleyse nasıl îbrâhîm Halil'in bağlıları olabilirler? Kaldı ki on­lar Allah'ın kendileri için meşru kıldığı emri de yerine getirmiyorlar. Aslında bu mübarek evi İmrân oğlu Mûsâ ve diğer peygamberler de haccetmişlerdir. Bu hususu kendiliğinden konuşması söz konusu olma­yan ma'sûm peygamber haber vermektedir ki bu konuşma «Ancak ken­disine vahyedilen bir vahiydir.»

Bu takdirde âyetin anlamı şöyle olur : İbrahim ve İsmail'den; evi­mi şirk ve şüpheden arıtın ve sırf Allah için yapın. Orayı tavaf eden­lere, orada kalanlara, rükû ve secdeye varanlar için hazırlayın diye ahd aldık. Camilerin temiz tutulması bu âyete ve şu âyet-i celîle'ye dayanmaktadır: «Yüceltilmesine Allah'ın izin verdiği ve orada sabah ve akşam kendisine teşbih edilip, adının anılmasını buyurduğu evler­de...» (Nûr, 36) camilerin temiz tutulması, güzelleştirilmesi, her tür­lü pisliklerden ve benzeri rahatsız edici »şeylerden korunması konusun­da bir çok hadîs-i şerif bulunmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber: «Mescidler kendisi için yapılan zât adına bina edilmiştir.» buyuruyor. Ben bu konuya özel bir bölüm ayırdım. Hamd ve minnet Allah'a mah­sûstur. [52]

 

Emin Belde:

 

«Hani İbrahim demişti ki; Rabbım, burasını emniyetli bir şehir yap. Ve halkından Allah'a, âhiret gününe îman etmiş olanları mah­sûllerle rızıklandır. Allah da «kâfir olanı kısa bir zaman için geçindi­ririm. Sonra onu cehennem azabına zorlarım. Bu ne kötü bir sonuç.» buyurmuştur.

İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr el-Taberî der ki; bize Beşşâr... Câbir İbn Abdullah'tan nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Hz. İbrahim Allah'ın evini emîn bir haremgâh kılmıştı. Ben de Medine'yi harem yapıyorum. Onun iki taşlığı arasında av avlanmaz, yüksek ağaç­lar kesilmez.» Neseî, Muhammed İbn Beşşâr yoluyla Bündâr'dan da bu hadîsi rivayet eder. Aynı hadîsi Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe ve Amr en-Nâ-kid, Ebu Ahmed ez-Zübeyrî kanalıyle Süfyân el-Sevrî'den naklederler.

İbn Cerîr der ki; bize Ebu Küreyb... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Hz. İbrahim Allah'ın kulu ve Ha-lîli idi. Ben de Allah'ın kulu ve Rasûlüyüm. Hz. İbrahim Mekke'yi ha­rem kılmıştı. Ben de Medine'yi harem kıldım. Onun iki siyah taşlığı arasında ağaçları kesmeyi, av avlamayı yasakladım. Savaş için orada silâh taşınmaz. Hayvan beslemenin dışında ağacı kesilmez. Bu tarîk (hadîsin rivayeti) Kütüb-ü Sitte'de yoktur ve garîbtir. Hadîsin aslı Müslim'in sahîh'inde bir başka şekilde Ebu Hüreyre (r.a.) den şöyle nakledilir: Halk, ilk meyve (olgunlaştığında) Rasûlullah (s.a.) a ge­tirdiler. Rasûlullah (s.a.) onu alarak şöyle buyurdu : «Allah'ım mey­vemizi bize mübarek kıl, şehrimizi mübarek kıl, ölçeğimizi mübarek ki. Allah'ım İbrahim senin kulun Halil'in ve Peygamberindir. Ben de senin kulun ve peygamberinim. O, Mekke için duâ etmişti. Ben de onun Mekke için duâ ettiği gibi ve ona ilâveten Medine için duâ ediyorum.» Sonra küçük bir çocuğu çağırarak meyveyi ona verdi. Bir başka riva­yette ise hadîsin devamında şu ifâdeler yer almaktadır: Bereket üs­tüne bereket. Sonra orda bulunan çocuklardan en küçüğünü çağıra­rak meyveyi ona verdi. Bu ifâde Müslim'in lâfzıdır. Sonra İbn Cerîr der ki; bize Ebu Küreyb... Râfî İbn Hadîç'ten nakletti ki, Rasûllullah (s.a.) şöyle buyurmuş : İbrahim Mekke'yi haremgâh kıldı. Ben de onun iki taşlığı arasını haremgâh kılıyorum. Bu hadîsin tahrîeinde Müslim müriferiddir. Onu Kuteybe yoluyla Bekir İbn Mudar'dan nakleder ki lâfızları aynıdır.

Buhârî ve Müslim'de vârid olduğuna göre, Enes İbn Mâlik derki; Rasûlullah (s.a.) Ebu Talha'ya şöyle demiş : Bana çocuklarınızdan bir çocuk bulun da hizmet etsin. Ebu Talha beni terkisine alarak Hz. Pey-gamber'e götürdü. Ben de Rasûlullah (s.a.) ne zaman bir yerde konak­larsa ona hizmet ederdim. Enes İbn Mâlik hâdîsde der ki; sonra Pey- gamberle beraber gittik. Ve Uhud dağı göründü. Hz. Peygamber; «İşte şu dağ, o bizi sever, biz de onu severiz.» dedi. Medine görülünce buyur­du ki: «Allah'ım İbrahim'in Mekke'yi haremgâh kıldığı gibi, ben de bu şehrin iki dağının arasını haremgâh kılıyorum. Allah'ım onların ölçülerini mübarek kıl. Allah'ım onların ölçülerini mübarek kıl.» Bu-hârî ve Müslim'in bir başka ifâdesinde ise bu son kısım şöyledir : Al­lah'ım onların ölçülerini mübarek kıl, Allah'ım onların sa'larım (bir tür ölçek) mübarek kıl ve müddlerini (bir tür ölçek) mübarek kıl.» Buhârî Medine halkını kastediyor diye ilâve eder.

Buhârî ve Müslim'in rivayetine göre Enes İbn Mâlik der ki; Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Allah'ım Medine'yi, Mekke'yi kıldığının iki katı mübarek kıl. Abdullah İbn Zeyd İbn Âsim, Rasûlullah (s.a.) dan nakleder ki; o şöyle buyurmuştur: Hz. İbrahim Mekke'yi harem­gâh kıldı ve orası için duâ etti. Ben de Medine'yi haremgâh kılıyorum. Tıpkı İbrahim'in Mekke'yi haremgâh kılması gibi. İbrahim nasıl Mek­ke için duâ ettiyse ben de Medine'nin ölçeği için duâ ettim.

Ebu Saîd (r.a.) rivayet eder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Allah'ım, İbrahim Mekke'yi haram kıldı ve orayı haremgâh yaptı, ben de Medine'yi haremgâh kıldım. Ve oranın iki dağ yolunun arasında kan akıtılmasını, savaş için silâh taşınmasını ve hayvan otlatmanın dışında ağacının kesilmesini haram kıldım. Allah'ım Medine'mizi bize mübarek kıl, Allah'ım ölçeğimizi bize mübarek kıl, Allah'ım müddü-müzü (bir tür ölçek) bize mübarek kıl, Allah'ım her berekete iki bere­ket daha kat. Bu hadîsi, Müslim böyle rivayet eder. Medine'nin harem­gâh oluşu konusunda pek çok hadîs vardır. Biz sadece bu hadîslerden Hz. İbrahim'in Mekke'yi haremgâh kılışıyla alâkalı olanları irâd ettik. Çünkü bunda âyeti kerîmeye mutabakat vardır.

Allah Teâlâ'nın Mekke'yi göklerin ve yerin yaratılmasından önce haremgâh kıldığını gösteren bir çok hadîs-i şerif bulunmaktadır. Nite­kim Buhârî ve Müslim'de vârid olduğuna göre; Abdullah İbn Abbâs, Rasûlullah (s.a.) m Mekke'nin fethi günü şöyle dediğini bildirir: Doğ­rusu bu şehri Allah gökleri ve yeri yarattığı gün haram kılmıştı. Ve o Allah'ın haram kılışı ile kıyamet gününe kadar haramdır. Bana da ancak günün birkaç saatinde helâl kılındı. Kıyamet gününe kadar orası Allah'ın haram kılışı ile haramdır. Dikeni kopanlmaz, avı ürkü­tülmez, kaçağı yakalanmaz. Ancak tanınanlar müstesnadır. Yaş mey­vesi kopanlmaz. İbn Abbâs der ki; ya Rasûlullah ancak boyacılar ve evler için koparılan izher (Mekke ayrığı, hoş kokulu bir ağaç) müstes­na değil mi? deyince Hz. Peygamber, o müstesna buyurdu. Bu lâfız Müslim'indir. Buhârî ve- Müslim'de aynı rivayet, Ebu Hüreyre'den de vârid olmuştur. Buhârî bundan sonra Eban İbn Salih'in... Safiyye Bint Şeybe'den, Rasûlullah (s.a.) m aynı şeyleri söylediğini duyduğunu rivâ- yet eder. Buhârî'nin naklettiği bu hadîsi İmâm Ebu Abdullah İbn Mâce, Safiyye Bint Şeybe'den naklederler : Ben Rasûlullah (s.a.) in Mekke' nin fethi günü okuduğu hutbede şöyle dediğini işittim : Ey insanlar Allah Mekke'nin haremini gökleri ve yeri yarattığı gün haram kılmış­tır. Ve kıyamete kadar da orası haramdır. Ağacı koparılmaz, avı ürkü­tülmez, buluntusu alınmaz. Ancak tanınması hali müstesnadır. İbn Abbâs der ki; bir de Mekke ayrığı (Mekke samanı) müstesnadır. Çün­kü o evler ve boyacılar içindir. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki ancak Mek­ke ayrığı müstesnadır.

Ebu Şüreyh el-Adevî der ki; ben Mekke'ye elçiler gönderen Amr İbn Saîd'e dedim ki; ey emîr, bana izin ver de sana Rasûlullah (s.a.) in Mekke'nin fethinin ertesi günü söylemiş olduğu bir sözü aktarayım. O sözü iki kulağım dinledi, kalbim sakladı ve Rasûlullah'ın konuştuğu anda iki gözümle onu görüyordum. O Allah'a hamd ü sena ettikten son­ra buyurdu ki; Mekke'yi Allah haram kılmıştır, insanlar değil. Dola­yısıyla Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kişinin orda kan akıtmasr helâl olmaz. Oramn ağacı koparılmaz. Birisi, Rasûlullah (s.a.) m orada savaşma ruhsatını aldığını söylerse, ona deyiniz ki; doğrusu Allah Ra-sûlüne bu izni verdi, size değil. Bana da günün bir saatinde müsâade etti. Ve bu gün oranın haram oluşu tıpkı dün olduğu gibi yeniden dön­müştür. Hazır bulunan, bulunmayana tebliğ etsin.. Ebu Şüreyh'a den­di ki; Amr sana ne dedi? Ebu Şüreyh dedi ki; ey Ebu Şüreyh ben onu senden daha iyi bilirim. Doğrusu harem-i şerîf bir âsîyi sığındırmaz. Bir kanlıyı kaçırmaz. Bir suçluyu firar ettirmez, dedi. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim bu lafızla rivayet etmişlerdir. Bu durum bilindikten sonra, Allah Teâlâ'nın Mekke'yi gökleri ve yeri yarattığı gün haram kıldığım belirten hadîsler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü İbrâhîm (a.s.) Al­lah'ın bu hükmünü tebliğ etmiş ve orayı haremgâh kıldığını belirtmiş­tir. Mekke, Hz. İbrahim'in orada ev yapmazdan önce de haram bir belde idi. Hz. Âdem henüz toprak şeklinde iken Hz. Peygamberin hâtem-i Enbiyâ olduğu yazılmış idi. Bununla beraber ibrâhîm (a.s.) : «Rabbımız onlara kendi aralarında bir peygamber gönder.» buyurmuştu. Ve Allah Teâlâ da daha önceki ilim ve takdirine binâen İbrahim'in duasını kabul etmişti. Bunun için hadîste vârid olur ki; Rasûlullah (s.a.) a sahâbe-i güzîn; ilk durumun hakkında bize haber ver dediklerinde, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Atam İbrahim'in duası, Meryemoğlu îsa'nm müjdesi ve annemin kendisinden bir nûr sudur edip Şâm konaklarını aydınlattığını görmüş olmasıdır. İnşâallah bu konu ilerde gelecektir.

Mekke'nin Medine'den üstün olduğu görüşü Cumhûr'un kanâati­dir. Medine'nin Mekke'den üstün olduğu görüşü ise, İmâm Mâlik ve taraftarlarının kanâatidir. İnşaâllah delilleriyle başka bir yerde zikre­dilecektir. Güven ve i'timâdımız Allah'adır.

Allah Teâlâ, Halîli İbrahim'in dilinden naklen şöyle buyurmaktadır : , «Rabbım, burasını emniyetli bir şehir yap, her türlü korkudan koru. Halkı endîşe duymasın.» Nitekim Allah Teâlâ şer'an ve takdîren bunu gerçekleştirmiştir. Âyet-i kerîme'de «Kim de oraya girerse emîn olur» buyurmuştur. Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurmuştur : «Onlar görmezler mi ki biz orayı emîn bir harem kıldık. Kendilerinin etrafın­daki insanlar oraya üşüşürler.» (Ankebût, 67) Mekke'de savaşmanın ha­ram kılındığı konusundaki hadîsler yukarıda geçmişti. Müslim'in sa-hîh'inde Câbir'den nakledilir ki, o Rasûlullah (s.a.) m şöyle dediğini duymuş : Mekke'de hiçbir kimsenin silâh taşıması helâl olmaz. Allah Teâlâ bu sûrede de Mekke'nin emîn bir belde olmasını İbrahim'in di ünden -belirtmiştir. İbrahim böyle istemektedir. Çünkü o henüz Ka' be'yi bina etmemiştir. İbrahim sûresinde ise Cenâb-ı Allah şöyle buyu­rur : «Hani İbrâhîm demişti ki; Rabbım, bu beldeyi emîn kıl.» Orada bu ifâde uygun düşüyordu. Çünkü —Allah en iyiyi bilir ya— bu duâ Kâ'be'yi yaptıktan sonra vuku bulmuştur. Mekke'nin yerleşme mahalli olmasından ve İsmâîl (a.s.) den onüç yaş küçük olan İshâk'ın doğu­şundan sonra Hz. İbrâhîm bu duayı yapmıştı. Bunun için duanın so­nunda : «Hamd olsun O Allah'a ki bana yaşlı olduğum halde İsmâîl ve İshâk'ı lütfetti. Muhakkak ki Rabbım duayı işitendir.» buyurulmuştur. Ayrıca;

«Ve halkından Allah'a, âhiret gününe îman etmiş olanları mah­sûllerle rızıklandır. Allah da «Kâfir olanı kısa bir zaman için geçindi­ririm. Sonra onu cehennem azabına zorlarım, bu ne kötü bir sonuç» buyurmuştur.» denilmiştir.

Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî' İbn Enes'den, Ebu'l-Âliye'den, Übeyy İbn Kâ'b'dan nakleder ki; «Kâfir olanı kısa bir zaman için geçindiririm. Sonra onu cehennem azabına zorlarım... Ne kötü bir sonuç» âyeti Allah Teâlâ'mn kavlidir. Mücâhid ve İkrime'nin görüşü de budur. İbn Cerîr'in doğru kabul ettiği görüş de budur. Başkaları da bunu Hz. İb-râhîm'in duasının devamı saymışlardır. Nitekim Ebu Ca'fer, Rebî'den, Ebu'l-Âliye'den nakleder ki o, İbn Abbâs'ın, bu kısmın İbrahim'in dua­sının devamı olduğunu söylemiştir. Hz. İbrâhîm, Rabbmdan küfreden­leri kısa bir süre geçindirmesini istemektedir. Ebu Ca'fer, Leys İbn Ebu Süleym kanalıyla Mücâhid'den nakleder ki «Kâfir olanı kısa bir zaman için geçindiririm.» âyetiyle küfredeni de nzıklandınnm, ancak «sonra onu cehennem azabına zorlarım..» buyurmuştu. [53]

 

Zâlimler Allah'ın Ahdine Eremezler:

 

Muhâmmed İbn İshâk der ki; Allah'ın bildirdiğine göre; kendisi­nin soyundan da gelse zâlimlerin asla Allah'ın ahdine eremeyecekleriniöğrenince, Allah'a ve onun sevgisine bağlanarak Hz. İbrahim Allah'ın velayet sahibi olmalarını istemediği kişiler için duâ etmekten vazgeçin­ce, Allah Teâlâ'da; «küfredenlere gelince, ben hem iyileri, hem de kö­tüleri rızıklandırmm ve onları kısa bir zaman için geçindiririm.» bu­yurmuştur. Hâkim İbn İsmâîl... İbn Abbâs'm «Rabbım burasını emni­yetli bir şehir yap ve halkından Allah'a, âhiret gününe îman etmiş olan­ları mahsûllerle nzıklandır» âyeti konusunda şöyle dediğini nakleder: Hz. İbrahim rızkın sadece mü'minlere verilmesini istiyordu. Allah Teâlâ bunun üzerine ben mü'minleri rmklandırdığım gibi, kâfirleri de rızık-landınrım. Hiçbir yaratık yaratıp da onu rızıklandırmamam olur mu? buyurmuştur. Ancak «onları bir süre rızıklandırır, sonra cehennem aza­bına sürüklerim. Bu ne kötü bir sonuçtur» buyurmuştur. Sonra İbn Ab-bâs şu âyeti okumuştu : «Her ikisine de yardım ederiz. Bunlar da onlar da, Rabbının lutfundandır. Rabbının. lutfu saklanmış değildir.» Bunu İbn Merdûyeh rivayet eder. İkrime ve Mücâhid'den de benzer şekilde bir rivayet nakledilir. Bu, Allah Teâlâ'nın şu kavl-i-celîl'i gibidir : «Dün­yada az bir müddet geçinme vardır. Sonra dönüşleri Bizedir. Sonra kü­fürlerine karşılık onlara çetin azabı tattıracağız.» (Yûnus, 70)

«Kim de küfrederse onun küfrü seni üzmesin. Onların dönüşü Bizedir. O zaman, yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah kalb-lerde olanı şüphesiz bilir. Onları az bir süre geçindirir, sonra da ağır bir azaba sürükleriz.»  (Lukmân, 23-24)

«Eğer bütün insanların bir tek ümmet olmakta birleşmelerini ön­lemek istemeseydik, Rahman olan Allah'ı inkâr edenleri, evlerinin ta­vanlarını, üzerinde yükseldikleri merdivenleri, evlerinin kapılarını, üze­rine yaslanacakları kerevetleri gümüşten yapar ve altın bezeklerle iş­lerdik. Bunların hepsi ancak dünya hayatının geçimliğidir. Âhiret, Rabbının katında müttakîler içindir.» (Zuhruf, 33 - 35)

«Kâfir olanı kısa bir zaman için geçindiririm, sonra onu cehennem azabına zorlarım. Bu ne kötü bir sonuçtur.» Dünya hayatında geçin­dirdikten ve dünyanın gölgelerini üzerine yaydıktan sonra cehennem azabına zorlarım. Onun varacağı sonuç ne kötüdür. Yani Allah onlara mühlet verir. Sonra da kudretli ve azîm bir hükümdarın yakalayışı ile yakalar. Nitekim bir âyet-i kerime'de şöyle buyurur : «Nice kasabalara zâlim oldukları halde mühlet verdim. Sonra onu yakaladım. Dönüş, Ba-na'dır.»

Buhârî ve Müslim'in sahîh'inde vârid olur ki; eziyetlere Allah'dan daha çok sabreden bulunamaz. Kullar, Allah'a çocuklar isnâd ediyor­lar. Buna karşılık Allah, onlara rızık ve sıhhat lütfediyor. Buhârî'nin sahîh'inde vârid olur ki; Allah Teâlâ zâlime mühlet verir. Sonra onu bir kere yakalayınca bir daha bırakmaz. Ve ardından Rasûlullah şu âyeti okumuştur : «Rabbım'm zâlim olan kasabalan yakaladığı zamanki yakalayışı böyledir işte. Muhakkak ki O'nun yakalayışı acı ve şid­detlidir.» [54]

 

Ka'be'nin Temelleri:

 

«Hani İbrâhîm, Ka'be'nin temellerini İsmâîl ile birlikte yükselti­yordu ve diyordu ki; Rabbımız bizden kabul buyur. Şüphesiz ki Sensin Sen, Semî', Alîm.» Allah Teâlâ buyuruyor ki; Ya Muhammed kavmine İbrâhîm ve İsmâîl (a.s.) in Ka'be'nin temelini yükselttikleri demi ha­tırlat. Onlar, «Rabbımız bizden kabul buyur, şüphesiz ki Sensin, Sen, Semî', Alîm» diyorlardı. Onlar sâlih bir amel işliyor ve Allah'tan bu amellerinin kabul edilmesini umuyorlardı. Nitekim İbn Ebu Hatim... Vüheyb İbn el-Verd'den nakleder ki; o bu âyeti okumuş, sonra ağla­yarak şöyle demiş : «Ey Rahmân'ın Halil'i, Sen Rahmân'ın evinin di­reklerini yükseltiyordun ve kabul olmamasından endîşe ediyordun. Bu durum Allah Teâlâ'nın samîmi mü'minlerin durumunu naklettiği gibi­dir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Onlar ki verecekleri şeyleri verirler ve kalbleri korku ve endîşe içerisindedir. Hem sadakaları, na­fakaları ve kurbanları takdîm ederler, hem de kabul olmamasından korkarlar.» Nitekim Hz. Âişe'den nakledilen sahîh hadîs ilerde gele­cektir.

Bazı müfessirler de dediler ki; Ka'be'nin direklerini yükselten İb­râhîm, duâ eden de İsmail'di. Doğrusu her ikisi birlikte yapıyor ve söy­lüyorlardı. Nitekim az sonra açıklaması gelecektir. Buhârî bu konuda bir hadîs rivayet ediyor ki önce bunu irâd edeceğiz, sonra bu konuyla ilgili haberleri nakledeceğiz. [55]

 

Hicaz Çöllerinde Hâcer ve İsmâîl:

 

Buhârî merhum der ki; Bize Abdullah İbn Muhammed... İbn Abbâs (r.a.) dan nakleder ki, o şöyle demiş: «Kadınlardan ilk kemer kuşanan İsmâîl (a.s.) in annesidir. O ke­mer kuşanarak Sâra'nın kendisi üzerindeki etkisini silmek istemiştir. Sonra İbrahim onu ve oğlu tsmâîl (a.s.) i emzikli iken getirip mescidin üst tarafındaki zemzemin kenarında bulunan Beytullah'ın yanına koy­du. O gün Mekke'de kimse yoktu. Ve orada su da bulunuyordu. İbra­him her ikisini oraya koydu ve içinde hurma ve su bulunan bir kabı yanlarına bıraktı. Sonra Hz. İbrahim oradan ayrıldı. İsmail'in anası O'nun peşine düştü ve dedi ki; ey İbrahim hiçbir insanın ve eş­yanın bulunmadığı bu vâdîde bizi bırakıp nereye gidiyorsun? Bu sö­zünü bir kaç kez tekrarladı. Hz. İbrahim ona hiç bakmıyordu. Bunun sana Allah mı böyle emretti? deyince Hz. İbrahim, evet dedi. Bunun üzerine kadın öyleyse bizi helak etmez, dedi ve tekrar döndü. İbrahim (a.s.) onların göremiyecekleri bir yere varınca yüzünü Kâ'be'ye doğru döndürerek elini kaldırıp şu duayı okudu : «Rabbımız ben çocuklarım­dan kimini namaz kılabilmeleri için senin mukaddes evinin yanında çorak bir vâdîye yerleştirdim. Rabbımız insanların gönüllerini onlara meylettir. Şükretmeleri için onları mahsûllerle rızıklandır.» (İbrâhîm, 37) İsmail'in annesi çocuğunu emziriyor ve kırbadaki sudan da içi­yordu. Kadın susadı, çocuk susadı. Kadın ümitle ona bakıyordu. Sonra kızarak kalktı. Arkasında en yakın arazinin Safa tepesi olduğunu gör­dü ve oraya doğru koştu. Sonra vâdîye yöneldi. Bir kimseyi görebilir miyim diye bakıyordu. Ama kimseyi göremedi. Safâ'dan indi. Vâdîye ulaştığında elbisesinin bir kenarını kaldırdı. Sonra yorulmuş insanların koşusu gibi koştu ve vâdîyi geçerek Merve'ye geldi. Ve orada durdu Sonra birini görebilir miyim diye çevreye baktı. Fakat kimseyi göre­medi. Yedi kere böyle yaptı. İbn Abbâs der ki; Rasûlullah (s.a.) buyur­du ki: İşte insanlar Safa ile Merve arasında bunun için koşarlar.[56]

Merve'nin yanma gelince yüksek bir ses işitti. Kendi kendine sus, dedi. Sonra dinledi. Yine bir ses duydu. «İşittim, senin yanında yardım edecek bir şey var mı?» dedi. Baktı ki bir melek zemzemin olduğu yer­de. Ayağıyla yeri kazıyordu veya kanadıyla. Birden su çıkıverdi. İs­mail'in annesi suyun birikmesi için çevresini yükseltmeye başladı. Ve eliyle suyu avuç avuç alıp kabına doldurdu. O doldurdukça su kaynı­yordu. İbn Abbâs dedi ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Allah İs­mail'in annesine merhamet etsin, bıraksaydı zemzemi —veya suyu avuçlamasaydı dedi— Zemzem akar çeşme olurdu. İbn Abbâs der ki: Kadın hem içti hem çocuğunu emzirdi. Melek ona suyun kaybolma­sından korkma, dedi. Çünkü burada şu çocuk ve babası Allah Azze ve Celle için bir ev yapacaklar. Allah Azze ve Celle kendine mensûb olan­ları helak etmez. Kâ'be tepe gibi yerden biraz yüksekçeydi. Sel gelir, ba-zan sağından, bazan solundan alırdı. Kadın bir süre burada durdu. Nihayet Cürhüm kabilesinden komşular geldi. Veya Cürhüm kabile­sinden bir aile Kedâ (Mekke'de bir dağ adı) yoluyla gelmişlerdi. Mek­ke'nin alt yanına, konakladılar. Suya kanat çırpan bir kuş gördüler ve dediler ki: Bu kuş suyun üstünde kanat çırpıp dönmelidir. Muhak­kak bu vadide su olduğuna and içeriz. Bir veya iki gözcü gönderdiler. Ve onlar suyu gördüler, dönüp kabilelerine suyun bulunduğunu haber verdiler. Kabile de suyun başına geldi. İsmail'in annesi suyun yanın­daydı. Yanında konaklamamıza izin verir misin? dediler. O evet; ancak suda sizin hakkınız yoktur, dedi. Onlar da pekiyi dediler.

İbn Abbâs der ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Bu durum İs­mail'in annesini sevindirdi. Çünkü o kalabalıktan hoşlanıyordu. Kabîle burada konakladı. Kabilenin diğer mensûblanna da haber yolladılar. Onlar da gelip burada konakladılar. Burada aynı kabileden birçok ha­ne halkı oldu. Çocuk büyüyüp onlardan Arapça öğrendi. Çocuk büyü­yünce Cürhüm kabilesinin hayranlığını çekti. Ve onu kendilerinden bir kadınla evlendirdiler. Nihayet İsmail'in annesi öldü. Ve İsmail evlen­dikten sonra İbrahim geriye bıraktıklarını gözlemek üzere tekrar Mek­ke'ye geldi. Fakat İsmail'i bulamadı. Karısına onu sorduğunda, bize bir şeyler bulmaya gitti, dedi. Sonra İbrahim İsmail'in eşine hayatlarından ve durumlarından sordu. Kadın çok kötüyüz. Şiddet ve sıkıntı içindeyiz, diyerek dertlendi. İbrahim ona dedi ki; eşin geldiğinde benden ona se­lâm söyle ve de ki; evinin eşiğini değiştirsin: İsmail (a.s.) dönünce bir şeyler sezer gibi oldu ve kimsecikler geldi mi? dedi. Kadın evet şöyle şöyle bir yaşlı geldi, Senden suâl etti, ben de ona durumu bildirdim. Geçimimizi sordu, ben de ona şiddet ve sıkıntı içinde olduğumuzu bil­dirdim, dedi. İsmâîl sana bir şey tavsiye etti mi? dedi. Kadın evet, sana selâm söylememi buyurdu ve evinin eşiğini değiştirmeni, söyledi. îsmâîl işte o babamdır. Bana, senden ayrılmamı buyurmuş. Şimdi ailene dön diyerek eşini boşadı ve aynı kabileden bir başka kadınla evlendi. Allah'ın istediği bir süre İbrahim onlardan uzak kaldı. Sonra tekrar geldi yine İsmail'i bulamadı. Eşinin yanına varıp ondan suâl etti. Kadın, bize bir şey bulmak üzere dışarı çıktı, dedi. İbrahim, nasılsınız? diyerek ge­çimlerini ve hallerini sordu. Kadın çok iyi ve bolluk içindeyiz, diyerek Allah Azze ve Celle'ye hamd ü senada bulundu. İbrahim ne yersiniz? dediğinde, kadm et dedi. İbrahim ne içersiniz? dediğinde, kadın su dedi; İbrahim, Allah'ım onlara eti ve suyu mübarek kıl, dedi. Hz. Peygamber buyurdu ki; o gün henüz buğdayları yoktu. Eğer buğdayları olsaydı İb-râhîm buğdayı için de duâ ederdi. Hz. Peygamber buyurdu ki: Onlar Mekke'nin dışında sadece et ve su ile geçiniyorlardı. İbrahim kadına eşin geldiğinde benden ona selâm söyle ve de ki; evinin eşiğini iyice pekiştirsin, dedi. İsmâîl (a.s.) eve geldiğinde kimsecikler geldi mi? diye sordu. Kadın evet güzel yüzlü bir ihtiyar geldi, diyerek adamı övdü. Seni sordu ve ben senden haber verdim. Geçimimizin nasıl olduğunu sordu, ben de iyi, dedim. İsmâîl, sana bir şey tavsiye etti mi? dediğinde, kadın evet sana selâm söyledi. Ve kapının eşiğini sağlamca kılmanı buyurdu, dedi. İsmâîl işte o, babamdır, eşik de sensin. Sana sıkıca sa­rılmamı emretti, dedi. Sonra İbrâhîm Allah'ın dilediği bir süre durdu ve tekrar yanlanna geldi. İsmâîl zemzem yakınlarında gölgelikli bir ağacın altında okunu yontuyordu. İbrahim'i görünce ayağa kalktı ve oğulun babayla, babanın oğulla yaptığı şeyleri yaptılar. Sonra dedi ki; ey İsmâîl Allah bana bir şey emretti. İsmâîl Rabbım Azze ve Celle sana ne emrederse yap, dedi. İbrâhîm bu konuda bana yardım eder misin? dedi. İsmâîl, evet yardım ederim dedi, İbrâhîm, Allah bana şu­raya bir ev yapmamı emretti, dedi. Ve çevrelerinde bulunan yüksekçe bir yeri gösterdi. İşte orada Beytullâh'ın direklerini yükselttiler. İs­mâîl taş getiriyordu. İbrâhîm de yapıyordu. Bina yükselince bu taşı getirdi ve oraya koydu. İbrâhîm onun üzerine çıkarak binayı yapı­yordu, İsmâîl de ona taş uzatıyordu. Ve ikisi birlikte : «Rabbımız biz­den kabul buyur. Şüphesiz ki Sensin Sen, Semî' Alîm» diyorlardı. İbn Abbâs der ki; Kâ'be'nin etrafını dönünceye kadar evi yaptılar ve hem «Rabbımız bizden kabul buyur. Şüphesiz ki Sensin Sen Semî', Alîm» diyorlardı. Bu hadîsi İbn Bbu Hatim, Ebu Abdullah Muhammed İbn Hammâd ez-Zahrânî'den, İbn Cerîr de Ahmed İbn Sabit el-Râzî'den rivayet ederler. Ve her iki rivayet te Abdürrezzâk'dan özet olarak nak­ledilir.

Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki; bize İsmail İbn Alî... Kesir tbn Kesîr'den şöyle dediğini nakletti. Bir gece mescidin üstünde ben, Os­man İbn Ebu Süleyman, Abdullah İbn Abdurralımân ve daha başka bir toplulukla birlikte Saîd İbn Cübeyr'in yanında bulunuyorduk. Saîd İbn Cübeyr dedi ki; beni görmeden istediğinizi sorun. Onlar makam nedir? diye sorduklarında, Saîd onlara, İbn Abbâs'ın bu hadîsini anlatmaya başladı ve hadîsi uzun uzadıya nakletti. [57]

 

Zemzem'in Kaynayışı:

 

Sonra Buhârî der ki; bize Abdullah İbn Muhammed... Saîd İbn Cübeyr kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki, o şöyle demiş : İbrâhîm ile ailesi arasında olanlar olduktan sonra, İbrâhîm, İsmail'i ve anne­sini alarak bir su kırbasıyla beraber yola çıktı. İsmail'in annesi kırbadan su içiyor ve meydana gelen sütü çocuğuna içiriyordu. Nihayet Mek­ke'ye geldiler. İbrâhîm, İsmâîl ile annesini büyük gölgelikli bir ağacın altına koydu. Sonra kendi ailesine doğru yola koyuldu. İsmail'in an­nesi İbrahim'in peşinden koşarak Kedâ' (Mekke'de bir dağ) ya kadar geldiklerinde arkasından «ey İbrâhîm, bizi kime bırakıyorsun?» diye seslendi. İbrâhîm, Allah Azze ve Ceîle'ye, deyince kadın; Allah'ın em­rine rızâ gösterdim, dedi ve geri döndü. Kadın, kırbadan su içiyor, meydana gelen sütü çocuğuna içiriyordu. Nihayet kırbadaki su bitti. Kadın gidip bakınsam, belki birine rastlarım dedi, ve kalktı gitti. Sa-fâ'ya çıktı. Bir kişiye rastlar mıyım? diye baktı, kimselere rastlamadı. Vâdîye gelince koşarak Merve'ye doğru gitti. Ve bunu birkaç kere yap­tı. Sonra çocuğun yanına varıp bakayım ne yaptı acaba? dedi. Onun yanma vardı. Ve baktı ki çocuk olduğu gibi duruyor. Sanki ölüm so­luğu veriyordu. İçi rahatlamadı ve gidip yücelere baksam, belki birine rastlarım, dedi. Koşup Safâ'ya çıktı, baktı, baktı kimseyi göremedi. Yedi kez böylece gitti geldi. Sonra gidip baksam çocuk ne haldedir, de­di. Ve birden bir ses işitti. Ve yapabileceğin iyilik varsa yardıma koş dedi. Bir de baktı ki Cebrâîl (a.s.). İbn Abbâs diyor ki; çocuk topu-ğuyla yere vurdu ve yerden su fışkırdı. İsmail'in annesi dehşete kapıldı ve suyun olduğu yeri kazıyor, kazıyordu. İbn Abbâs dedi ki; Ebu'l-Kâsım Muhammed Mustafâ (s.a.); eğer kadın bıraksaydı su açığa çıkacaktı buyurdu. İbn Abbâs dedi ki; kadın suyu içiyor ve meydana gelen sütü çocuğa emzirtiyordu. İbn Abbâs dedi ki; vâdînin ortasında Cürhüm kabilesinden bir topluluk geçiyordu. Dediler ki; kuş ancak suyun ol­duğu yerde bulunur. Ve bir gözcü göndererek suyun olup olmadığına baktırdılar. Gözcü suyu görünce gelip onlara haber verdi. Onlar da su­yun olduğu yere gelip dediler ki; ey İsmail'in annesi, seninle birlikte olmamıza —veya seninle beraber oturmamıza— izin verir misin? Sonra çocuk bulûğa erdi ve onlardan bir kadınla evlendi. İbn Abbâs der ki, sonra İbrâhîm (a.s.) ailesine dedi ki; ben bıraktıklarını görüp de ge­leyim. Geldi, selâm verdi ve İsmâîl nerededir? dedi. Eşi avlanmak için gitti, deyince İbrâhîm, geldiğinde ona de, evinin eşiğini değiştirsin. İsmâîl geldiğinde kadın ona durumu haber verince, İsmâîl; işte sen osun, ailene git dedi. İbn Abbâs der ki; sonra tekrar İbrâhîm ailesine, bıraktıklarımı gidip göreyim, dedi. Geldi ve İsmâîl nerede? dedi. Eşi avlanmak için gitti. Oturup bir şeyler yemez, içmez misin? dedi. İbrâ­hîm, ne yer ne iıçersiniz? dediğinde, kadın yiyeceğimiz et, içeceğimiz sudur, dedi. İbrâMm Allah'ım onların yiyecek ve içeceklerini kendileri­ne mübarek kıl, dedi. İbn Abbâs der ki; Ebu'l-Kâsım Muhammed Mus­tafâ (a.s.) buyuırdu ki: Bereket İbrahim'in duâsıdır. İbn Abbâs der ki: Sonra İbrâhîm gidip bıraktıklarımı görüp geleyim, dedi. Geldi, zemze­min arkasında 'İsmail'e rastladı, o ok yontuyordu. İbrâhîm dedi ki; ey İsmâîl, Rabbıro. Azze ve Celle bana kendisi için bir ev yapmamı em­retti. İsmâîl Rübbın Azze ve Celle'ye itaat et, dedi. İbrâhîm senin de bana yardım etmeni emretti, deyince, İsmâîl o zaman yapayım, dedi veya benzeri bir şey söyledi. Kalktılar ve İbrâhîm binayı yapmaya ko­yuldu. İsmâîl de ona taş uzatıyordu. Ve ikisi birlikte : «Rabbımız biz­den kabul buyur. Şüphesiz ki Sensin Sen, Semî', Alîm.» diyorlardı. Ni­hayet bina yükseldi ve ihtiyar taş taşımaktan bitkin düştü. İbrâhîm makamının yanındaki taşın üzerine çıktı. İsmâîl de ona taş uzatıyor­du. Ve ikisi birlikte «Rabbımız bizden kabul buyur...» diyorlardı. Bu iki rivayeti iner iki şekliyle de Buhârî peygamberler kitabında zikreder. Ne gariptir ki, Hafız Ebu Abdullah Hâkim, bu hadîsi el-Müstedrek isim­li eserinde Ebu Abbâs el-Asamm kanalıyla... İbrâhîm İbn Nâfî'den rivayet eder ve Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre bu hadîs sahihtir, ama her ikisi de bu rivayeti tahrîc etmemişlerdir, der. Halbuki Buhârî görüldüğü gibi İbrâhîm İbn Nâfî'nin hadîsini kısaltarak nakletmiştir. Çünkü o k'urban bölümünü zikretmemiştir. Buhârî'nln sahîh'inde vârid olur ki, koyunun iki boynuzu Kâ'be'de asılı imiş. Ve yine İbrâhîm (a.s.) in Mekke'de ailesini burak ile acele olarak ziyaret edip sonra mukaddes beldedeki ailesine döndüğü zikredilir. Allah en iyisini bilen­dir. Allah bilir ya bu hadîs merfûdur. Ancak İbn Abbâs, Rasûlullah (s.a.) dajı hadîsi sahîh olarak rivayet etmiştir.

Mü'minlerin emîri Ali İbn Ebu Tâlib'ten bu konuda yukardaki rivayete kısmen muhalif olan bir rivayet vârid olmuştur. Buna göre, İbn Cerîr der ki; Bize Muhammed İbn Beşşâr... Ali İbn Ebu Tâlib'den nakletti ki; o şöyle demiş : İbrâhîm (a.s.) Kâ'be'yi yapmakla emrolu-nünca, İsmâîl ve Hâcer ile birlikte yurdundan çıktı. Hz. Ali der ki, Mekke'ye geldiğinde Beytullâh'ın olduğu yerde başında buluta benzer bir şey göründü. Onunla konuştuğunda ,bulut dedi ki; ey İbrâhîm, göl- genin olduğu yerde bina et. Veya gölgenin olduğu kadar yap, dedi. Ne fazla ne eksik. Binayı yapınca gitti, İsmâîl ile Hâcer'i orada bıraktı. Hâder dedi ki; ey İbrahim bizi kime bırakıyorsun? O da Allah'a, dedi. Bunun üzerine Hâcer git, Allah bizi helak etmez, dedi. Hz. Ali der ki; İsmâîl şiddetle susadı. Bunun üzerine Hâcer, Safa tepesine çıktı ve baktı hiçbir şey görmedi. Sonra Merve'ye geldi yine bir şey görmedi. Sonra Sa-f â'ya döndü, baktı hiçbir şey görmedi. Tekrar Merve'ye geldi, yine bir şey görmedi. Tekrar Safa'ya gitti, baktı, bir şey görmedi. Ve yedi kere böyle yaptı. Sonra dedi ki; ey İsmâîl seni göremeyeceğim şekilde öl. Yanma geldiğinde İsmâîl susuzluktan ayağıyla bir şeyler araştırıyordu. Bu es­nada Cebrâîl ona seslendi, sen kimsin? dedi. Kadın, ben Hâcer'im, İb­rahim'in oğlunun anası, dedi. Cebrâîl İbrahim, sizi kime bıraktı? de­yince, Hâcer, o bizi Allah'a bıraktı, dedi. Cebrâîl, İbrahim sizi Kâfi (olan Allah'a) bırakmış, dedi. Hz. Ali der ki; çocuk ayağının parma­ğıyla yeri karıştırdı ve oradan zemzem çıktı. Hâcer suyu topluyordu. Cebrâîl ona bırak, çünkü o fazla sudur, dedi.

Bu ifâdeye göre İbrahim, Hâcer ve İsmail'i bırakıp gitmezden önce Kâ'be'yi yapmıştır. Ancak önce Ka'be'nin taşlarını getirip duvarını örmüş olması muhtemeldir. Yoksa bütününü yapmış olamaz. Çünkü İsmâîl büyüyünce ikisi birlikte bütününü yapmışlardır. Nitekim Allah Teâlâ bu âyette onu haber veriyor.

Sonra İbn Cerîr der ki: Bize Hennâd... Hâlid İbri Ar'ara'dan nak­leder ki; adamın biri kalktı ve Hz. Ali'ye dedi ki; bize Kâ'be'den haber vermeyecek misin? Orası yeryüzünde yapılan ilk ev midir? Hz. Ali, ha­yır ilk ev değildir, fakat orası yeryüzünde bereketin konulduğu ilk ev­dir, İbrahim'in makamıdır. Oraya giren emîn olur, dedi. İstersen sana-oranın nasıl yapıldığını bildireyim, dedi. Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'e ba­na yeryüzünde bir ev yap diye vahyetti. İbrahim, bunun üzerine çok sıkıldı. Allah ona sekînet gönderdi. —Bu iki taraflı durmadan esen bir rüzgârdı.— İbrâhîm ile İsmâîl birlikte yola koyuldular. Nihayet Mek­ke'ye geldiler ve Beytullâh'ın olduğu yerde konakladılar. İbrâhîm sekî-netin durduğu yerde bina yapmakla emrolundu. İbrâhîm binayı yaptı. Fakat bir taş eksik kaldı. Çocuk gitti bir şeyler araştırdı. İbrâhîm sana emrettiğim gibi bana bir taş bul, dedi. Çocuk gitti, bir taş aldı ve onu İbrahim'e getirdi. İsmâîl Hacer-i Esved'in yerine konmuş olduğunu görünce dedi ki; babacığım, sana bu taşı kim getirdi? İbrâhîm de bana, o taşı senin binana güvenmeyen getirdi. Cebrâîl (a.s.) gökten in­dirdi, dedi. Böylece ikisi birlikte binayı tamamladılar.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Muhammed İbn Abdullah... Kâ'b el-Ahbâr'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Allah yeryüzünü yaratmazdan kırk yıl önce Kâ'be suyun üzerinde köpük gibiydi. Yeryüzü ondan meydana getirildi. Saîd der ki; bize Ali İbn Ebu Talip anlattı ki; İbrahim (a.s.) Ermîniye'den gelmişti. Ve onun beraberinde örümceğin ağım kurması için yer araştırdığı gibi evin yerini araştıran sekînet vardı. Kâ'be'nin üzerini, bir taşı ancak otuz kişinin kaldırabileceği taşlardan temizle­yip çıkardı. Saîd der ki; ben, ey Muhammed, Allah Teâlâ «Hani îbrâhîm Kâ'be'nin temellerini İsmâîl ile birlikte yükseltiyordu.» buyuru­yor deyince Hz. Ali evet o daha sonraydı, dedi.

Süddî der ki; Allah Azze ve Celle İbrahim (a.s.) e oğlu İsmâîl ile birlikte bir ev yapmalarını emretti. Benim için tavaf edenlere, orada kalanlara, rükû ve secdeye varanlara bir ev yapın, dedi. İbrahim (a.s.) yola koyuldu ve Mekke'ye geldi. O ve İsmâîl birbirleriyle konuşmaya başladılar. Evin yerinin neresi olacağını bilmiyorlardı. Allah kendileri­ne el-Hacûc “” yeli denilen iki kanadı ve yılan şeklinde başı olan bir rüzgâr gönderdi. Rüzgâr onlara Kâ'be'nin çevresini ve ilk ev­den kalma temellerin bulunduğu yeri açtı. Tartışa tartışa rüzgârı iz­leyerek yeri kazmaya başladılar. Ve temeli attılar. İşte Allah Teâlâ'nm «Hani İbrâhîm Kâ'be'nin temellerini İsmâîl ile birlikte yükseltiyordu.» âyetinde söylediği budur. Ve yine «Hani biz İbrahim'e evin yerini ha­zırlamıştık.» buyruğunda söylenen de budur. Direkleri dikip Rükn'ün bulunduğu yere gelince, İbrâhîm, İsmail'e dedi ki; yavrucuğum git,, bana güzel bir taş bul ki buraya koyayım. İsmâîl, babacığım ben yorul­muş, bitmişim, ama gidip araştırayım, dedi. Gitti bir taş buldu, getir­di. Fakat İbrâhîm uygun bulmayarak bundan daha güzel bir taş ge­tir, dedi. Gitti, taş aradı. Bu sırada Cebrâîl ona Hindistan'dan Hâcer-i Esved'i getirdi. Hâcer-i Esved bembeyaz, yâkût gibi parlak bir taştı. Âdem onu cennetten birlikte indirmişti. Fakat taş insanların günâh­ları yüzünden kararmıştı. İsmâîl ona bir taş bulup getirdi. Fakat gel­di ki Hâcer-i Esved rüknün yanında duruyor. Babacığım, o taşı sana kim getirdi? dedi. Hz. İbrâhîm de senden daha güçlü olan birisi ge­tirdi, dedi. İbrâhîm Rabbı tarafından imtihan edildiği kelimeleri oku­yarak binayı yapıyor ve «Rabbımız, bizden kabul buyur...» diyorlardı.

Bu ifâde Kâ'be'nin temellerinin İbrâhîm peygamberden önce ya­pıldığını gösterir. Buna göre İbrahim'e bu temeller gösterilmiş ve hazır­lanmıştır. Bazıları bu görüşü kabul ederler. Nitekim İmâm Abdürrez-zâk... Saîd İbn Cübeyr kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki, o, «Hani İbrâhîm Kâ'be'nin temellerini İsmâîl ile birlikte yükseltiyordu.» âye-tindeki «temellerin» daha önceki evin temelleri olduğunu belirtmiştir. Abdürrezzâk yine der ki: Bize Hişâm İbn Hassan... Atâ İbn Ebu Re-bâh'dan nakletti ki o şöyle demiş : Allah Hz. Âdem'i cennetten indirin­ce iki ayağı yeryüzünde başı gökyüzünde idi. Gökyüzü halkının söz­lerini ve duâlanm işitiyordu. Onlarla ünsiyet kesbederdi. Melekler onu korkuttular ve o da Allah'a duâ ve ibâdetinde onları şikâyet etti. Bunun

üzerine Allah Teâlâ onu yeryüzüne indirdi. Meleklerin seslerini duy­mayınca, Âdem yalnızlık çekti ve duâ ve ibâdetinde Allah'a dertlendi. Bunun üzerine o Mekke'ye yöneltildi. Ayağını bastığı her yer bir kasa­ba, adımını attığı yer de ova idi. Nihayet Mekke'ye geldi. Ve Allah cen­net yakutlarından bir yakut indirdi ve bu yakut şu andaki Kâ'be'nin yerinde idi. Âdem bunu tavaf edip duruyordu ki, Allah ona bir tufan gönderdi ve o yakutu kaldırdı. Sonra Hz. İbrahim peygamber olarak gönderildi ve orada bina yaptı. İşte Allah Teâlâ'nın «Hani İbrahim'e Kâ'be'nin yerini hazırlamıştık.» âyetindeki kavil budur. Abdürrezzâk der ki; bana İbn Cüreyc, Atâ'dan nakletti ki; Hz. Âdem şöyle demiş : «Ben meleklerin sesini işitemiyorum. Sebebi nedir? Allah Teâlâ gü­nâhların yüzünden, demiş. Öyleyse sen yeryüzüne in ve benim için bir ev yap da meleklerin gökyüzündeki evimi tavaf ettiklerini gördüğün gibi orayı tavaf et, buyurmuş. Halk oriun bu evi beş dağdan yaptı­ğını zanneder. Bu dağlar, Hirâ, Zeytin dağı, Sina dağı, Lübnan dağı veCûdi dağıdır. Bu evin çevresi ceylan barınağı idi. Bu ilk yapı Hz. Âdem' in yapısıdır. Sonra İbrahim (a.s.) burayı yeniden yapmıştır. Bu riva­yetin Atâ'dan nakli sahîh işe de, rivayette bazı yanlışlar vardır. Allah en iyisini bilendir1. [58]

 

Kâ'be'nin Şerefi:

 

Yine Abdürrezzâk der ki; bize Ma'mer, Katâde'den nakletti ki o şöyle demiş : Allah Teâlâ Kâ'be'yi Hz. Âdem'i yeryüzüne indirdiği sıra­da onunla birlikte indirmiştir. Hz. Âdem'in indiği yer Hind toprağıy­dı. Onun başı gökte, iki ayağı yerde idi. Melekler ondan korkunca Âdem'in boyu altmış zirâa düşürüldü. Hz. Âdem meleklerin sesini ve teşbihlerini duyamayınca Allah Azze ve Celle'ye şikâyet etti. Bunun üzerine Allah, ey Âdem, Arş'ımın etrafında meleklerin tavaf ettiği gibi, senin de tavaf edeceğin bir evi senin için yeryüzüne indirdim, buyurdu. Melekler, Arş'ımın yanında namaz kıldıkları gibi, sen de o evin yanında namaz kılarsın. Âdem (a.s.) o eve doğru yöneldi. Fakat adımları uza­tıldı. , İki adımının arasında bir geçit yapıldı. Bu geçitler böylece de­vam etti. Nihayet Âdem Kâ'be'ye geldi ve onu tavaf etti. Ondan sonra gelen peygamberler de onu tavaf ettiler.

îbn Cerîr der ki; îbn Humeyd... İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş : Allah Teâlâ Kâ'be'yi dünya yaratılmazdan iki bin yıl önce suyun rükünlerinden dört rüknün üzerine kondurdu. Sonra yeryüzü Kâ'be'nin altında yuvarlandı. Muhammed İbn İshâk der ki; bana İbn Ebu Necîh. Mücâhid ve diğer ilim erbabından nakletti ki; Allah Teâlâ Hz. İbra­him'e Kâ'be'nin yerini hazırlayınca İbrahim (a.s.) Şam'dan yola ko­yuldu. Onunla beraber İsmâîl ve İsmail'in annesi Hâcer de birlikte yola koyuldular. İsmâîl meme emen küçük bir çocuktu. Bana nakledildiğine göre; onlar burak'ın üzerinde taşındılar. Beraberinde Hz. Cebrâîl var idi ve ona Kâ'be'nin yerini, Harem-i şerifin işaretlerini gösteriyordu. Cebrâîl de Hz. İbrahim ile beraber çıktı. Hangi kasabaya uğrarlarsa İb-râhîm burada bir mâ'bed yapmakla mı emrolundum ey Cebrâîl? di­yordu. Cebrâîl de geç, diyordu. Nihayet onu Mekke'ye getirdi. Mekke o sırada meyvelikli rahat bir yerdi. Orada kendilerine Amâlika denilen Mekke' ve çevresinin dışından olan bir halk bulunuyordu. Kâ'be'nin yeri ise kıpkızıl bir kül tepesiydi. Hz. İbrahim, Cebrail'e dedi ki; binayı buraya mı yapmakla emrolundum? Cebrâîl evet, dedi ve onları Kâ'be' nin bulunduğu yere indirdi. îbrâhîm, İsmail'in annesi Hâcer'e kendisi için bir çardak yapmasını emretti. Ve dedi ki: «Rabbımız ben çocukla­rımdan kimini namaz kılabilmeleri için senin mukaddes evinin yanın­da kurak bir vâdîye yerleştirdim. Rabbımız, insanların gönüllerini on­lara meylettir. Şükretmeleri için onları mahsûllerle rızıklandır.» (îb­râhîm,  37)

Abdürrezzâk der ki; bana Hişâm, İbn Humeyd yoluyla Mücâhid' den nakletti ki o şöyle demiş : Allah Teâlâ bu evin yerini eşyayı ya­ratmazdan iki bin sene önce yarattı. Temelleri yedinci kat yerdedir. Leys İbn Ebu Süleym de Mücâhid'den aynı şekilde nakleder, Kâ'be' nin temellerinin yedinci kat yerde olduğunu bildirir. İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... Ulyâ İbn Ahmer'den nakletti ki, o şöyle demiş; Zülkarneyn, Mekke'ye gelmiş ve İsmâîl ile İbrahim'in beş dağdan ge­tirdikleri taşlarla Kâ'be'yi yapmakta olduklarını görmüş. Onlara, be­nim yerimde ne yaparsınız? demiş. İbrâhîm biz emredilmiş iki kuluz. Rabbımız bize bu Kâ'be'yi yapmamızı emretti, demiş. Zülkarneyn öy­leyse iddia ettiğinizin belgesini gösterin demiş. Beş adet koyun getiril­miş, koyunlar biz İbrâhîm ile İsmail'in emredilen iki kul olduğuna şehâdet ederiz, Kâ'be'yi yapmakla emrolundular, demişler. Bunun üze­rine Zülkarneyn; peki razı oldum ve kabul ettim, deyip gitmiş. Ezrakî de, «Mekke Tarihi»nde der ki; Zülkarneyn İbrâhîm (a.s.) ile birlikte Kâ'be'yi tavaf etmiştir. Bu da onun zamanının çok eski olduğunu gös­teriyor. En iyisini Allah bilir.

Buhârî merhum «Hani İbrâhîm Kâ'be'nin temellerini İsmâîl ile bir­likte yükseltiyordu...» âyeti konusunda der ki; temeller binanın esâsı­dır.

İsmâîl... Hz. Âişe'den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muş : Görmez misin ki, senin kavmin Kâ'be'yi yaparken İbrahim'in te­mellerini kıstılar. Ben dedim ki; ey Allah'ın Rasûlü, onu tekrar İbra­him'in temellerine döndürmeyecek misin? Rasûlullah buyurdu ki: Eğer senin kavmin henüz yeni küfür (den dönmüş) olmasaydı yapardım. Abdullah İbn Ömer der ki; eğer Hz. Âişe bu hadîsi Rasûlullah (s.a.) dan işitmişse, Rasûlullah (s.a.) in Hicr-i İsmâîl'in ardında kalan iki rükne selâm vermeyi terketmesinin nedeni Kâ'be'nin bütünüyle İbrâ-bîm (a.s.) in temelleri üzerine kurutmamasından dolayı olacağını sanı­yorum. Buhârî, Hacc bahsinde bu hadîsi Ka'nebî'den rivayet eder. Pey­gamberlerin sözleri bahsinde de Abdullah İbn Yûsuf dan nakleder. Müs-Jim ise Yahya ve İbn Vehb'in hadîsinden nakleder. Neseî de Abdur-rahmân İbn Kâsım'ın hadîsinden nakleder ki, hepsi İmâm Mâlik'ten bu hadîsi naklederler. Ayrıca Müslim sahîh'inde Nâfî'den nakleder ki, Abdullah İbn Muhammed; Abdullah İbn Ömer'e şöyle demiş : Ben, Hz. Peygamberin Hz. Âişe'ye şöyle dediğini duydum. Şayet senin kavmin câhiliyyet devrini —veya küfür dönemini dedi— yeni atlatmış olma­saydı Kâ'be'nin hazînelerini Allah yolunda harcardım ve kapısını yere indirir, oraya Hicr"i de sokardım. Buhârî der. ki; bize Ubeydullah İbn Mûsâ... Esved'den, İbn Cübeyr bana şöyle dedi diye nakleder: Hz. Âişe sana gizlice çok hadîs söylüyordu. Kâ'be konusunda ne söyledi? dedi. Ben de dedim ki; Hz. Âişe Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu söyledi: Ey Âişe, eğer senin kavmin küfür dönemini henüz yeni geçir­miş olmasaydı Kâ'be'yi yıkardım ve ona iki kapı yapardım. İnsanlar bir kapıdan girer, bir kapıdan çıkarlardı. İbn Zübeyr böyle yapmıştır. Bu hadîsi Buhârî tek başına bu şekilde ilim kitabında rivayet eder.

Müslim ise Sahîh'inde der ki; bana Yahya İbn Yahya... Hz. Âişe' den nakletti ki o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) bana dedi ki; eğer kav­min küfürden yeni çıkmış olmasaydı Kâ'be'yi yıkar ve onu İbrahim'in temeli üzerine kurardım. Müslim der ki; bana Muhammed İbn Hatim... Saîd İbn Meynâ'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Ben Abdullah İbn Zü-beyr'in şöyle dediğini işittim : Teyzem Hz. Âişe (r.a.) bana nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle demiş : Ey Âişe eğer kavmin şirkten henüz yeni çıkmış olmasaydı Kâ'be'yi yıkardım ve onu yere bitiştirirdim. Onun için biri doğuda, biri de batıda iki kapı yapardım. Ve Kâ'be'ye Hicr'den altı kulaç daha eklerdim. Çünkü Kureyş'liler Kâ'be'yi yaparken bura­dan kısmışlardır. Bu rivayette de Müslim tek basınadır. [59]

 

Kâ'be'nin Yeniden Yapılması :

 

İbrahim (a.s.) den uzun bir süre sonra ve peygamberin gönderili­şinden beş yıl önce Kureyş'liler Kâ'be'yi yeniden bina etmişlerdi. Rasûlullah (s.a.) da onlarla birlikte taş taşımıştı. Bu sırada Hz. Peygam­ber otuzbeş yaşında bulunuyordu. Kıyamet gününe kadar Allah'ın sa-lât ve selâmı onun üzerine olsun.

Muhammed İbn İshâk İbn Yesâr, Sîret'inde der ki: Hz. Peygamber otuzbeş yaşına bastığında Kureyş'liler Kâ'be'yi yapmak üzere toplandı­lar. Bu konuya çok önem veriyorlardı Damını çatmak istiyor ve yıkıl- masından korkuyorlardı. Kâ'be adam boyu kayalardan yapılmıştı. Onu yükseltip tavan çatmak istediler. Bunun sebebi bir topluluğun Kâ'be' nin hazînesini çalmasıydı. Kâ'be'nin hazînesi, Kâ'be'nin içindeki bir kuyuda bulunuyordu. Hazîne Huzâa kabilesinden Müleyh İbn Amr'ın oğlunun kölesi Düveyk'in yanında bulunurdu. Kureyş'liler onun elini kestiler. Halk, hazîneyi çalanın onu Düveyk'in yanına koyduğunu iddia etti. Bizanslı tüccarlardan birinin gemisi Cidde yakınlarında karaya oturmuştu. Parçalanan gemi kıyıya vurunca onun ağacını alıp Kâ'be' ye tavan çatmak üzere hazırladılar. Mekke'de kıbtî bir marangoz var­dı. Marangoz için gerekli olan bazı şeyleri (âlet-edevât) getirdiler. Her gün Kâ'be'ye hediye edilen şeylerin atıldığı kuyunun içinden bir yılan çıkardı ve Kâ'be'nin duvarında güneşlenirdi. Kureyş'liler bundan kor­karlardı. Çünkü kim o yılana yaklaşırsa yılan ona saldırır, derisinden sesler çıkarır ve ağzını açarak üzerlerine yürürdü. Kureyşliler, bundan da korkarlardı. Bir gün yılan Kâ'be'nin duvarının üzerinde her zaman­ki gibi güneşlenirken Allah ona bir kuş gönderdi. Ve kuş yılanı kaptı kaçtı.

Kureyşliler; umarız ki Allah bizim yapmak istediğimiz şeyden hoş-nûd olacaktır, yanımızda çalışkan bir arkadaş var, ağaç var ve Allah bizi yılandan kurtardı, dediler.

Kâ'be'yi yıkıp yeniden inşâ etmek üzere birleştiklerinde, Mahzûm-oğlu, İmrân oğlu, Abd oğlu, Âiz oğlu, Amd oğlu Ebu Vehb ayağa kalktı ve Kâ'be'den bir taş aldı. Taş elinden düştü ve eski yerine kondu. Ebu Vehb dedi ki, «Ey Kureyş'liler topluluğu, Kâ'be'yi yapmak için sadece heiâl olan kazancınızı verin. Ona faizle alış-veriş, haram kazanç ve baş­kalarına zulüm edilerek elde edilen şeyler dâhil olmasın.» İbn tshâk der ki; halk bu sözü Mahzûm oğlu Ömer oğlu Abdullah oğlu Muğîre oğlu Velîd'e atfeder.

İbn İshâk der ki: Sonra Kureyş'liler Kâ'be'yi bölümlere ayırdılar. Kapı bölümü Abd Menâf ve Zühre oğullarına, Hacer-i Esved direği ile Yemen direği Mahzûm oğullarına ve onlara eklenen Kureyş kabilele­rine düştü. Kâ'be'nin ortası ise Cümah ve Sehm oğullarına düştü. Hicr bölümü Abdüddâr İbn Kuseyy oğullarıyla Esed İbn Abdüluzzâ İbn Ku-seyy ve Adî İbn Kâ'b İbn Lüey oğullarına düştü. Bu kısım Hatim adım alıyordu. Sonra insanlar Kâ'be'yi yıkmaktan korktular ve bundan uzak­laştılar. Velîd İbn Muğîre dedi ki; ilkin yıkmaya ben başlıyacağım. Kaz­mayı aldı, yıkmaya başladı ve Allah'ım, hayırdan başka bir şey murâd etmiyoruz, dedi. Sonra iki rükün arasını yıktı. O gece insanlar bekle­diler ve dediler ki; bakalım eğer Velîd İbn Muğîre'ye bir şey olursa geriye kalan kısmı yıkmaz ve tekrar eski haline getiririz. Eğer ona bir şey olmazsa, Allah yaptığımızdan memnun olur. O gece Velîd sabahladı­ğında tekrar işine döndü. Bunun üzerine onunla beraber halk Kâ'be" yi yıktı. Yıkım temele gelince —ki temel, İbrahim (a.s.) tarafından atıl­mıştı.- mızrağın dişleri gibi taşlar yemyeşil olmuş ve birbirine girmiş­ti. İbn İshâk der ki; olayı anlatanlardan bir kısmı bana nakletti ki; Kâ'be'yi yıkan Kureyş'liler'den biri taşlardan birini diğerinden ayırmak için manivelayı iki taşın arasına soktu. Taş hareket edince bütün Mek­ke sarsıldı. Bunun üzerine o temeli yıkmaktan kaçındılar. İbn İshâk der ki; Sonra Kureyşli kabileler Kâ'be'yi yapmak üzere taş topladılar Her kabile kendine göre taş topluyordu. Sonra Hâcer-i Esved'in olduğu kısma kadar yapıyı yaptılar. Hâcer-i Esved'in yerine konması sırası ge­lince; her kabile onu kendilerinin yerleştirmesini isteyerek tartışmaya girdiler. Münâkaşa giderek büyüdü. Neticede savaş için hazırlık yap­tılar. Abdüddâr oğullan kanla dolu bir çanak getirdiler. Sonra onlar ve Adî İbn Kâ'b İbn Lüey oğullarıyla ölüm üzerine sözleştiler. Ve ellerini o çanaktaki kana hatırdılar. Ve buna «kan yalama» adını verdiler. Ku-reyş'liler dört veya beş gece böylece kaldılar. Sonra mescidde toplana­rak müşavere edip anlaşmaya çalıştılar.

Rivayet erbabından bazıları iddia ederler ki, Muğîre İbn Abdullah İbn Ömer îbn Mahzûm oğlu Ebu Ubeyy —ki o yıl Kureyş'lilerin en yaş­lısı o idi «bir esâs benimseyin, kim mescidin kapısından ilk önce içeri girerse aranızda hükmü o versin» dedi. Ve böyle yaptılar. Mescidin ka­pısından ilk giren Hz. Peygamber oldu. Onun girdiğini görünce bu emin kişidir, razı olduk, dediler. Bu Muhammed, dediler. Hz. Peygamber on­ların yanına gelince kendisine durumu bildirdiler. Rasûlullah (s.a.) ba­na bir elbise verin, dedi. Bir elbise getirdiler. Hâcer-i Esved'i alarak eliyle elbisenin üzerine koydu. Sonra şöyle dedi : Her kabile elbisenin bir yanın­dan tutsun. Sonra topluca onu kaldırın. Böyle yaptılar. Hâcer-i Esved'i yerine bırakınca Hz. Peygamber kendi eliyle onu koydu ve sonra üze­rini yaptı. Kureyş'liler vahy gelmezden önce Hz. Peygambere el-Emîn adını vermişlerdi. Yapı bitince ve onu istedikleri gibi yapınca Abdül-muttalib oğlu Zübeyr Kureyş'in ondan korkarak Kâ'be'yi yapmaktan

çekindikleri yılan konusunda bir şiir yazdı. 

İbn İshâk der ki: Kâ'be Hz. Peygamber'in zamanında onsekiz zira idi. Ve üzerine, Mısır'da yapılan adına el-Kabâtî “” deni­len bir kılıf geçirildi. Daha sonra Yemen'de yapılan ve el-Bürûd “” adı verilen bir kılıf geçirildi. Onu ipek kılıfla örten ilk kişi Haccâc İbn Yûsuf idi. [60]

 

Abdullah İbn Zübeyr'in Kâ'be'yi Yeniden İnşâ Etmesi :

 

Ben derim ki; Kureyş'lilerin bina ettiği Kâ'be, Hicretin 60. yılı so­nunda Abdullah İbn Zübeyr'in emirliğinin başlangıcında yeniden yapı-lmcaya kadar devam etti. Bu, Muâviye oğlu Yezîd'in valiliğinin sonları­na rastlıyordu. Yezîd taraftarları İbn Zübeyr'i, Kâ'be'de muhasara edin­ce İbn Zübeyr o zaman Kâ'be'yi toprağa kadar yıktı. Ve İbrahim (a.s.) in temelleri üzerine tekrar bina etti. Hâcer4 Esved'i Kâ'be'ye girdirdi. Ye­re bitişik olarak doğuda ve batıda iki kapı yaptı. Tıpkı teyzesi ve mü' roinlerin anası Hz. Âişe'nin Rasûlullah (s.a.) dan naklettiği hadîste ol­duğu gibi. Onun emirliği süresince Kâ'be böyle kaldı. Nihayet Haccâc, İbn Zübeyr'i öldürdü ve Kâ'be'yi Abdülmelik İbn Mervân'm emrettiği şekilde eski haline çevirdi.

Müslim Sahîh'inde der ki : Bize Hennâd... Atâ'dan nakletti ki o şöyle demiş : Yezîd İbn Muâviye'nin zamanında Şâm taraftarları Kâ'­be'ye saldırınca Kâ'be yandı. İbn Zübeyr onu olduğu şekilde bıraktı. Hacc mevsimi gelince, hacca gelen halkı Şam'lılara karşı tahrik etmek veya kışkırtmak istiyordu. Hacılar gelince dedi ki : Ey insanlar bana Kâ'be konusunda fikir verin. Onu yıkıp yerine tekrar yapayım mı? Yoksa onu olduğu şekilde tamîr edeyim mi? İbn Abbâs dedi ki; benim bu konudaki görüşüm; onu olduğu gibi ıslâh etmendir. Halkın Müs­lüman olduğu evi Müslüman olduğu o dönemdeki gibi bırakman, hal­kın Müslüman olduğu taşlan olduğu gibi yerine koyman, Hz. Pey-gamber'in peygamber olarak gönderildiği dönemdeki halini devam et-tirmendir. İbn Zübeyr dedi ki; sizden birinizin evi yanacak olsa onu yenilemeden rahat edemezsiniz. Ya, Rabbımız Azze ve Celle'nin evi konusunda ne düşünürsünüz? Ben üç gün istihare yaparım. Sonra yapacağım şeye karâr veririm, dedi. Üç gün bitince karârının Kâ'be'yi yıkmak olduğunu bildirdi. İnsanlar, yeryüzüne gökten haberin ilk in­diği yerin korunması konusunda birbirlerine girdiler. Nihayet adamın biri çıktı ve Kâ'be'den bir taş attı. Halk ona bir şey olmadığını gö­rünce izinden giderek Kâ'be'yi yere kadar yıktı. İbn Zübeyr perdeler­le örtülen direkler yaptı ve nihayet Kâ'be'nin binasını yükseltti. İbn Zübeyr dedi ki; ben Hz. Âişe (r.a.)nin şöyle dediğini duydum : Rasû­lullah (s.a.) buyurdu ki: Eğer insanlar küfürden yeni dönmüş olma­salardı ve benim yanımda Kâ'be'nin yapısını takviye edecek kadar maddî imkân bulunsaydı Hicri beş zira daha Kâ'be'ye girdirir ve hal­kın Kâ'be'ye girip çıkabileceği bir kapı yapardım. İbn Zübeyr dedi ki; ben harcayacak para buldum, insanlardan da korkmam. Sonra Hicr'e beş zira ekledi. Kâ'be'nin temeli belirince, halk ona bakarak üzerine binayı yaptı. Kâ'be'nin uzunluğu 18 zira idi. Bundan fazla olunca uzunluğuna 10 zira ekledi. Ve iki kapı yaptı. Birisinden giriliyor, diğe­rinden çıkılıyordu. Abdullah İbn Zübeyr öldürülünce, Haccâc; Abdül-melik'e mektup yazarak durumu bildirdi. Ve İbn Zübeyr'in Kâ'be'nin binasını Mekke halkından adaletli kişilerin gördüğü temeller üzerine kurduğunu haber verdi. Abdülmelik ona, biz İbn Zübeyr'in kirlettiği hiç bir şeyi kabul etmeyiz. Onun fazlalaştırdığı uzunluğu bırak. Hicr'-den arttırdığı kısmı binaya geri kat ve açtığı kapıyı da kapat, diye yazdı. Haccâc onu yıkarak eski haline döndürdü.

Neseî Sünen'inde, Hennâd kanalıyla... Atâ ve Abdullah İbn Zü-beyr'den bu hadîsi merfû olarak rivayet eder. Ancak kıssayı zikret­mez. Sünnet-i Seniyye, Abdullah İbn Zübeyr (r.a.)in yaptığı şekilde idi. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapılmasını i istemişti. Ancak halkın yeni müslüman olduğu ve henüz küfür döneminden yeni çıktıkları için kalplerinin bunu hoş karşılamamasından korkmuştu. Ne var ki Abdülmelik bu sünneti bilmiyordu. Bunun için o, Hz. Âişe (r.a.)nin Hz. Peygamber'den naklettiği hadîsi araştırmamıştı. Onu olduğu gibi bırakmak isteriz dediyse de yapmadı. Nitekim Müslim der ki; bana Muhamaned İbn Hatim... Haris İbn Abdullah İbn Ebu Rebîa'dan nak­leder ki, Abdullah İbn Ubeyd şöyle demiş : Haris, Abdülmelik İbn Mer-vân'ın hilâfeti esnasında ona elçi olarak gitti. Abdülmelik dedi ki; ben Ebu Hubeyb'in (Abdullah İbn Zübeyr'i kastediyordu) Hz. Âişe'den işittiğini iddia ettiği hadîsi işittiğini sanmıyorum. Haris dedi ki, Evet ben de onu Hz. Âişe'den işittim. Abdülmelik, ne dediğini işittin? de­yince o, Hz. Âişe dedi ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Senin kav­min Kâ'be'nin yapısını kıstılar. Eğer henüz şirk döneminden yeni çık­mamış olmasalardı onların bıraktıkları şeyi ben yeniden yapardım. Eğer senin kavmin benden sonra onu yapmak isterse gel sana onların bıraktığını göstereyim. Ve Hz. Âişe'ye yedi zirâa yakın kısmını gös­terdi. Abdullah İbn Ubeyd'in hadîsi budur. Velîd İbn Atâ buna ilâve olarak der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : «Kâ'be'ye biri doğuda, biri batıda yere bitişik iki kapı yapardım. Bilir misin senin kavmin onu niçin yükselttiler?» Hz. Âişe hayır deyince, Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki; Kendilerinin istediklerinin dışında kimsenin oraya girme­mesi için. Çünkü bir kişi Kâ'be'ye girmek isterse, onu tırmanıncaya kadar bırakır, tam gireceği zaman tutarlar ve atarlardı. Abdülmelik dedi ki; ben Hâris'e, sen Hz. Âişe'nin böyle dediğini duydun mu? de­dim. O, evet dedi. Bunun üzerine Abdülmelik bir süre asâsıyla yere bir şeyler çizdi, sonra; olduğu gibi bırakmak isterdim, dedi fakat bunu yapmadı. Müslim der ki; bu hadîsi bize Muhammed İbn Amr... Ab-dürrezzâk'dan ve onlar da İbn Cüreyc'den bu isnâdla naklettiler.

Müslim der ki; bana Muhammed İbn Hatim... Ebu Kazae'den nak­letti ki; Abdülmelik İbn Mervân Kâ'be'yi tavaf ettiği sırada şöyle de­miş : «Allah İbri Zübeyr'i kahretsin. O, mü'minlerin anasına yalan is-nâd ederek Rasûlullah (s.a.) dan : «Ey Âişe kavmin henüz küfürden yeni çıkmış olmasaydı Kâ'be'yi yıkar ve Hicr'den tarafa büyütürdüm. Çünkü kavmin binayı eksik yaptılar» dediğini duydum, dedi. Haris İbn Abdullah İbn Ebu Rebîa, Abdülmelik İbn Mervân'a dedi ki; ey mü'-mirilerin emîri böyle deme, ben de mü'minlerin anasının öyle dediği­ni duydum. Abdülmelik ona dedi ki; eğer Kâ'be'yi yıkmazdan önce bunu duymuş olsaydım, onu Abdullah İbn Zübeyr'in yaptığı şekilde bırakırdım. Bu hadîs'in mü'minlerin anası Âişe'ye isnadı kesin gibi­dir. Çünkü Hz. Âişe'den sahîh yollarla müteaddid şekilde Esved İbn Yezîd, Haris İbn Abdullah, Abdullah İbn Zübeyr, Abdullah İbn Mu-hammed, Urve İbn Zübeyr tarîkıyla rivayet edilmiştir. Bütün bunlar Abdullah İbn Zübeyr'in yaptığının doğruluğunu gösterir. Eğer Abdül­melik onu olduğu gibi bıraksaydı daha iyi olurdu.

Fakat durum böyle olunca, bazı bilginler Kâ'be'nin yapısının de­ğiştirilmesini hoş görmemişlerdir. Nitekim mü'minlerin emîri Hârûn el-Reşîd Kâ'be'yi yıkmaktan vazgeçmiş. İyâz ve Neveî bunu böyle be'nin yıkılıp, tekrar Abdullah İbn Zübeyr'in yaptığı gibi eski haline döndürülmesi için fetva sorduğunda, İmâm Mâlik şöyle demiştir : Ey mü'minlerin emîri, Allah'ın Kâ'be'sihi kralların oyuncağı yapma. Onu, isteyenin istediği gibi yıkacağı hale getirme. Bunun üzerine Hârûn el-Reşîd Kâ'be'yi yıkmaktan vazgeçmiş. İyâz ve Nevevi bunu böyle naklederler. Allah en iyi bilir ya bu durum âhir zamana kadar de­vam edecektir. Ancak Habeşistan'dan çıkacak olan Zu's-Sevîkateyn orayı yıkıncaya kadar böylece kalacaktır. Buhârî ve Müslim'in sahîh'-inde sabit olduğu gibi, Ebu Hüreyre der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurdu : Kâ'be'yi Habeşistan'dan çıkacak Zu's-Sevîkateyn tahrîb edecek­tir. Buhârî ve Müslim bu hadîsi tahrîc etmişlerdir. Abdullah İbn Ab-bâs (r.a.)da Hz. Peygamber (s.a.)den nakleder ki o şöyle buyurmuş: Ben onu sanki simsiyah ve iki baldır arasında kaybolur gibi görüyo­rum. Taş taş onu koparıyor. Buhârî de bu hadîsi rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel müsned'inde der ki; bize Ahmed îbn Ab­dülmelik... Abdullah İbn Amr İbn Âs (r.a.)dan nakleder ki, o şöyle demiş : Ben Rasûlullah (s.a.) in şöyle dediğini duydum : Kâ'be'yi Ha­beşistan'dan çıkacak olan Zû's-Sevîkateyn tahrîb eder. Ve onun süs­lerini koparır, kılıfını soyar. Ben onun kazması ve silgisiyle Kâ'be'ye vurduğunu görür gibiyim. Doğruyu en iyi Allah bilir ya bu, Ye'cûc ve Me'cûc'un çıkmasından sonra olacaktır. Nitekim Buhârî'nin sahîh'-inde Ebu Saîd el-Hudrî'den nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muştur : Ye'cûc ve Me'cûc çıkmasından sonra 3a haccedilecek ve umre yapılacaktır. Çünkü Allah Teâlâ İbrâhîm ve İsmâîl (a.s.) lerin duasın­dan hikâye ederek şöyle buyurur : «Rabbımız ikimizi de sana teslim olanlar kıl, soyumdan da sana teslim olan yetiştir, bize ibâdet edece­ğimiz yerleri göster, tevbelerimizi kabul et. Çünkü Sensin Sen Tevvâb, Rahim.»

İbn Cerîr der ki; İbrâhîm ve İsmâîl (a.s.) bu duâ ile; bizi senin emrine teslîm olanlardan, buyruğuna boyun eğenlerden, itâatla senden başka kimseyi sana şirk koşmayanlardan ve senden başkasına ibâdet etmeyenlerden kıl, demek istemişlerdir. İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... Abdülkerîm'den nakletti ki bu âyette yer alan «ikimizi de sana teslim olanlar kıl» ifâdesinden maksad, sana ihlâsla bağlı olan­lardan kıl, demektir. «Soyumuzdan da sana teslim olanlar yetiştir.» âyetinden maksad, samimiyetle ve ihlâsla sana bağlananlar demektir, Ibn Ebu Hatim ayrıca der ki; bize Ali İbn Hüseyn... Selâm İbn Ebu Muti'den bu âyet konusunda şöyle dediğini nakletti: «İkimizi de sana teslim olanlar kıl» onlar teslim olmuşlardı. Müslümandılar. Ancak İs­lâm'da sebat etmek istemişlerdi. İkrime ise der ki; onlar «Rabbımız ikimizi de sana teslim olanlar kıl.» deyince, Allah Teâlâ yaptım, bu­yurdu. Onlar «Soyumuzdan da sana teslim olanlar yetiştir,» deyince, Allah onu da yaptım, buyurdu. Süddî ise bu âyette söz konusu edilen («Soyumuzdan da» ifâdesinden maksad, Araplardır, der. İbn Cerîr de der ki doğrusu «soyumuzdan» ifâdesi Arapları ve diğerlerini içine alır. Çünkü İsrâiloğulları da İbrahim peygamberin soyundandır. Ve Allah Teâlâ onlar için «Musa'nın kavminden de hak ile doğruyu bulan ve ona göre adaletle davranan bir ümmet vardır.» buyurmaktadır.

Ben derim ki İbn Cerîr'in bu sözü Süddî'nin ifâdesini reddetmez. Çünkü buradaki «Soyumdan da» ifâdesinin Araplara tahsisi diğerleri­nin onun içine girmemesini gerektirmez. Ancak âyetin seyri Araplar konusundadır. Bunun için hemen ardından : «Rabbımız onların arasın­dan senin âyetlerini onlara okuyacak, kitabı, hikmeti öğretecek ve on­ları tezkiye edecek bir peygamber gönder.» buyurmuştur. Bu kısımda kastedilen de Hz. Muhammed (s.a.)dir. Hz. Peygamber Araplara gön­derilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ «O'dur ümmîler arasından kendileri­ne bir elçi gönderilmiş olan» buyurur. Ancak bu Hz. Peygamberin kır­mızı tenlilerle siyahilere peygamber olarak gönderilmesini ortadan kal­dırmaz. Çünkü Allah Teâlâ : «De ki; ey insanlar, ben sizin tümünüze Allah'ın Rasûlüyüm...» Bu konuda pek çok kat'î deliller vardır.

İbrâhîm ve İsmail (a.s.)in bu duası, Allah Teâlâ'nın mü'min ve muttaki kullarından haber vererek «Onlar ki Rabbımız bize eşlerimiz­den ve soyumuzdan göz bebekleri kıl. Ve bizi müttakîlere önder yap» kavlinde buyurduğu gibi, bu şekilde duâ etmek şer'an merğûbdur. Çünkü kulun Allah'a sevgisinin ve ibâdetinin bütünlüğünün delili, kendisinin soyundan gelenlerin de eşi ve benzeri bulunmayan Allah'a kul olmalarını istemesidir. Bunun için Allah Teâlâ İbrâhîm (a.s.)e «Ben seni insanlara önder kılacağım» buyurunca o da «soyumdan da» demişti. Allah Teâlâ da; «Zâlimler asla ahdime eremez» buyurmuştu. Bu ifâde aynı zamanda beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan koru. ifâdesinin aynıdır. Müslim'in Sahîh'inde nakledilir ki, Ebu Hüreyre (r.a.)  Rasûlullah (s.a.)ın şöyle dediğini bildirmiştir : Âdemoğlu öldü- günde ameli kesilir. Ancak üç şey müstesnadır. Bunlar sadaka-i câri­ye, faydalı ilim ve kendisi için duâ eden sâlih bir evlâdı.»

«Bize ibâdet edeceğimiz yerleri göster.» İbn Cüreyc, Atâ'dan nak­leder ki; buraları bize bildir ve ortaya çıkar, demektir. Mücâhid ise bunun ma'bed yerine mezbah olduğunu söyler. Atâ ve Kâtâde'den de böyle dedikleri nakledilir.

Saîd İbn Mansûr. . Mücâhid'den nakleder ki o şöyle demiş : Hz. İbrahim «Bize ibâdet edeceğimiz yerleri göster» deyince, Cebrâîl ge­lip onu Kâ'be'ye götürmüş ve Kâ'be'nin temellerini yükselt, demiş. Hz İbrahim Kâ'be'nin temellerini yükseltip binayı tamamlayınca tekrar elinden tutarak onu Salâ'ya götürmüş, işte Allah'ın şeâiri budur, demiş. Sonra Merve'ye götürmüş ve işte Allah'ın şeâiri budur demiş. Sonra Mina'ya götürmüş. Akabe'ye gelince İblis (Aleyhi'l-la'ne) ağacın altın­da dikilip duruyormuş. Cebrâîl, tekbîr getir ve onu taşla demiş. Hz. İbrahim tekbîr getirip şeytânı taşlamış. Sonra İblîs kaçıp Cemre-i Vus-tâ'da durmuş, Cebrâîl ve İbrâhîm (a.s.) oradan geçince Cebrâîl, Hz. İbrahim'e tekbir getir ve onu taşla demiş. O da tekbîr getirerek şey­tânı taşlamış. İblîs kaçmış ve mel'ûn hacca kendiliğinden bir şey sok­mak istemişse de buna gücü yetmemiş. Cebrâîl Hz. İbrahim'in elinden tutarak onu Meş'ar-i Harâm'a getirerek işte bu Meş'ar-i Harâm'dır, demiş. Ve İbrahim'in elinden tutarak Arafat'a götürmüş ve sana gös­terdiğimi bildin mi demiş. Üç kerre bunu tekrarlamış. İbrâhîm (a.s.) da evet demiş. Ebu Miclez ve Katâde'den de buna benzer bir rivayet nakledilir. Ebu Dâvûd el-Tayâlisî der ki; bize Hammâd İbn Seleme... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş : İbrâhîm (a.s.) hac-cın şekli gösterilince, sa'y yerinde şeytân ona görünmüş. İbrâhîm (a.s.) şeytânla yarışa girmiş. Sonra Cibril onu alarak Mina'ya getirmiş ve demiş ki, insanların konaklayacağı yer burasıdır. Cemre-i Akabe'ye varınca şeytân ona taarruz etmiş. Hz. İbrâhîm yedi taşla onu taşla­mış ve şeytân kaçmış. Sonra Cemre-i Vustâ'ya gelmiş. Sonra Cemre-i Akabe'ye gelmiş şeytân ona görünmüş. Hz. İbrâhîm yedi taşla onu taş­layarak kaçırmış. Hz. Cibril demiş ki; işte Meş'ar burasıdır. Sonra Arafe'ye geçerek işte Arefe burasıdır demiş. Sonra Hz. Cebrail bunu bil­din mi diye İbrahim'e sormuş. [61]

Kâşânî'ye ait olduğu kabul edilîp de, Muhyiddîn İbn el-Arabî'ye at­fedilen tefsirde ise şöyle denir :

«Hani İbrâhîm, Rabbım şu» kalbin haremgâhı olan göğsü nefsin sıfatlarının istilâsından ve mel'ûn düşmanın hilesinden, bedenî güçle- rin cinlerinin parçalamasından «korunmuş bir belde kıl» demişti. «Ora­nın halkına» rûh bilgilerinin meyvelerinden veya hikmet ve ruhların­dan «rızık ver» demişti. Onlardan Allah'a ve âhiret gününe inanmış olanlar için.» İçlerinden Allah'ı birleyip dönüşü bilenler için. «İnkâr edeni de az bir müddet geçindir, demişti.» Yani onlardan göğsü sü­kûnet bulup kabı göğüs olan bilgiden alıkonulmuş olmaları nedeniyle görme makamını aşıp göz makamına ulaşamayanları da aklî bilgilerle bir süre eğlendiririm ve yaşadıkları sürece rûh âleminden inen küllî ma'lûmât ile geçindiririm demişti. [62]

 

129- Rabbımız, onların arasından, senin âyetlerini onlara okuyacak, kitabı, hikmeti öğretecek ve onları tez­kiye edecek bir peygamber gönder. Şüphesiz ki Aziz, Ha­kim Sensin, Sen.

 

Hz. İbrahim'in Duası:

 

Allah Teâlâ, İbrahim (a.s.) in harem ehline duasını «Allah'ın, ken­dilerine aralarından bir peygamber göndermesini isteyerek tamamladı­ğını bildiriyor. Ve bu peygamberin İbrahim'in soyundan gelmesini iste­diğini ifâde ediyor. Hz. İbrahim'in kabul edilen bu duası; Allah'ın Hz. Peygamber ümmîlere, bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak ta' yîn etmesindeki ilâhî takdirine uygun düşüyor. Nitekim İmâm Ahmed der ki, bize Abdurrahmân İbn Mehdî... İrbâd İbn Sâriye'den nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Hz. Âdem henüz toprağa karışık iken ben Allah katında peygamberlerin sonuncusuydum. Size bunun başlangıcını haber vereyim. Atam İbrahim'in duası benim, îsâ'nın müj­desi benim, annemin gördüğü rüya da benim... Bütün peygamber ana­ları böyle rüya görürler. İbn Vehb ve Leys de aynı rivayeti Abdullah İbn Salih yoluyla Muâviye İbn Sâlih'den naklederler. Ebu Bekr İbn Ebu Meryem de ona tâbi olarak Saîd İbn Süveyd'den rivayet eder.

İmâm Ahmed İbn Hanbel ayrıca der ki; bana Ebu Nadr... Lokman İbn Âmir'den rivayet etti ki; o Ebu Ümâme'nin şöyle dediğini naklet­miş .Ben, Ey Allah'ın Rasûlü senin durumunun başlangıcı nasıldır? dedim. Rasûlullah; Atam İbrahim'in duası benim, îsâ'nın müjdesi be- nim, annemin kendisinden bir nurun çıktığını ve Şam'ın konaklarını aydınlattığını görmüş, buyurdu.

Bundan maksad şudur : İnsanlar arasında Hz. Peygamberi ilk tak-dîr edip ününü yayan İbrâhîm (a.s.) dir. Onun zikri yaygın ve meşhur olarak devam etti. Nihayet İsrâiloğulları soyundan gelen en son pey­gamber Hz. îsâ İbn Meryem (a.s.) O'nun adını açıkladı. İsrâiloğullarına seslenerek dedi ki: «Ben size Allah'ın Rasûlüyüm. Benden önce geçen Tevrat'ı doğrular ve benden sonra gelecek, adı Ahmed olan bir Râsûlü müjdelerim.» (Saff, 6). Bunun için bu hadîste Atam İbrahim'in duası benim ve Meryem oğlu İsa'nın müjdesi benim denmiştir. «Annem ken­disinden bir nurun çıkıp, Şâm konaklarını aydınlattığını gördü.» kav­line gelince, denilir ki bu; Hz. Âmine'nin Hz. Peygamber'e hâmile oldu­ğu sırada görmüş olduğu bir rü'yâdır. Bu rü'yânm hikâyesi kavmi ara­sında yayılmış ve şöhret bulmuştur. Bu, peygamberliğin müjdesinin bir başlangıcıydı. Peygamberin nurunun Şam'ı aydınlatacağının zikredil­mesi Hz. Peygamberin dininin Şâm diyânnda istikrar bulup yerleşece­ğine işarettir. Bunun için Şâm zamanın sonuna değin İslâm'ın yuvası ve Müslümanların merkezi olacaktır. Meryem oğlu îsâ da indiği zaman Şam'ın doğu kesiminde bulunan ak minareye inecektir. Ve yine bu se­beple Buhârî ve Müslim'de : «Ümmetimden bir taife hak üzere kâim ola­caklardır. Onları horlayanlar onlara zarar veremeyecek ve onlara karşı çıkanlar bir şey yapamayacaklardır. Nihayet onlar bu durumda iken Al­lah emrini getirecektir.» Buhârî'nin Sahîh'inde onlar Şam'da iken ifâ­desi ilâve edilmiştir.

Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî' İbn Enes'ten o da Ebu'l-Âliye'den «Rab-bımız onların arasından senin âyetlerini onlara okuyacak bir peygam­ber gönder.» âyeti konusunda bunun Muhammed ümmeti olduğunu söy­lediğini nakleder. Hz. İbrahim'e, «duan kabul olundu, âhır zamana ka­dar isteğin yerine gelecektir» denilmiştir. Süddî ve Katâde de böyle derler. «Senin âyetlerini onlara okuyacak, kitabı (yani Kur'an'ı) hik­meti (yani sünneti) öğretecek» demektir. Buradaki kitabın Kur'an, hik­metin de sünnet olduğunu Hasan, Katâde, Mukâtil İbn Hayyân, Ebu Mâlik ve diğerleri söylemişlerdir. Denildi ki; hikmet dinde anlayıştır. Bu ikisi arasında bir çelişki yoktur. «Ve onları tezkiye edecek» Ali İbn Ebu Talha'nın İbn Abbâs'tan naklettiğine göre Allah'a itaat ve ihlâsa sevkedecek, demektir.

Muhammed İbn İshâk der ki; «Onlara kitabı ve hikmeti öğretecek» âyetinden maksad, dini öğretip emirlerini yerine getirmelerini sağlaya­cak, kötülüğü öğretip korunmalarını temîn edecek ve Allah'a itâatları arttıkça, Allah'ın kızdığı suçlardan kaçındıkça Allah kendilerinden hoş-nûd olduğunu haber verecek demektir. «Şüphesiz ki Azîz, Hakîm olan Sensin, Sen.» Yani hiç bir şeyin âciz bırakmadığı Azîz Sensin. Şüphesiz. ki O, her şeye kadirdir. Fiillerinde ve sözlerinde hikmet sahibidir Eşyayı yerli yerine yerleştirir. Çünkü bilgisi, hikmeti ve adli bunu ge­rektirir. [63]

 

130- Kendini bilmezden başka kim İbrahim'in dinin­den yüz çevirir. Andolsun ki dünyada onu seçmiştik. Mu­
hakkak ki o, âhîrette de sâlihlerdendir.

131- Hani, Rabbı ona «teslim ol» buyurduğu zaman, o da: âlemlerin Rabbma teslim oldum, demişti.

132- İbrahim bunu oğullarına da tavsiye etti. Yâ'kûb da : Ey oğullarım Allah sizin için dinini seçti. Onun için
siz de yalnız müslüman olarak can verin, dedi.

 

İbrahim'in Dininden Yüz Çevirenler :

 

Allah (Tebâreke ve Teâlâ) kâfirlerin uydurdukları Allah'a şirk koş­ma konusunu reddederek, bunun Hamilerin önderi olan İbrahim Halî-lullah'm dinine aykırı olduğunu belirtiyor. Çünkü İbrahim peygamber yüce Rabbmın birliğini her şeyden tecrîd etmiş ve Allah'tan başkasına dua etmemiş, hiçbir an O'na şirk koşmamıştır. Aksine O'nun dışındaki bütün varlıklardan uzaklaşarak kavmine muhalefet etmiş ve bu sebeple babasından bile ayrılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ başka âyet-i kerîme­lerde bu konuda şöyle buyuruyor :

Ayı doğarken görünce; «işte bu, benim Rabbım» dedi. Batınca, «Rabbım beni doğruya eriştirmeseydi, andolsun ki sapıklardan olurdum» dedi. Güneşi doğarken görünce, «İşte bu benim Rabbım, bu daha bü­yük» dedi. Batınca, «Ey milletim doğrusu ben artık şirk koşanlardan uzağım» dedi. Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana doğru çe­virdim. Ben müşriklerden de değilim.  (En'âm, 77-79)

«Hani İbrahim babasına ve kavmine demişti ki; beni yaratan hâ­riç sizin taptığınız şeylerden uzağım. Beni doğru yola eriştirecek olan şüphesiz O'dur.  (Zuhruf, 26-27)

«İbrahim'in babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden dolayı idi. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzak­laştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huylu idi.» (Tevbe, 114)

«İbrahim şüphesiz Allah'a yönelen ve ona boyun eğen bir önderdi, puta tapanlardan değildi. Rabbmın nimetlerine şükrederdi. Rabbı da onu seçti ve doğru yola eriştirdi. Dünyada ona iyilik verdik, doğrusu o, âhirette de iyilerdendir.»  (Nahl, 120-122)

İşte bu gibi gerekçeler nedeniyle Allah Teâlâ «Kendini bilmezden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir?» buyuruyor. Yani kim, onun yolundan ve sisteminden yüz çevirerek ona karşı çıkar ve uzaklaşır.

Nefsine zulmeden, kendini bilmez kişi kötü idaresi sebebiyle, hakkı sa­pıklıkla değişir. Dünyada doğruluk ve hidâyet için seçilmiş olanların yo­luna muhalefet eder. Hz. İbrahim gençliğinden Allah'ın kendisini Ha-lîl edindiği zamana kadar doğruluk önderidir. Ve o âhirette de mutlu ve sâlih kişilerdendir. Kim de onun yolunu bırakırsa, gittiği izi ter-kederse, dininden vazgeçerse, sapıklık ve eğrilik yoluna uyarsa, bun­dan daha büyük bir beyinsizlik olamaz. Bundan daha büyük bir zulüm olabilir mi? Nitekim Allah Teâlâ :• «Doğrusu şirk büyük bir zulümdür» buyuruyor.

Ebu'l-Âliye ve Katâde derler ki; bu âyet, Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Onlar Allah katından gelmeyen bir yol uydurmuşlar ve tut­tukları yolda İbrahim'in dinine aykırı hareket etmişlerdir. Bu sözün doğruluğunu Allah Teâlâ'nın şu âyeti de tasdik etmektedir : «İbrahim ne Yahûdî idi, ne de Hıristiyandı. O, yalnızca doğruya yönelen bir müs-lümandı, puta tapanlardan da değildi. Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar ona uyanlar, bu peygamber ile mü'minlerdir. Doğrusu Allah mü'minlerin dostudur» (Âl-i İmrân, 66-67).

«Hani, Rabbı ona teslim ol buyurduğu zaman ,o da âlemlerin Rab-bına teslim oldum demişti.» Yani Allah ona ihlâs ve teslimiyetle em­rime boyun eğ diye buyuranca, o da hüküm ve ölçü olarak emre ica­bet etmişti. «Ve İbrahim bunu, oğullarına ve Yakûb'a tavsiye etmişti.» Yani Allah'a teslim olmayı, İslâm milletine girmeyi onlara da öğüt-lemişti. Çünkü ona titizlikle bağlı idi. Vefat edeceği zaman, ona ço­cuklarının bağlı olmasını istiyordu. Çocuklan da bunu, kendilerinden sonra torunlarına tavsiye ettiler. «Ey oğullarım, Allah sizin için dinini seçti. Onun için siz de, yalnız müslüman olarak can verin dedi.» Ha­yatta iken iyi davranın ve Allah'ın sizi öldüreceği zamana kadar bu gerçeğe bağlanın ve İslâm üzere ölmeye çalışın. Çünkü kişi çoğunluk­la olduğu şekilde ölür ve öldüğü şekilde diriltilir. Allah Celle Celâluhu' nun kanunu odur ki; kim bir hayr murâd ederse o bunda muvaffak kı­lınır ve hayrı işlemesi kendisine kolaylaştırılır. Kim de iyi bir şey yap­mak niyeti beslerse niyetinde sebat ettirilir. Bu âyet ile «Kişi cennet eh­linin amelini işler. Tâ ki onunla cennet arasında bir kulaç veya bir zira mesafe kalır. Bu esnada yazı onun önüne geçer. Ve o cehennem eh­linin amelini işleyerek cehenneme girer. Yine kişi cehennem ehlinin ame­lini işler. Ta ki onunla cehennem arasında bir kulaç veya bir zira me­safe kalır. Bu esnada yazı onun önüne geçer. Ve o, cennet ehlinin ame­lini işleyerek cennet'e girer.» hadîsi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu hadîsin bazı rivayetlerinde «Kişi halka cennet ehlinin ameliymiş gibi görünen amelleri işler. Veya kişi halka cehennem ehlinin ameliy­miş gibi görünen amelleri işler» metni vardır. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Elinde bulunandan verenin, Allah'a karşı gelmekten sakınanın, en güzel söz olan Allah'ın birliğini tasdik edenin işlerini kolaylaştırırız. Cimrilik eden, kendini Allah'tan müstağni sayan, en güzel sözü yalanlayan kimsenin de güçlüğe uğra­masını kolaylaştırırız.»  (Leyl, 5-10) [64]

 

133- Yoksa Ya'kûb'a ölüm geldiğinde siz orada mıy­dınız? Hani o, oğullarına: Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz?, demişti. Onlar da: Senin İlâh'ma ve ataların İbrahim'in, İshâk'ın tek İlâhı olan Allah'a ibâdet edece­
ğiz. Ve biz O'na teslim olmuşuz, demişlerdi.

134- Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazan­dıkları kendilerinin, sizin kazandığınız da sizin. Ve siz, on­
ların yapmış olduklarından sorulmazsınız.

 

Ölürken Hz. Yâkûb'un Tavsiyesi :

 

Allah Teâlâ; İsmâîl (A.S.) in torunlarından olan müşrik Arapla­ra ve İsrail'in -ki o İbrahim (A.S.) in oğlu, İshâk'ın oğlu Yâ'kûb'tur-oğullarmdan kâfirlere karşı koyarak Hz. Yâ'kûb'un öleceği sırada ço­cuklarına yalnız ve yalnız Allah'a ibâdet edip O'na şirk koşmamaları­nı tavsiye ettiğini belirtiyor. Yâ'kûb çocuklarına: «Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz? demişti de onlar, senin ilâhına ve ataların İbrahim' in, İshâk'ın tek ilâhı olan Allah'a ibâdet edeceğiz. Ve biz O'na teslim ol­muşuz, demişlerdi.» Ataları İbrahim ve İsmâîl sözü tağlîb kabîlindendir. Çünkü İsmâîl Hz. Yâ'kûb'un babası değil amcasıdır. «Tek bir ilâh'a bağlanacağız.» Yani ulûhiyyette O'nu birleyeceğiz. Ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmayacağız. «Biz O'na teslîm olmuşlardanız.» Emrine boyun eğenlerden ve kendisini dinleyenlerden olacağız, demektir. Kaldı ki göklerde ve yerde bulunanlar isteyerek veya zorla ona teslîm olmuşlar­dır ve O'na döndürülürler.» (Âl-i İmrân, 83) İslâm, bütün peygamber­lerin dînidir. Peygamberlerin şerîatleri değişik, yolları farklı da olsa getirdikleri dinler bütünüyle İslâm'dır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle bu­yurur : «Senden önce hiçbir peygamber göndermedik.ki ona «Benden başka ilâh yoktur, öyleyse bana ibâdet edin diye vahy etmiş olmaya­lım.»   (Enbiyâ, 25)  Bu konuda âyetler pek çoktur. Hadîslere gelince bunlardan birisi Rasûlullah  (s.a.) m şu mübarek kavlidir: «Biz pey­gamberler topluluğu tek bir babanın muhtelif annelerden çocuklarıyız.»

«Onlar  bir ümmetti.   Gelip,   geçti.   Onların   kazandıkları   kendi­lerinin, sizin kazandıklarınız da sizin.» Atalarınız olan peygamberler­den ve sâlihlerden geçenler geçmiş bir ümmettiler. Sizin onlara mensûb olmanız, eğer size yarayacak hayır ameller yapmıyorsanız hiçbir fayda sağlamaz. Çünkü onların yaptıkları şeyler kendi amelleridir, sizin yaptık-larınızsa sizin   amellerinizdir  ve   «Siz onların  3'apmış  olduklarından sorulmazsınız.» Ebu'l-Âliye, Rebî' ve Katâde «Onlar bir ümmetti, gelip geçti» âyetiyle İbrahim, İsmâîl, İshâk, Ya'kûb ve Esbât'm kastedildi­ğini söyler. [65]

 

135- Yahûdî veya Hıristiyan olun ki hidâyete eresi-niz, dediler. De ki hayır, biz Hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.

 

En Doğru Yol; Hanîf Dini:

 

Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muham-med, Saîd İbn Cübeyr veya İkrime yoluyla İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş : Abdullah İbn Surya el-A'ver Rasûlullah (s.a.) a dedi ki : Hidâyet bizim üzerinde bulunduğumuz yoldan başkası değildir. Ey Muhammed, sen bize uy ki hidâyete eresin. Hrıstiyanlar da aynı şekil­de söyleyince Allah Azze ve Celle bu âyeti inzal buyurdu.

«Hayır, biz Hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız.» Sizin davet et­tiğiniz Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa değil, Hanîf olan İbrahim'in dos­doğru dinine uyarız. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ve îsâ İbn Câriye böyle tefsir etmişlerdir. Hasîf ise Mücâhid'den naklen, «hanîf»in; dos­doğru mânâsına değil, samîmi ve ihlaslı mânâsına olduğunu söylemiş tir. Ali İbn Ebu Talha ise İbn Abbâs'tan; hânif'in haccederek mânâsına olduğunu rivayet etmiştir.  Hasan,  Dahhâk,  Atiyye  ve Süddî'den de böyle rivayet edilir. Ebu'l-Âliye ise hanîfin, namazında Kâ'be'ye yöne­len ve yol bulursa orayı hacc etmek isteyen olduğunu söyler, Mücâhid ve Rebî' İbn Enes ise, hanîfin bağlanan mânâsına olduğunu söylemiş­tir. Ebu Kalâbe'ye göre de hânif, baştan sona kadar bütün peygamber- lere inanan demektir. Katâde'ye göre hanîflik Allah'tan başka ilâh bulunmadığına şehâdettir. Buna Allah'ın haram kıldığı; anneler, kız­lar, teyzeler ve halalarla evlenmek ile birlikte diğer haramları sayrriak da girer. Sünnet de hanîflik içerisindedir, der. [66]

 

136- Biz; Allah'a, bize indirilmiş olana, İbrahim'e, İs­mail'e, İshâk'a, Ya'kûb'a ve torunlarına indirilmiş olan­lara, Musa'ya, îsâ'ya verilenlere, peygamberlere rabları tarafından verilmiş olanlara îman ettik. Onların hiçbiri­nin arasını diğerinden ayırmayız. Biz ona teslim olmuş­lardanız, deyin.

 

Allah Teâlâ, Rasûlü Muhammed Mustafâ (s.a.) vasıtasıyla indi­rilene ayrıntılı olarak, geçmiş peygamberlere indirilenlere de özet ola­rak inanmalarını mü'min kullarına bildirmektedir. Âyet-i Kerîme pey­gamberlerin seçkinlerini kısmen zikretmiş, diğer peygamberleri de özet olarak kaydetmiş ve bunlardan hiç birini ayırdetmeksizin hepsine inanmalarını buyurmuştur. Mü'minler Allah'ın haklarında şöyle bu­yurduğu kimseler gibi olmamalıdırlar: «Onlar Allah ile peygamberle­rinin arasını ayırmak isterler. Ve biz bir kısmına inanır, bir kısmını in­kâr ederiz, derler. Bu ikisi arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçekten kâfirlerdir.»

Buhâri der ki; bize Muhammed İbn Beşşâr... Ebu Hüreyre'den nakletti ki, o şöyle demiş : Kitâb ehli Tevrat'ı İbrânice okuyor ve müs-lümanlara Arapça tefsir ediyorlardı. Rasûlullah (s.a.) : kitâb ehlini ne doğrulayın, ne de yalanlayın, sadece «Allah'a ve bize indirilene îmân ettik» deyiniz, buyuruyordu. Müslim, Ebu Dâvûd, Neseî de Osman İbn Hâkim'in Saîd İbn Yessâr kanalıyla İbn Abbâs'tan naklettiği şu ha­dîsi rivayet ederler. Rasûlullah (s.a.) sabah namazından önce çoğun­lukla iki rek'at namaz kılardı. İlk rek'atta «Biz Allah'a ve bize indirile­ne îman ettik...» âyetini okur, son rek'atta ise «Biz Allah'a îman ettik ve Müslüman olduğumuza şahit olduk...» âyet|nl okurdu.

Ebu'l-Âliye, Rebî' ve Katâde, «Esbât»ın Hz. Ya'kûb (A.S.)un 12 çocuğu olduğunu söylemişlerdir. Bu oniki çocuktan her birinden bir ümmet doğmuştur. Bu sebeple onlara «Sibt» in cemi olarak «Esbât» denmiştir. Katâde, der ki; Allah mü'minlere kendisine inanmalarım, bütün kitaplarını ve peygamberlerini tasdik etmelerini emretmiştir. Süleyman İbn Habîb der ki; Allah, bize Tevrat'a ve İncil'e inanmamızı, ancak onlarla amel etmememizi emretmiştir. İbn Ebu Hatim der ki; bana Muhammed İbn Muhammed... Mâ'kil İbn Yessâr'dan nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Tevrat, Zebur ve İncil'e inanın Ancak sizi kuşatan Kur'an olsun».[67]

 

137- Onlar da, sizin îman ettiğiniz gîbi îman ederler­se muhakkak doğru yolu bulmuşlardır. Şayet yüz çevirir­
lerse; şüphesiz ki onlar çekişme içerisindedirler. Onlara karşı Allah sana yetecektir. O, Semî'dir, Alîm'dir.

138- Allah'ın boyası (ile boyandık) Boyası Allah'dan daha güzel olan kimdir? Biz O'na kulluk edenleriz.

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki; Ey Mü'minler ehl-i kitâb'tan ve diğerle­rinden kâfirler sizin îmân ettiğiniz gibi îmân ederler, Allah'ın bütün kitaplarına ve Rasûllerine inanır ve hiçbirinin arasında ayırım yap­mazlarsa, onlar'da hakka ulaşmış ve doğru yolu bulmuş olurlar. An­cak aleyhlerinde bunca delil bulunduktan sonra haktan vazgeçer de bâtıla yönelirlerse Allah seni onların üzerine muzaffer kılar ve onları mağlûb eder. «Muhakkak ki O, Semî' ve Alîm olandır.»

İbn Ebu Hatim der ki; Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ... Nâfî İbn Ebu Nuaym'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Halîfelerden birisi bana Osman İbn Affân'ın mushafını düzeltmek üzere gönderdi. (Ravî olan Ziyâd) der ki; ben Nâfî'ye; halk Hz. Osman'ın öldürüldüğü zaman Kur'an'ınm odasında bulunduğunu ve «onlara karşı Allah sana yeter, O, Semî'dir, Alimdir.» âyetinin üzerine kan bulaşmış olduğunu söylüyorlar, dedim. Nâfî dedi ki, ben bu âyetin üzerindeki kanı gözümle gördüm, çok önce olmuştu. [68]

 

Allah'ın Boyası :

 

«Allah'ın boyası...» Dahhâk, İbn Abbâs'tan nakleder M; «Boya», Allah'ın dinidir. Mücâhid, Ebu'l-Âliye, İkrime, İbrahim, Hasan, Katade. Dahhâk, Abdullah İbn Kesir, Atiyye el-Avfî, Rebî' İbn Enes, Süddî de böyle demişlerdir.

İbn Ebu Hâtim'in ve İbn Merdûyeh'in rivayet ettiği hadîste İbn Ab-bâs şöyle der : Allah elçilerinden birisi dedi ki; İsrâiloğulları Hz. Musa'ya «Ey Mûsâ, senin Rabbın boya yapar mı?» dediler. O da, «Allah'tan korkun» dedi. Bunun üzerine Rabbı Hz. Musa'ya şöyle seslendi: «Ey Mûsâ, onlar Rabbın boya yapar mı? diye sordular. De ki, evet ben bo-yaiarın en güzelini boyarım. Kırmızıyı, akı, karayı. Renklerin tümü benim boyamamdır.» Allah Teâlâ Nebisi Muhammed (s.a.) e «Allah' in boyasıyla boyandık. Boyası Allah'tan daha güzel olan kimdir?» bu­yurmuştur. İbn Merdûyeh'den merfû olarak nakledilen rivayette de böyledir. Bu rivayet İbn Ebu Hâtim'in naklinde mevkuftur. Eğer isnadı sahîh ise, doğruya daha yakındır. En iyisini Allah bilir. [69]

 

139- Allah hakkında  bizimle  tartışıyor  musunuz? Halbuki O, bizim de Rabbımız, sizin de Rabbmızdır. Bizim
amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Biz O'na muh­lis kullarız, de.

140- Yoksa siz: îbrâhîm, İsmail, İshâk, Ya'kûb ve oğulları Yahûdî veya Hıristiyan idiler mi, diyorsunuz? Siz
mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı? Allah tarafından yanında bulunan şehâdeti gizleyenden  daha zâlim kim vardır? Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir, de.

141- Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Ve siz onların yapmış olduklarından sorulmazsınız.

 

Onlar da bir ümmetti :

 

Allah Teâlâ, Rasûlünü (Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine ol­sun) müşriklerle mücâdele etmeye teşvik ediyor ve buyuruyor ki: «Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz?» Allah'ın birliği, ona teslimiyet ve boyun eğmek, emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınmak konusunda bizimle münâkaşa mı ediyorsunuz? de. «Halbuki O bizim de Rabbımız, sizin de Rabbınızdır» Bize de hükmeder, size de. Şirk koşmaksızın yalnız ve yalnız samimî ubudiyete müstahak O'dur. «Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir.» Biz sizden uzağız, siz de bizden uzaksınız. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Eğer seni yalanlarlarsa, de ki; benim ame­lim bana, sizin ameliniz size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yapar olduğunuzdan uzağım.»

Bir başka âyet-i Kerîme'de ise şöyle buyurur: «Eğer seninle tar­tışmaya girişirlerse; ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a tes­lim ettim, de. Kendilerine kitâb verilenlere ve ümmîlere de siz İslâm oldunuz mu? de. Şayet İslâm olurlarsa doğru yola girmişlerdir. Yüz çevirirlerse sana^ yalnız tebliğ etmek düşer. Allah kullarını görendir.» (Âl-i İmrân, 20) Bir başka âyet-i kerîme'de ise Allah Teâlâ şöyle bu­yurur:: «Kavmi onunla tartışmaya girişti. Beni dosdoğru yola eriş-tirmişken Allah hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? O'na ortak koş­tuklarınızdan korkmuyorum. Meğer ki Rabbım bir şeyi isteye. Rabbım İlimce her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ tefekkür etmez misiniz? dedi.» (En'âm. 80) Bir'diğer âyet-i kerîme'de ise şöyle buyuruyor: «Allah kendisine hükümranlık verdi diye îbrâhîm ile Rabbı hakkında tartışanı görme­dim mi? İbrahim; Rabbım, dirilten ve öldürendir, demişti. Ben de diril­tirim ve öldürürüm, dedi. İbrahim; şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir sen de onu batıdan getirsene, dedi. O küfreden herif şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.» (Bakara, 258) Bu âyet-i kerî­me'de ise Biz ona muhlîs kullarız.» buyuruyor. Yâni biz sizden uzağ«. Tıpkı sizin bizden uzak oldunuz gibi. Ve biz Allah'a sâmîmîyetle bağlı kullarız. İbâdet ve yönelişte ona yöneliriz. Ardından da Allah Teâlâ : Onların, İbrahim (a.s.) ve ondan sonra gelen peygamberlerin ve esbâ-tın yolunda olanların Yahudiler veya Hıristiyanlar olduğu konusun­daki iddialarını reddederek buyuruyor ki: «Siz mi daha iyi biliyorsu­nuz yoksa Allah mı? Allah elbette ki sizden daha iyi bilir» O bunla-rgı Yahûdî veya Hıristiyan olmadıklarını bildirmiştir.» ÇünküV «İbrâ-hînı ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan idi. Sadece dosdoğru bir müslü- mandı ve müşriklerden de değildi» buyuruyor. (Âl-i İmrân, 67)

«Allah tarafından yanında bulunan şehâdeti gizleyenden daha zâlim kim vardır?» Hasan el-Basrî der ki; onlar kendi yanlarındaki ilâhî kitabı okuyor ve onda hak dinin İslâm, Hz. Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü olduğunu görüyorlardı. İbrahim'in, İsmail'in, İshâk'ın, Ya'kûb'un ve Esbât'm Yahudi ve Hıristiyanlardan uzak olduğunu okuyorlardı. Al­lah bu konuda şahitlik etmiş ve Allah adına kendi nefislerinde bunu ikrar etmişlerdi. Sonra da yanlarındaki bu ilâhî şehâdeti gizlemişlerdi, «Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.» Bu şiddetli tehdîddir. Al­lah'ın bilgisi sizin yaptıklarınızı çepeçevre kuşatmıştır ve buna göre sizi cezalandıracaktır.           

Sonra Allah Teâlâ «Onlar bir ümmetti gelip, geçti. Onların ka­zandığı kendilerine, sizin kazandığınız da size aittir. Ve siz onların yapmış olduklarından sorulmazsınız.» buyuruyor. Sizin onların pe­şinden gitmeden sadece onlara mensûb olmanız hiçbir fayda sağla­maz. Kendileri gibi Allah'ın emrine uymadıkça, Rasûllerine tâbi ol­madıkça, korkutucu ve müjdeci olarak gönderilen elçilere bağlanma­dıkça, mücerred onlara mensubiyetle öğünmeyin ve gururlanmayın. Çünkü bir peygamberi inkâr eden bütün peygamberleri inkâr etmiş ölür. Özellikle küfredilen bu peygamber, peygamberlerin hâtemi, âdem­lerin Rabbının tüm insan ve cinlere gönderdiği Rasûlü, peygamberle­rin efendisi ise... Allah'ın sâlât ve. selâmı hem onun, hem de diğer Al­lah elçilerinin üzerine olsun. [70]

Allah, İbrahim Peygambere önemli vazifeler vermiş ve o da bu va­zifeleri en güzel şekilde yerine getirmişti. Bu vesileyle Hakk Teâlâ ona en güzel mükâîatı ihsan ederek: «Ben seni insanlar için imâm ve ön­der kılacağım» buyurmuştu. Hz. İbrahim de, «aynı nimeti soyumdan gelenlere de lütfet.» demişti. Allah Teâlâ ise, «benim ahdime zalimler eremez, imamlık ve önderlik vazifesini kendi nefislerine zulmedenlere vermem» buyurmuştu. Çünkü önderlik din ve dünya işlerinin kontrolü değil, yönetilmesi vazifesidir Kendine zulmetmekten uzaklaşamayan kişi, başkalarına zulmetmekten nasıl geri kalabilir? İşte, Kur'an'ın ön­derlerde aradı|ı nitelik budur. Bir de Beyt'ül-Harâm'ı (Kâ'be'yi) onlar için sığınak kıldığımızı hatırlat. Hacc samanı. insanlar orada topla­nırlar. Orasını emniyet ve huzur diyarı kılmışındır. Oraya giren kişi emîn olarak kalı$ Müslümanlarda tbrâhîm Peygamberin makâmmı bir namazgah olarak kabul etmelidirler. İbrahim ve İsmail peygamberlere Allah evini putlardan ve her türlü pisliklerden temizleme görevi veril- misti. Orada tavaf eden, kıyama duran, rükû' ve sücûda gidenler için arıtması emredilmişti.

Ya Muhammed (s.a.) sen onlara ataları İbrahim peygamber'in bu diyar için yaptığı duaları hatırlat: Hz. İbrahim, «Rabbim bu bel­deyi huzur ve emniyet yurdu kıl. Halkına meyvelerini ve mahsûllerini bol ver, insanlara dünyanın güzelliklerinden ihsan et» diye duâ etmişti. Rabbı Müteâl ise kâfirlere kısa bir süre rızık ve imkân vereceğini, son­ra elîm azaba sevkedeceğini beyân buyurmuştu. Ya Muhammed (s.a.) bir de onlara İbrahim peygamberin oğlu İsmâîl ile beraber Kâ'be'nin temellerini yükselttikleri vakitte söylediklerini hatırlat. Hani demişler­di ki: «Rabbımız bizden kabul buyur. Sen her duayı işitirsin elbette. Her maksadı ve niyeti bilirsin, bizi senin yoluna bağlı olanlardan eyle» demişlerdi. Sonra kendi çocuklarının ve soylarının da Allah yolunda samimî topluluklar olmasını istemişlerdi. «Kendi soyumuzdan, doğru­luğu ve iyiliği öğreten peygamberler gönder. Onlara senin dinini ve Kur'an'ını okusunlar, bilgilerini artırsınlar, pisliklerini arıtsınlar. Şüp-siz ki sen Azîz ve Hakîm olansın.» diye temennide bulunmuşlardı. [71]

 

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/413-414.

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/415-416.

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/417.

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/418-419.

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/420.

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/422-426.

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/426-429.

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/429-435.

[9] Zâmahşerî, Keşşaf, I, 299.

[10] Muhyiddîn İbn el-Arabî, Tefsir el-Kur'an'il-Kerîm I, 72 -73.

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/437-439.

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/439-441

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/444-449.

[14] Müslim, Sahîh, Kitab el-Kıyâme, VIII, 138.

[15] Üsd el-Gâbe'de bu kişi­nin Cündûb İbn Kâ'b el-Ezdî olduğu nakledilir, I, 361.

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/449-460.

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/460-466.

[18] Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/444-449.

[19] Muhyiddîn Îbn el-Arabî, Tefsir el-Kur'an'il-Kerîm, I, 73, 74.

[20] Reşîd Rızâ, Tefsir el-Menâr, I, 398 - 402.

[21] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/481-483.

[22] Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/483.

[23] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/485-488.

[24] Muhyiddîn İbn el-Arabî, Tefsîr el-Kur'an'il-Kerîm, I, 75, 76.

[25] Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/489-490.

[26] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/490-491.

[27] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/485-488.

[28] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/494-497.

[29] Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/497.

[30] Kâdî Beydâvî, I, 116.

[31] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/498-501.

[32] Bekir Karlığa. Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/501-502.

[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/503-506.

[34] Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/506-507.

[35] Reşîd Rızâ, Tefsir el-Menâr, 1,430-433.

[36] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/509-513.

[37] Muhyiddîn İbn el-Arabî, Tefsir el-Kur'an'il-Kerîm, I, 80.

[38] Âlûsî, Rûh el-Meânî, I, 366.

[39] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/514-516.

[40] Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/516-517.

[41] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/519-520.

[42] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/520-522.

[43] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/522-523.

[44]Tirmizî, Sünen, K. el-Fiten, bab: 51.

[45] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/523-526.

[46] Bekir Karlığa, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/526.

[47] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/528.

[48] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/528-533.

[49] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/533-535.

[50] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/538-539.

[51] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/539-543.

[52] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/544-546.

[53] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/547-550.

[54] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/550-552.

[55] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/552.

[56] Buhâri, Sahîh, K. el-Enbiyâ, bab: 9.

[57] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/552-556.

[58] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/556-560.

[59] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/560-562.

[60] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/562-564.

[61] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/564-569.

[62] Muhyiddîn İbn el-Arabî, Tefsir el-Kur'an, il-Kerîm, I, 84.

[63] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/570-572.

[64] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/573-575.

[65] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/575-576.

[66] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/576-577.

[67] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/577-578.

[68] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/578-579.

[69] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/579.

[70] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/580-581.

[71] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 2/581-582.

Free Web Hosting