Bazı Beyinsizlerin Sözleri3

Vasat Ümmet4

İslâm Ümmeti6

Müslümanlar İçin Bir Kıble. 7

Kâfirlerin Kıblesi8

Hak ve Şüphe. 9

Hayır Yarışı9

Tek Yön Kâ'be. 10

Hikmet Sahibi Peygamber10

Sabır ve Namaz. 11

Can ve Mal İmtihanı13

Safa ve Merve. 14

Hidâyeti Gizleyen Kâfirler15

Yaratılış Mucizesi16

Kâinatın Yaratılışı ve Allah. 18

Helâl Rızık. 22

Allah'ın Emrine Değil de Atalarının Âdetlerine Uyanlar23

Helâl ve Haram.. 23

Allah'ın Emrini Gizleyip, İstismar Edenler24

Doğu ve Batı25

Kısasta Hayat Var27

Vasiyyet29

Oruç Farizası31

Eski Kavimlerde Oruç. 33

Ramazân Ayı34

Ramazân İle İlgili Bazı Mes'eleler35

Duâ. 37

Duanın Önemi38

Oruçla İlgili Hükümler40

Önemli Bir Mes'ele. 43

Yöneticilere Verilen Mallar45

Aylar'm Mâhiyyeti47

Allah Yolunda Savaş. 49

Haranı Aylar51

Allah Yolunda İnfâk. 51

Hacc ve Umre. 53

Haccın Erkânı58

Haccın Mânâsı62

Hacc İbâdeti65

Allah'ı Zikir67

İnsan Tipleri68

İslâm'da Barış. 69

Kâfirlere Dünya Hayatı Pek Süslendi71

İnsanlığın Doğuşu. 72

Başlangıçta Bütün insanlar Tek Bir Ümmetti73

İmân, Tecrübe ve İmtihan. 73

Cihâd Farizası74

Haram Aylarda Savaşmak. 75

İçki ve Kumar78

İçkinin Zararları78

Alkolün Sinir Sistemine Etkileri:79

Alkolün Beyin Üzerindeki Etkileri:80

Alkolün Karaciğer Üzerindeki Etkileri -82

Alkolün Böbrek Üzerindeki Etkileri:83

Alkolün Tenasül Hormonları Üzerindeki Etkileri:83

İslâm Hukukunda İçkinin Hükmü. 84

İslâm Hukukuna Göre İçkinin Manâsı:85

İçki İçmenin Cezası :87

Sopa Cezasının Uygulanma Şekli :89

Bağışlamak. 89

İnanan ve Şirk Koşan Kadınlar90

Kadınların Âdet Hali91


142- insanlardan bir kısım beyinsizler diyeceklerdir ki: Onları, üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren ne­dir? De ki: Doğu da Batı da Allah'ındır. O, dilediği kimseyi doğru yola iletir.

143- Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanla­rın üzerine şâhidler olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun. Ve senin üzerinde bulunduğun kıbleyi, pey­gambere uyanları, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döne­ceklerden ayırdetmek için kıble yaptık. Gerçi bu, büyük bir şeydir. Ama Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler için değil. Allah, elbette îmânınızı zâyî edecek değildir. Şüphe­siz ki, Allah, insanlara Rauf ve Rahîm'dir.

 

Bazı Beyinsizlerin Sözleri

 

Buhârî der ki; bize Ebu Nuaym Züheyr'den duyduğunu, onun da Ebu İshâk'ın Berrâ (r.a.) dan duyduğunu nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) znaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'e doğru namaz kılmıştı. Ancak Eblenin Kâ'be'ye doğru olmasını istiyordu. Kâ'be'ye doğru kıldığı ilk --amaz ikindi namazıydı. Beraberinde kavmi de namaz kılmıştı. Onun la beraber namaz kılanlardan bir kişi yanından ayrılmış, rükû'da bu­lunan bir topluluğa rastgelmiş ve onlara; Allah adına şehâdet ederim ki ben, Hz. Peygamberle birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldım, demiş­ti. Bunun üzerine onlar da oldukları gibi Kâ'be'ye doğru dönmüşlerdi. Beytullah'a dönülmezden önce, Kudüs'e doğru namaz kılıp ta ölmüş bulunanların durumu sorulduğunda, Allah Azze ve Celle «Allah, elbet­te îmânınızı zayi' edecek değildir» âyetini inzal buyurdu. Bu şekliyle bu hadîsi yalnız Buhârî rivayet etmiştir. Müslim ise bir başka şekilde rivayet eder. Buna göre Muhammed ibn İshâk der ki; bana İsmâîl İbn Ebu Hâlid, Ebu İshâk'dan o da Berrâ'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.^ Kudüs'e doğru namaz kılıyor ve yüzünü çoğunlukla göğe dikerek, Al­lah'ın emrini bekliyordu. Nihayet Allah Teâlâ «Doğrusu biz yüzünü semâya doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Şimdi seni hoşnûd ola­cağın bir kıbleye çevireceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir» âyetini inzal buyurdu. İsterdik ki; Kâ'be'ye yönelmeden önce ölmüş olanların hangi hal üzere öldüklerini ve Kudüs tarafına doğru kıldığı­mız namazların ne olacağını bilelim. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Al­lah, elbette îmânınızı zayi' edecek değildir» âyetini inzal buyurdu. İn­sanlardan bir kısım beyinsizler —ki bunlar ehl-i kitâb idiler— dediler ki; onları üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir? Bunun üzerine Allah Teâlâ «İnsanlardan bir kısım beyinsizler diyeceklerdir ki; onları üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?...» âyetini in­zal buyurdu.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Zür'a... Berrâ'dan nakletti ki, o şöyle demiş: Rasûlullah (s.a,) onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'e doğru namaz kılmıştı. Ancak kıblesinin Kâ'be'ye döndürülmesini isti­yordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Doğrusu, biz yüzünün semâya doğ­ru çevrilip durduğunu görüyoruz...» âyetini indirdi ve Kâ'be'ye doğru yönelmelerini emretti. İnsanlardan bir kısım beyinsizler —ki bunlar yahûdîlerdir— onları üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren ne­dir? dediler. Bunun üzerine de Allah Teâlâ: «De ki Doğu da Batı da Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola iletir» âyetini inzal buyurdu.

Ali İbn Ebu Talha... İbn Abbâs'tan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) Medine'ye hicret ettiğinde, Allah Teâlâ Kudüs'e doğru yönelip namaz kılmasını emretti. Bunun üzerine yahûdîler sevindiler. Rasûlullah on küsur ay boyunca Kudüs'e doğru namaz kıldı. Fakat kendisi İbrahim'in kıblesine döndürülmesini arzuluyordu. Allah'a duâ ediyor ve göğe ba­kıyordu. Nihayet Allah Azze ve Celle «Yüzünü Mescid-i Harâm'a doğru çevir» âyetini inzal buyurdu. Yahûdîler bunu şüpheyle karşıladılar ve dediler ki; onları bulundukları kıblelerinden çeviren nedir? Bunun üze­rine Allah Teâlâ «De ki Doğu da, Batı da Allah'ındır...» âyetini inzal buvurdu.

Bu konuda pek çok hadîs-i şerif vârid oJmuştur. Mes'elenin özü şudur: Rasûlullah (s.a.) Kudüs'teki mukaddes kayaya doğru yönele­rek ibâdet etmekle emrolunmuştu. Mekke'de iken iki rükün arasında namaz kılardı. Ve yönü Kudüs'teki kaya/a doğru olunca ön tarafı Kâ' be'ye doğru gelirdi. Medine'ye hicret edince, Kudüs'le Kâ'be'yi birleş­tirmek mümkün olmadı. Böylece Allah Teâlâ Kudüs'e yönelmesini em­retti. On küsur ay böylece devam etti. Ama Hz. Peygamber kendisinin İbrahim (a.s.) in kıblesi olan Kâ'be'ye döndürülmesi için Allah'a duâ ediyor ve Allah'tan dilekte bulunuyordu. Nihayet bu isteği karşıladı. Ve Beyt-i Atîk'e doğru yönelmesi emredildi Rasûlullah (s.a.) bunu halka bildirdi. Buhârî ve Müslim'in sahîh'lerinde Berrâ'dan nakledilen riva­yete göre, Hz. Peygamberin Kâ'be'ye doğru kıldığı ilk namaz ikindi namazı idi. Neseî'de Ebu Saîd'in rivayetine göre ise, ilk kıldığı namaz öğle namazıydı. Kubâ halkına bu haber ancak ertesi günün sabah na­mazında ulaştı. Nitekim Buhârî ve Müslim'de Abdullah İbn Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir: Halk Küba'da sabah namazını kılıyordu ki bir kişi geldi ve şöyle dedi: Doğrusu Rasûlullah (s.a.) a bu gece bir Kur'ân âyeti nazil oldu ve Kâ'be'ye yönelmesi emri geldi. Siz de oraya yönelin. Onların yüzü Şam'a doğruydu. Hemen Kâ'be'ye doğru yönel­diler. Bu da gösteriyor ki; neshedilen hükmün uygulanması, ancak onun bilinmesinden sonra gereklidir. İsterse o hüküm daha önce nazil olmuş bulunsun. Çünkü Kubâ halkı ikindi, akşam ve yatsı namazım iade etmekle emrolunmamışlardı. En iyisini Allah bilir.

Bundan sonra nifak ve küfür erbabı Yahudilerden bir gruba şüphe hâsıl oldu. Hidâyetten yüz çevirerek, kuşkuya düştüler ve dediler ki: «Onları üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?» Bunlara ne oluyor ki bir oraya, bir buraya dönüyorlar. Allah Teâlâ onlara cevap olarak: «Doğu da, Batı da Allah'ındır.» âyetini inzal buyurdu. Her şey­de hüküm, tasarruf ve emir Allah'ındır. Yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin, orası Allah'ın vechi'dir: «Yüzünüzü doğu veya batı yönüne çe­virmeniz birr veya ihsan değildir. Birr; ancak Allah'a îmân edeninki-dir.» Yani ister doğuya ister batıya yönelirisin mes'ele Allah'ın emrine uymak mes'elesidir. Allah bizi nereye yöneltirse oraya yöneliriz. Allah'­ın emrine ittibâ ederiz. İsterse bizi günce yüz kere değişik yönlere yö­neltsin. Biz O'nun kulu, kölesi ve hizmetçileriyiz. Nereye derse oraya yöneliriz. Allah Teâlâ'nın kulu ve Rasûlü Muhammed (s.a.) e ve onun ümmetine lütuf ve inayeti pek yücedir. Çünkü onları Rabbının dostu olan İbrahim'in kıblesine yöneltmiş ve şeriki bulunmayan Allah adı­na, yeryüzünde bina edilmiş ve yeryüzündeki Allah evlerinin en şeref­lisi olan Kâ'be'ye yöneltmiştir. Kâ'be İbrâhîm Halîlullah'ın binâsıdır. Bunun için Allah Teâlâ, «De ki Doğu da Batı da Allah'ındır. O, dile­diği kimseyi doğru yola iletir.» buyurmuştur.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Ali İbn Âsim... Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakletti : Rasûlullah (s.a.) ehl-i kitâb'ı kastederek buyurdu ki: Onlar, Allah'ın bizi hidâyete erdirdiği ve kendilerininse sa­pıklığa düştüğü cum'a günüyle, Allah'ın bizi hidâyete erdirdiği ve ken­dilerininse sapıklığa düştüğü Kıble konusunda bizi kıskandıkları kadar başka hiçbir şeyde kıskanmazlar. Bir de bizim imâmın arkasında «âmîn» dememizi kıskanırlar. [1]

 

Vasat Ümmet

 

«Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanların üzerine şâhidler olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun.» Allah Teâlâ bu­yuruyor ki: Sizi İbrahim (a.s.) in kıblesine döndürmekle ve orayı sizin için kıble yapmakla sizi kıyamet gününde bütün milletlere şehâdet eden, ümmetlerin en hayırlısı kılmak üzere seçtik. Bütün ümmetler si­zin faziletinizi kabul ederler. Buradaki «vasat» kelimesi en seçkin ve en iyi demektir. Nitekim, «Kureyş soy ve yurt bakımından arapların vasatıdır» denildiği zaman, en iyisidir denilmek istenir. Rasûlullah (s.a.) da kavminin arasında vasat idi. Yani neseb bakımından en şe­reflisi idi. Orta namaz, namazların en afdalı olarak belirtilir ki bu, ikin­di namazıdır. Sahîh hadîslerde böyle sabit olmuştur. Allah Teâlâ bu ümmeti en seçkin ümmet yapınca, ona şeriatların en mükemmelini, sistemlerin en doğrusunu, yolların en açığını vermiştir. Nitekim bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur : «O sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur'ân'da peygamberin size şâhid olması, sizin de insanlara şâhid olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekât verin, Al­lah'a sarılın. O, sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâ; ne güzel yardım­cıdır.» (Hacc, 78)

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Vekî'... Ebu Saîd'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; Kıyamet gününde Nûh (as.) çağırılır ve kendisine, emri teblîğ ettin mi? denir, o, evet der. Bunun üzerine kavmi çağrılır ve kendilerine; o (Nûh) size tebliğ etti mi? denir. Onlar; bize hiçbir uyarıcı gelmedi, kimsecikler bir şey getirmedi, derler. Bunun üzerine Hz. Nuh'a; sana kim şâhidlik ede­cek? denilir. Hz. Nûh, Muhammed ve ümmeti, der. —İşte Allah Teâlâ' mn «Sizi vasat bir ümmet kıldık» âyetindeki kavli bu mânâdadır. Ebu Saîd der ki; Vasat, âdil demektir— Onlar çağrılır ve peygamberin emri teblîğ ettiğine şehâdet ederler. Sonra da onlara şehâdet edilir. Buhârî, Tirmizî, Neseî ve İbn Ma'ce de A'meş kanalıyla bu hadîsi rivayet eder­ler.

Yine İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Ebu Muâviye... Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet etti ki o, Rasûlullah (s.a.) m şöyle buyurdu- ğunu söylemiş: Kıyamet gününde bir peygamber gelir, beraberinde iki veya daha fazla kişi vardır. O'nun yanısıra kavmi çağırılır ve; «Size bu, Allah'ın emrini tebliğ etti mi?» denir. Onlar, hayır derler. Ona sen Allah'ın emrini kavmine tebliğ ettin mi? denir. O, evet der. Ona, kim sana şâhidlik edecek? denir. O, Muhammed ve ümmeti der. Muham-med ve ümmeti çağırılır ve onlara bu, kavmine Allah'ın emrini teblîğ etti mi? denir. Onlar, evet derler. Onlara nereden biliyorsunuz denir. Onlar, peygamberimiz (s.a.) bize peygamberlerin teblîğ ettiğini haber verdi, derler. İşte Alıah Teâlânm: «Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlara karşı şâhidler olasınız.» âyetinin mânâsı budur. Yani âdil, bir ümmet kıldık. İmâm Ahmed der ki; bize Ebu Muâviye Ebu Said el-Hudrî'den Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet etti: «Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık.» Yani dengeli, âdil bir ümmet kıldık, demek­tir. Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh ve İbn Ebıi Hatim... Câbir İbn Ab­dullah'tan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: «Ben ve ümmetim kıyamet gününde yüksekçe bir yerden halkı gözetleriz. Her­kes ister ki; kendisi de bizden olsun Hangi peygamberi kavmi yalan­larsa biz o peygambere şehâdet eder ve o peygamberin Rabbı Azze ve Celle'nin risâletini teblîğ ettiğini belirtiriz.» Hâkim, Müstedrek'inde ve ibn Merdûyeh tefsirinde bu hadîsi rivayet ederler. Lafız İbn Merdûyeh' indir. Şöyle ki; Mus'ab İbn Sabit... Câbir İbn Abdullah'tan nakleder ki, o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) Seleme oğullarından bir cenazede hazır bulundu. Ben, Rasûlullah'ın yanında idim. Bazı kişiler dediler ki; Allah'a andolsun ki ey Allah'ın Rasûlü o çok iyi bir adamdı. İffet­liydi. Müslümandı ve şöyle şöyle idi diyerek, hakkında iyi övgülerde bulundular. Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Sen dediğin gibisin. Adam, Al­lah gizlileri en iyi bilendir. Ama bize ayan olan böyledir, dedi. Rasû­lullah (s.a.) hak ettin buyurdu. Sonra Harise oğullarından bir cenaze­de hazır bulundu. Ben Rasûlullah (s.a.) in yanında idim. Bazı kişiler dediler ki; ey Allah'ın Rasûlü, ne kötü adamdı o. Sert, katı birisiydi diyerek aleyhinde kötü ifâdelerde bulundular. Rasûlullah (s.a.) onlar­dan bir kısmına dedi ki; sen dediğin üzeresin. Adam, Allah gizlileri en iyi bilendir. Ama bize ayan olan böylesidir, dedi. Rasûlullah (s.a.) bu-4 yurdu ki: O bunu hak etti. Müs'ab İbn Sabit der ki; Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî o sırada bize şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.) doğru söy­ledi. Ve ardından «Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlara karşı şâhidler olasınız. Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun.» âye­tini okudu. Hâkim ardından der ki; bu hadîsin isnadı sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemişlerdir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel derki; bize Yûnus İbn Muhammed... Ebu'l-Esved'den nakletti ki; o şöyle demiş: Ben Medine'ye geldiğimde Medine'de yaygın bir hastalığa rastladım. İnsanlar çabucak oluveriyor- lardı. Ömer İbn el-Hattâb'ın yanına oturdum. O .sırada bir cenaze geçti. Ömer, cenaze sahibini hayırla yâd etti. Ve hak etti, hak etti, dedi. Sonra bir başkası geçti. Onu da kötülükle yâd etti ve hak etti, hak etti, dedi. Ebu'l-Esved diyor ki; ey mü'minlerin emîri, neyi hak etti? diyorsun. Ömer dedi ki; ben Rasûlullah (s.a.) m söylediğini söy­lüyorum. O, buyurdu ki: Hangi müslümanı dört kişi hayırla yâd eder­se, Allah onu cennetine girdirir. Biz ya Rasûlullah ya üç kişi olursa? dedik. Rasûlullah üç de buyurdu. Biz ya iki kişi olursa dedik. Rasûlullah iki de buyurdu. Sonra biz ya bir kişi olursa? diye suâl etmedik. Buhâri, Tirmizî, Neseî bu hadîsi Davûd İbn Ebu Furât kanalıylp rivayet eder­ler.

İbn Merdûyeh der ki; bize Ahmed İbn Osman İbn Yahya... Ebu Bekr İbn Ebu Züheyr el-Sakifî'nin babasından şöyle dediğini nakle­der: Ben Rasûlullah (s.a.) in Nübave'de (Tâif'te bir yer) şöyle dediğini duydum: İyilerinizi kötülerinizden ayırt edebilirsiniz. Orada bulunan­lar, ne ile ayırt edelim, ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Rasûlullah; güzel övgü ve kötü yâd ile, buyurdu. Siz, yeryüzünde Allah'ın şâhidlerisiniz, dedi. Bu hadîsi İbn Mâce, Ebu Bekr İbn Şeybe yoluyla... Abdullah İbn Ömer'den nakleder.

«Ve senin üzerinde bulunduğun Kıble'yi peygambere uyanları, aya­ğının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırt etmek için Kıble yaptık. Gerçi bu büyük bir şeydir. Ama Allah'ın doğru yola ilettiği kim­seler için değil.» Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ya Muhammed; seni önce Kudüs'e yönelttik, sonra oradan döndürüp Kâ'be'ye yönelttik ki; sen nereye yönelirsen ardından gidip itaat edenlerle, ökçesi üzeri geri dö­nenlerin hali ortaya çıksın. Bu davranış, yani Kudüs'ten Kâ'be'ye yönel­me davranışı her ne kadar ruhlarda büyük bir etki bırakırsa da Allah' m kalblerini hidâyete sevkettiği, peygamberi tasdik ile yakîn getiren ve Allah'ın gönderdiğinin şüphesiz bütünüyle hak olduğunu kabul eden ve Allah'ın dilediğini yapıp dilediğine hükmeden olduğunu bilen, kulları­nı dilediği mükellefiyetlerle sorumlu kılıp dilediğini kaldıracağını, tam hikmetin ve erişilmez hüccetin bütünüyle Allah'a âit olduğunu kabul edenler için değildir. Kalblerinde hastalık olanlar ise bunun tersinedir. Onlar için her yeni durum; yeni bir kuşku kaynağıdır. Halbuki îmân edenler için her yeni durum; yakîn veJtasdîk kaynağıdır. Nitekim Allah fTeâlâ bu konuda başka âyetlerde şöyle buyurur: «Bir sûre de inince aralarında; bu hanginizin îmânını arttırdı diyen iki yüzlüler vardır. Mü'minlerin ise îmânını arttırmıştır. Onlar birbirlerine bunu müjdele­mek isterler. Kalblerinde hastalık olanların ise güçlüklerine güçlük ka­tılır. Onlar kâfirler olarak ölmüşlerdir. (Tevbe, 124-125) Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurur: «De ki bu, insanlara doğruluk rehberi ve gönüllere şifâdır. İnanmayanların kulaklarında' ağırlık vardır ve on-lara kapalıdır. Sanki bunlara uzak bir mesafeden sesleniliyor da an­lamıyorlar.» (Fussilet, 44) Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyu-rulur: «Kur'ân'ı mü'minlere rahmet ve şifâ olarak indiriyoruz. O, zâ­limlerin sadece hüsranını arttırır.» (İsrâ, 82) İşte bu sebeple Rasûlul-lah'a ittibâ edip onu doğrulamada sebat eden, Allah'ın peygamberini emrettiği ve döndürdüğü yöne şüphe ve kuşku duymadan yönelen ki­şiler sahabenin önderlerinden olmuşlardır. Bazıları bunların Muhacir ve Ansârdan önde gidenler (sâbikûn) olduğunu ve onların iki kıbleys yönelerek namaz kıldıklarını söylerler. Buhârî bu âyetin tefsirinde der ki: Bize Müsedded... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki. o şöyle demiş:

«Halk Kubâ mescidinde sabah namazını kılarken, adamın biri gel­di ve dedi ki; Rasûlullah (s.a.) a Kur'ân'dan bir âyet indi ve Kâ'be'ye yönelinmesini emretti, siz de Kâ'be'ye yönelin. Bunun üzerine cemâat Kâ'be'ye yöneldi.» Bu hadîsi Müslim bir başka yolla Abdullah İbn Ömer' den nakleder. Tirmizî de Süfyân el-Sevrî'nin hadîsinden nakleder ki onlar rükû'da iker oldukları gibi rükû' halinde Kâ'be'ye dönmüşler­dir. Müslim de Hamnıâd İbn Seleme'nin, Enes İbn Mâlik'ten aynı şeyi rivayet ettiğini kaydeder. Bu, onların Allah'a ve Rasûlüne Matlarının kemâline delildir. Allah Azze ve Celle'nin emirlerine gönülden bağlı­lıklarının işaretidir. Allah onların hepsinden razı olsun.

«Allah elbette îmânınızı zayi' edecek değildir.» Yani daha önce Kudüs'e doğru kılmış olduğunuz namazın sevabını zayi' edecek değil­dir. Ebu İshâk'ın Berrâ'dan naklettiği sahîh hadîste, Berrâ der ki: Ku­düs'e doğru namaz kılmış olan bir grup vefat etmişti. Halk, bunların durumu ne olacak? deyince Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurdu. İbn İshâk der ki; Muhammed İbn Ebu Muhammed, İkrime'den veya Saîd İbn Cübeyr kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki o «Allah elbette îmâ­nınızı zayi' edecek değildir» âyeti konusunda şöyle demiştir: Allah ilk kıble ile peygamberi tasdik etmenizi ve ikinci Kıble'ye ittibâ etmenizi zayi' edecek değildir. Onun her ikisine de birlikte mükâfat verecektir, demektir. «Şüphesiz ki Allah, insanlara Rauf ve Rahîm'dir.»

Sahîh bir hadîste buyurulur ki: Rasûlullah (s.a.) çocuğundan ay­rılmış esîr bir anne gördü. Kadın, esirlerden bir çocuk gördükçe onu alıyor ve göğsüne yaslıyordu ve çocuğunun peşinden koşuyordu. Ra­sûlullah (s.a.) buyurdu ki: Şu kadın, çocuğunu ateşe atmayacak güce sahip ise hiç yavrusunu ateşe atabilir mi? Orada bulunanlar, hayır ey Allah'ın Rasûlü dediler. Bunun üzerne Hz. Peygamber Allah'a andolsunki Allah Teâlâ kullarına şu kadının çocuğuna şefkatından daha çok şef­katlidir. [2]

Muhyiddîn İbn el-Arabî bu konuda şöyle diyor:

Onların; insanlara şehâdet etmelerinin ve Rasûlullah (s.a.) in da onlara şehâdet etmesinfn anlamı şudur: Onları tevhîd nuru ile di­ğer dinlerin gerçeklerine muttali kılması, her dinin ve din mensubu­nun hakkını iyice vererek dini gerçek anlamda onlara öğretmesidir. . Ayrıca kendi nefislerinin uydurması ve temennilerinden ibaret olan yalan haberlerinin ve uydurma sözlerinin hakikatim kendilerine gös­tererek bâtıllarını ortaya koymasıdır. (...) Rasûl, her dine bağlı olan kişinin dinindeki rütbesini ve hakîki derecesini, dinîn mükemmelliğini görmesini önleyen engelleri bilen kişidir. Rasûl, onların günâhlarını ve günâhlarının hududunu, îmân, amel, iyilik, kötülük, ihlâs ve ni­faklarının derecesini en iyi bilen kişidir. O, her şeyi hakkın nuruyla görür. Onun ümmeti de bunu diğer milletler nokta-i nazarından gö­rür ve değerlendirirler.

Senin yöneldiğin kıbleyi; peygambere uyanları, cayacaklardan ayırmak için kıble yaptık. Tafsili bilgiyle bilip ayırdetmek için. O taf-sîlî bilgi bilinenin gerçekliğine bağlıdır. Yoksa varlığın safhasındaki bü­tün eşyadan önce yeralan bilgiye bağlı değildir. Eşyâmn vatlığı, ona eşyanın varlığından önce malûmdur. Çünkü bütün bilgi onundur. On­dan başka bir kimsenin bilgisi yoktur. Bizim eşyayı bildiğimiz bilgi­ler, onun bilgisinin tezahürlerinden ortaya çıkan bilgilerdir. Onun bil­gisi ise tafsîlî bilgidir. Yani varlıkların tafsilâtının bilgisidir. O, bizim görüntülerimizle tezahür eden tafsîlî bilgiyle eşyayı varlığından sonra bilir. Tıpkı eşyanın varlığından önce bütün eşyayı aynıyla ilk bilme-slndeki bilişi gibi. [3]

 

İslâm Ümmeti

 

İslâm ümmetinin durumunu değerlendiren bu ayet-i kerîme., müs-lümanların her bakımdan vasat ümmet olduklarını bildirmektedir. Va­sat ümmet olmanın gereği her şeyde dengeli ve ölçülü olmaktır. Bu konuda Reşîd Rızâ ve Seyyid Kutub şu bilgileri vermektedirler:

Derler ki «Vasat» adalet ve hayırdır. Şöyle ki; istenenin üzerinde olan şey ifrat, istenenin altında olan şey de tefrit ve eksikliktir. Gerek ifrat, gerekse tefrit, doğru yoldan ayrılmadır ve bu hem şer, hem de yerilen bir haldir. Hayır, iki noktanın ortası yani tam vasat kısmıdır. Muhammed Abduh bu görüşü serdettikten sonra der ki: Öyleyse mak-sâd hayır olduğu halde, neden «siz hayırlı ümmetsiniz» denilmiyor da, •vasat ümmetsiniz» deniliyor? Vasat kelimesinin hayra delâleti ancak iltizâmîdir. Bununla beraber neden bu kelime tercih edilmiştir? Ona iki yönden cevap verilir:

a) Vasat kelimesinin seçilmesi aşağıdaki gerekçeye hazırlık için­dir. Bir şeyin şahidi olanın onu bilmesi gerekir. İki şey arasında mu­tavassıt olan kişinin de; iki şeyden birini bir noktadan, diğerini de öbür noktadan bilmesi icâbeder. Ama bir şeyin iki noktasından bir tarafın­da bulunan kişi, öbür tarafı ve orta noktayı gerçek olarak kavrayamaz.

b) Vasat kelimesi sebebiyyeti iş'âr içindir. Ve sanki bu kendi ken­dine delil olmaktadır. Yani müslümanlar; seçkin, adaletli insanlardır. Çünkü ortada yei alırlar. Dinde aşırıya giden ifrâtçılardan olmadıkları gibi, dîni geçersiz kılan tefritçilerden de değildirler. înanç, ahlâk ve hareket noktasından müslümanlar gerçekten ortada yer alırlar. Zira İslâm gelmezden önce insanlar iki kısma ayrılıyorlardı. Bir kısmının geleneği saf mataryalist esâslara dayalıydı ve bedenî hazlardan başka bir şey düşünmüyorlardı. Yahudiler ve müşrikler böyledir. Bir kısmının da gelenekleri saf rûhâniyete dayanıyor, dünyayı ve dünyadaki her türlü bedenî zevkleri bırakmayı teşvik ediyordu. Hıristiyanlar, Sâbiîler ve riyâzat sahibi Bırahmanist putperestlerden bir grup böyleydi.

İslâm ümmeti ise bu iki yoldan her ikisinin orta noktasını benim­seyerek rûh ve bedenin hakkını verdi. O, hem rûhânî hem de cismânî ilkeleri esâs aldı. İsterseniz siz, İslâm insanlara bütün insanî haklan vermiştir, diyebilirsiniz. Çünkü insan hem beden, hem rûhdan, hem hayvani, hem de melekî vasıflardan müteşekkil bir varlıktır. Sanki Hak Teâlâ şöyle demektedir: Biz sizi vasat ümmet kıldık ki, her iki gerçeği de bilesiniz ve her iki noktayı da kemâle erdirip insanlar üzerinde hak ile şâhidler olasınız. Dinî noktadan aşırılığa sapan kitleler üzerinde şâhid olasınız. Siz, «hayat yalnızca bu dünyadaki hayatımızdır, ölür ve diriliriz. Bizi ancak dehr helak eder» diyen ve aşırılığa gidip hayvanı hisleri esâs alan, rûhânî meziyyetleri inkâr eden ifrâtçılara karşı şehâ-det edesiniz. Keza vücud; rûh için bir zindandır, ruhun bedene girmesi onun için bir cezadır. Biz ruhumuzu bedenimizden kurtarmalıyız. Bu­nun için de her türlü zevkleri ve bedenî istekleri reddedip vücûdumuza işkence etmeliyiz. Nefsin her türlü hakkını elinden alıp bedenin yaşa­ması için Allah'ın hazırlamış olduğu bütün nimetlerden onu mahrum et­meliyiz diyerek dinde aşırı gidenlere karşı da şâhidlik yapasınız. Her iki grubun da beden ve rûh güçlerine karşı işledikleri cinayeti ortaya koyarak, aleyhlerinde şehâdet eder ve orta yolu, i'tidâli, her şeyde den­geyi esâs alarak öbür milletleri geçersiniz. Çünkü size gösterilen yol; on-dan öte mükemmellik bulunmayan kemâlin zirvesidir. Bu yola giren kişi, her hak sahibinin hakkını verir. Rabbının hakkını, nefsinin hakr kını, bedeninin hakkini, akrabalarının hakkını ve tüm insanların hak­kını gözetir. Peygamber de sizin üzerinize şehâdet eder. Rasûlullah (s.a.) vasat noktanın en mükemmel örneğidir. İslâm ümmeti davranış­larında ve hükümlerinde peygambere uyduklan takdirde vasat ümmet olmak şerefine ererler. Peygamberin sünnetine uyanlarla bid'atların pe­şinde koşan ve kendiliğinden başka yollar icâd edenler arasında hüküm, peygamberin şeriatıdır. Nasıl İslâm ümmeti davranışları, bedenî ve ruhî gelişmeleri noktasından diğer milletlere şehâdet ederse ve onların doğ­ru yoldan ayrılıp ayrılmadıklarını ortaya koyarsa Rasûlullah (s.a.) da ümmetine şehâdet ederek kendisinin sünnetine uyan ve onu en güzel örnek edinen sırât-ı müstakim istikâmetinde yürüyen mü'minlere şehâ­det eder. Sanki Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Vasat ümmet niteliği­ni, ancak Rasûlullah'ın hidâyetine ve sünnetine uyduğunuz takdirde kazanabilirsiniz. Ama bu doğru yoldan ayrılırsanız, Rasûlullah'ın ken­disi, dini, hayatı; sizi Allah'ın kitabında nitelendirdiği Muhammed üm­metinden olmadığınızın göstergesi ve delili olur. Çünkü Allah kitabın­da Muhammed ümmeti için, «siz insanlar için çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısısınız, ma'rûfu emreder, münkerden nehyedersiniz» buyuruyor. Aksi takdirde orta yoldan çıkar, siz de iki aşırılıktan birine kapılırsınız.[4]

 

144 — Doğrusu biz, yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Şimdi seni hoşnûd olacağın bir kıb­leye çevireceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede bulunursanız bulunun, yüzlerinizi p tarafa çevirin. Şüphesiz ki, kendilerine kitâb verilenler bunun Rablarm-dan gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Allah, onların yap­tıklarından gafil değildir.

 

Müslümanlar İçin Bir Kıble

 

Ali İbn Ebu Talha İbn Abbâs'tan nakleder ki; o şöyle demiş: Kur' an'dan ilk neshedilen bölüm Kıble âyetidir. Şöyle ki; Rasûlullah (s.a.) Medine'ye hicret ettiğinde Medine halkının çoğunluğu yahûdî-lerdi. Allah ona Kudüs'e doğru yönelmesini emretti. Buna ya-hûdîler çok sevindiler. Rasûlullah (s.a.) yaklaşık on ay boyun­ca Kudüs'e doğru namaz kıldı. Ancak İbrahim'in kıblesine yönelmek istiyordu. Allah'a bu konuda duâ ediyor ve göğe bakıyordu. Bunun üze­rine Allah Teâlâ: «Doğrusu biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Şimdi seni hoşnûd olacağın bir kıbleye çevirece­ğiz. Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerde bulunursanız bulu nun yüzlerinizi o tarafa çevirin.» âyeti nazil oldu. Yahudiler bu konuds şüphe yayarak, dediler ki; onları üzerinde bulundukları kıbleden çevi­ren nedir? Bunun üzerine Allah Teâlâ : «De ki Doğu da Batı da Allah'ın- dır. Nereye yönelirseniz Allah'ın veçhi orasıdır» âyetini inzal buyurdu. Keza «Ve senin üzerinde bulunduğun kıbleyi peygambere uyanları, ayağının iki ökçesi üzerinden geri döneceklerden ayırt etmek için kıble yaptık.» âyetini indirdi.

İbn Merdûyeh Kasım el-Ömerî'nin... İbn Abbâs'tan naklettiği ha­dîsi rivayet ederek der ki: Rasûlullah (s.a.) Kudüs'e doğru namazı kıl­dıktan sonra selâm verdi ve başını semâya kaldırdı. O esnada Allah Teâlâ'nın yüzünü «Mescid-i Haram tarafına çevir.» âyeti nazil oldu. Cebrâîl  (a.s.)  ona rehberlik ederek; yüzünü Kâ'be'nin oluk tarafına döndürdü. Hâkim, Müstedrek'inde Ya'lâ tbn Atâ kanalıyla Şu'be'nin naklettiği hadîste Yahya İbn Kumta der ki; ben Abdullah İbn Amr'ı Mescid-i Harâm'da oluk hizasında otururken gördüm ve o «Şimdi seni hoşnûd olacağın bir kıbleye çevireceğiz» âyetini okudu. Sonra bunun Kâ'be'nin oluğu olduğunu söyledi. Hâkim' der ki; bu hadîsin isnadı sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemiştir. Bu hadîsi İbn Ebu Hatim Hasan kanalıyla Hüşeym ve Yâ'lâ tbn Atâ'dan nakleder. Başkaları da böyle demişlerdir.  Nitekim Şâfil  merhumun iki görü­şünden birisi böyledir. Buna göre maksad, Kıble'nin kendisini tuttur­maktır. Şafiî'nin diğer görüşüne göre —ki ekseriyet bu kanâattadır.— maksad yönelmedir. Hâkim, Muhammed İbn İshâk kanalıyla... Hz. Ali (r.a.) den nakleder ki; «Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir,» âyeti konusunda «o yöne» demiştir. Ve ardından da bu hadîsin isnadı sahih­tir,  ancak Buhârî ve Müslim tahrîc etmemişlerdir, der. Bu kanâat Ebu'l-Âliye, Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Katâde, Rebî' İbn Enes ve diğerlerinin görüşüdür. Bir başka hadîste vârid olduğuna göre; Kıb­le Doğu ile Batı arasıdır. Ebu Nuaym der ki; bize Züheyr, Berrâ'dan nakletti ki Rasûlullah (s.a.) onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'ü kıble edindi. Ancak içinden Kâ'be'nin kıble olmasını istiyordu. O, ikin­di namazını kıldı. Beraberinde bir de topluluk vardı. Onunla beraber namaz kılanlardan bir kişi çıktı. Ve bir mescid halkına rastladı ki onlar rükû'da idiler. Adam, Allah adına şâhidlik ederim ki ben Rasû­lullah (s.a.) ile Mekke yönüne doğru namaz kıldım, dedi. Bunun üze­rine onlar oldukları gibi Mekke yönüne döndüler. Abdürezzâk der ki bize İsrâîl... Berrâ'dan nakletti ki; Rasûlullah  (s.a.)  Medine'ye gel­diğinde onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'e doğru namaz kılmış­tır. Ancak Rasûlullah  (s.a.)  Kâ'be'ye yöneltilmesini arzuluyordu. ^Ni­hayet «Doğrusu biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz...» âyeti nazil oldu ve böylece Kâ'be'ye çevrildi. Neseî de, Saîd İbn el-Muallâ'dan nakleder ki; o şöyle demiştir: Biz Rasûlullah (s.a.) devrinde erkence mescide giderdik ve mescidde namazımızı kı­lardık. Bir gün mescide uğradık. Rasûlullah  (s.a.)  minberde oturu­yordu. Ben dedim ki; yeni bir şey olmuş ki Rasûlullah minberde otu- ruyor. O sırada Rasûlullah (s.a.) «Doğrusu biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz...» âyetini okudu. Âyeti bitirince arkadaşıma Rasûlullah (s.a.) minberden inmeden önce gel iki rek'at na­maz kılalım, ve ilk namaz kılanlar biz olalım, dedim. Arka arkaya geç­tik ve iki rek'at namaz kıldık. Sonra Rasûlullah (s.a.) minberden indi ve insanlara namaz kıldırdı. O gün kılınan öğle namazı idi. İbn Mer-dûyeh Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) in Kâ' be'ye doğru yönelerek kıldığı ilk namaz öğle namazıdır ve o orta na­mazdır. Ancak meşhur olan görüş Rasûlullah'ın Kâ'be'ye doğru yöne­lerek kıldığı ilk namazının ikindi namazı olduğudur. Bu sebeple haber •Kubâ halkına gecikmeli olarak ancak sabah namazında ulaşmıştır.

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki; bize Süleyman İbn Ahmed... Nüveyre bint Müslim'den (Bint Eşlem de denir) şöyle dediğini nak­letti: Biz öğle veya ikindi namazını harise mescidinde yüzümüzü Ku­düs mescidine çevirerek iki rek'at namaz kıldık. Sonra bir kişi Rasû­lullah (s.a.) in Beyt el-Harâm'a doğru yöneldiği haberini getirdi. Ka­dınlar erkeklerin yerine, erkekler de kadınların yerine geçtiler. Geriye kalan iki secdeyi böyle kıldık. Beyt el-Harâm'a yönelmiştik* Haris oğul­larından bir adam bana nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: İşte onlar görmeden îmân eden erlerdir. İbn Merdûyeh ayrıca der ki; bize Muhammed İbn Ali... Umâre İbn Evs'ten nakleder ki; o şöyle de­miş: Biz Kudüs'e doğru durmuş ve rükû'a gitmiştik. O anda kapıdan bir înünâdî geldi ve kıblenin Kâ'be'ye döndürüldüğünü söyledi. Bu­nun üzerine imamımız yerinden ayrılarak yönünü döndürdü. Onun ar­kasından erkekler ve çocuklar döndüler. Hepsi rükû'da idiler.

«Nerede bulunursanız bulunun yüzlerinizi o tarafa çevirin» Allah Teâlâ yeryüzünün doğusunda, batısında, kuzeyinde, güneyinde nerede bulunulursa bulunulsun, her yerde Kâ'be'ye yönelmeyi emretmiştir. Bu­nun istisnası sadece sefer halindeki yolcunun durumudur. O nereye dönerse o tarafa doğru kılar. Vücudu hangi yönde olursa olsun kalbi Kâ'be tarafındadır. Savaşta da çarpışmanın olduğu yöne doğru namaz kılınır. Keza kıblenin hangi yönde olduğunu bilemeyen kişi kendi içti­hadıyla namazını kılar. İsterse o anda yanılmış olsun. Çünkü Allah Teâlâ kişiye götüreceğinden fazlasını yüklemez.

«Şüphesiz ki kendilerine kitâb verilenler bunun Rablanndan gelen bir gerçek olduğunu bilirler.» Sizin Kudüs'ten dönerek Kâ'be'ye yönel­menizi kötülemen yahûdîler, sizi buraya Allah'ın yönelttiğini bilirler. Çünkü kendi kitaplarında peygamberlerinin diliyle Rasûlullah (s.a.) in ve ümmetinin nitelikleri yazılmıştır. Allah Teâlâ peygambere lütfettiği nimetleri, şerefi ve yüce şeriatı onlara anlatmıştır. Ancak ehl-i kitâb küfür, inâd ve kıskançlık yüzünden kendi aralarında bu gerçeği gizle- inektedirler. Bunun için Allah Teâlâ «Allah onların yaptıklarından gafil değildir.» buyurarak onları tehdîd ediyor. [5]

«Yani vahyin gelmesini arzu ederek senin yüzünün ve bakışlarının göğe doğru yöneldiğini görüyoruz. Rasûlullah (s.a.) hem içine doğuyor, hem de Rabbından istiyordu ki, kıblegâhı Kâ'be'ye doğru döndürülsün. Çünkü yahûdîler, Muhammed bize hem muhalefet ediyor hem de kıb­lemize uyuyor, diyorlardı. Kaldı ki Kâ'be, atası İbrahim (a.s.) in kıb­lesi ve kıblelerin en kadîmi idi. Arapların îmâna gelmesinde de en önem­li etkendi. Âyetin zahirinde anlatıldığına göre, Hz. Peygamber Rabbın­dan bunu istememişti. Sadece umuyor ve bekliyordu. Çünkü şayet iste­miş olsaydı, âyetin zahiri bunu açıkça zikrederdi. Bu ifâdede Hz. Pey­gamberin edebinin kemâline delâlet vardır. Katâde ve Süddî ile baş­kaları da derler ki; Rasûlullah (s.a.) Allah'a yönelerek yüzünü semâya çeviriyor ve kıblenin Kâ'be'ye döndürülmesi için duâ ediyordu. Bu ri­vayet esâs alınacak olursa, Hz. Peygamberin kıblenin Kâ'be'ye döndü­rülmesi için duâ ettiği ortaya çıkar. Hz. Peygamber duâ etmiştir, çünkü yüzünü kıbleye doğru döndürmesi —ki isteğin kıblegâhı orasıdır— bu­na işaret etmektedir. Öyle sanıyoruz ki peygambere duâ izninin çıkma­sından sonra bu istek vâki' olmuştur. Çünkü peygamberler kendilerine izin verilmeksizin Allah'tan hiçbir şey isteyemezler. Olabilir ki, istedik leri şeyde bir menfaat bahis mevzuu olmadığı için istekleri yerine getiril­mez ve bu durum kavimleri arasında fitneye vesile olur. Nitekim bazı hadîslerde; Hz. Peygamberin Cibril'den duâ izni istediği ve Cibril'in de Allah Teâlâ'nın kendisine duâ izni verdiğini bildirdiğini nakleden riva­yetler yer almaktadır. Bu rivayetler de bahsettiğimiz hususu te'yid edi­ci niteliktedir. Benim kanâatıma göre; Hz. Peygamberin Allah'ın ken­disine ilham ettiği bir menfaat ve dînî fayda sebebiyle kıblenin tahvi­lini isteyen duâ yapmış olmasında hiçbir beis yoktur. Ve bu husus bize bağlı değildir. Çünkü nafilelerle Allah'a yaklaşabilenler bu tür izinler­den müstağni oldukları halde, kavminin efendisi olan ve farzlarla Al­lah'a kurbiyet makamına erişmiş olan peygamber için böyle bir izin

neden söz konusu olsun? Dostun mertebesini bilen kişi sonsuz edebe riâyet kaydıyla ,onun yaptığı her davranışın gayet mükemmel olduğu­nu kabul eder. Hz. Peygamberden Sâdır olan bazı fiillerden dolayı Al­lah Teâlâ'nm onu kınamasına gelince; bu, Hz. Peygamberin —hâşâ, sümme hâşâ— edebindeki eksiklikten veya yetersizlikten değildir. Sa­dece gizli sırlardan ve Rabbânî hikmetlerden dolayıdır. Onu bilen bilir, bilmeyen de bilmez. Geriye şu mesele kalıyor: Hz. Peygamber bu hâ­disede açık olarak duâ etmiş midir, etmemiş midir? Haberlerin zahirine göre ikinci görüş sahihtir.[6]

 

145- Andolsun ki; sen, kendilerine kitâb verilmiş olanlara her âyeti getirsen, onlar yine senin kıblene uy­mazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onla­rın kimi de, kiminin kıblesine uyacak değildirler. An­dolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra şayet sen on­ların heveslerine uyacak olursan, o takdirde şüphesiz zâ­limlerden olursun.

 

Kâfirlerin Kıblesi

 

Allah Teâlâ yahûdîlerin küfür, inâd ve muhalefetlerini haber ve­riyor. Rasûlullah'm durumunu bildikleri halde, ona karşı çıkmalarının nedenini açıklıyor. Peygamber getirmiş olduğu dinin doğruluğuna dâir ne kadar belge gösterirse göstersin yine de onlar peygambere uymaz­lar. Arzularını ve heveslerini terketmezler. Nitekim Allah Teâlâ bir başka iyet-i kerîma'de şöyle buyuruyor: «Doğrusu Rabbmın sözünü hak etmiş âanlar can yakıcı azaba girene kadar kendilerine her türlü âyet gelse de inanmazlar.»  (Yûnus, 96-97) Yine aynı sebeple burada «Andolsun ki sen kendilerine kitâb verilmiş olanlara her âyeti getirsen onlar yine senin kıblene uymazlar» buyuruyor.

«Sen de onların kıblesine uyacak değilsin.» Burada Allah Teâlâ; Rasûlullah (s a.) in Allah'ın emirlerine uymakta ne kadar şiddetli dav­randığını, ehl-i kitâb kendi arzu ve heveslerine ne kadar sarılırlarsa sa­rılsın, Rasûlulah'm da Allah'ın buyruğuna sarılıp, itâatına boyun eğ­diğini, Allah'ın rızâsına uyduğunu ve hiçbir şekilde onların arzu ve he­veslerine tâbi olmayacağını, bu sebeple yahûdîlerin kıblesi olan Ku­düs'e yönelmeyeceğini haber veriyor. Bütün bunların Allah'ın bir emri olduğunu bildiriyor. Sonra da hak Teâlâ, hakkı bilen kişinin hakka aykırı davranıp hevesine tâbi olmaktan sakınacağını belirtiyor. Çünkü âlim kişinin aleyhindeki belge diğerlerinden daha sağlamdır. Bu sebep­le Rasûlüne hitâb ederek ümmet-i Muhammed'i kastediyor ve buyuru­yor ki: «Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra şayet sen onların heveslerine uyacak olursan o takdirde şüphesiz zâlimlerden olursun.» [7]

 

146- Kendilerine kitâb verdiklerimiz, onu oğullarınnı tanıdıkları gibi tanırlar. Öyle iken içlerinden bir güruh bi­lir oldukları halde, yine de hakkı gizlerler.

147- Hak Rabbmdandır. Öyleyse asla şüphecilerden olma!

 

Hak ve Şüphe

 

Allah Teâlâ, ehl-i kitâb'tan bilginlerin çocuklarını tanıdıkları gibi, Allah'ın Rasûlünün getirdiği gerçeklerin doğruluğunu bildiklerini ha­ber veriyor. Araplar bir şeyin doğruluğu için kişinin çocuğunu tanıma­sını örnek olarak verirler. Nitekim hadîste vârid olur ki; Rasûlullah (s.a.), beraberinde küçük bir çocuk olan adama, bu senin oğlun mu? demiş. Adam, evet ey Allah'ın Rasûlü buna şehâdet ederim, demiş. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber, öyleyse o senin aleyhinde sen de onun aleyhinde suç işlemezsin, buyurmuş. Bununla beraber Allah Teâlâ, on­ların gerçeği bilmelerine ve bu bilgilerindeki titizliklerine rağmen, hakkı gizlediklerini ve kendi kitaplarında Rasûlullah'ın niteliklerine âit yazılı olan gerçekleri bile bile gizlediklerini bildiriyor. Sonra da pey­gamberine sebat vererek, Rasûlullah (s.a.) in getirmiş olduğu gerçeğin şüphe ve kuşku götürmeyen hakkın kendisi olduğunu bildirerek «Hak Rabbmdandır. Öyleyse asla şüphecilerden olma.» buyuruyor. [8]

               

148- Herkesin bir yönü vardır oraya döner. Öyleyse siz hayırlı işlerde birbirinizle yarışın! Nerede bulunursanız bulunun, Allah hepinizi birden getirir. Şüphesiz ki, Allah her şeye Kadir'dir.

 

Hayır Yarışı

 

Avfî, İbn Abbâs'tan naklen der ki: «Herkesin bir yönü vardır. Ora­ya döner.» âyetiyle din mensupları kastedilmiştir. Yani herkesin hoş­landığı bir kıblegâhı vardır. Allah'ın yönü ise mü'minlerin yöneldiği yöndür. Ebu'l-Âliye der ki: Yahûdînin yöneldiği bir yönü, Hıristiyanm yöneldiği bir yönü vardır. Ey Muhammed ümmeti, Allah size kendi kıb­lesini göstermiştir. Mücâhid, Atâ, Dahhâk, Rebî' tbn Enes ve Süddî' 3en de buna benzer bir rivayet nakledilmiştir. Mücâhid ise bir başka rivayette der ki; herkesin yöneldiği bir yönü olmakla beraber, her­kesin Kâ'be'ye doğru namaz kılması emredilmiştir. İbn Abbâs, Ebu Cafer el-Bâkır ve İbn Âmir bu âyeti “” şeklinde ccumuşlardır. Bu âyet Allah Teâlâ'nın “” âyetlerine benzemektedir.

«Nerede bulunursanız bulunun Allah hepinizi birden getirir. Şüphesiz ki Allah her şeye Kâdir'dir.» Sizin cesetleriniz parça parça da olsa hepinizi topraktan toplamaya kâdir'dir. [9]

Âyet şunu demek istiyor: Ey mü'minler, kıbleye yönelmek ve ben­zeri konularda iki dünyanın mutluluğuna vesile olacak şeylere koşun. Size karşı çıkanlarla tartışmayın. Çünkü bir kıble üzerinde birleşmek imkânı yoktur. Her kavmin yöneldiği bir kıblesinin bulunması nor­maldir. Sâ'd'ın da dediği gibi; mü'minlerin kendi aralarında yarış et­meleri buyruğu, başka topluluklarla yarışmalarının daha evlâ olacağı­na delâlet eder. Bazıları da dediler ki: Kendi aralarında yarışa girilme­sinin bildirilmesi, başkalarının hayır yolda olmadığına işarettir. Onlar hayır yolda değillerdi ki hayır üzerine onlarla yarışılabilsin... Şâfiîler bu âyete dayanarak vakit girdiği ilk anda namaz kılmanın faziletli ol­duğunu söylemişlerdir. Fıkhın teferruatla ilgili bölümünde bu konu­ya geniş yer verilmiştir. Ariflerden bazıları bu âyete bir başka şekilde anlam vermişlerdir. Onlara göre; Allah Teâlâ insanları dünya ve âhiret işlerinde değişik yaratmıştır. Ve insanları birbirinin yardımcıları kıl­mıştır. Sözgelimi biri buğdayı eker, çiftçidir. Diğeri değirmencidir onu öğütür, bir başkası fırıncıdır, onu ekmek yapar. Din işlerinde de me­sele böyledir. Biri hadîs derler, diğeri fıkıh tahsil eder, bir başkası usûl tahsil eder. Onlar zahirde hürdürler. Ama bâtında bu görevle mükel­leftirler. Hz. Peygamberin «Herkes kendisi için yaratılana uygun gö­rülmüştür.» kavli de buna işaret etmektedir. Bu nedenle bazı sâlih ki­şilere, insanların davranışlarının farklılığı sorulduğunda şöyle cevap vermişlerdir. Hepsi Allah'a giden yollardır. Allah kendi yollarını kul-larıyla ma'mûr etmek istemiştir. Her kim ne şekilde olursa olsun, tut­tuğu yolla Allah'ın rızâsını gözetirse, ona vâsıl olur. Ne var ki yolların en güzelini arayıp bulmak gerekir. Mertebeler farklı, işler değişik, isim­lerin tezahürleri ayrı ayrıdır. Bazıları da derler ki; bu âyetten maksad, herkesin bir kıblesi vardır. Mukarrebûn'un kıblesi Arş'tır. Rûhânî'lerin kıblesi Kürsî, Kerrûbî'lerin kıblesi Beyt el-Ma'mûr'dur. Senden önceki peygamberlerin kıblesi Kudüs'tür. Senin kıblen ise Kâ'be'dir. Kâ'be senin bedeninin kıblesidir. Ruhunun kıblesi ise benim. Benim kıblem de sensin. Nitekim kudsî hadîste yer alan «Ben gönülleri benim için kırık olanların yanındayım.» kavli buna işaret etmektedir. [10]

 

149- Nereden (yola) çıkarsan yüzünü Mescid-i Harâm'a doğru çevir. Şüphesiz bu, Rabbmdan bir haktır. Al­lah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

150- Nerede (yola) çıkarsan, yüzünü Mescid-i Ha­ram'a doğru çevir. Siz de nerede olursanız, yüzünüzü o ya­na döndürün, Tâ ki, zâlim olanlardan başka insanların aley­hinizde (herhangi) bir delili bulunmasın. Artık onlardan
korkmayın, benden korkun ki, hem üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım; hem de siz hidâyetim ümid edebilesiniz.

 

Tek Yön Kâ'be

 

Yeryüzünün neresinde bulunulursa bulunulsun, Mescid-i Harâm'a yönelme konusunda Allah'ın üçüncü bir emri de bu. Allah Teâlâ'nm «Tâ ki zâlim olanlardan başka insanların aleyhinizde herhangi bir delili bulunmasın.» âyetiyle ehl-i kitâb kastedilmiştir. Çünkü onlar, Mu-hammed (s.a.) Kâ'be'ye çevrildi, adam babasının evine, kavminin dini­ne iştiyak duydu, demişlerdi. Peygamberin aleyhine delil olarak onun Beyt'ül-Harâm'a döndürüldüğünü söylemişler ve kendi kıblemize dön-jûrüldüğü gibi dinimize de döndürülecektir, demişlerdi. İbn Ebu Hâ-in, Mücâhid, Atâ, Dahhâk, Rebî' İbn Enes, Katâde, Süddî'den de bu­na benzer bir rivayet nakledilir. Ve adı geçen bu zevat «Zâlim olanlar­dan başka» âyetiyle Kureyşli müşriklerin kastedildiğini söylerler. Bazı âlimler; bu adam kendisinin İbrahim'in dininde olduğunu iddia edi-toî\ şayet Kudüs'e doğru yönelmesi İbrahim'in dini üzere olduğunun delili ise, neden ondan geri döndü? diyerek aleyhte bir delil serdetmek jsjerlerse de, onların bu delilleri çökertilmiştir. Cevap olarak onlara de­nilir ki; Allah Teâlâ başlangıçta yalnızca kendisinin bildiği bir hikmete dayalı olarak peygamberinin Kudüs'e yönelmesini uygun bulmuştur. Rasûlullah da bu konuda Rabbınm emrine itaat etmiştir. Sonra Rabbı onu Kudüs'ten İbrahim (a.s.) in kıblesine yöneltmiş ve Rasûlulah da bu konuda Allah'ın emrine imtisal etmiştir. Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun. Rasûlullah herhalükârda Allah'ın emrine itaat et­mektedir. Bir göz kırpacak kadar bile Allah'ın emrinin dışına çıkmaz. Ümmeti de Rasûlullah'ın izinden gider.

«Artık onlardan korkmayın. Benden korkun.» İnatçı zâlimlerin şüp­helerinden korkmayın. Yalnızca Benden korkun. Çünkü korkulmaya lâyık olan Allah Teâlâ'dır. «Ki hem üzerinizdeki nimetimi tamamlaya­yım, hem de siz hidâyeti ümîd edebilesiniz.» Hem Kâ'be'ye yönelme ko­nusunda verdiğim hükümlerle sizin üzerinizdeki nimetimi tamamlaya­yım. Ve her yönüyle şeriatımı ikmâl edeyim. Hem de sizden önceki mil­letlerin sapıttığı noktalarda pizi doğru yola ileteyim. Hidâyeti biz size tahsis ettik. Bu sebeple bu ümmet, ümmetlerin en üstünü ve en de­ğerlisi olmuştur. [11]

 

151- Nitekim size içinizden; âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden kitabı ve hikmeti öğreten ve bilmediğiniz şey­
leri bildiren bir peygamber gönderdik.

152- Öyleyse Beni zikredin ki, Ben de sizi anayım. Bir de Bana şükredin, nankörlük etmeyin.

 

Hikmet Sahibi Peygamber

 

Allah Teâlâ, mü'min kullarına Rasûlullah Muhammed Mustafâ'yı peygamber olarak göndermekteki nimetini hatırlatıyor. O peygamber, mü'minlere Allah'ın açıklayıcı âyetlerini okuyor ve onları câhiliyet davranışlarından, ruhî pisliklerden,. ahlâkî kötülüklerden antıp temiz­liyor. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkanyor. Kitabı —ki bu Kur' ân'dır.— hikmeti —ki bu sünnettir— kendilerine öğretiyor. Ve daha bilmedikleri başka şeyleri de belletiyor. Onlar câhiliyet devrinde bilgi­siz, uydurma sözler peşinden koşan beyinsizler güruhu idiler. Hz. Mu-hammed'in risâleti bereketiyle, onun elçiliğinin uğuruyla velîler haline geldiler. Bilgiler seciyesine sahip oldular. İnsanların bilgi bakımından en derini, kalb bakımından en iyisi, zahmet bakımından en azı, ifâde bakımından en doğrusu haline geldiler. Nitekim Allah Teâlâ bir başkaâyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Andolsun Ki Allah insanlara âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara kitap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle lutufta bulunmuştur. Halbuki onlar ön­celeri apaçık sapıklıkta idiler.» (Âl-i İmrân, 164) Aynı zamanda Allah Teâlâ bu nimetin kadrini bilmeyenleri de kınayarak şöyle buyuruyor: Allah'ın verdiği nimeti nankörlükle karşılayanları ve kavimleri helak olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmüyor mu­sun? Ne kötü bir duraktır orası.» (İbrahim, -28-29)

İbn Abbâs der ki: Bu âyeti kerîme'yle Allah'ın Muhammed Mus­tafâ'yı (s.a.) göndermekteki nimeti kastediliyor. Ve bu sebeple mü'min-leriA bu nimeti i'tirâf etmeleri, Allah'a şükür ve zikirle mukabele et­meleri gerektiği bildiriliyor. «Öyleyse Beni zikredin ki Ben de sizi ana­yım. Bir de Bana çok şükredin, nankörlük etmeyin.» Mücâhid, «Nitekim size içinizden âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden, kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir peygamber gönderdik.» buyruğu; öyleyse benim bu yaptıklarıma karşılık siz de beni zikredin demektir, der. Abdullah İbn Vehb... Zeyd İbn Eşlem'den nakleder ki; Mûsâ (a.s.) «Yarabbi Sana nasıl şükredeyim?» demiş. Rabbı ona, «Beni biç unutmamacasına hatırlayarak, anarsan Bana şükretmiş olursun, unutursan da Beni inkâr etmiş olursun.» demiş. Hasan el-Basrî, Ebu'l-Âliye, Süddî, Rebî' İbn Enes de derler ki; kim Allah'ı zikrederse, Allah da onu anar ve şükrünü arttırır. Küfredeni de azabına girdirir. Seleften bazı kişiler, Allah Teâlâ'nın: «Allah'dan nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkun» kavli konusunda, Allah'a isyan etmemecesine itaat et­mek, unutmamacasına zikretmek, küfretmemecesine şükretmek gere­kir, dediler.

İbn Ebu Hatim der ki, bize Hasan İbn Muhammed... Mekhûl el-Ezdî'den nakletti ki, o şöyle demiş: Ben Abdullah İbn Ömer'e; cana kı­ran, içki içen, hırsızlık yapan ve zina eden kişi Allah'ı zikrederse ne olur? dedim. Allah Teâlâ «öyleyse Beni zikredin ki Ben de sizi anayım» buyuruyor. Abdullah İbn Ömer dedi ki; bu kişiler, Allah'ı zikrederlerse Allah da onlar susuncaya kadar kendilerini la'netle anar. Hasan el-Basrî de «öyleyse Beni zikredin ki Ben de sizi anayım.» âyeti konu­sunda şöyle demiştir: Benim size farz kıldığım şeylerde Beni zikredin fc. Ben de sizin için kendime vâcib kıldığım şeylerde sizi anayım. Saîd E» Cübeyr der ki; İtâatımla beni zikredin ki Ben de sizi mağfiretimle tiredeyim. Bir başka rivayette ise, rahmetimle demiştir. İbn Abbâs âer ki; Allah'ın sizi anması, sizin Allah'ı zikretmenizden daha büyük-

Sahih hadîste Allah Teâlâ'nın meâlen şöyle buyurduğu belirtilir: “Kim Beni kendi nefsinde zikrederse, Ben de onu kendi nefsimde zlkr ederim. Kim Beni bir topluluk yanında zikrederse Bende ondan daha iyi bir topluluk yanında onu zikrederim.»

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Abdürezzâk... Enes İbn Mâ-lik'ten Rasûlüllah (s.a.) in şöyle buyurduğunu nakletti: Allah Azze ve Celle der ki: Ey Âdemoğlu, eğer sen Beni kendi nefsinde zikredersen, Ben de seni kendi nefsimde zikrederim. Eğer sen Beni bir topluluk hu­zurunda zikredersen Ben de seni meleklerden bir topluluk huzurunda zikrederim. —Veya onlardan daha hayırlı bir topluluk yanında, bu­yurmuştur.— Sen, Bana bir karış yaklaşırsan Ben sana bir arşın yak­laşırım. Sen, Baua yürüyerek gelirsen, Ben sana koşarak gelirim. Bu hadîsin isnadı sahihtir. Buhârî bu hadisi Katâde'den tahrîç etmiştir. Buhârî'ye göre; Katâde «Allah, rahmete daha yakın olandır» diye ek­lemiştir.

«Bir de bana şükredin, küfretmeyin.» Allah Teâlft kendisine şük-redilmesini emrediyor. Ve şükredenin hayrını arttıracağını vaad edi­yor. Ve buyuruyor ki: «Hani, Rabbınız şükrederseniz andolsun ki size karşılığım arttıracağım* Eğer küfrederseniz bilin ki azabım çok şiddet­lidir» diye ilân etmişti.» (İbrahim, 7) İmâm Ahmed İbn Hanbel der­ki: Bize Revh... Ebu Recâ el-Utâridî'den nakletti ki, o şöyle demiş: Bir gün îmrân İbn Hasîn, üzerinde ipekten renkli bir elbise olarak yanı­mıza çıktı —ki onu ne önce, ne de daha sonra bu kıyafetle görme­miştik— ve dedi ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: Allah bir kuluna bir nimet ihsan ederse, o nimetin eserini yarattığının üzerinde görmek ister. Bir seferinde de Revh; bu ifâdeyi «Kulunun üzerinde eserini gör­mek ister» şeklinde rivayet etmiştir. [12]

 

153- Ey îmân edenler, sabır ve namazla (Allah'dan) yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraber­
dir.          .

154- Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin. Bilâkis onlar, diridirler, ama siz farketmezsiniz.

 

Sabır ve Namaz

 

Allah Teâlâ şükür etmek gerektiğini buyurduktan sonra, sabrı açıklamaya başlıyor ve sabır ve namazla yardım dileme yollarını gös- teriyor. Kul; ya bir nimet içerisinde bulunacaktır ki ona şükretsin. Ve­ya bir imkânsızlık içerisinde bulunacaktır ki ona sabretsin. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyurulur: «Ne garîbtir, mü'minin hali ki; Allah onun için ne hüküm verirse muhakkak bu kendisi için hayırlıdır. Ona bir bolluk gelecek olursa buna şükreder ve bu kendisi için hayır olur. Bir sıkıntı değecek olursa, buna sabreder ve bu kendisi iç ji hayırlı olur.» Kulun musibetlere dayanabilmek için yardım isteyebileceği en geniş kaynak sabır ve namazdır. Bunun için Allah Teâlâ «Sabır ve na­mazla yardım isteyin» buyuruyor. Hadis-i şerifte de zikredilir ki: Ra-sûlullah (s.a.) bir şeyden dolayı sıkıldığı zaman namaz kılardı.

Sabır iki kısımdır. Bir kısmı haramları ve günâhları terketmek, diğeri de Allah'a itaat ve iyi ameller işlemek için sabırdır. İkinci tür sabır sevâb bakımından daha fazla sevâbtır. Çünkü asıl kasdedilen bu­dur. Nitekim Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki: Sabır iki ko­nudadır. Birisi ruhlara ve bedenlere ağır da gelse Allah'ın hoşnûd ola­cağı şeylere sabırdır. Diğeri de arzu ve istekler ona tutkun olsa da Al­lah'ın hoşlanmadıklarına karşı sabırdır. Kim bu durumda olursa o kimse Allah'ın izniyle kendisi selâmete ermiş olan sâbirîn zümresindendir. Ali İbn Hüseyn Zeyn el-Âbidîn der ki: Allah Teâlâ evvelkileri ve sonrakileri topladığında bir münâdî, sabredenler nerededirler, gelsin­ler, hesâbdan önce cennete girsinler, diye seslenir. Ali İbn Hüseyn dedi ki: İnsanlardan bir grup kalkar. Melekler onlan karşılayarak derler ki; ey Âdemoğulları nereye gidiyorsunuz? Onlar, cennete, derler. Melek­ler ya hesâb? dediklerinde, onlar, evet (tamâm) derler. Melekler siz kimniz? dediklerinde onlar, biz sabredenleriz, derler. Melekler neye sab­rettir üz? dediklerinde, onlar, Allah'a itaat konusunda sabrettik, Allah'a isyan konusunda sabrettik. En sonunda Allah bizim canımızı aldı, der­ler. Melekler siz dediğiniz gibisiniz, «Cennete giriniz. Çalışanların mü­kâfatı ne güzeldir» derler. Ben derim ki bu konuda delil Allah Teâlâ'nın «Doğrusu sabredenlere ecirleri hesâbsız olarak ödenecektir» (Zümer, 10) âyet-i celîle'sidir.             .

Saîd İbn Cübeyr der ki; sabır kulun, Allah'dan geleni O'ndan bilip kabullenmesi ve bu hususta Allah'ın sevabım ummasıdır. Bazan kişi r kılarak feryâd eder ama bundan ancak sabırla kurtulabilir.

«Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilâkis onlar diridir-jer. Ama siz farketmezsiniz.» Allah Teâlâ şehîdlerin kendi âlemlerinde :anlı olduklarını ve rızıklandınlacaklannı haber vermektedir. Nitekim Müslim'in sahîh'inde vârid olur ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş­lar : Şehîdlerin ruhları cennette dilediği gibi kanatlanan yeşil kuş ha­indedirler. Sonra Arş'ın altında asılı bulunan kandillere sığınırlar. Rab-anrnz onlara bir kerre gözükür ve der ki; ne. istersiniz? Onlar ey Rab-taıız ne gerekir ki, Sen yaratıklarından hiçbirine vermediğin nimeti

bize verdin, derler. Sonra Rablan onlara aynı şekilde tekrar sorar. On­lar istenmeden bırakılmayacaklarını görünce derler ki: Bizi dünya di­yarına tekrar döndürmeni ve Senin yolunda savaşarak bir kerre daha ^öldürülmemizi isteriz, derler. Onlar, şehîdliğin sevabını gördükleri için böyle derler. Rabb Celle Celâlûhû buyurur ki; ben kulların bir daha dünyaya döndürülmeyeceklerini yazdım. İmâm Ahmed'in İmâm Şafiî' den, onun Mâlik'ten, onun Zührî'derı, onun Abdurrahmân îbn Kâ'b İbn Mâlik'ten, onun da babasından rivayet ettiği hadîste Rasûlullah (s.a.) buyurur ki: «Mü'minin ruhu cennet ağacına konmuş bir kuş gibidir. Tâ ki Allah cesetleri dirilttiği gün o dönüp cesedine girsin.» Bu âyette bilumum mü'minlere delâlet vardır. Ancak Kur'an'da şehîd-ler zikredilmekle tahsis edilmişlerdir. Böylece onların üstünlüğü, şerefi ve yüceliği belirtilmiştir. [13]

İşaret ve te'vîl bakımından bu âyet şöyle tefsîr edilmiştir. Ey gö­rerek inanmış olanlar, azametimin ve büyüklüğümün tecellîlerinin sad­mesi ânında bana sabrederek ve hakîkî şuhûd olan namaz ile benden yardım isteyin. Doğrusu benim nurlarımın tecellîlerine dayanarak sab­redenlerle beraberim. Tevhîd yoluna sülük ederken, ölmüş olan fâni­lere ölüler, yani azîz ve miskinler demeyin. Onlar Rabblan katında hakîkî, daimî ve sermedi bir hayat ile diridirler. Allah yolunda şehîd olmuşlardır. Ancak basiretiniz kör, gönülleriniz kudsî, âlemlerdeki var­lıkların ve ruhların gerçeklerini gördükleri nurdan mahrum olduğu için siz bunu farkedemezsiniz. Doğrusu biz sizi biraz korku ile deneriz. Nef­sin yenilip inkisara uğramasını gerektiren korku ve bedenin yenilip güç­süz düşmesine vesile olan açlık ile, heves perdelerini kaldırıp şeytânın kalbe akışını hızlandırarak deneriz. Azgınlığı gittikçe kabaran, nefsi güçlendiren şehvetin ana maddeleri demek olan mallar ile imtihan ederiz. Bütün sıfatlarıyla gönle hâkim olan veya benim için herşeyden vazgeçenlerin sığındığı ruhlara galip gelen nefislerden ve nefsânî zevk­lerden ibaret meyvelerden eksiltmekle deneriz. Tâ ki mükâşefe, kalbi bilgi ve ruhî gözlemlerle zevke vâsıl olasınız. Riyazet ateşiyle kalbiniz arınsın içiniz parlayıp safa bulsun. Benim sevgimin zevkine âşinâ olarak, benimle beraber olup benim için sabredenlere müjdele. Onlar ki Benim kendileri hakkındaki tasarruflarım meyânında yer alan bir mu­sibete dûçâr olduklarında kudretimin eserlerini görürler. Sıfatımın te­cellî yollarını farkederler ve bana teslim olurlar. Kendilerinin benim mülkümde olduklarım, tecellîlerimle istediğim gibi onlara tasarruf ede­ceğimi kesinkes kabul ederler ve Bende fena bulup, Bende yok olduk­larını müşahede ederler. Biz Allah içiniz ve yine O'na döneceğiz, der­ler. İşte onlara yok olduktan sonra Rabbları katında üzerine nûrlann saçıldığı, sıfatların yayıldığı, varlık verilecektir. Bu sayede Rabbları katından salavât onların üzerinedir, rahmet de. Yaratıklarımı ve bana yönelmek isteyenleri onunla hidâyete eriştirirler. Ve işte onlar Bana göre en büyük günâh olan varlıklarından kurtulduktan sonra Bana vâsıl olan ve hidâyete erenlerin kendileridir. [14]

Ayrıca bu hayatın eski milletlerin inandıkları türden ruhun be­şeriden ayrılmasına müteakip yaşadığı inancından farklı, özel bir ha- yat olması gerekir. Bunun için bazı kişiler derler ki, bedenleri yok olsa, yansa, yırtıcı hayvanlar veya denizdeki balıklar tarafından yense de şehîdler bedenleriyle ilişkilerini devam ettirirler. Onlara göre bu ha­yat, bizim mâhiyetini bilmediğimiz bir hayat tarzıdır. Aynı kanâatlan paylaşarak biz de deriz ki; bu hayat tarzının nasıl olduğunu bilmedi­ğimiz gibi buna ek olarak bilmediğimiz şeyi tesbît de edemeyiz, deriz.

Bazıları da derler ki; bu hayat, Allah'ın bir başka bedene yerleş­tirdiği iızık ve yaşama nimetiyle nimetlendirdiği bir hayat tarzıdır. Bu noktada bazı rivayetler de serdederler. Bu rivayetlerden birisi mü-fessir Celâleyn'in işaret ettiği hadistir. Şöyle ki şehidlerin ruhları Al­lah katında ys$il kuş biçiminde kaplardadır ve o ruhlar cennette uçu­şurlar. (Bu hadîs biraz eksik gibi görünmektedir. Çünkü Müslim ve Tirmizî'nin Abdullah Ibn Mes'ûd'dan naklettiği rivayette ifâde şöyle­dir: Yeşil kuşlar biçimindedir. Cennet ırmaklarında istedikleri gibi ge­zinirler. Sonra Arş'ın altındaki kandilden yuvalarına dönerler, buyurur­ken, Abdürrezzâk'ın Abdullah İbn Kâ'b İbn Mâlik'den naklettiği riva­yette şöyle buyurulmaktadır: «Şehîdlerin ruhları yeşil kuş biçiminde cennette kandillere asılıdır. Kıyamet günü Allah onları diriltinceye ka­dar burada bulunurlar.» Bu hadis gösteriyor ki ruhlar özel bir yerde saklanmaktadırlar. Birinci hadis ise ruhların serbest olduğunu, dile­dikleri noktaya doğru kanatlandıklarını ifâde etmekte, sonra istedik­leri zaman dönüp gelebilecekleri bir yuvalan olduğunu belirtmektedir. İmâm Mâlik ve Sünen sahiplerinin rivayetinde ise —Ebu Dâvûd müs­tesna— şehîdlerin ruhlarının yeşil kuşların karınlarında bulunduğu cennet meyvelerinden veya ağaçlarından keserek yedikleri ifâdesi yer alır. Bazı tefsirlerde de bu rivayet nakledilmektedir. Bu konuda daha başka rivayetler de bulunmaktadır.)

Denildi ki; bu hayat; yâd-ı cemîl ve öldükten sonra güzel olarak anılmaktır. Yine denildi ki; buradaki hayat ve ölümden maksad, dalâ­let ve hidâyettir. Bu görüş Asamm'ın rivayetidir. Bu takdirde âyetin, «ruhunu Allah yolunda verenlere sapıklar demeyin. Onlar doğru yolda olanlardır» şeklinde mânâlandmlması gerekir. Ve yine denildi ki; bu hayat, salt rûhânî bir hayattır. Âyetten maksâd, onların âhirette diril-tileceklerini ifâde etmek ve ölümün bazı müşriklerin zannettikleri gibi salt yokluk olmadığına işarettir. Onlara göre bu âyet, «iyiler nimet­lerde, kötüler cehennemlerdedir» âyeti gibi her iki grubun da varacağı yer bu ikisidir, demektir.

Üstâd (Muhammed Abduh) bu ihtilâfları zikrettikten sonra der ki; rûh üzerinde araştırma yapan bazı bilginler dediler ki, rûh latîf ve esîrî bir varlık olup bir cisme dayanmaktadır. Latîf beden insanın bu dünyada hayatını üzerine ikâme ettiği bileşik cisimdir. Esîrî beden va­sıtasıyla rûh, bu maddî bedende hareket eder. Kişi ölünce ve ruhu çı-kınca esiri bedenle birlikte çıkar ve rûh esîrî bedende hayatiyetini de­vam ettirir. Esîrî beden değişmeyen, ayrışıp bozuşmayan cismin yapı­sına sahiptir. Bizim şu duyularımızla kavradığımız cisim ise ayrışır, bo­zuşur ve belirli sürelerde yokolur. Muhammed Abduh'un bu sözü Mâ-likî'lerin mezhebine yakındır. Nitekim İmâm Mâlik merhumdan, «rûh, cesed gibi bir surettir» dediği rivayet edilmiştir. Yani onun bir şekli vardır. Şekil ise ancak cevher ve a'razdan oluşur. Buradaki a'raz bil­ginlerin esîr dye ifâde ettikleri şeydir. Esirin latîf ve kesîf sızma özel­liği bulunduğu bilindiğine göre, hattâ güneşin ışığını atmosferden ge­çirenin de esîr tabakası olduğu söylendiğine göre, âhirette mutlak olan ruhun bu esîrî bedene ilişmesini önleyecek bir engel yoktur. Sonra o, öbür dünyada bir başka bedene girer, onun içerisinde eğlenir, geçinir ve yaşar. Bu beden kuş şeklinde de olabilir. Başka şekilde de olabilir. Mu­hammed Abduh'a göre burada sözkonüsu edilen hayat bilinmeyen bir hayattır. Bu hayatta şehîdlerin ruhları diğer insanların ruhlarından ayrıdır. Şehîdlerin ruhları orada geçinir ve nimetlere dalarlar. Ancak biz bu hayatın gerçek yüzünü ve o ruhların erdikleri nimetlerin haki­katini bilemeyiz ve bunu araştırmayız. Çünkü bu husus bizim İnanıp detayını Allah'a bıraktığımız gayb âleminin bir parçasıdır.[15]

 

155- Andolsun ki sizi biraz korku, biraz açlık, birazda mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiklikle
imtihan edeceğiz, sabredenlere müjdele.

156- Ki onlara bir musibet geldiği zaman; biz Allah içiniz ve yine O'na döneceğiz, derler.

157- İşte onlar için Rabları tarafından mağfiret ve rahmet vardır. Hidâyete erenler de onlardır.

 

Can ve Mal İmtihanı

 

Allah Teâlâ, kullarını deneyip imtihan edeceğini haber veriyor. Ni­tekim bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur : «Andolsun ki içinizden cihâda çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarı ncaya ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi tecrübe edeceğiz.» (Muhammed, 31) Bazen bollukla dener, bazan darlıkla. Bazan korkuyla derler, bazan azlıkla. Ni­tekim Allah Teâlâ bir diğer âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Allah size güven ve huzûı içinde olan bir kasabayı misâl verir. Her taraftan oraya bolca nzık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine küfrettiler. Bu yüzden yaptıklarına karşılık Allah onlara açlık ve korku belâsını tattırdı.» (Nahl, 112) Çünkü korkan ve aç kalan kişilerde bu sıkıntı ve imtihan apaçık ortaya çıkar. Bu sebeple Allah Teâlâ «Korku ve açlık belâsını» buyuruyor. Burada ise «Biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlar­dan ve mahsûllerden yana eksiklikle imtihan edeceğiz» buyuruyor. Yakınların ve dostların ölmesi, malların yok olması, meyvelerin, ürün­lerin ve bahçelerin ürün vermemesi gibi imtihanlarla deneyeceğiz. Ni­tekim seleften bazılarının dediğine göre, Hazan hurma bir tek meyve vermezdi. Bütün bunlar Allah'ın kullarını denediği bir imtihandır. Kim bu imtihanda sabrederse sevaba ulaşır. Kim de ümitsizliğe düşer­se, Allah'ın azabını hak eder. Bunun için Allah Teâlâ «Sabredenlere müjdele» buyurmuştur. Müfessirlerden bazıları, buradaki korkunun Allah korkusu, açlığın Ramazân orucu, mallardan eksilmenin zekât, canlardan eksilmenin hastalık, meyvelerden eksikliğin de çocuklar ol­duğunu belirtmişlerdir. Ancak bu konu üzerinde durulması gerekir. En iyisini Allah bilir.

Daha sonra Allah Teâlâ şükreden ve sabreden kullarını açıklaya­rak buyruyor ki: «Ki onlara bir musîbet geldiği zaman «Biz Allah içi­niz, ve yine O'na döneceğiz, derler.» Bu sözleriyle başlarına gelen musi­betlere teslîm olurlar ve bunun Allah'ın kudreti dâhilinde olduğunu ve O'nun kullarına dilediği şekilde tasarruf edeceğini bilirler. Ve yine bi­lirler ki; Allah'ın katında, kıyamet gününde zerre miktannca bir şey kaybolmaz. Bu inanç, onların Allah'ın kulu olduklarını ve âhiret yur­dunda tekrar Allah'a döneceklerini kabullenmelerinden gelmektedir. Bunun için Allah Teâlâ kıyamet gününde onlara vereceği şeyleri hemen ardından haber veriyor: «îşte onlar için Rablan tarafından mağfiret ve rahmet vardır.» Allah tarafından övgü ve merhamet. Saîd İbn Cü-beyr ise, azâbtan emniyette olmak vardır, diyor. «Hidayete erenler de onlardır» Mü'minlerin emîri Ömer İbn el-Hattâb der ki: Ne güzeldir iki denk ve iki ilâvesi. îşte «onlar için Rabbları tarafından mağfiret ve rahmet vardır» âyeti iki denktir. «Hidâyete erenler de onlardır» âyeti ise bunun ilavesidir. İlâve iki dengi denkleştirmek için yüke eklenen bir fazlalıktır. İşte onlar da bu iki nimetin yanısıra ayrıca ilâve bir ağırlıkla donatılmışlardır. Musibetler halinde istircâ'm (İnnâ Lillâh ve İnnâ İleyhi Râciûn demenin) sevabı hakkında pek çok hadîs vârid ol­muştur. Bunlar arasında İmâm Ahmed İbn HanbePin rivayet ettiğine gö-re Yûnus... Ümmü Seleme'den nakleder ki, o şöyle demiş. Bir gün Ebu Seleme Rasûlullah (s.a.) m yanından geldi ve dedi ki; ben Rasûlullah'tan öyle bir söz işittim ki bundan dolayı sevinçle doldum. Rasûlullah buyurdu ki; Müslümanlardan herhangi bir kişiye bir musibet isabet ettiğinde o esnada «Innâ Lillah ve İnnâ İleyhi Râciûn» der ve sonra, Allah'ım bu musibetten dolayı bana mükâfat ver, bana ondan daha ha­yırlı bir sonuç çıkar derse mutlaka bu istediği kendisinin olur. Ümmü Seleme dedi ki: Ben bunu Ebu Seleme'den sakladım. Ebu Seleme vefat edince «İnnâ Lillah ve İnnâ İleyhi Râciûn» dedim. Sonra Allah'ım, mu­sibetimden dolayı beni mükâfatlandır ve bana ondan daha hayırlı bir sonuç çıkar, dedim. Sonra kendi kendime benim için Ebu Seleme'den daha hayırlı kim olacak? dedim. İddet sürem bitince, Rasûlullah (s.a.) bir deriyi tabakaladığım sırada benden izin istedi. Ben de elimi tabak­lama için sürdüğüm şeyden yıkayarak kendisine izin verdim. Rasûlullah'a kılıfı lif olan bir minder serdim. Rasûlullah onun üzerine oturdu ve beni kendisi için istedi. Sözünü bitirince, dedim ki; ey Allah'ın Rasûlü, isteğin neden olmasın? Ne var ki ben çok onurlu bir kadınım. Benden Allah'ın beni azâblandırmasına vesile olacak bir şsy duyman­
dan korkarım. Ben yaşlanmış bir kadınım ve çoluk-çocuk sahibiyim Rasûlullah buyurdu ki: Söz konusu ettiğin onura gelince; Allah ilerde onu senin üzerinden alacaktır. Zikrettiğin yaşlılığa gelince, senin yaş­lılığın gibi ben de yaşlandım. Bahsettiğin çoluk-çocuğa gelince, senin ailen benim âilemdir. Ümmü Seleme der ki; ben Rasûlullah (s.a,) a teslim oldum. Böylece Rasûlullah (s.a.) benimle evlendi. Ümmü Sele­me daha sonra dedi ki: Allah Teâlâ bana Ebu Seleme'den daha hayırlı birisini, Rasûlullah (s.a.) ı verdi.

Müslim'in Sahîh'inde Ümmü Seleme'den rivayet edilir ki; o şöyle demiş :

«Ben Rasûlullah (s.a.) m şöyle dediğini duydum: Hangi kula bir musibet isabet eder ve o, «İnnâ Lillah ve İnnâ İleyhi Râciûn, Allah'ım bu musibetimden dolayı beni mükâfatlandır. Bana ondan daha iyi bir sonuç çıkar» derse, muhakkak bu musibetinden dolayı onu müka­fatlandırır ve ondan daha hayırlı bir sonuç bahşeder.» Ümmü Seleme dedi ki: Ebu Seleme vefat edince, ben Rasûlullah (s.a.) in bana bu­yurduğu gibi söyledim. Bunun üzerine Allah bana Ebu Seleme'den lana hayırlı birisini, Allah'ın Rasûlünü verdi.

İmâm Ahmed îbn Hanbel der ki;- bize Yszİd... Hüseyn İbn Ali'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Müslüman bir erkek ve­ya müslüman bir kadın bir musîbeet d»çâr olur da onu hatırlarsa ara­dan ne kadar süre geçmiş olursa olsun —der ki, geçmişte de olsa— bunun için yeniden «İnnâ Lillah ve İnnâ İleyhi Râciûn» derse, Allah Teâlâ onun mükâfatını yeniler ve tıpkı o musibete dûçâr olduğu gün­kü kadar ecir ve mükâfat verir. Bu hadisi İbn Mâce, Sünen'inde Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe kanalıyla... Hz. Hüseyn'den nakleder. Bu hadîsi, îsmâîl İbn Uleyye de... Yezîd İbn Hârûn kanalıyla Hişâm İbn Ziyâd'ın babasının Hz. Hüseyn'in kızı Fatma'dan naklettiğini, onun da Hz. Hü­seyn'den aktardığını rivayet eder.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bana Yahya İbn İshâk... Ebu Sinan'dan nakletti ki, o şöyle demiş: Ben çocuklarımdan birini defnet-miştim. Kabirde iken elimi Ebu Talha tuttu ve beni mezarlıktan dışarı götürerek dedi ki; sana bir müjde vereyim mi, Ben, evet dedim. Ebu Talha dedi ki: Dahhâk İbn Abdurrahmân İbn, Arzeb, Ebu Musa'dan nakletti ki, o Rasûlullah (s.a.)m şöyle dediğini söylemiş: Allah Teâlâ buyurur ki: Ey ölüm meleği, sen kulumun çocuğunun ruhunu aldın mı? Gözünün bebeğini, kalbinin meyvesini kopardın mı? Ölüm mele­ği, evet deyince, Allah Teâlâ, kulum ne dedi? buyurur. Melek, sana hamd etti ve tekrar sana döneceğini, «İnnâ Lillah ve İnnâ İleyhi Râciûn» diyerek bildirdi. Allah Teâlâ öyleyse onun için cennetten bir köşk yap ve o köşke Beyt'ül-Hamd (Hamd evi) adını ver. Ahmed İbn Hanbel bu hadîsi Ali İbn İshâk kanalıyla Abdullah İbn Mübârek'ten de rivayet eder. Keza aynı hadîsi Tinnizî Süveyd İbn Nasr kanalıyla İbn Mübârek'den nakleder ve bunun garîb, hasen bir hadîs olduğunu söyler. Rivayet silsilesinde adı geçen Ebu Sinan îsâ İbn Sinan'dır. [16]

«Meyvelerden eksiltme» âyeti ile kuraklık yüzünden meyvelerin yokolması kastedilmektedir. Ağaçların bakımsızlığı ve iyi imâr edilme­mesi yüzünden de meyveler mahvolur. Bu âyetin tefsiri konusunda İmâm Şafiî'nin buradaki korkunun Allah korkusu, açlığın Ramazân orucu, maldan eksiltmenin zekât ve sadaka vermek, candan eksiltme­nin hastalık, meyvelerden eksiltmenin ise, çocukların ölümü olduğunu söylediği bildirilir. [17]

 

158- Şüphesiz ki Safa ile Merve Allah'ın nişanelerin-dendir. Artık kim hacc veya umre niyetiyle Kâ'be'yi ziyaret ederse bu ikisini de tavaf etmesinde bir beis yoktur. Kim gö­nüllü olarak iyilik yaparsa muhakkak ki Allah; Şâkir'dir, Alîm'dir.

 

Safa ve Merve

 

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bana Süleyman İbn Dâvûd el-Hâşimî... Urve'den nakletti ki, Hz. Âişe (r.a.) ona «Şüphesiz ki Safa ile Merve Allah'ın nişânelerindendir. Artık kim haco veya umre niyetiyle Kabe'yi ziyaret ederse bu ikisini de tavaf etmesinde bir beis yoktur. Kim gönüllü olarak iyilik yaparsa muhakkak ki Allah Şâkir'dir, Alîm' dir.» âyeti hakkında ne dersin? dedi. Allah'a andolsun ki bu ikisinin tavaf edilmemesinde hiç bir beis yoktur, dedim. Bunun üzerine Hz. Âişe, ey yeğenim çok kötü söylersin. Eğer o senin yorumladığın gibi olsaydı, âyet-i kerîme bu ikisini ziyaret etmemekte bir beis yoktur, anlamına buyururdu. Bu âyet-i kerîme Ansâr hakkında nazil olmuştur. Onlar müslüman olmazdan önce, dağın ete­ğinde azgın Menât'a saygı besliyorlardı. Ona saygı besleyenin Safa ile Merve arasını ziyaret etmesi zor oluyordu. Bu durumu Rasûlullah'a sorarak ey Allah'ın Rasûlü câhiliyet devrinde biz Safa ile Merve ara­sını ziyaret etmekten kaçınırdık, dediler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle bu âyet-i kerîme'yi inzal buyurdu. Hz. Âişe dedi ki: Bilâhere Rasûlullah (s.a.) Safa ile Merve'yi tavaf etmeyi sünnet kılmıştır. Bu ikisini tavaf etmemek olmaz. Buhârî ve Müslim bu hadîsi tahrîç etnrş-lerdir. Bir başka rivayette ise Zührî der ki; ben bu hadîsi Hişâm oğlu, Haris oğlu, Abdurrahmân oğlu Ebu Bekr'e okuduğumda, dedi ki: Bu bilgiyi ben duymuş değildim. Ancak ilim ehlinden bazı kişilerden duy­duğuma göre, onlar şöyle demişlerdir: Halk —Âişe'nin zikrettikleri müstesna— diyorlardı ki; bu iki taş arasında tavaf yapmamız câhi­liyet âdetidir. Ansârdan başkalan da dediler ki, biz Beytullah'ı tavaf etmekle emrolunduk. Safa ile Merve arasını tavaf etmekle emrolun-madık. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Şüphesiz ki Safa ile Merve Allah'ın nişânelerindendir...» âyetini inzal buyurdu. Ebu Bekr İbn Abdurrah­mân dedi ki; belki de bu âyet bunlar ve onlar hakkında nazil olmuş- tur. Bu hadîsi Buhârî, Mâlik kanalıyla Hişâm İbn Urve'den, o da ba basından o da Hz. Ayşe'den yukarıda geçtiği şekilde rivayet etmiştir. Sonra Buhârî der ki; bize Muhammed İbn Yûsuf... Âsim İbn Süley­man'dan nakletti ki, o:

Ben Enes'e Safa ile Merve'den sorduğumda, Enes şöyle dedi: Biz Safa ile Merve'nin tavaf edilmesini câhiliyet âdeti sanır ve İslâm'ın onu yasakladığım kabul ederdik. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle »Şüphesiz ki Safa ile Merve Allah'ın nişânelerindendir...» âyetini inzal Duyurdu.

Müslim'in Sahîh'inde Câbir'den nakledilen uzun bir hadîste; Ra-sûlullah (s.a.) m Kâ'toe'yi tavaf edip bitirdikten sonra, Rükne gelerek Hacer-i Esved'e doğru istilâm ettiği, sonra Safa kapısından çıkarak «Şüphesiz ki Safa ile Merve Allah'ın nişânelerindendir...» âyetini oku­duğu zikredilir. Sonra peygamber, ben Allah'ın başladığıyla başlarım* buyurmuştur. Neseî'nin rivayetinde ise «siz Allah'ın başladığıyla baş­layın» şeklinde vârid olmuştur.

Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Şüreyh... Habîbe Bint Ebu Tec-cât'tan nakletti ki, o şöyle demiş: BenRasûlullah (a.s.) in insanlar onun önünde ve o insanların arkasında iken Sâfâ ile Merve'nin arasım tavaf ettiğini göldüm. O koşuyordu. Hızlı koşmaktan diz kapaklarının açıldığını, örtüFÜyle onu örttüğünü görüyordum. Ve koşunuz, muhak­kak ki Allah size koşmayı yazdı, diyordu. İmâm Ahmed İbn Hanbel... Safiyye Bint Şeybe'den rivayet eder ki," kadının birisi ona Rasûlullah (s.a.) in' Safa ile Merve arasında koşarken, size koşma yazıldı, koşunuz dediğini duyduğunu, haber vermiş. Bu hadîse dayanarak bazı mezheb-ler Safa ile Merve arasında sa'y edip koşmanın haccın rüknü olduğu­nu kabul etnrişlerdir. Şafiî'nin ve ona uyanların mezhebi budur. Ba­zıları da onun haceıri rüknü olmayıp vâcib olduğunu hattâ müstehab olduğunu söylemişlerdir. Tercih edilen görüş birincisidir. Çünkü Hz. Peygamber Safa ile Merve arasında tavaf etmiş ve «Siz ibâdet şekille­rinizi benden alırsınız.» buyurmuştur. Binâenaleyh Hfe. Peygamberin hacc ederken yaptığı her şey vâcibtir ve hacca gidenlerin onu yapması gerekir. Ancak delil ile çıkarılan müstesnadır. En iyisini Allah bilir.

Allah Teâlâ Safa ile Merve arasında tavafın Allah'ın nişanelerin­den olduğunu belertmiştir. Yani Allah Teâlâ bunu, İbrâhîm Halîlullah'a teşri kıldığı haccm erkânından olduğunu bildirmiştir. İbn Abbas'm ha­dîsinde de daha önce geçtiği gibi, Safa l!e Merve arasında sa'y; Hz. Hâ- cer'in bu iki tepenin arasında gezinmesi ve çocuğuna su aramasın­dan kaynaklanmıştır. îbrâhîm (a.s.) onları buraya bıraktığında yan­larında hiç kimse yoktu. Beraberlerindeki azık ve su da bitmişti. Ka­dın çocuğunun helak olmasından korkunca Allah Azze ve Celle'den yar­dım dileyerek kalktı ve çevrede dolaşıp su araştırmaya başladı. Safa ile Merve arasında boynu eğik, korkak, ürperti içinde ve Allah'a muh­taç olarak zorluk içerisinde gidip geliyordu. Nihayet Allah onun sı­kıntısını gidermiş, yalnızlığını yoketmiş, zahmetini kolaylaştırmıştı. Ona Zemzem kaynağını vermiş, hastalıklara şifâ olan tatlı suyu bahset­mişti. Safa ile Merve arasında sa'y edenler; fakirliklerini, ihtiyâçlarını, zilletlerini ve Allah'a muhtaç olduklarını göz önünde bulundurarak kalblerinin doğru yola çekilmesini, hallerinin islâh edilmesini, günâh­larının bağışlanmasını istemeli ve eksikliklerini gidermesi için Allah'a sığmmalıdırlar. ölünceye kadar Allah'ın yolunda sebat etmelerini sağ­laması ve günahkârlıktan kurtararak Allah'a isyan halini mağfirete, kuvvete ve istikâmete çevirerek kemâle erdirmesini, Sırât-ı müstakîm'e götürmesini dilemelidirler. Tıpkı Hâcer'in (Allah'ın selâmı onun üze­rine olsun) yaptığı gibi.

«Kim de gönüllü olarak iyilik yaparsa, muhakkak ki Allah Şâkir' dir ve Alîm'dir.» Denildi ki bu âyetin mânâsı şöyledir: Kim de vâcib olan miktarın üzerinde sekizinci veya dokuzuncu kere tavaf yaparsa, demektir. Bu âyetin Safa ile Merve arasının gönüllü olarak hacc veya gönüllü umre yaparken tavaf edileceği mânâsına geldiği de söylen­miştir. Ve yine denildi ki bu âyetin anlamı; kim de gönüllü olarak di­ğer ibâdetleri yapıp hayra koşarsa, demektir. Râzî böyle hikâye etmiş­tir, üçüncü görüş de Hasan el-Basrî'ye atfedilmiştir. En iyisini Allah bilir.

«Muhakkak ki Allah Şâkir'dir, Alim'dir.» Çoğa da, aza da mükâfat verir. Hiç kimseye zulmetmeden sevabını, cezasına göre vermesini bilir. Nitekim bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurulmuştur: «Şüphesiz Al­lah zerre miktarı haksızlık yapmaz. Zerre miktarı iyilik olsa- onu kat kat arttırır ve yapana büyük mükâfat verir.» (Nisa, 40) [18]

 

159- İndirdiğimiz, açık delilleri ve hidâyeti, kitâbda insanlara açıkça beyân ettikten sonra gizleyenlere; muhakkak ki onlara, Allah la'net eder ve la'net etmek sânındanolanlar da la'net eder.

160- Ancak tevbe edenler, islâh edenler ve (gerçeği) söyleyenler müstesna. Ben; onların tevbelerini kabul ede­
rim. (Çünkü) Tevvâb, Rahîm'im Ben.

161- Gerçekten küfredip de, kâfir olarak ölenler: (var ya) işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların la'neti on-
iarm üzerinedir.

162- Onun içinde temelli kalacaklardır. Onlardan ne azâb hafifletilir, ne de yüzlerine bakılır.

 

Hidâyeti Gizleyen Kâfirler

 

Bu; peygamberlerin getirdikleri ve dosdoğru amaçlara müteveccih apaçık belgeleri, kalplere fayda veren hidâyeti inkâr edenlere şiddetli bir tehdîddir. Aİlah Teâlâ'mn peygamberlerine indirdiği kitaplan va­sıtasıyla kullarına açıkladığı hakîkatlan gizleyenler için ağır bir teh­dîddir. Ebu'l-Âliye der ki; bu âyet ehl-i kitâb hakkmda nazil olmuş­tur. Onlar Hz Muhammed (s.a.) in sıfatlarım gizlemişlerdir. Ayrıca Allah Teâlâ bu davranıştan dolayı kendilerini lanetleyeceğini bildir­miştir. Nasıl, bilgin kişiye; denizdeki balık, davadaki kuş dâhil olmak üzere her varlık mağfiret dilerse, bilginlerin aksine onlara da herşey la'net eder. Müsned bir hadîste birbirine bağlı yollarla Ebu Hüreyre ve diğerlerinden nakledilir ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kime bir bilgi sorulur da o kin;se bildiğini gizlerse kıyamet gününde ateşten bir gemle gemlenir. Sahih bir rivayette Ebu Hüreyre (r.a.); eğer Al­lah'ın kitabında bir âyet olmasaydı kimseye bir söz söylemezdim de­miş ve «İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti kitapta insanlara açıkça beyân ettikten sonra gizleyenlere, muhakkak ki onlara Allah lâ'net eder ve la'net etmek sânından olanlar da la'net eder» âyetini okumuş. îbn Ebu Hatim der ki; bize Hasan... Berrâ tbn Âzib'ten nakletti ki, o şöyle demiş : Biz Hz. Peygamber'le bir cenazede idik. Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki: Doğrusu kâfirin iki gözünün önüne bir daroe ile vurulur ki insan ve cinlerin dışında bütün canlılar onun sesini işitirler. Ve o sesi işiten her canlı ona la'net eder. İşte Allah Teâlâ'nın : «La'net etmek sâ­nından olanlar da la'net eder» kavliyle kasdedilen budur. Yeryüzünde kuraklık başgösterince hayvanlar; bu âdemoğullarının günahkârlarının yüzündendir, Allah âdemoğlundan günahkârlara la'net etsin, derler. Ebu'l-Âliye. Rebî' İbn Enes ve Katâde «La'net etmek sânından olanlar da la'net eder» âyetini, onlara Allah'ın melekleri ve mü'minler la'net ederler, diye tefsir etmiştir.

Ve ardından Allah Teâlâ tevbe edenleri bu gruptan istisna etmek­tedir:

«Ancak tevbe edenler, islâh edenler ve hakkı söyleyenler müstes­na.» Yani durumlanndan vazgeçip amellerini ve hallerini Islâh edenler ve insanlara gizledikleri gerçeği açıklayanlar müstesnadır. «İşte ben onların tevbelerini kabul ederim. Çünkü Tevvâb, Rahîm'im Ben.» Bu âyet de gösteriyor ki küfre veya bid'at'a da'vet eden kişi, Allah'a tevbe ettiği zaman, Allah onun tevbesini kabul buyurur. Rivayet edilir ki; geçmiş milletlerden bu gibilerin tevbesi kabul edilmezdi. Ancak bun­ların tövbesinin kabul edilişi, tevbe ve rahmet peygamberinin şeriatın­da yer almıştır. Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun. Sonra Hak Teâlâ kendisine küfredip ölünceye kadar aynı hal üzere devam edenler hakkında «Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların la'neti onların üs­tünedir» buyuruyor. Kıyamet gününe kadar ardarda gelen la'net on­laradır, sonra da azâb hiç hafifletilmeyecek olan cehenneme yâr ola­caklardır. Onun içinde temelli kalacaklardır. Onlardan ne azâb ha­fifletilir, ne de yüzlerine bakılır. Bir an bile onların durumu değişmez. Azâb yok olmaz. Sürekli olarak ardarda gelen azâb içerisinde kıvra­nırlar. Bu halden Allah'a sığınırız. Ebu'l-Âliye ve Katâde derler ki; Kâfir kıyamet gününde durdurulur ve ona önce Allah, sonra melekler,, sonra da bütün insanlar la'net ederler. [19]

 

163 — Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka hiç­bir ilâh yoktur. O'dur Rahman, Rahîm.

 

Allah Teâlâ ulûhiyyetteki eşsizliğini, şerikinin ve benzerinin bu­lunmadığını, bir tek eşsiz, benzersiz ve kimseye muhtaç olmayan ilâhın Rahman ve Rahîm olan Allah olduğunu haber veriyor. Rahman ve Rahîm isimlerinin tefsiri sûrenin başında geçmişti. Hadîs-i şerif de vâ-rid olur ki Şehr tbn Havşeb... Esma Bint Yezîd kanalıyla Rasûlullah (s.a.) m şöyle buyurduğunu nakleder: Allah'ın en büyük ismi (ism-JA'zamı) şu iki âyet-i kerîme'dedir: «İlâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'dur Rahman, Rahîm», «Elif, Lâm, Mim. Al­lah, ondan başka ilâh yoktur. O'dur Hayy ve Kayyûm.» Allah Teâlâ ulû-hiyetteki eşsizliğini; gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları kendisi­nin yarattığını bildirerek delil getiriyor. Bu ikisi arasında, Allah'ın bir­liğini gösteren yaratıkları yayıp, dağıttığım beyân ediyor: [20]

 

164- Şüphesiz ki; göklerin ve yerin yaratılışında, ge­ce ııe gündüzün değişmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde akıp (giden) gemilerde, Allah'ın gökten indirip, yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü can­lıyı orada yaymasında, rüzgârların değiştirilmesinde, gök­le yer arasında emre hâzır bekleyen bulutta elbette akle den bir kavm için âyetler vardır.

 

Yaratılış Mucizesi

 

Şüphesiz ki bunca yüceliği, genişliği, hareketli sabit gezegenleri ve dönen yörüngeleri ile göklerin yaratılışında; inişli, çıkışlı dağı, gölü, denizi, ovası, verimli, verimsiz arazîsi ve daha pek çok faydalanyla yeryüzünün yaratılışında; geceyle gündüzün birbiri ardınca inişinde âyetler vardır. Allah Teâlâ'nın bir başka âyette buyurduğu gibi: «Aya erişmek, güneşe düşmez, gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörün­gede yüzerler.» (Yâsîn, 40) Bazan gece kısalır, gündüz uzar. Bazan gün­düz geceden, bazan da gece gündüzden çalar. Allah Teâlâ'nın buyur­duğu gibi: «Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar.», «Bir ondan arttırır, bir bundan arttırır.» «İnsanlara yararlı şeylerle denizde akıp (giden) gemilerde.» Yani gemileri bir yandan bir yana taşımak için insanların yaşamasına ve faydalanmasına vesile kılmak üzere denizi müsahhâr kılmasında; bir iklimde olanları öbür iklime, öbür iklimde olanları bir iklime taşıtmasında ve «Allah'ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda» âyetler vardır. Yâsîn sûresinde buyu-rulduğu gibi: «İşte. onlara bir âyet: ölü yeri diriltir ve oradan taneler çıkarırız da ondan yerler. Orada hurmalıklar ve üzüm bağlan varederiz. Aralarında pınarlar fışkırtırız. Onu ve elleriyle yaptıklarının ürünleriniyesinler. Hâlâ şükretmezler mi? Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah ne yücedir.» (Yâsîn, 33-36) «Her türlü canlıyı yerde yaymasında» değişik şekillere, renklere, faydalarına, zarar'arına, büyüklüklerine, küçüklüklerine rağmen can­lının dağılımında âyetler vardır. O, hepsini bilir, rmklandınr ve hiçbir şey O'nun bilgisinden saklı kalmaz. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rız­kını vermek Allah'a mahsûstur. O, canlıları bacaların sulbünde karar-laşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta iken de bilir. Her şey apa­çık bir kitaptadır.» (Hûd, 6) «Rüzgârların değiştirilmesinde» Bazan rah­met, bazan azâb getirmesinde, bazan bulutları toplayıp, bazan dağıtma­sında, âyetler vardır. Gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutda. Allah'ın istediği şekilde yerlerde ve topraklarda emre âmâde bekleyen bulutlarda. Evet bütün bunlarda «Elbette akleden bir kavim için âyet­ler vardır.» Bütün bunlar Allah'ın birliğinin apaçık delilleridir. Nitekim Allah Teâlâ Âl-i İmrân sûresinde şöyle buyurur : «Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, akıl sahip­leri için şüphesiz ki âyetler vardır. Onlar ki ayaktayken, otururken, yan­ları üstü yatarken, Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışını düşü­nürler. Rabbımız, Sen bunu boşuna yaratmadın. Tenzih ederiz Seni. Bizi ateşin azabından koru derler.»   (Âl-i İmrân, 190-191)

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki; bize Muhammed İbn Ah-med... İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş : Kureyşliler Hz. Mu­hammed (s.a.) e gelip dediler ki; ey Muhammed Rabbına duâ etmeni; O'nun Safa tepesini altın yapmasını ve bununla at ve silâh alıp sana inanarak, seninle birlikte savaşmak isteriz. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Rabbıma duâ eder de, O size Safa tepesini altın kılarsa, muhakkak bana inanacağınıza dâir kesin söz verin. Onlar Hz. Peygambere kesin söz verdiler. Hz. Peygamber Rabbına duâ etti. Bunun üzerine Cebrâîl ge­lerek dediki: Rabbın onlara Safa tepesince altın vermiştir. Ancak on­lar sana inanmayacak olurlarsa Rabbm daha önce âlemlerden kimseyi azâblandırmadığı biçimde onları azâblandırac aktır. Hz. Muhammed (s.a.) buyurdu ki; hayır yarabbi kavmimi bana bırak, ben onlan hiçbir gün yalnız başlarına terk etmem, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurdu. İbn Ebu Hatim bir başka şekliyle İbn Abbâs'tan bu rivayeti naklfder ve sonunda da şunu ilâve eder: Gözleriyle Safa te­pesinde a çok daha büyük mucize ve âyetleri gördükleri halde Safa te­pesinin altın olmasını nasıl istiyorlar?

İbn Ebu Hatim de der ki; bana babam... Atâ'dan nakletti ki, o şöyle demiş : Medine'de Hz. Peygambere «İlâhınız bir tek ilâhtır. O'n-dan başka hiçbir ilâh yoktur. O'dur Rahman, Rahîm.» âyeti nazil olun­ca, Mekke'de bulunan Kureyş'li kâfirler dediler ki: bir tek ilâh bütün insanlara nasıl yetecek? Bunun üzerine Allah Te*lâ bu âyeti inzal bu­yurdu. Böylece onlara ilâhın bir tek ilâh olduğunu ve O'nun her şeyi yaratan ve her şeyi vartden ilâh olduğunu belletti. Veuî' der ki, bize Süfyân... Ebu Duhâ'dan nakletti ki; o şöyle demiş: '.'İlâhınız bir tek ilâhtır» âyet* sonuna kadar nazil olunca müşrikler dediler ki; eğer mes'eie Döyleyse o bize bir âyet getirsin. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında...» âyetini inzal buyurdu. Bu hadîsi Âdem İbn Ebu Iyâs Ebu Ca'fer el-Râzî'den, o da tbn Mes-rûk'dan o da Ebu Duhâ'dan rivayet eder. [21]

Sizin tanrınız bir tek tanrıdır. Ey muvahhidler; sizin ibâdeti tahsisettiğiniz ma'bûdunuz bizzat tek bir ma'bûddur. Mutlak birdir. Varlıkta ondan başka hiçbir şey yoktur. Ondan başka ibâdet edilecek hiçbir mev-cûd yoktur. Öyleyse siz nasıl ondan başkasını kendisine şirk koşabiliyor­sunuz? Gerçekte ondan başka her şey, sâf yokluktur. Şirk koşmak onu bilmemekten neş'et etmektedir. Çünkü o, rahmeti bütün varolanlara şâmil olan Rahmandır. O, rahmetini yalnız inanmış muvahhidlere tah-sîs eden Rahîm'dir. Bu âyet rütbe bakımından tevhîd konusunda nazil olan ilk âyettir. Yani hak bakımından tevhîdde en önce olan, yoksa bizim bakımımızdan değil. Bizim bakımımızdan tevhidin ilki fiillerdeki tevhîddir. Bu ise, bizzat tevhidin kendisidir. Zatî tevhîd, insanların kav­rayış alanlarının uzağında kaldığı için fiillerdeki tevhîd makamına in­miştir ki bununla onun zâtının tevhîdine delil gelyrilsin. Bu sebeple, «doğrusu göklerin ve yerin yaratılışında...» buyurmaktadır. Yani ruhlar, gönüller, akıllar göğünün icâd edilmesinde ve nefisler yerinin varedil-mesinde ve bu ikisi arasında; karanlıkla aydınlığın değişmesinde ve mutlak cisim denizinde yüzen beden feleklerinin varedilişinde, insanla­rın helâli kazanmaları için faydalarına olan şeyler vardır. Allah'ın gök­ten indirdiği şeyde yani ilim suyundan meydana gelen rûhda, Bilgisiz­liği nedeniyle ölümünden sonra onunla nefis toprağını tekrar di­riltmektedir. Yeryüzünde her canlıyı yaymasında. Kalb hayatı ile can­lılarda dirilik gücünü yaymasında. Hakkânî fiillerde fazla gelen fırtına­ları döndürmesinde. Rûh göğüyle nefis yeri arasında hazır ve emre âma'de bekleyen Rabbânî sıfatların tecellî bulutlarını döndürmesinde akleden bir kavim için âyetler ve deliller vardır. Vehmin şaibelerinden sıyrılmış şeriat nuruyla aydınlanmış olan akıllar için âyetler vardır. [22]

Rasûlullah (s.a.) «Bir âyeti okuyup da üzerinde düşünmeyen kim­seye yazıklar olsun» buyurmuştur. İyi bil ki; bu âyetin Tann'nın var­lığına ve birliğine delâleti pek çok yöndendir. Bunların mufassal ola­rak açıklanması uzun sürer. Özet olarak söylenecek olursa; burada zik­redilen konulardan her biri özellikleri bakımından muhtelif şeki'leri alabilme imkânı olan konulardır. Sözgelimi göklerin bütününün veya yeryüzü gibi bir kısmının hareket etmemesi caizdir. Keza göklerin aksi yönde hareket etmesi ve ekvator bölgesinin iki kutup arasından geçe­rek bir çizgi halinde bulunması, düşüş ve yükseliş noktalarının bulun­maması mümkündür. Yine bu şekli, basitliği ve bölümlerinin birbirine eşit olması nedeniyle bu âlem, hikmet sahibi bir Kâdir'in varlığını ve O'nun bu âlemi hikmeti, iradesiyle yoktan varettiğini haykırmaktadır Aynı şekilde bu yaratıcının muhalifinin de bulunmaması gerektiğini bildirmektedir. Çünkü onun muktedir olduğu şeylere gücü yeten başka bir tann bulunsaydı, bu takdirde, her ikisinin irâdesi birleşecekti. Her ikisinin irâdesinin neticesinde fiil gerçekleşecek olursa; bir eser üze­rinde iki müessirin birleşmesi gerekirdi. Şayet fiil bu ikisinden birinin irâdesinin sonunda gerçekleşecek olursa tercih ettirici irâde olmadan bir failin tercih etmesi icâb ederdi, öbürünün âciz olması ise onun tan­rılığını imkânsız kılardı. Şayet irâdeleri uyuşmazsa birbiriyle çekişme­leri ve birbirlerini kovmaları gerekirdi. Nitekim Allah Teâlâ «şayet gök­lerle yeryüzünde AUah'dan başka birçok tanrılar bulunsaydı her ikisi de fesada uğrardı», âyetiyle buna işaret etmiştir. Âyet-i kerîme'de Ke­lâm ilminin ve Kelâmcıların şerefine dikkat çekilmekte, Kelâm konu­larını araştırıp derinliğine incelemeye teşvik edilmektedir. [23]

«Doğrusu göklerin ve yerin yaratılışı» ve bunun bilinerek Sânî' in (Allah) birliğine delil getirilmesi insanların Allah'ın âyetlerini te­fekküre sevkedilip yaratıklarındaki hârikaları görmelerinin sağlanma­sı, fiillerindeki i'tinânın ortaya konulması... Evet bütün bunlar onun birliğinin delilleridir. Şayet bu fiiller için iki yapıcı bulunmuş olsay­dı, ikisinin bir konuda birleşmesi müstahsil olurdu. Fiillerinin kemâl noktasında eşit olması imkânsız olurdu. Böylece bu âlemin yaratıcısının ve yöneticisinin irâde sahibi Kadîr bir tek yaratıcı olduğu sabit bulun­maktadır. Allah Teâlâ burada yedi tür tabiat hârikasından söz et­mektedir.[24]

 

Kâinatın Yaratılışı ve Allah

 

Fakat size ön bilgiler mâhiyetinde bazı ilmî hârikaları göstermem icâb edecek. Burada organik dünyanın bazı meselelerine temas edece­ğim. Bitkilerin farklı yapılarının sebep olduğu hususiyetleri açıklaya­cağım. İyi bil ki; Allah Azze ve Celle maddeyi yaratmış ve onu tür tür, cins cins ayırmıştır. Bir kısmını bitki bir kısmını organik varlık haline getirmiştir. Bunların her ikisi de büyüleyici ilâhî mülkün numuneleri­dir. Nerdeyse gözle görülmeyecek kadar küçük olan bir bitkiden, büyü­teçle dahi zor görülebilen küçük bir organizmadan, hurma ağacına ve ormanlardaki dev cüsseli ağaçlara, korkunç kuvvete sahip muazzam fillere ve bunların arasında kalan varlıklara kadar her şeyde akıllan hayrete düşüren özellikler saklı bulunmaktadır. Öyle ki siz, hikmet ilimlerine vâkıf, güçlü bir bilginin bir bit veya fil karşısında aynı de­recede hayrete düştüğünü görürsünüz, öyle insanlarla karşılaşırsınız ki; çocuklarını otomobillere bindirip hayvanât bahçesine götürürler ve gezdirirken file bindirirler. Analar babalar fil bakıcıları gaflet içerisin­de güler, oynar, gezinirler. Bilmezler ki, o büyük cüsseli filin dört ayağı, hortumu ve dışa çıkmış iki tane dişi vardır. İnsanlar görünce iğrendikleri aşağılık, çirkin, pis bitin de onca küçüklüğüne, değersiz­liğine ve basitliğine karşılık aynı şekilde hârika bir yapıya sahip ol­duğunu farketmezler. Bitin altı ayağı, hortumu, dört kanadı, kuyruğu, ağzı, boğazı, karnı, bağırsakları ve gözle görülmeyecek kadar başka organları da vardır. Bit fili rahatsız eder ama fil ona bir şey yapa­madığı gibi ondan kaçıp kurtulamaz da. San'atkâr kişiler ağaçtan, de­riden ve altın gibi madenlerden bir fil heykeli yapabilirler de bit hey­keli yapamazlar. Görülüyor ki bitin yapısı filin yapısından daha zor ve daha Kompledir. Bitkiler âleminde, asırlarca yaşansa farkına varıla­mayacak sayısız hârikalar vardır. Bu hârikalar sadece iki tür varlık için burada sözkonusu edilmiştir. Daha yeryüzünde nice madenler, ır­maklar, denizler, gökyüzünde hava, bulut, yıldızlar, aylar ve güneşler var ki hepsinin kâinattaki ana maddesi aynıdır. (...)

Allah Teâlâ insanın zayıflığını bildiği için, ona dil, dudak, ağız vermiş. Ciğerlerinde biriken kirli havayı temizleyerek kana oksijen götürmesi için ciğer vermiş. Bu kirli havadan karbon adı verilen kö­mür maddesini çekip almış. Nefes aldığı zaman ağzına giren hava, ne­fesini verdiği zaman ağzından çıkan kirli karbondioksit ile bir takım harfler çıkarma imkânına ulaştırmıştır. Bu harfler milletlere göre fark­lılık ifâde eder. Bu harfler ile konuşmalar, fiiller, resimler, öğütler, ticarî siyâsî anlaşmalar ve çakışmalar dile getirilir. (...) Bu yapılan haddi zâtında havadaki oksijenin ciğerlere çekilmesinden başka bir şey değildir. (...)

İyi bil ki; eski bilginler bütün bu âlemin aslının heyuladan ibaret olduğunu söylerler. Heyula arapça bir kelimedir ve pamuk anlamına gelir.  (...)

Çağdaş bilginler ise derler ki; âlemin ana maddesi başlangıçta kendi etrafında dönmekte olan nebülozdu. Nebülozdan kopan parça­lardan güneş, yeryüzü ve âlemler oluşmuştur. Bu gün gözle görünme­den, zihnen farkedilmeyen esîr; maddenin esâsı olarak kabul edilmek­ledir. Işıktan daha parlak, güzelden daha güzel ve ruhî bir şey olan bu esirden atalarımızın dediği gibi madde, elektrik ve mıknatıs mey­dana gelmiştir. Isı ve ışık da burada oluşmaktadır. Esîr maddesinin de­ğişik şekilleri ve nitelikleri vardır. Madde esirden oluşmuştur. Bir baş­ka deyimle keyfiyeti bilinmeyen esirin hareketinden demir, bakır, altın, râmüş, radyum, oksijen, hidrojen, azot ve karbon gibi bütün elementler sevdana gelmiştir. Tıpkı ağızdan çıkan sesler ile alfabe harflerinin aeşkîl edilmesi gibi. (...) Görüyoruz ki, bütün hayvan ve insan tür­eri elementlerden oluşmaktadır. Tıpkı kelimelerin harflerden oluşması gibi (...)

Kimya bilginleri, bitki ve hayvanın canlı olmayan maddelerin bir- leşmesinden meydana geldiğini belirtmektedirler. Bu maddelerin baş-lıcası oksijen, hidrojen, azot ve karbon ile bazı tuzlardır. Bu dört ele­ment değişik miktarlarla bitkilerin, hayvanların organlarını meydana getirirler. Bu elementlerin birleşmesinden kan, yağ, sinir, bitkilerdeki yeşillik (klorofil) kâğıt, meyve, hurma, portakal ve zeytin gibi muh­telif maddeler meydana gelir. Tatlılık, ekşilik, yağlılık, acılık, hepsi bu katı maddelerden türemiştir. Bj- başka ifâde ile bunlar harflerden meydana gelen kelimeler gibidir. Madde aslında birdir. Bunun görünüşü muvakkattir. Tıpkı sözlerin ve mısraların aynı harflerden meydana gelmiş olup değişik şekil kazanmış olması gibi. Üzüm suyu ne alkol, ne de alkol maddesini ihtiva eder. Alkol su ve şekerden ibarettir. Si" ve şeker bir yerde uzun süre bekletilirse şekerin bir atomu parçalanıp ondaki oksijn, hidrojen ve karbon ayrılır. Ve yeni bir ölçüyle belirli oranlar dâhilinde birleşir... Ve bundan alkol adı verilen alkollü madde neş'et eder. Böylece üzüm suyu alkol olur. Aslında arttırılan veya ek­siltilen bir şey yoktur. Tıpkı ağzımızdan çıkan ses ve harfler gibi. Ye­diğimiz meyvelerde ne kan vardır, ne et vardır, ne kemik vardır, ne de damar. Ama bunları yediğimiz zaman hepsi kan, et ve kemik haline dönüşür. Böylece tane çekirdek olur. Tane ve çekirdekte ne yaprak vardır, ne çiçek. Fakat toprağın öz sularını emerek, havadan aldığı oksijeni teneffüs ederek müthiş bir ameliye gerçekleşir ve bildiğimiz gibi göz kamaştırıcı sonuçlar ortaya çıkar. Böylece Allah Teâlâ'nın denizler mürekkeb olsaydı Rabbımın kelimeleri bitmeden denizler bi­terdi âyetinin sırrını daha iyi anlamış oluyorsunuz.[25]

«Doğrusu göklerin ve yerin yaratılışında...» Bu âyet Allah'ın bir­liğini ve engin rahmetini gösteren kâinat mucizelerinden bir kısmım açıklamaktadır. Daha önce de bahsettiğimiz gibi itikadı problemler arasında Allah Teâlâ'nın iki özelliği sözkonusu edilmişken bu âyette de aynı türden özellikler dile getirilmektedir. Bu işaretlerden birincisi ve ikincisi göklerin ve yerin yaratılışı ile ilgilidir. Göklerin ve yerin yaratılışı, düşünen kafaları dehşete götürecek çok yönlü mucizelerle ve işaretlerle doludur. Bu görüşün sadece bir yönünü seyreden insanlar böylesine dehşete kapılırsa, derinliğini keşfeden ve halkın bildiğinden çok daha büyük kısmını bilen bilginlerin hali ne olacak? Göklerin ci­simleri, birbirinden milyonlar, milyarlarca ışık hızı mesafede olan bazı semavî kümelerden teşekkül eder. Bu kümelerin her birinin mükemmel bir nizâmı, muhkem bir sistemi vardır. Birinin düzeni diğerini boz­maz. Çünkü hepsi birlikte genel kanun ve nizâmlara bağlıdır. Bu ni­zâm; eşi ve benzeri bulunmayan yaratıcılığında, takdirinde, hikmetin- de ve tedbîrinde ortağı olmayan bir tek tanrıdan sâdır olduğunu gös­terir. Bu gök cisimlerinden bize en yakın olanı parjak ışığıyla dün­yamızı aydınlatan ve yeryüzündeki hayvanı ve bitkisel hayatın sebebi olan, güneşimize nisbetle güneş manzumesi adı verilen kümedir. Güneş ve ona bağlı muhtelif uzaklıklardaki yıldazlardan oluşan bu kümede her yıldız belirli bir yörüngede karâr kılmış ve muntazam ilâhî bir kanun uyarınca, genel cazibe kanunu denilen ince bir sistem gereğince aralarındaki oran her zaman farklı tutulmuştur. Şayet bu nizâm ol­masa yörüngelerinde giden o yıldızlar yörüngeden çıkarlar ve birbirle­riyle çarpışırlar. O zaman hem bu dünya mahvolur, hem de bütün kâi­natın sistemi bozulur. İşte bu nizâm ilâhî rahmetin bir göstergesi ol­duğu gibi, Allah'ın birliğinin de delilidir.

Yukardan beri işaret ettiğimiz husus göklerin yaratıbşıyla ilgili­dir. Ardından yerlerin yaratılışı gelmektedir. Ağırlığı, maddesi, şekli ve içinde yaşıyan katı, bitkisel ve hayvanı hayat tarzıyla yeryüzü. Her bir varlığın dakîk bir düzeni, uyumlu bir kanunu ve sürekli bir tekevvün nizâmı vardır. Hepsi doğuşlarından yokoluşlarına kadar be­lirli bir düzene tâbi olurlar. Hattâ siz, muhtelif türden katı varlıkları oluşturan kayaları ve değişik özelliklere, renklere sahip olan metal­leri dikkatle inceleyecek olsanız, onda hârika bir düzeni müşahede eder ve bu düzen farklılığından doğan sayısız faydaları görürsünüz. Kesin olarak, bütün bunların Azîz bir yaratıcının hârika eseri olduğunu hay­kırırsınız. (...) Üçüncü husus geceyle gündüzün birbirinden farklı ol­masıdır. Birinin gelip diğerinin gitmesi, birinin uzayıp, diğerinin kı­salması olayıdır. Bütün bunlar bir hesaba göredir. Her ülkede, her mev­simde, her enlemde ve boylamda farklı farklıdır. Âyette önce göklerin ve yerin yaratılışı, sonra geceyle gündüzün farklılığı sözkonusu edil­miştir. Çünkü bu farklılık günrşle yeryüzünün arasındaki karşılıktan ve hareketten kaynaklanmaktadır. Bu konu, ilgili bilim dalında de­taylı olarak açıklanmıştır. Geceyle gündüzün farklılığından doğan gö­rünümler, mevsimler ve bunlarda insanların yararına olan hususlar Allah'ın eşsiz ve biricik yaratıcılığının apaçık belgeleridir. Bu sürekli nizâmı ibda' edişinin belgeleridir. Allah'ın kullarına rahmeti sayesin­de herkes bu farklılığın derecesini ve sebeplerini bilmese de hârika ve büyüleyici yönlerini kendi çapma göre kolayca bilir.  (...)

Allah Teâlâ bu âyetini, âyetlerinin en büyüğü olarak tavsif bu­yurmuştur. Çünkü onunla ölümünden sonra yeri yeniden dirilttiğini bildirmektedir. Gelişme, beslenme ve üreme gibi her türlü canlılık va­sıflarından uzak olan toprağı su ile ihya etmiştir. Ve orada değişik tür­den canlıları yaymıştır. Yeryüzünde bitkisel hayat su ile başlamıştır. Ve su sayesinde diğer canlı türlerinin doğmasına elverişli ortam zu­hur etmiştir.

Bu âyetteki diriltmeden maksad; toprağın ilk defa diriltilip muh­telif varlıkların doğumunu sağlayan dirilme midir? Yoksa her gün değişik canlıların dünyanın her tarafından gözlemlenen doğuşlar mı­dır? Âyetin zahirinden ilk diriliş olduğu anlaşılmaktadır. Bilhassa bir başka âyette sözkonusu edilen ilk diriliş bahis mevzuudur ki bu âyet şudur : «O küfredenler görmediler mi ki, göklerle yeryüzü bitişik idi. Onları biz ayırdık ve her canlıyı sudan yarattık.» Bu âyette her şeyin su ile canlandırıldığı ifâde edilmektedir. Bu canlanış göklerle yeryü­zünün ayrılmasından sonradır. Şöyle ki göklerle yeryüzü bitişik bir tek maddeden ibaretti. Duman gibi gaz akımlarından oluşmuş bölüm­leri yanyanaydı. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette «Sonra semâya yöneldi ki o duman halindeydi. Ona ve yeryüzüne isteyerek, istemeye­rek gelin, dedi.» buyurmaktadır. Maddenin  parçalanması  sırasında yeryüzünün kütlesi ile güneşin kütlesi birbirinden ayrıldı ve yeryüzü başlı başına dönen bir alev topu haline geldi. Yeryüzünün ısısı nede­niyle üzerinde bulunan su maddesi - -bugün kimya bilginlerinin ana­liz ve sentezleri neticesinde oksijen ve hidrojen dedikleri şey— buhar­laştı. Ve atmosferde soğuma oldu ve bu buhar atmosferdeki soğuklukla karşılaşınca yeryüzüne tekrar inmeye başladı.  Daha önce anlattığı­mız gibi, ısısını kaybetti. Böylece yeryüzü gittikçe ısı kaybına uğradı ve dünyanın her tarafını su kapladı. Bilâhere sudan karalar oluştu ve bitki, hayvan çıktı. İşte böylece her şey sudan canlı kılındı. İlk can­lanma budur. Yeryüzünün her tarafında görülen sürekli canlılığa ge­lince, bu şu âyet-i kerîme'de işaret edilen canlılıktır: «Sen yeryüzünü durgun görürsün. Biz onun üzerine su indirdiğimizde sarsılır ve can­lanır. Her bitkiden güzel çiftler üretir.» Şöyleki biz yağmur yağmayan toprağın, susuz arazîlerin hiçbir şekilde bitkisel örtüye sahib olmadı­ğını görüyoruz. Dolayısıyla burada bitki ve hayvan türü yaşayama-maktadır. Sadece mücavir alandan oraya gelip sonra giden varlıklar bulunmaktadır. Böyleyken yeryüzünde canlıların hayatı su ile orantı iıdır. Gerek âlemlerin ilkyaratılışındaki canlı varlık türleri sözkonusu olsun, gerekse bu türlerin tek tek ferdlerinin günlük doğum ve ge­lişme sonucu ortaya çıkan canlılıkları bahis mevzuu olsun hepsi de suya bağlıdır. Kara parçası üzerinde, bitki ve hayvanların beslendiği su kaynağı yağmurdur. Mısır toprağı da buna dâhildir. «Mısır'ın ha­yatı Nil ile kâimdir, yağmurla değil.» sözü yanlıştır. Çünkü yeryüzün­deki ırmaklar ve gözelerin hepsi yağmurdan beslenir.   Yağmur top­rağın derinliklerine sızar, orada toplanır, sonra bir başka yerden top­rağın yüzüne taşar... Yağmur ve hayat sebebi olan su, varoluşu ve bileşimi bakımından Allah'ın bir âyetidir. Çünkü o vahdet ve rahmete delâlet eden hakimane ilâhî kanunlara göre cereyan eder. Ayrıca su­yun canlı varlıklar üzerindeki etkisi de bir ilâhî işarettir. Şu bitki aynı suyu emer ve hayatının kaynağı aynı sudur. Ama rengi ayrı, tadı ayrı, kokusu ayrıdır. Aynı toprak parçasında kavun da biter, Ebu Ce­hil karpuzu da. Her ikisinin şekli ağaş: yukarı birbirine benzer, ama tatları ayrıdır. Hurma ağacının meyvesi lezzetlidir. Onun yanında bi­ten limon ağacının ki ekşidir. Portakalın ise ürünü ekşi ve tatlı karı­şımıdır. Bunların hemen yanında muşmulayı görürsünüz ki, ne hur­mada ne de narenciyede bulunmayan bir koku saçar. Hattâ bir ağacın çiçeği tatlı kokar ama bu çiçeğin yer aldığı dalı kestiğinizde çirkin bir koku yayılır çevreye. İşte yağmurun meydana gelişi, yeryüzüne inişi, bitkilerin sudan beslenip meyve üretmesi aynı kanuna bağlı. Şu halde nizâmın vahdeti ve düzensizliğin bulunmayışı aynı kanunun bir tek kaynaktan sâdır olduğuna delâlet eder. Bu bakımdan mükemmel şek­liyle vahdaniyet esâsı ortaya çıkar. Yaratılan şeyierle insanların fay­da ve menfaatına olan hususlar ilâhî rahmetin göstergeleridir. Bu söy­lediklerimiz yeryüzündeki her canlı için geçerlidir. Hepsi de Allah'ın varlığının birliğine, rahmetinin herkesi içine aldığına delildir. (...)

Atmosferde yeryüzüne yağmur indirmek için birik)x» dolaşan bu­lutlar da Allah'ın yüceliğinin delilidir. Âyette önce rüzgarın, sonra bu­lutların zikredilmesi bazan rüzgarın bulutları sürükleyip yağmur ya­ğacak yere götürmesi, bazan da bulutları dağıtıp yağmura engel ol­masındandır. Bulutların sudan bahsedilirken zikredilmeyip de rüzgar­dan bahsedilirken zikredilmesi hususuna gelince; su bulutun ana se­bebi olmasına rağmen, orada bahsedilmeyip burada bahsedilmesi bizi bir delile götürmek içindir. Bulut bir nizâma göre oluşur. Gökle yer­yüzü arasında bir düzen uyarınca dağılır. İnsan; alışıp da her zaman gördüğü için normal kabul etmese bulut bizatihi —derinliğini bilmese de— hayret verici bir tabiat harikasıdır. Onun mâhiyetini ancak latîf cisimlerin birleşmesi ve ayrışması, yücelmesi ve düşmesini sağlayan ilâhî kanuna— ki günümüzde bilginler buna cazibe (gıravitasyon) kanunu adı veriyorlar— vâkıf olanlar çok iyi bilirler. Cazibe kanunu­nun değişik yönlerini ve esrarını bilmeyenler sadece görüntülerini mü­şahede ederler. Rabbânî varlıklar gibi onlara bakarlar. Ve bunun bir mucize olduğunu bilmezler. Çünkü onların, insanı öteki varlıklardan ayıran idrâk kabiliyetleri dumura uğramıştır. Yani akıllan gelişme­miştir. Bunun için Allah Teâlâ bu hususların ancak akleden bir kavim için âyet olduğunu bildirmektedir. Şu halde bunun sebeplerini gören­ler, hikmet ve esrarını kavrayanlar, fayda ve zararım ayırdedenler, on­da mevcûd olan dikkat ve itinâyı ve bu nizâmın üstüne dayandığı ka­nunları görenler onu yaratanın hikmetine, lütuf ve rahmetine delil ge­tirirler. Akıllan, ilim ve irfânlan ilerledikçe onun ibâdete lâyık oldu­ğunu, daha iyi anlarlar. Akıl, ilim ve irfanın tekâmülü nispetinde îmân­da tevhidi bulurlar. Çünkü ancak akılsız insanlar ve bilgisiz kişiler Al­lah'a şirk koşabilirler.

İslâm'a mensûb olanların Allah'ın kitâb-ı kerîm'inde dikkatle bak­malarını emrettiği hârikaları görmemeleri dîne karşı işlenmiş bir suç ve büyük bir sorumluluk nedeni değil midir? Halbuki Allah'ın kitabı, müslümanları bu hârikalara bakıp ibret almaya sevketmektedir. Din önderlerinin Allah'ın hüküm ve âyetlerini açıklayan bu hârikaları ter-ketmelerini milletin başına gelen büyük bir musibet ve aynı zamanda dîni mahveden, zayıf düşüren bir hal değil midir? Kendilerini bu ko­nuda akıllıca düşünmeye sevkeden Allah'ın kitabına muhalefet ederek bu konularla uğraşmamaları büyük bir eksiklik değil midir? Evet on­lar bu konularla uğraşmazlarken, geleneksel anlayışlarında ısrar eder­ler ve eskilerin izinden gittiklerini söylerler... Bunlardan bir kısmı kâinat bilimleri adı verilen pozitif bilimlere din adına karşı çıkarlar. Eşyanın yalnızca dışyüzüne bakmanın, Allah'ın âyeti olup yaratıcısı­nın hikmet ve rahmetinin bilinmesi için yeterli olduğunu iddia eder­ler. Bunların durumu bir kitabın dış kapağına ve yüzüne bakıp için­deki ilim ve hikmeti bilmeyen kimselerin durumuna benzer. Evet bu kâinat Allah'ın Kemâl, Celâl ve Cemâlinden yayılan ilâhî san'at hâri-kalanyla dolu bir kitaptır. Nitekim bu kitaba Allah Teâlâ şöylece işa­ret buyurmaktadır: «De ki denizler mürekkeb olsaydı, Rabfcımın ke­limeleri onlarla yazılsaydı, Rabbımın kelimeleri bitmeden denizler bi­terdi. Birkaç misli daha mürekkeb getirmiş olsaydık yine tükenirdi.» Ve yine Allah Teâlâ «Eğer yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem, deniz­ler de mürekkeb olsaydı sonra buna yedi deniz daha eklenseydi yine Allah'ın kelimeleri tükenmezdi.» buyurarak işaret etmiştir. Allah'ın yer­yüzündeki kelimeleri şu ilâhî yaratıkların her biridir. Her yaratık dille söylenenden daha açık bir lisanla konuşur. Ancak kulağı olmayanlar bunu anlamazlar. İlim düşmanları ve ilâhî bilginin yalnızca nazarî tar­tışmalardan, mantıkî kıyâslardan öğrenilebileceğini söyleyenler; var­lıktaki gerçek delilleri görmeyen ve bunu kavrayamayanlardır. Onların bu iddiası vehim değil, gerçek olsaydı ve Allah Teâlâ kitâb-ı mübîn'in-de nazarî delilleri, fikrî hüccetleri devir ve tesessül gibi kelâmî ıstılah­ları zikrederdi de; gökyüzü yeryüzü, gece, gündüz, felek, yağmur ve bunların hayat üzerindeki etkileri gibi konulardan bahsetmezdi. Hal­buki Allah'ın iki çeşit kitabı vardır: Biri yaratılmış kitabıdır ki bu kâinattır. Diğeri indirilmiş kitabıdır ki bu Kur'an'dır. Biz her iki ki­tabı, ancak bize verilen bilginin sağladığı imkân ile öğrenebiliriz. Kim Allah'ın emrine itaat ederse o kurtulanlardandır, kim de Allah'ın em­rinden yüzçevirirse o kaybedenlerdendir.» [26]

 

165- İnsanlardan kimi de Allah'dan başkasını O'na emsal edinir, Allah'ı sever gibi onları severler. îmân eden­
lerin, Allah sevgisi ise, daha fazladır. Zulmedenler azabı görecekleri zaman; bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu
ve Allah'ın pek çetin azabı bulunduğunu keski bilselerdi.

166- O zaman uyulanlar, uyanlardan uzaklaşmış ve azabı görmüş oldular. Aralarındaki bütün bağlar kopmuş­
tur.

167- Uyanlar dediler ki:   Bizim için (dünyaya) bir dönüş olsaydı da (şimdi) bizden uzaklaştıkları gibi, biz de
onlardan uzaklaşsaydık. Böylece onların bütün yaptıkla­rını Allah hasretler halinde kendilerine gösterecektir ve
onlar ateşten çıkacak değildirler.

 

Allah'a Şirk Koşanlar

 

Allah Teâlâ dünyada kendisine şirk koşanlann halini anlatıyor. Ve âhiret yurdunda başlarına gelecekleri bildiriyor. Onlar Allah'a eş­ler ve ortaklar koşmuşlardır. Allah'ı sevdikleri gibi onları da seviyor­lar. Halbuki Allah'tan başka ilâh yoktur. O'nun zıddı, şeriki ve nazîri yoktur. Buhârî ve Müslim'in Sahih'inde Abdullah İbn Mes'ûd'dan vârid olur ki; O, ben ey Allah'ın Rasûlü günâhların en büyüğü hangisidir? dedim, Rasûlullah; Allah'a seni yarattığı halde şirk koşmandır, buyur­du demiştir.

«îmân edenlerin Allah sevgisi ise daha fazladır.» Onlar Allah'ı tam olarak bildikleri, O'na saygı. duydukları, O'nu birleyip sevdikleri içinhiçbir şeyi O'na ortak koşmazlar. Yalnızca O'na ibâdet eder, tevekkül eder ve her işlerinde O'na sığınırlar. Sonra Allah Teâlâ kendi nefisle­rine zulmeden müşrikleri tehdîd ederek buyuruyor ki: «Zulmedenler azabı görecekleri zaman, bütün kuvvetin Allah'a âit olduğunu ve Al­lah'ın pek çetin azabı bulunduğunu keski bilselerdi.» Bazıları derler ki; sözün takdiri şöyledir : Eğer küfredenler azabı gözleriyle görselerdi, o zaman bütün kuvvetin Allah'a âit olduğunu bilirlerdi. Bütün hükmün tek başına ve eşi bulunmaksızın Allah'a ait olduğunu, her şeyin O"nun etkisi, üstünlüğü, saltanatı ve hâkmiyeti altında bulunduğunu anlar­lardı. Ve Allah'ın azabının şiddetli olduğunu da bilirlerdi. Nitekim bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyuruluyor: «O gün hiç kimse Allah'ın azâb ettiği gibi azâb edemez. Hiç kimse O'nun vurduğu bağ gibisini bağlayamaz.» (Fecr, 25-26) Allah Teâlâ buyuruyor ki; onlar gözleriyle görecekleri şeyi bilmiş olsalardı, şirkleri ve küfürleri yüzünden başlarına gelecek fecî, kötü ve baş döndürücü hali görmüş olsalardı, bulundukları sapıklıktan vazgeçerlerdi.

Sonra putlara inanıp, Allah'ı inkâr edişlerini bildirerek, kendisine tâbi olanlarla, tâbi olunanların birbirinden uzaklaşacaklarını haber veriyor: «O zaman uyulanlar, uyanlardan uzaklaşmış ve azabı görmüş oldular.» Dünya diyarında ibâdet ettiklerini sandıklan melekler, onlar­dan uzaklaşarak derler ki; biz sana sığındık, onlar bize ibâdet etmez­lerdi. Tesbîh ederiz Seni. Sensin bizim dostumuz. Hayır onlar cinlere ibâdet ederlerdi. Çoğunluğu buna inanırlardı. Cinler de onlardan uzak* laşarak kendilerine ibâdet ettiklerini kabul etmezler. Nitekim Allah Teâlâ onlar hakkında bir başka âyette şöyle buyuruyor: «Allah'ı bıra­kıp da kıyamet gününe kadar cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kimdir? Halbuki yalvardıklan şeyler onlann yalvarışların­dan habersizdirler. Fakat insanlar haşr edildiklerinde onlara düşman olurlar. Ve onlann tapınmalarını inkâr ederler.» (Ahkâf, 5-6)

Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyuruyor : «Onlar kendilerine kuvvet kazandırsın diye Allah'ı bırakarak tannlar edindiler. Hayır, tan-nlan kendilerinin ibâdetlerini inkâr edeceklerdir ve onların aleyhine döneceklerdir.» (Meryem, 81-82) Hz. İbrahim'in kavmine söyledikle­rini de Allah Teâlâ şöyle ifâde ediyor : «îbrâhîm şöyle demişti: «Dünya hayatında Allah'ı bırakıp aranızda putlan mahabbet vesilesi kıldınız. Sonra kıyamet günü birbirinize küfreder ve karşılıklı la'net okursunuz. Varacağınız yer ateştir, yardımcılarınız da yoktur.» (Ankebût, 25) Bir başka âyeti- kerîme'de ise şöyle buyuruyor: «Büyüklük taslayanlan bir görseydin. Hani zâlimler Rablerinin huzurunda dikilmişler, bir kısmı bir kısmına söz atıyordu. Güçsüz sayılanlar büyüklük taslayanlara di­yorlardı ki: Siz olmasaydınız biz muhakkak inananlar olurduk. Güç­lü sayılanlar da, güçsüz sayılanlara, geldikten sonra hidâyetten sizi biz mi alıkoyduk? Hayır siz, mücrimler oldunuz. Güçsüz sayılanlar da büyüklük taslayanlara dediler ki: Hayır gece ve gündüzün işiniz hile­kârlıktı. Hani siz bizim Allah'a küfretmemizi ve ona eş1 er koşmamız) emrediyordunuz. Azabı gördüklerinde, ettiklerinden dolayı içleri yan­dı. Ve küfretmiş olanların boyunlarına demir halkalar vurduk. Yap­makta olduklarından başkasıyla cezalandırılmazlar.» (Sebe7, 31 - 32) Bir başka âyet-i kerime'de de şöyle buyurulur: «iş olup bitince şeytân; doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size söz verdim ama sonra caydım. Esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu. Sadece ça­ğırdım, siz de geldiniz. O halde beni değil, kendinizi yerin. Artık ben si­zi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koş­manızı daha önce kabul etmemiştim. Doğrusu zâlimlere can yakan bir azâb vardır.» der. (İbrahim, 22)

«Ve azabı görmüş oldular. Aralarındaki bütün bağlar kopmuştur.» Allah'ın azabını gördüklerinde; bütün ipler ve bağlar kopmuş, kurtuluş vâsıtaları kalmamıştır. Ateşten döndürecek veya alıkoyacak hiçbir şey yoktur. Atâ, İbn Abbâs'tan naklen der ki; buradaki bağlardan maksad, dostluktur. Mücâhid de İbn Ebu Necîh'den nakledilen rivayette böyle demiştir.

«Uyanlar dediler ki; bizim için dünyada bir dönüş olsaydı da şimdi bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık » Keski dün­yaya bir kere daha dönseydik de bunlardan ve bunlara ibâdetten uzak­laşsaydık. Onlara iltifat etmeseydik, yalnız ve yalnız Allah'a ibâdet etseydik, derler. Ne var ki onlar bu sözlerinde yalan söylemektedirler. Çünkü tekrar dünyaya döndürülmüş olsalardı, yasaklandıkları şeyleri yine yaparlardı. Bunun için Allah Teâlâ «Böylece onların bütün yap­tıklarını Allah hasretler halinde kendilerine gösterecektir ve onlar ateş­ten çıkacak değildirler.» buyuruyor. Nitekim bir başka âyet-i kerîme de işte şöyle buyurur: «Yaptıkları her işi ele alır, onu darmadağın ede­riz.» (Furkân, 23) Bir başka âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruyor: «Rablarım inkâr edenlerin işleri fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. Yaptıklarından hiçbir şey elde edemezler. İş­te bu, derin sapıklıktır.» (İbrahim, 18) Bir diğer âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruyor: «Küfredenlerin işleri engin çöllerdeki serâb gibidir. Susayan kimse onu su zanneder. Fakat oraya geldiğinde hiçbir şey bu­lamaz. Orada Allah'ı bulur. Ve Allah orda hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir.» (Nûr, 39) İşte bunun için Hakk Teâlâ Hazretleri bu âyette «Ve onlar ateşten çıkacak değildirler» buyurmaktadır. [27]

               

168- Ey insanlar, yeryüzünde Dulunan helâl ve te­miz şeylerden yeyin. Şeytânın adımlarına uymayın. Şüp­
hesiz ki o, sizin için apaçık bir düşmandır.

169- O; size yalnız kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyi söylemenizi emreder.

 

Helâl Rızık

 

Allah Teâlâ; kendisinden başka ilâh bulunmadığını, yaratıcılıkta eşsiz ve bağımsız olduğunu belirttikten sonra, bütün yaratıkların rız­kını kendisinin verdiğini açıklamaya başlıyor. Kullarına lutfu sade­dinde; insanların yeryüzünden elde ettikleri her şeyi helâl kıldığını ve temiz olarak belirtildiği takdirde yemelerinin mübâh olduğunu anla­tıyor. Bu yiyecekler; kendilerinden güzel, temiz iseler, kafalara ve be­denlere zararları yoksa onları yemeyi Allah mübâh kılmıştır. Ancak şey­tânın adımlarına uymak yasaklanmıştır. Şeytânın adımlan; onun sa­pıklıkları ve câhiliyet devrinde Bahire, Sâibe, Vasîlye, vb. şeyleri ken­dilerine  hoş  gösterip  yasaklamağıdır.  Nitekim Müslim'in Sahîh'inde İyâz'dan nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah Te­âlâ buyurur ki; Benim kullarıma lütfettiğim her şey onlar için helâl­dir. Ben kullarımı hanîfler olarak yarattım. Ama şeytânlar gelip on­ları sapıklığa götürdüler ve Benim onlara helâl kıldığım şeyleri ken­dilerine haram kıldılar. Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki; Bize Süleyman İbn Ahmed... Abdullah İbn Abbâs'tfan nakletti ki, o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) m huzurunda «Ey insanlar yeryüzünde bulu­nan helâl ve temiz şeylerden yeyin...» âyeti okunduğunda, Sa'd İbn Ebu Vakkâs ayağa kalkarak dedi ki; ey Allah'ın Rasûlü benim için Allah'a duâ et de duası kabul edilenlerden olayım. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; ey Sa'd, yiyeceğini güzelleştir, duası kabul edilenlerden olursun. Muhammed'in nefsi yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ede­rim ki, kişi karnına haram lokmayı atınca onun duası kırk gün kabul olunmaz. Ve hangi kulun eti haram ve faizden oluşursa onun için ce­hennem daha uygundur.

«Şüphesiz ki o sizin için apaçık bir düşmandır.» Bu âyet şeytân­dan nefret ettirip, sakındırmaktadır. Nitekim bir başka âyet-i kerimi' de Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Doğrusu şeytân sizin için düşmandır. Siz de onu düşman edinin. O taraftarlarını ancak cehennem ashabın­dan olmaları için da'vet eder.» Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle bu­yurur : «Onu ve soyundan gelenleri benden ayrı olarak dostlar mı edi­niyorsunuz? Halbuki o sizin düşmanınızdır.»

Katâde ve Süddî «Şeytanın adımlarına uymayın» âyeti konusun­da derler ki; Allah'a her isyan «şeytânın adımlarından»dır. İkrime ise, şeytânın aldatmacalarıdır, diye tefsir eder. Mücâhid, şeytânın adımı­nın; şeytanın yanlışları olduğunu söyler. Ebu Miclez ise bunların günâh adaklar olduğunu belirtir. Şa'bî de der ki; adamın biri oğlunu kurban etmeyi adadı. Mesrûk ona koyun kesmesi için fetva verdi ve «bu yap­tığın şeytânın adımlarındandır» dedi. Ebu Duhâ, Mesrûk'tan nakleder ki; Abdullah İbn Mes'ûd'a yeşillik ve tuz getirildi, o da bunları yiyor­du. Adamın biri topluluktan ayrıldı. İbn Mes'ûd arkadaşınıza da verin dedi. O, istemem deyince, oruç musun? diye sordu. Adam, hayır dedi. Abdullah İbn Mes'ûd neden yemezsin öyleyse? dedi. Adam, ben yeşillik yemeyi ebediyyen kendime yasakladım, dedi. Abdullah İbn Mes'ûd ou şeytânın adımlarındandır. Onu ye ve yeminine keffâret ver, dedi. Bunu İbn Ebu Hatim de rivayet eder ve der ki; bana babam... Ebu Râfi'den nakletti ki; o şöyle demiş : Bir gün eşim bana kızdı ve dedi ki: O, bir gün Yahûdî, birgün Hıristiyandır, bütün köleleri de hürdür. Ben Ab­dullah İbn Ömer'e geldim ve durumu anlattım. O, bunlar şeytânın adımlarındandır, dedi. Zeyneb Bint Ümmü Seleme de aynı şekilde söy­ledi. Zeyneb, zamanında Medine kadınlarının en bilginiydi. Âsim ve İbn Ömer'e geldim onlara sordum. Onlar da aynı şeyi söylediler. Abd İbn Humeyd... İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder : Kızgınlık anın­dakis yemîn veya adak şeytânın adımlarındandır. Onun keffâreti yemîn keffâretidir. «O size yalnız kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah'a karşı bil meyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder.» Düşmanınız olan şeytân size kötü fiilleri emreder. Bu kötü fiillerin en ağın zina ve benzeri fuhuş­tur. Bundan da ağırı Allah hakkında bilgisizce söz söylemektir. Her bid'atçı ve kâfir bu âyetin muhtevası içerisine girer. [28]

 

170- Onlara; Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği za­man, onlar: Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz
şeye uyarız, dediler. Peki, ya ataları bir şey akledemeyen, doğruyu bulamayan kimseler olsa da mı ?

171- Küfredenleri (hakka) çağıran kimsenin misâ­li; bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan (hayvan­lar) a haykıranınki gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akledemezler.

 

Allah'ın Emrine Değil de Atalarının Âdetlerine Uyanlar

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki: Müşriklerden şu kâfirlere; Allah'ın Ra-sûlüne indirdiği şeye tâbi olun ve üzerinde bulunduğunuz cehaleti, sa­pıklığı terkedin denildiğinde, cevâb olarak; hayır, biz atalarımızı üze­rinde bulduğumuz şeye uyarız. Putlara tapınmaya devam edeıiz, der­ler. Allah Teâlâ onları reddederek buyuruyor ki; peki ya ataları dü­şünmeyen, doğruyu bulamayan kimseler olsa da mı? îbn İshak Mu-hammed İbn Ebu Muhammed yoluyla İkrime veya Saîd Îbn Cübeyr' den, onlar da İbn Abbâs'tan naklederler ki, bu âyet-i kerîme Yahu­dilerden bir taife hakkında nazil olmuştur. Rasûlullah (s.a.) onlan İs­lâm'a davet ettiğinde, onlar hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğu­muz şeye uyanz, demişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i ke-rîme'yi inzal buyurmuştur.

Bilâhere Allah Teâlâ böyle diyen kişilere bir örnek veriyor. Küfre­denleri çağıranın misâli; bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara bağıran kimse gibidir. Küfredenlerin sapıklıktaki, yanlışlık­taki, cehaletteki örneği; kendisine ne denildiğini anlamayan hayvan­lar gibidir. Sahibi ona bağırıp çağırdığı zaman; o ne dediğini anlamaz, bakıp durur. Sadece sesini işitir. İbn Abbâs, Ebu'l-Âliye, Mücâhid, İk­rime, Atâ, Hasan el-Basrî, Katâde ve Atâ el-Horasânî ile Rebi' İbn Enes'ten de bu tefsir rivayet edilmiştir. «Onlar sağırdırlar, dilsizdir­ler, kördürler, düşünmezler.). Onlar hakkı işitmekte, sağır söylemekte dilsiz, hak yolunu görmekte kördürler Hiç bir şeyi dinleyip anlamaz­lar. [29]

 

172- Ey îmân edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin, Allah'a şükredin, eğer
Ona kulluk ediyorsanız.

173- O, size, ölüyü, kanı, domuz etini, Allah'tan baş­kası için kesileni haram kılmıştır. Ancak kim mecbur ka­lırsa saldırmamak ve, sınırı aşmamak şartıyla (yemesinde) günâh yoktur. Muhakkak ki Allah, Ğafûr'dur, Rahîm'dir.

 

Helâl ve Haram

 

Allah Teâlâ mü'min kullarına rızık olarak verdiği temiz şeyleri yemelerini ve Allah'ın kulu oldukları için kendisine şükretmelerini em­rediyor. Helâl yemek; duanın ve ibâdetin kabulünün sebebidir. Keza haram yemek de; duanın ve ibâdetin kabul olmamasının sebebidir. Ni­tekim İmâm Ahmed İbn Hanbel'in rivayet ettiği hadîste Ebu Nadr... Ebu Hüreyre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ey insanlar, doğrusu Allah güzeldir, ancak güzeli kabul eder. Allah mü' minlere ve peygamberlere emrettiği şeyi emretmiştir. Ve demiştir ki: «Ey peygamberler güzel şeylerden yeyin ve sâlih amel işleyin, muhakkak ki Ben sizin yaptıklarınızı bilenim.» Ve yine buyurmuştur ki: «Ey îmân edenler size rızık olarak verdiğim şeylerin temiz olanından yeyin.» Son­ra bir adamdan sözetmiş : Adam uzun yolculuktan dolayı saçı birbirine karışmış, yüzü tozlanmış, iki elini semâya kaldırmış ve «Ya Rab, ya Rab» demiş. Halbuki adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haram imiş. Haramla beslenmiş onun duası nasıl kabul olur? buyurmuş. Bu hadîsi Müslim Sahîh'inde Tirmizî de Sünen'inde İbn Merzûk'tan nak­leder.

Allah Teâlâ kullarına verdiği rızkı ve helâl nimeti yemelerini be­lirttikten sonra, bunlann bir kısmım kendilerine haram kıldığım açık­lıyor. Haram olanlar ölü, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası için ke- silen şeylerdir. Ölü; kesilmeden anîden ölen hayvandır. İster boğul­muş, ister atılmış, ister sürçülmüş, ister yırtıcı hayvanlar tarafından
parçalanmış olsun. Keza domuz eti de haram kılınmıştır.-İster kesilsin, ister kendiliğinden ölsün. Domuzun yağı, eti hükmündedir. Bunun se­bebi etin yağı da ihtiva etmesidir. Yağın haram oluşu ya gâlibiyyet yönündendir veya kıyas yoluyladır. Keza Allah'tan başkası adına kssilmiş olan şeyler de haram kılınmıştır. Putlar, fal okları ve Allah'a şirk koşularak kesilmiş olanlar. Nitekim câhiliyet devrinde kurbanlar bun­ların adına kesiliyordu. Haramlar belirtildikten sonra, zaruret ve ih­tiyaç halinde bunlardan bir miktar yenilebileceği, ve bunun başka yiyecek bulunmaması halinde caiz olduğu belirtilerek «Ancak kim mec­bur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla yemesinde bir günâh yoktur. Muhakkak ki Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.» buyurulu-
yor.        

Mücâhid der ki: «Ancak kim mecbur kalırsa saldırmamak ve sı­nırı aşmamak şartıyla» yani, yol kesmemek, ümmete karşı çıkmamak, Allah'a isyan konusunda huruç etmemek şartıyla ona ruhsat vardır. Ama kim de baş kaldırır, saldırır veya Allah'a isyan ederek huruç eder­se mecbur da kalsa ona ruhsat yoktur. Saîd İbn Cübeyr'den de böyle dediği rivayet edilmiştir. Saîd İbn Cübeyr, Mukâtil İbn Hayyân derler ki; «saldırmamak» ta'bîri onu helâl saymamak demektir. Süddî ise «saldırmamak» ta'bîrinden, kendi arzu ve hevesinin peşinde koşma­mak anlamını çıkarmıştır. Atâ el-Horasânî ise, iştahla, isteyerek ve pişirilip kızartılarak değil, ancak doyacak kadar ölü eti yenebileceğini, helâl yiyecek elde edilince atılacağını söyler. İbn Abbâs da bu yiyecek­lerden kann doyurulamıyacağını söyler. Süddî «saldırmayı» düşman­lık olarak tefsir etmiştir. İbn Abbâs da der ki; «saldırmamak ve sı­nın aşmamak şartıyla» âyeti; ölüye saldırmamak ve yerken sınırı aş­mamak, demektir. Katâde der ki; yeyişinde sınırı aşmamak ve saldır­mamak kaydıyla mecbur kalan kişi, ölüden yeyebilir. Helâldan hara­ma tecâvüz etmemek kaydıyla. Yani yiyecek helâl şey varken harama koşmamak şartıyla, demektir. Mukâtil îbn Hayyân «yemesinde günâh yoktur. Muhakkak ki Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.» âyeti konusunda der ki; zaruret sonunda yemiş olduğu şeyde günâh yoktur. Allah en iyisini bilir ya bize ulaştığına göre bu, mecburiyet yeyişi üç lokmayı aşmayacak miktardır. Saîd İbn Cübeyr de der ki; Allah Teâlâ, ha­ramdan yemiş olduklarını bağışlar, zaruret halinde haramı kendisi için helâl kılmakla merhamet sahibi olduğunu gösterir. Vekî* der ki; bize A'meş, Mesrûk'un şöyle dediğini nakletti: Sizden biriniz mecbur kalır da yemez, içmez, sonra da ölürse cehenneme gider. [30]

 

174- Allah'ın indirdiği kitabtan bir şey gizleyip te, onu az bir pahaya satanlar; işte onlar karınlarına ateşten
başka bir şey yemezler. Kıyamet günü Allah onlarla ko­nuşmaz. Onları temize de çıkarmaz. Ve onlar için acıklı
bir azâb vardır.

175- Onlar hidâyet karşılığında  dalâleti,   mağfiret karşılığında azabı satın almışlardır. Onlar ateşe karşı ne
de sabırlıdırlar.

176- Bu, Allah'ın kitabı hak olarak indirilmiş olup, o kitâbda ihtilâfa düşenlerin şüphesiz ki, pek uzak bir şi-
kâk (çıkmaz) içinde olmalarındandır .

 

Allah'ın Emrini Gizleyip, İstismar Edenler

 

Allah Teâlâ «Allah'ın indirdiği kitabtan bir şey gizleyip de onu az bir pahaya satanlar» buyruğu ile yahûdîleri kasdetmektedir. Çünkü onlar yanlarında bulunan kitapta Rasûlullah'ın risâlet ve nübüvvetine delil olan niteliklerini saklamışlar, gizlemişlerdir. Bunu yaparken de; ellerinden başkanlıklarının gitmemesi ve araplardan elde ettikleri he­diyeleri, ikramları kaybetmemek kasdi gütmüşlerdir. Hz. Peygamberin kendi kitaplarındaki niteliklerini açıklayacak olurlarsa; insanların Hz. Peygamber'e tâbi olup kendilerini terketmelerinden korkmuşlardı. Al lah'ın la'neti onların üzerine olsun. Böylece basît şeylerden dolayı ger çeği gizlemişler ve nefislerini bu basît şeylere satmışlardı. Hidâyetten yüz çevirip, hakka ittibâdan uzaklaşıp, Rasûlü tasdik etmeyi ve Allah katından getirdiği gerçeklere inanmayı bu basît şeylerle değişmişler, dünya ve âhirette hüsrana uğrayıp kaybetmişlerdi. Dünyada kaybet­miştir. Onun peygamberliğinin delillerini, mucizelerini apaçık olarak ortaya koymuştur. Yahudilerin peygambere tâbi olmasından korktuk­ları araplar bu konuda Rasûlullah'ı tasdik etmişler, yahûdîlerle savaş­mak için peygambere yardımcı olmuşlardır. Böylece yahûdîler gazab üzerine gazabı hak etmişlerdir. Allah yahûdîleri kitâb-ı kerîm'inde bun­dan başka bir çok âyette zemmetmiştir. «İşte onlar karınlarına ateş­ten başka bir şey yemezler.» Onların, hakkı gizlemeleri mukabilinde yedikleri şey, sadece ateştir. Ateş, kıyamet gününde onların karınla­rını acı acı yakacaktır. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Yetimlerin mallarım haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkamış olurlar. Zaten onlar çılgın aleve atılacaktır.» (Ni­sa, 10) Sahîh hadiste de Rasûlullah (s.a.) buyurur ki: Altın ve gümüş kaplarda yiyip içenler, sadece karınlarına cehennem ateşini doldurur­lar.

«Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz. Onları temize çıkarmaz. Ve onlar için acıklı bir azâb vardır.» Çünkü Allah onlara kızmıştır. Zîra onlar bildikleri halde- gerçeği gizlemişlerdir. Bu sebeple gazabı hak-etmişlerdir. Onlara kıyamet günü bakılmaz ve temize çıkarılmazlar. Onların lehinde güzel söz söylenmez, onlar için elîm bir azâb vardır. İbn Ebu Hatim ve İbn Merdûyeh burada A'meş'in Ebu Hazım kana­lıyla Ebu Hüreyre (r.a.) den naklettiği şu hadisi zikrederler: Rasûlul­lah (s.a.) buyurdu ki: Allah üç kişiyle konuşmaz, onlara (rahmet na­zarıyla) bakmaz ve onlan temize çıkarmaz: Bunlar zina eden,yaşlı, yalan söyleyen hükümdar ve büyüklenen fakirdir.

Bilâhere Allah Teâlâ onların durumunu şöyle haber veriyor: «On­lar hidâyet karşılığında dalâleti, mağfiret karşılığında azabı satın al­mışlardır.» Hidâyetten yüz çevirmişler ve kendi kitaplarında Rasûlul-lah'ın sıfatı, peygamber olarak gönderilişi ve müjdelenmesi konusun­daki hakikatlerden yüz çevirmişlerdir. Diğer peygamberlerin; kendi tâ-bilerine Hz. Peygamberin geleceğini müjdeleyip doğruladığı gerçeğini değiştirmişler ve bunun yerine sapıklığı seçmişlerdir. Sapıklık; Hz. Pey­gamberi yalanlamak, inkâr etmek ve kendi kitaplarındaki niteliklerini gizlemektir. «Onlar mağfiret karşılığında azâb satın almışlardır. Onlar ateşe karşı ae de sabırlıdırlar.» Allah Teâlâ onlann şiddetli, büyük ve çok ağır bir azâb içerisinde bulunacaklarını bildirerek bu şiddetli azâb ve felâkete nasıl dayandıklarını, görenlerin hayretle karşıladığını ha­ber veriyor. Allah bizi bunlardan korusun.

«Bu, Allah'ın kitabı hak olarak indirilmiş olup o kitâbda ihtilâfa düşenlerin şüphesiz ki pek uzak bir şikâk içinde olmalarındandır.» Onlar bu şiddetli azabı hak etmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ Rasûlü Mu-fcammed (s.a ) ve ondan önceki bütün peygamberlere gönderdiği kitap­larında, hakkı hak olarak ortaya koymuş ve bâtılı ibtâl etmiştir. Onlar ise Allah'ın âyetlerini alay konusu etmişlerdir. Kitapları kendilerine el-lerindeki bilgi ve belgeyi açıklayıp yayınlamayı emrettiği halde, onlar emri reddedip, gerçek bilgiyi tekzîb etmişlerdir. Peygamberlerin sonun­cusu olan Hz. Peygamber ise kendilerini Allah'a da'vet etmekte ma' rufu emredip münkerden sakındırmaktadır. Ne var ki onlar Hz. Pey­gamberi yalanlayıp karşı çıkmakta ve inkâr etmektedirler. Onun sı­fatlarım gizleyerek Allah'ın peygamberlerine indirmiş olduğu âyetle-riyle alay etmektedirler. İşte onların azabı ve hüsranı hak etmelerinin sebebi budur. Bunun için Allah Teâlâ «Bu, Allah'ın kitabı hak olarak indirmiş olup, kitâbta ihtilâfa düşenlerin şüphesiz ki pek uzak bir şi-kâk içinde olmalarındandır» buyuruyor. [31]

 

177- Yüzlerinizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz «birr» değildir. Lâkin asıl «birr»; Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitâblara, peygamberlere îmân eden, malını se­ve seve yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolculara, dile­nenlere, kölelere, esirlere veren, namazı kılan, zekâtı ve­ren, muahede yaptıklarında ahidlerini yerine getiren, sı­kıntıda »hastalıkta ve şiddetli savaş anında sabredenlerin-kidir. İşte sâdık olanlar da onlardır, muttaki (olanlar da) onlardır.

 

Doğu ve Batı

 

Bu âyet-i kerîme önemli cümleleri, derin kaideleri ve doğru inanç esâslarını ihtiva etmektedir. Nitekim İbn Ebu Hatim der ki; babam... Ebu Zerreden nakletti ki o, Rasûlullah (s.a.) a îmân nedir? diye sor­muş. Rasûlullah (s.a.) «Yüzlerinizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz birr değildir...» âyetini sonuna kadar okumuş, sonra Ebu Zerr yine îmân nedir? diye sormuş, Rasûlullah (s.a.); sen iyi bir amel işlediğinzaman kalbin onunla sevinir, kötü bir amel işlediğin zaman kalbin on­dan nefret eder, buyurmuş. Bu hadîs munkatı'dır. Mücâhid, Ebu Zerr'e ulaşmamıştır. Ebu Zerr daha önce ölmüştür.

Mes'ûdî der ki; bize Kasım İbn Abdurrahmân nakletti: Adamın biri Hz. Ebu Zerr'e gelmiş ve îmân nedir? diye sormuş. Ebu Zerr «Yüz­lerinizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz bir değildir» âyetini sonuna kadar okumuş. Adam, ben sana birr'i sormadım, deyince Ebu Zerr ada­mın biri Rasûllulah (s.a.) a geldi ve bu adamın bana sorduğunu Ra-sûlullah'a sordu. Hz. Peygamber de bu âyeti okudu. Senin ho^nûd ol­maktan kaçındığın gibi o da hoşnûd olmaktan kaçındı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) eliyle işaret ederek buyurdu ki; «Mü'mirviyi bir amel işlerse bu, onu sevindirir ve sevabını ümîd eder. Kötü bir amel de iş­lerse bu, onu üzer ve Allah'ın azabından korkar.» Bu hadîsi İbn Mer-dûyeh rivayet etmiştir. Ancak bu dâ munkatı'dır. En iyisini Allah bi­lir.

Bu âyetin tefsirine gelince; Allah Teâlâ, önce mü'minlere Beyt'ül-Mukaddes'e doğru yönelmeyi emretmiş, sonra Kâ'be'ye döndürmüş­tü. Bu durum ehl-i kitâb'dan bir grupla, bazı müslümanlara zor gel­miş ve bunun üzerine Allah Teâlâ bu emirdeki hikmeti aç-klayıcı âyeti indirmiştir. Kıblenin tahvîlindeki ana maksadın; Allah Azze ve Celle'ye itaat, emirlerine boyun eğme, döndürdüğü yöne yönelme ve getirdiği hükme uyma olduğunu ve bunun da birr, takva ve kâmil îmân oldu­ğunu belirtmiştir. Doğu veya Batı yönüne yönelmenin birr ve itaat anlamına gelmediğini, Allah'ın emriyle ve şeriatın buyruğu ile olma­yınca hiç bir anlam taşımayacağını bildirerek «Yüzlerinizi Doğu veya Batı tarafına çevirmeniz birr değildir. Lâkin birr, Allah'a, âhiret günü­ne, meleklere, kitaplara, peygamberlere îmân...» buyurmuştur. Nitekim Kurban ve hediyeler konusunda da, «Allah Teâlâ'ya onların ne eti ne de kam ulaşır. Sadece sizden takva Allah'a ulaşır.» buyurmuştur. Avfî, İbn Abbâs'tan naklen bu âyet konusunda der ki; birr namaz kılıp, amel etmeniz değildir. Bu hüküm Mekke'den, Medine'ye hicret sırasında söz konusudur. Bilâhere farzlar ve hadler nazil olmuş, Allah Teâlâ farzlan emrederek, onlarla amel edilmesini buyurmuştur. Dahhâk ve Mukâtil' den de benzer bir rivayet nakledilir. Ebu'l-Âliye der ki; Yahudiler Balı tarafına yöneliyorlardı. Hıristiyanlar da doğu tarafına, Allah Teâlâ «Yüzlerinizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz birr değildir» buyurdu. Birr, îmândır, onun hakikati ise ameldir. Hasan ve Rebî' İbn Enes'ten de benzer bir rivayet nakledilir. Mücâhid der ki; lâkin birr, kalbte yer­leşen Allah'a itaattir. Dahhâk da der ki; lâkin birr ve takva; farzlan ol­duğu şekilde yerine getirmenizdir.

Sevrî «Lâkin asıl birr; Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere îmân...» âyeti konusunda şöyle der: Bütün bunlar birr'in çeşitleridir. Sevrî merhum doğru söylemiştir. Çünkü bu âyetteki sıfat­larla bezenen kimse, bütünüyle İslâm bağı içine girer ve tüm hayırları nefsinde toplar. Çünkü hayrın bütünü Allah'a îmân'dadır. Allah'a îmân ise; Allah'tan başka ilâh olmadığını kabul etmek, Allah ile peygamber­leri arasında elçiler olan meleklerin varlığını doğrulamaktır. Kitap cins ismi olup, bütün peygamberlere indirilmiş olan kitapları ihtiva eder. Kitap; kitapların en değerlisi, önceki kitaplann hâkimi, bütün hayrın kendisinde toplandığı dünya ve âhiret saadetini ihtiva eden, önceki ki­taplann bütününü nesheden Kur'an-ı Kerim'dir. Onda başlangıçtan son peygambere kadar bütün peygamberlere îmân yer alır. Allah'ın sa-lât ve selâmı son peygamberin ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.

«Malını seve seve veren.» Malını verirken onu hem seven, hem de vermek isteyen. Bu âyetin İbn Mes'ûd, Saîd İbn Cübeyr ve seleften, haleften diğerleri tarafından böyle tefsir edildiği sabittir. Nitekim Bu-hârî ve Müslim'de sabit olduğuna göre, Ebu Hüreyre merfû' olarak nak­leder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur :

«Sadakanın afdalı senin sağlıklı, cimri olduğun halde zenginliği bek­leyerek ve fakirlikten korkarak sadaka vermendir.» Hâkim'in de Müs-tedrek isimli eserinde, Şu'be ve Sevrî'nin... İbn Mes'ûd (r.a.) dan nak­lettiği hadiste Rasûlullah (s.a.) bu âyet konusunda şöyle buyurur : Se­nin sağlıklı ve tutkulu olarak, zenginliği uman ve fakirlikten korkarak vermendir. Sonra Hâkim bu hadîsin Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahîh olduğunu ancak onların tahrîc etmediklerini söyler. Ben derim ki; bu hadîsi Vekî'... İbn Mes'ûd'dan mevkuf olarak rivayet etmiştir ki sahîh olanı da budur. Allah en iyisini bilendir. Buna münâsib bir diğer âyet-i kerîme'de Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Onlar içleri çektiği halde yiyeceği; yoksula, öksüze ve esîre yedirirler. Biz sizi ancak Allah rızâsı için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.» (İnsan, 8-9) Bir diğer âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurur : «Sevdiğiniz şeylerden'inf âk etmedikçe birr'e erişemezsiniz. Her ne infâk ederseniz muhakkak ki Al­lah onu bilendir.» (Âl-i îmrân, 92) Bir diğer âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurur : «Kendileri zaruret içinde bulunsalar da onları kendilerine ter-cîh ederler. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte on­lar felaha erenlerdir.» (Haşr, 9) Bundan çok daha üstün bir infâk tarzı da; kendileri muhtaç oldukları halde, başkalarını kendilerine tercih edenlerin infâkıdır. Bunlar en çok sevdikleri şeyleri başkalarına verip, yedirirler.

«Yakınlarına» kişinin akrabaları, sadaka verilmesi daha evlâ olan­lardır. Nitekim hadîste sabit olduğuna göre; miskinlere sadaka sadaka-

dır. Yakınlığı olanlara sadaka iki kerre sadakadır. Bir sadaka bir de sı­ladır. Onlar senin için en yakın olanlardır. Senin iyiliğine ve ihsanına en çok lâyık olanlardır. Nitekim Allah Teâlâ aziz kitabında bir çok yer­de akrabaya iyiliği emretmiştir. .

«Yetimlere» Bunlar babalan ölmüş, henüz bulûğa ermemiş, kendi kazançlarını kendileri temin edecek duruma gelmemiş olan küçük yav­rulardır. Abdürrezzâk der ki; bize Ma'mer... Hz. Ali'den, o da Rasûlul-lah (s.a.) dan nakleder ki; Rasûlullah şöyle buyurmuştur: «Bulûğa er­dikten sonra yetimlik yoktur.»

«Miskinlere» gelince bunlar yiyecek, giyecek ve oturacak imkâna sahip olmayanlardır. Onlara ihtiyâçlarını kapatacak ve sıkıntılarını gi­derecek miktarda verilir. Buhârî ye Müslim'in Sahihlerinde Ebu Hürey-re (r.a.) den nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Miskin; şu bir veya iki hurma, bir veya iki lokma verilen gezginler değildir. Ancak miskin; ihtiyâcını giderecek bir imkân bulamayan ve bu durumu başkaları tarafından farkedilip de kendisine sadaka verilmeyen kişidir.

«Yolculara» yiyeceği tükenmiş olan, yolda giden yolcuları memle­ketlerine ulaştıracak kadar gerekli imkân verilir. Keza Allah'a itaat için bir sefer düşünen kişiye de gidip gelmesine yetecek kadar nafaka veri­lir. Misafir de yolcular arasına girer. Nitekim Ali İbn Ebu Ta]ha, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o şöyle demiştir: Yol oğlu müslümanlarda ko­naklayan misafirlerdir. Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Ebu Ca'fer, Hasan, Katâde, Dahhâk, Zührî, Rebî' İbn Enes ve Mukâtil îbn Hayyân da böyle demişlerdir.

«Dilenenlere» bunlar isteyip de zekât ve sadaka verilen kişilerdir. Nitekim İmâm Ahmed ibn Hanbel der ki; bize Vekî' ve Abdurrahmân... Hz. Ali'nin oğlu Hüseyn'den naklettüer ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur : Dilenci atın üstünde de gelse onun bir hakkı vardır. Bu hadîsi Ebu Dâvûd rivayet etmiştir.

«Kölelere» bunlar esirlikten kurtulmak üzere sözleşme yapıp da sözleşmenin karşılığım ödeyememiş olanlardır. Bu sınıfların bir çoğu hakkında Tevbe süresindeki zekât âyetinde söz edilecektir. İnşâallah. İbn Ebu Hatim der ki; bana babam Fâtıma Bint Kays'dan nakletti, Fâtıma Rasûlullah (s.a.) a; malda zekâttan başka da hak var mıdır? diye sor­muş. Rasûlullah (s.a.) ona «Malını seve seve yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere, kölelere (esirlere) veren...» âyetini okumuş. Bu hadisi İbn Merdûyeh, Âdem ibn Ebu İyâs kanalıyla Fâtıma Bint Kays'dan nakleder. Bu hadîse göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muş : «Malda zekâttan başka da hak vardır. Sonra «Yüzlerinizi Doğu ve Batı tarafına çevirmeniz birr değildir...» âyetini «köleler» kelimesine kadar okumuş.»

«Namazı kılan, zekâtı veren» namazı rükû' ve secdeleriyle huzur ve huşu içerisinde şer'î âdaba u/gun olarak edâ eden. «Zekâtı veren» Bur-daki zekâtın canın zekâtı oıması ve bedeni her çeşit aşağılık ve kötü huylardan kurtarma plması muhtemeldir. Nitekim Allah Teâlâ «Ken­dini arıtan, felaha ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de kay­betmiştir.» (Şems, 9-10) buyuruyor. Bir diğer âyet-i kerîme'de ise şöyle buyuruyor: «Ona de ki; arınmağa niyetin var mı? Babbına giden yolu göstereyim ki? O'nu sayasın.» (Nâziât, 18 -19) Bir diğer âyet-i kerîme' de ise şöyle buyurur : «Vay o müşriklere ki. Onlar zekât vermezler.» Fussilet, 6-7)

Fakat maldan verilen zekâtın da kasdedilmiş olması muhtemeldir. Nitekim Saîd İbn Cübeyr ve Mukâtil İbn Hayyân böyle demişlerdir. Bu takdirde sadece gönüllü infâk, birr ve sıla-i rahm için zekât verilebilir, anlamı çıkar. Bunun için Fâtıma Bint Kays'dan nakledilen hadîste mal­da, zekâttan başka hakkm bulunduğu belirtilmiştir. Allah en iyisini bi­lendir.

«Muahede yaptıklarında ahidlerini yerine getirenler.» Bu âyet-i ke­rîme Allah Teâlâ'nın «Onlar ki Allah'ın ahdini yerine getirirler ve söz­leşmeyi bozmazlar.» kavli gibidir. Bu niteliğin aksi sahîh hadîste vârid olduğu gibi münafıklıktır. Nitekim Rasûlullah (s.a.) buyurur ki; mü-nâfıkın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vaad ettiği za­man döner, kendisine emânet edildiği zaman hıyanet eder. Bir başka hadîste ise şöyle buyurulur: Konuştuğu zaman yalan söyler, sözleştiği zaman ahdini çiğner, çatıştığı zaman kötüleşir.

«Sıkıntıda, hastalıkta ve şiddetli savaş anında sabredenlerinkidir.» Hastalık, sıkıntı, savaş ve düşmanla karşılaşma halinde sabredenlerinle! asıl birr'dir. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Ebu'l-Âliye, Mürre el-Hemadânî, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Hasan, Katâde, Rebî' İbn Enes, Süddî, Mu­kâtil İbn Hayyân, Ebu Mâlik ve Dahhâk ile diğerleri de böyle demiş­lerdir.

«İşte sâdık olanlar onlardır.» İşte îmânlarında sâdık olanlar bu ni­teliklerle nitelenmiş olan kimselerdir. Çünkü onlar kalbî îmânı, sözleri ve fiilleriyle gerçekleştirmişlerdir. Sâdık olanlar, doğru söyleyenler bun­lar olduğu gibi «müttakî olanlar da bunlardır.» Çünkü onlar yasaklar­dan kaçınıp Allah'a itaat edenlerdir. [32]

 

178- Ey îmân edenler; öldürmede size kısas farz kı­lındı. Hür; hür ile, köle; köle ile, dişi; dişi ile. Ama kim de kardeşi tarafından affedilirse, ma'rûf olan emre ittibâ et­meli ve ona güzellikle (diyet) ödemelidir. Bu, Rabbınız ta­rafından bir- hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra da tecâvüzde bulunursa-, onun için pek acıklı bir azab vardır.

179- Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahip­leri. Tâ ki, sakınasınız.

 

Kısasta Hayat Var

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki; size kısasta adalet yazıldı. Ey mü'min-ler sizden; hür bir kişiye karşılık,' hür bir kişi, köleye karşılık köle, dişiye karşılık dişi kısas etmek gerekir. Haddi aşıp tecâvüz etmeyiniz. Nitekim sizden öncekiler haddi aştılar ve Allah'ın onlar hakkındaki hükmünü değiştirdiler. Bunun sebebi Kurayza ve Nadîr oğullarıdır. Nadir oğulları câhiliyyet devrinde Kurayza oğullarıyla savaşmış ve on­ları yenmişlerdi. Nadîr oğullarından bir kişi Kurayza oğullarından bi­rini öldürürse; buna karşılık o öldürülmez sadece yüz vesak (Kûfe'li-lere göre ikiyüz kilogram) hurma fidye verirlerdi. Kurayza oğulların­dan birisi; Nadîr oğullarından birini öldürünce buna karşılık o da öl­dürülür. Eğer fidyeleşirlerse, bu takdirde ikiyüz vesak hurma fidye ve­rirlerdi. Yani Kurayza oğullarının diyetinin bir misli. Bunun üzerine Allah Teâlâ kısasta adaleti emretti. Kendileri hakkında verilmiş olan ilâhî hükme küfür ve azgınlık sebebiyle karşı gelen, onu tahrif eden fesâdçıların yoluna uyulmamasını bildirerek «Ey îmân edenler, öldür­mede size kısas farz kılındı. Hür; hür ile, köle; köle ile, dişi; dişi ile» buyuruldu.

Bu âyetin sebeb-i nüzulü konusunda İmâm Muhammed tbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Zur'a... Saîd İbn Cübeyr'den nakletti ki o, Allah Teâlâ'nın «Ey îmân edenler, öldürmede size kısas farz kılındı.» âyeti konusunda şöyle demiştir: Eğer kasıtlı olursa hürr'e karşılık hürdür. Şöyle ki İslâm'dan kısa bir müddet önce câhiliyet devrinde iki Arap kabilesi savaşmış ve birbirlerini yaralayıp öldürmüşlerdi, öy­le ki köleler ve kadınlar öldürülmüş ve birbirlerinden intikam almadan müslüman olmuşlardı. Bu iki kabile çatışıyordu. Ve kendilerinden kö­leye mukabil bir hürr'ün, kadına mukabil bir erkeğin öldürülmesi ha­linde anlaşmayı kabul edebileceklerine and içtiler. Bunun üzerine yu-kardaki âyet-i kerîme nazil oldu. Ancak bu âyet-i kerîme'deki «hür; hür ile, köle; köle ile, dişi; dişi ile» âyeti «cana can» (Mâide, 45) âyeti ile neshedilmiştir. Ali İbn Ebu Talha «dişi; dişi ile» kavli konusunda İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Zîra onlar; dişiye mukabil er­keği öldürmüyorlardı. Erkeğe mukabil erkeği öldürüyorlar, dişiye mu­kabil dişiyi öldürüyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ cana can, göze göz emrini inzal buyurdu. Ve ister cana, ister candan aşağıya tecâ­vüz etmiş olsunlar, kasıtlı oldukları takdirde hür erkekle hür kadını kendi aralarında eşit kıldı. Aynı şekilde köleler arasında da kasıtlı olarak cana ve candan aşağıya tecâvüz halinde erkeklerle kadınları eşit kıldı. Bu âyetin cana can (Mâide, 45) âyeti ile neshedildiği Ebu Mâlik'ten de rivayet edilir.

«Ama kim de kardeşi tarafından affedilirse, ma'rûf olan emre ittibâ etmeli ve ona güzellikle diyet ödemelidir.» Mücâhid, İbn Ab-bâs'tan nakleder ki; affetmek, kasıtlı öldürmede diyeti kabul emek­tir. Ebu'l-Âliye, Ebu Şa'sâ, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Atâ, Hasan, Katâde ve Mukâtil İbn Hayyân'dan da böyle dedikleri rivayet edilir. Dahhâk, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o «Kim de kardeşi tarafından af­fedilirse» âyeti konusunda şöyle demiştir: Kim de kısası hakettikten sonra diyeti kabul ederse; bu kardeşi tarafından affedilmedir. Bu tak­dirde diyet isteyenin —diyeti kabul ediyorsa— ma'rûfa uyması gere­kir ve katile de zarar vermeden ve uzatmadan diyeti ödemek dü­şer. Hâkim, Süfyân'dan... İbn Abbâs'm şöyle dediğini rivayet eder: İstenen miktar, iyilikle ödenir. Saîd İbn Cübeyr, Ebu Şa'sâ, Câbir İbn Zeyd, Hasan, Katâde, Atâ el-Horasânî, Rebî' İbn Enes, Süddî ve M i-katil İbn Hayyân da böyle demişlerdir.

«Bu, Rabbınız tarafından bir hafifletme ve rahmettir.» Allah Teâlâ buyuruyor ki; kasıtlı öldürmede diyetin alınması, Rabbınız ta­rafından sizin için bir hafifletme ve rahmettir. Halbuki sizden önceki milletler için öldürme veya afdan birini tercih etme emredilmişti. Ni­tekim Saîd İbn Mansûr der ki; bize Süfyân... İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş : İsrail oğullarına öldürmede kısas farz kılınmıştı. Ve onlarda affetme hakkı yoktu. Allah Teâlâ bu ümmete «Ey îmân edenler öldürmede size kısas farz kılındı. Hür; hür ile, köle; köle ile, dişi; dişi ile. Ama kim de kardeşi tarafından affedilirse ma'rûf olan emre ittibâ etmeli ve ona güzellikle (diyet) ödemelidir» buyurmuştur. Af; kasıtlı öldürmede diyeti kabul etmektir. Bu, sizden önce geçen mil­letlere göre sizin için bir hafifletmedir. Öyleyse ma'rûfa uyulmalı ve iyilikle diyet ödenmelidir. Bu hadîsi bir çok kişi Amr'dan rivayet et­miştir. İbn Hibbân sahîh'inde, Amr İbn Dinar'dan bu hadîsi rivayet eder. Bir topluluk da Mücâhid kanalıyla İbn Abbâs'tan buna benzer bir rivayet nakletmiştir.

Katâde der ki; «Bu, Rabbmız tarafından bir hafifletmedir.» âye­tinde Allah bu ümmete merhamet etmiş ve onlara daha önceki mil­letlere helâl olmayan diyeti helâl kılmıştır. Tevrat mensûblan (Ya-hûdîler) için yalnızca kısas ve bağışlama farz kılınmıştı, diyet yoktu. İncil mensûblanna (Hıristiyanlar) da yalnızca bağışlama emredilmiş­ti. Bu ümmete ise hem diyet, hem kısas, hem de bağışlama emrolun-muştur. Saîd İbn Cübeyr, Mukâtil İbn Hayyân, Rebî' İbn Enes'ten de buna benzer bir rivayet nakledilmiştir.

«Kim bundan sonra da tecâvüzde bulunursa, onun için elîm bir azâb vardır.» Allah Teâlâ buyuruyor ki; kim de diyeti aldıktan veya kabul ettikten sonra, hasmını öldürürse onun için Allah katında pek acıklı bir azâb vardır. İbn Abbâs, Mücâhid, Ata, İkrime, Hasan, Ka-tâde, Rebî' îbn Enes, Süddî, Mukâtil İbn Hayyân'dan da aynı şe­kilde rivayet edilerek; diyeti aldıktan sonra hasmını öldüren kimsenin öldürüleceği nakledilmiştir. Nitekim Muhammed İbn İshâk... Ebu Şü-reyh'ten nakleder ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kim öldü­rülür veya sakat bırakılırsa o üç şeyden birinde serbest bırakılır: Ya kısas yapar, ya affeder veya diyet alır. Eğer bunun dışında dördüncü bir şeyi isterse onun elini tutunuz. Kim de bunu tecâvüz ederse, ona cehennem ateşi vardır: Orada ebediyyen kalacaktır. Bu hadîsi Ahmed ibn Hanbel rivayet eder. Saîd İbn A'rûbe... Semure'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Ben diyeti aldıktan sonra has­mını öldüreni bağışlamam.» Yani artık ondan diyet almam, aksine onu öldürürüm.

«Kısasta sizin için hayat vardır.» Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kâ-tilin öldürülmesinden ibaret olan kısas hükmünde sizin için pek bü­yük bir hikmet vardır. Bu; kanın akıtılmaması ve korunması için bir sebebdir. Çünkü katil, hasmını öldürdüğü takdirde kendinin de öl­dürüleceğini bilirse, suçu işlemekten kaçınır. Bu da canların yaşama­sının sebebi olur. Geçmiş kitaplarda şöyle yazıldığı bildirilir: öldür­meyi en iyi yine öldürme yokeder. Bu ifâde, Kur'an-ı Azîmüşşân'da çok daha fasîh, çok daha belîğ, çok daha vecîz şekilde «Kısasta sizin için hayat vardır» ifadesiyle yer almıştır. Ebu'l-Âliye der ki: Allah kısasta hayat varetmiştir. Nice kimseler var ki; hasmını öldürmek is­ter de kendinin öldürülmesinden korkarak onu öldürmez. Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Ebu Mâlik, Hasan, Katâde, Rebî' İbn Enes ve Mu­kâtil İbn Hayyân'dan da böylece nakledilmiştir.

«Ey akıl sahipleri. Tâ ki sakmasınız.» Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey akıl, anlayış ve kavrayış sahipleri. Umulur ki artık sakınır ve Al­lah'ın haram ve yasaklarını terkedersiniz. Takva; takati bilfiil yap­mayı ve münkerleri bilfiil terketmeyi kendi içinde toplayan bir keli­medir. [33]

«Sizin için.kısasta hayat vardır.» Bu söz son derece fasîh ve beliğ bir sözdür. Çünkü bir şey zıddının yerine konulmuş, kısas ma'rife hayat da nekire olarak ifâde edilmiştir. Böylece bu hüküm tarzında büyük bir hayat şekli bulunduğuna işaret edilmiştir. Çünkü kısasın bilinmesi katili öldürme fiilini işlemekten alıkoyar. Böylece kısas iki canın yaşamasının nedeni olur. Kaldı ki araplar tek kişiye karşılık bir topluluğu, katil yerine başkalarını da öldürüyorlardı. Bu sebeple aralarında fitne yayılıyordu. Katile kısas uygulanınca bu durumda ötekiler huzur bulur ve bu, onların hayatlarının sebebi olur. Birinci şekilde (gramer bakımından) izmâr, ikinci şekilde ise tahsis vardır. Denildi ki burada kastedilen hayat uhrevî hayattır.[34]

«Sizin için kısasta hayat vardır.» Bu bölüm önce geçen, «Sizin üze­rinize kısas farz kılındı» âyetine ma'tûftur. Maksâd, ruha kısas hük­münü benimsetmektir. Çünkü kısas nefislere ağır gelen bir cezadır. Bu cümle belagatın zirvesinde bir ifâdedir. Arap dilinde bu mânâya gelmek üzere en çok şöhret bulan atasözü, «ölümü en iyi ölüm ön­ler.» ifadesidir. Ne var ki, «ölümü en iyi ölüm önler» sözünden, «sizin için kısasta hayat vardır» buyruğu her bakımdan daha belîğânedir. Bu üstünlüğü bir kaç yönden ifâde edebiliriz :

1) Harflerin azlığı bakımından. Burada maksâd 10 harfle ifâde edilmiştir. —tenvîn harf sayılmaz— diğerinde ise 14 iıarf vardır.

2) İttirâd vardır. Çünkü her kısasta hayat vardır. Ancak her öl­dürme ölümü önlemez. Çünkü zulm ile öldürme daha çok ölümü celbeder.

3) Hayat derken kullanılan tenvîn ile bir tür yücelik anlamı ve­rilmiştir.

4) Kısas ile hayat arasında bir intibak sağlanmıştır. Aslında kı­sas hayatın yok edilmesi ve hayat ise kısasın mukabilinde yer alır.

5) İfâdede istenen doğrudan doğruya hayattır, ölümün önlen­mesi ise yalnızca bunun için gereklidir. Yoksa  kendiliğinden gerekli değildir.

6) Bir şeyin kendi zıddında  mevcûd kılınması  şeklindeki gara­bet sözkonusudur. Diğer bakımdan zarf, mazrufu ihtiva ederse o şeyin dağılmasını önler. Böylece bizim için sözkonusu olan kısas, hayatı fe­lâketlerden muhafaza eder.

7) İfâdede birbirine yakın olmakla beraber tekrardan uzak du­rulmuştur...

8) İfâdede farklılık ve selâset vardır. Çünkü bu ifâde ile araplarca kullanılan cümle arasında hafîf sebeplerin ardarda gelmesi şek­lindeki durum bahis mevzuu değildir. Çünkü arap dilinde ardarda ge­len harekeli iki harf, ancak bir yerde vardır. Bu ise ifâdenin selâsetini azaltıp dilde açıklığı eksiltir. Keza, fa'dan lâm'a geçiş, eliften lâm'a geçişten daha doğrudur. (Kısas kelimesinden sonra hayat kelimesinin gelmesi)

9) Belirli bir sebebe ihtiyâç göstermemesi bakımından da bu ifâ­de üstündür. Halbuki öbür ifâde bunu gerektirir.

10) Vurmayı, yaralamayı ve öldürmeyi ihtiva eden bu hükmün hakikatini gösteren cins edatı olan eliflâm ile birlikte kısas kelime­sinin kullanılması Özelliği öbür ifâdede yoktur.

11) Öldürmeyerek diri bırakmanın da ölümü önleyeceği vehmi doğuracak fiillerden uzak olması da bir ayrı özelliktir.

12) Âyet-i kerîme öldürme için en uygun karşılık olan hayatı ih­tiva etmektedir. Arapların kullandıkları söz ise bunun tersinedir. Çün­kü o öldürmeyi içermektedir.

13) Arapların kullandıkları ifâdede bir şeyin bizzat kendisinin yok olmasının sebebi olması şeklindeki vehim bu ifâde de yoktur. Sö­zü, sözlerin en yücesi, âyetleri işaretlerin en parlağı olan Rabbımızı hamd ile tesbîh ederiz.[35]

 

180- Sizden birinize ölüm geldiği zaman-, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa; anaya, babaya, yakın akrabaya,
ma'rûf şekilde vasiyette bulunması farz kılındı. Bü, takva sahipleri üzerinde bir haktır.

181- Kim de bunu (vasiyyeti) işittikten sonra değiştirirse; onun günâhı değiştirenlerindir. Şüphe yok ki, Al­lah Semî'dir, Alîm'dir.

182- Bununla birlikte, kim vasiyyet edenin haksızlı­ğa meylinden, günâha girmesinden korkup  (tarafların) aralarını bulursa; ona da bir günâh yoktur. Şüphesiz ki Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir

 

Vasiyyet

 

Bu âyet-i kerîme anne ve babalara, yalanlara vasiyyet etmelerini emretmektedir. Mîrâs âyeti nazil olmadan önce, iki kavilden en sa­hihine göre, vasiyet vâcib idi. Mirası bildiren âyet nazil olunca bu âyet neshedildi ve Allah tarafından takdir edilen mîrâs payları farîze ola­rak vaz' edildi. O hakkın sahipleri, vasiyetsiz ve vasiyet edenin min­netine katlanmadan doğrudan doğruya vâris oldular. Bu konuda vârid olan hadîste Amr İbn Hârice der ki; Rasûlullah (s.a.) in hutbe okurken şöyle dediğini duydum: «Doğrusu Allah Teâlâ her hak sa­hibinin hakkını vermiştir. Binâenaleyh vârise vasiyet yoktur.» İmâm Ahmed îbn Hanbel derki; bize İsmâîl İbn îbrâhîm... Muhammed İbn Sîrîn'den nakletti ki, o şöyle demiştir: Abdullah İbn Abbâs, oturdu ve Bakara süresini okudu. Bu âyete geldiğinde dedi ki; bu âyet nesh-edilmiştir. Bunu Saîd İbn Mansûr Hüseym kanalıyla Yûnus'tan nakle­der. Hâkim de Müstedrek'inde rivayet ettikten sonra, Buhârî ve Müs­lim'in şartlarına göre sahihtir, der. Ali İbn Ebu Talha... İbn Abbâs'ın «anaya, babaya yakın akrabaya ma'rûf şekilde vasiyette bulunmak takva sahipleri üzerinde bir haktır.» âyeti konusunda şöyle dediğini nakleder: Anne ve babalarla birlikte başkaları vâris olamazlardı. An­cak akrabalara vasiyet edilirse mümkün olurdu. Nihayet Allah Teâlâ mîrâs âyetini indirdi. Anne ve babanın mirasını orada açıkladı ve öle­nin malının üçte birinin akrabalara vasiyeti hükmünü getirdi.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Hasan ibn Muhammed... İbn Abbâs'm bu âyet konusunda şöyle dediğini nakletti: Bu âyet «ana, babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere hisse vardır. Ana babanın ve ya­kınların bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Bunlar az veya çok belirli bir hissedir.» (Nisa, 7) âyetiyle neshedilmiştir. İbn Ebu Ha­tim Abdullah İbn Ömer'den, Ebu Musa'dan, Saîd İbn Müseyyeb'den, Hasan'dan, Mücâhid'den, Atâ'dan, Saîd İbn Cübeyr'den Muhammed İbn Sîrîn'den, İkrime'den, Zeyd İbn Eslem'den, Rebî' İbn Enes'ten, Katâde'den, Süddî'den, Mukâtil İbn Hayyân'dan, Tâvûs'tan, İbrahim el-Nehâî'den, Şüreyh'den, Dahhâk'dan, Zührî'den bu âyetin mensûh olduğu ve onu mîrâs âyetinin neshettiği görüşünü nakletmiştir.

Ne gariptir ki, Ebu Abdullah Muhammed İbn Ömer el-Râzî mer­hum, tefsir el-Kebîr isimli eserinde Ebu Müslim el-Isfahânî'den bu âye­tin mensûh olmadığı görüşünü nakleder. Ona göre bu âyet, mîrâs âye­tiyle tefsir edilmiştir. Ve mânâsı şöyledir: Allah Teâlâ size anne ve babalarla akrabaların mirastan mahrum edilmemelerini tavsiye etmiş­tir. Râzî der ki; bu müfessirlerin ekseriyetiyle fukâhâmn muteber olan­larının görüşüdür. Bazıları da onun vâris olanlar hakkında mensûh, viris olmayanlar hakkında sabit olduğunu söylemişlerdir. Bu İbn Ab bâs, Hasan, Mesrûk, Tâvûs, Dahhâk, Müslim, İbn Yessâr ve A'lâ İbn Ziyâd'ın mezhebidir.

Ben derim ki; bu görüşü serdedenter arasında Saîd İbn Cübeyr. Rebî' İbn Enes, Katâde ve Mukâtil İbn Hayyân da bulunmaktadır. Ancak bunlara göre bizim istilâhımızda buna nesh adı verilemez. Çün­kü mîrâs âyeti vasiyyet âyetinin umûmunun delâlet ettiği fertlerden bir kısmının hükmünü kaldırmıştır. «Yakınlar» ta'bîri «vâris olan ve olmayanlar» ta'bîrinden daha geniştir. Vâris olanların hükmü belir­tildiği için, buradaki hükmü kaldırılmış ve diğerleri de ilk âyetin de­lâlet ettiği şekil üzere kalmıştır. Bu görüş bazılarının vasiyyet İslâm'ın başlangıç devrinde mendûb idi, sonra neshedildi görüşünden kaynak­lanmaktadır. Vasiyetin vâcib olduğu görüşüne gelince —ki bu âyetin akışından anlaşılmaktadır— bunun mîrâs âyetiyle neshedilmiş olma­sı gerekir. Nitekim müfessirlerin çoğunluğu ile fukahânn: muteber olanları böyle demişlerdir. Şüphesiz ki anne ve babalarla yakınlara vasiyetin vâcib oluşu icmâ' ile neshedilmiştir. Hattâ geçen hadîse bi­nâen yasaklanmıştır. Çünkü hadîste; «Allah her hak sahibine hakkı­nı vermiştir. Binâenaleyh vârise vasiyet yoktur.» buyurulmuştur. Mî­râs âyeti müstakil bir hükümdür ve Allah tarafından hak sahiplerine verilmiş bir vecîbedir. Bu âyetle hak sahipleri bakımından hüküm ta­mamen kaldırılmıştır. Geriye mirastan payı olmayan yakınların du­rumu kalmaktadır. Onlar içinse vasiyet âyetinin şumûlü içerisinde ol­mak kaydıyla, malın üçte biri kadar bir kısmından vasiyet edilmesi uygun görülmüştür. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sâhîh'lerinde sabit ol­duğuna göre, Abdullah İbn Ömer der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurdu : Müslüman kişinin sahib olduğu şeydeki hakkı vasiyyet etme­sidir. Müslüman iki gece yatarsa, mutlaka vasiyeti yanında yazılı ol­malıdır. Abdullah İbn Ömer der ki: Ben Rasûlullah (s.a.)m böyle de­diğini işittikten sonra, bir gece bile vasiyetsiz yatmadım. Yakınlara iyi davranmayı ve ihsanda bulunmayı emreden âyet ve hadisler ger­çekten pek çoktur. Nitekim Abd İbn Humeyd Müsned'inde der ki; bize Ubeydullah... Abdullah'tan nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muştur : Allah Teâlâ, ey âdemoğlu iki şeyin var ki onlardan birisi sana âit değildir. Birisi, gırtlağına yapıştığım zaman seni temizleyip arıt­mak için malından sana bir pay kıldım. Diğeri de, ecelin geldikten sonra kullarımın sana duâ etmesidir.

«Eğer bir hayır bırakacaksa» Buradaki hayrın mal olduğunu İbn Abbâs, Mücâhid, Atâ, Saîd İbn Cübeyr, Ebu'l-Âliye, Atıyye, Dahhâk, Süddî, Rebî' İbn Enes, Mukâtil İbn Hayyân, Katâde ve diğerleri söy­lemişlerdir. Bunlardan bir kısmı, ister az olsun ister çok olsun, vera­set gibi mal için vasiyet meşrû'dur, derler. Bir kısmı da fazla mal bı­rakıldığı takdirde vasiyet edilebilir, derler. Sonra bu fazla malın mik- tan konusunda ihtilâf ederler. İbn Ebu Hatim der ki; bana Muham-med İbn Abdullah... Hişâm İbn Urve'den nakletti ki, ona babası söy­lemiş : Hz. Ali (r.a.)ye, Kureyş'ten bir adam öldü. Üç veya dörtyüz dînâr bıraktı, vasiyet etmedi, denilmiş. Hz. Ali, bir şey gerekmez. Çün­kü Allah Teâlâ «Eğer bir hayır bırakacaksa» buyurmuştur. İbn Ebu Hatim der ki; Bize Hârûn İbn İshâk, Hişâm İbn Urve'den nakletti ki, o babasından aktarmış : Hz. Ali kavminden birisinin hastalığında ya­nına varmış; adam ona vasiyet edeyim mi? deyince Hz. Ali Allah Teâlâ «Eğer bir hayır bırakacaksa» buyuruyor. Sen az bir şey bırak­tın. Onu da çocuğuna bırak demiş. Hakem İbn Ebân der ki; bana İk-rime, İbn Abbâs'tan bu âyet konusunda şöyle dediğini nakletti: Bir kimse altmış dînâr bırakmazsa, hayır bırakmış sayılmaz. Hakem ise Tâvûs'un seksen dînâr bırakmayanın hayır bırakmamış olacağım föy-lediğini nakleder. Katâde ise bin veya daha fazla demiştir.

«Ma'rûf şekilde» yani nfk ile, ihsan ile. Nitekim İbn Ebu Hatim der ki; bize Hasan İbn Ahmed... Hasan'dan nakletti ki o, bu,âyet ko­nusunda şöyle demiş : Evet vasiyet haktır. Her müslümanın öleceği zaman münker üzere değil, ma'rûf üzere vasiyet etmesi gerekir.

Buradaki ma'rûftan maksad; ölenin; yakınlarının hakkını aşmak-sızın, fakat cimriliğe dalmaksızın, vârislerini de mağdur etmeksizin vasiyette bulunmasıdır. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde sabit olduğu­na göre, Sa'd der ki: Ya Rasûlallah malım var, kızımdan başka da vârisim yok. Malımın üçte ikisini vasiyet edeyim mi? dedim. Rasû-lullah (s.a.) hayır, dedi. Sonra yarısını vasiyet edeyim mi? dedim. Rasûlullah hayır, dedi. Üçte birini vasiyet edeyim mi? dedim. Rasû-lullah üçte bir olur ama, üçte bir bile çoktur. Doğrusu senin vâris­lerini zenginler olarak bırakman, insanlara el - avuç açan fakirler ola­rak bırakmandan daha hayırlıdır, buyurdu. Buhârî'nin Sahîh'inde îbn Abbâs (r.a.)m şöyle dediği nakledilir. Keski insanlar vasiyette üçte birden dörtte bire geçmiş olsalardı. Çünkü Rasûlullah (s.a.) üçte bir olur ama, üçte bir bile çok, buyurmuştur. İmâm Ahmed İbn Hanbel, Hâşim'in kölesi Ebu Saîd'in... Hanîfe'nin torunu Hanzele'den şöyle duyduğunu nakleder: Hanîfe kendi evinde bulunan bir yetîme yüz deve vasiyet etti. Bu durum çocuklarına ağır geldi. Mes'eleyi Rasû-1-ollah (s.a.)a götürdüler. Hanîfe dedi ki; ben yetimlerimden birine yüz deve vasiyet ettim. Ki biz bu develere «mutayyebe» adını veriyor­duk. Rasûlullah (s,a.) buyurdu ki: Hayır, hayır, hayır. Sadaka beştir Yoksa ondur. Yoksa onbeştir, yoksa yirmidir, yirmibeştir, yoksa otuz-ûm. yoksa otuzfoeştir, yoksa kırktır. Ahmed İbn Hanbel, bu hadîsi uzun aiadıya zikretmiştir.

-Kim de bunu işittikten sonra değiştirirse, onun günâhı değişti- renlerindir.» Allah Teâlâ buyuruyor ki; kim vasiyyeti değiştirir, tah-rîf eder, hükmünü kaldırır, artırır veya eksiltirse —vasiyyetin hük­münü gizlemenin de bu emrin içerisine girmesi uygundur— onun gü­nâhı değiştirenleredir, tbn Abbâs ve bir çok kişi derler ki; ölünün mü­kâfatı Allah'a, günâhı ise bu vasiyyeti değiştirenlere ilişir. «Doğrusu Allah Semî'dir, Alîm'dir.» Ölenin vasiyet ettiğini görür ve bilir. Keza vasiyet edilenlerin yaptıklarından da haberdârdır.

«Bununla birlikte kim, vasiyet edenin haksızlığa meylinden, günâha girmesinden korkup (tarafların) arasım bulursa» İbn Abbâs, Ebu'l-Âliye, Mücâhid, Dahhâk, Rebî' İbn Enes ve Süddî buradaki “” kelimesinin hatâ olduğunu söylemişlerdir. Bu ifâde her türlü hatâ çeşidini içine alır. Vârisin herhangi bir vâsıta ve vesile ile arttırması veya aldatmaca olarak kalan şeyi satmasını vasiyet etmesi gibi. Veya kızının oğluna vasiyet edip, onun mirasını arttırması gibi. Veya buna benzer davranışlar kasıtlı olabilir, kasıtsız olabilir. Kişinin tabiatından ve iyi düşünmeden yakınlarına şefkat etmesinden doğa­bilir. Ya da kasıtlı olarak günâh işleyebilir. Vasinin bu durumda mes'e-leyi islâh etmesi, vasiyette şer'î usûllere uygun düzeltmeler yapması, caizdir, ölenin, vasiyet ettiği kişiden daha uygun ve daha yakın olan­lara dönerek vasiyyet edenin istekleriyle şer'î esâsları birleştirmesi gerekir. Bu tür ıslâh ve birleştirme âyette geçen değiştirme hükmü­ne dâhil değildir. Bunun için Allah Teâlâ ona atfederek bunlann ya­saklar arasında bulunmadığını belirtiyor. Allah en iyisini bilendir.

îbn Ebu Hatim der ki; bize Abbâs İbn Velîd... Hz. Âişe'den naklet­ti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Nasıl haksızlığa meyleden vasinin vasiyeti; öldüğünde geri çevrilirse, pişman olan kişinin sadaka­sı da hayatında geri çevrilir. Bu hadisi Ebu Bekr İbn Merdûyeh Abbâs İbn Velîd'den, o da Hz. Âişe'den rivayet eder. İbn Ebu Hatim der ki; Velîd burada yanılmıştır. Çünkü bu söz Urve'ye aittir. Bunu Velîd İbn Müslim Evzâî'den nakletmiş ve Urve'den başkasına atfetmemiştir. İbn Merdûyeh ayrıca der ki; bize Muhammed İbn Ahmed... İbn Abbâs kana­lıyla Rasûlullah (s.a.) m şöyle buyurduğunu nakletti: Vasiyette piş­manlık büyük günâhlardandır. Bu hadîsin peygambere âit oluşunda da bazı noktalar vardır. Ancak bu husûsda vârid olan hadîslerin en güze­li Abdürrezzâk'ın Ebu Hüreyre'den naklettiği hadîstir ki, burada Ra­sûlullah (s.a.) şöyle buyurur: Bir kimse yetmiş yıl hayır işleyen kişi­lerin amelini yapar. Vasiyet edeceği zaman, vasiyetinde pişman olur ve ömrünün sonunu amelinin kötüsüyle mühürler. Ve cehenneme gider. Bir kişi de yetmiş yıl şer ehlinin amelini işler. Sonunda vasiyetinden dönerek ömrünün sonunu iyi amelle mühürler ve cennete girer. Ebu Hüreyre dedi ki; isterseniz Allah Teâlâ'mn: «İşte bunlar Allah'ın hu­dududur, sakın onları aşmayasınız» âyetim okuyunuz. [36]

 

183- Ey îmân edenler, sizden öncekilere farz kılın­dığı gibi, size de oruç farz kılındı. Tâ ki konmasınız.

184- Sayılı günler olarak. Sizden kim hasta veya se­ferde olursa, tutmadığı günler sayısmca diğer günlerde; gü­cü yetmeyenler de bir yoksul doyumu fidye (verir). Bu­nunla beraber kim gönüllü olarak iyilik yaparsa bu-, ken­
disi için daha hayırlıdır.   Oruç tutmanız; bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır.

 

Oruç Farizası

 

Allah Teâlâ bu ümmete sesleniyor ve orucu emrediyor. Oruç sırf Allah Azze ve Celle'ye ihlâs niyetiyle yemekten, içmekten ve cinsî te­mastan kaçınmaktır. Oruçta ruhun arınması, temizlenmesi, parlatıl­ması, kötü davranışlardan ve fena huylardan uzaklaştırılması bahis mev­zuudur. Zikredilir ki oruç, nasıl müslümanlara farz kılınmışsa müslü-manlardan öncekilere de farz kılınmıştır, öncekiler müslümanlar için mükemmel bir örnektir, öyleyse müslümanlar bu ibâdeti eniyi şekilde yapmaya çalışmalıdırlar. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Her bi­riniz için bir yol ve bir şeriat kıldık. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat bu verdikleriyle sizi denemesi içindir. O halde iyiliklere koşuşun, hepinizin dönüşü Allah'adır.» (Mâide, 48) Bunun için de burada «Ey îmân edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı. Tâ ki konmasınız» buyuruyor. Oruçta bedenin temizliği ve şeytânın sızabileceği yolların tıkanması vardır. Bunun için Buhâri ve Müslim'de vârid olan sahih hadîste Rasûlullah (s.a.) şöy­le buyurur :• «Ey gençler topluluğu; sizden kimin evlenmeye gücü ye­terse evlensin, kimin de gücü yetmezse, oruç tutsun. O kendisini ko­rur!» Sonra Alte.h Teâlâ; orucun miktarını belirterek insanlara ağır gelip tutmaktan kaçınmalarını ve yerine getirmekten uzak durmalarını önlemek için; her gün farz kılınmadığını, sadece sayılı günlerde farz olduğunu bildiriyor. İslâm'ın başlangıç devrinde her ayın üç günü oruç tutulurdu. Sonra bu oruç —yerinde açıklanacağı gibi— Ramazân oru­cuyla neshedilmiştir. Rivayet edilir ki; oruç başlangıçta bizden önceki ümmetlerde olduğu gibi her ay üç gündü. Bu rivayet Muâz, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Atâ ve Katâde'den nakledilir. Dahhâk İbn Müzâhim de her ayın üç gününü oruçlu geçirmek Nûh (a.s.)un zamanından beri meşru kılınmıştır. Nihayet Allah onu Ramazân orucuyla neshetti, diye ilâve etmiştir. Abbâd İbn Mansûr, Hasan el-Basrî'den bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder: Evet, Allah'a andolsun ki oruç, her ümmete farz kılınmıştır. Bize farz kılındığı gibi tam bir ay ve ayrıca; belirli günlerde farz idi. Süddî'den de benzeri bir rivayet nakledilmiştir. İbn Ebu Hatim... Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) m şöyle dediğini söylemiştir: Ramazân orucunu Allah sizden önceki milletlere de farz kılmıştır. Bu uzun bir hadîstir. Ben bu hadîsten sa­dece bir kısmını iktibas ettim.

Ebu Ca'fer el-Râzî der ki; Rebî' İbn Enes, Abdullah İbn Ömer'in şöyle dediğini bir kişiden duyduğunu nakletti: «Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de oruç farz kılındı.» âyeti nazil olduğunda, önceki milletlere farz kılman oruç şöyleydi: Onlardan birisi yatsı namazını kılıp yattığında, ona yemek, içmek, kadın vb. şeyler haram olurdu. İbn Ebu Hatim; İbn Abbâs'tan Ebu'l-Âliye'den, Abdurrahmân İbn Ebu Ley­lâ'dan, Mücâhid'den, îbn Cübeyr'den, Mukâtil İbn Hayyân'dan, Rebî* İbn Enes'ten ve Atâ el-Horasânî'den de buna benzer bir rivayet nak­ledildiğini söyler.

Atâ el-Horasânî; İbn Abbâs'ın «Sizden öncekilere farz kılındığı gi­bi» âyetiyle ehl-i kitâb'ın kastedildiğini söylediğini nakleder. Şa'bî, Süd-dî ve yine Atâ el-Horasânî'den de benzer bir rivayet nakledilmiştir.

Sonra Allah Teâlâ, İslâm'ın başlangıcında olduğu şekilde orucun ahkâmını açıklamaya başlıyor: «Sizden kim hasta veya seferde olursa, tutmadığı günler sayısınca, diğer günlerde. Gücü yetmeyenler de bir yoksul doyumu fidye verir.» Hasta ve misafir; hastalık ve sefer halinde oruç tutmaz. Çünkü bu iki durum da sahihleri için meşakkatlidir. Oruç­larını bozarlar ve sayısınca başka günde oruç tutarlar. Mukîm ve sağ­lıklı olup da oruç tutabilen kişi; oruç tutmakla yemek arasında muhay­yerdir. İster yer, ister bozar ve her güne karşılık bir miskîn doyurur. Eğer bir miskinden fazlasını doyuracak olursa, bu kendisi için daha ha­yırlıdır. Oruç tutacak olursa bu miskîn doyurmaktan daha afdaldır. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Mücâhid, Tâvûs, Mukâtil İbn Hayyân ve selef-i sâlihînden başkaları böyle demişlerdir. Bunun için Allah Teâlâ «Gücü yetmeyenler de bir yoksul doyumu, fidye verir. Bununla beraber kim gönüllü olarak iyilik yaparsa bu kendisi için daha hayırlıdır. Oruç tut­manız, bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.» buyuruyor.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Ebu Nadr... Muâz İbn Ce-bel'den nakletti ki, o şöyle demiş : Namaz da, oruç za üç kerre değişmiş­tir. Namazın durumu şöyledir: Rasûlullah (s.a.) Medine'ye geldiğin­de onyedi ay boyunca Kudüs'e doğru namaz kıldı. Sonra Allah Teâlâ onu «Senin yüzünün semâya doğru dönüp durduğunu görüyoruz. Şim­di seni hoşnûd olacağın bir kıbleye çevireceğiz...» âyeti ile Mekke'ye yö­neltmiştir. Bu bir dönüştür. Muâz İbn Cebel devamla der ki: Müslü­manlar namaz için toplanıyorlardı ve birbirlerini sesliyorlardı. Ni­hayet bir ağaçtan çan yapmaya karar kıldılar veya az kalsın yapıyor­lardı. Sonra Ansârdan Abdullah İbn Zeyd denilen bir adam Rasûlul lah'a geldi ve dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü ben her uyuyanın gördü­ğü gibi bir rü'ya gördüm. Eğer uyumuyordum deseydim daha doğru söylerdim. Ben uyku ile uyanıklık arasındaydım ki; yeşil kaftanlı bir şahıs geldi. Kıbleye doğru yöneldi ve «Allahü Ekber, Allahü Ekber Eş-hedü en lâ İlahe İllallah...» diyerek ezam bitirinceye kadar okudu. Son-bir süre durdu, sonra tekrar dediği gibi dedi. Ancak fazla olarak iki de­fa «Köd Kâmet'is-salat» dedi. Rasûlullah (s.a.) öyleyse onu Bilâl'e öğret te; böylece halkı namaza çağırsın, buyurdu. Bunun üzerine Bi­lâl ilk ezanı okuyan kişi oldu. Muâz İbn Cebel devamla der ki: Hattâb oğlu Ömer (r.a.) gelerek dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü o adama gelen ba­na da geldi. Ancak o beni geçti, dedi. Namazın iki durumu böyledir.

Muâz İbn Cebel devamla der ki: İlkin müslümanlar namaza geldik­lerinde Rasûlullah (s.a.) onların bir kısmından önce gelirdi. Bir kişi diğerine kaç rek'at kıldı? diye sorardı. O da bir veya iki rek'at derdi. Gelen adam o kadar rek'at kılar, sonra toplulukla beraber namaza gi­rerdi. Ahmed İbn Hanbel der ki: Muâz geldi ve dedi ki; Ben her halü­kârda onunla beraber idim. Sonra o beni geçti. Ve ben geçen kısmını kaza ettim, Muâz der ki, Rasûlullah (s.a.) onu bir miktar geçmiştir, Muâz onunla beraber namaza durdu. Rasûlullah (s.a.) namazı biti­rince o kalktı ve namazım kıldı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) doğ­rusu Muâz, sizin için bir sünnet koydu. Siz de böyle yapın buyurdu. Na­mazla ilgili üç değişiklik bunlardır.

Oruca gelince; Rasûlullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde herayın üç günü ve aşure günlerini oruçlu geçirirdi. Sonra Allah Teâlâ orucu farz kılarak bu âyet-i kerîme'yi inzal buyurdu. Bu sırada isteyen oruç vatar, isteyen bir miskini doyururdu. Ve bu doyurma oruç yerine ge-cerdi. Nihayet Allah Azze ve Celle bir başka âyet inzal buyurarak «Ra­mazân ayı öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hak ile bâtı­la ayıran Kur'an o ayda indirilmiştir. Sizden her kim o ayı görürse oruç tutsun. Kim hasta olur veya seferde bulunursa diğer günlerde o kadar oruç tutsun» âyetini inzal buyurdu. Ve böylece Allah sağlıklı ve mukîm olanlara orucu emrederken, hasta ve misafirlere ruhsat verdi. Keza oruç tutamayan yaşlılara da fidye verme izni verdi. İşte bu iki haldir. Ah-med İbn Hanbel der ki; insanlar yatmazdan önce yeyiyor, içiyor ve eş­lerine yaklaşıyorlardı. Uyuyunca bundan kaçmıyorlardı. Sonra Ansâr'dan Sarme adında bir adam akşama kadar oruç tuttu. Ailesi­nin yanma geldi. Namazı kıldı. Sonra yeyip içti ve uyudu. Ertesi sabah orucu tuttu. Rasûlullah (s.a.) onun çok yorulmuş olduğunu gördü ve neden seni çok yorgun görüyorum? dediğinde, adam ey Allah'ın Ra-sûlü, ben dün çok çalıştım. Senin geldiğinde geldim, kendimi attım ve namaz kıldım. Sabah olunca oruç tuttum, dedi. İbn Hanbel der ki; Hz. Ömer uyuduktan sonra kadınlarına yaklaşmıştı. Rasûluljah (s.a.) a bunu anlattı. Bu iki hâdise üzerine Allah Teâlâ «Oruç gecesi kadınları­nıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için, siz de onlar için bir elbisesiniz...» âyetini inzal buyurdu. Bu hadîsi Ebu Dâvûd Sünen'inde, Hâkim Müstedrek'inde Mes'ûdî'den tahrîç ederler. Buhârî ve Müslim ise, Zührî'nin hadîsinde Urve kanalıyla Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakle­derler : Aşûra günlerinde oruç tutulurdu. Ramazân orucunu farz kılan emir inince isteyen Aşûra'da oruç tuttu, isteyen tutmadı. Buhârî Ab­dullah İbn Ömer ve İbn Mes'ûd'dan da benzer bir rivayet nakleder.

«Gücü yetmeyenler de bir yoksul doyumu fidye verir.» Muaz'ın dediğine göre; başlangıçta isteyen oruç tutardı, isteyen de yerine bir yoksul doyumu fidye verirdi. Buhârî de Seleme ibn Ekvâ'dan böyle nakleder. (Buradaki gücü yetmeyenler ta'bîri müfessirler tarafından değişik şekilde tefsir edilmiştir. Bazıları buradaki nefy edatının zâid olduğunu söylerken; bazıları da âyeti olduğu gibi alarak gücü yetenler şeklinde tefsir etmişler ve bunun Ramazân'dan sözeden bir sonraki âyet ile neshedildiğini belirtirler. Buna göre Seleme İbn Ekvâ der ki; bu âyet nazil olduğunda isteyen oruç bozuyor ve fidye veriyordu. Nihayet daha sonraki âyet nazil oldu ve bunu neshetti. Ubeydullah'ın Nâfî ka­nalıyla Abdullah İbn Ömer'den naklettiği hadîste de bu âyetin mensûh olduğu rivayet edilir. Süddî Mürre kanalıyla Abdullah'tan nakleder ki: bu âyet nazil olduğunda isteyen oruç tutardı, isteyen orucunu bozar ve bir yoksulu doyururdu, demiş. «Kim de gönüllü olarak» bir başka yok­sulu doyuracak olursa bu, kendisi için fazlaca bir hayırdır. Ancak âyet-i Jkerîme oruç tutarsanız bu sizin için daha hayırlıdır, buyuruyor. Mü'minler; «Sizden her kim ayı görürse oruç tutsun» âyeti nazil olup da bu âyeti neshedinceye kadar bu şekilde oruç tutarlardı. Keza Bu­hârî der ki; bize İshâk... Atâ'dan nakletti ki o İbn Abbâs'm bu âyeti şeklinde okuduğunu duymuş, îbn Abbâs, bunun mensûh olmadığını, sadece yaşlı kadın ve erkekleremahsûs olduğunu, bunlar oruç tutmaya muktedir olmadıkları için her güne mukabil bir miskin doyuracaklarını bildirmiş. Bir çok kişi Saîd İbn Cübeyr ve İbn Abbâs'tan benzer rivayet nakletmiştir. Ebu Bekr tbn Ebu Şeybe... Abdullah İbn Abbâs'tan naklen der ki; o, bu âyetin oruç tutmaya gücü yetmeyen zayıf düşmüş ihtiyarlar hakkında nazil oldu­ğunu, onlara her güne mukabil bir yoksulu doyurma ruhsatı verildi­ğini söylemiş.

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh der M; bize Muhammed İbn Ah-med... İbn Ebu Leylâ'dan nakletti ki; o şöyle demiş : Ben Ramazânda Atâ'nın yanma girdim. O orucu yiyordu. Dedi ki İbn Abbâs «gücü yet­meyenler de bir yoksul .doyumu fidye verir» âyetinin nazil olduğunda; dileyen oruç tutardı, dileyen iftar eder ve bir miskini doyururdu. Sonra başka bir âyet nazil oldu ve bu âyeti neshetti. Ancak yaşlı kişiler ister­se her güne mukabil bir miskin doyurarak iftar edebilirler, dedi.

Özetleyecek olursak; mukîm ve sağlıklı kişilere orucun farz oldu­ğunu bildiren âyetin bu âyeti neshettiği sabittir. Oruç tutamayacak derecede yaşlı olan ihtiyarlara gelince; isterlerse orucu yer, fidye ve­rir ve bir daha kaza etmezler. Çünkü onların oruç tutacak derecede dinçleşmeleri pek ümîd edilemez.

Ancak yaşlıların her gün için bir miskini doyurarak fidye verip vermeyecekleri konusu bilginlerce ihtiiâflıdır. Bu hususta iki farklı görüş vardır :

Birincisine göre; yaşlı kişi, yaşlılıktan dolayı zayıf düştüğü için ona yoksulu doyurmak gerekmez. O çocuk gibi olduğundan kendisine artık oruç farz değildir. Çünkü Allah bir kişiyi ancak götürebileceği yü­kümlülükle mükellef kılar. Bu, Şafiî'nin görüşlerinden birisidir. İkin­ci görüş ise; —ki ulemânın ekseriyeti bu görüştedir ve sahih olan da budur— bu durumda olan vasimin her gün için, fidye vermesi gerekir. Nitekim İbn Abbâs ve selef-i salibinden diğerleri hv âyeti bu şekilde tefsir etmişlerdir. îbn Mes'ûd ve diğerleri de böyle derler. Buhârî'nin gö­rüşü de budur. Buhârî der ki: Oruç tutamayacak yaşl .ara gelince; Enes yaşlandıktan sonra bir veya iki yıl boyunca her gün>. mukabil bir miskine et ve ekmek infâk etti, kendisi de orucu yedi.» Buhârî'nin düştüğü bu notu Hafız Ebu Ya'la el-Mavsilî Müsned'inde ona isnâd ederek1 der ki; bize Ubeydullah İbn Muâz... Eyyûb İbn Ebu Temîme'den nakletti ki, o şöyle demiş : Enes îbn Mâlik oruç tutmaya güç yetire-medi. Bir çanak tirit yaptı, ve otuz miskini çağırarak onlara yedirdi. Bunu Abd İbn Humeyd... Eyyûb İbn Ebu Temîme'den nakleder. Keza Abd, bu ifâdeyi Enes İbn Mâlik'in arkadaşlarından altı kişiden naklet­miştir.

Bu hükme iliştirilmesi gerekenler; hâmile ve emzikli kadınlardırHâmile veya emzikli kadınlar, kendilerinden veya çocuklarından en­dişe edecek olurlarsa bu konuda bilginler arasında ihtilâf vardır. Bir kısmı der ki; hâmile ve emzikli kadın orucunu bozar, fidye verir, sonra kaza eder. Bir kısmı da der ki; yalnızca fidye verir ve kaza etmez. De­nildi ki; fidye gerekmez, kaza gerekir. Ve denildi ki; orucunu bozar, ne fidye verir, ne de kaza eder. Biz bu mes'eleyi etraflı olarak ayrıca yaz­mış olduğumuz oruç kitabında açıkladık. Hamd ve minnet Allah'a mah­sûstur. [37]

 

Eski Kavimlerde Oruç

 

«Sizden öncekilere farz kılındığı gibi.» Yani Hz. Âdem'den sizin döneminize kadar olan daha önceki peygamberlere ve milletlere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı. Oruç eski zamandan beri bilinen bir ibâdettir. Allah Teâlâ size farz kıldığı gibi öteki milletlerin hepsine de orucu farz kılmıştı. Çünkü oruç zor bir ibâdettir. Zor şey, yaygın] a-şınca yapılması kolay olur. Denildi ki; ramazân orucu bize farz kılın­dığı gibi Hıristiyanlara da farzdır. Onlar bir süre Ramazân orucunu tut­muşlardı. Çok sıcak, veya çok soğuk günlerde yolculuk ederken oruç tutmak zor geldi. Geçimlerini sıkıntıya düşürdü. Yolculuklarını zorlaş­tırdı. Bilginleri ve dinî liderleri orucu yazla kış arasında muhtelif bir mevsimde tutmayı öngördüler. Ve bunun için bahar mevsimini kabul ettiler. Sonra yaptıklarına keffâret olarak on gün daha ilâve edip bu­nu kırk güne çıkardılar. Bir süre sonra kralları ağzından rahatsız ol­du. Allah'a and içerek, ağrısı geçerse orucu bir hafta daha arttıracağı­na söz verdi. Kral iyileşince bir hafta daha oruç süresini uzattı. Sonra kral öldü. Bir başka kral geçti ve neden üç gün az tutalım, bari elli gü ne tamamlayalım dedi ve elli gün yaptı. Denildi ki; onlara iki büyük ölüm geldi. Onlar orucu arttıranın, belki felâket gider, dediler, önce bir on gün, sonra da bir başka on gün arttırdılar. Ve yine denildi ki; Hıristiyanlara Allah Ramazân orucunu farz kılmıştı, önce bir gün tut­tular. Sonra her gün bir gün arttırarak elli güne ulaştırıncaya kadar artırmaya devam ettiler. Bunun için İslâm'da şekk günü oruç tutmak yasaklanmıştır.[38] 

Oruç “Savm” lügatta tutunmak ve bir şeyden vazgeçmek an-lamınadır. Şeriatta ise fecirden akşama kadar yeme, içme ve kadınlar­la birleşme konusunda Allah rızâsı için kendini tutmaktır. Oruçtan maksad,Allah'ın.rjzâ^ı, nefsin terbiyesi, arzulan sindirme ve bastırma biçiminde irâde eğitimi ve Allah'ın takvasını gözetmektir. Böylece oruç tutan kötülüklerden kaçınma ve yasaklardan uzaklaşma konusunda kendine hâkim olmayı öğrenir. Geçmiş milletlerin üzerine de oruç farz olmuştu. Oruç her dinin temel rükünlerinden birisiydi. Çünkü oruç ibâ­detlerin en kuvvetlisi, eğitim vâsıtalarının en önemlisidir. Allah Teâlâ' nın orucu bize farz kıldığı gibi, bizden öncekilere de farz kıldığını ilân etmesi, dinlerin temel ve amaç bakımından birliğini, bize iş'âr etmek içindir. Ayrıca bu farzın önemini belirtmek ve yerine getirilmesi için teşvik sadedindedir. Bizden önceki milletlerden hangisine orucu farz-kıldığını Allah açıklamamıştır. Bilindiği gibi oruç, putperestlik de dâ­hil olmak üzere her dinde meşrû'dur. Eski Mısırlılarda oruç tutulurdu. Bu ibâdet Mısır'dan Yunanistan'a geçti .Onlar bilhassa kadınların oruç tutmasını öngörürlerdi. Romalılar da oruca yerveriyorlardı. Putperest Hintliler bugün dahi oruç tutmaktadırlar. Elimizde bulunan Tevrat nüshalarında orucun farz olduğunu belirten bir delil yoktur. Sadece Tevrat orucu ve oruç tutanları övmekte, Hz. Musa'nın kırk gün oruç tuttuğunu bildirmektedir. Bu da Yahudiler arasında orucun meşru ibâ­detlerden birisi olduğunu gösterir. Günümüzdeki yahûdîler Kudüs'ün kurtarılmasının hâtırasına bir hafta ve Ağustos ayında da bir gün oruç tutarlar. Tevrat'ın Temmuz ayının 10. günü oruç tutmayı farz kıldığını kabul ederler. Aynca gündüz oruç tuttukları zamanlar da var­dı. Hıristiyanlara gelince, onların incillerinde orucun farz olduğuna dâir açık bir ifâde yoktur. Sadece oruç övülmekte ve oruç tutulması bahis mevzuu edilmektedir. Orucun riyadan ve egoizm'den uzaklaştı­ran bir ibâdet olduğu belirtilmektedir. Keza oruçlunun başına yağ sür­mesi, yüzünü yıkaması ve üzerinde oruç emaresinin görülmemesi ge­rektiğini, aksi takdirde Yahûdî Ferîsî'ler gibi iki yüzlü olacaklarını bil­dirmektedir. Hıristiyanların en ünlü orucu Fısh bayramından önceki bü­yük oruçtur. Hz. Musa'nın, îsâ'nın ve Havarilerin bu orucu tuttukları rivayet edilir. Sonra kilise liderleri değişik oruçlar koymuşlardır. Oru­cun şekli konusunda Hıristiyan mezhepleri arasında farklılıklar var­dır. Bazıları eti, bazıları balığı, bazıları yumurta ve sütü yasaklamış­lardır. Ancak ilk Hıristiyanlarca meşru olan oruç Yahudilerin tuttuğu şekildeki oruçtur. Gündüz ve gece bir defa yemek yerlerdi. Sonra bunu değiştirdiler, gece yansından sabaha kadar yemek yediler.[39]

Ca'ferî müfessirlerden Tabressî ise şöyle açıklıyor: «Sayılı günler» konusunda ihtilâf vardır. Meşhur olan iki görüş­ten birincisine göre; bu günler Ramazân ayının dışındaki günlerdir. Ve her ayın ilk günüdür. Muâz, Atâ ve İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre, bilâhere bu hüküm neshedilmiştir. Katâde'den rivayet edildiğine göre bu günler her aydan üç gün ve Aşûra günlerinde tutulan oruçtur. Sonra bunun nafile olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da vâcib olduğu­nu söylerler. Ancak vâcib olduğunu söyleyenler bu âyetin Ramazân ayında oruç tutulmasını emreden âyet ile neshedilmiş oluduğunu bil­dirirler. İkinci görüşe göre, «sayılı günler» den maksad, Ramazân ayı­dır. Abdullah tbn Abbâs'dan, Hasan'dan böyle rivayet edilmiştir. Cüb-bâî Ebu Müslim de bu görüşü tercih etmiştir. Müfessirlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Onlar derler ki: Allah Teâlâ orucu farz kılmış, ancak kaç gün olduğunu bildirmeyerek, yalnızca «belirli günler» diye ifâde buyurmuştur. Bu belirli günler böylece müphem bir ifâde olarak kal­mıştır. Sonra Kur'an'ın indirildiği ay olman hasebiyle Ramazân ayında oruç emri açıklanmıştır. Kâdî der ki, bu görüş daha uygundur. Çünkü nehedilmiş olduğu belirtilmeden âyetin bir mânâya hamledilme imkâ­nı var ise buna hamletmek daha evlâdır. Kaldı ki bu konuda söylenen­ler delilsiz ifâdelerden başka bir şey değildir. (...)

Bu âyetin anlamı şöyle olmaktadır:' Sizden her kim hasta veya misafir olursa Ramazânın yerine geçecek şekilde başka günlerde oruç tutar. Bu âyet hasta ve misafirin oruçlarını bozmalarının vâcib oldu­ğunu göstermektedir. Çünkü Allah Teâlâ hastalık ve yolculuk sebebiy­le bozulan orucun tekrar kaza edileceğini belirtmiştir. Âyette “” kelimesini takdir edenler zahire muhalefet etmiş olurlar. Aralarında Ömer İbn Hattâb, Abdullah İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer, Abdurrah-mân İbn Avf, Ebu Hüreyre, Urve İbn Zübeyr gibi Zevatın da bulunduğu sahabelerden bir topluluktan seferde orucu bozmanın vâcib olduğu görüşü nakledilir. Bu görüş bizim imamlarımızdan da (Şiî imamlar) menkûl olan görüştür. Rivayet edilir ki; Ömer İbn Hattâb seferde oruç tutan bir adamın orucunu iade etmesini buyurmuştur. Yûsuf İbn Ha­kem de der ki; ben Abdullah İbn Ömer'e yolculuk halinde oruç tutma nın hükmünü sordum. O şöyle dedi: İster misin ki sen bir adama sa­daka veresin de o, sadakanı geri iade ede ve sen de kızmayasm. Ab-durrahmân îbn Avf da der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Se­ferde oruç tutan hazarda oruç bozan gibidir. Abdullah İbn Abbâs'tan da rivayet edilir ki o şöyle demiştir : Seferde oruç yemek azimettir. Bi­zim arkadaşlarımızdan bir kişi Ebu Abdullah'dan nakletti ki, o şöyle demiş: Ramazân ayında yolculuk yapan kişinin oruç tutması, mukîm olan kişinin Ramazân ayında orucu yemesi gibidir. Yine rivayet edilir-ki, o şöyle demiştir: Bir kişi seferde oruç tutarak ölse ben onun na­mazını kılmam. Yine ondan rivayet edilir ki: Sefere giden orucunu bozar, namazını kısaltır, (iki rek'ât kılar) Ancak avcılık veya Allah'a is­yan için sefere çıkmış olan kişi müstesnadır.

Ayyaşî kendi isnâdıyla Muhammed İbn Müslim'e yükselen bir ri­vayette  Ebu  Abdullah'ın  şöyle  dediğini  nakleder: Rasûlullah   (s.a.) seferde iken —farz olmamak üzere— nafile oruç tutardı. Nihayet sa­bah namazı esnasında Kürrâ el-Gamîm mevkiinde bu âyet nazil olun­ca Rasûlullah içinde su bulunan bir kab istedi ve o suyu içti. Halkın da orucunu bozmasını emretti. Bir topluluk dedi M; gün döndü, bu gün orucumuzu tamamlasak olmaz mı? Rasûlullah (s.a.) onlara asîler adım verdi. Hz. Peygamber ruhunu teslim edinceye kadar onlar bu adla anılırlardı.[40]

 

185- Ramazân ayı; öyle bir aydır ki, insanlara doğ­ru yolu gösteren ,hak ile bâtılı ayıran Kur'ân, o ayda in­dirilmiştir. Sizden her kim ayı görürse oruç tutsun. Kim de hasta olur veya seferde bulunursa, diğer günlerde o ka­dar oruç tutsun. Allah, sizin için kolaylık ister, güçlük is­temez. Bu sayıyı tamamlamanız; size hidâyet ihsan etmiş olduğundan Allah'ı tekbîr ile yüceltmeniz içindir ve umu­lur ki, şükredesiniz .

 

Ramazân Ayı

 

Allah Teâlâ; Ramazân ayım diğer aylardan ayırd ederek övüyor ve bu ayı, Kur'an-ı Azîm'i indirmek üzere bizzat kendisinin seçtiğini bildiriyor. Bu ayın bütün ilâhî kitapların peygamberlere indirilmek üze­re tahsis edilmiş ay olduğu hadîsde vârid olmuştur. Nitekim İmâm Ah-1 med İbn Hanbel der ki; bize Hâşim oğullarının kölesi Ebu Saîd... Vasi­le İbn Eskâ'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: İbra­him'in sahîfeleri Ramazânın ilk gecesinde indirildi. Tevrat Ramazânın altıncı gecesinde indirildi. İncil Ramazânın onüçüncü gecesinde indi­rildi. Allah Teâlâ Kur'an'ı ise Ramazânın yirmidördüncü gecesinde in­dirmiştir. Câbir İbn Abdullah'tan rivayet edilen hadiste ise, Zebur Ra-mazânın onikinci gecesinde, İncil onsekizinci gecesinde indirilmiştir, ötekilerin yukarıda geçtiği gibi olduğu belirtiliyor. Bu hadîsi İbn Mer-dûyeh rivayet etmiştir.

Hz. İbrahim'in sahîfeleri, Tevrat, Zebur, İncil topluca bir gecede indirildi. Kur'an-ı Kerîm ise bütün halinde bir gecede Beyt'ül-İzzet'den Ramazân ayında ve Kadir gecesinde dünya göğüne indirildi. Nitekim Allah Teâlâ «Doğrusu biz onu Kadir gecesinde indirdik.» ve «Doğrusu biz onu mübarek bir gecede indirdik.» buyurmaktadır. Daha sonra Kur' an, olayların akışı doğrultusunda Rasûlullah'a peyderpey indirilmiştir. Bu ifâde değişik yollarla İbn Abbâs'tan rivayet edilmiştir. Nitekim İs­rail... Miksem'den nakleder ki; Atiyye İbn Esved bu konuyu îbn Ab-bâs'a sorduğunda, İbn Abbâs şöyle demiş : «Ramazân ayı öyle bir ay­dır ki; insanlara doğru yolu gösteren, hak ile bâtılı ayıran Kur'an o ay­da indirilmiştir» âyeti «Doğrusu biz onu mübarek bir gecede indirdik» âyeti ve «Doğrusu biz onu Kadir gecesinde indirdik» âyetlerinden kalbi­me şüphe geldi. Şevval, Zülkâde, Zülhicce, Muharrem, Safer, Rebîu'1-Ev-vel ve Rebîu'1-Âhir aylarında indirilmiş olabilir, dedim. îbn Abbâs dîdi ki; o Ramazân ayında Kadir gecesinde ve mübarek bir gecede bütün ola­rak indirildi. Sonra okunarak günler ve aylara göre inzal buyuruldu. Bu hadîsi, İbn Ebu Hatim ile İbn Merdûyeh de bu lafızla rivayet eder­ler.

Saîd İbn Cübeyr, İbn Abbâs'tan rivayet eder ki o şöyle demiş : Kur' an Ramazânın yansında dünya göğüne indirildi. Ve Beyt'ül-İzzet'e kon­du. Sonra insanların sözlerine cevab olarak yirmi senede Rasûlullah (s.a.) a indirildi. îkrime'nin îbn Abbâs'tan rivayetine göre o şöyle de­miş : Kur'an-ı Azîmüşşân Ramazân'da Kadir gecesinde bütün olarak dünya göğüne indirildi. Allah peygamberine dilediği şekilde onu söy­lüyordu. Müşrikler peygamberle tartışmak için ne gibi örnek getirseler, Allah onun cevabını gönderiyordu. İşte Allah Teâlâ'nın : «Küfredenler; Kur'an ona bir defada indirilmeliydi, derler. Oysa biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve ağır ağır okuruz. Sana bir misâl vermezler biz onun hakikatini ve en iyi anlaşılanını sana vermemiş olalım.»   (Furkân, 32-33) Kavl-i celîli bu konudadır.

«İnsanlara doğru yolu gösteren, hak ile bâtılı ayıran.» Bu ifâde, Allah'ın insanları hidâyete erdirmek üzere indirdiği, inananları ve onu tasdik edip tâbi olanları dosdoğru yola götüren Kur'an'ın medhi ve senâsıdır. Onu düşünen ve anlayanlar için Kur'an'da apaçık deliller ve hüccetler vardır. Bu da onun sapıklığa karşı olan hidâyetini, azgınlı­ğa karşı olan doğruluğunu, hak ile bâtılın arasını ayıran, helâl ile ha­ramı tefrik eden bir kitap olduğunu gösterir. Selef-i sâlihînden bazıla­rı Ramazân denmeyip Ramazân ayı denmesini istemişlerdir. Nitekim İbn Ebu Hatim der ki; bize babam... Ebu Hüreyre (r.a.)den nakletti ki, o şöyle demiş : Ramazân demeyin, çünkü Ramazân Allah'ın isimle­rinden biridir. Sadece Ramazân ayı deyin. İbn Ebu Hatim der ki; Mü-câhid ve Muhammed İbn Kâ'b'dan da benzer şekilde bir rivayet nakle­dilmiştir. Bu konuda Abdullah İbn Abbâs ve Zeyd İbn Sabit ruhsat ver­mişlerdir. Ben derim ki; yukarıda zikredilen hâvilerden Ebu Ma'şer, Mağâzî ve Siyer imâmı Necîh İbn Abdurrahmân el-Medenî'dir. Ve bu zât zayıftır. Bu rivayeti oğlu Muhammed, Ebu Hüreyre'den merfû ola­rak zikreder. Hafız İbn Adiyy onu reddetmiştir ki bu zât reddedilmeye lâyıktır. Çünkü o metruktür. Bu hadîsin ayrıca merfû olduğunu iddia etmiştir. Bu konuda İmâm Buhârî merhum (Ramazân denilip denilme­yeceğine dâir bâb) başlığı altında birçok hadîs zikretmiştir ki bunlar­dan birisi şöyledir: «Kim Ramazân ayını îmân ve ihtisâb ile tutarsa cnun geçmiş günâhları bağışlanır.» Ve bune benzer başka hadîsler de rivayet etmektedir.

«Sizden her kim ayı görürse oruç tutsun.» Bu ifâde kesinlikle ayı görenlerin oruç tutması gerektiğini bildirmektedir. Sağlığı yerinde olan kişi, memleketinde mukîm olduğu sırada Ramazân ayını görürse hiç şüphesiz oruç tutacaktır. Bu âyet-i kerîme, daha önce geçen mukîm ve sağlıklı olan kişinin her güne karşı bir miskin doyurmak kaydıyla orucunu bozabileceğini bildiren âyeti neshetmiştir. Yukarda bu konu­nun açıklaması geçti. Allah Teâlâ orucun kesinkes bir emir olduğunu bildirdikten sonra, oruç konusunda hasta ve misafirlere ruhsat veril­diğini yeniden belirterek, bunu kaza edilmesi şartına bağlıyor : «Kim hasta olur veya seferde bulunursa diğer günlerde o kadar oruç tutsun.» Kimin bedeninde orucun kendisine ağır gelmesine veya acı vermesine sebep olacak bir rahatsızlık bulunursa veya sefer halinde olursa o oru­cu bozabilir. Orucunu bozunca yolculuk süresince kaç gün oruç tut­mamışsa, onu tekrar tutar. Bunun için Allah Teâlâ : «Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.» buyuruyor. Allah hastalık ve sefer ha­linde oruç bozma ruhsatını vermiştir. İkâmet ve sağlık halinde oruç tutmayı emretmiştir. İşte bunlar size Allah'ın rahmeti ve kolaylığıdır. [41]

 

Ramazân İle İlgili Bazı Mes'eleler

 

Birincisi; seleften bazıları Ramazân ayının başında mukîm olup Ramazân esnasında sefere çıkan kişinin sefer dolayısıyla orucunu bo­zamayacağı görüşünü serdetmişlerdir. Bu görüşlerini Allah Teâlâ'nın «Sizden her kim ayı görürse oruç tutsun.» kavl-i celîline dayandırmak­tadırlar. Onlara göre; seferde oruç bozmak, ancak ayın başında misa­fir olanlar için mübâh olur. Bu görüş garîb olmakla beraber Ebu Mu­hammed İbn Hazm'm el-Muhallâ isimli kitabında sahabe ve tâbiîn'den bir topluluktan nakledilmektedir. Onun naklettiği hususlarda üzerin- de durulması gereken noktalar vardır. En iyisini Allah bilir. Rasûlul-lah (s.a.) dan nakledilen sünnette sabit olmuştur ki; Hz. Peygamber Ramazân ayında Mekke'nin fethi için savaşa çıkmış ve Kedid (Mek­ke'ye 42 mil mesafede bir yer) isimli yere geldiğinde orucunu bozmuş ve halka da oruçlarım bozmalarım emretmiştir. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim Sahîh'lerinde tahrîç etmişlerdir.

İkincisi; sahabe ve tâbiîn'den başkaları da seferde oruç bozmanın vâcib olduğu görüşünü serdetmişlerdir. Onlar «diğer günlerde o kadar oruç tutsun» kavline dayanarak bu görüşü belirtmişlerdir. Sahîh olan görüş Cumhûr'un görüşüdür. Buna göre; oruç tutmak veya tutmamak kesin değil, isteğe bağlıdır. Zîra ashâb-ı güzîn Rasûlullah (s.a.) ile birlikte Ramazân ayında sefere çıkıyorlardı. Bunlardan birisi (Enes İbn Mâlik) der ki: «İçimizden kimimiz oruçlu, kimimiz oruçsuzduk. Oruç tutan bozanı kınamıyordu, bozan da tutanı kınamıyordu. Eğer sefer­de iken oruç bozmak vâcib olsaydı, oruç tutanlar kınanırdı. Aksine Ra­sûlullah (s.a.) m bu gibi hallerde oruç tuttuğu fiilen sabit olmuştur. Nitekim Buhârî ve Müslim'de de sabit olduğuna göre; Ebu Derdâ di­yor ki; biz Rasûlullah (s.a.) ile beraber çok şiddetli bir sıcakta sefere çıktık. Öyle ki her birimiz elini sıcaktan başına koyuyordu. İçimizde Rasûlullah (s.a.) ve Abdullah İbn Revâha'dan başka oruçlu yoktu.

Üçüncüsü; aralarında Şafiî'nin de bulunduğu bir grup da dedi ki; seferde oruç tutmak yemekten aaha iyidir. Çünkü yukarda geçtiği gi­bi, Rasûlullah (s.a.) böyle yapmıştır. Bir başka grup ise derler ki; seferde ruhsatı kullanarak oruç bozmak tutmaktan daha evlâdır. On lara göre, Rasûlulah (s.a.) a seferde oruç tutmak sorulduğu zaman; kim orucunu bozarsa iyi yapmış olur, kim de tutarsa ona bir vebal yok­tur, buyurmuştur. Bir başka hadîste de şöyle buyurmuştur: Siz Al­lah'ın verdiği ruhsatlara uyun.

Bir diğer grup ise derler ki; Hz. Âişe'nin naklettiği hadîse göre, tutmakla tutmamak eşittir. Hz. Âişe'nin rivayetine göre, Hamza İbn Amr el-Eslemî der ki; Ya Rasûlullah ben çok oruç tutuyorum. Seferde de oruç tutayım mı? Rasûlullah (s.a.) buyurur ki ister oruç tut, ister ye. Bu hadîs Buhârî ve Müslim'de yeralmaktadır.

Denildi ki; seferde oruç, zor gelecekse bozmak daha af daldır. Ni­tekim Câbir'in hadîsinde Rasûlullah (s.a.) üzerine gölgelik yapılmış bir adamı görmüş, bu nedir? diye sormuş. Onlar oruçlu, demişler. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber; seferde oruç tutmak birr ve ihsan değil­dir, buyurmuş. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim tahrîç ederler. Kim de sün­nete tâbi olmaz ve oruç bozmanın kendisi için mekruh olduğu görüşünü benimserse, bu kişinin orucunu bozması gerekir. Onun oruç tutması ha­ramdır. Bu, böyledir. Çünkü Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'inde ve di­ğer kaynaklarda Abdullah İbn Ömer ve Câbir'den nakledildiğine göre; Rasûlullah  (s.a.)  buyurur ki: Kim Allah'ın verdiği ruhsatı kabul et­mezse onun üzerine Arafat dağı gibi günâh biner.

Dördüncüsü; orucun kazası konusudur. Seferde veya hastalıklı iken yenilen orucun kazası arka arkaya mı olacaktır yoksa ayrı ayrı mı? Bu konuda iki görüş vardır : Bir kısmı ardarda tutulması gerektiğini söyler. Çünkü kaza, edanın aynı olmalıdır. Diğer bir kısım ise ardarda tutmanın gerekmediğini, kişinin isterse ayrı ayrı, isterse ardarda tu­tabileceğini söylemektedirler. Bu görüş halef ve seleften Cumhurun görüşüdür. Deliller de böyle sabit olmuştur. Çünkü ardarda oruç tut­mak Ramazân ayında oruç tutulması zarureti olduğu için vâcib ol­muştur. Ramazândan sonra oruçtan maksad; yenildiği günler sayısınca oruç tutmaktır. Bunun için Allah Teâlâ «diğer günlerde o kadar oruç tutsun» buyuruyor. Ve ardından da «Allah sizin için kolaylık ister, güç­lük istemez» buyuruyor. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Ebu Seleme... Ebu Katâde'den nakletti, o da Rasûlullah (s.a.) m şöyle de­diğini duyan bir bedevî'den nakletmiş: Sizin dininizin en hayırlısı ko­lay olanıdır. Sizin dininizin en hayırlısı kolay olanıdır. Ahmed İbn Hanbel ayrıca der ki; bize Yezîd İbn Hârûn Ebu Urve'den nakletti ki; o şöyle demiş : Biz Rasûlullah (s.a.) ı bekliyorduk. Adamın biri abdest veya gusül nedeniyle başından su damlayarak çıkageldi ve namaz kıldı. Namazı bitirince halk ona böyle yapmakta bizim için bir beis var mıdır? diye sorduklarında, Rasûllulah (s.a.) buyurdu ki; Allah'ın dini kolay­lıktır, Allah'ın dini kolaylıktır, Allah'ın dini kolaylıktır. Üç kere söyle di. İmâm Ebu Bekr İbn Merdûyeh bu âyetin tefsirinde Müslim îbn İb­rahim'in Âsim İbn Hilâl'den naklettiği şekilde bu hadîsi rivayet eder

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Muhammed İbn Ca'fer.. Ebu Teyyâh'tan nakletti ki; o Enes İbn Mâliksin şöyle söylediğini duy­dum, demiş: Rasûlullah (s.a.) buyurdu M; kolaylaştınnız, zorlaştır-mayınız, sâkinleştiriniz, nefret ettirmeyiniz. Bu hadîsi Buhârî ve Müs­lim Sahîh'lerinde tahrîç etmişlerdir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde var d olduğuna göre; Rasûlullah (s.a.) Ebu Mûsâ el-Eş'arî ile Muâz İbn Cebel'i Yemen'e gönderdiğinde şöyle buyurmuş : Müjdeleyiniz, ka­çırmayınız, kolaylaştınnız, zoriaştırmayınız, gönüllü olarak yaptırınız, ayırmayınız. Sünen ve Müsnedlerde ise Rasûlullah (s.a.) m : Ben ko­lay, Hanîf dini üzere gönderildim, buyurduğu nakledilir. Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh tefsirinde der ki; bize Abdullah İbn İshâk İbn İb­rahim, Mihcen, İbn Edra'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) bir ada­mı namaz kılarken görmüş. Bir süre onu gözleriyle izlemiş ve demiş ki: Onun sâdık olarak namaz kıldığı kanâatında mısınız? Evet ey Allah'ın Raşûlü, bu Medîne halkının en çok namaz kılanıdır, demişler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Ona kulak verme, seni mah­veder. Sonra devam etmiş : Allah bu ümmete kolaylık istemiştir, güç­lük istememiştir. «Allah, sizin için kolaylık ister, güçlük istemez, i Bu sayıyı tamam­lamanız, size hidâyet ihsan etmiş olduğundan AllalA tekbîr ile yücelt­meniz içindir.» Allah, hastalık ve sefer gibi ma'zeretlerin mevcudiyeti halinde size oruç yeme ruhsatı vermiştir. Çünkü si^ze kolaylık murâd eder. Ardından yediğiniz gün sayısınca tamamlayarak orucu kaza et­menizi emretmiştir ki, ibâdetiniz bittiği zaman Allah'ı zikredesiniz. Ni­tekim bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «İbâdetinizi bitirince, atalarınızı andığınız gibi, hattâ daha kuvvetli bir anışla Allah'ı zikre­din.» (Bakara, 200) Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurur «Na­maz bitince yeryüzüne dağılın. Allah'ın lutfundan nzık isteyin ve Al­lah'ı çokça zikredin ki, felâhâ eresiniz.» (Cum'a, 11) Bir başka âyet-i kerîme'de de buyurur ki: «Rabbını güneşin doğmasından önce ve ba­tışından önce hamd ile tesbîh et. Geceleyin ve secdelerin ardından onu tesbîh et.» (Kâf, 39-40) Bunun için sünnet-i seniyye'de teşbihin, tahmîdin ve farz namazlardan sonra tekbîrin müstehab olduğu belirtil­miştir. Nitekim İbn Abbâs der ki; Biz Rasûlullah (s.a.) m namazının tekbîrsiz son bulduğunu bilmezdik. Bilginlerden çoğu bu âyete daya­narak, Ramazân bayramında tekbîrin vâcib olduğunu söylemişlerdir Dâvûd İbn Ali el-İsfahânî (zahirî mezhebi mensubudur) Ramazân bay­ramında tekbîrin vâcib olduğu kanâatini belirtmiştir. Buna mukabil Ebu Hanîfe mezhebinde Ramazân bayramında tekbîr vâcib kabul edil­mez. Ötekiler ise tekbîrin müstehab olduğu görüşündedirler. Ancak bazı teferruat konusunda mezhepler arasında ihtilâf vardır. «Umulur ki şükredesiniz.» Allah'ın size emrettiği şekilde buyruklarını yerine geti­rin, farzlarını edâ edin, yasaklarım terkedin, hadlerini muhafaza edin. Umulur ki böylece şükredenlerden olursunuz. [42]

Orucu bozmayı gerektiren hastalığın sınırına gelince, bu ölçü ki­şinin hastalığının aşın derecede artmasından endîşe edilmesidir. Nite­kim İbn Basîr der ki: Ben Ebu Abdullah'a oruçlu kişinin orucu bozma­sını gerektiren hastalığın sınırını sorduğumda, şöyle dedi: Bu sınır ona bırakılmıştır. Eğer bünyesinin zayıf düştüğünü görürse orucunu boz­sun. Eğer dayanabilecek durumdaysa tutsun. Hastalık olduğu gibi ye­rinde kalsın. Yine rivayet edilir ki, Ebu Abdullah şöyle demiştir : Bu hastalığın sının namaz kılacak bir sürede ayakta durmaya güç yetir­mektir. Hasan da böyle demiştir. Bu konuda fukahâ arasında ihtilâf vardır. Bize göre (Şiî'ler) oruç bozmayı gerektiren sefer miktarı —mubah ve emre itaat şeklinde bir yolculuk olmak kaydıyla— sekiz fersah, on-dört mildir. Şafiîlerde 16 fersah, Hanefîlerde 24 fersahtır. Başka gün­lerde oruç tutma konusuna gelince, bu hususta ihtilâf vardır. Hasan ve bir topluluk der ki; bu daraltılmış olarak hasta iyileşirss veya mi­safir seferden dönerse tutmak anlamındadır. Ebu Hanîfe iss bu ko­nuda vüs'at olduğu görüşündedir. Bize göre (Şîa) bu süre iki Ramazân arasında sınırlıdır. Orucun ardarda veya aralıklı olarak tutulması caiz­dir. Ardarda tutmak daha afdaldır. Eğer boş verip de öbür Ramazân ge­linceye kadar tutmazsa; hem fidye, hem de orucun kazası gerekir.[43]

 

186 — Kullarım sana Beni sorarsa, şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana duâ edince Ben, o duâ edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da Benim da'vetime icabet et­sinler. Bana îmân etsinler ki, doğru yola varmış olalar.

 

Duâ

 

İbn Ebu Hatim der ki; bize babam... Salb İbn Hakîm'den, o da babasından, o da dedesinden rivayet etti ki; Bedevinin biri Hz. Pey­gambere, Ya Rasûlullah Rabbımız yakın mıdır ki ona fısıldayalım, uzak mıdır ki yüksek sesle duâ edelim? demiş. Rasûlullah (s.a.) susmuş. Bunun üzerine : «Kullarım sana Beni sorarsa şüphesiz ki Ben çok ya­kınım...» âyeti nazil olmuş. Bu hadîsi tbn Merdûyeh, Ebu Şeyh el-İs-fahânî, Muhammed tbn Ebu Humeyd tarîkıyla Cerîr'den nakleder. Ab-dürrezzâk da der ki; bize Ca'fer İbn Süleyman, Avf kanalıyla Hakan'dan nakletti ki; o şöyle demiş : Rasûlullah'm ashabı Rabbımız nerededir? di­ye sorduklarında Allah Azze ve Celle bu âyeti inzal buyurdu. İbn Cü-reyc de Atâ'dan nakleder ki, o kendisine şöyle nakletmiş : «Rabbımız de­di ki; Bana duâ edin, size icabet edeyim» âyeti nâzjil olduğunda, insanlar hangi saatte duâ edelim bir bilsek, dediler. Bunun üzerine «Kullarım sana Beni sorarsa, şüphesiz ki Ben çok yakınım...» âyeti nazil oldu.

îmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Abdülvehhâb İbn Abdülme-cîd... Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den nakleder ki; o şöyle demiş : Biz bir sa­vaşta Rasûlullah ile birlikteydik. Bir tepeye tırmandığımızda, yüksekçe bir yerden indiğimizde, bir vâdîyi geçtiğimizde, mutlaka sesimizi tek­bîrle yükseltirdik. Ebu Mûsâ der ki; Rasûlullah (s.a.) bize yaklaşarak buyurdu ki; ey insanlar, kendi canınıza acıyın. Siz, sağır ve görünmez birine seslenmiyorsunuz. Duyan ve gören bir zâta sesleniyorsunuz. Si­zin duâ ettiğiniz zât, sizden her birinize bineğinin boynundan daha yakındır. Ey Kays oğlu Abdullah, sana cennet hazînelerinden bir söz öğreteyim mi? Bu, Lâ havle Velâ kuvvete İllâ Billâh'tır. Bu hadîsi Bu-hârî ve Müslim Sahîh'lerinde tahrîç etmişlerdir. Diğer bir topluluk da Ebu Osman el-Nehdî'den aynı hadîsi rivayet etmişlerdir. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Süleyman İbn Dâvûd, Enes İbn Mâlik'den nak­letti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Ben, kulumun Beni zan­nettiği gibiyim. Ve o Bana duâ ettiğinde, Ben onunla beraberim.» İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; o Ebu Hüreyre (r.a.) den Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu duymuş : Allah buyurur ki; kulum Beni zikret­tiği ve Benimle iki dudağını kımıldattığı sürece, Ben kulumun yanında­yım.

Ben derim ki; bu Allah Teâlâ'nın : «Muhakkak ki Allah müttâkîler ve ihsan edici olanlarla beraberdir.» kavli gibidir. Keza Mûsâ ve Hârûn (a.s.)a «Ben sizinle beraberim, duyar ve görürüm.» buyurması gibidir. Bundan maksad, Allah Teâlâ'nın hiçbir duâ edenin, duasını boş çevir­meyeceği hiçbir şeyin onu alıkoyamayacağıdır. O duaları işitir. Bu âyet­te duaya teşvik sözkonusudur. Allah Teâlâ'nın katında duanın karşı­lıksız bırakılmayacağı ifâde edilmektedir. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Yezîd bir adamdan, o da... Selmân el-Fârisî'den nak­letti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Doğrusu kulunun iki elini kendisine açıp hayır isteğinde bulunması halinde; Allah Teâlâ onları boş çevirmekten haya eder. Yezîd der ki; bana bu adamın adının ki­lim satıcısı Ca'fer İbn Meymûn olduğunu da söylediler. Bu hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mace, Ca'fer İbn Meymûndan rivayet etmişler­dir. Tirmizî bunun hasen ve garib olduğunu söylemiştir. Bir kısmı da bu hadîsi rivayet etmiş, ancak ona kadar yükseltmemiştir. Şeyh Hafız Ebu Haccâc el-Mizzî... Ebu Osman el-Nehdî'den bu hadîsi rivayet eder.

İmâm Ahmed İbn Hanbel ayrıca der ki; bize Ebu Amîr... Ebu Saîd' den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Hangi müslüman; günâh ve sıla-i rahmi (akrabalarla münâsebeti) koparmak suçu olma­dan Allah Azze ve Celle'ye duâ ederse; Allah şu üç şeyden birini mu­hakkak ona verir : Ya onun duasını çabucak kabul eder veya duasını onun için âhirette azık yapar veya duası nisbetinde ona kötülüklerin gelmesini önler. Orada bulunanlar öyleyse çok duâ edelim, dediklerinde Allah'ın Rasûlü, Evet Allah en çok duayı kabul edendir, buyurdu. Ab­dullah İbn İmâm Ahmed der ki; biz İshâk İbn Mansûr... Cübeyr İbn Nefîr'den nakletti ki; onlara Ubâde İbn Sâmit Rasûlullah (s.a.) m şöy- le buyurduğunu anlatmış : Yeryüzünde müslüman her kim, Allah Azze ve Celle'ye duâ ederse Allah mutlaka onun duasına karşılık verir. Ve­ya onu benzer kötülüklerden alıkoyar. Yeter ki günahkâr olarak veya sıla-i-rahmi kesmiş olarak duâ etmiş olmasın. Bu hadîsi Tirmizî, Abdul­lah İbn Abdurrahmân kanalıyla, İbn Sevbân'dan nakleder. Bu ifade­siyle bu hadîs sahihtir, hasendir, gariptir, der. İmâm Mâlik de İbn Şi-bâb kanalıyla... Ebu Hüreyre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöy­le buyurmuş

«Sizden biriniz acele edip de Allah'a duâ ettim, benim duamı k&-bul etmedi demediği sürece, duanıza icabet edilir.» Buhârî ve Müslim bu hadîsi Mâlik'in hadîsinden tahrîc etmişlerdir. Buhârî'nin metninde «Allah onu cennetle sevâblandırır» ifâdesi vardır. Müslim de der ki; bana Ebu Zahir... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöy­le buyurmuştur

«Kul bir günâhla veya sıla-i rahmi keserek duâ etmediği ve acele etmediği sürece duasına icabet edilir. Orda bulunanlar; ey Allah'ın Rasûlü acele etmek nedir? diye sorduklarında, Rasûlullah; duâ ettiğim halde duam kabul edilmedi, diyerek dertlenip duayı terketmektir,» bu­yurdu.

İmâm Ahmed der ki; bize Abdüssamed... Enes'ten Rasûlullah (s.a.) m şöyle buyurduğunu nakletti: «Kul acele etmediği sürece ha­yır üzeredir. Orada bulunanlar nasıl acele eder? dediklerinde, Rasû­lullah buyurdu ki; ben, Rabbıma duâ ettim, o benim duamı kabul et­medi, diyerek çabucak kabul olmasını ister.

İmâm Ebu Ca'fer Taberî tefsirinde der ki; bana Yûnus İbn Abd' ül-A'lâ... Hz. Âişe (r.a.)den nakletti ki, o şöyle demiş : Hangi bir mü' min kul Allah'a duâ ederse, duası; ya dünyada çabucak karşılanır veya acele edip ümitsizliğe düşmediği takdirde, âhirete saklanır. Urve İbn Zübeyr der ki; ben anacığım acele edip ümitsizliğe düşmek nasıldır? dedim. Hz. Âişe; istedim, verilmedi, duâ ettim, kabul edilmedi diyerek acele eder, dedi. İbn Kuseyt der ki; ben Saîd İbn Müseyyeb'in de Hz. Âişe'nin söylediğinin aynısını söylediğini duydum.

İmâm Ahmed îbn Hanbel der ki; bize Hasan... Abdullah İbn Arar" dan nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştu : Kalbler bir kap gibidir. Bazısı bazısından daha fazla alır. Ey insanlar, Allah'a duâ et­tiğiniz zaman; siz onun mutlaka kabul edileceğine kanâat getirerek duâ edin. Çünkü gaflet dolu bir kalble duâ eden kulun duasına ica­bet edilmez. Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki; bize Muhanımed İbn İs-hâk... Ebu Nâfî'den nakletti ki; o şöyle demiş : Ben ve Hz. Âişe «Bana duâ edince Ben o duâ edenin duasına karşılık veririm» âyeti konusunu Rasûlullah (s.a.) a sorduğumuzda, Rasûlullah buyurdu ki: Yarabbi Âişe'nin sorusuna bak. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselâm indi ve de­di ki: «Allah sana selâm ediyor ve buyuruyor ki: «Benim sâlih kulum sâdık niyetle duâ ediyor, kalbi tertemiz, yarabbi diyor. Ben de ona bu­yur derim ve hacetini karşılarım.» Bu hadîs bu şekliyle garîbtir.

Ebu Bekr İbn Merdûyeh... Câbir İbn Abdullah'tan rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.) bu âyeti okuduktan sonra şöyle buyurmuş: Allah' im duayı Sen emrettin, kabul edilmesini Sen üzerine aldın, Lebbeyk Allahümme Lebbeyk. Lebbeyk lâ Şerike lek, Lebbeyk inne'l-Hamde ve'n-Ni'mete lek, ve'1-Mülke Lâşerîke lek. Ben şehâdet ederim ki Sen birsin, teksin, doğrulmamışsın, doğurmamışsın. Senin eşin ve benzerin yoktur. Ben şehâdet ederim ki Senin va'din haktır. Sana ulaşmak hak­tır. Cennet haktır. Cehennem haktır. Kıyamet şüphesiz gelecektir ve Sen kabirdekileri dirilteceksin.

Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki; bize Hasan İbn Yahya... Enes İbn Mâlik'ten rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Al­lah Teâlâ; «Ey Âdemoğlu, bir şey senin, bir şey Benim, bir şey de se­ninle Benim aramdadır. Benim olan; Bana ibâdet etmen ve Bana hiç bir şeyi ortak koşmamandır. Senin olan; ne yaparsan onun karşılığını sana Benim ödeyeceğimdir. Benimle senin aranda olan; senden duâ et­mek, Benden de duanı kabul etmektir» buyurur.

Allah Teâlâ'nın duayı teşvik eden bu âyeti orucun ahkâmı arası na yerleştirmiş olması, her orucu bozarken veya kaza ederken duâ ile Allah'a yalvarmayı teşvik içindir. Nitekim İmâm Ebu Dâvûd Müsned' inde der ki; bize Ebu Muhammed... Abdullah îbn Amr'dan rivayet et­ti ki, o Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu işittim, demiş: Oruç­lunun iftar anında duası kabul olunur. Abdullah îbn Amr, orucunu bo-bozarken duâ ederdi, ailesi ve çocukları da kendisiyle birlikte duâ eder­lerdi. Ebu Abdullah Muhammed İbn Mâce Sünen'inde der ki; bize Hi-şâm îbn Ammâr... Abdullah İbn Amr'dan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Oruçlunun iftar anında duası reddedilmez. Abdullah îbn Ebu Müleyke der ki; ben Abdullah İbn Amr'ın iftar anın­da şöyle dediğini duydum: Allah'ım her şeyi kuşatan rahmetin adına beni bağışlamanı diliyorum

İmâm Ahmed'in Müsned'inde Tirmizî, Nesel ve İbn Macenin Sünen'inde Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledilir ki Rasûlullah (s.a.) şöy­le buyurmuştur: Üç kişinin duası reddedilmez. Adaletli imâmın, iftar ederken oruçlunun ve mazlûm'un duası. Allah kıyamet gününe kadar mazlumun duasını bulutların altına yüceltir ve ona göklerin kapısını açarak buyurur ki: İzzetimin hakkı için bir süre sonra da olsa muhak­kak Sana yardım ederim. [44]

 

Duanın Önemi

 

Mü'minlere seslenerek, orucun ahkâmını bildirmekte olan hitâb, bu âyette Hz. Peygambere yönelmektedir. Rasûlullah'ın, mü'minlere ibâdetlerinde ihlâslı olmaları gerektiğini hatırlatmasını böylece hi­dâyete ereceklerini belirtmekte ve duâ ile Allah'a yaklaşmaları emre-dilmektedir. Dikkat çekmek için bir suâl sorulduğu varsayımıyla, suâle cevap veren üslûto tarzı kullanılmaktadır. Maksad şudur: Onlar bilme­lidirler ki, Allah Tealâ kendilerine pek yakındır. O'nunla kendileri ara­sında duâ ve ibâdetlerini Allah'a iletecek bir aracı ve şefaatçi yoktur. Allah Teâlâ'nın duâlanna icabet edip sevâbla mükâfatlandırması ha­linde araya girecek hiç kimse yoktur. Öyleyse ihlâsla ve tevhîd ile yan-üzca Allah'a yönelmelidirler.

Kâdî Beydâvî, bu âyetin bir önceki âyetle bağlantısı konusunda şöyle diyor: İyi bil ki, Allah Teâlâ mü'minlere Ramazân'da orucu em­redip sayısını dikkate almalarını ve tekbîr gibi vazifelerle Ramazân'ı ikâme edip, şükretmeleri gerektiğini bildirdikten sonra, Allah'ın onla­rın ahvâlini bildiğini, sözlerini duyduğunu, duâlanna cevap verdiğini, amellerini mükâfatlandırdığını bildiren hemen bu âyeti serdediycr ki onları bu ibâdetler konusunda te'kîd ve teşvik etsin.

Biz biliyoruz ki; amelî hükümler îmânı kuvvetlendirmek ve nefsi islâh etmek için meşru kılınmıştır. Bunun için Kur'an-ı Kerîm'de her hükümle birlikte, îmânı takviye sadedinde o hükmün fayda ve teşrîin-deki hikmeti anlatan bir açıklama gelir. Ancak söz arasında Allah'ın azametini, murakabesini ve teveccühünü gösteren bu noktada îmânı takviye eden bölümler de yeralır. İşte bu âyet-i kerîme bunun tipik ör­neğidir. Bizim f akîhlerimiz, keski Kur'an'ın bu hidâyetine uysalardı da ahkâm kitaplarını katı ve bedenî amelleri anlatmaya münhasır, dar kalıplar içerisine sokmasalardı ve İslâm'ı gönül ve rûh tarafı bulunma­yan maddî ve bedenî bir şekil dini imiş gibi takdim etmeselerdi. Al­lah'ın yakın olması konusunda denilir ki, bu yakınlık bilgisinin her şe­yi kuşatması anlamınadır. Allah kullarının sözlerini duyar, amellerini görür. Kâdî Beydâvî'nin ibaresi ise şöyledir : Bu yakınlık, Allah Teâlâ'nın kulların fiilerini ve sözlerini bilmede kemâlinin ve hallerine muttali ol­mada yüceliğinin temsilidir. Böylece O'nun yerinin kullarına yakın ol­duğu ve hallerine muttali olduğu temsil edilmeye çalışılmaktadır. Bil­ginler buradaki sözü temsilî anlamında almışlar, yakınlık ve uzaklığın mekân bakımından olacağını, Allah'ın ise bir mekâna sığmaktan uzak olduğunu belirtmişlerdir. Yakınlığını varlık bakımından olmasının doğ­ru olacağını söyleyen İmâm (Muhammed Abduh) der ki; bir mekâna yerleşmeyen ve bir sınırla sınırlanmayan zât için bütün insanlar nis-betler ve yerler aynı derecede bulunur. Allah Teâlâ zâtı bakımından her şeye yakındır. Çünkü her şey O'nun tarafından varedilmiş ve dönüşü O'nadır. İşte Abduh'un söylediği bu yüce gerçekler tasavvuf önder­lerinin üzerinde bulundukları gerçeklerdir. Hattâ bilginlerden birisi, «Biz senden ona daha yakınız.» âyeti konusunda bu yakınlığı açıkla­dığı esnada tasavvuf büyüklerinden birisi orada imiş. Demiş ki; eğer maksad sizin dediğiniz gibi olsaydı, Allah Teâlâ âyetin devamında fa­kat siz bilmezsiniz derdi. Halbuki insanlardan bilgiyi nefyetmemiştir. Sadece siz görmezsiniz buyurmuştur. Öyleyse bilginin görme özelliği yok­tur. Bu ancak zâtın kendisine hâs özelliğidir, demiş. Bu husus Şa'rânî' nin el-Yavâkît ve'1-Cevâhir isimli kitabında mezkûrdur. Her halükârda bu yakınlığın bütün gerekleri kastedilmiştir.

Üstadımız Muhammed Abduh'un varlık bakımından yakınlık konusundaki sözü ile ilgili bu notlarımı ilk baskıda neşrettim. Ve o biz­zat bunlara muttali oldu. Ancak bazı selefiyeci kardeşlerimiz bunun se­lef mezhebine muhalif olduğunu söyleyerek ona karşı çıktılar. Onlar «yakınlığı» Kelâmcılar gibi bilgi olarak tefsîr veya te'vîllerinde, selefi -ye mezhebine daha yakındır. Çünkü her şeyden ayrı olan bir yere sığ­maz ve bir sınırla sınırlanmaz. Dolayısıyla onun için bütün yerler aynı nisbette sözkonusu olur. Ve her yerde bulunmak, aynı derecede bahis mevzuu olur. Bu ifâde, mutlak yüceliğin gereği ve her şeyi ihata etme­nin icâbı olan mutlak farklılığın ifadesidir. Zâtta yakınlık olmadan, sıfatlarda yakınlık düşünülemez. Çünkü zât ile sıfat arasında ayrılma, bölünme yoktur. Gerçekte Selefiye mezhebi; sıfat konusunda nasları zahirine hamletmek ve ta'tîl, temsil ve te'vîl yoluna gitmemektir. (...)

Allah'ın dualara icabet etme şekli ise burada bahis mevzuu edil­memektedir. Şüphesiz ki Allah'ı bilen, şeriatım ve Allah'ın yaratılışla ilgili kanunlarını tanıyan kimse, Allah'a duâ etmekle; Allah'ın kendisini ilâhî kanunların cereyan ediş sebeplerine ve metodlanna vâkıf kılmasın­dan başka bir şey istemez. O kanunları öğrenmek ve bu kanunlara uy­makta Allah'ın kendisine yardım ve tevfîkini ulaştırmasını arzular. Şüphesiz ki mü'min Allah'tan bilgisini arttırmasını veya rızkını bol­laştırmasını isterken; bilginin bir vahiy olup kendisine ilham edilmesi­ni veya gökten altın ve gümüş yağdırıp kendisini zengin etmesini dile­mez. Keza Allah'tan hastalığına şifâ veya mümkün olmayan tedâvî yollarının bulunmasını dilerken, Allah'ın normal kanunlarım ortadan kaldırıp fevkalâde şeyler yapmasını dilemez. Veya kendisinin mucize ve hârikalarla desteklenmesini istemez. Duanın mâhiyyetini iyi bilen mü'min; Allah'dan sadece tedâvî konusunda kendisini başarıya ulaştır­masını veya şifânın sebebi olan şeyleri elde ettirmesini ister. Bu bir yol gösteren vasıtasıyla olabileceği gibi ilham yoluyla da olabilir. Nitekim nice insanlar sebeplere sarılıp son derece gayretle çalıştıkları halde, ba­şarıya ulaşamamışlardır. Ancak bundan sonra Allah'a duâ ile yönel­mişler ve Allah'tan yardım dilemişlerdir. Allah'ın hidâyetiyle yardımı; kula yeni bir yol açmasıdır. Ve faydalı bir işi akla ilham etmesidir, has­tanın mizacını hastalığa karşı kuvvetlendirmesidir. Âyet-i kerîme'de her duanın kabul edileceğine dâir bir delil yoktur. Sadece Allah Teâlâ'nm duaları kabul edeceğini bildirmektedir. Öyleyse Allah'tan başkasına duâ edilmemesi gerekir. Öyleyse îmân özelliğiyle özellik kazanmış olan mü' minler, sıkıntıya düştükleri zaman; Allah'tan başkasından hidâyet bek­lememelidirler. Kabirlere gidip; ey falan, ey falan diyerek onlardan yar­dım istememelidirler.

İyi bakın, Allah Teâlâ «duâ edenlerin duasını kabul ederim» demi­yor da bunu bir kayda bağlıyor. «Bana duâ ettikleri zaman» buyuru­yor. Yani mü'min duâ ile bana gerçek anlamda yönelir ve kendini ba­na vererek, benden başka bir sığınak olmadığını farkederse, başka yer­den bir şey ummaz, bir şey beklemez, sadece bütün vâsıtalara doğruca başvurduktan sonra Allah'ın emrine imtisal ederse duasını kabul ede­rim, diyor. Bilgi, azîmet ve amelden sonra; duâ gerçekleşir. Evet kul, yapılması gereken her şeyi yaptıktan sonra duâ ederse Allah Teâlâ ka­nunlarına uyan herkese lütfettiği hazînelerini ona da verir. Kul yap­ması gereken şeyleri yapar da başanya ulaşmazsa, sebepleri halkeden müsebbibe sığınmalı, kalbleri doğru yola götüren Allah'a yönelmeli ve görmediği, bilmediği şeyleri ondan dilemelidir. Her şeyin mülkü elin­de bulunan Allah'ın yardım ve inayetini istemelidir. Seleften bazı ki­şiler bu gibi duaların muhakkak kabul edileceğini söylemişlerdir. Sû-fîler de derler ki, kabul edilen duâ, istidat diliyle istenendir. Nitekim Hz. peygamber de istenmeyecek şeyleri istemekten Allah'a sığınmıştır. Öy­leyse bir kimse çalışmayı ve kazanmayı bırakıp her gün «Rabbım bana bin lira ver, Rabbım bana bin lira ver» diyerek Allah'tan isterse, bu kim­se duâ eden insan değil, düpedüz bir câhildir. Bunun misâli tedâvî yo­lunu benimseyerek doktora görünmediği halde, Rabbım bana şifâ ver, bana afiyet ver diyen kimse gibidir. Sanki o bu duâsıyla şöyle demek­tedir : Allah'ım sen değişmez dediğin, kanunlarını benim için değiştir. Derste bir öğrenci şunu sordu : Rızık önceden belirlenmişse neden isteyelim? Üstâd Muhammed Abduh dedi ki; benim sana cevap ver­mem veya vermemem önceden belirlenmişle niye suâl soruyorsun? Bu söylenebilecek bir söz değildir. Bu âyette ve diğer âyetlerde, hadîslerde bizden Allah'a duâ etmemizi istemenin hikmeti ne olabilir? Hadîste duâ hidayetin beynidir, buyurulmuştur. Allah bizim nefsimizde olanı ve içi­mizde saklı bulunanı bildiğine göre, niçin bizden duâ etmemizi istiyor? Sûfîler der ki; duadan maksad, gönlün Allah'a karşı çırpınışı ve Al­lah'ın yardımına muhtaç olduğunu anlayıp O'na sığınmasıdır. Buna delil olarak İbrahim (a.s.)in ateşe atılmazdan önce Cebrail'in ona ge­lip bir ihtiyâcın var mı? diye sormasını gösterirler. O, sana ihtiyâcım yok, deyince Cebrâîl, öyleyse Allah'a duâ et, demişti. Bunun üzerine İb-râhîm Allah'ın halimi bilmesi benim suâlimden daha yeterlidir ceva­bını vermişti. Ben derim ki; âyetin ve hadîslerin zahirinden anlaşılan, gönülden Allah'a yönelip duâ edilmesi gerekir. Nitekim kitâb ve sün­nette me'sûr dualar bulunmaktadır. Dille duâ, kişinin Allah'a ihtiyâcı­nı hissetmesi, gönlüyle çırpınması ve bunun şuuru içerisinde bulunma­sıdır. Bunun etkisi olmasa da bu kula kendi durumunu hatırlatır ki işte bu da îmânın en büyük belirtilerinden biridir. Bunun için Hz. Pey­gamber duayı ibâdetin beyni olarak isimlendirmiştir. Bunun için duâ edilmesi istenmektedir. Samimiyetle Allah'a yönelen, ruhuyla Allah'a ve Allah'ın rızâsına koşan kişinin duası muhakkak kabul edilir. (...)[45]

 

187- Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için ,siz de onlar için bir elbisesiniz. Si­zin nefislerinize hıyanet eder olduğunuzu Allah bildi de tevbenizı kabul edip, sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın hakkınızda yazdığını isteyin. Sizin için şafağın beyaz ipliği .siyah ipliğinden seçilinceye kadar yeyin, için. sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde i'ti-kâfta bulunduğunuz zaman, kadınlarınıza yaklaşmayın. Bu, Allah'ın hudududur. Sakın onlara yaklaşmayın. İşte Allah âyetlerini insanlara, korunsunlar diye böyle açıklar.

 

Oruçla İlgili Hükümler

 

Bu âyet ile Allah müslümanlara ruhsat vermiş ve İslâm'ın başlan­gıç dönemindeki bir durumu kaldırılmıştır. Çünkü İslâm'ın başlangı­cında bir kişi iftar ettiği zaman; ona yatsı namazına veya uyuyunca­ya kadar; yemek, içmek ve cinsî münâsebet helâl idi. Ama uyuyunca veya yatsı namazım kılınca, artık bir daha yemek, içmek ve cinsî münâsebet ertesi akşama kadar yasaktı. Bu, onlara çok ağır gelmeye başladı. Bu âyette geçen “Rafes” kelimesi cinsî münâsebettir. İbn Abbâs, Atâ, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Tâvûs, Salim İbn Abdullah, Amr İbn Dînâr, Hasan, Katâde, Zührî,- Dahhâk, İbrâhîm el-Nehaî, Süddî, Atâ el-Horasânî ve Mukâtil İbn Hayyân böyle demişlerdir.

«Onlar sizin için, siz de onlar için bir elbisesiniz.» İbn Abbâs Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Hasan, Katâde, Süddî ve Mukâtil İbn Hay­yân, onlar sizin için huzur kaynağı, siz de onlar için huzur kayna ğısınız, diye tefsir etmişlerdir. Rebî' İbn Enes ise; kadınlarınız sizin için yorgan, siz de onlar için yorgansınız, diye tefsir etmiştir. Kısacası kadın ve erkek birbiriyle içice düşüp kalktığı için, Ramazân ayında zorluk olmasın diye cinsî münâsebet ruhsatı verildi. Nitekim Muâz'ın uzun hadîsinde de geçtiği gibi, bu âyetin sebebi nüzulü şöyledir: Ebu İshâk, Berrâ İbn Âzib'ten nakleder ki Rasûlullah (s.a.) m ashabından bir kişi oruç tuttuğunda iftar etmeden uyursa, ancak ertesi gün ak­şama kadar yemek yiyebilirdi. Kays İbn Sırma el-Ansârî oruçlu idi. O gün kendi arazîsinde çalışıyordu. İftar vakti olunca, karısına geldi ve yiyecek bir şeyler varmı? dedi. Kadın, hayır çıkıp bir şeyler araş­tırayım, dedi. Ancak Kays'ın uykusu geldi ve yattı. Karısı gelip onun uyuduğunu görünce, yazık oldu da uyudun, dedi. Ertesi gün öğleye doğru adam bayılmaya başladı. Rasûlullah (s.a.) a bu durum anla­tılınca, işte bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bunun üzerine ashâb-ı güzîn fazlasıyla sevindiler. Burada Buhârî'nin Ebu İshâk'tan naklettiği ifâ­de şöyledir : Ben Berrâ'dan duydum ki; o şöyle dedi: Ramazân orucu emredildiğinde müslümanlar eşlerine yaklaşamazlardı. Ramazân bo­yu onlarla birleşemezlerdi. Bazı kişiler nefislerine hiyânet ederlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Sizin nefislerinize hiyânet edecğinizi Al­lah bildi de» âyetini inzal buyurdu.

Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'm şöyle dediğini nakleder: Rama­zân ayında yatsı namazını kıldıktan sonra müslümanlara ertesi akşa­ma kadar yemek ve eşleriyle birleşmek yasaktı. Sonra müslümanlar dan bazı kişiler Ramazân ayında yatsıdan sonra yemek yediler ve eş­leriyle birleştiler. Bunlar arasında Hattâb oğlu Ömer (r.a.) de bulu­nuyordu. Durumu Rasûlullah'a dertlenerek anlattıklarında, bu âyet-i kerîme nazil oldu. Bu rivayeti Avfî de İbn Abbâs'tan nakleder.

Mûsâ İbn Ukbe, Kureyb kanalıyla İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Müslümanların yemelerini, içmelerini ve eşleriyle birleşme­lerini helâl kılan oruçla ilgili âyet nazil olmazdan önce; bir kişi uyu­yacak olursa, bir daha ertesi akşama kadar yiyemez,^ içemez ve eşiyle birleşemezdi. Bize ulaştığına göre; Hattâb oğlu Ömer (r.a.) uyudu, oruç başladıktan sonra eşiyle birleşti. Sonra Rasûlullah (s.a.) a gelip dedi ki; yaptığım şeyden dolayı sana ve Allah'a şikâyet ederim. Hz. Peygamber ne yaptın ya Ömer? dedi: O ben nefsime uydum ve uyu­duktan sonra eşimle birleştim. Halbuki oruç tutmak istiyordum, dedi. Halk; Rasûlullah (s.a.) in; sen bunu yapacak adam değildin, deme­sini bekliyordu. Ancak o sırada âyet-i Serîme nazil oldu. Ve Rasûlul­lah «Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı» âyetini okudu.

Sa'd İbn Arûbe... Ebu Hüreyre'nin bu âyet-i celîle konusunda şöyle dediğini rivayet eder : Bu âyet nazil olmazdan önce yatsı nama­zını kıldıktan sonra müslümanlara yemek, içmek ve kadınlara yak­laşmak ertesi gün iftar edinceye kadar haram olurdu. Hattâb oğlu Ömer (r.a.) yatsı namazından sonra eşiyle birleşti. Sırma İbn Kays el-Ansârî de akşam namazını kıldıktan sonra uykusu geldi, yattı, ye­mek yemedi. Rasûlullah (s.a.) yatsı namazını kılıncaya kadar o uy­kusundan uyanmadı. Kalktı, yemek yedi ve içti. Ertesi sabah Rasû­lullah (s.a.) a gelerek durumunu haber verdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı...» âye­tini inzal buyurdu. Bu, Allah'ın bir .affı ve rahmetiydi...

Hüşeym... Abdurrahmân İbn Ebu Leylâ'dan nakleder ki; o şöyle demiş: Hattâb oğlu Ömer ayağa kalktı ve dedi ki; Ey Allah'ın Ra-sûlü, ben dün akşam bir kişinin ailesinden isteyeceği şeyi istedim. Eşim, uykusu geldiğini söyledi. Ben, hastalık gösterisinde bulunuyor sandım. Ona yaklaştım. Bunun üzerine Hz. Ömer hakkında bu âyet-i celîle nazil oldu. Bu haberi Şu'be, Amrİbn Mürre kanalıyla İbn Ebu Leylâ'dannakletmiştir.

Ebu Ca'fer İbn Cerîr el-Taberî der ki; Bana Müsennâ, Mûsâ İbn Cübeyr'den nakletti ki, o Abdullah İbn Kâ'b İbn Mâlik'ln babasının şöyle dediğini duymuş: Ramazan ayında oruç tuttukları zaman, ge­celeyin yatınca; ertesi gün iftara değin insanlara yemek, içmek ve kadın yasaklanmıştı. Bir gece Ömer İbn el-Hattâb Hz. Peygamberin ya­nından geç vakitte dönmüştü. Eşinin uyumuş olduğunu görmüş ve ona yaklaşmak istemişti. Kadın, ben uyudum deyince, uyumadın di yerek ona yaklaşmıştı. Kâ'b İbn Mâlik de böyle yapmıştı. Ertesi sa­bah Hattâb oğlu Ömer Hz. Peygambere gelip durumu haber verdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Sizin nefislerinize hiyânet edeceğinizi Allah bildi de tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık onlara yak­laşın ve Allah'ın hakkınızda yazdığını isteyin...» âyetini inzal buyur­du. Mücâhid, Atâ, İkrime, Süddî ve Katâde ile diğerlerinden de bu âyetin nüzul sebebi konusunda, Ömer İbn el-Hattâb'ın ve onun gibile­rin davranışlarıyla, Sırma İbn Kays'ın davranışı nakledilir. Onlar sa­yesinde Allah'ın bir rahmeti ve ruhsatı olarak nfk ile bütün gece boyu, yemek, içmek ve cinsî münâsebet mübâh oldu.

«Ve Allah'ın hakkınızda yazdığını isteyin.» Ebu Hüreyre, İbn Ab-bâs, Enes İbn Mâlik, Kadı Şüreyh, Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Atâ, Rebî' İbn Enes, Süddî, Saîd İbn Eşlem, Hakem İbn Utbe, Mukâtil İbn Hayyân, Hasan el-Basri, Dahhâk ve Katâde ile diğerlerinden ri­vayet edilir ki; bu âyetten maksad çocuktur. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de bununla cinsel münâsebetin kastedildiğini söyler. Amr İbn Mâlik... İbn Abbâs'tan «Ve Allah'ın hakkınızda yazdığını isteyin.» âyetinden Leyle-i Kadrin kastedilmiş olduğu, rivayetini nakleder, İbn Ebu Hatim ile İbn Cerîr de böyle rivayet etmişlerdir. Abdürrezzâk der ki, bize Ma'mer Katâde'nin şöyle dediğini nakletti: «Ve Allah'ın hak­kınızda yazdığım isteyin» Yani Allah'ın sizin için yazdığı ruhsatı ara­yın. Saîd, Katâde'nin bu âyetin tefsiri konusunda; Allah'ın sizin için helâl kıldığını arayın, dediğini nakleder. Keza Abdürezzâk... Âtâ İbn Ebu Rebâh'tan nakleder ki, o şöyle demiş : Ben İbn Abbâs'a bu âyeti nasıl okuyorsun? “” şeklinde mi yoksa “” şeklinde mi? dedim. İbn Abbâs hangisini istersen dedi. Sonra ilk okunuşunu tut, dedi. tbn Cerîr der ki; bu âyet yukarda söylenenlerin hepsinden çok daha umûmîdir.

«Sizin için şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar yeyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın.» Allah Teâlâ yu­karda geçtiği gibi, cinsel münâsebeti, yemeyi ve içmeyi her gece için mübâh kılmıştır. Oruçlu; sabahın aydınlığı, gecenin karanlığından ay­rılıncaya kadar istediği gece bunları yapabilir. Sabahın aydınlığının gecenin karanlığından ayrılması «Şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar» ifadesiyle belirtilmiştir. Bu ifâdedeki iltibası ve ka­palılığı «fecrin» kelimesi kaldırmaktadır. Nitekim İmâm Ebu Abdul­lah el-Buhârî'nin... Seni İbn Sa'd'dan naklettiği hadîste Seni der ki: Bu âyet nazil olduğunda, «fecrin» kelimesi henüz inmemişti. Bazı ki­şiler oruç tutmak istediklerinde ayaklarından birine beyaz ve siyah ip bağlıyorlardı ve onları ikisinden ayırt edecek zamana kadar yiyorlar­dı. Daha sonra Allah Teâlâ fecr kelimesini inzal buyurdu ve böylece gece ve gündüzün kastedildiği öğrenilmiş oldu.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Hüşeym... Adiyy İbn Hâ-tim'den nakletti ki; o şöyle demiştir: «Sizin için şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar yeyiri, için sonra geceye kadar oru­cu tamamlayın» âyeti nazil olunca, ben iki ip aldım. Biri siyah, diğeri beyazdı. Ve onları yastığımın altına koydum. Bunlara bakıyordum, ancak siyah ile beyazı, beyaz ile siyahı birbirinden ayırt edemiyor­dum. Sabah olunca, Rasûlullah (s.a.) a varıp, yaptığımı haber ver­dim. Bunun üzerine Rasûlullah dedi ki; öyleyse senin yastığın ge­niştir. Çünkü burada kasdolunan; sabahın beyazlığı ile gecenin ka­ranlığıdır. Buhârî ve Müslim bu hadîsi bir başka şekilde Adiyy'den naklederler. Rasûlullah'ın «öyleyse senin yastığın geniştir» kavlinin mânâsı şudur: Bu âyette kasdedilen siyah iple beyaz ipi altına koya­cak kadar yastığın geniş olmalıdır. Çünkü bu ipler gündüzün beyaz-lığıyla, gecenin karanlığıdır. Dolayısıyla senin yastığının Doğu ve Ba­tı genişliğinde olması gerekir. Buhârî'nin rivayetinde bu hadîs bu şe­kilde teîsîr edilmiş olarak yer alır. Bize Mûsâ İbn İsmâîl Adiyy'den nakleder ki, o şöyle demiştir: Adiyy bir siyah ip, bir de beyaz ip aldı. Gecenin bir kısmı geçince onlara baktı ve birbirinden ayırt edemedi. Sabahlayınca dedi ki; ey Allah'ın Rasûlü ben onları yastığımın altına koydum. Rasûlullah buyurdu ki; öyleyse senin yastığın geniş olmalı-dir ki; beyaz iple siyah ip yastığının altına girebilsin. Bu hadisin bazı rivayetlerinde, «Yastığın geniş olmalıdır» yerine «kafan geniş olmalı­dır» lafzı vârid olmuştur. Bazıları bu hadîsi budalalıkla tefsir etmiş­lerdir ki bu, zayıftır. Ancak hadîsin muhtevası yine bu anlama gelir. Çünkü bir kişinin yastığı geniş olursa kafası da geniş olacaktır. Allah en iyisini bilir. Buhârî'nin rivayeti ayrıca bu âyetin tefsirini de ihti­va etmektedir. Kuteybe... Ali İbn Hâtim'den nakleder ki; o şöyle de­miştir : Dedim ki, ey Allah'ın Rasûlü beyaz ipin siyah ipten ayrılması ne demektir? Bu gerçekten iki ip midir? Rasûlullah buyurdu ki; eğer bu iki. ipi görebilirsen senin kafan çok geniş olmalıdır. Sonra buyurdu ki; hayır, bunlar gecenin karanlığıyla gündüzün beyazlığıdır. Allah Teâlâ'mn fecrin doğuşuna kadar yemeye izin vermesi, sahurun müs-tehâb olduğunun delilidir. Çünkü bu, ruhsat kabîlindendir. Ve bu ruh­sattan yararlanmak iyidir. Bunun için Rasûlullah (s.a.) dan sabit olan sünnet-i seniye'de sahura teşvik emri vârid olmuştur. «Buhârî ve Müs­lim'in Sahîh'lerinde Enes İbn Mâlik der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur :

«Sahur yapın, çünkü sahurda bereket vardır.» Müslim'in sahîh'in-de Amr İbn Âs der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

«Bizim orucumuzla ehl-i kitâb'ın orucunu ayıran fark, sahur ye­mektir.»

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize İshâk İbn îsâ... Ebu Saîd' den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Sahurda yemek berekettir, sakın terketmeyiniz. İçinizden birisi bir bardak su da içmiş olsa Allah ve melekleri sahura kalkanlara duâ eder.

Bir bardak su içme şeklinde de olsa, sahur konusunda tesvîk edici pek çok hadîs-i şerîf vârid olmuştur. Sahurun fecrin aydınlanmasına yakın zamana kadar te'hîr edilmesi müstehabtır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde vârid olduğuna göre; Enes İbn Mâlik, Zeyd İbn Sâbit'ten nakleder ki; o şöyle demiştir : Biz Rasûlullah (s.a.) ile birlikte sahur yaptık, sonra namaza kalktık. Enes der ki; ben Zeyd'e ezanla sahur arası ne kadardır? diye sordum. O elli âyet okunacak ka­dardır, dedi.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Mûsâ İbn Dâvûd... Ebu Zerr'in şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ümme­tim iftarı acele ettikleri, sahuru geriye bıraktıkları sürece hayır üzere kâim olacaktır. Rasûlullah (s.a.) in sahuru mübarek gıda diye isim­lendirdiği pek çok hadîs-i şerifte vârid olur. İmâm Ahmed'in, Neseî ve İbn Mâce'nin Hammâd İbn Seleme kanalıyla... Huzeyfe İbn el-Yem-mân'dan naklettikleri hadîste Huzeyfe şöyle der: Biz Rasûlullah (s.a.) ile sahur yaptık. O sırada gün ağarmıştı ancak güneş henüz doğma­mıştı. Bu hadîsi yalnızca Âsim İbn Ebu Necûd rivayet etmiştir ki, Neseî bunun tek kaldığını söyler ve burada fecrin yaklaştığı mânâsı­nın kastedildiğini belirtir. Nitekim Allah Teâlâ «Onlar sürelerini dol­durunca; ya ma'rûf ile tutuverin veya ma'rûf ile bırakın.» âyetinde iddet müddetinin son bulması yaklaşınca, onların ya eve tutulması ve­ya ayrılarak bırakılması gerektiğini böylece ifâde tmiştir. Hadîsi bura­da belirlenen hususa hamletmek gerekir. Rasûlullah (s.a.) sahur yap­mış, ancak fecrin doğduğunu zannetmiş, bir kısmı iss bunun farkına varamamıştır. Selef-i salibinden pek çok kişiden sahurun, fecrin yak­laştığı ana kadar geciktirilmesine müsamaha gösterildiği rivayet edi­lir. Nitekim buna benzer nakiller Hz. Ebu Bekir, Ömer, Ali, Abdullah İbn Abbâs, Zeyd İbn Sabit ve ayrıca tabiînden büyük bir kitle tara­fından rivayet edilmiştir. Bunlar arasında Muhammed İbn Ali, İbn Hüşeym, Ebu Miclez, İbrahim el-Nehâî, Ebu Duhâ, Ebu Vaîd bulun­duğu gibi İbn Mes'ûd'un arkadaşlarından başka kişiler de vardır. Ke­za Atâ, Hasan, Hakem İbn Üyeyne, Mücâhid, Urve İbn Zübeyr, Ebu Şa'sâ, Câbir İbn Zeyd'den de böyle rivayet edilir. Ahmed de bu görüşe kail olmuştur. Biz bunların dayanaklarını başlı başına yazdığı­mız oruç kitabında kaydettik. Hamd Allah'a mahsûstur.

İbn Cerîr tefsirinde bazı kişilerden nakleder ki iftar; nasıl güne­şin batışıyla caiz oluyorsa, imsak da; güneşin doğuşundan itibaren vâcib olur. Ben derim ki; ilim ehlinden herhangi bir kişinin bu gö­rüşü ayağını sağlam basarak serdedeceğini tahmin etmiyorum. Çün­kü Kur'an'ın açık nassına aykırıdır. Allah Teâlâ; «sizin için şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar yeyin, için, sonra ge­ceye kadar orucu tamamlayın» buyuruyor.

Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerinde Kasım kanalıyla... Hz. Âişe' den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bilâl'in ezanı sizi sahurunuzdan alıkoymasın. Çünkü o geceleyin ezan okur. İbn Üm-mü Mektûm'un ezanını duyduğunuz zamana kadar yeyip, için. Çünkü o fecir doğuncaya kadar ezan okumaz. Bu lafız Buhârî'ye aittir. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Musa İbn Dâvûd... Kays İbn Talk ka­nalıyla babasından nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Fe­cir, ufukta uzanan fecir değildir. Ancak beliren kızıllıktır. Ebu Dâvûd ve Tirmizî de bu hadîsi rivayet ederler. Ancak onların metni şöyledir: Yükselen ve parlayan ışık sizi rahatsız etmesin. Kızıl ışık belirinceye kadar yeyin ve için. İbn Cerîr der ki; bize Muhammed İbn Müsennâ... Semûre İbn Cündeb'den Rasûlullah (s.a.) m şöyle buyurduğunu nak­letti : Şu beyazlık ve Bilâl'in seslenmesi sizi aldatmasın. Fecir doğun­caya veya çatlayıncaya kadar yeyin. Keza İbn Cerîr, Şu'be ve diğer­leri kanalıyla, Semûre İbn Cündeb'ten Rasûlullah (s.a.) in şöyle bu­yurduğunu rivayet eder: Sizi Bilâl'in ezanı ve uzanan fecir, sahurdan alıkoymasın. Sadece ufukta uçuşan fecir, sahurdan alıkoysun. İbn Cerîr der ki, bana Ya'kûb İbn İbrâhîm... «Semûre İbn Cündeb'ten Ra­sûlullah (s.a.) m şöyle buyurduğunu nakletti: Şu beyazlık ve Bilâl'in ezanı sizi aldatmasın. Fecr uçuştuğu zaman sabaha kalkın. Müslim Sahîh'inde bu hadîsi Züheyr İbn Harb kanalıyla İsmâîl İbn İbrahim' den nakleder.

İbn Cerîr der ki; bana Abd İbn Humeyd... Abdullah İbn Mes'ûd' dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Bilâl'in ezanı —veya seslenişi dedi— sizden birini sahurdan alıkoymasın. Çünkü Bilâl uyu­yanınızı uyandırmak, ayakta olanınızı geri döndürmek için ezan okur. —veya seslenir demiştir— Fecir şöyle veya şöyle. (Hz. Peygamber eli­ni sıkıp kaldırmış, sonra parmaklarını açmıştır.) demek değildir ki öyle desin. İbn Cerîr bir başka yolla Teymî'den bu hadîsi rivayet eder. İbn Cerîr der ki; bana *Hasan İbn Zeberkan el-Nehâî... Abdur-rahmân İbn Sevbân'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muş : Fecir iki tanedir : Kurt kuyruğu gibi olan (fecir) bir şeyi haram kılmaz. Ama ufku sarıp uçuşan (fecir) namazı helâl, yemeyi haram kılar. Bu hadîs gerçekten mürseldir.

Abdürrezzâk der ki; bana İbn Cüreyc, Atâ'dan nakletti ki; o İbn Abbâs'ın şöyle dediğini duydum, demiş : Fecir iki tanedir. Gökyüzünde parlayan (fecir) bir şeyi helâl veya haram kılmaz. Fakat dağların ba­şında beliren (fecir) içmeyi haram kılar. Atâ der ki; gökyüzünde par­lamak demek, semâda uzunluğuna yayılmak, demektir. Bu fecir oruçlu için içmeyi ve namazı haram kılmaz. Keza haccı fevtettirmez. Ama dağların başında dağılırsa, oruçlu için içmek haram olur, haccı da fevt eder. Bu hadîsin İbn.Abbâs'la Atâ'ya isnadı sahîhtir. Selef-i sâli-hînden bir çok kişi tarafından böyle rivayet edilmiştir. Allah onlara rahmet etsin. [46]

 

Önemli Bir Mes'ele

 

Allah Teâlâ; oruç tutmak isteyen kişi için cinsî münâsebet, ye­mek ve içmek konusunda fecir vaktini sınır kıldığından sabahleyin cünüb olan kişinin, gusül edip orucunu tamamlaması gerekir ve bun­dan dolayı hiçbir beis yoktur. Dört imâmın ve seleften, haleften Cum-hûr-u ulemanın mezhebi budur. Buhârî ve Müslim'in rivayet ettikle­rine göre; Hz. Âişe ve Ümmü Seleme (r.a.) dediler ki; Rasûlullah (s.a.) ihtilâmdan değil ama cinsî münâsebette bulunmaktan dolayı cünüb olunca gusül edip oruç tutardı. Ümmü Seleme'nin hadîsinin devamın­da «Sonra ne orucunu bozar, ne de kaza ederdi.» ibaresi bulunmak­tadır. Müslim'in Sahîh'inde Hz. Âişe (r.a.) den nakledilir ki adamın birisi; Ey Allah'ın Rasûlü, ben cünüb iken namaz vakti gelip çatıyor, oruç tutayım mı? dedi. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ben cünüb iken namaz vakti gelip çatıyor ve orucumu tutuyorum. Adam dedi ki; ey Allah'ın Rasûlü sen bizim gibi değilsin. Allah senin gelmiş geçmiş gü­nâhlarını bağışlamıştır. Rasûlullah (s.a.); Allah'a andolsun ki, ben si­zin Allah'tan en çok korkanınız ve Allah'tan en iyi sakınmasını bile­niniz olmayı umarım, buyurdu. İmâm Ahmed İbn Hanbel'in... Ebu Hüreyre (r.a.) den naklettiği hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur: Sizden biriniz sabah namazına niyet edildiği zaman cünüb ise, o gün oruç tutmasın. Bu hadîsin isnadı Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre' sahîhtir. Buhârî ve Müslim'de bu hadîs, Ebu Hüreyre ve Fadl İbn Ab-bâs'tan nakledilir. Neseî'nin Sünen'inde ise Üsâme İbn Zeyd ve Fadl İbn Abbâs'tan nakledilir. Ancak bu, merfû' değildir. Bu bakımdan bil­ginlerden bir kısmı bu hadîsi illetli saymış, bir kısmı da onu benim­semiştir. Bu görüşte olanlar Ebu Hüreyre, Salim, Atâ, Hişâm İbn Urve ve Hasan el-Basrî'dir. Bir kısmı da uyurken cünüb (ihtilâm) olmakla, isteyerek cünüb olma arasında ayrım yapmaktadırlar. Bunlar Hz. Âişe ve Ümmü Seleme'nin hadîsine istinaden birincilere bir şey gerekmedi­ğini, Ebu Hüreyre'nin hadîsine binâen ikincilerin orucunun ise' caiz olmadığını söylemişlerdir. Urve, Tâvûs ve Hasan'dan böyle nakledilir. Bir kısım ulema da farz oruçla nafile oruç arasında ayırım yaparak, farzın tamamlanıp kaza edileceğini, nafilenin ise hiçbir zarar verme­yeceğini söylemişlerdir. Sevrî; Mansûr ve İbrâhîm el-Nehaî'den bu gö­rüşü rivayet eder. Bu görüş Hasan el-Basrî'nin de görüşüdür. Bazı bil­ginler de Ebu Hüreyre hadîsinin Âişe ve Ümmü Seleme hadîsiyle nesh-edildiğini iddia etmişlerse de bu konuda tarihî bir belge yoktur. İbn Hazm; o hadîsin bu âyet-i kerîme ile neshedildiğini söyler ki, bu da cidden uzak bir ihtimâldir. Zîra tarihî bir belge yoktur. Hattâ tarihî verilerde ortaya çıkan sonuç bunun aksidir. Bazı bilginler de Ebu Hü­reyre'nin hadîsinin Hz. Âişe ve Ümmü Seleme'nin cevaz ifâde eden hadîsini tamamladığını söylemişlerdir ki bu, görüşlerin en yakını ve sözlerin en derli toplusudur. Allah en iyisini bilir.

«Sonra geceye kadar orucu tamamlayın.» Şer'î bir hüküm ola­rak iftar; güneşin battığı anda caiz olur. Nitekim Buhâri ve Müslim' de mü'minlerin emîri Ömer İbn Hattâb'dan nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.)  şöyle buyurmuştur:

«Gece şuradan geldiği ve gündüz de şuradan gittiği zaman, oruçlu iftar yapar.»

Sehl İbn Sa'd el-Sâidî (r.a.) der ki; Rasûlullah (s.a.) :

«İnsanlar iftarda acele ettikleri sürece hayr üzere kâim olurlar.» buyurmuştur. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim de tahrîç etmişlerdir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Velîd İbn Müslim... Ebu Hüreyre (r.a.) den Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu nakletti: Allah Azze ve Celle; kullarından en çok sevdiğim iftarı en çabuk yapandır, buyurmuş. Tirmizî bir başka şekilde bunu Evzâî'den nakleder ve bu hadîs hasendir, garîbtir, der.

Ahmed İbn Hanbel ayrıca der ki; bize Affân... Beşîr İbn Hassâ-siye'nin hanımı Leylâ'dan nakletti ki o şöyle demiş : Ben ardarda iki gün iftârsız oruç tutmak istedim. Beşir beni men'ederek dedi ki, Ra­sûlullah (s.a.) bu tür orucu yasakladı ve bunu Hıristiyanlar tutar siz Allah'ın size emrettiği gibi oruç tutun ve orucu geceye kadar tamam­layın. Gece bastırınca iftar edin, buyurdu. Bu sebeple sahîh hadîsler­de «visal» adı verilen iki günü birleştirerek hiçbir şey yemeden oruç tutmak yasaklanmıştır. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Abdürrezzâk... Ebu Hüreyre'den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle  buyurmuş: Oruçları birleştirmeyin.  Sahâbe-i güzîn;   ey Allah'in Rasûlü, sen birleştiriyorsun, dediklerinde; Rasûlullah (s.a.), ben sizin gibi değilim. Akşam olunca Rabbım beni yedirir, içirir buyurmuş. Ebu Hüreyre der ki; Sahabe iki günü birleştirerek oruç tutmaktan vazgeçmediler. Rasûlullah (s.a.) iki gün iki gece onlarla birlikte orucu birleştirdi. Sonra hilâli gördüler. Ve onları tenkîd ederek buyurdu ki; eğer hilâl gecikmiş olsaydı ben de size onu arttırırdım. Bu hadîsi Bu-hâri ve Müslim, Zührî'den tahrîç ederler. Keza birleştirmeyi yasak­layan hadîsi her iki imâm Enes ve İbn Ömer'den tahrîc eder. Hz. Âişe (r.a.) der ki; Rasûlullah (s.a.) mü'minlere rahmet olarak iki günü birleştirmeyi yasakladı. Onlar dediler ki; ama sen birleştiriyorsun. Ra­sûlullah buyurdu ki; ben sizin gibi değilim. Rabbım beni yedirir, içirir. Orucu birleştirerek tutmaktan nehy bir çok şekilde sabit olmuştur. Ve bunun sadece peygambere hâs özelliklerden olduğu belirtilmiştir. Bu konuda Allah'ın ona yardım edip destek olduğu ifâde edilmiştir. En doğ­rusu Allah'ın Rasûlullah'ı, yedirip, içirmesinin hissî olmayıp, ma'nevî ol­duğudur. Aksi takdirde hissî olarak yedirilmiş olsaydı, orucu birleş­tirmiş sayılmazdı... Kim de güneş battıktan sonra, seher vaktine ka­dar bir şey yemezse bu onun bileceği bir şeydir. Nitekim Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : İki gün orucu birleştirmeyiniz. Sizlerden birisi birleştirmek isterse, seher vaktine ka­dar ulaştırsın. Onlar dediler ki; ey Allah'ın Rasûlü, sen birleştiriyor­sun. Rasûlullah buyurdu ki; ben sizin gibi değilim. Ben yattığım za­man beni doyuran yiyeceğim ve su içiren sâkî'm vardır. Bu hadîsi Bu-hârî ve Müslim tahrîç etmişlerdir.

İbn Cerîr der ki; bize Ebu Küreyb... Hâtib İbn Ebu Belta'nın Ümmü Veled'inden nakleder ki, o sahur yaparken Rasûlullah (s.a.) a rastlamış. Rasûlullah onu, yemeğe çağırmış. Kadın ben oruçluyum de­yince, Rasûlullah, siz nasıl oruç tutarsınız? buyurmuş. Ben tuttuğum orucu Rasûlullah (s.a.) a anlatınca o, Muhammed'in ailesinin visal orucundan sana ne? Sahuru, sahura birleştirmek sana ne? buyurmuş. İmâm Ahmed der ki; bize Abdürrezzâk... Hz. Ali'den Rasûlullah (s.a.) in seherden sehere orucu birleştirdiğini nakletti. îbn Cerîr, Abdullah îbn Zübeyr ve diğer selef-i salibinden rivayet eder ki; onlar da sayılı günlerde orucu birleştirirlermiş. Ancak bunu, onların ibâdet şeklinde değil, riyâzat olarak yaptıklarına hamletmiştir. Allah en iyisini bilen­dir. Muhtemeldir ki, onlar buradaki yasağı şefkat babından bir yol gösterme olarak anlamışlardır. Nitekim Hz. Âişe'nin hadîsinde bu hu­sus, «onlara rahmet olarak» diye ifâde edilmiştir. İbn Zübeyr, onun oğlu Âmir ve onların yolunda gidenler, bu konuda güçlüğü yeğleyerek böyle yapıyorlardı. Çünkü kendilerini kuvvetli buluyorlardı. Nakledilir ki onlar, bağırsaklarının yemekle tahrîş olmaması için ilkin yağla if­tar ederler ve sabrederlermiş. İbn Zübeyr'den rivayet edilir ki; o yedi gün ardarda oruç tutar ve yedinci günün sabahında da en güçlü ve en sağlam olarak kalkarmış. Ebu'l-Âliye der ki; Allah orucu gündüz farz kılmıştır. Gece bastırınca isteyen yer, isteyen yemez.

«Meseidlerde i'tikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaş­mayınız.» Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakleder ki; bu âyet Ra­mazânda veya Ramazân dışında mescidde i'tikâfa giren kişiler hak­kındadır. İ'tikâfa girenlere i'tikâf süresi bitinceye kadar, gece veya gündüz kadınlara yaklaşmayı Allah yasaklamıştır. Dahhâk der ki; adam, i'tikâfa girip de mescidden dışarı çıkacak olursa, dilerse ka­rısıyla temasta bulunabilirdi. Nihayet Allah Teâlâ «mescidde kaldığı­nız sürece onlara yaklaşmayın», buyurdu. Yani ne mescidde, ne de mescidin dışında. Mücâhid, Katâde de böyle dediler. Başkalarının da bu âyet ininceye kadar böyle yaptığı rivayet edilir.

İbn Ebu Hatim der ki; İbn Mes'ûd; Muhammed İbn Kâ'b, Mü­câhid, Atâ, Hasan, Katâde, Dahhâk, Süddî, Rebî' İbn Enes ve Mukâ-til'in, i'tikâfta iken hanımlara yaklaşılmayacağım söylediklerini nak­letti. Bu nakil ulemâ katında ittifak edilmiş olan bir husustur. İ'tikâfa giren kişi; mescidde bulunduğu sürece hanımına yaklaşmak ona ha­ram olur. İsterse ihtiyâcını gidermek için evine gitmiş olsun. Evinde ancak yemek veya def-i hacet için kalabilir. Daha fazla kalması helâl olmaz. Karısını öpemez, onu kucaklayamaz ve i'tikâf'ın dışında başka bir şeyle meşgul olamaz. Hasta ziyaretine gidemez. Ancak yolda yü­rürken ona bir şeyler sorulabilir. İ'tikâf konusunda tafsilatlı hüküm­ler i'tikâf bahsinde açıklanmıştır. Bunlardan bir kısmı üzerinde ulemâ icmâ' etmiş, bir kısmı üzerinde ihtilâf etmiştir. Biz oruç kitabında bu konuda uzunca bilgi.verdik. Hamd Allah'a mahsûstur.

Bu sebeple fukahâ oruç kitabından sonra i'tikâf kitabım tasnîf ederlerdi. Bunu yaparken Kur'an-ı Azîm'e uyarlardı. Çünkü Kur'an-ı Azîm orucu zikrettikten sonra, i'tikâfı bahis konusu yapmıştır. Oruç­tan sonra i'tikâfın zikredilmesi Allah Teâlâ tarafından i'tikâfın oruçlu iken yapılmasına dikkatleri çekmek içindir. Ya da Ramazân ayının son günlerinde i'tikâfa girmeyi teşvik içindir. Sünnet-i seniyye'de sa­bit olduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) Ramazân ayının son on günün­de i'tikâfa girermiş. Allah Azze ve Celle ona kendi katma yücelttiği zamana kadar böyle yapmıştır. Sonra eşleri de aynı şekilde i'tikâfa girmişlerdi. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde mü'minlerin annesi Hz. Âişe ve Safiyye'nin Hz. Peygamber mescidde i'tikâfta iken onu ziyaret ettikleri nakledilmiştir. Safiyye bir süre Rasûlullah'ın yanın­da konuşmuş ve sonra akşam üzeri evine gelmek için döndüğünde; Ra­sûlullah (s.a.) onunla beraber evine getirinceye kadar yürümüş. Evi Medine'nin yanındaki Usâme İbn Zeyd'in eviymiş. Yolun bir kısmına geldiğinde, Ansârdan iki kişi onunla karşılaşmış. Rasûlullah  (s.a.) ı görünce, Rasûlullah  (s.a.) m eşiyle birlikte olmasından dolayı ondan haya ederek hızlıca kaçıp gizlenmeye çalışmışlar. Rasûlullah (s.a.) on­lara buyurmuş ki; koşmayınız, o Safiyye'dir. İyi bilirim o benim eşim olan Safiyye'dir. O iki kişi; Sübhânallah ey Allah'ın Rasûlü, demiş­ler. Bunun üzerine Aleyhisselâtü Vesselam Efendimiz; şeytân âdem-oğlunun içerisinde kanın akışı gibi sirayet eder. Ben sizin kalblerini-ze bir şey veya bir şer sokmasından korktum, buyurmuştur. Şafiî mer­hum der ki; Rasûlullah (s.a.) böylece günâha girmelerini önlemek için ümmeti töhmetten uzaklaştırmak gerektiğini öğretmiştir. Halbuki o iki zât Rasûllulah (s.a.) a kütü zan beslem'ekten sakınacak kadar Al­lah'tan korkan kişilerdi. Allah en iyisini bilendir.

Âyet-i kerîme'de geçen, «Yaklaşmaktan» maksat, cima' (cinsel temas) dır. Cinsî temas ve bunun gerekleri olan; öpme, sarılma vb. hallerdir. Bir şey vermek veya almak konusuna gelince; bunda bir beis yoktur. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Hz. Âişe (r.a.) den nakledilir ki, o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) ben âdet halinde iken başım bana uzatırdı ve ben onu tarardım. Eve ihtiyâcı için ancak girerdi. Hz. Âişe der ki; bazan evde bir hasta olurdu. Ben ancak ge­çerken ona suâl sorardım.

«Bu, Allah'ın hudududur.»  Yani şu açıkladığımız, belirttiğimiz, anlattığımız oruç ve ahkâmıyla ilgili hususlar, bu konuda koyduğumuz helâl ve haramlar, ruhsat ve azimetler Allah'ın bizzat teşvik edip, açık­lamış olduğu sınırlandır. «Sakın onlara yaklaşmayın.» Haddi tecâvüz edip aşmayın. Dahhâk ve Mücâhid; «bu Allah'ın hudududur» kavlini i'tikâfda cinsî münâsebet konusundaki hadleridir diye tefsîr etmişler­dir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem  «Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı» âyetini okumuş sonra  «Geceye kadar orucu tamamlayın» âyetine gelince babam ve üstâdlanmızdan diğer­leri böyle derlerdi ve bu âyeti bize okurlardı, demiş.

«İşte Allah, âyetlerini insanlara korunsunlar diye böyle açıkla­mış» Allah nasıl orucu, hükümlerini ve tafsilâtım açıklamışsa, diğer hükümleri de kulu ve habîbi Muhammed'in dilinden öylece açıklamış­tır. Tâ ki insanlar nasıl hidâyete ereceklerini, ve Allah'a nasıl itaat edeceklerini öğrensinler. Nitekim 'bir diğer âyet-i kerîme'de şöyle bu-yurulur: «O'dur kuluna sizi karanlıktan aydınlığa çıkarması için apa­çık âyetleri indiren.» [47]

Buradaki “Min” edatı iki anlama gelebilir: Birincisi;  ba'ziyet anlamına gelir. Ve o takdirde mânâ, fecrin bir kısmı demek olur. Yoksa fecrin hepsi anlamına gelmez. Nitekim İbn Cüreyc'den böyle rivayet edilmiştir. İkincisi beyân (açıklama) anlamına gelir ki bu; beyaz ipin açıklaması mâhiyyetindedir. Beyaz ip fecr demektir. Riva­yet edilir ki Adiyy İbn Hatim Rasûlullah (s.a.) a demiş ki: Ben siyah ve beyaz iki kılıç koydum. Ve onlara bakıyordum. Ama birbirinden ayırdedemiyordum. Bunun üzerine Rasûlullah ön dişleri görününceye kadar gülmüş, sonra buyurmuş ki: Ey Hâtim'in oğlu bu gecenin ka-ranlığıyla, gündüzün aydınlığıdır. Şu halde orucun başlaması bu va­kitten itibârendir. [48]

 

188 — Mallarınızı aranızda bâtıl ile yemeyin. Ve in­sanların mallarından bir kısmını, siz bildiğiniz halde gü­nâhla yemek için onları hâkimlere aktarmaym.

 

Yöneticilere Verilen Mallar

 

Ali İbn Ebu Talha İbn Abbâs'dan naklen der ki, Bu âyet-i kerîme kendisinin malı olmadığı ve bu konuda elinde apaçık bir belge bulun­madığı halde, bir malın kendisine âit olduğunu iddia ederek hâkim­lerin yanında dâva açan ve hakkın kendisinin lehinde olmadığını bi­lerek hak sahibi olduğunu iddia eden kimseler hakkında nazil olmuş­tur. Bu kimseler bile bile haram yiyip, günâha girmektedirler. Keza Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Hasan, Katâde, Süddî ve Mukatil İbn Hayyân ile Abdurahmân İbn Zeyd İbn Eslem'in şöyle dedikleri rivayet edilir: Sen zâlim olduğunu bile bile dâvâcı olma. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ümmü Seleme (r.a.) den nakledilir ki; Rasû-lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur :

«Dikkat edin, ben sadece bir insanım. Bana bir dâvâcı gelir. Belki de içinizden bir kısmınız delilini çok daha güzel bir dille ifâde eder ve ben onun lehine hüküm veririm. Kimin için bir müslümanın aley­hinde hüküm vermişsem o ateşten bir parçadır. Ya onu taşısın, ya da atsın.» Bu âyet-i kerîme ve bu hadîs-i şerif gösteriyor ki; hâkimin hükmü gerçekte bir şeyi değiştirmez. Kendiliğinden haram olan bir şeyi —haram olduğu halde— helâl kılmaz. Kendiliğinden helâl olan bir şeyi de —helâl olduğu halde— haram kılmaz. Hâkim, zahire göre hüküm verir. Eğer verdiği hüküm gerçeğe uyarsa, hüküm gerçek olur. Aksi takdirde hâkimin verdiği hükümden dolayı mükâfatı vardır. An­cak hile yapan da vebale girer. Bunun için Allah Teâlâ «Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin» buyurmuştur. Yani iddianızın bâ­tıl olduğunu bile bile, sözünüzle haklı olduğunuzu göstermeye çalış­mayınız. Sonra Katâde derki; ey ademoğlu iyi bil ki; hâkimin hükmü senin için haramı helâl kılmaz, bir bâtıl seni haklı çıkarmaz. Hâkim ancak gördüğüne ve şâhidlerin şehâdetine göre hüküm verir. Hâkim beşerdir. Yanılabilir de, isabet edebilir de. İyi bilin ki; kime bâtıl ko­nusunda lehte bir hüküm verilmişse onun dâvası son bulmamıştır. Allah, kıyamet gününde onları birleştirir. Ve haksız olanın; dünyada haklının aleyhine almış olduğu hükümden, çok daha sağlam, çok da­ha doğru hükmü o zaman haksız olanın aleyhinde verir. [49]

Haksız yere başkasının malını yemek, İslâm'da reddedilen ka­zançların başında yeralır. Bu konuyu Reşîd Rızâ şöyle açıklıyor:

Buradaki yemekten maksad, mutlak şekilde almaktır. «Almak» ta'bîrinin yemek kelimesiyle ifâdesi, Arap dilinde bilinen bir kullanış şeklidir. Kur'ân'ın nüzulünden önce de bu ta'bîr bu anlama kulla­nılıyordu. Ta'bîrin menşei şuradan gelmektedir: Yemek, ihtiyâcın en yaygın biçimidir. Her ne kadar bazı kişiler mallarını yemenin dışında başka konularda harcamakta iseler de bu, yeme ihtiyâcının ve bün­yeyi sağlam tutmak isteğinin en önemli ve en yaygın istek olduğunu ortadan kaldırmaz. Mal yeme ta'bîri, çoğu kçrre boş yere harcamak anlamına kullanılır. Diğer şekilde de kullanıldığı vâriddir.

Boş yere demek olan “” kelimesi, bir şeyin gerçek karşılı­ğı olmayan demektir. Bu kelimeden “” kelimesi de türetil­miştir. Ve bu kelime kaybetme, zarar anlamına gelir. İslâm şeriatı alışılagelen şekliyle hakîkî karşılığı olmaksızın veya mal sahibinin rı­zâsı olmadan birinin malını almayı haram kıldığı gibi malı faydalı ve gerçek şeklin dışında harcamayı da yasaklamıştır. Üstâd Muhammed Abduh der ki; kendisine yetecek bir iş yapacak durumda olduğu halde sadaka alan kişilere aldıkları şey haramdır. Biz diyoruz ki nasıl böyle birine sadaka vermek haram ise o kimsenin sadaka alması da haram­dır. Şu halde mecbur olmadıkça bir müslümanın sadaka kabul etmesi helâl değildir. Keza mecbur kalan kişi kendi kazancı ve çabasıyla bu durumunu izâle etmekten âciz olmadığı sürece sadaka alması yasak­tır. Ben derim ki; bundan çok daha belîğ olanı; fakihlerin bu konuda zikrettikleri şu örnektir: Fukahâ der ki; namaz kılarken avret ma­hallini örtecek bir şeyi olmayan kişinin, sadaka kabul ederek veya bi­risinden emânet elbise alarak namaz kılması vâcib değildir. Çünkü bu İslâm'ın mükellef kılmadığı bir minnetin altına girmektir. O kişi çıp­lak olarak namazını kılabilir. Bu bâtıl şeyler arasında faiz yasağı da vardır. Çünkü faiz, halkın malını kapitali veren kişinin karşılığında bir şey koymadan yemesidir. Buna benzer bir durumda kat kat faiz yiyenlerin durumudur. Ancak bu tür faizle selem arasında fark var­dır. Şeriatın ruhu, bu gibi âyetlerle bize insanın kimseye zarar ver­meden meşru yollarla mal kazanması gerektiğini öğretmektir. Kur' an bu hususu daha vecîz şekilde «bâtıl» terimiyle ifâde ediyor. Çünkü halk arasında bâtılın pek çok şekilleri vardır. Müslümanın, bâtıl say­dığı her şeyden kaçınması gerekir. Halkın gözünden uzak kalabilecek, ancak zamanla ortaya çıkacak devlet adamlarına para yedirmek ve faiz yemek gibi konular da bâtıl teriminin içerisinde yer alır (...) Keza in­sanları birbirine bağlayarak karşılıksız çalıştırmak için menfaatlan-nı gasbederek halka tecâvüz edenler de bu âyetin muhtevası içerisine girerler. Ya da çalıştırdığı işçinin ücretini vermeyenler, az verenler de bu terimin içinde yer alır. Her türlü tecâvüz, hîle, sahtekârlık, göz bağcılık, karaborsacılık da bunun içerisinde yer alır. Çünkü onlar hal­kın gözünü boyayarak, sahte ve değersiz şeyleri güzel göstermekte­dirler. Başkasına gerçek olmayan ve doğru olmayan bilgiler vererek reklâm yapıp alış-verişte bulunanlar da böyledir. Eğer alıcı gizli ta­rafını bilirse, aldığı veya sattığı şeyler hakkındaki kanâati değişecek olursa onu satan kişi bâtıl bir malı yemiş olur.

Kadınların kocaları tarafından sevilmeleri için taktıkları bir ta­kım muskalar, büyüler, göz değmesini önleyici şeyler, Kur'an hatim­leri, sayılı miktarda okunmuş yasinler veya bazı zikirler de bâtıl şey­ler arasında yer alır. Bu gibilerin dinle alay etmeleri bazan o hadde ulaşmaktadır ki, ünlü bazı kimseler Yâsîn sûresini satmaktadırlar. İhtiyâç gidermek veya ölülere rahmet olması için bazıları. Yâsîn oku­makta ve her seferinde bir ipe bir düğüm çalmakta ve ipi beraberinde taşımaktadır. Yâsîn okutturacak kişi gelince, uygun olan parayı alıp adamın istediği kadar sayıda düğümleri çözerek adama Yâsîni ver­mektedirler. Bana bu vak'ayı Şeyh Muhammed Abduh derste anlat­mıştı. Biz bazı Hıristiyan papazlarının bu türden endülüjans adı al tında vergiler kestiklerini ve cennetten arsalar sattıklarını duyar ve onlarla alay ederdik. Nihayet öğrendik ki içimizden de onların yo­lundan adım adım gidip ayının inine düşenler bulunmaktadır.

Muhammed Abduh der ki; bir ibâdet için alman her ücret hal­kın malını bâtıl olarak yemektir. Asr-ı saadette ibâdet için para alın­dığı bilinir şey değildi. İlk ve. ikinci neslin söyledikleri arasında bunu gösteren hiçbir ifâde bulunmamaktadır. Kaldı ki ibâdetin para ile el­de edilmesi aklın kabul edeceği bir şey değildir. Zira ibâdet ancak niyet ve Allah'ın rızâsını kastetmekle gerçekleşir. İbâdetten maksad, Allah'ın buyruğunu yerine getirmektir. Ne zaman bu niyete dünya menfaati gibi bir şaibe karışırsa, o davranış Allah rızası için bir ibâ­det olmaktan çıkar. Allah Teâlâ ancak her türlü menfaat ve şaibe­lerden uzak olan ihlâslj amelleri kabul eder. (...)

Ben derim ki; şeriatı gönderen şâri'in dilinde bu gibi davranışlar şirk olarak isimlendirilmiştir. Meselâ Müslim'in ve diğerlerinin nak­lettiği hadîste Allah Teâlâ, «Ben,, ortaklardan ortağa en az muhtaç olanım») buyurmuştur. Kim yaptığı bir amele Benden başkasını ortak koşarsa onu "ve ortağını başbaşa 'bırakırım. Kıyamet günü olduğunda mühürlü sayfalar getirilir ve Allah'ın huzurunda açılır. Allah Teâlâ meleklerine; şunu kabul edin, şunu atın buyurur. Melekler, Senin İz­zetin hakkı için bunda hayırdan başka bir şey görmedik, derler. Allah Teâlâ; evet doğru söylersiniz, ama bu benden başkası için yapılmıştı. Ben bu gün ancak benim rızâmı kastedeni kabul ederim, buyurur. Bir başka rivayette de melekler; biz ancak yapılan amelleri yazdık, der­ler. Ve hadîs aynı şekilde devam eder. İmâm Ahmed ve Tirmızî ile îbn Mâce'nin hadîsinde ise şöyle buyürulur: Allah Teâlâ geleceğinden şüp­he olmayan bir günde, öncekileri ve sonrakileri toplayınca bir münâdî şöyle seslenir: «Kim yaptığı amelde Allah'dan başka birini kastetmiş-se sevabını onun katında arasın. Çünkü Allah Teâlâ ortaklardan en çok müstağni olandır.»

Bu hadîsin anlatmak istediği husus; hem ibâdet etmek, hem de para kazanmak isteyen kimselerin durumudur. Bu kimselere şayet para verilmeyecek olsa da yine Kur'an okuyacak olanlardır. Ama sa­dece para için Kur'an okuyanlar ve para verilmediği takdîrde, ne o hatmi, ne de o kadar sûreyi veya zikir okumayacak olanlara gelince; onların durumu daha çirkin, günâhları daha büyüktür. Yaptıkları iş bâtıldır ve meşru sayılmaz. Ona ücret verenin de o işten ücret alanın da âkibeti hüsrandır.

Bazı fakîhler Kur'an okumakla, Kur'an öğretmek arasında ayı­rım gözetirler. Kur'an öğretme için ücret almaya cevaz verirler. Ve bunu ilim tahsîli olarak sayarlar. Çünkü öğretme ile meşgul olurken başka yönlerden kazanç sağlama imkânı bulunmaz. Biz Kur'an öğretenlere para kazanmayı caiz görmezsek, çocuklarımıza Kur'an oku­tacak kimseyi bulmamız mümkün olmaz, derler Zamanımız geçmiş zamanlar gibi değildir. Eskiden olduğu gibi insanlar ilim yapmak ve öğretmek için çalışırken bunu sırf Allah rızâsı için onun rızâsına nail olmak için yapmamaktadırlar.

Şeyh Muhammed Abduh der ki: Kim para karşılığı ilim ve din öğretirse, o kimse diğer sanatkârlar ve çalışanlar gibidir. Onun yap­tığı işten dolayı sevabı yoktur. Sadece dikkat ve itinâsıyla ihlâs ve -samînıiyetiyle öğrettiği ve talebelerine öğüt verdiği takdirde sevâb ka­zanır. Ben hatırlıyorum;  bir zaman Şeyh Muhammed Abduh şöyle demişti: Hayrat vakıflardan maaş bağlanan öğretmenlerin, yanlızca ihtiyâçlarını gidermek için ücret almaları icâbeder. Ancak o zaman Dizzat öğretmenlik görevinden dolayı Allah'a ibâdet etmiş olurlar. Bu­nun işareti; gerek duymayınca iffet gösterip vakıftan bir şey alma-masıdır. Müezzinler konusunda da, Kur'an öğreticileri konusunda söy­lenenler söylenmiştir. Burada da öğretmenlikte olduğu gibi maksad ve niyet önemlidir. Ancak ma'rûz kaldığı dînî bir mes'eleyi soran ki­şiye para karşılığı cevap vermenin caiz olmadığı konusunda görüş bir­liği vardır. Çünkü bilenlerin cevap vermesi farzdır: İlmi gizlemek ya­saktır, özet olarak diyebiliriz ki; halkın malını bâtıl ile yemek hükmü içerisine, vehim, hîle, zarar ve bilgisizlik şaibesi bulunmadan kişinin rızâsı olmaksızın alınan her türlü mal girer, ölüler için veya diriler­den cin ve şeytânların zararını defetmek için Kur'an okutmak da bu şaibeli işler arasında yer alır. Bunun mukabilinde para verenler, bil­mezler ve böylece ölünün veya dirinin faydalandığını, dünyada cin­lerin,  âhirette  azabın defedileceğim sanırlar.  Herhangi  bir konuda şeriatın hükmünü bilmeyen kişi sahtekârların ve hilecilerin aldatıl­masına hazır durumdadır. Ev halkının öğüt alması için evlerde Kur'an okutmak böyle değildir. Kur'an dinleterek ev halkının inancını tak­viye etmek, tıpkı öğretmenin ilim öğretmesi gibidir. Ancak okuyan ki­şiye ücret niteliğinde olmaksızın, ikramda bulunmak lâzımdır.[50]  

 

189- Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki; Onlar insanların faydası ve hacc için birer vakit ölçüle­ridir. Evlere arka taraflarından girmeniz birr değildir. An­cak birr; muttaki olanınkidir. Evlere kapılarından gelin. Allah'dan korkun ki, felaha eresiniz.

 

Aylar'm Mâhiyyeti

 

Avfî, İbn Abbâs'tan naklen der ki; halk Rasûlullah (s.a.) a hilâl­lerden sorduğunda bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. Böylece onlar borçlarının geldiği süreyi, kadınlarının iddetini ve hacc vakitlerini öğ­renirler. Ebu Ca'fer, Rebî' kanalıyla Ebu'l-Âliye'den naklederki; halk, ey Allah'ın Rasûlü aylar niçin yaratılmıştır? diye sorunca, Allah Teâlâ bu âyet-i Celîle'yi inzal buyurmuş. Allah müslümanların oruç ve ifta­rı, kadınların iddeti ve borçlarının ödeme süresi olarak aylan yarat­tığını belirtmiştir. Atâ, Dahhâk, Katâde, Süddî ve Rebî' İbn Enes ten de böylece rivayet edilir. Abdürrezzâk; Abdullah İbn Ömer'den nak­leder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Allah ayları insanlar için vakit ölçüsü kılmıştır. Onu gördüğünüz zaman oruç tutun, gördüğü­nüz zaman iftar edin. Eğer hava bulutlu olursa otuz günü sayın. Hâ­kini bu hadîsi Müstedrek'inde İbn Ebu Revâd'ın hadîsinden nakleder ve der ki; o soylu, çalışkan, âbid ve güvenilir bir kişiydi. Bu hadîsin isnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîç etmemiştir.

Muhammed İbn Câbir, Kays İbn Talk kanalıyla, babasından nak­leder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah aylan yaratmış­tır. Ayı gördüğünüzde oruç tutun, onu gördüğünüzde iftar edin. Eğer bulutlu olursa otuz sayısını tamamlayın. Ebu Hüreyre'nin hadîsinde Ali İbn Ebu Tâlib'den de böylece nakledilir.

«Evlere arka taraflarından girmeniz birr değildir. Ancak birr müt-takî olanınkidir. Evlere kapılanndan gelin.» Buhârî, Ubeydullah İbn Mûsâ kanalıyla... Berrâ'dan nakleder ki; o şöyle demiştir: Araplar câ-hiliyet devrinde ihrama girdiklerinde, evlere arka taraflarından gi­rerlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ işbu âyeti inzal buyurdu! Ebu Dâvûd el-Tayâlisî... Berrâ'dan böylece rivayet etmiş ve demiş ki; An-sâr seferden döndüklerinde hiç birisi evlerine kapılanndan girmezdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

A'meş, Ebu Süfyân kanalıyla, Câbir'den nakleder ki; Kureyş'liler hums (dindarlık) iddiasında bulunurlar ve ihrâmlı iken evlerine ka­pılarından girerlerdi. Ansâr ve diğer araplar ise ihrâmlıyken kapıdan girmezlerdi. Rasûlullath (s.a.) bir bahçede iken, bahçenin kapısından dışarı çıktı. Kutbe İbn Amir el-Ansârî de onunla birlikte çıktı. Orada bulunanlar dediler ki;  ey Allah'ın Rasûlü, Kutbe İbn Âmir tüccar bir adamdır ve seninle beraber kapıdan çıktı. Rasûlullah Kutbe İbn Âmir'e neden benim gibi yaptın? dediğinde, o senin yaptığını gördüm ben de öyle yaptım, dedi. Rasûlullah ben humus yapıyorum, dediğin­de o, benim dinim senin dinindir karşılığını verdi. Bunun üzerine işbu âyet- i kerîme nazil oldu. Bu hadîsi İbn Ebu Hatim ve Avfî, İbn Abbâs' tan bu şekilde rivayet ederler. Keza Mücâhid, Zührî, Katâde, İbrahim el-Nehaî, Süddî ve Rebî' İbn Enes'ten de böylece rivayet edilir.

Hasan el-Basrî der ki: Câhiliyet ehli olan kavimlerden birisi yol­culuk etmek istediği ve sefer maksadıyla evinden çıktığı zaman evin­den çıkıp da tekrar seferden vazgeçerek evinde kalmak isterse, evin ka­pısından girmezdi. Aksine arka tarafından tırmanarak girerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Evlere arka taraflarından girmeniz birr değil­dir...» buyurdu.

Muhammed İbn Kâ'b der ki; adam i'tikâfa girdiğinde eve kapı­sından gelmezdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Atâ İbn Ebu Rebâh der ki; Medine halkı bayram törenlerinden döndüklerinde, evlerine arka taraflarından girerlerdi ve bunun birr'e (iyiye) en uygun olacağını söylerlerdi. Bunun üzarine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurdu.

«Allah'tan korkun ki felaha eresiniz» Allah'tan sakının. Size em­rettiğini yapın, yasakladığını bırakın. Böylece Allah'ın huzuruna ge­tirdiğiniz zaman en mükemmel şekliyle sizi mükâfatlandırır ve karşı­lığını verir. [51]

«Onlar, Hz. Peygambere ayın durumunun ve değişikliğinin nede­nini sordular. Allah Teâlâ Hz. Peygambere onlara bu konuda beliren şu hikmetle cevap vermesini bildirdi. Ayın durumunun değişik olma­sındaki hikmet; insanların işlerini düzenlemek üzere ayın vakit öl­çüsü olması, yine muayyen vakitlerde yaptıkları ibâdetlerin zamanını onunla öğrenmeleridir. Özellikle haccın edası ve kazası bakımından vaktin önemi ortadadır. Âyette geçen “” kelimesi vakit ke­limesinden türemiş olan “” kelimesinin çoğuludur. Vakitle za­man ve müddet arasındaki fark şöyledir : Mutlak müddet feleğin baş­tan sona kadar hareketinin uzamasından, (imtidâd) ibarettir. Zaman taksim edilmiş müddettir. Vakit ise herhangi bir kısmı belirlenmiş olan zamandır.[52]

Yüce Allah'ın bol şefkati ve nimetini hatırlatan genel tebliğin durumuna yaraşır biçimde ortaya çıkan hikmetin açıklanması olarak aylar, insanlar ve hacc için vakit ölçüleridir. Şöyle ki; onunla insan­lar dünyevî işlerinin zamanını ta'yîn ederler. Ticâret zirâat, oruç, iftar ve özellikle de hacc gibi belirli vakitlerde yapılan ibâdetlerin za­manını öğrenirler. Çünkü haccda gerek edâ için, gerekse kaza için vakit bahis mevzuudur.

Eğer ay güneş gibi olsaydı veya aynı şekilde durup kalsaydı onun­la vakit ayarlaması mümkün olmazdı. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.) onun bâtınî hikmetini sözkonusu etmemiştir. Meselâ ayın teşekkülü­nün, muhtelif zamanlardaki durumlarının farklı olması için normal Ancak bu mümkün olmazsa sen şeriat meleklerinin üzerine indiği hik­met sahibinin hikmetine (Rasûlullah) başvurur. Şâirin dediği gibi:

«Hazâmı söylediği zaman doğrulayın onu,

Çünkü sözlerin en doğrusudur Hazâmî'nin sözü.»[53]

 

190- Size harb açanlarla, Allah yolunda siz de harbedin. Ancak haddi aşmayın.   Şüphesiz ki Allah, haddi aşanları sevmez.

191- Ve onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çı­kardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, katilden be­terdir. Onlar sizinle savaşmadıkça, siz de Mescid-i Harâm'da onlarla savaşmayın. Ancak onlar sizinle savaşırlarsa, siz de onları öldürün. îşte kâfirlerin cezası böyledir.

192- Eğer onlar vazgeçerlerse\ şüphesiz ki Allah, Ğafûr'dur, Rahîm'dir.

193- Fitne kalmayıp, din de Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın.  Vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başka­sına düşmanlık yoktur.

 

Allah Yolunda Savaş

 

Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî' îbn Enes kanalıyla Ebu'l-Âliye'den nak­leder ki; o bu âyet-i kerîme konusunda şöyle demiştir: Medine'de sa­vaş konusunda nazil olan ilk âyet budur. Bu âyet nazil olunca Rasûlul-lah (s.a.) kendisiyle savaşanlara karşı savaşıyor, kendisiyle savaş­maktan kaçınanlardan da uzak duruyordu. Nihayet Berâe (Tevbe) sû­resi nazil oldu. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de böyle dedikten sonra, bu âyetin Tevbe süresindeki: «Müşrikleri bulduğunuz yerde öl­dürün.» (Tevbe, 5) âyeti tarafından neshedildiğini söyler. Bu konu üzerinde düşünülmesi gerekir. Çünkü Allah Teâlâ'nın «Size harp açan­larla» kavli müslünıanlarla savaşıp onlara düşmanlık edenlere karşı tahrik ve teşvik içindir. Yani onlar sizinle nasıl savaşıyorlarsa, siz de onlarla öylece savaşın, buyurmuştur. Tıpkı «Onlar sizinle topluca sa­vaştıkları gibi siz de müşriklerle topluca savaşın» kavli gibi. Bu âyet-i kerîme'de ise «Ve onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onlan çıkarın» buyuruyor. Yani nasıl onların hedefi si­zinle savaşmak ise sizin hedefiniz de onlarla savaşmak olsun. Onlar, sizi nasıl bulunduğunuz yerden çikarmışlarsa, kısas olarak siz de on­ları ülkelerinden çıkarmaya çalışın.

«Ancak haddi aşmayın. Şüphesiz ki Allah haddi aşanları sevmez.» Allah yolunda savaşın, ancak bu konuda haddi aşmayın. Hasan el-Bas-rî'nin dediği gibi; bu yasağın içerisine işkence yapmak, aşın gitmek, çocukları, kadınları ve savaşa katılmamış olan yaşlıları öldürmek, ra­hipleri, hahamları katletmek, gereksiz yere ağaçlan yakıp, hayvanları öldürmek gibi yasak davranışlar da girer. Nitekim İbn Abbâs. Ömer İbn Abdülazîz, Mukâtilîbn Hayyân ve diğerleri böyle tefsir etmişlerdir. Bu­nun için Müslim'in Sahih'inde Büreyde'den nakledilir ki; Kasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş :

«Allah yolunda ve Allah adına gaza edin. Allah'a küfredenlerle sa­vaşın. Gaza edin, ancak aşırı gitmeyin, gadretmeyin, intikam almayın, yeni doğmuşları ve ma'bed mensûblannı öldürmeyin» Bunu İmâm Ah­med İbn Hanbel de rivayet eder. Abdullah İbn Abbâs der ki; Rasûlullah ' (s.a.), askerlerini gönderdiği zaman, şöyle buyururdu : Allah adına çı­kın. Allah adına Allah'a küfredenlerle savaşın. Gadr etmeyin, haddi aşmayın ve intikama yeltenmeyin. Çocukları ve ma'bed mensûblanm öldürmeyin. Bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel rivayet eder. Ebu Davud'un da Enes İbn Mâlik'ten menkûl olarak böyle bir hadîs rivayeti vardır. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Abdullah İbn Ömer'den nakledilir ki; o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) in bazı gazâlannda öldürülmüş kadınlar bulundu. Rasûlullah (s.a.) bunun üzerine kadınların ve ço­cukların öldürülmesini nehyetti.

İmâm Ahmed îbn Hanbel der ki; bize Mus'ab İbn Selâm... Rib'î İbn Harâs'tan nakleder ki; o, Huzeyfe'nin şöyle dediğini duydum, de­miştir : Rasûlullah (s.a.) bize 1, 3, 5, 7, 9 ve 11 er tane örnekler ver-di.Rasûlullah (s.a.) bunlardan sadece ölmeyi anlattı, diğerlerini bı­raktı. Ve dedi ki: Bir topluluk zayıf ve güçsüz idiler. Zulüm ve düş­manlık ehli bir topluluk onlarla savaştı. Allah zayıflan azgınlara galip getirdi. Onlar düşmanlanna baskın gelip, onlan istedikleri gibi kullandılar. Tasallut ettiler. Allah Teâlâ da o kavme kendisine ulaşacakları güne kadar gazab etti. Bu hadîsin isnadı hasendir ve burada anlatılmak istenen mânâ şudur: Bu zayıf topluluk güçlülere baskın gelince, onlara şiddetli davrandılar ve insanlara uygun düşmeyecek biçimde hareket ettiler. Bu azgınlık sebebiyle Allah Teâlâ onlara gazab etti. Bu konuda rivayetler gerçekten pek çoktur.

Cihaddan maksad; ruhların sindirilmesi ve erkeklerin öldürülme­si olduğu için, Allah Teâlâ bunların içinde bulundukları küfür, şirk ve Allah yolundan alıkoyma davranışlarının ölümden daha beter, daha önemli ve daha ağır olduğuna dikkat çekerek buyuruyor ki: «Fitne ka­tilden beterdir.» Ebu Mâlik der ki; yani sizin üzerinizde bulunduğunuz hal, öldürmekten daha Düyüktür. Bu âyet konusunda Ebu'l-Âliye, Mü-câhid, Saîd İbn Cübeyr, Katâde, İkrime, Hasan, Dahhâk ve Rebî' İbn Enes dediler ki: şirk katilden daha beterdir.

«Onlar, sizinle savaşmadıkça, siz de Mescid-i Harâm'da onlarla sa­vaşmayın.» Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde vârid olduğuna göre, Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur.»

«Bu beldeyi Allah gökleri ve yeri yarattığı gün haram kılmıştır. Kı­yamet gününe kadar da Allah'ın haram kılışıyia bu belde haramdır. Doğrusu benden önce hiç kimseye orada savaş helâl olmamıştır. Be­nim için sadece günün belirli bir süresinde helâl kılındı. Bu belde şu anda Allah'ın haram kıldığı gibi kıyamet gününe kadar haramdır. Ağa­cı devrilmez, otu kopanlmaz. Bir kişi Rasûlullah (s.a.) in burada sa­vaştığını söyleyerek kendine ruhsat çıkarmaya çalışırsa ona deyin ki; Allah, Rasûlüne savaşmak için izin verdi, ama size vermedi.» Bununla Allah'ın Rasûlü —Sâlat ve selâmı onun üzerine olsun— Mekke'nin fet hi günü Mekke'deki savaşı kastetmektedir. Mekke, savaşla fethedilmiş tir. Burada Handeme (Mekke'de bir dağ) yakınlarında onlardan bazı kişiler öldürülmüştür. «Barış içinde kapısını kapayan emindir, mescide giren emindir ve Ebu Süfyân'ın evine giren emindir» denilmiştir.

«Ancak onlar sizinle savaşırlarsa, siz de onları öldürün. İşte kâfirle­rin cezası böyledir.» Allah Teâlâ buyuruyor ki; kâfirlerle Mescid-i Ha­râm'da savaşmayın. Ancak onlar sizinle savaşmaya başlarlarsa siz de saldırıyı defetmek için bu takdirde onlarla savaşıp öldürebilirsiniz. Ni­tekim Rasûlullah (s.a.) Hudeybiye'de ağacın altında savaşmak üze­re ashabından bîat almıştı. Çünkü Kureyş kabileleri ve onlarla dost­lukları olan kabileler bu noktada aşın davranmışlardı. Fakat sonra Allah Teâlâ müslümanlara onlarla savaşmayı yasakladı. Ve âyet-i ke­rîme şöyle buyurdu : «Sizi onlara muzaffer kıldıktan sonra Mekke böl­gesinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan geri tutan, sa vaşı önleyen O'dur. Allah yaptıklarını görendir.» (Feth, 24) Daha son ra Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Eğer oradaki henüz tanımadığı nız inanmış erkeklerle, inanmış kadınları bilmeyerek ezmek suretiyle üzüntüye kapılmanız ihtimâli olmasaydı, Allah savaşı önlemezdi. Allah dilediklerine rahmet için böyle yapmıştu. Eğer inananlarla kâfirler ay­rılmış olsalardı, küfredenleri canyakıcı  bir azaba uğratırdı.» (Feth, 25)

«Eğer onlar vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah Ğafûr ve Rahîm'dir.» Eğer onlar Harem'de savaşmaktan vazgeçip, tevbe ederek islâm'a ko­şarlarsa, Allah elbette ki günâhlarını bağışlar. Allah'ın haremgâhında müslümanlar öldürülmüş olsalar da Allah Teâlâ'nın affedemiyeceği hiçbir günâh yoktur. Kim Allah'a tevbe ederse Allah tevbesiııi kabui eder.

Daha sonra Allah Teâlâ; fitne kalmayıncaya kadar kâfirlerle sa­vaşı emretmektedir. İbn Abbâs, Ebu'l-Âliye, Mücâhid, Hasan, Katâde, Rebî' ibn Enes, Mukâtil İbn Hayyân, Süddî ve Zeyd İbn Eşlem bura­daki fitnenin şirk olduğunu söylemişlerdir.

«Din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar.» Allah'ın dini bütün din­lere üstün gelinceye kadar, demektir. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sâhîh'lerinde sabit olduğuna göre, Ebu Mûsâ el-Eş'arî der ki: «Rasûlullah (s.a.) a; kahramanlık için, hamiyet için, riya için sa­vaşan kişilerin hangisinin Allah yolunda savaştığı sorulduğunda, şöy­le buyurdu : Allah'ın sözünün en üstün olması için savaşan Allah yo­lundadır.»

Yine Buhârî ve Müslim'in Sâhîh'lerinde vârid olduğuna göre, Ra­sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

«İnsanlar La İlahe İllallah (Allah'tan başka ilâh yoktur) deyin­ceye kadar ben onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu söylerlerse kan­larını, mallarını benden korurlar. Ancak hak ile olan müstesnadır. Ve onların hesabı Allah'a aittir.»

«Vazgeçerlerse artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.» Eğer onlar şirkten vazgeçerlerse, mü'minlerle savaşmazlarsa, siz de on­lardan vazgeçin. Çünkü bundan sonra onlarla savaşan zâlimdir. Ve düş­manlık ancak zâlimleredir. Bu, Mücâhid'in; «ancak savaşanla savaşı­lır,» sözünün mânâsıdır veya bu sözün takdiri böyledir. Eğer onlar sa­vaştan vazgeçerlerse, şirk demek olan zulümden kurtulmuş olurlar ve dolayısıyla artık onlara düşmanlık kalmaz. Buradaki düşmanlıktan maksad, savaşmak ve cezalandırmaktır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyu­rur : «Kim de size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de- ona saldırın.» (Ba­kara, 194) Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyuruyor : «Bir kötü­lüğün cezası da misli ile kötülüktür.» (Şûra, 40) «Eğer azâb ederseniz, size yapılanın aynıyla azâb edin. Sabrederseniz .andolsun ki bu, sabre­denler için daha iyidir.» (Nahl, 126) Bunun için İkrime ve Katâde zâ­lim; Lâ İlahe İllallah demekten kaçman kimsedir, demişlerdir.

Buharı «Fitne kalmayıp, din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar on­larla savaşın.» âyeti konusunda der ki : Bize Muhammed İbn Beşşâr... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; ona İbn Zübeyr fitnesi esnasında iki kişi gelip demiş ki, halk yapacağını yaptı. Sen Hz. Ömer'in oğlu ve Rasûlullah'ın sahâbesisin. Seni savaşa çıkmaktan alıkoyan nedir? Ab­dullah İbn Ömer demiş ki; beni Allah'ın, kardeşin kanını kardeşe ha­ram kılmış olması alıkoyuyor. Onlar, Allah Teâlâ; «Fitne kalmayıp, din de yainız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşm» buyurmuyor mu? demişler. Abdullah İbn Ömer demiş ki: Biz, fitne kalmayıncaya kadar savaştık. Din de yalnız Allah'ın oldu. Siz ise fitne yayılıp din de Al­lah'tan başkası için oluncaya kadar savaşmak istiyorsunuz. Osman tbn Salih... Nâfî'den nakleder ki:

«Adamın biri Abdullah İbn Ömer'e gelip dedi; ey Ebu Abdurrah-mân, Allah'ın teşvik ettiğini bildiğin halde seni bir yıl hacca gidip erte­si yıl umre yapmaya, Allah yolunda cihâda gitmemeye sevkeden şey ne­dir? Abdullah İbn Ömer dedi ki: Yeğenim İslâm beş şey üzere bina edil­miştir : Bunlar Allah'a ve Rasûlüne îmân, beş vakit namaz, Ramazan orucu, Zekât ve Allah'ın evini haccetmek. Adam dedi ki; ey Ebu Ab-durrahmân Allah Teâlâ'nın kitabında şöyle dediğini duymadın mı? : «Eğer mü'minlerden iki grup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını dü­zeltin. Eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyru­ğuna dönünceye kadar, savaşın.» (Hucurât, 9) Ve yine Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Fitne kalmayıp, din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın.» (Bakara, 193) Abdullah İbn Ömer dedi ki; biz Ra-sûlullah (s.a.) devrinde böyle yaptık. O zaman İslâm azınlıkta idi. Kişi dini nedeniyle zorlanıyor, ya öldürülüyor veya işkenceye uğruyor­du. Nihayet İslâm hakim oldu ve fitne kalmadı. Adam dedi ki; Ali ve Osman hakkında ne dersin? Abdullah İbn Ömer dedi ki; Osman'a ge­lince Allah onu affetmişti, ama siz onun affedilmesinden hoşlanmıyor­sunuz? Hz. Ali'ye gelince, o Rasûlullah (s.a.) m amcası oğlu ve da­madıdır. Abdullah İbn Ömer eliyle göstererek dedi ki; işte şu gördü­ğünüz onun evidir.» [54]

Sizinle savaşanlara; şeytân ve nefs-i emmâre güçlerine karşı, Al­lah yolunda savaşın. Ancak onlarla savaşta aşın gitmeyin. Onların hak­larım yerine getiremeyecek kadar öldürülmelerine vesile olacak savaş­tan kaçının. Savaşı hududunda durdurun. Tâ ki kusur, fütur ve tefrit içerisine düşmeyesiniz. Çünkü Allah aşın gidenleri sevmez. Çünkü aşı­rı gidenler mahabbet gölgesinin dışına çıkmışlar, adaletin kendisi olan vahdetin dışında kalmışlardır. Onları gördüğünüz yerde öldürün. Yani hayatlarını yok edin. Fiillerini yapmaktan alıkoyun, heveslerini kamçı darbeleriyle sindirin. Çünkü nerede olurlarsa olsunlar, onların hevesleri ruhlarıdır. Ve onları göğüs kâ''be'sinden dışarı çıkarın. Sizi nefis bel­desine indirip, gönül karargâhından dışan çıkardıkları gibi, göğüs kâ' be'sini istilâ ettikleri zaman siz de onları çıkarın. Onların fitnesi he­veslerine ibâdet etmeleri, kendi putlarina tapmalarıdır. Bunların ar­zusunu kamçılamak ve külliyen öldürmek onlar için daha ağırdır. Ve­ya sizin imtihan edilip denenmeniz ve gö^üs kâ'be'sinin istilâ ettiği za­man ona karşı imtihan edilmeniz, sizin için heveslerinizi köreltmek olan ölümden daha ağırdır. Orada elem daha çok olduğu için bütünüyle kabiliyetlerinizi yok etmek demektir.[55]

 

194- Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, siz de tıpkı onun saldır­dığı gibi ona saldırın. Allah'tan korkun. Ve bilin ki Allah şüphesiz takva sahipleriyle beraberdir.

 

Haranı Aylar

 

İkrime, Îbn Abbâs'tan nakleder; Dahhâk, Süddî, Katâde, Miksem, Rebî' Îbn Enes, Atâ ve diğerleri de derler ki; hicretin 6. yılında Ra­sûlullah (s.a.) umre yapmak maksadıyla harekete geçince, müşrik­ler onun Beytullah'a gitmesine engel oldular. Haram olan Zülkâde ayında peygamberi ve beraberinde bulunan müslümanlan Beytullah' tan men'ettiler. Ertesi yıl Hz. Peygamber ve beraberindeki müslüman-lar Kâ'be'ye girdiler. Böylece Allah onlara kısas hükmünü uyguladı. İşte bu olay üzerine «Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler kar­şılıklıdır» âyeti nazil oldu.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize İshâk İbn îsâ... Câbir İbn Abdullah'tan şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.), haram ayda kendisiyle savaşılmadıkça savaşmazdı. Savaş hazırlığı yapmış olursa, haram aylar bitinceye kadar beklerdi. Bu hadîsin isnadı sahihtir. Bunun için Rasûlullah (s.a.) Hudeybiye'de konaklamışken, Mekke'de müşrik­lere elçi olarak göndermiş olduğu Hz. Osman'ın öldürüldüğü haberini alınca 1 400 kişi olan ashabından müşriklerle savaşmak üzere ağacın altında bîat aldı. Ancak Hz. Osman'ın öldürülmediği haberini alınca, bundan vazgeçti ve barışa kanat açtı. Böylece olanlar oldu.

Keza Huneyn savaşında da Hevâzin kabilesiyle savaşmayı bitir­dikten sonra, yenilenlerin Tâifte karargâh kurduklarını öğrenince, Taife yöneldi ve orayı muhasara etti. Tâif mancınıklarla muhasara al­tında iken, Zülkâde ayı girdi. Bu muhasara kırk gün kadar devam etti Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Enes îbn Mâlik'ten nakledildiğine göre; ashâb arasında savaşın uzun süre devam ettiği görüşü belirince Rasûlullah Tâif'i muhasaradan vazgeçti ve Tâif fethedilmedi. Sonra Mekke'ye döndü ve Ci'râne'de umre yaptı. Orada Huneyn ganimetlerini dağıttı. Hz. Peygamberin bu umresi hicretin 8. senesindeydi. Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

«Kim size saldırırsa, siz de tıpkı onun saldırdığı gibi ona saldırın.» Allah Teâlâ, müşrikler hakkında dahi adaletli davranmayı emretmiştir. Nitekim, «Eğer cezalandırırsanız, sizin cezalandırıldığınız gibi siz de cezalandırın» buyurmaktadır. Bir diğer âyet-i kerîme'de de, «Bir kö­tülüğün cezası dengi bir kötülüktür» buyuruyor. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakleder ki; bu âyet-i kerîme, müslümanların gücünün bu­lunmadığı ve cihâd emrinin gelmediği Mekke döneminde nazil olmuş­tur. Sonra Medîne döneminde gelen cihâd emriyle neshedilmiştir. îbn Cerîr bu sözül-eddederek der ki; aksine âyet Medine'de nazil olmuştur Ve Umre el-Kadiyye'den sonra inmiştir. Bunu Mücâhid merhum farke dememiştir,

«Allah'tan korkun ve bilin ki Allah şüphesiz Takva sahipleriyle be­raberdir.» Allah'ın mü'minlere itaat ve takva konusundaki bir emridir bu. Ayrıca destekleyerek zafere ulaştıracağını haber vermektedir. [56]

 

195- Allah yolunda infâk edin ve ellerinizle kendi-i2İ tehlikeye atmayın. İhsan edin, şüphesiz Allah ihsan denleri sever.

 

Allah Yolunda İnfâk

 

Buhârî der ki; bize tshâk... Huzeyfe'den nakleder ki; o, bu âyetin âiaka hakkında nazil olduğunu söylemiştir. İbn Ebu Hatim de... A'meş kanalıyla Huzeyfe'den aynı rivayeti nakleder ve der ki; İbn Abbâs, Mü-câhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Atâ, Dahhâk, Hasan, Katâde, Süddî ve Mukâtil İbn Hayyân'dan da aynı şekilde rivayet edilmiştir.

Leys İbn Kâ'b, Yezîd İbn Ebu Hâlid kanalıyla Eslem'den naklede­rek der ki :• Muhacirlerden bir kişi İstanbul'da düşmanların safına sal­dırdı. Ve düşman safını deldi. Beraberimizde Ebu Eyyûb el-Ansâiî de vardı. Bazı kimseler dediler ki; kendini kendi eliyle tehlikeye attı. Ebu Eyyûb el-Ansârî dedi ki; biz bu âyeti daha iyi biliriz. Çünkü o, bizim hakkımızda nazil olmuştur. Biz Rasûlullah'la birlikte sohbet ettik. Onunla nice şeylere şâhid olduk ve ona destek olduk. İslâm yayılıp da ortaya çıkınca biz Ansâr topluluğu gizlice toplandık ve dedik ki: Allah bize Nebiyy-i Ekrem'iyle sohbet etme şerefini lütfetti. Ve ona yardımcı olma imkânım bahşetti. Böylece İslâm yayıldı. Müslümanlar çoğaldı. Biz Rasûlullah'ı ailelerimize, mallarımıza ve .çocuklarımıza tercih et­miştik. Şimdi ise savaş ağırlığını kaybetti. Artık ailelerimize, çocukları­mıza dönüp onların yanında kalsak. İşte bunun üzerine «Allah yolunda infâk edin ve ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın» âyeti bizim hakkı­mızda nazil oldu. Bu âyette sözkonusu olan tehlike; cihâdı terkederek, mal ve çoluk-çocuk yanında oturmaktır. Bu hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî Sünen'lerinde, Abd İbn Humeyd tefsirinde, İbn Ebu Hatim, tbn Ce-rîr ve İbn Merdûyeh tefsirlerinde, Hafız îbn Ya'lâ tefsirinde, İbn Hib-bân Sahîh'inde, Hâkim Müstedrek'inde, Yezîd İbn Ebu Habîb kanalıyla Ebu Eyyûb el-Ansârî'den rivayet ederler. Tirmizî bu hadîsin hasen, sa-hîh ve garib olduğunu söyler. Hâkim ise Buhârî ve Müslim'in şartlarına uygun olmakla beraber, onların tahrîç etmediğini bildirir.

Ebu Davud'un Eslem'den naklettiği lafız ise şöyledir: Biz İstan­bul'da idik. Mısır'da Ukbe İbn Âmir, Şam'da da başka bir adam vardı. Bununla Fudâle İbn Ubeyd'i kastediyor. Bizanslılara karşı Medine'den büyük bir saf savaşa çıktı. Biz onlara karşı saf tuttuk. Müslümanlardan bir kişi Bizanslılara hücum etti ve içlerine girdi. Sonra yanımıza dön­dü. Halk ona, sübhânellah; kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor, diye seslendi. Bunun üzerine Ebu Eyyûb el-Ansârî dedi ki: Ey insanlar, siz bu âyeti te'vîl edilmeyecek şekilde te'vîl ediyorsunuz. Bu âyet bizim, An­sâr topluluğu hakkında nazil olmuştur. Allah dinini yüceltip, İslâm'ın destekçilerini çoğaltınca, biz kendi aramızda; artık malımıza dönüp de onları islâh etsek? dedik. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Ebu Bekr İbn Ayyaş, Ebu İshâk el-Sebî'i'den nakleder ki; adamın biri Berrâ İbn Âzib'e; ben, tek başıma düşmana saldınrsam, onlar beni öldürseler, kendi elimle kendimi tehlikeye atmış olur muyum? dedi. Berrâ İbn Âzib, hayır Allah Teâlâ Rasûlüne «Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. İnananları teşvik et. Umulur ki Allah küfredenlerin baskınını önler.»  (Nisa, 84) buyuruyor. Bu âyet sadece nafaka konusunda nazil olmuştur. Bü hadîsi İbn Merdûyeh rivayet eder. Hâkim de Müstedrek'inde İsrail kanalıyla Ebu İshâk'dan naklet­tikten sonra, Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahih olmakla bera­ber, onlar tahriç etmemişlerdir, der. Sevrî de Kays İbn Rebî' kanalıyla Ebu İshâk'tan nakleder ve «Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun» âyetinden sonra şu sözleri ilâve eder: Tehlike; kişinin günâh işlemesidir. Ve günâh yoluyla kendini tehlikeye atıp tevbe et­memesidir.

İbn Ebu Hatim der ki; bize babam... Ebu Bekr İbn Abdurrahmân' dan nakletti ki, Abdülkays oğlu Esved oğlu Abdurrahmân ona şöyle ha­ber vermiş: Onlar Şam'ı muhasara etmişler. Ezd kabilesinden adamın birisi bağırarak tek başına düşmanı göğüslemek üzere hızlıca düşmanın İçine girmiş. Müslümanlar onu kınamışlar ve durumu Amr İbn Âs'a iletmişler. Amr ona haber gönderdiyse de o reddetmiş. Bunun üzerine Amr demiş ki: Allah Teâlâ «Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın» bu­yuruyor.

Atâ İbn Saîb, Saîd İbn Cübeyr kanalıyla İbn Abbâs'tan bu âyet-i celîle ile ilgili olarak nakleder ki; âyette konu edilen tehlike; savaştaki tehlike değildir. Sadece infâk konusundadır. Allah yolunda infâk etmek­ten kendini alıkoyma, tehlikedir. Öyleyse kendini elinle tehlikeye atma. Hammâd İbn Seleme... Dahhâk'tan nakleder ki, o şöyle demiş : Ansâr, hem sadaka verirlerdi, hem de mallarından infâk ederlerdi. Bir yıl fe­lâket oldu ve onlar da Allah yolunda infâktan kaçındılar. Bunun üze­rine bu âyeti- kerîme nazil oldu. Hasan el-Basrî de der ki; buradaki teh­like cimriliktir. Semmâk İbn Harb, Nu'mân İbn Beşîr'den nakleder ki; buradaki tehlike, kişinin günâh işleyip Allah beni bağışlamaz demesidir. Bunu İbn Merdûyeh de rivayet eder. İbn Ebu Hatim der ki; Übeyde el-Selmânî, Hasan, İbn Şîrîn ve Ebu Kılâbe'den de Nu'mân İbn Beşîr'in söylediği nakledilir. Onlar da kişi günâh işler ve bağışlanmayacağım kabul eder. Kendi eliyle kendini tehlikeye atar ve çok günâh işlemekten dolayı helak olur, demişlerdir. Bunun için Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan buradaki tehlikenin Allah'ın azabı olduğunu rivayet et­miştir.

İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr birlikte derler ki Yûnus... Muhammed îbn Kâ'b el-Kurazî'den nakletti ki; o bu âyet konusunda şöyle demiş : Topluluk Allah yolunda idi. Bir kişi zahiresini biriktirir ve diğerinden daha fazla zahire yapardı. Sonra biriktirdiği bu zahiresinden muhtaç olanlara verirdi. Ve arkadaşlarına faydalı olmak isteyerek biriktirdiği zahiresinden hiçbir şey kalmayacak şekilde dağıtırdım Bunun üzerine Allah Teâlâ «Allah yolunda infâk edin ve ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın» âyetini inzal buyurdu. İbn Vehb de... Zeyd İbn Eslem'den bu âyet-i kerîme konusunda şunu rivayet eder: Rasûlullah (s.a.) in gön derdiği elçilerden bazı kişiler; nafakasız olarak yola çıkıyorlardı. Ya yolda nafakaları ellerinden alınıyordu veya fakirdiler. İşte Allan Teâlâ onlara, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden nafaka edin­melerini ve kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmamalarım emretti. Tehlike; açlık, susuzluk veya yürümekten dolayı kişinin helak olması­dır. Ellerinde ilâhî nimet bulunanlara da «İyilik edin, şüphesiz Allah iyilik edenleri sever» buyurdu.

Âyetin muhtevasına gelince; bu âyet, diğer ibâdetler ve tâatlarla birlikte Allah yolunda infâkı emretmektedir. Bilhassa düşmanla savaş konusunda müslümanları düşmanlarına karşı takviye edecek şekilde mallarını sarfetmeye teşvik etmektedir. Bunu terketmenin helak ve mahvolmak olduğunu, bu davranışın alışkanlık haline gelmesi duru­munda felâket doğacağım haber veriyor. Sonra, da iyilik etmeyi emre­diyor ki; bu, itaat makamlarının en yücesidir. «İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.»

 

196- Allah için haccı da; umreyi de tamamlayın. Fa­kat alıkonulursanız, kurbandan kolayınıza geleni gönde­rin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş et­meyin. İçinizden her kim, hasta olursa veya başında bir eziyet bulunursa-, ona oruçtan, sadakadan veya kurban­dan fidye (vâcib olur). Emin olduğunuz vakitte kim, hacc zamanına kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban keser. Ama bulamazsa, hacc günlerinde üç-, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bu; ailesi Mescid-i Harâni'da oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun. Ve bilin ki Allah, azabı pek şid­detli olandır. [57]

 

Hacc ve Umre

 

Allah Teâlâ, orucun ahkâmını zikrettikten ve buna bağlı olarak ci­hâdı anlattıktan sonra, haccın menâsikini anlatmaya başlıyor. Hacc ve umreyi tamamlamayı emrediyor. Âyetin zahirinden anlaşılan; hacc ve umreyi başladıktan sonra oradaki fiilleri tamamlamaktır. Bunun için âyetin devamında «Alıkonulursanız» buyuruluyor. Yani Beytullah'a ulaşmaktan, hacc ve umrenin menâsikini tamamlamaktan men'edilirseniz deniyor. Bunun için ulemâ hacc ve umreye başlamanın zarureti ko­nusunda ittifak etmişlerdir. Ancak ulemânın umrenin vâcib veya müs-tehab oluşu konusunda iki ayrı görüşü vardır ki biz bunları delilleriyle geniş olarak el-Ahkâm isimli kitabımızda açıkladık. Hamd ve minnet Allah'a mahsustur.

Şu'be... Hz. Ali'den nakleder ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiş­tir : «Allah için haccı da umreyi de tamamlayın.» Tamamlamak aile yurdundan itibaren ihrama girmendir. İbn Abbâs, Saîd İbn Cübeyr, Tâvûs da böyle demişlerdir. Süfyân el-Sevrî bu âyet konusunda der ki: Haccın ve umrenin tamamlanması, senin ailenin yanında hacc ve umreden başka bir şeyi kastetmeyerek ihrama girmendir. Ticâret veya ihtiyâç için yola çıkmayıp hacc niyyetiyle mîkâta girdiğinde, tehlîl ge-tirmendir. Nihayet Mekke'ye yaklaştığında hacc etsem veya umre et-v;.-n demeden ticâret veya ihtiyâç maksadıyla olmaksızın mîkât'tan çık-mandır. Bu kâfi gelirse de haccm ve umrenin tamamlanması demek, Kâ'be'ye hacc niyyetiyle yönelmek, başka bir şey için çıkmamak de­mektir. Mekhûl der ki; hacc ve umrenin tamamlanması demek, mîkât-tan itibaren hepsini yerine getirmek demektir. Abdürrezzâk der ki; bize Ma'mer, Zührî'nin şöyle dediğini nakletti: Bize ulaştığına göre, Hz. Ömer (r.a.), Allah Teâlâ'nın «Allah için haccı da umreyi de tamam­layın» kavli konusunda şöyle demiştir: Bunları tamamlamak demek, senin her birini diğerinden ayırman ve hacc aylan dışında umre yap­man demektir. Çünkü Allah Teâlâ, «Hacc belirli aylardadır» buyuru­yor. Hüşeym, İbn Avn'ın şöyle dediğini nakleder : Ben Kasım İbn Mu-hammed'i şöyle derken duydum : Hacc aylarında umre yapmak tamam­lamak değildir. Ona ya muharrem'de umre? diye sorulunca; o, bunu ta­mamlama olarak görürlerdi, demiştir. Katâde tbn Duâme'den de böy­le rivayet edilmiştir. Ancak bu ifâde üzerinde durulması gerekir. Zîra Rasûlullah (s.a.) in dört umre yaptığı ve hepsinin de Zülkâde ayında olduğu sabittir. Birinci umre Hudeybiye umresidir. Altıncı yılın zülkâ-desinde yapmıştır. İkinci umre kaza umresidir. Yedinci yılın Zülkâde-sinde yapmıştır. Üçüncü umre irâne umresidir. Ve sekizinci senenin Zülkâde ayında yapmıştır. Dördüncü umre onuncu j'ilın Zülkâde ayında ve hacc esnasında ikisine birlikte ihram giydiği umredir. Hicretinden sonra bunun dışında hiçbir umre yapmamıştır. Sadece Ümmühanî'ye; Ramazânda bir umre, benimle birlikte hacc etmeye denktir, buyurmuş­tur. Bunun sebebi de Hz. Ümmühânî'nin Hz. Peygamberle haccetmek isteyip de âdet görmesi sebebiyle bundan vazgeçmesidir. Bu, Buhârî' nin hadîsinde geniş olarak anlatılmıştır. Saîd İbn Cübeyr bunun tama­men Ümmühânî'ye mahsûs olduğunu ifâde eder. Allah en iyisini bilen­dir.

Süddî, «Allah için hacet da, umreyi de tamamlayın» âyetinin anla­mının haccı ve umreyi yapın demek olduğunu söylemiştir. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder: Kim hacc veya umre kasdıyla ihrama girerse, onları tamamlayıncaya kadar ihramdan çıkması helâl olmaz. Haccm tamamlanması, kurban kesmek­tir. Son cemrede taş atıp Beytullah'ı tavaf ettikten sonra Safa ve Mer-ve'de sa'y edince helâl olur. Katâde, Zürâre kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki o, hacc Arefedir, umre tavaftır, demiştir. A'meş İbrâhîm kanalıyla, Alkame'nin bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder : Ab­dullah'ın kırâetinde bu âyet “”şeklindedir. Yani umre'de Kâ'be geçilmez, demektir. İbrâhîm bunu dedikten sonra, ben bunu Saîd İbn Cübeyr'e naklettim, îbn Abbâs da böyle demişti, de­di. Süfyân, A'meş kanalıyla İbrahim'den, o da Alkame'den nakleder ki, Alkame şöyle demiş : Hacc ve umreyi Beytullah'a kadar yerine getirin. Keza Sevrî de İbrâhîm  kanalıyla Mansür'dan  ve o da İbrahim'den nakleder ki o, bu âyeti “” şeklinde okumuş­tur.

Şa'bî ise, umre kelimesini merfû yaparak “” şeklinde oku­muş ve umre vâcib değildir, demiştir. Ancak Şa'bî'den bunun aksi de rivayet edilir.

Müteaddid yollarla Enes ve sahabeden bir topluluktan nakledilen bir cok hadîs-i şeriflerde Rasûlullah (s.a.) in hacc ve umrede ihramı birleştirdiği sabittir. Keza onun ashabına şöyle dediği de nakledilir: Kimin beraberinde bir kurban varsa hacc ve umre için yola koyulsun. Sahîh hadîste yine Rasûlullah (s.a.) buyurur ki; kıyamet gününe kadar umre hacca dâhil oldu.

İmâm Ebu Muhammed İbn Ebu Hatim, bu âyetin nüzul sebebi ko­nusunda garîb bir hadîs naklederek der ki; bize Ali İbn Hüseyn... Saf-vân İbn Ümeyye'nin şöyle dediğini nakletti: Adamın biri Rasûlullah'a omuzunda za'farânla boyanmış bir cübbe giyili olarak geldi ve dedi ki; ya Rasûlullah bana umremde nasıl davranmamı emredersin? Bunun üzerine «Allah için, haccı da umreyi de tamamlayın» âyeti nazil oldu ve Rasûlullah (s.a.) umreden soran adam nerede? dediğinde, adam; işte buradayım, dedi. Rasûlullah (s.a.) üzerindeki elbiseni at, sonra guslet ve gücün yettikçe ağzına burnuna su çek. Sonra haccında ne yapıyorsan, umrende de onu yap, buyurdu. Bu hadîs garîbtir ve ifâdesi de tuhaftır. Buhâri ve Müslim'in sahîh'lerinde, Ya'lâ İbn Umeyye'den Hz. Peygambere ci'râne'de soru soran adamın kıssası nakledilir, Adam Rasûlullah'a şöyle demiş : Umre için ihrama girip üzerinde eski bir cübbe bulunan bir kişi hakkında ne dersin? Rasûlullah (s.a.) susmuş, sonra vahiy gelmiş. Rasûlullah (s.a.) başını kaldırarak soru soran adam nerede? demiş. O, işte buradayım deyince, Rasûlullah (s.a.) cübbeni soyun, üzerindeki kokuyu yıka. Sonra haccmda ne yapıyorsan umrende de onu yap, demiş. Ancak Ya'lâ İbn Umeyye burada gusül ve istinşâkı zikretmediği gibi, âyetin nüzulünü de zikretmemiştir. Kaldı ki bura­daki rivayet Safvân İbn Umeyye değil, Ya'lâ İbn Umeyye'dendir. Allah en iyisini bilir.

«Fakat alıkoyulursamz kurbandan kolayınıza geleni gönderin.» Zikredilir ki; bu âyet hicretin altıncı senesinde Hudeybiye musâlahasmın yapıldığı sırada, Kureyşlilerin Rasûlullah (s.a.) m Kâ'be'ye girmesini engelledikleri zaman nazil olmuştur. Bu konudaki hükmün tamâmı Feth sûresinde indirilmiş ve beraberlerinde bulunan kurbanları kesme ruh­satı verilmişti. Müslümanların beraberinde 70 tane dişi deve bulunu­yordu. Sonra, âyet-i kerîme ihramdan çıkmalarını emretti. Rasûlullah (s.a.) da saçlarını tıraş edip ihramdan çıkmalarını buyurdu. Müslüman­lar belki neshedilir diyerek tıraş olmadılar ve ihramdan çıkmadılar. Ni­hayet Hz. Peygamber başını tıraş etti. Beraberinde bulunanlar da tıraş oldular. Bir kısım kimseler de başlarını tâm olarak tıraş etmeyip, saç­larını kısalttılar. Bunun için Rasûlullah (s.a.) : «Allah tıraş olanlara merhamet etsin» buyurdu. Onlar saçlarını kısaltanlar ne olacak ya Ra­sûlullah? dediklerinde üçüncü kez ancak saçlarını kısaltanlara da mer­hamet etsin, buyurdu. O seneki kurbanda bir dişi deveye yedi kişi iştirak etmişti. Bindörtyüz kişi idiler. Ve konaklan Hudeybiye'de, ha-remgâhın dışında idi. Denildi ki; haremin çevresinde bulunuyorlardı. Allah en iyisini bilendir. Bunun için bilginler alıkonulma (ihsâr) hu­susunun, yalnızca düşmanlar tarafından alıkonulma durumuna mahsûs olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmına göre; hasta­lık veya başka nedenlerle alıkonulanlar buna dâhil değildir. Bu konu­da iki görüş vardır: Nitekim İbn Ebu Hatim birinci görüşe delil o'arak der ki; bize Muhammed İbn Abdullah... İbn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiştir : Alıkonulma sadece düşmanın alıkoymasıdır. Bir acı ve­ya hastalık veya kayıp dolayısıyla alıkonulanlara bir şey yoktur. Bunun için Allah Teâlâ «emîn olduğunuz vakitte» buyurmaktadır. Dolayısıyla emniyet, alıkonulmak değildir. İbn Ebu Hatim der ki; Abdullah İbn Ömer, Tâvûs ve Zührî ise, alıkonulma; düşman tarafından yapılan alı-konmadan daha geniş anlamdadır, demişlerdir. Hastalık, yol yitirme ve­ya benzeri yollarda alıkonulma da bu hükme dâhildir. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Yahya İbn Saîd... Haccâc İbn Amr el-Ansârî'den nakletti ki; o, ben Rasûlullah'm şöyle dediğini duydum, de- mistir : Kimin ayağı kırılır veya topal hale getirilirse ihramdan çıkmış olur. Bu konuda daha başka deliller de vardır. Nitekim İkrime der ki; ben bu hususu İbn Ab bas ve Ebu Hüreyre'ye anlattığımda, onlar doğru söylemiş, dediler. Bu hadisi dört kitabın müellifi Yahya ibn Ebu Kesîr kanalıyla İkrime'den nakletmişlerdir. Ebu Dâvûd ve İbn Mâce'nin ri­vayetinde ise, «Kim topal olur veya ayağı kırılır veya hastalanırsa» kaydı vardır. İbn Ebu Hatim, bu hadîsi Hasan İbn Arefe kanalıyla... Ebu Osman el-Savvâf tan nakleder ve der ki; İbn Mes'ûd, İbn Cübeyr, Alkame, Saîd ibn Müseyyeb, Urve İbn Zübeyr, Mücâhid, Nehâî, Atâ, Mukâtil İbn Hayyân'dan da alıkoyulmanın; düşmandan, hastalıktan veya ayağın kırılmasından olabileceğini söyledikleri rivayet edilmiştir.

Sevrî, her şeyin alıkonulması, rahatsız edilmesi demektir, der. Ni­tekim Buhârî ve Müslim'in sahîh'lerinde Hz. Âişe (r.a.) den nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) Abdülmuttalib oğlu Zübeyr'in kızı Dubâa'nın yanı­na varmış, Dubâa demiş ki; ey Allah'ın Rasûlü ben rahatsızım ama, hacc etmek istiyorum. Rasûlullah (s.a.); haccet ve «benim ihramdan çıkma mahallim beni hapsettiğin yerdir», diye şart koş, buyurmuş. Bu hadîsi Müslim, İbn Abbas'tan bu şekilde rivayet etmiştir. Bu hadîse dayanarak ulemâdan bir kısmı hacc da şart koşmanın sıhhatine kail ol­muşlardır. İmâm Muhammed İbn İdris el-Şâfiî bu görüşün doğruluğu­nun, bu hadîsin sıhhatine bağlı olduğunu bildirmiştir. Beyhakî ve diğer hafızlar da bu hadîsin sahîh olduğunu söylerler. Hamd Allah'a mah­sûstur.

«Kurbandan kolayınıza geleni gönderin.» İmâm Mâlik... Ali İbn Ebu Tâlib'den naklen der ki; kurbandan kolaya gelen koyundur. İbn Abbâs ise, kurban sekiz çiftten olur ki bunlar; deve, sığır, keçi ve ko­yundur, der. (Erkek-dişi) Sevrî. İbn Abbas'tan nakletti ki; kurbandan kolaya gelen koyundur, demiştir. Atâ, Mücâhid, Tâvûs, Ebu'l-Âliye, Muhammed İbn Ali İbn Htiseyn, Abdurrahmân İbn Kasım, Şa'bî, Ha­san, Kâtade, Dahhâk, Nehaî, Mukâtil İbn Hayyân ve diğerleri de böyle demişlerdir. Bu görüş dört imâmın da mezhebidir. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Saîd... Hz. Âişe ve Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki; onlar kurbandan kolaya gelenin sadece deve ve sığır olduğu görüşün-deymişler. İbn Ebu Hatim, Salim, Kasım, Urve İbn Zübeyr ve Saîd îbn Cübeyr'den de böyle rivayet edildiğini söyler. Ben derim ki; anlaşıl­dığına göre bunların kanâatlarının menşei, Hudeybiye hadisesidir. Çün­kü Hudeybiye vak'asında ihramdan çıkmak için koyun kurban edildi­ğine dâir hiçbir rivayet nakledilmemiştir. Sadece deve ve sığır kurban edilmiştir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Câbir İbn Abdullah'tan nakledlir ki; o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) bize deve ve sığıra iş­tirak etmemizi emretti. İçimizden yedi kişiye bir sığır düşüyordu. Ab-dürrezzâk. îbn Abbâs'tan nakleder ki; kurbandan kolaya gelen, herke- sin kolayına gelendir. Avfî, İbn Abbâs'tan nakleder ki; eğer kişi zengin ise deve, yoksa sığır, yoksa koyun, demiştir. Hişâm İbn Urve, babasın­dan nakleder ki; kurbandan kolaya gelen; ucuzla pahalı arasında olandır.

Alıkonulma halinde, koyun kesmenin kâfi geleceğine dâir Cumhur' un görüşünün sahih olduğuna delil şudur: Allah Teâlâ kurbandan ko­laya geleninin kesilmesini vâcib kılmıştır. Yani kurban adı verilen ve kolay olan bir hayvanı. Kurban, dört ayaklı davar türünden deve, sığır ve koyundan kesilir. Nitekim Kur'an'ın tercümanı Rasûlullah (s.a.) in amcası oğlu, denizler denizi, Abdullah tbn Abbâs böyle demiştir: Keza Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde mü'minlerin annesi Hz. Âişe (r.a.) nin şöyle dediği sabittir : Rasûlullah (s.a.) bir seferinde koyun kurban etmiştir.

«Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin» Bu bölüm «Allah için haccı da umreyi de tamamlayın)? bölümüne ma'tûf-tur. Yoksa İbn Cerîr merhumun zannettiği gibi «Kurbandan kolayınıza geleni gönderin.» bölümüne ma'tûf değildir. Zîra Rasûlullah (s.a.) Hu-deybiye senesinde Kureyşli kâfirler tarafından Harem-i Şerife girmek­ten alıkonulunca, onlar tıraş oldular ve kurbanlarını Harem-i Şerifin dışında kestiler. Emniyet ve Harem-i Şerife varış imkânı bulunduğu takdirde «Kurban yerine varıncaya kadar» tıraş caiz olmaz. Kişi eğer «Kıran» haccı yapıyorsa, hacc ve umre fiillerini ancak o zaman bitirir. Şayet «ifrâd» veya «Temettü» haclarından birini yapıyor ise, bunlar­dan birini yapınca işini bitirir. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde nakledilir ki; Hz. Hafsa Ey Allah'ın Rasûlü ne oluyor ki insanlar um­relerini bitirip ihramdan çıktıkları halde, sen umreni bitirip ihramdan çıkmadın? demiş. Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Ben saçımı (dağılıp bitlenmemesi için zamk gibi bir şeyle) şekillendirdim ve kurbanımı ni­şanladım. Onu kesinceye kadar ihramdan çıkmam.

«İçinizden her kim hasta olursa veya başında, bir eziyet bulunursa; ona; oruçtan, sadakadan veya kurbandan fidye (vâcib olur).»   .

Buhârî der ki; bize Âdem... Şu'be kanalıyla Abdurrahmân İbn Ma'kil'den nakleder ki, o şöyle demiş : Ben bu mescidde —Küfe mesci­dini kastediyordu— Kâ'b îbn Ucre'ye «Oruçtan, sadakadan veya kur­bandan fiyde*yi sordum. O dedi ki: Ben Hz. Peygamberin yanına götü­rüldüm. Yüzümde bitler kaynaşıyordu. Buyurdu ki; yorgunluğun seni böyle yapacağını bilmezdim. Bir koyun bulamaz mısın? Hayır, dedim. O, öyleyse üç gün oruç tut. Veya altı miskini doyur. Her miskine yarım sa' yemek (sa' bir ölçüdür) ver. Başını tıraş et, buyurdu. Bu âyet özel olarak benim için nazil oldu, ancak o hepinize şâmildir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize îsmâîl... Kâ'b İbn Ucre'den şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.) yanıma geldi, ben bir kazanın altını yakıyordum. Bitler yüzüme doğru yayılıyordu —veya kaşın: doğru demiştir.— Rasûlullah; başındaki haşerât seni rahatsız ediy< mu? deyince, evet dedim. Bunun üzerine öyleyse tıraş ol ve üç gün oru tut, ya da altı miskini doyur veya bir kurban kes, buyurdu. Eyyûb d< ki: Hangisinden önce başladığını bilmiyorum. Keza Ahmed İbn Hanb der ki; bize Hüseym... Kâ'b İbn Ucre'den nakletti ki; o şöyle demiş Biz Hudeybiye yılında Rasûlullah ile beraberdik. İhrâmlı idik ve mü rikler bizi Kâ'beden alıkoyuyorlardı. Benim gür saçlarım vardı ve ta sereler yüzüme doğru üşüşüyorlardı. Rasûlullah (s.a.) bana rastladı \ dedi ki: Başındaki haşereler seni rahatsız etmiyor mu? Sonra tıraş o] mamı emretti. Kâ'b îbn Ucre der ki: Bunun üzerine «içimizden he kim hasta olursa...» âyeti nazil oldu. Keza Affân... Ca'fer îbn İyâs'da: bu hadîsi rivayet eder. Ayrıca Şu'be, Ebu Leylâ'dan ve Kâ'b İbn Ucr< den benzer bir rivayeti nakleder. İmâm Mâlik de Humeyd İbn Kay kanalıyla, Kâ'b İbn Ucre'den bu hadîsi rivayet eder.

Sa'd İbn İshâk Kâ'b İbn Ucre, Ebân İbn Salih'ten, o da Hasan el Basrî'den nakleder ki, o Kâ'b İbn Ucre'nin; ben bir koyun kestim, dedi ğini duymuş. Bunu İbn Merdûyeh de rivayet eder. Keza Ömer İbn Kay kanalıyla... İbn Abbâs'tan nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur muştur : Kurban koyundur. Oruç üç gündür. Yemek ise altı kişi ara sında dağıtmaktır. Ali, Muhammed İbn Kâ'b, İkrime, İbrahim, Mücâhid A tâ, Süddî, Rebî' İbn Enes'ten de bu şekilde rivayet edilmiştir.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ... Kâ'b İbr Ucre'den nakletti ki; o Rasûlullah (s.a.) ile berabermiş. Başındaki bitleı onu rahatsız etmiş. Rasûlullah (s.a.) tıraş olmasını emretmiş, ya üç gün oruç tut veya altı miskini doyur. Her insana iki müd ver. (iki ok kalık bir ölçek adıdır ki 832 gram olduğu kabul edilir) veya bir kurbar kes. Bunlardan hangisini yaparsan karşılar, buyurmuş. Leys İbn Ebu Süleym, Mücâhid kanalıyla İbn Abbâs'tan böylece rivayet eder. Âyet­teki «Veya» edatının istediğin hangisini yaparsan yap karşılar, demek olduğunu söylemiştir. İbn Ebu Hatim der ki; Mürâhid, İkrime, Atâ, Tâvûs, Hasan, Humeyd, İbrâhîm ve Dahhâk'tan da böylece rivayet edil­miştir.

Ben derim ki; bu görüş; dört mezheb imamının ve bilcümle bilgin­lerin görüşüdür. Bu durumda kişi muhayyer bırakılır. İster oruç tu­tar, ister bir ferak (16 batman olan bir ölçüdür) sadaka verir. Bir ferah üç Asû (bir ölçü) dur. Her miskine yarım sa' verir ki, bu iki müd ya­par. İsterse bir koyun kurban eder ve onu fakirlere dağıtır. Hangisini yaparsa kâfi gelir. Kur'ân'm lafzı, ruhsatı açıklama babında olduğun­dan, hangisi kolaya gelirse onu yapmak doğrudur. Ya «oruçtan veya sadakadan veya kurbandan birini tercih etmendir.» Rasûlullah (s.a.) Kâ'b İbn Ucre'ye bunu emrettiğine göre; ona en faziletlisini göstermiş- tir. Bu takdirde en iyisi bir kurban etmektir. Veya altı miskin doyur­maktır- veya üç gün oruç tutmaktır. Bu üç şeyin her biri kendi yerinde güzeldir. Hamd ve minnet Allah'a mahsûstur.

İbn Cerîr der ki; bize Ebu Küreyb, Ebu Bekr İbn Ayyâş'tan nak­letti ki; ona A'meş anlatmış ve demiş ki: İbrahim, Saîd İbn Cübeyr'e «İçinizden her kim hasta olur veya başında bir eziyet bulunursa ona oruçtan, sadakadan veya kurbandan fidye» âyetini sorduğunda, şöyle cevap vermiş : Ona yemek hükmü verilir. Eğer imkânı varsa bir koyun olsun. Eğer yoksa koyun paraya çevrilir ve onun yerine yemek yap­tırılır tasadduk edilir. Buna da gücü yetmiyorsa, her yarım sa' için bu­gün oruç hükmü verilir. İbrahim dedi ki; ben Alkame'nin böylece nak­lettiğini duydum. Sonra şöyle dedi: Saîd İbn Cübeyr, bana bu adam kimdir, ne kadar zarîf? dedi. Ben de bu, İbrahim'dir dedim. Saîd İbn Cübeyr ne zarîf? dedi. Bizimle sohbet ediyordu. Ben, İbrahim'e bunu anlatınca, «Bizimle sohbet ediyordu» kelimesini söylediğimde birden ye­rinden fırladı.

Ayrıca İbn Cerîr der ki; bize İbn Ebu İmrân... Hasan'dan bu âyet konusunda şöyle dediğini nakletti: İhrâmlı kişinin başın­da rahatsız edici bir şey bulunursa tıraş olur ve kendi isteğine göre şu üç şeyden birini fidye olarak verir: Ya on gün oruç tutar, ya on miskini doyurur, ya da her miskine bir müd sadaka verir. Bir müd hur­ma, bir müd buğday veya bir koyun kurban eder.Katâde; Hasan ve İk-rime'den bu âyet konusunda şöyle dediklerini rivayet eder: On miskini doyurmak fidyedir. Saîd İbn Cübeyr, Hasan, Alkame ve İkrime'den nakledilen bu iki görüş üzerinde dikkatle durulması gereken garîb söz­lerdir. Çünkü Kâ'b İbn Ucre'nin hadîsinde sabit olduğuna göre, oruç altı değil, üç gündür. Altı miskini doyurmak veya bir koyun kurban etmek fidyedir. Kur'an'ın ifâdesinden de anlaşıldığı gibi, kişi bunlar­dan birini seçmekte serbesttir. Sıralamaya gelince, bu Kur'an'ın ifade ettiği gibi av öldürme halindeki keffâretin sırasıdır. Orada fukahâ bu konuda icmâ' etmişse de burada icmâ' yoktur. En iyisini Allah bilir.

Hüşeym der ki; bize Leys, Tâvûs'un şöyle dediğini haber verdi: Kurban veya yemek Mekke'de, oruç ise istenen yerde tutulur. Atâ, Mü-câhid, ve Hasan da böyle demişlerdir. Hüşeym der ki; bize Haccâc ve Abdülmelik'le başkaları Atâ'dan naklettiler ki; O şöyle demiş : Kan (Kurban) Mekke'de, yemek ve oruç ise istenen yerde verilir. Hüşeym der ki; bize Yahya İbn Saîd... İbn Ca'fer'in kölesi Ebu Esmâ'nın şöyle dediğini nakletti: Hz. Osman haccetmişti. Beraberinde Hz. Ali ve onun oğlu Hüseyn de vardı. Osman gittiğinde ben Ca'fer'in oğlu ile beraber­dim. Baktık ki baş ucunda devesi bağlı olan bir adam uyuyor. Ber dedim ki; ey uyuyan kişi uyan. Baktım bu, Hz. Ali'nin oğlu Hüseyn. İbn Ca'fer onu kaldırdı ve sulama yerine getirdi. Hz Ali ve beraberinde bu- lunan Esma Bint Amîs'e haber yolladık. Ve yirmi geceye yakın onu ağırladık. Hz. Ali Hüseyn'e dedi ki; ne görüyorsun? O eliyle başını gös­terdi. Hz. Ali emretti, başını tıraş ettiler. Sonra bir dişi deve istedi. Onu Kurban etti. Eğer bu kurban, tıraştan dolayı idiyse o deveyi Mekke'nin dışında kurban etmesi gerekirdi. Eğer ihrâmdar yıkmaktan dolayı idiy­se, bu konu kendiliğinden açıktır.

«Emîn olduğunuz vakitte, kim hac zamanına kadar umre ile fay­dalanmak isterse kolayına gelen bir kurban keser.» Haccın menasikini edâ etme konusunda emîn olursanız, içinizden her kim yararlanarak umre yapmak ister ve hacca giderse ikisi için de ihram giyer. Veya önce umre için ihram giyer, bunu bitirdikten sonra hacc için ihram giyer. Bu, fukahânın ifadesiyle (Temettü') adı verilen hacc şeklidir. Sahîh hadîslerin belirttiğine göre; umûmî olarak Temettü' haccı her iki kıs­mı da içine alır. Zîra; râvîlerden bir kısmı; Rasûlullah (s.a.) in Te­mettü' yaptığını, bir kısmı da Kıran haccı yaptığını belirtiyorlar. Fakat her iki hacda da Rasûlullah'ın kurban kestiği muhakkaktır. Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Kim hacc zamanına kadar umre ile faydalanmak ister­se kolayına gelen bir kurban keser.» Gücünün yettiği bir kurban kessin. Bunun en azı koyundur. Ama dilerse sığır kurban edebilir. Çünkü Ra­sûlullah (s.a.) eşleri için sığır kesmiştir. Evzaî der ki: Yahya îbn Ebu Kesîr... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) Temettü' haccı yapan eşleri için, "bir sığır kurban etmiştir. Bunu Ebu Bekr îbn Merdû-yeh de rivayet eder. Bu rivayet Temettû'un meşru' olduğunun delilidir. Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerinde vârid olduğuna göre: İmrân İbn Husayn şöyle demiştir: Allah'ın kitabında temettü' âyeti nazil oldu. Biz Rasûlullah'la birlikte temettü' yaptık. Sonra onu haram kılan bir Kur*ân âyeti nazil olmadı. Rasûlullah (s.a.) vefat edinceye kadar te-mettû'dan rehyedilmedik. Sonra adamın biri kendine göre bir şey söy­ledi —Buhârî bunun Hz. Ömer (r.a.) olduğunun söylendiğini bildirir— Buhârî'nin söylemiş olduğu bu husus açık olarak vârid olmuştur. Çünkü Hz. Ömer (r.a.) halkı temettü' yapmaktan nehyediyor ve eğer Allah'ın kitabını benimsiyorsak, Allah haccı tamamlamayı emrediyor ve «Allah için haccı da umreyi de tamamlayın.» buyuruyor, diyordu. Kaldı ki Hz. Ömer (r.a.) onu haram sayarak yasaklamamıştır. Sadece insanların Kâ' be'yi daha çok hacc ve umre maksadıyla ziyaret etmelerini sağlamak için yasaklamıştır. Ve bunu açıkça beyân etmiştir. Allah ondan razı ol sun.

«Ama bulamazsa hacc günlerinde üç, döndüğü vakit yedi gün ol­mak üzere tam on gün oruç tutar.» Bir kurban bulamayan kimse hacc günlerinde üç gün oruç tutsun. Bilginler dediler ki; en doğrusu Arefe-den önceki on günde oruç tutmasıdır. Atâ böyle der. İbn Abbâs ve di­ğerleri de «Hacc günlerinde» ifâdesine dayanarak, ihrâmlı iken oruç tu- tar, demişlerdir. Kimileri Şevvâl'in başında oruç tutmayı caiz görürler­di. Tâvûs, Mücâhid ve başkaları böyle demişlerdir: Şa'bî ise Arefe ve ondan önceki iki gün oruç tutmaya cevaz vermiştir. Mücâhid, Saîd îbn Cübeyr, Süddî, Ata, Tâvûs, Hakem, Hasan, Hammâd, İbrahim, Ebu Ca'fer, Rebî' İbn Enes, Mukâtil İbn Hayyân böyle demişlerdir. Avfî, tbn Abbâs'tan naklen der ki: Kurban bulamazsa Arefe gününden önce hacc da üç gün oruç tutar. Arefe günü üçüncü gün olunca, orucu ta­mamlanır. Memleketine döndüğünde de yedi gün oruç tutar. Ebu İs-hâk... Abdullah İbn Amr'm şöyle dediğini rivayet eder : Bir gün tevri­yeden önce, bir gün tevriye günü, bir gün de Arefe günü oruç tutar. Ca'fer İbn Muhammed, babası kanalıyla Hz. Ali'den böyle rivayet et­miştir.

Ancak kişi bayramdan önce oruç tutmaz veya kısmen tutarsa teş­rik günlerinde bu orucu tutması caiz midir, değil midir? Bu konuda bil­ginler arasında iki farklı görüş vardır. İmâm Şafiî'nin eski görüşüne göre —ki Buhârî'nin Sahîh'inde Hz. Âişe ve İbn Ömer'den nakledilen hadîse göre— teşrik günlerinde oruç tutması caizdir. Çünkü hadîste, teşrik günlerinde oruç tutmak ruhsatı, ancak kurban bulamamış olan­lara vardır, buyuruluyor. Mâlik, Zührî kanalıyla Urve'den ve Hz. Âişe' den böylece rivayet etmiştir. Salim ve İbn Ömer'den de bir başkaşe-kilde olmakla beraber yine bunun gibi bir görüş rivayet edilmiştir. Süf-yân, Ca'fer İbn Muhammed'in babası kanalıyla Hz. Ali'nin şöyle dedi­ğini rivayet eder: Hacc günlerinde üç gün oruç tutamayan, teşrik gün­lerinde orucunu tutar. Übeyd İbn Umeyr, İkrime, Hasan el-Basrî, Urve İbn Zübeyr de böyle demişlerdir. Onların bu görüşü Allah Teâlâ'nm «Hacc günlerinde üç» kavlinin umumiyet ifâde etmesine dayanmakta­dır. İmâm Şafiî'nin daha sonraki görüşü uyarınca teşrik günlerinde oruç tutmak caiz olmaz. Nitekim Müslim Nübeyşe el-Hezell'den naklettiğine göre, Rasûllulah (s.a.) şöyle demiştir : Teşrik günleri; yemek, içmek ve Allah'ı zikr günleridir.

«Döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere» bu konuda da iki görüş vardır: Birincisi, döndüğünüz zaman yolda oruç tutarsınız, der ki Mü-câhid'in görüşü budur. Ona göre bu bir ruhsattır. Kişi dilerse yolda orucunu tutar. Atâ İbn Ebu Rebâh da böyle demiştir. İkinci görüşe gö­re; yurtlarına döndükleri zaman tutarlar. Abdürrezzâk der ki; bize Sev-rî... Sâlim'den nakletti. O, Abdullah İbn Ömer'in bu âyetin «Ailesine döndüğü zaman» demek olduğunu söylediğini duydum, demiştir. Saîd İbn Cübeyr, Ebu'l-Âliye, Mücâhid, Atâ, İkrime, Hasan, Katâde, Zührî ve Rebî' İbn Enes'ten de böyle rivayet edilmiştir. Bu sebeple Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî, bu konuda icmâ' edildiğini belirtir.

Buhâri der ki; bize Bükeyr... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki, o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) veda haccında hem umreye, hem de hacca niyet etti. Kurban kesti ve kurbanı zü'1-Hüleyfe'den yolladı. Rasûlullah (s.a.) umre için tekbîr getirdi. Sonra hacc için tekbîr getirdi. İnsanlar da Hz. Peygamberle birlikte umre ile hacca niyet ettiler. Bir kısmı kurban ke^ti gönderdi ve bir kısmı göndermedi. Rasûlullah (s.a.) Mekke'ye geldiğinde, insanlara hitaben buyurdu ki: Sizden her kim kurban göndermişse onun için hâccını tamamlayıncaya kadar haram olan hiçbir şey helâl olmaz. Kurban göndermemiş olanlar ise Safa ile Merve'de koşsunlar, saçlarını kestirip, ihramdan çıksınlar, sonra hacc için takbîr getirsinler. Kurban bulamıyanlar üç gün haccda, yedi gün de ailesine döndüğünde oruç tutsun. Ve bu hadîsin tamâmını zikretti. Zührî der ki; Urve Hz. Âişe'den, Sâlim'in babasından bild rğinin aynı­sını bana haber verdi. Buhârî ve Müslim'de bu hadis Zührî'nin hadîsin­den tahrîç edilmiştir.

«Tam on gün oruç tutar.» Denildi ki; bu son ifâde te'kîd içindir. Nitekim araplar gözümle gördüm, kulağımla duydum, elimle yazdım, derler. Allah Teâlâ da «İki kanadıyla uçan hiçbir kuş...», «Ve sen onu iki elinle yazmazdın...», «Biz Musa'ya otuz geceyi sözleşmiş ve onu on ile tamamlamıştık. Böylece Rabbımın mîkâtı kırk geceye ulaştı» buyura­rak, aynı şekilde tekrar te'kîd etmiştir. Bazıları da dediler ki; tam on gün kavimdeki tam kelimesi on güne tamamlanmak üzere emir nite­liğindedir. Bu görüş İbn Cerîr Taberi'nin tercîh ettiği görüştür. Denil­di ki; kandan maksad; kurbanın karşılığıdır. Hüşeym... Hasan el-Bas-rî'den nakleder ki, bundan maksad, kurbanı karşılamaktır.

«Bu, ailesi Mescid-i Harâm'da oturmayanlar içindir.» İbn Cerîr Ta-berî der ki; te'vîl ehli bu âyetle kimin kastedildiği konusunda ihtilâf et­mişlerdir. Onlar, bununla Harem ehlinin kastedildiği ve Harem-i Şerîf halkı için temettü' haccı bulunmadığı konusunda icmâ' etmişlerdir. Ba­zıları der ki; bununla yalnızca Harem ehli kastedilmiştir. Nitekim İbn Beşşâr... İbn Abbâs ve Mücâhid'in şöyle dediğini rivayet eder: Bunlar Harem sakinleridir. İbn Mübarek de/ Sevrî'den aynı ifâdeyi rivayet et­tikten sonra, cemâat bunun üzerinde birleşmiştir, diye ekler.

Katâde der ki, bize anlatıldığına göre; İbn Abbâs şöyle dermiş : Ey Mekke halkı, sizin için temettü' yoktur. Bu, yabancılar için helâl, si­zin için haram kılınmıştır. Sizden biri, bir vâdîyi aşar —veya Harem ile kendisi arasına bir vâdî koyar— sonra umreye tekbîr getirir. Abdür­rezzâk der ki; bize Ma'mer... Tâvûs'un oğlundan nakletti ki; babası şöy­le demiştir : Temettü' Mekkeiiler için değil, Harem-i Şerîf halkından ol­mayanlar içindir. Allah Azze ve Celle'nin, «Bu, ailesi Mescid-i Harâm'da oturmayanlar içindir.» kavlinin mânâsı budur. Abdürrezzâk der ki; ba­na İbn Abbâs'ın Tâvûs gibi dediği ulaştı.

Başkaları da dediler ki; burada söz konusu olan halk; Harem-i Şe­rîf halkı ile, Harem ve Mîkât mahalleri arasında bulunan halktır. Nite­kim Abdürrezzâk... Atâ'dan nakleder ki; o şöyle demiştir : Halkı mîkât-lardan uzaksa Mekke halkı gibidir, temettü haccı yapmazlar. Abdullah İbn Mübarek... Mekhûl'den, bu âyette bahis konusu olanların Mîkâtın dışındakiler olduğunu söylediğini rivayet eder. İbn Cüreyc, Atâ'dan bu âyetle Urfe, Mûrre, U'râne, Decnân ve Reci kabilelerinin kastedildiğini söylediğini nakleder. Abdürrezzâk der ki; bize Ma'mer Zührî'nin şöyle dediğini duyduğunu bildirdi: Kimin ailesi bir gün veya bir o kadar sü­relik uzaklıkta ise, temettü' yapar. Zührî'den nakledilen bir başka ri vâyette ise bir veya iki günlük uzaklıkta oturanlar dediği nakledilir. ibn Cerîr bu konuda Şafiî'nin mezhebini tercih etmiştir ki, buna göre bu âyette Harem ehli veya namazlarda kısaltmanın yapılmadığı sefer me­safesi kadar uzaklıkta -bulunanlar kastedilmiştir. Bundan daha yakında bulunanlar misafir değil, hâzır ve mukîm sayılırlar. Allah en iyisini bi­lendir.

«Allah'tan korkun.» Size emrettiklerini yapın. Nehyettiklerinden sakının ve «Bilin ki Allah azabı çok şiddetli olandır» emrine karşı gelen ve yasakladıklarını yapanlara karşı azabı çok şiddetlidir. [58]

 

197- Hacc, bilinen aylardır. Her kim o aylarda ken­disine haccı farz ederse; artık hacda kadına yaklaşmak, gü­nâh işlemek, tartışma yoktur. Siz ne hayır yaparsanız, Al-Jah onu bilir. Bir de azık edininiz. Şüphesiz ki, azığın er, hayırlısı, takvadır. Ey akıl sahipleri Ben'den korkun.

 

Haccın Erkânı

 

Arap dili bilginleri, «Hacc bilinen aylardır» âyeti konusunda ihtilâ; etmişlerdir. Bir kısmı der ki, bunun mânâsı; hacc bilinen aylarda hacc etmek demektir. Bu takdirde her ne kadar diğer aylarda ihram giymek sahîh ise de, hacc aylarında ihram, diğer aylardaki ihramdan daha mü­kemmel olur. îhrâmın bütün sene boyunca sahîh olduğunu söyleyen gö­rüş; Mâlik'in Ebu Hanîfe'nin, Ahmed İbn Hanbel'in ve İşhâk İbn Ra-hûyeh'in görüşüdür. İbrahim Nehâî, Sevrî, Leys, İbn Kâ'b da böyle der­ler. Onlar delil olarak : «Sana yeni doğan aylardan soruyorlar, de ki on­lar insanların faydası ve hacc için birer vakit ölçüleridir.» (Bakara, 189) âyetini gösteriyorlar. Ve yine bunun iki ibâdetten biri olduğunu delilgetirerek umre gibi senenin her ayında ihram giyilmesinin sahîh oldu­ğunu belirtiyorlar. Şafiî merhum ise, hacc için ihram giymenin ancak hacc aylannda sahîh olacağını kabul eder. Eğer hacc aylarından önce ihram giyilirse bu ihram makbul değildir. Umre için sayılıp sayılmaya­cağı konusunda iki görüş vardır : İhramın ancak hacc aylannda sahih olacağını söyleyen görüş, İbn Abbas ve Câbir'den mervidir. Atâ, Tâvûs, Mücâhid merhumlar da böyle demişlerdir. Bunların delili, Allah Teâlâ'nın «hacc bilinen aylardır» âyet-i kerîme'sidir. Arap dili bilginlerinin kabul ettikleri ikinci görüş ise, hacc vakti bilinen ay­lardır, şeklinde ifâde edilir. Böylece onlar, haccı senenin diğer ayların­dan bu aylara tahsis etmişlerdir. Dolayısıyla onun dışındaki aylarda hacc sahîh olmaz. Tıpkı Ramazanın vakti gibi.

Şafiî merhum der ki: Bize Müslim İbn Hâlid... İbn Abbâs'm şöyle dediğini haber verdi: Hacc için ihrama girenlerin ancak hacc aylannda ihram giymeleri gerekir. Çünkü Allah Teâlâ «Hacc bilinen aylardır» bu­yuruyor. Keza bu hadîsi İbn Ebu Hatim Ahmed İbn Yahya kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet eder. İbn Merdûyeh de tefsirinde iki ayn kanalla bu hadîsi İbn Abbas'tan rivayet eder ve der ki; hacc aylannda ihram giymek yalnızca sünnettir. İbn Huzeyme de Sahîh'inde der ki: Bize Ebu Kureyb... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiştir: Hacc için ancak hacc aylarında ihram giyilir. Çünkü hacc için yalnızca hacc ay­larında ihram giymek haccın sünnetlerindendir. Bu hadîsin isnadı sa­hihtir. Sanâbî'nin; «Sünnet böyledir» sözü, çoğunlukla o hadîsin ırier-fû' olduğuna işarettir. Bilhassa İbn Abbâs gibi Kur'ân tercümanı olan birisinin Kur'an tefsîri konusundaki sözü böyledir. Bu konuda merfû' bir hadîs de vârid olmuştur: İbn Merdûyeh... Câ'bir'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Hacc için ihram giyen kişinin, an­cak hacc aylannda giymesi gerekir. Bu hadîrJn isnadında bir eksiklik yoktur. Aynı mealdeki şu hadîsi, Şafiî, Beyhakî, muhtelif yollarla Ebu Zübeyr'den naklederler. Câbir İbn Abdullah'a hacc aylanndan önce hacc için kurban gönderilir mi? diye sorulduğunda, Câbir hayır, demiştir. Bu mevkuf rivayet, merfû rivayetten daha sahîh ve daha sabittir. Burada İbn Abbâs'm sözüyle kuvvet kazanmış olan sahâbî mezhebi kalıyor. Bu «hacc için ancak hacc aylannda. ihram giymek sünnettir.» sözü ile kuvvetlendiriliyor. Allah en iyisini bilendir.

«Bilinen aylar» Buhârî der ki; İbn Ömer bu aylamı Şevval, Zülkâde ve Zülhicce'nin onuncu günü olduğunu söylemiştir. Buhârî'nin kesinlik ifâde eden sîğa ile düştüğü bu notu, İbn Cerîr merfû' olarak rivayet eder ve der ki: bize Ahmed İbn Kasım... Abdullah îbn Ömer'den nakletti ki hacc ayları, Şevval, Zülkâde ve Zülhicce'nin onuncu günüdür. Bu ha­dîsin isnadı sahihtir. Hâkim bu hadîsi Müstedrek'inde Esam'ın kanalıy­la... Abdullah îbn Ömer'den nakleder ve Buhârî, Müslim'in şartına gö­re sahihtir, der

Ben derim ki; bu görüş Hz. Ömer, Hz. Âli, Abdullah İbn Mes'ûd, Abdullah İbn Cübeyr, Abdullah İbn Abbâs, Ata, Tavus, Mücâhid, İb-râhîm Nehâî, Şa'bî, Hasan, İbn Şîrîn, Mekhûl, Katâde, Dahhâk İbn Mü-zâhim, Rebî' İbn Enes ve Mukâtil İbn Hayyân'dan rivayet edilmiştir. Bu görüş aynı zamanda Şafiî, Ebu Hanîfe, Ahmed İbn Hanbel, Ebu Yûsuf ve Ebu Sevr mertiûmların da görüşüdür. Bu görüşü İbn Cerîr de tercih ederek der ki; cemi sîğasınm iki aya ve üçüncünün de bir kısmına itlâk edilmesi, tağlîb kabîlindendir. Nitekim araplar, «Onu bu sene ziyaret et* tim. Veya bu gün gördüm» diyerek yılın bir kısmında veya günün bir kısmında olan bir şeyi, güne ve yıla atfederler. Allah Teâlâ da şöyle bu­yurur : «Kim iki günde acele ederse ona günâh yoktur.» (Bakara, 203) Aslında acele etme birbuçuk gündedir. İki günde değildir.

İmâm Mâlik der ki; hacc ayları Şevval, Zülkâde, bütünüyle Zülhic-ce'dir. Keza, Abdullah İbn Ömer'den de bu görüş rivayet edilmiştir. Ni­tekim İbn Cerîr der ki; bize Ahmed İbn İshâk... Abdullah îbn Ömer'in hacc ayları Şevval, Zülkâde ve Zülhiccedir, dediğini nakletti.

îbn Ebu Hatim tefsirinde der ki; bize Yûnus İbn Abd'ül-A'la... İbn Cüreyc'den nakletti ki; o şöyle demiş : Ben Nâfî'c Abdullah İbn Ömer'in hacc aylarının ismini saydığını duydun mu? diye sordum. O, evet Ab­dullah hacc aylarının Şevval, Zülkâde ve Zülhicce olduğunu söyledi, de­di. İbn Cüreyc der ki; İbn Şihâb, Atâ ve peygamberin ashabı, Câbir İbn Abdullah da böyle demişlerdir. Bu rivayetin İbn Cüreyc'e isnadı sahih­tir. Bu görüş aynı zamanda Tâvûs, Mücâhid, Urve İbn Zübeyr, Rebî' İbn Enes, Katâde'den de nakledilmiştir. Bu konuda rnerfû' bir hadîs serdedilir ki, bu hadîs mevzû'dur. Bu hadîsi Hafız İbn Merdûyeh Hüsayn İbn Mehârik —ki bn zât, hadîs uydurmakla itham edilmiştir— kanalıy­la... Ebu Umâme'den nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Hacc, belirli aylardadır. Bu aylar Şevval, Zülkâde ve Zülhicce'dir. Gör­düğünüz gibi bu hadîsin Peygambere ref î sahih değildir. Allah en iyi­sini bilir. Mâliki mezhebinin, haccı Zülhicce ayının sonuna kadar uzat­ması, Zülhicce'nin hacca mahsûs bir ay olması anlamına gelir. Dola­yısıyla Zülhicce ayının geriye kalan günlerinde umre yapmak mekruh olur. Yoksa kurban gecesinden sonra haccın sahih olacağı anlamında değildir. Sadece bu ayın hacca mahsûs ay olması anlamındadır.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Ahmed İbn Sinan... Abdullah'dan nak­len dedi ki; hacc belirli aylardır. O aylarda umre yoktur, Bu hadîsin is­nadı sahihtir. İbn Cerîr Taberî der ki; hacc aylarının Şevval, Zülkâde ve Zülhicce olduğunu söyleyenler; bununla, sadece bu ayların hacc ay­ları olduğunu; umre aylan olmadığım kastetmişlerdir. Her ne kadar hacc bilfiil Minâ'da nihayete ermekteyse de bu aylar hacc aylandır. Nitekim Muhammed ibn Şîrîn der ki; hacc aylan dışında yapılan umrenin, hacc aylan içinde yapılan umreden daha afdal olduğunda ilim erbabından hiçbir kimsenin şüphesi yoktur." İbn Avn der ki: Kasım İbn Muhammed'e hacc aylarında umre yapma konusunu sorduğumda, dedi ki; ashab-ı güzîn onu tamamlanmış olarak görmezlerdi. Ben derim ki; Hz. Ömer ve Osman (r.a.) in umreyi hacc ayları dışında yapmayı sevdikleri ve hacc aylarında umre yapmayı yasakladıkları sabittir. Allah en iyisini bilen­dir.

«Her kim o aylarda kendisine haccı farzederse.» Yani hacc için ih­rama girerek kendisine haccı farz kılarsa. Burada hacc için ihramın lü­zumuna delâlet vardır. Nitekim İbn Cerîr der ki; buradaki farzdan mak-sad, vâcib ve lüzum kılmaktır. Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs' in «Her kim bu aylarda kendisine haccı farz ederse» âyeti konusunda şöyle dediğini rivayet etmiştir : Hacc veya umre maksadıyla her kim ih­rama girerse, Atâ, farzın ihrama girmek olduğunu söyler. İbrahim, Dah-hâk ve diğerleri de böyle demişlerdir. İbn Cüreyc der ki; bana Ömer îbn Atâ, İkrime kanalıyla İbn Abbâs'tan nakletti ki; o bu âyet konusunda şöyle demiştir: Hacc için telbiye getirip de sonra bir yerde durmak ge­rekmez. İbn Ebu Hatim, Abdullah İbn Mes'ûd, Abdullah İbn Abbâs, Ab­dullah İbn Cübeyr, Mücâhid, Atâ, İbrahim el-Nehâî, İkrime, Dahhâk, Katâde, Süfyân el-Sevrî, Zührî, Mukâtil İbn Hayyân'dan da bu şekilde rivayet edilmiştir. Tâvûs ve Kasım İbn Muhammed ise buradaki farz kılmanın telbiye olduğunu söylemişlerdir.

«Artık haccda kadına yaklaşmak, günâh işlemek, tartışma yok­tur.» Kim hacc veya umre için ihrama girerse, artık kadınlara yaklaş­maktan kaçınsın. Bu âyet-i kerîme'de yer alan “Rafes” kelimesi cinsî münâsebet demektir. Allah Teâlâ, daha önce «Oruç gecesi kadınlarınua yaklaşmak size helâl kılındı.» (Bakara, 187) âyetinde bu kelimeyi kul­lanmıştır. Aynı şekilde sarılma ve öpme gibi cinsî münâsebetin gerekleri de haramdır. Bu konunun kadınların bulunduğu yerde konuşulması da böyledir. İbn Cerîr der ki; bana Yûnus... Nâfî'den haber verdi ki o Ab­dullah İbn Ömer'in şöyle dediğini bildirmiştir: Bu âyet-i kerîme'deki “Rafes” kelimesi, kadınlara yaklaşmak ve bu konuda konuşmaktır. Kadın ve erkek, (karşılıklı) sözleriyle bu konuyu anlatırlarsa konuş­muş olurlar. İbn Vehb de... Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'nin böyle dediğini nakleder.

İbn Cerîr der ki; bize Muhammed İbn Beşşâr... İbnAbbâs'tan nak­letti ki; o ihrâmlı iken şu şarkıyı söylüyordu : Sessizce yürüyordu onlar bizimle, Doğru söylüyorsa eğer kuş, ulaşırız elbette Lemîs'e

Ebu'l-Âliye der ki; ben ona ihrâmlı olduğun halde kadınlara yak­laşmaktan mı söz ediyorsun? dedim. O, hayır ihrâmlı iken yasak olan kadınlara yaklaşmaktan söz etmek, kadınların yarımda söylenen şey­lerdir, dedi. A'meş bunu... İbn Abbâs'tan rivayet eder.

İbn Cerîr ayrıca der ki: Bize Muhammed İbn Beşşâr... Ebu Huseyn İbn Kays'dan nakletti ki; o şöyle demiş : Ben Abdullah İbn Abbâs'ın dos? tuydum, onunla birlikte hacc için çıktım. İhramımızı giydikten sonra İbn Abbâs devesinin kuyruğunu eline alarak, onu büküyor ve şu şiiri okuyordu :

Sessizce yürüyordu onlar bizimle;

Doğru söylüyorsa eğer kuş, ulaşırız elbet Lemîs'e

Ben ona, ihrâmlı iken sen kadınlara yaklaşmaktan mı söz ediyor­sun? dedim. O, hayır kadınlara yaklaşmaktan söz etmek, kadınların ya­nında söylenen şeydir, dedi.

Abdullah İbn Tâvûs, babasından naklederek der ki: Ben İbn Abbâs'a Allah Teâlâ'nın «Kadınlara yaklaşmak, günâh işlemek, tartışma yok­tur.» kavli konusunda suâl ettim. O dedi ki: Âyette geçen “Rafes” keli­mesi cinsî münâsebeti anlatarak ta'rîz etmektir. Bu Arap dilinde «arâ-be» denilen sözde aşırı davranışlardır ki bu “Rafes” kelimesinden da­ha aşağıda yer alır. Atâ İbn Ebu Rebâh da der ki: Âyette geçen “Rafes” kelimesi, cinsel temas ve bunun dışında kalan fahiş sözlerdir. Amr İbn Dînâr da böyle demiştir. Atâ der ki: Ashâb-ı güzîn ihrâmlı iken cinsel teması anlatarak ta'rîzden ibaret olan «atabeyi» (fahiş sözleri) söyle­mezlerdi. Tâvûs der ki; âyette geçen “Rafes” kelimesi, kadına; ihram­dan çıktığım takdirde, seninle birleşirim, demektir. Ebu'l-Âliye de böyle demiştir. Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'tan naklen der ki: Âyette geçen “Rafes” kelimesi, kadını tahrîk edip öpme ve sıkmadır. Ona fahiş sözlerle yaklaşma ve buna benzer davranışlardır. Abdullah İbn Abbâs ve Abdullah İbn Ömer bu kelimenin kadınları tahrîk olduğu­nu söylemişlerdir. Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Mücâhid, îbrâhîm, Ebu'l-Âliye, Atâ, Mekhûl, Atâ İbn Yessâr, Atiyye, İbrâhîm el-Nehaî, Rebî', Zührî, Süddî, Mâlik İbn Enes, Mukâtil İbn Hayyân, Abdülkerîm İbn Mâlik, Hasan, Katâde, Dahhâk ve diğerleri de böyle demişlerdir.

«Günah işlemek» Miksem ve diğerleri İbn Abbâs'tan naklederler ki; bu âyette yer alan “Fusuk” kelimesi günâhlar demektir. Atâ, Mücâhid, Tâvûs, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî, Hasan, Katâde, İbrâhîm el-Nehaî, Zührî, Mekhûl, Rebîr İbn Enes, Atâ İbn Yes­sâr, Atâ el-Horâsânî ve Mukâtil İbn Hayyân da böyle demişlerdir.

Muhammed İbn İshâk, Nâfî kanalıyla Abdullah İbn Ömer'den nak­leder ki; o bu âyette geçen “Fusuk” kelimesi av ve başka şekilde Al­lah'ın günâh saydığı şeyleri yapmaktır, demiştir. İbn Vehb de Abdullah İbn Ömer'den bu kelimenin Harem'de Allah'ın yasak kıldığı şeyleri iş­lemek mânâsına geldiğini söyler.

Başkaları da dediler ki buradaki “Fusuk” kelimesi küfretmektir Abdullah İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Zübeyr, Mücâ-hid, Süddî, İbrahim, Hasan da böyle demişlerdir. Bunlar sahîh hadîste sabit olan «Müslümana küfür, günâhtır. Onunla savaşmak küfürdür.» ifâdesinde yer alan “Fusuk” kelimesine dayanmaktadırlar. Abdurrah-mân İbn Zeyd fbn Eşlem ise burada yer alan “Fusuk” kelimesinin put­lara kurban kesmek olduğunu söylemiştir. Nitekim Allah Teâlâ «Ve yol­dan çıkarak Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yeme­nin haram olduğuna dâir bir emir bulamıyorum.» (En'am, 145) âyetin­de aynı kelimeyi kullanmaktadır. Dahhâk ise bu kelimenin kötü lakap­lar takmak olduğunu söyler.

Bu âyette geçen, “Fusuk” kelimesi bütünüyle her türlü günâh an­lamına geldiğini söyleyenler doğru söylemektedirler. Nitekim Allah Teâ­lâ, haram aylarda zulümü yasaklamıştır. Zulüm her ne kadar bütün sene yasak ise de haram aylarda daha çok* yasaktır. Bunun için Allah Teâlâ; «Onlardan dördü, haram aydadır, işte dosdoğru din. O aylarda kendinize zulmetmeyin» keza «Kim de ondan zulm ile ilhâdı kastederse ona elîm azâbtan tattırırız.» buyuruyor.

İbn Cerîr bu âyette geçen “Fusuk” kelimesinin; ihrâmlı iken iş­lenmesi yasak olan av öldürme, kıl kesme, tırnak kesme gibi davranış­ların kastedildiği görüşünü tercih etmiştir ki bu görüş yukarda Abdul­lah İbn Ömer'den de nakledilmiştir. Ancak bizim zikrettiğimiz ddha uy­gundur. Allah en iyisini bilendir.

Ebu Hâzım'ın Ebu Hüreyre (r.a.) den naklettiği, Buhârî ve Müs­lim'de sabit olan sahîh hadîste Rasûlullah (s.a.) buyurur ki: Kim bu evi hacceder, kadına yaklaşmaz ve günâh işlemezse; tıpkı anasından doğduğu günde olduğu gibi günâhlarından kurtulur.»

«Tartışma yoktur.» Bu âyet konusunda iki farklı görüş vardır: Bi­rinci görüş şöyle der; haccın vakti ve ibâdeti konusunda hiçbir tartış­ma yoktur. Çünkü Allah Teâlâ onu tamamen açıklamış ve en mükem­mel biçimde izah etmiştir. Nitekim Vekî' Alâ İbn Abdülkerîm'den nak­leder ki; o ben Mücâhid'in «Haccda kavga etmek yoktur.» âyetini şöyle tefsir ettiğini duydum, der : Allah hacc aylarını açıklamıştır. Bu konu­da, insanlar arasında tartışma' yoktur. İbn Ebu Necîh Mücâhid'den nak­leder ki; o «Haccda tartışma yoktur.» âyeti konusunda şöyle demiştir: Haccda tartışma yoktur ve hiçbir ay eksiltilmez. Allah Teâlâ bunu apa­çık belirtmiştir. Sonra müşriklerin aylan eksiltme konusunda yaptık­ları şeylerin mâhiyetini anlatarak, Allah'ın bu davranışları kınadığını belirtmiştir. Sevrî... Mücâhid'den nakleder ki; «Haccda tartışma yoK-tur» âyeti konusunda o şöyle demiştir: Hacc dosdoğru olarak belirtil­miştir. Onda tartışma yoktur. Süddî de böyle der. Htişeym... Abdullah İbn Abfcâs*tan nakleder ki; o, «Haccda tartışma yoktur» âyeti konu­sunda şöyle demiştir: Haccda münâkaşa yoktur. Abdullah İbn Vehb, Mâlik'in şöyle dediğini bildirir: Allah en doğrusunu bilir ya, Hacc-daki tartışma şöyledir : Kureyşliler Mûzdelife'de Meş'ar-ı Haram yanın­da dururlardı. Araplar ve diğerleri ise Arefede dururlar ve bunlar, biz daha doğruyuz, omar da biz daha doğruyuz diyerek tartışırlardı. İşte Allah'ın «haccda tartışma yoktur» buyruğu bizim kanâatimize göre bu­dur. Allah en iyisini bilendir.

İbn Vehb Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem'den nakleder ki; o şöyle demiştir : Araplar muhtelif yerlerde durarak tartışırlar ve her biri kendi durduğu yerin İbrahim'in durağı olduğunu iddia ederdi. Allah ne-biyy-i zîşânına haccın menâsikini bildirerek bu konuda kesin hükmünü açıklamıştır. İbn Vehb... Muhammed îbn Kâ'b el-Kurâzî'nin şöyle de­diğini nakleder: Kureyşliler Minâ'da toplandıkları vakit, bir kısmı; bi­zim haccımız sizin haccınızdan daha tamâmdır, diğer bir kısmı da bizim haccımız sizin hacınızdan daha tamâmdır, derlerdi. Hammâd İbn Sele­me... Kasım İbn Muhammed'in şöyle dediğini nakleder : Haccda tartış-na; bir kısmının hacc bugündür, bir kısmının da hacc yarındır, deme-sidir. İbn Cerîr bu sözlerin muhtevasını esâs alarak; haccın menâsikin-de tartışma yoktur, anlamını tercih etmiştir.

İkinci görüşe göre; buradaki “Cidâl” kelimesinin kavga ve düş­manlık anlamına gelmektedir. Nitekim İbn Cerîr der ki; bize Abdülhamîd... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti ki; o «Haccda tartışma yok­tur.» kavli konusunda şöyle demiştir: Bu arkadaşını kızdırıncaya ka­dar onunla münâkaşa etmendir. Aynı isnâdla Ebu İshâk, Temîmî'den nakleder ki; o şöyle demiştir: Ben Abdullah İbn Abbâs'a bu âyette yer alan “Cidâl” kelimesini sorduğumda, o bunun münâkaşa ve mücâ­dele demek olduğunu söyleyerek, senin arkadaşını kızdırıncaya kadar onunla münâkaşa etmendir, dedi. Miksem ve Dahhâk da İbn Abbâs'tan böyle rivayet etmişlerdir. Ebu'l-Âliye, Atâ, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Câbir İbn Zeyd, Atâ el-Horasânî, Mekhûl, Amr İbn Dînâr, Süddî, Dahhâk, Rebî' İbn Enes, İbrahim el-Nehaî, Atâ İbn Yessâr, Hasan, Ka-tâde, Zührî ve Mukâtil İbn Hayyân'm da böyle dediği rivayet edilir.

Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o bu âyette yer alan “Cidâl” kelimesi hakkında şöyle demiştir: Bu tartışma ve münâkaşa etmektir. Senin kardeşin ve arkadaşını kızdınncaya kadar tartışmandır ki Allah bunu yasaklamıştır.

İbrahim el-Nehaî bu âyet konusunda der ki; ashâb-ı güzîn haccda tartışmayı hoş karşılamazlardı. Muhammed îbn İshâk, Nâfî kanalıyla Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki; buradaki “Cidâl” kelimesi küfür ve münâkaşadır. Keza İbn Vehb... Abdullah İbn Ömer'den buradaki tartışmanın küfür, düşmanlık ve münazara olduğunu söylemiştir. İbn Ebu Hatim, Abdullah İbn Zübeyr, Hasan, İbrahim, Tâvûs ve Muhammed İbn Ka'b'ın buradaki tartışmanın münakaşa olduğunu söylediklerini nakleder. Abdullah İbn Mübarek... İkrime'den nakleder ki; hacc'daki tartışma, kızmadır. Senin bir müslümanı kızdırmandır. Ancak bir kö­leden hakaret görüp de; onu dövmeden kendisine kızmanda bir beis ol­maz inşâallah. Ben derim ki; eğer köleyi dövecek olursan bu da caiz ve uygundur. Bunun delili şu hadîstir : İmâm Ahmed İbn Hanbel'in Ab­dullah İbn Zübeyr'den, onun da babasından naklettiğine göre; Esma Bint Ebubekr şöyle demiştir : Biz hacc maksadıyla Rasûlullah (s.a.) ile birlikte çıktık. Nihayet A'rec'e (Mekke ile Medîne arasında bir yer) geldiğimizde, Rasûlullah (s.a.) bineğinden indi. Hz. Âişe Rasûlullah'ın yanına, ben de babamın yanına oturdum. Rasûlullah'ın bineği ile Ebu-bekir'in bineği Ebubekir'in kölesinin yanında idi. Ebubekir kölesini bek­lemek üzere oturdu. Ancak köle devesiz çıkageldi. Ebubekir, deven ne­rede? deyince, o dün deveyi kaybettim, dedi. Ebubekir bir tek deve var, onu da kayıp mı ediyorsun? dedi ve az kalsın kölesini dövecekti. Rasû­lullah (s.a.) tebessüm ederek, ona bakıyordu. Buyuruyordu ki; şu ih-râmlıya bakın. İhrâmlı iken ne yapıyor? Ebu Dâvûd ve İbn Mace de bu hadîsi İbn İshâk'tan tahrîç ederler. (...)

Ancak Rasûlullah (s.a.) in Hz. Ebubekir'e hitaben «şu ihrâm-lıya bakın ne yapıyor?» sözünde bir nevî latif kınama mevcut olduğu için en iyisi bu tür davranışı terketmektir. Allah en iyisini bilendir. İmâm Abd İbn Humeyd Müsned'inde der ki; bize Ubeydullah İbn Mûsâ... Câbir İbn Abdulah'dan nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Kim haccın menâsikini yerine getirir, müslümanlar da onun elinden ve dilinden salim olurlarsa, Allah onun geçmiş günâhlarını bağışlar.»

«Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir.» Allah onları söz ve fiille kötülükleri işlemekten alıkoyduktan sonra, iyilikleri yapmaya teşvik edi­yor ve Allah'ın bunu bildiğini, kıyamet gününde en uygun mükâfatla mükâfatlandıracağını haber veriyor.

«Bir de azık edininiz. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır.» Avfî, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o şöyle demiştir :

«Bazı kişiler evlerinden yola çıkıyorlardı ve beraberlerine hiçbir azık almıyorlardı. Sonra da biz Allah'ın evini hacc ediyoruz ama o bizi doyur­muyor, diyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ sizi insanlardan alıkoya­cak şeyleri azık edininiz, buyurmuştur.» İbn Ebu Hatim der ki; bize Muhammed İbn Abdullah... İkrime'den nakletti ki; o şöyle demiş : İn­sanlar azıksız olarak hacc ediyorlardı. Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyur­du. İbn Cerîr... İbn Uyeyne'den aynı şekilde rivayet etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki; bu hadîsi Verkâ, Amr İbn Dinar'dan, o da İkrime'den, o da İbn Abbâs'tan •nakletmiştir. Ancak İbn Uyeyne'nin naklettiği daha sahihtir. Ben derim ki; bu hadîsi Neseî, Saîd îbn Abdurrahmân el-Mahzûmî kanalıyla... îbn Abbâs'tan naklederek şöyle der: Bazı Kişiler azıksız hacc ediyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Bir de azık edinin. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır» âyetini inzâi buyurdu. Ver-kâ'nm hadîsini Buhârî Yahya İbn Bişir kanalıyla Şebâbe'den rivayet eder. Ebu Dâvûd da bu hadîsi, Ebu Mes'ûd Ahmed İbn Furât el-Râzî kanalıyla... İbn Abbâs'tan nakleder ve der ki:

«Yemen halkı azıksız olarak hacca gidiyorlardı ve biz Allah'a te­vekkül edenleriz, diyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Bir de azık edinin. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır.» âyetini inzal buyur­du.» Bu hadîsi Abd İbn Humeyd, tefsirinde Şebâbe'den, İbn Hibbân da Sahîh'inde Şebâbe'den rivayet ederler.

İbn Cerîr ve İbn Merdûyeh, Amr İbn Abdülgaffâr'ın Nâfî kana­lıyla .. Abdullah İbn Ömer'den naklettiği hadîste rivayet eder ki, o şöyle demiştir: İnsanlar ihrama girdikleri zaman, beraberlerindeki azıklarını atarlar ve yeniden başka bir azık edinirlerdi. Bunun üze­rine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurarak bu davranışlarını yasak­ladı. Onlara un ve kavut gibi azıklar edinmeyi emretti. İbn Zübeyr, Ebu'l-Âliye, Mücâhid, İkrime, Şa'bî, Nehaî, Salim İbn Abdullah, Atâ el-Horasânî, Katâde, Rebî' İbn Enes ve Mukâtil İbn Hayyân da böyle demişlerdir.

Saîd İbn Cübeyr, bu âyet konusunda der ki: Siz un, kavut ve çö­rek gibi azıklar edinin. Vekî de tefsirinde der ki; bize Süfyân, Saîd İbn Cübeyr*den bu âyet konusunda «hışknanç» kuru ekmek ve kavut gibi azıklar edinin dediğini, nakleder. Yine Vekî der ki; bize İbrâhîm el-Mekkî... Abdullah İbn Ömer'in şöyle dediğini nakletti: Kişinin seferde iyi azığı olması kerîmliğine işarettir. Hammâd İbn Seleme, Ebu Rey-hâne'den naklederek, Abdullah îbn Ömer'in arkadaşlık edenlere suyu da şart koştuğu ifâdesini, ekler.

«Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır.» Allah Teâlâ mü'min-lere dünya hayatında yolculuğa çıkarken azık edinmeyi emrettiği gi­bi, şimdi de âhiret azığına dikkatleri çekmektedir. Âhiretteki azık, Al­lah korkusudur. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Ey âdemoğulları ayıp yerinizi örtecek giyimlikle, sizi süs­leyecek elbiseler indirdik. Takva örtüsü ise bunlardan daha hayırlıdır. Allah'ın bu âyetleri öğüt almanız içindir.» (A'râf, 26) Allah Teâlâ bu âyette de hissî elbiseyi zikrettikten sonra, ma'nevî elbiseye dikkatleri çekmiştir ki; ma'nevî elbise huşu, itaat ve takvadır. Ma'nevî elbisenin maddî elbiseden daha iyi ve daha faydalı olduğunu da hatırlatmak­tadır.

Atâ el-Horasânî der ki: «Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır.» Yani âhiret azığıdır. Hafız Ebu Kasım Taberânî der ki; bize Âbdan... Cerir İbn Abdullah kanalıyla nakletti ki, Hz. Peygamber; kim bu dün­yada azık edinirse bu ,ona âhirette fayda verir, buyurmuştur.

Mukâtil İbn Hayyân der ki; bu âyet-i kerîme nazil olunca, müs-lüman fakirlerden bir adam kalkıp dedi ki; ey Allah'ın Rasûlü biz azık edinecek bir şey bulamıyoruz. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyur-u ki: Yüzünü halktan alıkoyacak bir şeyi azık edin. Şüphesiz ki sizin edindiğiniz azıkların en hayırlısı takva azığıdır. Bunu İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

«Ey akıl sahipleri, Benden korkun.» Benim azabımdan, ikâbım-dan ve bana muhalefet edenlere yapacağım işkenceden korkun. Ey akıl ve anlayış sahipleri, benim emrimi dinlemeyenleri, bekleyen şiddetli azâbtan sakının. [59]

 

198 — Rabbınızın lutfu keremini aramanızda bir gü­nâh yoktur. Arafat'tan geri döndüğünüz zaman, Meş'ar-ı Harâm'ın yanında Allah'ı zikredin. O, sizi hidâyete ulaş­tırdığı gibi, siz de Onu zikredin. Nitekim siz bundan önce, sapıklardan idiniz.

 

Haccın Mânâsı

 

Buhârî der ki; bize Muhammed... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o şöyle demiş : Ukâz, Mecenne ve Zü'1-Mecâz, câhiliyet devri panayır-lanydı. Hacc mevsiminde araplar burada ticâret yapmayı günâh sa­yıyorlardı. Nihayet Allah Teâlâ hacc mevsiminde «Rabbınızın lutfu keremini aramanızda bir günâh yoktur» âyetini inzal buyurdu. Abdürrezzâk da bu hadîsi... Süfyân İbn Uyeyne kanalıyla îbn Abbâs'tan nakleder.

Bazıları da derler ki; İslâm geldiğinde bazıları hacc mevsiminde ticâret yapmayı kötü saydılar ve durumu Rasûlullah (s.a.) a sordu-jar. Bunun üzerine işbu âyet-i kerîme nazil oldu. İbn Cüreyo, İbn Ab-tâsın şöyle dediğini rivayet eder : Câhiliyyet devrinde halkın ticâret peri, Ukâz, Mecenne, ve Zü'1-Mecâz panayırlarıydı. İslâm gelince bu­rada ticâreti kötü karşılar gibi oldular. Nihayet bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Ebu Dâvûd ve diğerleri Yezîd İbn Ebu Ziyâd kanalıyla... İbn Ab-bâs'ın şöyle dediğini rivayet ettiler : Müslümanlar hacc mevsiminin Allah'ı anma günleri olduğunu söyleyerek, bu sırada ticâret ve alış­verişten kaçınıyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme' yi inzal buyurdu. İbn Cerîr de der ki; bana Ya'kûb İbn İbrâhîm... İbn Abbâs'm şöyle dediğini nakletti: «Hacc mevsiminde Rabbınızın lutf-u keremini aramanızda bir günâh yoktur.» Ali İbn Ebu Talha da İbn Abbâs'tan bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder : İhramdan ön­ce ve sonra alış-veriş yapmakta sizin, için bir günâh yoktur. Avfî de İbn Abbâs'tan aynı şekilde rivayet etmiştir.

Vekî' der ki; bize Talha İbn Amr... İbn Abbâs'ın bu âyeti şöyle oku­duğunu rivayet etti: «Hacc mevsimlerinde Rabbınızın lutf-u keremini aramanızda size bir günâh yoktur.» Bunu Abd İbn Hümeyd... Ubeydullah İbn Ebu Ye-zîd'den nakleder ki; o Abdullah İbn Zübeyr'in de böyle okuduğunu duydum, demiştir. Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Mansûr İbn Mu'temir, Katâde, İbrâhîm el-Nehaî, Rebî' İbn Enes ve diğerleri de böyle tefsir etmişlerdir.

İbn Cerîr Taberî der ki; bize Hasan İbn Urfe... Ebu Umeyme'den nakletti ki; o, ben Abdullah İbn Ömer'e, hacc'da ticâret yapan bir ki­şinin durumu sorulunca, onun bu âyet-i kerîme'yi okuduğunu duy­dum, demiştir. Bu rivayet mevkuf, ancak sağlamdır. Nitekim merfû' olarak Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Esbât... Ebu Umâme et-Teymî' den nakleder ki; o şöyle demiş : Ben Abdullah İbn Ömer'e; biz kira­lanarak iş yapıyoruz. Bizim haccımız olur mu? dedim. O, Kâ'be'yi ta­vaf etmiyor musunuz, Arafat'a gelmiyor musunuz? cemrelerde taş at­mıyor musunuz? Başınızı tıraş etmiyor musunuz? dedi. Biz evet, de­dik. Abdullah İbn Ömer bunun üzerine dedi ki: Adamın biri Hz. Pey­gambere geldi ve senin bana sorduğunu ona sordu. Fakat Hz. Peygam­ber ona hemen cevap vermedi. Nihayet Cebrâîl «Rabbınızın lutf-u ke­remini aramanızda bir günâh yoktur» âyetini getirdi. Rasûlullah (s.a.) adamı çağırdı ve siz hacılarsınız, buyurdu.

Abdürrezzâk der ki; bize Sevrî... Benu Teym kabilesinden bir adamdan nakletti ki; birisi Abdullah İbn Ömer'e gelerek şöyle dedi: Ey Ebu Abdurrahmân, biz kiralanarak çalışan bir topluluğuz. Bizim haccımızın kabul olmayacağı iddia ediliyor. Abdullah İbn Ömer dedi ki: Siz onlar gibi ihram giymiyor musunuz? Onlar gibi tayâf etmi­yor musunuz? Onlar gibi şeytân taşlamıyor musunuz? Adam, evet dedi. Abdullah İbn Ömer sen hacc yapıyorsun öyleyse dedi. Sonra ilâ­ve olarak şunları söyledi: Adamın biri Rasûlullah (s.a.) a geldi. Senin bana sorduğun şeyi ona sordu. Bunun üzerine : «Rabbınızın lutf-u ke­remini aramanızda günâh yoktur» âyeti nazil oldu. Bu hadîsi Abd, Abdürrezzâk'dan rivayet eder. Keza İbn Huzeyfe, Sevri'den bu hadîsi merfû' olarak rivayet eder. Ayrıca bu hadîs başka yollarla merfû' ola­rak rivayet edilmiştir. Nitekim İbn Ebu Hatim der ki; bİ2e Hasan İbn Urfe... Ebu Umâme el-Teymî'den nakletti ki, o şöyle demiş : Ben Ab­dullah İbn Ömer'e dedim ki, biz Mekke'ye kadar bu şekilde kiraya tutulan bir topluluğuz. Halk bizim haccımızm hacc olmayacağım id­dia ediyor, sen ne dersin? Bizim haccımız hacc olur mu? Abdullah İbri Ömer dedi ki; siz ihrama girmiyor musunuz? Kâ'be'yi tavaf etmiyor musunuz? Ve haccm menâsikini yerine getirmiyor musunuz? Adam, evet dedi. Bunun üzerine Abdullah İbn Ömer, öyleyse siz hacılarsınız, dedi ve sonra şunları ekledi: Adamın biri Rasûlullah (s.a.) a geldi ve senin sorduğun şeyi ona sordu. Rasûlullah (s.a.) ona nasıl cevap ve­receğini bilmiyordu. —veya ona hiçbir şey demedi— Nihayet bu âyet-i kerîme nazil oldu : «Rabbınızın lutf-u kereminden aramanızda bir gü­nâh yoktur.» Rasûlullah adamı çağırdı ve ona bu âyeti okuyarak, siz hacılarsınız, buyurdu. Mes'ûd İbn Sa'd... Â'lâ İbn Müseyyeb'den bu hadîsi merfû' olarak rivayet eder.

İbn Cerîr Tâberî der ki; bana Vasıflı Muhammed oğlu Talîk... Ebu Ümâme el-Teymî'den nakletti ki; o şöyle demiş : Ben Abdullah İbn Ömer'e, biz kiralanan bir topluluğuz; haccımız kabul mü? dedim. O, siz Kâ'be'yi tavaf etmiyor musunuz? Arafat'a çıkmıyor musunuz? Şeytân taşlamıyor musunuz? Başlarınızı tıraş etmiyor musunuz? dedi. Biz de evet, dedik. Bunun üzerine dedi ki: Adamın biri Hz. Peygam­bere geldi ve senin bana sorduğunu, ona suâl etti. O, ne diyeceğini bilmiyordu. Nihayet Cebrail (a.s.) bu âyet-i celîle'yi indirdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), siz hacılarsınız, buyurdu. İbn Cerîr der ki; bana Ahmed İbn İshâk... Hz. Ömer'in kölesi Ebu Sâlih'den nakletti ki; o şöyle demiş : Ben, ey mü'minlerin emîri, siz haccda ticâret eder miydiniz? diye sordum. O, onların haccdan başka geçimlikleri var mıydı? dedi.

«Arafât'dan geri döndüğünüz zaman Meş'ar-i Harâm'ın yanında Allah'ı zikredin.» Arafat, müennes bir özel isim olmakla beraber mun-sarif olmuştur. Çünkü aslında «müslimât» ve «mu'minât» gibi cemî' dir. Ve bu belirli bir bölgenin adıdır. Dolayısıyla aslı nazar-ı itibâre alı­narak, munsarif yapılmıştır. Ve haccm temel direğidir. Bunun için İmâm Ahmed ile diğer Sünen sahipleri sahîh isnâdla Sevrî'nin... At>-durrahmân İbn Ya'mer'den naklettiği şu hadîsi rivayet ederler: Ab-durrahmân der ki: Ben Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu duy­dum : Hacc Arafat'tır. Bunu üç kerre tekrarladı. Kim fecir doğmadan önce Arefeye ulaşırsa, haccı idrâk etmiştir. Minâ günleri üçtür. Kim acele eder ve iki günde bitirirse, ona vebâi yoktur, kim de gecikirse ona da vabâl yoktur. Arafât'da vakfenin zamanı, Arefe gününden bayram günü ikinci fecrin doğuşuna kadardır. Çünkü Rasûlullah (s.a.) veda hacında, öğle namazını kıldıktan sonra Arafat'ta güneş ba-tıncaya kadar vakfe yapmış ve hacc ibâdetlerinizi benden alın, buyur­muştur. Bu hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Kim önce are-feyi idrâk ederse, haccı idrâk etmiş olur. îmâm Mâlik, Ebu Hanîfe ve Şafiî merhumun mezhebi böyledir. Allah'ın rahmeti onların üzerine olsun.

İmâm Ahmed İbn Hanbel ise, vakfe vaktinin arafa gününün evvelinden başladığım kabul eder. Ahmed İbn Hanbel, delil olarak Şa' bî'nin Urve İbn Mudarris'den naklettiği hadîsi gösterir. Urve der ki: Ben Müzdelife'de Rasûlullah (s.a.) namaza çıktığında yanma geldim ve dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, ben Tay dağından geldim. Bineğimi sakatladım, kendimi yordum. Allah'a andolsun ki, her dağın üze­rinde vakfe yaptım. Benim için hacc var mıdır? Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki; kim bizim bu namazımızda hazır bulunur ve bizi gönderin-ceye kadar bizimle beraber durursa ve bundan önce Arafât'da bir gece veya gündüz durmuş ise; onun haccı tamâm olmuştur. Artık o ihram­dan çıkabilir. Bu hadîsi İmâm Ahmed ve Sünen erbabı rivayet etmiş­ler, Tirmizî de sahîh saymıştır.

Arafat'a bu adın neden verildiği konusunda Abdürrezzâk... Ali Tan Ebû Tâlib'ten rivayet eder ki; o şöyle demiştir: Allah (c.c.) Hz. Cebrail'i Hz. İbrahim'e gönderdi, Cebrâîl İbrâhîm ile birlikte hacc «ti. Arefeye geldiğinde, o bildim mânâsına “Araftu” dedi. Zîra o, ön­ceden bir kerre daha hacc etmişti. İşte bunun için buraya bildi anla-THm (Arefe) adı verilmiştir. Abdullah îbn Mübarek, Atâ'dan nakle­der ki; o şöyle demiştir : Buraya «Arefe» adının verilmesi şundandır: Hı. Cebrâîl haccm erkânını Hz. İbrâhîm de bildim, bildim anlamına “Araftu” diyordu. Bunun ı için oraya «Arefe» adı verilmiştir. İbn Ab-aâs. İbn Ömer ve Ebu Miclez'den de aynı şekilde nakledilir. Allah en rrâini bilendir. Arafat'a, «Meş'ar-ı Halâl», «Meş'ar-ı Aksa» ve Hilâl vez­inde «İlâl» adı verilir. Arafatm orta yerindeki dağa da Rahmet dağı adı

İbn Ebu Hatim der ki; bize Hammâd İbn Hasan... İbn Abbâs'tan »iletti ki; o şöyle demiş: Câhiliyet halkı Arafat'ta dururlardı. Güneş âglann tepesine ulaşınca —ki o, dağlann başında bir sarık gibi olurdu— buradan ayrılırlardı. Rasûlullah (s.a.) Arafat'tan ayrılmayı gü­naşırı batışına kadar te'hîr etti. Bu hadîsi İbn Merdûyeh Zem'a îbn Sathin hadîsinden nakleder ve ilâve olarak şunları söyler: Sonra Müz-Seüfede durdu. Sabah namazını Ğales'te kıldı. Her taraf ağannca, —fecrin son anı idi— Arafat'tan ayrıldı. Bu hadîsin isnadı hasendir.

İbn Cüreyc der ki; Muhammed İbn Kays, Misver İbn Mahreme' den nakletti ki; o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) Arafat'ta iken bize hutba okudu. Allah'a hamd ve sena etti, sonra dedi ki; İmdi —hutbe okuduğu zamanlar hep imdi diye başlardı— doğrusu bu gün en bü­yük hacc günüdür. İyi bilin ki; güneş dağların tepesinde, erkeklerin başındaki sarıklar gibi olunca şirk ehli putperestler güneş batmadan önce Arafat'tan ayrılırlardı. Biz ise güneş battıktan sonra ayrılıyoruz. Onlar Meş'ar-ı Harâm'dan güneş doğduktan sonra ayrılıyorlardı. Gü­neş dağların tepesinde erkeklerin sarıkları gibi olduğu zaman. Bizim kurbanımızın şirk ehlinin kurbanına aykırı olması için biz güneş doğ­mazdan önce ayrılıyoruz. İbn Merdûyeh de böylece rivayet eder. Bu lâfız onundur. Hâkim Müstedrek'inde Abdurrahmân İbn Mübarek ka­nalıyla... İbn Cüreyc'den bu hadîsi rivayet ettikten sonra, bu hadîs Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir; ancak onlar tahrîç etme­mişlerdir, der. Misver'in bizim zikrettiğimiz şekilde bu hadîsi Rasû­lullah (s.a.) dan duyduğunun sübûtu sağlamdır. Yoksa bazı arkadaş­larımızın ve tarafdârlannın vehmettiği gibi Misver, duymadan söyle­yen kişilerden değildir.

Vekî' Şu'be kanalıyla... Marûr İbn Süveyd'den nakleder ki; o şöyle demiştir : Ben Hz. Ömer (r.a.) i Arafat'tan ayrıldığı zaman gördüm. Bakıyordum; o sanki başının saçı dökülmüş, devesinin üzerinde hızlı­ca gidiyor ve biz Arafat'tan geri dönmenin hızlıca koşu olduğunu gör­dük, diyordu. Müslim'in Sâhîh'inde vârid olan uzun bir hadîste Câbir İbn Abdullah şöyle diyor : Güneş batıp, sanlık kaybolup güneşin kur­su yok oluncaya kadar Rasûlullah Arafat'ta vakfe yapıyordu. Güneşin kursu kaybolunca Üsâme'yi terkisine aldı ve Rasûlullah (s.a.) Kus-vâ'nın (devesi) yularını çekti. Devenin başı bineğinin üzengisine değe-yazıyordu. Bir taraftan devesini sürüyor, diğer taraftan şöyle diyordu : Ey insanlar, sakin olun, sakin olun. Bir dağa gelince devesini yavaş­latıyordu. Nihayet Müzdelife'ye geldi. Ve orada akşam namazıyla yatsı namazını bir ezan, iki kametle kıldı. Sonra Kusvâ'ya bindi ve Meş'ar-ı Harâm'a geldi. Orda Kıble'ye yöneldi. Allah'a duâ etti, tekbîr, tehlîl getirdi ve tevhîd okudu. Böylece tan kararıncaya kadar orda durup kaldı. Sonra güneş doğmazdan önce ayrıldı. Sahîh hadîste vârid ol­duğuna göre Üsâme İbn Zeyd'e Rasûlullah (s.a.) in Arafat'tan ayrı­lırken nasıl yürüdüğü sorulduğunda, o şöyle dedi: O yaya yürürdü. Bir geçit bulunca, üzerinden atlardı. İbn Ebu Hatim der ki; bana Şafiî' nin kızının oğlu Ebu Muhammed yazdığı mektupta, babasından veya amcasından naklen der ki; Süfyân İbn Uyeyne; «Arafat'tan geri dön­düğünüz zaman Meş'ar-ı Harâm'ın yanında Allah'ı zikredin» âyeti konusunda, bu zikrin iki namazı birlikte kılmak olduğunu söylemişti. Ebu İshâk el-Sebîi de Amr İbn Meymûn'darr naklen der ki; ben Ab- dullah İbn Amr'a; Meş'ar-ı Harâm'ı sorduğumda sustu. Nihayet bi­neklerimizin ayağı Müzdelife'ye bastığında, Meş'ar-ı Harâm'ı soran ne­rede? İşte Meş'ar-ı Haram budur, dedi. Abdürezzâk da der ki; bize Ma' mer. . İbn Ömer'in Meş'ar-ı Haram Müzdelife'nin tamâmıdır, dediğini nakletti. Hüşeym ise... Abdullah İbn Ömer'e bu âyet sorulunca; o, Ara­fat dağı ve çevresidir, dediğini nakletti. Abdürrezzâk der ki; bize Ma' mer... İbrahim'den nakletti ki; o şöyle demiş: Abdullah İbn Ömer halkın Kuzah'ta (Müzdelife'de imâmın yanında durduğu yer) kaynaş­tığım görünce, bunlar niçin kaynaşıyorlar, buranın heryanı Meş'ar-ı harâm'dır, dedi. İbn Abbâs, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Mücâhid, Süddî, Rebî' İbn Enes, Hasan, Katâde'nin de Meş'ar-ı Harâm'ın iki dağın arası olduğunu söyledikleri nakledilir.

İbn Cüreyc der ki; ben Atâ'ya Müzdelife neresidir? diye sordum. O, Arafat'ın iki geçidinden geçince burası Muhassîr'dir, bu iki geçit; Müzdelife'den Arafat'a giden geçit değildir, ikisinin dönüş yeridir, is­tersen bu ikisi arasında dur, dedi. Ben Kuzah'm biraz ilerisinde dur­mak isterim, dedim. Halk geçit vermek için bize biraz daha yaklaş, dedi. Ben derim kî: Meşâir; açık alâmetler demektir. Müzdelife'ye Meş'ar-ı Haram adı verilmesi; onun Harem-i Şerife dâ­hil olmasındandır. Ancak Kaffâl ve İbn Huzeyme'nin de arasında bu­lunduğu Şafiî fakîhlerinden bazıları ile Selef-i salibinden bir taifenin kanâatine göre; Müzdelife'de durmak haccın bir rüknüdür. O olmadan hacc sahih olmaz. Çünkü Urve İbn Mudarris'in yukarda geçen hadî­sinde bu husus belirtilmiştir. Diğer taraftan; bazıları da Müzdelife'de durmanın vâcib olduğunu söylerler ki, Şafiî'nin iki görüşünden birisi budur. Durulmadığı takdirde kan akıtmak gerekir. Bazıları da Müz­delife'de durmanın müstehab olduğunu, bunu terketmekle herhangi bir şey gerekmediğini söylerler. Bu konuda ulemâ arasında üç ayrı gö­rüş vardır. Bunlar başka bir kitabımızda açıklandı. Allah en iyisini bilendir.

Abdullah İbn Mübarek, Süfyân el-Sevrî kanalıyla Zeyd İbn Es-lem'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Arafat'ın hertarafı vakfe yeridir. Ürene (Arafat'taki vakfe mahallerinden biri­nin adı) den atınızı koşturun. Cema' (Müzdelife) nin her tarafı Mu-hassir dışında vakfe mahallidir. Bu hadîs mürseldir. İmâm Ahmed İbn Hanbel... Cübeyr îbn Mut'im kanalıyla, Rasûlullah (s.a.) in şöyle bu­yurduğunu nakleder : Arafat'ın her yeri vakfe mahallidir. Urene'den atınızı koşturun. Müzdelife'nin hepsi vakfe mahallidir. Muhassirden atınızı koşturun. Mekke'dek! her dere kurban kesme yeridir. Teşrîk günlerinin hepsi kurban kesme vaktidir. Bu hadîs de munkatı'dir-. Çünkü burada râvîler arasında zikri geçen, Süleyman İbn Mûsâ, Cü­beyr İbn Mutim'i görmemiştir. Ancak bu hadîsi, Velîd îbn Müslim... Cübeyr İbn Mut'im'in oğlu tarikiyle babasından nakleder. Keza Süveyd, Nâfî İbn Cübeyr İbn Mut'im'den, o da babasından, o da Rasû-lullah (s.a.) dan yukardaki hadîsi nakleder. Allah en iyisini bilendir

«O, sizi hidâyete ulaştırdığı gibi siz de O'nu zikredin.» Allah Tealft, burada müslümanlara lütfettiği hidâyet, beyân ve irşâd nimetini ha­tırlatıyor. Allah dostu İbrahim peygamberin yaptığı gibi haccın er­kânını gösteriyor. Bunun için de «Bundan evvel siz sapıklardan idi­niz» buyuruyor. Denildi ki, bu hidâyetten evvel, bu Kur'ân'dan evvel, bu Rasûl'den evvel sapıklardan idiniz, demektir. Hepsi de birbirine yakın anlamlardır ve birbirini gerektirir, her üç anlam da sahihtir. [60]

 

199 — Sonra insanların döndüğü yerden siz de dö­nün. Ve Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz ki, Allah. Gafûr'dur, Rahîm'dir.

 

Buradaki «sonra» anlamına gelen “Sümme”edatı, haberin habere at­fı ve ona dayandırılması içindir. Sanki Allah Teâlâ Arafat'ta vakfe yapan kişiye; Allah Teâlâ Meş'ar-ı Harâm'ın yanında kendisini zikret­mek üzere Müzdelife'ye gitmesini emretmektedir. Bütün halkın Ara­fat'taki gibi vakfe yapmasını buyurmaktadır. Nitekim Kureyşlilerin dışında bütün halk Arafat'ta vakfe yapardı. Çünkü onlar haremden çıkmazlardı. Dağın alt kısmında Harem-i Şerifin bir kenarında durur ve biz Allah'ın beldesindeki Allah'ın halkıyız ve O'nun evinin bekçile­riyiz, derlerdi.

Buhârî der ki, bize Ali İbn Abdullah... Hz. Âişe'nin şöyle dediğini ri­vayet etti: Kureyşliler ve onların dinine bağlananlar Müzdelife'de vakfe yaparlar ve buna «Hums» adını verirlerdi. Diğer Araplar ise Arafat'ta vakfe yaparlardı. İslâm gelince Allah. Teâlâ Nebîyy-i Zîşft-mna Arafat'a gelmesini, orda vakfe yapmasını sonra oradan dönme­sini emretti. İşte Allah Teâlâ'nın «Sonra insanların döndüğü yerden siz de dönün» âyetinin mânâsı budur. İbn Abbâs, Mücfthid, Atâ, Ka-tâde, Süddî ve diğerleri de böyle demişlerdir. İbn Cerîr de bu görüşü benimseyerek bu konuda icmâ' olduğunu bildirmiştir. Allah hepsine rahmet etsin.

Ahmed İbn Hanbel der ki; bana Süfyân... Muhammed İbn Cü­beyr İbn Muti'm'den rivayet etti ki; ona babası şöyle demiş : Arafat'ta devemi kaybettim, onu araştırıyordum. Baktım Rasûlullah (s.a.) vak­fe yapıyor. Bu, • «humus» tur, burada yeri nedir? dedim. Bu hadîsi Bu­hârî ve Müslim sahîh'lerinde tahrîç ederler. Sonra Buhârî, Mûsâ, İbn Ukbe kanalıyla... İbn Abbâs'tan nakleder ki; buradaki dönüşten mak-sad Müzdelife'den taş atmak üzere Minâ'ya dönüş olduğunu gerekti­ren bir söz söylemiştir. En iyisini Allah bilir. Bunu İbn Cerîr de Dah-hâk îbn Müzâhim'den nakleder ve der ki; âyetteki «insanlardan» maksad, İbrahim (s.a.) dir. Dahhâk'tan bir başka rivayette insanlar­dan maksad, imamdır der. İbn Cerîr delillerin bütünü bunun aksini göstermeseydi, elbette ki en çok tercih »lilen görüş bu olurdu, der.

«Ve Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz ki Allah Ğafûr'dur, Ra-hîm'dir.» Allah Teâlâ çoğunlukla ibâdetlerin yerine getirilmesinden sonra, Allah'ı zikretmeyi emreder. Bu sebeple Müslim'in Sahîh'inde Rasûlulah (s.a.) in namazı bitirince üç kerre istiğfar ettiği belirtilir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde sabit olduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) otuzüç kerre sübhânallah, otuzüç kerre Elhamdülillah, otuzüç kerre Allahü Ekber demeyi iyi sayardı. îbn Cerîr burada îbn Abbâs'ın Hz. Peygamberin ümmetine Arafe akşamı mağfiret dilemesi konusunda bir hadîs rivayet eder ki; biz bunu «Arafe Gününün Fazileti» bölü­münde derledik. İbn Merdûyeh burada Buhârî'nin Şeddâd îbn Evs'den naklettiği bir hadîsi îrâd eder ve der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­du :

«Mağfiret dilemenin en büyüğü şöyle demendir: Allah'ım Sen benim Rabbimsin. Senden başka İlâh yoktur. Beni Sen yarattın. Bense Senin kulunum. Gücüm yettiğince Senin ahdin, ve va'din üze­reyim. Yaptığım şeylerin kötülerinden sana sığınırım. Senin bana verdiğin nimetinle Sana yönelirim. Günâhlarımdan vazgeçerim. Beni bağışla. Çünkü günâhları Senden başkası bağışlayamaz. Kim bu duayı bir gece söyler ve o gece ölürse cennete girer. Kim de onu gündüzün söyler ve o gün ölürse cennete girer.»

Buhârî ile Müslim'in Sahîh'inde Abdullah İbn Amr'dan nakledilir ki; Hz. Ebubekir (r.a.) şöyle demiş :

Ey Allah'ın Rasûlü, bana namazda yapacağım bir duâ öğret. Ra­sûlullah (s.a.) buyurmuş ki:

«Allah'ım ben kendime çok büyük bir zulmettim. Senden başkası günâhları affedemez. Kendi katından bir mağfiretle beni bağışla ve ba­na acı. Muhakkak ki Sensin Sen Ğafûr, Rahim.» İstiğfar konusunda pek çok hadîs-i şerîf vardır. [61]

 

200 — Hacc ibâdetinizi bitirince, atalarınızı andığı­nız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı zikredin. İn­sanlardan öylesi vardır ki, Ey Rabbımız, bize dünyada ver, der. Onun âhirette nasibi yoktur.

201 — Kimi de Ey Rabbımız, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru, der.

202 — İşte onların kazandıklarından nasîbleri vardır. Ve Allah hesabı çok çabuk görendir.

 

Hacc İbâdeti

 

Allah Teâlâ haccı bitirince, zikri emrediyor. Âyet-i kerîme'de ge­çen «Atalarınızı andığınız gibi» kavli konusunda ihtilâf vardır. İbn Cüreyc, Atâ'dan nakleder ki o, bu ifâde çocuğun anacığım demesi gi­bidir. Yani çocuk anasının ve babasının adını söylemek için nasıl tek­rarlarsa sizde öylece haccı bitirdikten sonra Allah'ın adını tekrarlayın demektir. Dahhâk ve Rebî' İbn Enes de böyle demiştir. İbn Cerîr, Avfî kanalıyla İbn Abbâs'tan böyle dediğini rivayet eder. Saîd İbn Cübeyr de İbn Abbâs'tan nakleder ki; câhiliyet halkı hacc mevsiminde durur ve içlerinden biri, babam şöyle yemek yedirirdi diyerek yaptıklarını tek tek sıralardı. Onlar atalarının yaptığından başka bir şeyi anmazlar-dı. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.) e «Atalarınızı andığınız gibi hattâ daha kuvvetli bir anışla Allah'ı zikredin» buyur­du. İbn Ebu Hatim der ki; Enes İbn Mâlik, Ebu Vâil, Atâ İbn Ebu Rebâh —ona atfedilen iki sözden birinde^— Saîd İbn Cübeyr, İkrime —ona atfedilen İM rivayetten birinde— Mücâhid, Süddî, Atâ el-Hora-sânî, Rebî' İbn Enes, Hasan, Katâde, Muhammed İbn Kâ'b ve Mukâtil İbn Hayyân'dan böyle dediklerini rivayet eder. İbn Cerîr de bir top­luluktan aynı şekilde nakleder. Allah en iyisini bilendir.

Bu âyetin asıl maksadı; Allah Azze ve Celle'yi fazlaca zikretmeyi teşviktir. Bunun için “Ev eşedde zikran” ifâdesi gramer bakımından temyiz ve dolayısıyla mansûb olmuştur. Bu takdirde mânâ şöyledir: «Atalarınızı andığınız gibi hattâ daha kuvvetli bir anışla Allah'ı zik­redin.» Buradaki “Ev” edatı haberdeki benzerliği gerçekleştirmek içindir. Tıpkı Allah Teâlâ'nın şu kavl-i şeriflerinde olduğu gibi: «Son­ra kalbiniz yine katılaştı. Taş gibi, hattâ daha da katı oldu.» (Baka­ra, 74), «Allah'tan korkar gibi, hattâ daha çok korkarlar.» (Nisa, 77), «Onu yüzbin hattâ daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.» (Sâf-fât, 47). «Aralan iki yay aralığı kadar, hattâ daha yakın oldu.» (Necm, 9) Bu ifâdelerde kesinlikle şüpheye yer yoktur. Sadece haberin böyle veya daha fazla olduğunu belirtmek için; “Ev” veya edatı gelmekte­dir. Daha sonra Allah Teâlâ fazlasıyla zikretme emrini müteâkib du­aya yöneltiyor. Çünkü duanın kabul edileceği umulur. Allah'tan dünya işlerinde istemeyenler kınanıyor. Çünkü onlar âhiretlerinden yüz çevirmektedirler. «İnsanlardan öylesi vardır ki; ey Rabbımız bize dünyada ver, der. Onun âhiretten nasibi yoktur.» Bu kınama aynı za­manda bu tip kimselere benzemekten de kaçındırmak içindir. Saîd İbn Cübeyr, İbn Abbâs'tan naklen der ki: Araplardan bir topluluk vakfe yerine geliyor ve diyorlardı ki; Allah'ım bu yılı yağmur, verim­lilik ve güzel otlak yılı kıl. Âhiretten hiç bir şeyi zikretmiyorlardı. İşte bunlar hakkında Allah Teâlâ «İnsanlardan öylesi vardır ki; Rab­bımız bize dünyada ver, der. Onun âhiretten nasibi yoktur.» Onlardan sonra başkaları da gelip diyorlardı ki «Rabbımız, bize dünyada iyi hal ver. Âhirette de iyi hal ver. Ve bizi ateş azabından koru». Allah Teâlâ kullar hakkındaki hükmünü «İşte onların kazandıklarından nasibi vardır. Ve Allah hesabı çabuk görendir.» buyurarak bildiriyor. Ve hem dünya, hem de âhiret için isteyenleri medhediyor. «Ey Rabbımız bize dünyada iyi hal ver. Âhirette de iyi hal ver. Ve bizi ateş azabından koru» duasında dünyadaki bütün iyilikler birleştiriliyor ve bütün kö­tülükler de reddediliyor. Çünkü dünyadaki her türlü dünyevî istekle­ri içinde. Afiyet, bol ev, güzel kadın, geniş nzık, faydalı ilim, sâlih amel, rahat binek, güzel övgü ve daha benzeri, müfessirlerin ibare­lerinde görülen her şey yer almaktadır. Bunların hiçbirisi arasında çe­lişki yoktur. Çünkü hepsi dünyadaki iyilikler arasında münderiçtir. Âhiretteki iyiliklere gelince; bunun en ü*t deı ecesi cennete girmektir. Buna bağlı olarak, Arasat'taki büyük dehşetten kurtulmak, hesabı ko­lay vermek ve daha buna benzer âhiretteki iyi durumlar yer alır. Ateşten kurtulmak, dünyada onun için gerekli fiilleri yapmayı icâbet-tirir. Haramlardan kaçınmak; günâhlardan uzak durmak, şüpheli şeyleri terketmektir. Kasım İbn Abdurrahmân der ki; kime şükreden bir kalb, zikreden bir dil, sabreden bir beden verilmişse ona dünyada da âhirette de iyilik verilmiştir ve cehennem azabından korunmuştur. Bunun için Sünnet-i Seniye'de bu duaya teşvik vârid olmuştur. Buhârî der ki; bize" Ebu Ma'mer... Enes İbn Mâlik'ten nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Allah'ım, Ratobımız bize dünyada iyi hal ver, Âhirette de iyi hal ver. Ve bizi ateş azabından koru. İbn Ebu Hatim de der ki; bana babam, Abdüsselâm îbn Şeddâd'tan nakletti ki; o şöyle demiştir: Ben Enes İbn Mâlik'in yanında bulunuyordum. Sa­bit ona dedi ki; kardeşlerim, kendilerine duâ etmeni istiyorlar. Enes dedi ki: Allah'ım, bize dünyada ve âhirette iyi hal ver. Ve bizi ateş azabından koru. Bir süre konuştular ve kalkmak istediklerinde Sabit; ey Ebu Hamza kardeşlerim kalkmak istiyorlar onlara duâ et, dedi. O size işleri zorlaştırmamı mı istiyorsunuz? Eğer Allah size dünyada iyi hal ve âhirette de iyi hal verirse, ateş azabından da korursa, bütünüyle hayrı vermiş olur.

Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Muhammed İbn Ebu Adiyy... Enes'ten nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) müslümanlardan civciv gibi zayıf düşmüş bir hastayı ziyarete gitmişti. Rasûlullah (s.a.) hastaya; Allah'tan istediğin bir şey var mıydı? demiş. O da evet, ben âhirette bana vereceğin mükâfatı bu dünyada çabucak ver dedim, karşılığını vermiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) Sübhânallah buna gücün yet­mez. Veya buna takat yetiremezsin. Şöyle deseydin ya: Rabbımız bize dünyada iyilik ver, âhirette iyilik ver. Ve ateş azabından koru. Enes der ki; adam Allah'a duâ etti ve Allah da onun derdine şifâ verdi Bu hadisin tahrîcinde Müslim münferid kalmış ve İbn Ebu Adiyy kanalıyla Enes İbn Mâlik'ten rivayet etmiştir.

İmâm Şafiî der ki; bize Saîd İbn Salim... Abdullah İbn Sâib'den nakletti ki; o, Rasûlullah'ın Rükn el-Yemânî ile Rükn el-Esved ara­sında şöyle dediğini duymuş: «Rabbımız bize dünyada iyi hal ver, âhirette iyi hal ver ve bizi ateş azabından koru.» Bu hadîsi İbn Cüreyc, Sevrî'den bu şekilde nakleder. İbn Mace de Ebu Hüreyre'den aynı şe­kilde rivayet eder ki; bunun senedinde zayıflık vardır. Allah en iyisini bilendir.

İbn Merdûyeh der ki, bize Abdülbâki... ibn Abbâs'tan nakletti ki; Rasûllulah (s.a.) şöyle buyurmuş: Ben Rükn'ün yanına geldiğim her seferinde orada «âmîn» diyen bir melek gördüm. Siz de oradan geçer­seniz, Rabbımız dünyada iyi hal ver, âhirette iyi hal ver ve bizi ateş azabından koru, deyin. Hâkim de Müstedrek'inde der ki; bize Ebu Zekeriyyâ... Saîd İbn Cübeyr'den nakleder ki; o şöyle demiş:Adamın biri, İbn Abbâs'a gelerek şöyle dedi: Beni beraberlerinde hacca götür­meleri için bir topluluğa ücret verdim. Bu kâfi midir? dedi. İbn Ab-bâs dedi ki sen; Allah Teâlâ'nın «İşte onların kazandıklarından na-sîbleri vardır ve Allah hesabı, çabuk görendir.» buyurduğu kimseler­densin. Sonra Hâkim der ki; bu hadîs Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahihtir, ancak onlar, bunu tahrîç etmemişlerdir. [62]

 

203 — Sayılı günlerde Allah'ı zikredin. Kim iki gün­de acele ederse, ona günâh yoktur. Kim de geri kalırsa, ona günâh yoktur. Bu; takva sahibi olanlar içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki, şüphesiz siz, O'nun huzurunda topla­nacaksınız.

 

Allah'ı Zikir

 

İbn Abbâs der ki; «Sayılı günler», teşrik günleridir. «Belirli gün­ler» ise Zülhicce'nin on günüdür. İkrime der ki; «Sayılı günlerde Al­lah'ı zikredin.» âyetinden maksad; farz namazlardan sonra teşrik gün­lerinde Allahü Ekber, Allahü Ekber, diyerek tesbîh getirin, demektir. İmâm Ahmed der ki; bize Vekî'... Ali'den nakletti ki; o ben Ukbe İbn Âmir'in şöyle dediğini duydum, demiştir: Rasûlullah (s.a.) ey müslüman ahâlî; Arefe günü, kurban bayramı günü, teşrik günleri bi­zim bayramımızdır, buyurdu. Bu günler yeme ve içme günleridir. İmâm Ahmed ayrıca der ki; Hüşeym bize Nübeyşe el Hüzelî'den nak­letti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Teşrik günleri, yeme içme ve Allah'ı zikir günleridir. Bu hadîsi Müslim de rivayet eder. Cübeyr İbn Mut'im'in, Arefe bütünüyle vakfe, teşrik günleri de bütünüyle kurban, kesmedir mealindeki hadîsi yukarda geçmişti. Ve yine Abdur-rahmân İbn Ya'mer'in, Minâ günleri üç gündür. Kim çabuk davranır da iki günde bitirirse ona bir vebal yoktur. Kim de gecikirse ona bir günâh yoktur, hadîsi yukarda geçmişti.

İbn Cerîr der ki; bize İbrâhîm... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Teşrik günleri; yeme ve zikir gün­leridir. Hallâd İbn Eşlem... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) Abdullah İbn Huzeyfe'yi Minâ'ya göndererek; bu gün oruç tut­mayın. Çünkü yeme, içme ve Allah azze ve Celle'yi zikretme günüdür, diye gezdirdi. Ya'kub da der ki; bize Hüşeym... Zühri'den nakletti ki; Rasûlullah Abdullah İbn Huzeyfe'yi göndermiş ve teşrik gününde; bu günler, yeme, içme ve Allah'ı zikir günleridir. Sadece kurbandan dolayı üzerinde oruç borcu olanlar müstesnadır, diye ilân ettirmişti. Bu fazla­lık, hasen olmakla beraber mürseldir. Hüşeym... Amr İbn Dinar'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) Bişr İbn Suhaym'ı teşrik günlerinde gön­dererek şöyle ilân ettirmiştir; Bu günler yeme, içme ve Allah'ı zikir günleridir.

Hüşeym... Hz. Âişe'den nakleder ki; o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) teşrik günleri oruç tutmaktan nehyetmiş ve bu günler yeme, içme ve Allah'ı zikir günleridir, buyurmuştur. Muhammed İbn İshâk... Mes'ûd İbn Hakem'den o da annesinden nakletti ki; annesi şöyle demiş­tir : Sanki ben Hz. Ali'yi Rasûlullah (s.a.) m bsyaz katırı üzerinde görüyordum.Nihâyet geldi ve Ansârın mahallesinde durdu. «Ey insan­lar, bu günler oruç günleri değildir. Aksine yeme, içme ve zikir gün­leridir» diyordu. Miksem, İbn Abbâs'tan nakleder ki; «Sayılı günler» teşrik günleridir. Bunlar kurban bayrajmı günüyle ondan sonraki üç gün olmak üzere dört gündür. Abdullah İbn Ömer, Abdullah İbn Zü-beyr, Ebu Mûsâ, Atâ, Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Ebu Mâlik, İbrâhîm el-Nehaî, Hasan, Katâde, Süddî, Zührî, Rebî' İbn Enes, Dah-hâk, Mukâtil İbn Hayyan, Ata el-Horasânî, Mâlik İbn Enes ve diğerle­rinden de böyle dedikleri rivayet edilmiştir.

Ali İbn Ebu Tâlib der ki; teşrik günleri; kurban günü ve ondan sonraki iki gün olmak üzere üç gündür. O günlerden istediğinde kur­banını kes. Ancak af dal olan, ilk gün kesmektir. Meşhur görüş birinci görüştür. Âyet-i kerîme'nin zahiri de buna delâlet etmektedir. Nite­kim Allah Teâlâ : «Kim iki günde acele ederse ona günâh yoktur. Kim de geri kalırsa ona da günâh yoktur.» buyuruyor. Bu da kur­bandan sonra üç güne delâlet etmektedir.

«Sayılı günlerde Allah'ı zikredin» kavlinin içerisine, kurbanların üzerinde Allah'ı zikretmek de girer. Bu günler yukarda sayılmıştır. Şafiî merhumun mezhebinde tercih edilen görüş; kurban vaktinin kurban bayramımn ilk gününden teşrik günlerinin sonuna kadar ol­masıdır. Keza namazlardan sonraki belirli zikirler ile diğer zaman­larda yapılan genel anlamdaki zikirler bu zikr ifâdesinin içerisinde yer alır. Bu belirli günlerin vakti konusunda bilginler arasında ihtilâf var­dır. En meşhur kavle göre bu, Arefe gününün sabah namazından teş­rik günlerinden dördüncü günün ikindi namazına kadar olan zaman­dır. Bu ilk umûmî ilândır. Bu konuda Dârekutnî bir hadîs rivayet eder­se de merfû olduğu sahîh değildir. Allah en iyisini bilir. Hadîste sabit olduğuna göre; Hattâb oğlu Ömer (r.a.) kendi yakasında tekbîr geti­rirdi. Çarşı halkı da onun tekbîrine uyarak tekbîr getirirlerdi. Böylece Minâ, tekbîrlerle çınlardı. Buradaki zikir ifâdesi aynı zamanda teşrik günlerinden her gün ve cemre'de taş atarken yapılan zikir ve tekbîri de ihtiva eder. Nitekim Ebu Dâvûd ve diğerlerimin naklettikleri hadis­te buyurulur ki: «Beytullah'ı tavaf, Safa ve Merve arasında sa'y taş atmak, Allah Azze ve Celle'nin zikrini yerine getirmek için konulmuş­tur.» Allah Teâlâ insanların hacc mevsiminde Meş'ar-ı Harâm'da ve vakfe yerlerinde toplandıktan sonra, dünyanın diğer iklim- ve bölge­lerine gitmelerini bildiren ilk ve ikinci umûmî ilândan sonra buyuru­yor ki: «Allah'tan korkun ve bilin ki şüphesiz siz onun huzurunda toplanacaksınız.» Nitekim bir başka âyet-i kerîme'de de şöyle buyu­rur : «De ki, sizi yerde yaratıp yayan O'dur. Ve O'nun huzurunda top­lanacaksınız.» (Mülk, 24) [63]

 

204 — İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına dâir sözü senin hoşuna gider. Ve kalbinde olana Allah'ı şâhid tutar. Halbuki o, düşmanların en yamanıdır.

205 — Ve o, yanından ayrılınca yeryüzünde fesâd çı­karmaya, harsı ve nesli kökünden kurutmaya çakşır. Al­lah fesadı sevmez,

206 — Ona «Allah'tan kork» denilince, gururu ken­disini günâha sürükler. îşte ona cehennem yeter. O; ne kö­tü bir yataktır.

207 — İnsanlardan öylesi vardır ki; kendisini Allah'ın rızâsına satar. Ve Allah, kullarına çok merhametlidir.

 

İnsan Tipleri       

 

Süddî der ki; bu âyet, Ahmed tbn Şüreyk el-Sakîfî hakkında na­zil oldu. O Rasûlullah'a gelerek, içinden inanmadığı halde müslüman olduğunu izhâr etmişti. İbn Abbâs'tan nakledilir ki; bu âyet Recî' vakasında öldürülmüş olan Hubeyb ve arkadaşları hakkında söz söyle­yip onları kınayan münafıklardan bir topluluk hakkında nazil olmuş­tur. Allah münafıkları zemmetmiş Hubeyb ve arkadaşlarını medhet-miştir. «İnsanlardan öylesi de Vardır ki, kendisini Allah'ın rızâsına sa­tar.» Denildi ki, bu âyet bütünüyle mü'minler ve münafıkları içine alacak umumiyettedir. Katâde, Mücâhid, Rebî' İbn Enes ve bir başka kişi de böyle demişlerdir. Sahîh olan da budur.

İbn Cerîr der ki; bana Yûnus... Muhammed İbn Kâ'b'dan —ki bu eski kitapları okuyanlar arasındaydı— şöyle dediğini rivayet etti: Ben bu ümmetten bazı insanların niteliklerini Allah tarafından indi­rilmiş olan diğer kitaplarda görüyorum. Bu topluluk dinlerini dünya­larına değişiyorlar. Dilleri baldan tatlıdır. Kalbleri ise biberden daha acıdır. İnsanlara karşı koyun postu giyinirler, kalpleri ise kurt kalbi­dir. Allah Teâlâ onlar için buyurur ki: «Bana karşı cesur davranıyor­sunuz. Bana karşı gururlanıyorsunuz. Onlara öyle bir fitne göndere­ceğim ki içlerinden ilim sahibi olanlar bile buna hayrette kalacaklar­dır.» diye ahdettim. Kurazî der ki; ben bunu Kur'an'da araştırdım ve bunların münafıklar olduğunu gördüm. Nitekim Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'inde : «İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına dâir sö­zü senin hoşuna gider...» buyuruyor.

Bana Muhammed İbn Ebu Ma'şer... Necîh'ten nakletti ki o şöyle de­miş : Saîd el-Makberî'nin Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ile müzâkere ederken şöyle dediğini duydum : Bazı mukaddes kitaplarda, dilleri bal­dan daha tatlı, kalbleri biberden daha acı kullar bulunduğu yazılıdır. Onlar yumuşaklıkta, halka koyun postu giyinmiş gibi görünürler. Din­lerini dünyalarına satarlar. Allah Teâlâ onlara: «Bana karşı cüretkâr davranıyorsunuz. Bana karşı gururlanıyorsunuz. İzzetim hakkı için, onların üzerine öyle bir fitne gönderirim ki aralarındaki ilim sahip­leri bile hayrette kalırlar.» Muhammed İbn Kâ'b, bu Allah'ın kitabın­da da var deyince; Saîd Alalh'm kitabının neresinde var? dedi. O da bu âyet-i kerîme'yi okudu. Saîd, bu âyetin kimler hakkında nazil olduğu­nu biliyor musun? dedi. Muhammed İbn Kâ'b bu âyet bir kişi hak­kında nazil olmuştu. Ama bilâhere umûmileşti dedi. Kâ'b el-Kurazî' nin naklettiği bu rivayet sahihtir, hasendir.

«Ve kalbinde olana Allah'ı şâhid tutar.» îbn Muhaysın bu âyeti kalbinde olana Allah şâhid olur, anlamında “Veyeşheda’llahe ala ma fi kalbihi”şeklinde okumuştur. Bu takdirde mânâ şöyle olur : O her ne kadar hîle yapsa da Allah onun kalbindeki kötülükleri bilir. Tıpkı Allah Teâlâ'nm şu kavl-i celîli gibi: «Münafıklar sana gelince; senin şüphesiz Allah'ın peygamberi olduğuna şehâdet ederiz, derler. Allah senin kendisinin peygamberi olduğunu, bununla beraber münafıkların yalancı oldukla­rını bilir.» (Münâfikûn, 1) Cumhûr'un kırâeti ise «Kalbinde olana Al lah'ı şâhid tutar» anlamına “Veyuşhidu’llahe ala ma fi kalbihi” şeklindedir. Bu takdirde mânâ şöyle olur: Halka İslâm'ı, müslümanlığını izhâr eder ve Allah'ı kalbindeki küfür ve nifaka şâhid gösterir. Nitekim Allah Teâlâ : «İnsanlardan korkmaya çalışırlar da Allah'tan korkmaya ça­lışmazlar» buyurmaktadır. Bu mânâyı İbn İshâk... İbn Abbâs'tan riva­yet eder.

Denildi ki; bu âyetin mânâsı şöyledir : Münafık, insanlara müslü-manlık izhâr eder ve yemîn eder. Allah da onların yeminine şehâdet eder. Onlar, kalplerindekinin dillerindekine uygun olduğu konusunda Allah'ı şâhid tutarlar. Bunu, Abdurrâhman İbn Zeyd İbn Eşlem söyler, İbn Cerîr Taberî tercih eder. Taberî onu İbn Abbâs'a izafe eder. Mücâ-hid'den de bu mânâya dâir bir rivayet nakleder. Allah en iyisini bilen­dir.

«Halbuki o düşmanların en yamanıdır.» âyet-i kerîme'de geçen “el-Eşed” kelimesi lügatta en kötü mânâsına gelir. Nitekim Allah Teâlâ «Onunla kötü bir kavmi uyarasın diye» buyurmaktadır. Münafık da düşmanlık halinde aynen böyledir. Yalan söyler, haktan ayrılır ve hak üzre yürümez. İftira eder ve fisk u fücura dalar. Nitekim sahih hadîste sabittir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Münafığın alâmeti üç­tür. Konuşunca yalan söyler, sözleşince sözünü çiğner, düşmanlık edin­ce aşırı gider. Buhârî der ki; bize Kabîse... Ebu Müleyke kanalıyla Hz. Âişe'den nakleder ki; o şöyle demiştir : Kişiler içinde Allah'ın en çok buğz ettiği kimse; düşmanlıkta aşırı giden kimsedir. Buhârî der ki; Abdullah İbn Yezîd... Hz. Âişe'den Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurdu­ğunu nakletti: Kişiler içinde Allah'ın en çok buğz ettiği; düşmanlıkta aşırı gidendir. Bu hadîsi Abdürrezzâk Ma'mer kanalıyla İbn Cüreyc'den o da Ebu Müleyke kanalıyla Hz. Âişe'den rivayet etmiştir.

«Ve o, yanından ayrılınca yeryüzünde fesâd çıkarmaya, harsı ve nesli kökünden kurutmaya çalışır. Allah fesadı sevmez.» Münâfıkın sö­zü eğri büğrüdür, fiilleri çirkindir. İşte onun sözü ve işte fiili. Sözü yalan, inancı bozuk, fiilleri çirkindir.

Bu âyette geçen “Sea” kelimesi kasdetmek anlamındadır. Nite­kim Allah Teâlâ Firavun'dan bahsederken bu kelimeyi aynı anlamda şöyle kullanır : «Geri dönüp yürüdü. Adamlarını toplayıp seslendi. Sizin en yüce Rabbınız benim, dedi. Allah bunun üzerine onu dünya ve âhi-ret azabına uğrattı. Doğrusu bunda Allah'tan korkan kimseler için ib­ret vardır.» (Nâziât, 22 - 26) Yine Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme' de şöyle buyurur : «Ey îmân edenler, cum'a günü namaz için ezan okun­duğu zaman Allah'ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Bilseniz bu si­zin için daha hayırlıdır.» (Cum'a, 9) Burada ki “Fes’av” kelimesi kasdedin ve cum'a namazına niyet ederek gelin manasınadır. Zîra sünnet-i nebeviyye'de vârid olan «Namaza geldiğinizde koşarak gelmeyin. Üze­rinizde sükûnet ve vakar olarak namaza gelin» buyurulduğundan koş­mak yasaktır. İşte şu münafığın; yeryüzünü fesada vermek, harsı (ekin­lerin ve meyvelerin gelişme yeri) ve nesli (insanların varlığını devam ettirdikleri canlı üreme mekanizması) mahvetmekten başka bir mak­sadı yoktur.

Mücâhid der ki; yeryüzünde münafıklar fesâd maksadıyla koştuk­larından Allah yağmuru men'eder böylece ekinler ve nesiller helak olur. «Ve Allah fesadı sevmez.» Özellikleri fesâd olan ve kendisinden bu gibi fiiller sudur eden kişileri de sevmez.

«Ona Allah'tan kork, denilince gururu kendisini günâha sürükler.» Bu fâsık kimseye fiillerinden ve sözlerinden dolayı öğüt verilip, «Allah' tan kork, söz ve fiillerinden vazgeç ve hakka koş» dendiği zaman o bun­dan rahatsız olur. Bir nevi hamiyete kapılır. Günâhla gazaplanır. Öyle ki günâh onu çepeçevre kuşatmıştır. Allah Teâİâ'nın bu kavli şu âyet-i celîle'ye benzemektedir : «Onlara âyetlerimiz apaçık olarak okun­duğu zaman, küfredenlerin yüzlerinden küfürlerini anlarsın. Nerdey-se kendilerine âyetlerimizi okuyanlara saldıracaklar. De ki size bun­dan daha fenasını haber vereyim mi? Allah'ın kâfirlere va'd ettiği ateş. Ne kötü bir dönüş.» (Hacc, 72) Bunun için de Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'de «İşte ona cehennem yeter. O ne kötü bir yataktır.» buyuru­yor. Yani ceza olarak cehennem onun için kâfidir.

«İnsanlardan öylesi de vardır ki kendisini Allah'ın rızâsına satar.» Allah Teâlâ; münafıkları kötü nitelikleriyle anlattıktan sonra, mü'min-leri iyi nitelikleriyle zikretmeye başlıyor. İbn Abbâs, Enes İbn Mâlik, Saîd İbn Müseyyeb, Ebu Osman el-Nehdî, İkrime ve bir topluluk bu âyetin Süheyb İbn Sînân el-Rûmî hakkında nazil olduğunu söylerler. Şöyle ki Hz. Süheyb Mekke'de müslüman olup hicret etmek istediğinde, kâfirler onun malıyla birlikte hicret etmesine engel oldular. Ve isterse malından vazgeçip hicret edebileceğini söylediler. Ö da böyle yaptı ve Kureyşlilerden kurtuldu. Malını onlara bıraktı. İşte Allah Teâlâ onun hakkında bu âyeti inzal buyurdu. Ömer İbn el-Hattâb ve bir topluluk onu Harre taraflarında karşılayarak kârlı alış veriş, dediler; O, sizin ki de kârlı, dedi. Allah ticaretinizi eksik etmesin, nedir bu kârlı olan kazanç? dedi. Onlar da bu âyetin kendisi hakkında nazil olduğunu ha­ber verdiler. Rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.) Hz. Süheyb'e «kârlı alış-veriş Süheyb, kârlı alış-veriş Süheyb» demiştir.

İbn Merdûyeh der ki; bize Muhammed İbn îbrâhîm... Süheyb İbn Sînân el-Rûmî'den nakletti ki; o şöyle demiş : Ben Mekke'den Rasûlul­lah (s.a.) a hicret etmek istediğimde, Kureyşliler bana dediler ki: Ey Süheyb bize geldiğinde hiç malm yoktu. Bizden ayrılınca malınla bir­likte mi gideceksin? Allah'a andolsun ki bu kesinlikle olmaz. Ben on lara dedim ki: İsterseniz; ben size malımı bırakayım, siz de beni ser­best bırakın? Onlar, peki dediler. Ben kendilerine malımı bıraktım. On­lar da beni serbest bıraktılar. Çıkıp Medine'ye geldim. Bu durum Ra-sûlullah (s.a.) a ulaşınca buyurdu ki: «Süheyb kâr etti, Süheyb kâr et­ti.» İki kerre tekrarladı.

Hammâd İbn Seleme... Saîd İbn Müseyyeb'den nakletti ki; o şöyle demiş : Süheyb muhacir olarak Hz. Peygamberin yanına geldi. Kureyş-lilerden bir topluluk onun peşine düştüler. Süheyb bineğinden indi ve ok çantasındaki oklarım çıkardı. Sonra ey Kureyşliler topluluğu, bilir­siniz ki ben sizin en iyi atıcılannızdanım. Allah'a andolsun ki, ben ok çan tamdaki bütün okları atıp bitirmeden siz bir ok atamazsınız. Sonra elimde kalanları kılıcımla vururum. Bundan sonra siz istediğinizi ya­parsınız. İsterseniz malımı ve Mekke'de kendim için ayırdığım şeyleri vereyim de siz'benim yolumu açınız. Onlar, peki dediler. Süheyb Hz. Peygamberin yanına gelince Rasûlullah (s.a.); kârlı alış-veriş, dedi. Saîd İbn Müseyyeb der ki; bu sırada «İnsanlardan öylesi de vardır ki kendisini Allah'ın rızâsına satar...» âyeti nazil oldu.

Ekseriyet ise bu âyetin Allah yolunda cihâd eden mücâhidler hak­kında nazil olduğunu kabul ederler. Nitekim Allah Teâlâ mücâhidler hakkında şöyle buyuruyor : «Şüphesiz ki Allah, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarım ve mallarını Tevrat, İncil ve Kur'an'da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse yaptığınız alış-verişe sevinin. Bu, büyük kurtuluştur.» (Tevbe, 111) Hişâm, İbn Âmir düşman safları içerisine saldırınca, halktan bir kısmı onu hoş-görmediler. Hoş karşılamayanları; Ömer İbn el-Hattâb, Ebu Hüreyre ve diğerleri «İnsanlardan öylesi de vardır ki kendisini Allah'ın rızâsına satar» âyetini okuyarak reddettiler. [64]

 

208 — Ey îmân edenler; hep birden barışa girin. Şey­tânın adımlarına uymayın. Çünkü O, sizin için apaçık bir düşmandır.

209 — Size apaçık deliller geldikten sonra yine kayar­sanız bilin ki Allah, şüphesiz- Azîz'dir. Hakîm'dir.

 

İslâm'da Barış

 

Allah Teâlâ, kendisine inanan ve Rasûlünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini ve prensiblerini benimsemelerini, bütün buyruklarını uygulamalarını ve yasaklarım —güçleri yettiğince— ter-ketmelerini emrediyor.

Avfî, İbn Abbâs, Mücâhid, Tâvûs, Dahhâk, İkrime, Katâde, Süddî, İbn Zeyd bu âyetteki «Sulh ve selâmetin» İslâm olduğunu söylediklerini bildirir. Dahhâk da İbn Abbâs, Ebu'l-Âliye ve Rebî' İbn Enes'in buradaki sulh ve selâmetin Allah'a itaat olduğunu söylediklerini bildirir.

«Hep birden» anlamına gelen “Kâffeten” kelimesinin topluca demek olduğunu İbn Abbâs, Mücâhid, Ebu'l-Âliye, İkrime, Rsbî', Süddî, Mu-kâtil İbn Hayyân, Katâde ve Dahhâk bildirirler. Mücâhid ise; bütün iyi davranışları ve iyilik şekillerini yerine getirin demek olduğunu, söyler. İkrime bu âyetin yahûdîlerden ve diğer dinlerden İslâm'a girmiş olan Abdullah İbn Selâm, Sa'lebe, Esed İbn Ubeyd gibi bir topluluk hakkın­da nazil olduğunu iddia etmiştir. Ayrıca bir grup Rasûlullah (s.a.) dan cumartesi gününe riâyet etmek ve geceleyin Tevrat'ı okumak için izin istemişti. Allah Teâlâ bu âyette onlara İslâm'ın emirlerini yerine getir­melerini ve bunun dışında bir şeyle meşgul olmamalarını emretmiştir. Abdullah İbn Selâm'm bu kişilerle birlikte zikredilmiş olma hususunun üzerinde durulması gerekir. Çünkü onun cumartesi gününe riâyet etmek istemesi uzak bir ihtimâldir. îmân tam olunca artık diğer günlerin anlamsızlığı kesinleşir ve yerine İslâm'ın bayramları geçer.

Müfessirlerden bir kısmı âyet-i kerîme'de geçen “Kâffeten” kelimesi­nin “Udhulu” kelimesinin hali olduğunu kabul ederler. Ve o zaman mânâ; hepiniz İslâm'a girin, şeklinde olur. Ancak sahîh olan birinci tefsirdir. Buna göre onlar, îmânın bütün şubeleriyle, İslâm'ın bütün hükümleriyle muhâtabtırlar. İslâm'ın hükümleri gerçekten pek çoktur. Ancak güçleri yettiğince o hükümleri uygularlar. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ali İbn Hüseyn... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o bu âyetin ehl-i kitâb'dan îmân edenleri kastettiğini söylemiştir. Çünkü ehl-i kitâb'dan îmân edenlerin bir kısmı Allah'a îmân etmekle beraber, kendilerine in­dirilmiş olan şeriata ve Tevrat'ın bazı emirlerine bağlı bulunuyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ onlara; bütünüyle Hz. Muhammed'in şeriatına girin ve onun hiçbir emrini terketmeyin. Bu sizin için Tevrat'a ve onda bulunanlara îmân etmek gibidir, buyuruyor.

«Şeytânın adımlarına uymayın.» Yani Allah'ın emirlerini, yapın ve şeytânın emrettiği şeylerden kaçının. Çünkü şeytân «size kötülüğü, fuh­şu ve Allah Teâlâ hakkında bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder. Bunun için Allah Teâlâ «Çünkü o sizin apaçık düşmanmızdır.» buyuruyor. Mutarrif der ki; Allah'ın yaratıklarından Allah'ın kullarına, en çok hîle yapan şeytândır.

«Size apaçık deliller geldikten sonra yine kayarsanız...» Bunca hüc­cetler gösterildikten sonra, tekrar haktan dönecek olursanız, bilin ki Al­lah intikamında Azîz'dir. Hiçbir kimse O'ndan kurtulamaz, hiçbir şey O'nu mağlûb edemez, hükümlerinde hikmet sahibidir. Hükümlerini bo­zar ve düzeltir. Bunun için Ebu'l-Âliye, Katâde ve Rebî' İbn Enes bu âyetin son kısmını «intikamında Azîz, emrinde Hakîm'dir», şeklinde tef-sîr etmişlerdir. Muhammed İbn İshâk ise dilediği zaman kendisine küf­redenlere bile yardım etmekte İzzet sahibidir. Kullarına karşı hüccet­lerinde ve özürlerini kabulde hakîm'dir, diye tefsir etmiştir. [65]

 

210 — Onlar; Allah'ın buluttan gölgeler içinde, me­leklerle birlikte kendilerine gelivermesini ve işlerini biti-rivermesini mi bekliyorlar? Halbuki bütün işler Allah'a döndürülür.

 

Allah Teâlâ Hz.Muhammed (s.a.) i inkâr edenleri tehdîd ederek kıyamet gününde eskilerle yenilerin arasında hükmünü vermek, her­kesi ameline göre mükâfatlandırmak.ve ameli uyarınca cezalandırmak üzere «Allah'ın buluttan gölgeler içerisinde meleklerle birlikte kendile­rine gelivermesini ve işlerini bitirivermesini mi bekliyorlar? Hüküm verilmiş ve bütün işler Allah'a döndürülmüştür.» buyuruyor. Bir diğer âyet-i kerîme'de ise, «Ama yer çarpılıp, paralandığı zaman, melekler sıra sıra dizilip Rabbmın buyruğu gelince, o gün cehennem ortaya ko­nur. O gün insan öğüt almaya çalışır, ama öğütten ona ne?» (Fecr, 21 -23) «Onlar sadece kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbının gel­mesini veya Rabbının bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar?» (En'âm, 158)

İmâm Ebu Ca'f er İbn Tâberî bu âyetin tefsirinde «sûr» hadîsini zikreder. Hadîs meşhur olup sahabeden birden çok kişi tarafından zik­redilmiş, ayrıca Müsned sahipleri ve diğer imamlar onu kaydetmişler­dir. Uzun olan hadîsin baş tarafında Ebu Hüreyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.) m şöyle buyurduğunu nakleder : «İnsanlar Arasat'ta kendi durumların­dan endîşe edince, teker teker peygamberlerden şefaat dilerler. Hz. Âdem'den sonra gelen peygamberlere şefaat dilediklerinde, hepsi şefaat etmekten kaçınır. Nihayet Hz. Muhammed'e (Allah'ın salât ve selâmı onun'üzerine olsun) gelirler. Hz. Peygambere geldiklerinde Rasûlullah; «Ben, bunun içinim, ben bunun içinim.» buyurur. Arş'ın altma gider ve Allah'a secde eder. Allah'ın katında kullan arasında kesin hükmün verilmesi için şefaat diler. Allah onun şefaatini kabul buyurur. Dünya göğü yarıldıktan ve ondaki melekler indikten sonra Allah Teâlâ buluttan gölgelikler içerisinde gelir. Göklerin yedisi de böylece yarılır. Arşi taşı­yan ve «Kerrûbiyyân» adı verilen melekler yeryüzüne inerler. Daha son­ra Cebbâr-ı Zü'1-Celâl buluttan gölgelikler içerisinde meleklerle birlikte yeryüzüne iner. Melekler Allah'ı topluca hamd ve tesbîh ederek; «Mülk ve melekût sahibi olan ne yücedir. Bütün mahlûkâtı öldüren, kendisi öl­meyen ne yücedir. O Subhân ve Kuddûs'tur. Meleklerin ve Ruhun Rabbı'dır, o Kuddûstur. Tesbîh ederiz, en yüce Rabbımızı. Tesbîh ederiz saltanat ve azamet sahibini. Tesbîh ederiz ebediyyen onu» derler.

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh tefsirinde bu mevzu ile ilgili ola­rak pek çok gariplikleri bulunan hadîsler serdetmiştir. Allah en iyisini bilendir. Onun serdettiği hadîsler arasında Minhâl İbn Amr... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Al­lah Teâlâ öncekileri ve sonrakileri belirli bir günün vaktinde toparlar. Hepsi ayaktadır, gözleri semâya çevrilidir. Hükmün verilmesini bekler­ler. Allah Teâlâ buluttan gölgelikler içerisinde Arş'tan Kürsî'ye iner.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Zür'a... Abdulah İbn Amr'dan bu âyetin tefsiri konusunda şunları nakletti: O ineceği zaman iner. O'nunla yaratıkları arasında aydınlık, karanlık ve su bulunan yetmişbin perde vardır. Su bu karanlık içerisinde öyle bir ses çıkarır ki kalpler ona kapılıverir. İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... Velîd'in şöyle dediğini nakletti: Ben Zübeyr İbn Muhammed'e Allah Teâlâ'nın «Buluttan göl­geler» kavlini sorduğumda dedi ki; buluttan gölgeler yakutla dizilmiş­tir, cevher ve zebercedle süslenmiştir. İbn Ebu Yezîd Mücâhid'den nak­leder ki; «buluttan gölgeler» ta'bîri bizim bildiğimiz buluttan farklı­dır. Bu gölgelik sadece çölde iken İsrâiloğullarının üzerinde görülmüş­tür. Ebu Ca'fer el-Râzî... Ebu'l-Âliye'den bu âyet konusunda şöyle de­diğini nakleder : Melekler de buluttan gölgelikler içerisinde gelirler. Al­lah Teâlâ dilediği zaman gelir. Bu âyet bazı kırâette şeklindedir. Ve bu takdirde mânâ şu âyetteki gibi olur : «O gün gök, beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük indirilecektir.» (Furkân, 25) [66]

 

211 — Sor îsrâiloğullarına onlara nice açık âyetler verdik. Kim kendisine gelen Allah'ın nimetini değiştirirse, şüphesiz Allah'ın cezası pek şiddetlidir.

212 — Küfredenlere dünya hayatı pek süslendi. Ve onlar, îmân edenlerden kimiyle eğleniyorlar. Halbuki tak­ vaya erenler kıyamet gününde onların üstündedirler. Al­lah, dilediğine hesâbsız rızık verir.

 

Kâfirlere Dünya Hayatı Pek Süslendi

 

Allah Teâlâ Hz. Musa'nın tsrâiloğullanna yed-r beyzâ, asâ, denizi yarma, taşa vurma, sıcak çölde buluttan gölgelikler, menn ve selva gibi yaratıcı irâdenin varlığına delâlet eden birçok mucizeler ve kendisinin getirdiği gerçeğin doğruluğunu gösteren apaçık hüccetler gösterdiğini haber veriyor. Bu mucizeler onları gösteren kişinin doğruluğuna delâlet ediyordu. Ancak onlardan çoğu bu mucizelerden yüz çevirdiler ve Al­lah'ın îmân nimetini küfürle değiştirdiler, îmândan çıkıp küfre koş­tular. «Kim Allah'ın kendisine gelen nimetini değiştirirse şüphesiz Al­lah'ın cezası pek şiddetlidir.» Nitekim Allah Teâlâ Kureyşli kâfirlerden de aynı şekilde söz ederek şöyle buyurmaktadır: «Allah'ın verdiği ni­meti küfürle değiştirenleri ve kavimlerini helak olacakları yere; yas­lanacakları cehenneme götürenleri görmüyor musun? Ne kötü bir du­raktır.» (tbrâhîm, 28-29)

Sonra Allah Teâlâ dünya hayatını kâfirlere süslü gösterdiğini, on­ların bu hayata razı olup güvendiklerini, dünya hayatında mal, mülk toplamaya çalıştıklarını, fakat Allah'ın razı olacağı şekilde emrettiği yerlere harcamaktan kaçındıklarını, dünyadan yüz çeviren mü'minlerle alay ettiklerini, mti'minlerin Rablanna itaat için gelirlerinden infâk edip Allah nzâsı için sarfettiklerini görünce, onlarla alay ettiklerini ha­ber veriyor. Ne var ki mü'minler, Allah'a döndükleri gün, hem bol ka­zanç, hem de mutlu makam içerisinde kurtuluşa ermiş olacaklardır. Mahşer'de ve neşir anında üstün derecelerde olacaklardır. Mü'minlerin gidiş yerleri ve âkibetleri onlardan iyidir. Çünkü A'lây-ı İlliyyîn'de, de­receler içerisinde karâr kılacaklardır. Kâfirler ise Esfel-i Sâfilîn'de aşağı derecelerde ebediyyen azâblandınlacaklardır. Bunun için Allah Teâlâ «Allah dilediğine hesâbsız rızık verir» buyuruyor. Allah dilediği mahlû­kuna dilediği kadar rızık verir. Dünya ve âhirette sınırsız bol mükâfat­lar ihsan eder. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur : Ey Âdem­oğlu kendin için infâk et, infâk et. Rasûlullah (s.a.) bir başka hadîste ise şöyle buyuruyor : Ey Bilâl, infâk et. Korkma; Arşın sahibi azaltmaz. Allah Teâlâ ise bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Neyi infâk eder­seniz arkadan gelir.» Sahih hadîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.) buyurur ki: Doğrusu her sabah iki melek, gökten iner. Bunlardan birisi; «infâk edene devamlılık ver», der. Diğeri ise «Allah'ım infâk etmeyip tutana yok­luk ver», der. Yine sahih hadîste vârid olur ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Âdemoğlu; malım, malım der. Senin malın; ancak yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin ve sadaka verip geçtiğindir. Bunun dışında kalan gidecek olan ve insanlara bırakacağındır, tmâm Ahmed îbn Han-bel'in Müsned'inde Rasûlullah (s.a.) dan şöyle buyurduğu nakledilir: Dünya; yurdu olmayanların yurdu, malı olmayanların malıdır. Aklı ol­mayan kişi dünya için toplar. [67]

 

213 — İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici Ve korkutucu peygamberler gönderdi ve onlarla beraber in­sanların ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm vermeleri için hak kitâblar indirdi. Halbuki kitâb verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra araların­daki ihtirastan dolayı ihtilâfa düştüler. İşte Allah, kendi izniyle, imân edenleri, üzerinde ihtilâfa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.

 

İnsanlığın Doğuşu

 

îbn Cerîr Taberî der ki; bize Muhammed tbn Beşşâr... İbn Abbâs' tan nakletti ki; o şöyle demiş : Âdem ile Hz. Nûh arasında on nesil var­dır. Hepsi hak şeriat üzereydiler. İhtilâfa düştüler. Bunun üze­rine Allah Teâlâ, korkutucu ve müjdeleyici peygamberler gönderdi. İbn Cerîr der ki; bu âyet Abdullah'ın kırâetinde şöyledir : “”Bu hadîsi Hâkim Müstedrek'inde rivayet ettikten son­ra, sahih olduğunu, ancak Buhârî ve Müslim'in tahrîç etmediklerini söy­ler. Ebu Ca'fer el-Râzî, Ebu'l-Âliye kanalıyla Übeyy İbn Kâ'b'ın bu âyeti şöyle okuduğunu rivayet eder: “” «însanlar tek bir ümmettiler. İhtilâfa düştüler. Bunun üzerine Allah müjdeleyici ve korkutucu peygamberler gönderdi.» Abdürrezzâk der ki; bize Ma'mer, Katâde'den bu âyet konusunda şöyle dediğini nakletti: İnsanlar tü­müyle hidâyet üzereydiler. Sonra ihtilâfa düştüler. Bunun üzerine Al­lah Teâlâ, müjdeleyici ve korkutucu peygamberler gönderdi. Gönderilen ilk peygamber Nûh (a.s.) dur. Az önce belirttiğimiz gibi îbn Abbâs böyle der. Mücâhid de aynı şeyi söyler. Avfî, İbn Abbâs'tan nakleder ki; in­sanlar tek bir ümmetti. Ancak kâfir idiler. Allah onlara müjdeleyici ve korkutucu peygamberler gönderdi. İbn Abbâs'ın birinci görüşü sened ve mânâ bakımından daha sahihtir. Çünkü insanlar Âdem (a.s.) in dini üzereydiler. Nihayet putlara taptılar. Bunun üzerine Allah onlara Nûh (a,s.) u gönderdi. Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk peygamber böylece Nûh oldu. Bunun için Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Ve onlarla beraber insanların ihtilâfa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitâblar indirdik. Halbuki kitâb verilmiş olanlar kendilerine apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilâfa düştüler.» Tani kendilerine apaçık deliller gelmesine rağmen, onları bu ihtilâfa arvkeden şey birbirlerini çekememeleri ve ihtiraslarıydı. «İşte Allah, ken­ti izniyle îmân edenleri üzerinde ihtilâfa düştükleri hakka ulaştırdı. Al-jah dilediğini doğru yola ulaştırır.» Abdürrezzâk der ki; bize Ma'mer... Zbu Hüreyre'den «İşte Allah kendi izniyle îmân edenleri üzerinde ihti-Afa düştükleri hakka ulaştırdı» âyeti konusunda Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu nakleder : Biz kıyamet gününde hem sonuncularız, hem de ilkleriz. Biz cennete girme bakımından ilkleriz. Ancak onlara sizden önce kitap verilmiş ve biz onlardan sonra geldiğimiz için sonun-:ularız. Ne var ki onların ihtilâfa düştükleri konuda Allah Teâlâ bizi hak Izre hidâyete erdirdi. Onların ihtilâfa düştükleri bu gün hakkında bizi doğruya şevketti. Bu hususta insanlar bize tabidirler. Yarın yahûdîlerin, abur gün Hıristiyanlarındır. Sonra Abdürrezzâk Ma'mer kanalıyla... bu hadîsi Ebu Hüreyre'den rivayet eder.

İbn Vehb ise, Abdurrahmân İbn Zeyd İbri Eslem'den nakleder ki; tabası bu âyet-i kerîme konusunda şöyle demiş : İnsanlar Cum'a konu­sunda ihtilâfa düştüler. Yahudiler cumartesi gününü, Hıristiyanlar da pazar gününü mukaddes kabul ettiler. Allah ümmet-i Muhammed'e cum'a gününü gösterdi. İnsanlar Kıble konusunda da ihtilâf ettiler. Hıristiyanlar Doğuya, Yahudiler Kudüs'e döndüler. Allah ümmet-i Mu-hammed'i Kâ'be'ye döndürdü. İnsanlar ibâdet konusunda da ihtilâfa düştüler. Kimileri rükû' eder, secde etmez, kimileri secde eder, rükû' etmez, kimileri ibâdet ederken konuşur, kimileri ibâdet ederken gezinir. Allah bu konuda da ümmet-i Muhammed'i hak yola şevketti. İnsanlar oruç konusunda da ihtilâfa düştüler. Kimileri günün bir kısmını oruçlu geçirir, kimileri bazı çeşit yemeklerden imtina' ederek oruç tuttuğunu sanır. Allah Mühammed ümmetini bu konuda da doğru yola hidâyet etti. İnsanlar İbrahim (a.s.) hakkında da ihtilâfa düştüler. Yahudiler onun yahûdî, Hıristiyanlar onun Hıristiyan olduğunu söylediler. Allah ise onun Hanîf ve müslüman olduğunu bildirdi ve bu konuda da Mu-hammed ümmetini hak üzere doğru yola şevketti. İnsanlar îsâ (a.s.) konusunda da ihtilâfa düştüler. Yahudiler onu yalanladılar ve annesine iftira attılar. Hıristiyanlar ise onu tanrı ve tannnın çocuğu yaptılar. Allah Teâlâ onu Ruhu ve kelimesi kıldı ve Mühammed ümmetini bu konuda da hakka erdirdi.

Rebî' İbn Enes de «İşte Allah kendi izniyle îmân edenleri üzerinde ihtilâfa düştükleri hakka ulaştırdı» âyeti konusunda der ki; onlar önce peygamberlerin getirdikleri gerçekler konusunda ihtilâf ettiler. Mü'min-leri Allah bu konuda hakka ulaştırdı. Mti'minler Allah Azze ve Celle'ye ihlâsla ibâdet ettiler. O'na şirk koşmadılar, namaz kıldılar ve zekât ver­diler. Böylece insanların ihtilâfa düştükleri durumdan önceki hal üzere devam ettiler ve ihtilâftan kaçındılar. Kıyamet gününde de Nûh, Hûd, Şuayb, Salih kavmine şâhid oldular. Firavun hanedanına da şehâdet ederek peygamberlerinin kendilerine hakkı tebliğ ettiğini, onların da peygamberleri tekzîb ettiklerini bildirdiler. Übeyy tbn Kâ'b'ın kırâetin-debu âyette «Kıyamet günü insanlara şâhid olmaları için.» anlamında

bir ilâve kısım vardır. Ebu'l-Âliye bu âyetin şüphe, sapıklık ve fitneler­den kurtardığını söylemiştir.

Âyette geçen «Kendi izniyle» ta'bîri, onlara gösterdiği hidâyet yo­lundaki bilgisiyle demektir. îbn Cerîr böyle der. Ve Allah yaratıkların­dan dilediğini dosdoğru yola ulaştırır. Hüküm O'nundur, erişilmez de­lil O'nundur. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'inde Hz. Âişe (r.a.) den nakledi­lir ki :Rasûlullah (s.a.) geceleyin kalkıp namaz kılarken şöyle duâ eder­miş.

«Allah'ım, 'Cebrail'in, Mîkâîl'in ve İsrafil'in Rabbi, göklerin ve yerin yaratanı. Görüleni ve görülmeyeni bilen. Sen kullarının arasında ihtilâfa düştükleri konuda hüküm verirsin. Beni insanların ihtilâfa düştükleri konuda izninle hakka hidâyet et. Doğrusu Sen, dilediğini dosdoğru yola ulaştırırsın.» Rasûlullah (s.a.) dan nakledilen dualar arasında şöyle bu­yurduğu mervîdir: «Allah'ım, bize hakkı hak olarak göster ve ona uy­mayı nasîb et. Bâtılı bâtıl olarak göster ve ondan sakınmaya muvaffak kıl. Onu bize karmaşık kılıp da sapıtmamızı önle. Ve bizi müttakîlere ön­der kıl.» [68]

 

Başlangıçta Bütün insanlar Tek Bir Ümmetti

 

İnsanlar bir tek ümmettiler. Bir tek dîne bağlıydılar. Denildi ki, bu, Hz. Âdem ve onun soyunun diniydi, hepsi de müslümandüar. Niha­yet Kabil, Hâbil'i öldürdü. Böylece ihtilâfa düştüler. Denildi ki; in­sanlar Hz. Âdem'in gününden Nuh'un gönderilmesine değin hak ve hidâyet üzere tek bir şeriata bağlıydılar. Nihayet Allah Hz. Nuh'u pey­gamber olarak gönderdi. Gönderilen ilk peygamber Nuh'tur. Nuh'tan sonra daha başka peygamberler gönderilmiştir. Denildi ki; bu ümmet Nuh peygamberle birlikte gemiye binen halktır. Onunla birlikte gemiye binenler mü'mindiler. Onun vefatından sonra ihtilâfa düştüler. Denildi ki, araplar Hz. İbrahim'in dininde idiler. Nihayet Amr îbn Lûhay on­ların dinini değiştirdi. Ve denildi ki; Ahid almak Hz. Âdem'in belinden çıkarılıp da ben sizin Rabbınız değilmiyim? diye sorulduğunda, kulluk­larını itiraf edip «evet» dedikleri demde insanlık tek bir ümmetti. O günden başka hiçbir zaman tek bir ümmet olmamışlardır. Sonra varlık âlemine çıkınca, kıskançlık ve zulüm nedeniyle ihtilâfa düştüler. Denil­di ki; Âdem tek başına bir ümmet idi. Yani imâm ve kendisine tâbi olunan önder. İhtilâf ondan sonra çıktı. Ve denildi ki; insanlar küfür ve bâtıl üzere tek ümmettiler. Bu görüş, «Allah peygamberler gönderdi» kavliyle desteklenmek istenmiştir. Denilirse ki. aralarında Hâbil, Şît, İdrîs ve benzeri müslümanlar yok muydular? Cevap olarak denilir ki, o zaman çoğunluk küfürdeydi. Hüküm de çoğunluğa göre verilir. Denil­di ki; âyet-i kerîme insanların bir tek ümmet olduğunu gösteriyor. Bu­rada onların îmân veya küfür üzere oldukları belirtilmiyor. Binâenaleyh bu hârici bir delile dayanır. «Allah peygamberler gönderdi.» Bunların toplamı 124.000 peygamberdir. Bu peygamberlerden rasûl olarak gön­derilenler 312 dir. Bunlardan Kur'an'da özel isim olarak zikri geçenler 28 peygamberdir. [69]

Muhyiddîn îbn el-Arabî şöyle diyor:

İnsanlar tek bir ümmettiler. Yani hak din ve fıtrat üzereydiler. Ni­tekim Aleyhisselatüvesselâm efendimiz; her doğan islâm fıtratı üzerine doğar, buyurmuştur. Bu doğuş gerçekte ilk fıtrat zamanındaki doğuştur, yahut çocukluk zamanındaki doğuş, ya da Âdem (a.s.) in zamanındaki doğuştur. O zaman insanlar tek bir ümmettiler. Sonra tabiatlarının farklılığı nedeniyle, doğuşları da farklı oldu. Nefislerinin niteliklerinde gâlib gelen durumlar farklı oldu ve arzulan değişti. Çünkü bulunduk­ları bölgelerin farklılığı nedeniyle bünyelerinin temellerindeki değişik­likler ve bedenlerinin merkezleriyle arzularındaki farklılıklar bunu ge­rektirmişti. Onların kendi menfaatlarına olan şeyleri elde edip kendi­lerinin zararına olan şeyleri atmaları şeklinde tabiatlarında yer eden duygular da bu yüzden farklıdır. Çünkü her birinin bedeninin maddesi ayrı ayrıydı. Ayrıca gelişme ve büyüme için yararlı olduğundan ilâhî hikmet böyle olmasını gerektiriyordu. Farklılık ve değişiklik bunun ge­reğiydi. Bu sebeple Allah onlara peygamberler gönderdi ki, kendilerini ihtilâftan anlaşmaya, çokluktan tekliğe, düşmanlıktan sevgiye çağırsın­lar. Bu sebeple onlar, bölük bölük olup kendi bölükleriyle temayüz etti­ler. Tabiatlarında bâtılın sevgisi yer etmiş olan ve gönüllerine pasın gâlib geldiği kalbleri damgalı olan süflilere gelince; onların kaîbi kör olmuş, heveslerinin galebesi neticesinde istidattan yok olmuştur. Bu se­beple, onların ihtilâf ve inattan gittikçe artmıştır. Onlar peygamber gönderildiği ve o peygamber hakkı getirdikleri zaman ihtilâfa düşmüşler­dir. Halbuki kitab ve peygamber, hakkın ve anlaşmanın ortaya çıkma­sının biricik nedenidir. Onlar ise kendiliklerinden, kendi arzu ve istek­lerinin galebesiyle doğan hased yüzünden bu yolu seçmişlerdir. [70]

 

214 — Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu ba­şınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? On­lara öyle yoksulluk, öyle sıkıntı gelmiş ve sarsıntıya uğra­mışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki mü'min-'sr: Allah'ın yardımı ne zaman? diyordu. Bilesiniz ki, Al­lah'ın yardımı pek yakındır.

 

İmân, Tecrübe ve İmtihan

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki; sizden önce geçen milletlerin başına ge­len olaylar sizin başınıza gelmeden tecrübe edinip denenmeden «Cennete girivereceğinizi mi sandınız?» Ve müteakiben de «onlara öyle yoksulluk, sıkıntı gelmiş ve sarsıntıya uğramışlardı ki.» buyuruyor. Bu, hastalık, dert, acı, musibet ve felâketler anlamınadır. İta Mes'ûd, İbn Abbâs, Ebu'l-Âliye, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Mürre el-Hemadânî, Hasan, Ka-tâde, Dahhâk, Rebî' İbn Enes, Süddî, Mukâtil İbn Hayyân bu âyetteki kelimesinin fakirlik anlamına geldiğini söylemişlerdir. İbn Abbâs da buradaki kelimesinin hastalık demek olduğunu bildirmiştir.

Onlar düşmanlarından korktukları için büyük bir sarsıntıya uğra« mışlar ve çok zor bir imtihan geçirmişlerdir. Nitekim sahih hadîste vâ-rid olduğuna göre Habbâb İbn Erett der ki:

 

Biz Rz. Peygambere; ey Allah'ın Rasûlü bizim için Allah'tan yardım istemeyecek misin? Bizim için Allah'a duâ etmeyecek mi­sin?   dedik.   Rasûlullah   (s.a.)   buyurdu   ki: Sizden   önce   geçenler- den birinin başının ortasına testere konur ve ayağına kadar kesilirdi de bu onu dininden döndürmezdi. Demirden taraklarla taranır, etiyle kemiği ayrılırdı da bu onu yine dininden döndür­mezdi. Sonra Hz. Peygamber buyurdu ki: Allah'a andolsun ki, Al­lah Teâlâ bu dinin hâkim olmasını arzu etmektedir, öyle ki yolcu San* a'dan bineğine binecek Hadramût'a kadar gelecek, Allah'tan başkasın­dan ve koyunları için de kurttan başkasından korkmayacak. Ne var ki siz çok acele davranan bir topluluksunuz.» Bir başka âyet-i kerîme'de ise Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Elif, Lâm, Mim andolsun ki biz ken­dilerinden öncekileri denemişken insanlar inandık deyince denenmeden bırakılacaklarını mı sanarlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır.» (Ankebût, 1-3) Bu âyette söz konusu olan hususlardan bir çoğu sahâbe-i güzîn'in başına gelmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Ahzâb gününden bahisle şöyle buyurur: «Onlar size yukarınızdan ve aşağınızın altından gelmişlerdi, gözler de dönmüş­tü, yürekler ağızlara gelmişti, Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyor­dunuz. İşte orada inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğra­tılmışlardır. Münafıklar ve kalblerinde hastalık olanlar, Allah ve Ra-sûlü bize sadece kuru va'dlerde bulundu, diyorlardı...» (Ahzâb, 10-12)

Bizans imparatoru Heraklius Ebu Süfyân'a Hz. Peygamber hak­kında suâl sorduğu zaman; onunla hiç savaştınız mı? demiş. O da evet savaştık, karşılığını vermişti. Heraklius, aranızdaki sava? nasıl oldu? dediğinde, Ebu Süfyân bazan biz yendik, bazan o yendi deyince, He­raklius peygamberler böylece denenirler, sonra neticede onlar kazanır­lar, demiş.

«Sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden.» Yani onların başına gelen haller sizin başınıza gelmeden önce mi?

«Onlara öyle yoksulluk, sıkıntı gelmiş ve sarsıntıya uğramışlardır ki nihayet peygamber ve beraberindeki mü'minler, Allah'ın yardımı ne zaman? diyorlardı.» Düşmanlarına baskın gelmek istiyorlardı. Kurtulu­şun ve rahatlığın çabucak gelmesini arzu ediyorlardı. Sıkıntı ve şiddet anında ferahlık bekliyorlardı. îşte bunlara Hak Teftlft'nın cevabı: «Bi­lesiniz ki Allah'ın yardımı muhakkak pek yakındır.» Nitekim bir başka âyet-i kerîme'de de şöyle buyurmaktadır: «Her zorluğun bir kolaylığı vardır.» Şiddet ne derece fazla olursa, yardım da o derece çabuk gelir. Bunun için Allah Teâlâ «Bilesiniz ki Allah'ın yardımı muhakkak pek yakındır.» buyurmaktadır. Ebu Rezîn'in hadîsinde şöyle buyurulur: «Rabbı kulunun ümitsizliğine taaccüb eder. Halbuki Rabbının yardımı yakındır. Onların ümitsizliğe düştüğünü görür ve güler. Çünkü onların kurtuluşlarının yakın olduğunu bilir.» [71]

 

215 — Sana ne infâk edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan her ne infâk ederseniz, babanın, akrabanın, ye­timlerin, yoksulların, yolcuların hakkıdır. Ve her ne ha yır işlerseniz, şüphesiz ki Allah, onu bilir.

 

Mukâtil İbn Hayyân der ki: Bu âyet gönüllü ihsan konusundadır. Süddî ise bu âyetin zekât âyetiyle neshedildiğini söyler. Ancak bu görüş üzerinde durulması gerekir. Âyetin anlamı şöyledir: Sana nasıl infâk edeceklerini soruyorlar? îbn Abbâs ve Mücâhid böyle tefsir etmişlerdir. Allah Teâlâ nasıl infâk edeceklerini âyetin devamında belirterek «Ha­yırdan infâk edeceğiniz; babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcuların hakkıdır.» buyuruyor. Yani hayır yoluyla bu şekilde sarfedi-niz. Nitekim hadîs-i şerifte; anan ve baban, bacın ve kardeşin sonra sırasıyla sana yakın olanlar diye bu sıra belirtilmiştir. Me'mûn İbn Mihrân bu âyeti okuduktan sonra bu âyet infâk edilecek yerleri bildir­mektedir. Burada ne davuldan, ne zurnadan, ne resimden, ne araçtan ne de duvarlardan bahis vardır, demiştir.

Allah Teâlâ âyetin devamında «Ve her ne hayır işlerseniz, şüphe­siz ki Allah onu bilir.» buyurmaktadır. Yani sizden her ne türlü iyi fiil sâdır olursa muhakkak Allah onu bilir ve buna göre en uygun mükâfatı verir Doğrusu Allah hiç kimseye zerre miktarı zulmetmez. [72]

 

216 — Hoşunuza gitmediği halde, cihâd üzerinize farz kılınmıştır. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için ha­yırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kö­tü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

 

Cihâd Farizası

 

Allah Teâlâ düşmanların şerrini İslâm diyarından defetmek için, müslümanlara cihadı farz kılmıştır. Zührî der ki, cihâd ister savaşsın, ister otursun, herkese vâcibtir. Oturan kendisinden yardım dilendiği zaman yardım etmek, imdat istendiği zaman imdada koşmak; savaşa katılması bildirildiği zaman savaşa gitmek zorundadır. Eğer kendisine ihtiyâç duyulmazsa ancak o zaman oturabilir.

Ben derim ki; (İbn Kesîr) Sahîh hadîste sabit olduğuna göre Rasû-lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur :

«Kim savaşmadan veya kendini savaşa hazırlamadan ölürse câhi-liyyet ölümüyle ölür.» Rasûllulah (s.a.) Mekke'nin fethi günü de şöyle buyurmuştur: «Fetih gününden sonra hicret yoktur. Yalnızca cihâd ve niyet vardır. Siz savaşa çağırıldığınız zaman savaşa koşun.»

«Hoşunuza gitmez ama» sizin için zor ve meşakkatli bir iş olmakla beraber cihâd üzerinize farz kılınmıştır. Savaş hoşa gitmez. Çünkü s&-vaşta öldürülmek ve yaralanmak olduğu gibi, düşmanlarla didişmek ve yolculuğa katlanmak zarureti vardır.

«Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir.» Savaş sizin için hayırlı olabilir. Çünkü ardından düşmanlara karşı zafer ve gâlibiyyet gelir. Onların ülkelerini, mallarını, çoluk-çocuklarını elde et­mek mümkün olur. «Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir.» Bu her konuda böyledir. Dolayısıyla hüküm umûmîdir. Kişi bazan bir şeyi sever; ancak o şey kendisi için faydalı ve hayırlı olmaz. Savaşa gitmeyip oturmakta bu şekildedir. Arkasından düşmanın ülkeyi istilâsı ve idareyi ele geçirmesi mümkün hale gelir. «Allah bilir, siz bil­mezsiniz.» O sizin hakkınızdaki her şeyi en iyi bilendir. Sizin dünyanız ve âhiretiniz için neyin daha faydalı olduğunu en iyi o bilir, öyleyse onun buyruğuna uyarak emrine icabet edin ki doğru yolu bulmuş ola­sınız. [73]

 

217 — Sana haram aydan ve onda savaştan soruyor­lar. De ki: O ayda savaşmak; büyük bir günâhtır. Fakat insanları Allah yolundan alıkoymak ve O'nu inkâr etmek, Mescid-i  Harâm'a gitmelerine   engel olmak, onun ehlini oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük günâhtır. Fit­ne, katilden de beterdir. Kâfirlerin: güçleri yetse, sizi dini­nizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler. Sizden her kim dininden döner de kâfir olarak ölürse-, on­ların yaptığı ameller dünyada da, âhirette de boşa gitmiş­tir. Ve onlar cehennem ehlidirler, orada temelli kalacak­lardır.

218 — Şüphe yok ki, imân edenler, hicret edip te Al­lah yolunda savaşanlar;  işte  onlar  Allah'ın  rahmetini umarlar. Allah; Cafûr'dur, Rahîm'dir.

 

Haram Aylarda Savaşmak

 

İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... Cündeb îbn Abdullah'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) başlannda da Ebu Ubeyde İbn el-Cerrâh olmak üzere bir grubu savaşa göndermiş. Bunlar savaş için yola çıkmak üzere iken sahabe ağlayarak Rasûlullah'm yanına gelip, oturmuş. Bu­nun üzerine Allah'ın Rasûlü onun yerine Abdullah tbn Cahş'ı göndermiş ve ona bir mektup yazarak; falanca yere ulaşıncaya kadar bu mektubu okumamasını emretmiş. Sonra da şöyle buyurmuş: Arkadaşlarından hiç kimseyi birlikte yürümeye zorlama. Abdullah İbn Cahş mektubu okuyuncu «înnâ Lillah ve İnna tleyhi Râciûn» deyip Allah ve Rasûlü-nün emri başımla gözüm üstüne, demiş. Rasûlullah'm emrini arkadaş­larına duyurup mektubu okumuş. İki kişi geri dönmüş, ötekiler kalmış­lar. İbn el-Hadremî ile karşılaşıp onu öldürmüşler. O günün Recep mi veya Cemâziyel evvel mi olduğunu bilmiyorlarmış. Bu sebeple müşrik­ler; müslümanlara, haram aylarda adam öldürdünüz, demişler. Bu vak'a üzerine Allah Teâlâ «Sana haram aydan ve onda savaştan soruyorlar. De ki o ayda savaşmak büyük günâhtır.» âyetini inzal buyurmuş.

Süddî, Ebu Mâlik, Ebu Salim kanalıyla Abdullah İbn Abbâs'tan, Mürre kanalıyla da Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) bir seriyye göndermişti. Bu seriyye yedi kişiydi. Başlarında Ab­dullah İbn Cahş vardı. Bu seriyyede Ammâr İbn Yâsir, Ebu Hüzeyfe, Sa'd İbn Ebu Vakkâs, Utbe İbn Ğazvân, Süheyl İbn Beyzâ, Amir İbn Füheyre ve Ömer İbn Hattâb'ın müttefiki Vâkıf İbn Abdullah el-Yerbûi bulunuyordu. Rasûlullah Abdullah İbn Cahş'a bir mektup yazdı ve ona Melel vadisine kadar (Medine'ye onyedi mil mesafede, Mekke ile Medine arasında bir yer) mektubu okumamasını emretti. Melel vadisine gelince, mektubu açtı. Mektubta «Nahle vadisine kadar in, arkadaşlarından ölü­mü isteyenler devam etsinler. Ve vasiyetlerini yapsınlar.» yazıyordu. Ben vasiyetimi yapıp Rasûlullah (s.a.) in emri doğrultusunda yürüyo­rum, dedi. Ve yürüdü. Sa'd îbn Ebu Vakkâs ve Utbe geri kaldılar. Bi­neklerini yitirmişlerdi. Buhran denilen yere gelip bineklerini aramaya koyuldular. Abdullah İbn Cahş Nahle vadisine doğru yürüdü. Orada Hâkem îbn Keysân ve Muğîre İbn Osman (ve Amr îbn Hadremî, Abdul­lah İbn Muğîre'yi) gördüler. Muğîre kaçıp kurtuldu. Amr öldürüldü. Onu Vâkid İbn Abdullah öldürmüştü. Bu olay peygamberin ashabının elde ettiği ilk ganimet oldu. Medine'ye iki esir ve elde ettikleri mallarla döndüklerinde, Mekke halkı iki esirin değiştirilmesini istedi. Rasûlullah (s.a.) bakalım, diğer iki arkadaşınız ne oldu? dedi. Sa'd îbn Ebu Vakkâs ve arkadaşı gelince Rasûlullah iki esiri fidye mukabili salıverdi. Müşrik­ler buna karşı kötü davranarak dediler ki; Muhammed Allah'a itaat ettiğini sanıyor. Halbuki haram ayı ilkin helâl kılan odur. Ve o Recep ayında bizim arkadaşımızı öldürmüştür. Müslümanlar, hayır biz cumad el-âhir ayında öldürdük, dediler. Denilir ki bu cûmâd el-Âhir'in son ge­cesi ve Recebin'de ilk gecesiydi. Recep ayı girdiğinde kılıçlarını kınına soktular. Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'yi inzal buyurarak Mekke halkını kınadı ve «Sana haram aydan ve onda savaştan soruyorlar. De ki o ay­da savaşmak büyük bir günâhtır...» Helâl değildir, ancak ey müşrikler topluluğu; sizin Allah'a küfretmeniz, Rasûlünü ve onun ashabını Allah yolundan alıkoymanız, Mescid-i Haram halkını oradan çıkarmanız, ha­ram ayda savaşmaktan çok daha büyük bir suçtur. Onların Hz. Mu-hammed'i (s.a.) yurdundan çıkarmaları Allah katında savaştan daha büyüktür.

Avfî, îbn Abbâs'dan bu âyet-i kerîme'nin nüzulü konusunda şunlan nakleder : Müşrikler Rasûlullah'ı bir haram ayda doğru yoldan alıkoya­rak Mescid-i şerife girmesini engellediler. Allah Teâlâ da ertesi yılın haram ayında nebiyyi Zîşânına fethi müyesser kıldı. Müşrikler haram ayda savaşmaktan dolayı Rasûlulah'ı kınadılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Fakat insanları Allah yolundan alıkoymak ve onu inkâr etmek, Mescid-i Harâm'a girmelerine engel olmak ve onun ehlini oradan çı­karmak Allah katında daha büyük günâhtır.» âyetini indirdi. Rasûlullah (s.a.) bu sırada bir seriyye göndermişti. Seriyye cumâd'el-Âhir'in son gecesi ve Recep ayının ilk gecesi Tâif 'ten dönen Amr îbn Hadremî üe karşılaştı. Ancak Hz. Muhammed'in ashabı o gecenin cumad'el-Âhir olduğunu sanıyorlardı. Ne var ki Recebin ilk gecesiydi. Fakat bunu f ark-etmemişlerdi. İçlerinden bir kişi Amr İbn Hadremî'yi öldürdü ve be­raberinde bulunanları aldı. Müşrikler Hz. Peygamberi kınayan elçiler gönderdiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Sana haram aydan ve onda savaştan soruyorlar...» âyetini inzal buyurdu. Allah yolundan alıkoy­manız Allah'ı inkâr etmenizdir. Mescid-i Harâm'a mü'minleri girdirme­meniz, Mescid-i Harâm'ın halkını ordan çıkarmanız, Hz. Muhammed (s.a.) in ashabının yaptığından çok daha büyük bir suçtur. Şirk ise bütün bunlardan daha büyüktür. Ebu Saîd el-Bakkâl İkrime kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki; bu âyet Amr îbn Hadremî'nin öldürüldüğü Abdullah İbn Cahş seriyyesi hakkında nazil olmuştur.

Muhammed İbn İshâk da der ki; bana Muhammed İbn Saîd... İbn? Abbâs'tan nakletti ki; bu âyet-i kerîme Amr İbn Hadremî'nin öldürül­mesi üzerine nazil olmuştur.

Sîret râvîsi Abdülmelik İbn Hişâm, Ziyâd İbn Abdullah el-Bekkâl kanalıyla Muhammed İbn İshâk'tan nakleder ki o, Sîret'inde şöyle de­miştir : Rasûlullah (s.a.) Abdullah İbn Cahş'ı birinci Bedir harbinden önce Recep ayında çevreye gönderdi. Beraberinde muhacirlerden de se­kiz kişiyi gönderdi. İbn Cahş'a mektup vererek iki gün yol aldıktan sonra, mektubu açıp bakarak emredileni yerine getirmesini bildirdi. Ay-nca arkadaşlarından hiçbir kimseyi de zorlamamasmı buyurdu. Abdul­lah İbn Cahş'ın arkadaşları muhacirlerden ve Abdülmenâjf oğlu Abd Şems oğullarından Ebu Hüzeyfe, İbn Utbe, İbn Rebîa, îbn Abd Şems, İbn Abdülmenâf ile onların müttefiki olan topluluğun emîri Abdullah îbn Cahş, Ukkâşe İbn Mihsen, ve onların müttefiki Huzeyme oğlu Esed oğullarından bir kişi, Abd Menaf oğlu Nevfel oğullarından Utbe İbn Ğazvân ve onların müttefiki Zühre îbn Kilâb oğullarından Sa'd îbn Ebu Vakkâs, Ali İbn Kâ'b oğullarından Âmir İbn Rebîa. Onların müttefiki Amr îbn Vâil, Vâkid İbn Abdullah îbn Abd Menâf ve onların müttefiki Hâlid îbn Bükeyr, Saîd İbn Leys kabilesinden ve onların müttefiki Haris İbn Pihr oğullarından Süheyl îbn Beyzâ idi.

Abdullah îbn Cahş iki gün gittikten sonra, mektubu açtı baktı ki; içinde şöyle yazılı: «Bu mektubumu açtığında Tâif ile Mekke arasında bulunan Nahle denilen yere varıncaya kadar yürü. Oradan Kureyş'i gö­zetle ve onların haberlerini öğren.» Abdullah îbn Cahş, mektubu açınca, başımla gözüm üstüne dedi. Sonra arkadaşlarına Rasûlullah (s.a.) Nah-le'ye kadar gitmemi, orada Kureyş'i gözetlememi ve kendisine bir haber götürmemi emretti. Sizden herhangi bir kişiyi zorlamaktan beni neh-yetti. Kim şehâdet ister de arzu ederse yürüsün. Kim de nefret ederse dönsün. Bana gelince ben Rasûlullah (s.a.) in buyruğu doğrultusunda yürüyeceğim, dedi ve yürüdü. Onunla beraber arkadaşları da yürüdü­ler. Hiçbir kimse yanından ayrılmadı. Hicaz'a doğru yürüdü. Buhran denilen yere gelince Sa'd İbn Ebu Vakkâs ve Ukbe İbn Gazvân devele­rini yitirdiler. Ve develerini aramak için geride kaldılar. Abdullah îbn Cahş ve diğer arkadaşları Nahle'ye ininceye kadar yürüdüler. Burada üzüm ve yiyecek taşıyan ticâret kervanlarından bir Kureyş kervanına rastladılar. Kervanda Amr İbn Hadremî, Osman îbn Abdullah tbn Mu-ğîre, onun kardeşi Nevfel İbn Abdullah, Hişâm İbn Muğîre'nin kölesi Hakem İbn Keysân bulunuyordu. Topluluk onlan görünce yakınların­da bir yere konaklamış olduklarından endîşe ettiler. Ukkaşe İbn Mihsen başını tıraş etmişti, onlan gözetledi. Topluluğu görünce, emîn oldular ve dediler ki; pek çoklar ama bize bir zarar gelmez. Topluluk onlar hak­kında tartıştı. O gün Recebin son günüydü, dediler ki; Allah'a andolsun ki bu gece onlan bırakırsanız haram aylar girer ve siz onlara saldırmak­tan kaçınırsınız. Eğer öldürürseniz onlan haram ayda öldürmüş olur­sunuz. Topluluk tereddüt etti ve onlara saldırmaktan çekindi. Sonra onları öldürmek üzere birleştiler. Öldürdüklerinin beraberindeki şeyleri alacaklardı. Vâkıd İbn Abdullah bir ok atarak Amr îbn Hadremî'yi öl­dürdü. Osman îbn Abdullah ve Hakem îbn Keysân'ı esîr aldı. Nevfel İbn Abdullah'ı ise ellerinden kaçırdılar. Abdullah İbn Cahş ve arkadaş­ları iki esirle »birlikte Medine'ye Rasûlullah'm yanma geldiler.

îbn İshâk der ki; Abdullah îbn Cahş'ın ailesinden bazılan naklet­tiler ki, Abdullah arkadaşlarına şöyle demiş : Rasülullah (s.a.) bize elde ettiğimiz ganimetten beşte birini verecektir. Henüz ganimetlerle ilgili âyet gelmemişti. Rasülullah (s.a.) kervanın beşte birini bıraktı, diğer­lerini arkadaşlan arasında taksim etti.

İbn îshâk der ki; Rasûlullah'm yanına geldiklerinde o, ben size haram ayda savaşmanızı emretmemiştim, dedi. Kervanı ve iki esîri dur­durdu ve ganimeti almak istemedi. Rasülullah (s.a.) böyle deyince top­luluğun elindekiler yere düştü. Onlar helak olduklarını sandılar. Müs­lüman kardeşleri de yaptıklarından dolayı onlan şiddetle azarladılar. Kureyş'liler ise dediler ki; Muhammed ve ashabı haram aylan helâl say­dılar ve bu aylarda kan akıttılar, mal aldılar, erkekleri esir ettiler. Mek­ke'de bulunan müslümanlardan onlara karşılık veren birisi dedi ki; n& aldılarsa Şâbân ayında aldılar. Yahudilerden Hz. Peygamberin aleyhin­de tefe'ül eden bir kişi dedi ki; Amr; harbi başlattı, Hadremî harbi ha­zırladı ve Vâkıd îbn Abdullah da harp ateşini yaktı. Ancak Allah bu savaşı onlann lehine değil, aleyhine çevirdi. Halk bu konuda fazlaca soru sorunca Allah Teâlâ «Sana haram aydan ve onda savaştan soru­yorlar...» âyetini inzal buyurdu. Eğer siz haram ayda onlardan bazı-lannı öldürmüşseniz onlar da hem Allah'a küfrettiler, hem de sizi Al­lah yolundan ve Mescld-i Harâm'dan alıkoydular. Siz Mescid-i Harâm'm ehli iken buradan çıkarılmanız, Allah katında sizin içinizden bazı kimseleri öldürmenizden çok daha büyük bir suçtur, buyurdu. «Fitne katilden beterdir.» Onlar müslümanları dinlerinden döndürerek tekrar îmândan sonra küfre çevirmek istiyorlardı. Allah katında bu, katilden daha büyük bir suçtur. «Kâfirlerin güçleri yetse sizi dininizden dön-dürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler.» Onlar tevbe etmeden, tuttukları yoldan dönmeden fenalık ve kötülükte ısrar ederler.

İbn İshak der ki; Kur'an-ı Kerîm bu emri getirip müslümanlarm üzerinde bulundukları korkuyu ferahlığa çevirince, Rasûllulah (s.a.) hem kervanı, hem de iki esîri aldı. Kureyşliler fidye karşılığı Osman İbn Abdullah ile Hakem İbn Keysân'ın serbest bırakılmasını istediler. Rasûllulah (s.a.) buyurdu ki: Sa'd İbn Ebu Vakkâs ve Ukbe İbn Gazvân gelinceye kadar, sizin esirlerinizi fidye karşılığı serbest bırakmayız. Çünkü onların sizin yanınızda bulunmasından korkarız. Eğer siz bu iki arkadaşımızı öldürürseniz, biz de sizin iki arkadaşınızı öldürürüz. Sa'd ile îbn Ukbe gelince, Rasûlullah (s.a.) fidye karşılığı onları bıraktı. Ha­kem İbn Keysân bilâhere müslüman oldu ve İslâm'da güzel mertebelere erdi. Bi'r-i Mâune hâdisesinde şehîd olarak ölünceye kadar Rasûlullah'ın yanında kaldı. Osman İbn Abdullah ise Mekke'ye döndü. Ve orada kâfir olarak öldü.

İbn İshâk der ki; Kur'an âyeti nazil olup da Abdullah İbn Cahş ve arkadaşlan hakkındaki hüküm açıklık kazanınca; onlar mükâfata ta­mah ettiler ve dediler ki; ey Allah'ın Rasûlü biz de mücâhidlerin mü­kâfatına nail olabileceğimiz bir savaş isteyemez miyiz? Bunun üzerine «Şüphe yok ki îmân edenler, hicret edip de Allah yolunda savaşanlar iş­te onlar Allah'ın rahmetini umarlar.» âyeti nazil oldu. Ve Allah onlara istediklerinden daha önemlisini verdi. İbn İshâk, bu rivayeti Zührî, Ye-zîd İbn Rûmân ve Urve'den nakleder. Yûnus İbn Bükeyr de Muhammed İbn İshâk kanalıyla... Urve İbn Zübeyr'den bu hadîsi yakın bir ifâde ile nakleder. Mûsâ İbn Ukbe Zührî'den aynı şekilde rivayet eder. Şuayb İbn Ebu Hamza.., Urve İbn Zübeyr'den aynı hadîsi rivayet eder. Ve der ki; Amr İbn Hadremî müslümanlarla müşrikler arasında öldürülen ilk ölüdür. Onun öldürülmesi üzerine Kureyş'den bir heyet gelip Ra­sûllulah (s.a.) a dediler ki; haram ayda öldürmek helâl mıdır? Bunun üzerine Allah Teâlâ «Sana haram aydan ve onda savaştan soruyorlar» âyetini inzal buyurdu. Bu vak'ayı Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî Delâil'ün-Nübüvve isimli kitabında geniş olarak anlatır.

İbn Hişâm, Ziyâd kanalıyla İbn İshâk'tan naklen der ki; Abdul­lah'ın ailesinden bazıları şöyle naklettiler : Allah, ganimetleri helâl kıl­dıktan sonra beşte dördünü o ganimeti elde edenlere, beşte birini de Al­lah'a ve Rasûlüne taksîm etti. Böylece Abdullah İbn Cahş'ın bu ker­vandaki taksimi gerçeğe uymuş oldu. îbn Hişâm der ki; bu müslü- manların elde ettikleri ilk ganimettir. Amr İbn Hadremî de müslüman-lann öldürdükleri ilk ölüdür. Osman İbn Abdullah ve Hakem îbn Key-sân 1se müslümanlann esîr aldıkları ilk esirlerdir.

İbn İshâk, der ki: Abdullah İbn Cahş, gazvesi üzerine Hz. Ebubekr el-Sıddîk (r.a.) şu şiiri yazdı:

Haram aylarda savaşı büyük günâh sayıyorsunuz.

Halbuki ondan daha büyük günâh; doğru görebilirse eğer kişi,

Muhammed'in söylediğini inkâr etmenizdir sizin,

Ona karşı çıkmanızdır ki Allah buna şâhiddir, görür.

Mescid-i Harâm'ın halkını oradan çıkarmanızdır;

Allah'ın evinde ona secde edenin güçlenmemesi için.

Her ne kadar siz o ayda adam öldürmekle bizi kınarsanız da,

Azgınlar ve kıskançlar İslâm'dan titreyip dururlar.

Hadramî'nin oğlunun kamyla oklarımızı buladık.

Nahle'de savaş ateşi yakıldıkta.

Abdullah'ın oğlu Osman da aramızda,

Sürekli kanayan yaradır ki tartışılır.»

Denilir ki; bu şiiri söyleyen Abdullah İbn Cahş'tır. Şöyle ki Ku-reyş'liler, Muhammed ve arkadaşları haram ayda helâl kıldılar ve onda kan akıtıp, mal aldılar, erkekleri esîr ettiler, deyince buna karşılık ola­rak Abdullah bu şiirle karşılık vermiştir. İbn Hişâm der ki; bu şiir Ab­dullah İbn Cahş'a aittir. [74]

 

219 — Sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki: İkisinde de hem büyük günâh, hem de insanlar için (bazı) faydalar vardır. Günâhları ise, faydalarından daha büyüktür. Ve sana ne infâk edeceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyâçlarınızdan artanı. Düşünesiniz diye Allah size âyet­leri böyle açıklıyor.

220 — Dünya ve âhiret konusunda ve sana yetimler­den soruyorlar. De ki: Onlar için İslahta bulunmak hayır­lıdır. Eğer kendileriyle bir arada yaşarsanız .onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah; bozguncularla islâhçı olanları bi­lir. Eğer Allah dileseydi, sizi muhakkak zahmete sokardı. Şüphe yok ki Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir.

 

İçki ve Kumar

 

îmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Halef İbn Velîd... Hz. Ömer (r.a.) den nakletti ki; o, içki yasağını bildiren âyet-i kerime nazil olun­ca; Allah'ım içki konusunda rahatlatıcı bir açıklama gönder demiş ve Bakara süresindeki «Sana içkiden ve kumardan soruyorlar...» âyeti na­zil olmuş. Bunun üzerine Hz. Ömer çağınlıp ona bu âyet okunmuş. Ömer yine; «Allah'ım bize içki konusunda rahatlatıcı bir açıklama gönder» demiş. Bunun üzerine Nisa süresindeki «Ey îmân etmiş olanlar sarhoş olarak namaza yaklaşmayın» âyeti nazil olmuş. Bunun üzerine Rasûlul-lah'ın görevlendirdiği bir münâdî namaz vakti sarhoşlar namaza yaklaş­masınlar diye haykırmış. Bunun üzerine yine Hz. Ömer çağrılıp ona bu âyet okunmuş. Hz. Ömer, «Allah'ım içki konusunda bizi rahatlatıcı bir açıklama gönder» demiş. Bunun üzerine Mâide süresindeki âyet nazil olmuş. Ömer çağınlıp ona bu âyet okunmuş. Nihayet «Artık siz bun­dan vazgeçecek misiniz?» cümlesine gelince, Hz. Ömer «Vazgeçtik, vaz-geçtiK» demiş. Bu hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî, değişik yollarla... Ebu İshâk'tan rivayet ederler. Keza İbn Ebu Hatim ve İbn Merdûyeh Sevri yoluyla Ebu İshâk ve Ebu Meysere'den, onlar da Hz. Ömer'den rivayet ederler. Hz. Ömer ile Ebu Meysere arasında başka kimse yok­tur. Ebu Zür'a der ki; Ebu Meysere Ömer'den onu dinlememiştir. En iyisini Allah bilir. Ali İbn el-Medînî bu isnadın sahîh olduğunu söyler. Tirmizî de onu sahîh kabul eder. İbn Ebu Hatim, «vazgeçtik» sözünden sonra «içki malı heba eder, aklı yok eder» ifâdesini ekler. Ahmed İbn Hanbel'in muhtelif yollarla Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği bu hadîs, Mâide süresindeki içki âyeti açıklanırken gelecektir.

«Sana içkiden ve kumardan soruyorlar» burada geçen ( ^«Ji ) kelimesi; Ömer İbn el-Hattâb'ın söylediği gibi, aklı karıştıran her şey­dir. Nitekim bu konunun açıklanması Mâide sûresinde gelecektir. Ku­mar da orada açıklanacaktır.

«De ki ikisinde de hem büyük günâh, hem de insanlar için (bazı) faydalar vardır.» İkisinin de günâhı dinî, faydalan ise dünyevîdir. Çün­kü içkide bedene faydalı bazı unsurlar, yemeğin hazmedilmesi, fazla­lıkların çıkarılması, zihnin bir süre dondurulması ve kendinden geçiri­ci bir zevke ulaşılması gibi faydaları vardır. Nitekim Hasan İbn Sabit câhiliyet döneminde içki hakkında yazdığı bir şiirinde der ki: «Biz onu içeriz de her birimizi birer hükümdar yapar, karşılaşılmasından çekinil-meyen birer arslan yapar.» Satılması ve parasından faydalanılması da böyledir. Bazı kimselerin kumardan elde ettikleri paralan kendilerine ve ailelerine harcamalan da bir nevi faydadır. Ne var ki, bu gibi fay­dalan zararlarına denk değildir. Akıl ve dinle ilgisi bakımından kötü­lükleri daha fazladır. Bunun için Allah Teâlâ «Günâhları ise faydalann-dan çok daha büyüktür.» buyuruyor. Bu âyet-i kerîme sarahaten değil ama, ta'rîz yoluyla içkinin yasaklanmasının başlangıcı idi. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) e bu âyet okununca, «Allah'ım içki konusunda bize rahat­latıcı bir açıklama gönder» demiştir. Ve böylece Mâide süresindeki içki­nin açıkça haram olduğunu bildiren âyet-i kerîme nazil olmuştur: «Ey îmân edenler içki, kumar, putlar ve ve fal oklan şüphesiz şeytân işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki felaha eresiniz. Şeytân şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Al­lah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçer­siniz değil mi? (Mâide, 90-91) İnşâallah bu konu Mâide sûresinde açık­lanacaktır. Güvenimiz Allah'adır.

Abdullah İbn Ömer, Şa'bî, Mücâhid, Katâde, Rebî' İbn Enes, Ab-durrahmân İbn Eşlem derler ki; içki konusunda ilk nazil olan âyet bu» dur. Sonra Nisa süresindeki âyet, sonra Mâide süresindeki âyet nazil olmuş ve içkiyi haram kılmıştır. [75]

 

İçkinin Zararları

 

İçkinin akla zaran, herkes tarafından bilinmektedir. Bu zarar yal­nızca sarhoş iken idrâk gücünü kaybetmekten ibaret değildir. Sarhoşluk düşünce gücünü dumura uğratır ve çoğu kerre kişiyi cinnete götürür. Ünlü bir Alman doktorunun şu sözü darb-ı mesel haline gelmiştir : «Ba­na meyhanelerin yansını kapatın. Ben size hastanelerin, hapishanelerin yansını kapamayı garanti edeyim.» Doktorlar derler ki; içki diğer gı­dalar gibi hazmedildikten.sonra kanaTcanşmaz. Aksine olduğu gibi du-rur ve kanın akışını sıklaştmr. Böylece kan hızlı devir yapar. Bedenin muvâzenesi sarsılır, organlar vazifesini ya güçlükle yapar veya hiç ya­pamaz. Böylece beden dengeli, normal tabiatının dışına çıkar. İçki dil­de tat alma duyusunu zayıflatır. Boğazda iltihap yapar. Midede haz­metmeyi sağlayan mide özsuyunu yayar. Neticede midenin dokusu ka­lınlaşır, hareket gücü zayıflar. Bazan da midede kasılma ve iltihâb mey­dana getirir. Bağırsaklarda yara açar, ciğeri yağlandırarak çalışmasına zorlaştırır. Bütün bu saydıklarımız hazım cihâziyla ilgili zararlarıdır. Kandaki etkisine gelince, alkol kana karışmakla onun normal akışın önler. Bazan da durdurur. Ve sarhoşlar aniden ölümle yüzyüze gelirler. Damarların elastikiyetini zayıflatır, bazan damar uzar, bazan da kasılır. Kanı bozar, öyleki bazı organlarda bozuk kanın cesedin bütününe git­memesi için organın kesilmesini gerektiren kangren oluşmasına sebep olur. Damarların kasılması ise yaşlılığı ve güçsüzlüğü arttırır.

Alkolün teneffüs cihâzmdaki etkileri ise, hançerenin elastikiyetini gidermesi, nefes borularını tıkamasıdır. Bunun en basît zararı öksürük ve ses kısıklığı yapmasıdır. Etkisi arttıkça akciğerler kirlenir. Sinir sis­temindeki zararlarına gelince, delilik doğurarak nesli mahveder. Sarhoş babaların çocukları sağlam bünyeli olmazlar. Torunları ise çocukların­dan daha kötü olur. Beden ve akıl bakımından zayıf düşerler. Bu zayıf­lığın tevali etmesi bazan neslin bütünüyle kesilmesine neden olur. Bil­hassa çocuklar babalarının yolunda yürüyecek olurlarsa. Nitekim çoğu kerre sarhoş babalann çocukları da sarhoş olurlar. Alkolün zararların­dan biri de insanın davranışlanndaki tezahürüdür. Sarhoşların arasın­da tartışma ve düşmanlık çabucak yayılır. Onlarla ilişkide bulunanlar, en küçük bir meseleden dolayı birbirlerinin can düşmanı olurlar. Dinin nazarında alkolün yasaklanmasının en büyük nedenlerinden birisi bu­dur. Bunun için Mâide sûresinde; «Şeytân, içki ve kumarla aranıza düş­manlık yaymak ister» buyurulmuştür. Alkolün sebep olduğu zararlar­dan birisi de sırn fâşettirmesidir. Bu zarardan daha pek çok kötülükler doğar, özellikle devlet sırn ve askerî menfaatlar sözkonusu olunca bu­nun tehlikesi ortaya çıkar. Genellikle casuslar bu taraftan faydalanır­lar, öte yandan alkol alan kişinin çevresi tarafından horlanması ve kü­çümsenmesi de ayrı bir zarardır. Çünkü sarhoş davranışı, sözü ve hare­ketleriyle çevresinde komik duruma düşer ve çocuklar dahil herkes on­larla alay eder. Sarhoş zekâ bakımından küçük çocuklardan daha ge­ridedir. Hareket ve davranışlanndaki denge daha bozuktur. Fikir ve söz­lerinde hâkimiyet hiç yoktur. Sarhoşlardan pek garîb olaylar nakledi­lir ki; bunlar alkolün aklı ve kişinin saygınlığını gidermesi bakımın­dan önemlidir. Bu konuda sarhoşluk edebiyatı gelişmiş, konferanslar verilmiştir. Nitekim îbn Ebu Dünya'dan nakledilir ki, o bir sarhoşa rastgelmiş, eliyle idrar yapıyor ve abdest alırmış gibi yüzüne sürüyor ve «İslâm'ı nûr, suyu temizlik kılan Allah'a hamdoLsun» diyormuş Hattâ eski seçkin delilerden fesahat sahibi birine içki içmesi söylendi­ğinde deli şu cevâbı vermiş: Sen içip benim gibi olmak istiyorsun. Ya ben kimin gibi olmak için içeyim? öte yandan sarhoşluk bütün suçlan işlemeyi kolaylaştıran bir nedendir. Bilhassa zina ve öldürme suçlarının çoğu sarhoşluktan kaynaklanır... Malî zararlarına gelince; alkol malı tüketir, serveti yokeder... Alkolün serveti mahvedici özelliği günümüzde olduğu kadar hiçbir zaman açığa çıkmamıştır. İçki türleri pek çoktur. Kimisinin parası gerçekten pahalıdır. Çoğunlukla alkol satanlar bera­berinde fuhşu da teşvik etmektedirler...

Alkolün dini bakımdan zararlarına gelince; kulun sarhoş olarak Allah'a yaklaşması ve ibâdetlerini yerine getirmesi mümkün değildir. Özellikle dinin gereği olan namazı ifâ etmesi imkânsızdır. Bu konu Mâide sûresinde tekrar ele alınacaktır...

Alkolde bahis konusu olan faydalara gelince; en önemlisi ticarî fay-dasıdır. Eskiden olduğu gibi, bugün de alkol büyük bir ticaret ve servet kaynağıdır. Eğer böyle olmasaydı frenk bilginleri içki satışını yasak­larlar ve müsâade etmezlerdi, öteki yasak zevklerde olduğu gibi ancak gizlice içilmesine müsâade ederlerdi... Bira gibi bazı alkolü az mad­delerin beslenme ve tahlil edici Özellikleri olduğu söylenmektedir. Bir Arap dergisinde anlatıldığına göre, gıda bakımından bir lokma ekmek, bir şişe biradan daha fazladır. Bir şişe su ise bir şişe biradan daha fay­dalıdır. Halbuki ekmek ve suda hiçbir zarar yoktur.

Kumarda bahis mevzuu olan faydalara gelince; bazı şans oyunla­rıyla hastaneler ve okullar yapılmaktadır. Bugün başvurulan yolların dışında araplar kumar oynarken parasızları gözetirlerdi. Kazanan kişi­lerin keyif ve rahatı da bu faydalar zümresindendir. Ne var ki bunun karşılığında çoğunluğu teşkil eden kaybedenlerin zararı yer almakta­dır. Çağımızda kumar kazançlarının çoğunluğu kumar işlerini yürüten kumarhanelerin sahipleri tarafından elde edilmektedir. Kumarın bir diğer faydası da fakirin yorulmadan zahmet çekmeden zengin olması­dır. Ancak bunun toplum hayatındaki zararlan çok daha fazladır. Ba­zıları da derler ki; bu âyette sözkonusu edilen içki ve kumarın fayda­lan Allah her ikisini de haram kıldıktan sonra yokolmuştur. Bu ma* kûl bir söz değildir, hiçbir delile dayanmaz. Hissi olarak da reddedilir-. Allah Teâlâ içki ve kuman yasakladıktan sonra halkı bu suçlan işle­mekten men'etmek için böyle bir takım iddialara başvurmaya hiç de gerek yoktur. Çünkü Allah, «günâhlan faydalarından çok daha büyük­tür» buyurmaktadır. Bu buyruk mü'minleri istidlal yoluna başvurmaya sevketmelidir ve onlar daha sonra İslâm'da yer etmiş olan şu iki kaide­ye yönelmelidirler. Birincisi, kötülüklere engel olmak, faydalan elde etmekten öncedir. İkinci kaide; iki zarardan mutlaka birine başvuru-lacaksa, daha az zararlı olana başvurmayı tercih etmek gerekir. Kaynaklar bu âyetin nüzûlüyle, bazılarının içkiyi terkettiklerini bazıla­rının da içmeye devam ettiklerini zikretmektedir.[76]

 

Alkolün Sinir Sistemine Etkileri:

 

Alkolün ağızdan alınmasıyla mideye inmesi çok uzun sürmediği gi­bi, midede kalması da çok uzun sürmez. Zîrâ mideye inen alkolün 1/4'i burada, 3/4'ü de ince bağırsaklardan kana kanşır. Bağırsakların üst kısmından kana karışan alkol, fayda değil zarar sağlar. Çünkü hazım faaliyetine tâbi olmadan sindirim yapmıştır. Bu duruma göre içki alın­dıktan beş dakika sonra kanda alkol tesbît etmek mümkün olur. Nite­kim bu durumdan istifâde eden bazı daireler, şahsın sarhoş olup olma­dığını yaptıkları kan tahlilinden öğrenmektedirler.

Alkolün midede yaptığı tahribat şu şekilde açıklanmaktadır: «Mi­dede alkolün mevzii mühimdir; mide iç zarında (mukoza) sıcaklık yan­ma hissi, şiddetli tahriş ve ağrı yapar. Hücrelerin proteinini çökerterek tahrîb eder ve gastrit, mide ülseri husule gelir. Sulu alkol mahlûlleri tükrük, mide, pankreas salgılarını tenbîh eder. (Bu bakımdan bazıları tarafından iştah açıcı olarak teklif edilmiştir; yanlıştır.) Çünkü alkol pepsini (mide hazım fermenti) ve tripsini (pankreas hazım fermenti) tahrîb eder. Bu suretle hazımsızlıklara sebep olur. Midede asidi bol, ha­zım fermentleri az ifraz yaptırır. Bu asit fazlalığı alkol alan kimselerde mide ağrılarının ve mide ülserinin husulüne sebep olur. Alkol, midenin bağırsağa birleştiği kısmı (pylor) tahriş ederek midenin geç boşalma­sına da sebep olur.

Alkol bağırsağa geçince enterit (bağırsak iltihabı) ve ishaller ile vücûd için lüzumlu ve bağırsak muhteviyatında mevcûd olan gıdala­rın, vitaminlerin —bilhassa B kompleks vitaminleri— emilip vücûda dâhil olmasına mâni olur.

Alkol bağırsaktan sonra tamamen kana dâhil olur. Deveran ile bü­tün organlara te'sîr etmeye başlayacaktır. Fakat uzviyet, alkolü kara­ciğerde parçalamak, böbrek ve teneffüs yolu ile tard etmek için uğra­şır...»

Kanda alkol tesbîti: «Rasyonel araştırmalar trafik kazalarının he­men hemen bir çoğunda alkolün ve sarhoşluğun itham edilebileceğini göstermiştir. Hattâ 1960 da Stockholm'da toplanan ilk alkol ve trafik kongresi milletler arası mâhiyyet almış ve çok ilgi çekici neticelerin aydınlatılmasına yaramıştır. Alkolün etkisiyle vukua gelen trafik ka­zaları ve kazâî ölümler hemen hemen her memlekette % 50 nin üzerin­dedir İçki ve sarhoşluğun sebep olduğu yüksek ölüm nisbeti, insanlığı alkol problemi üzerinde çok ciddî olarak durmağa ve sosyal kanserin radikal tedavi çârelerini araştırmaya sürüklemiştir.

Bundan başka adlî tıb bakımından, suçun mâhiyyeti ve suçluyu belirtecek endekslere de ihtiyâç vardır. Birçok memleketlerde kanda alkol araştırılması ve dozajı yolu ile sarhoşluk testleri kanunî bir gö­rünüm almıştır. Bu bakımdan alkol mes'elesi artık sadece bir fizyolo-jist, hijyenist veya toksikoloğ işi olmaktan çıkmıştır. Bugün bu mes' elede sosyolog kadar adliyeci, hâkim, avukat hattâ lejislâtör de ilgilen­mekte ve hisse almak zorundadır. Yapılan anket ve istatistikler hattâ. % 97 kaza ve kazâî ölümün alkol faciasını dramatik muhayyile mah­sûlü olarak görmeğe ve bu yolla teselli bulmağa çalışmak imkânsız­dır...»

«...Şüphesiz akut bir alkol zehirlenmesinde bu üç hali ayırd ede­cek ciddî belirtiler mevcûd değildir. Şahsî bazı faktörler, tolerans gibi özellikler bu ayınım büsbütün güçleştirir. Fakat mes'elenin matematik cephesi sayılan alkoolemi ele alınınca bu üç fazı birbirinden ayırmak oldukça kolaylaşır, bir litre taze kan içinde veya pütrefaksiyona uğra­mamış iç organlarda tesbît edilen alkol miktarı aşağıdaki halleri aydın­latır.^

1000 de 2: Belirli sarhoşluk.

1000 de 4: Koma hali

1000 de 5: Tam eliminasyondan önce âni olarak ölüm, tipik alkol zehirlenmesi ve ölümü. Sarhoşluğun kimya yoluyla teşhisinde genel olarak aşağıdaki kaideye uyulur:

Bir litre kanda tesbit edilen alkol miktarı, vücut ağırlığının 1 ki­logramı tarafından absorbe edilen alkol miktarına eşittir.

Balthazart-Marcelle Lambert Kaidesi adı altında anılan bu kurala göre, meselâ: 60 kg. ağırlıkta olan bir şahısta kanda hacmen 1000 de 2 (1 litrede 2 cc) alkol tesbît edilecek olsa, bu şahsın tahminen 5-6 saat önce 60X2=120 cc. alkol almış olması lâzımdır. Bu hesap mutlak alkol cinsinden yapılmıştır. Bu miktar 10 derecelik bir şarapta takriben 1,5 litre, hafif bir bira (3-4 lük) da 3-4 litre ve 50 lik bir rakıda 12 küçük kadeh karşılığıdır.

İnsanda öldürücü doz, muhtelif araştırıcılara göre, oldukça farklı gösterilmiştir. Hugoumenq, Hansen ve Viellent'e göre letal doz Kg. için 6-8 gr. dır. Witmark, 70 Kg. ağırlığında bir erkek için 179 - 298 gr. alkolün bir gün içinde alınmasını letal doz olarak belirtmiştir. 70 Kg. lık bir kadın için aynı şartlarda letal doz 154-231 gr. ve bir çocuk için ise, 16 gr. dır. Kanda alkol dozajı tesbiti yolu ile sarhoşluk teşhisi, diğer fizik metodlar yanında hemen en güvenilir usûl özelliğini taşır. Bilhas­sa Witmark Metodu bunların başında gelmektedir...»

Kanda alkolün tesbîtini daha başka metodlarla da yapmak müm­kündür. Hattâ son zamanlarda bu metodlara başvurulmadan nefes yolu ile de, kanda alkol tesbit edilmektedir.[77]

 

Alkolün Beyin Üzerindeki Etkileri:

 

Alkolün sinir sistemi üzerinde yaptığı tahribata geçmeden, sarhoş- halinin erken veya geç uyanmasına yardım eden faktörleri de kı­saca bilmiş olalım.

a — Alkolün te'sîri, muhtelif faktörlere tâbidir.

1 — Emilmenin sürati: Alınan alkolün geç veya erken emilmesi mideye bağlıdır. Boş olan 'bir mide, alkolü kısa zamanda emer. Midenin dolu olması, bilhassa yağlı gıdaların bulunması emmeyi güçlendirir. Yine bu meyanda soğuk içkiler de emmeyi geciktirir. Emmenin çabuk olması, şahsın kısa zamanda sarhoş olduğunu gösterir.

2 — Kesif alkollü içkiler : Bu tip içkiler de kısa zamanda emilerek sarhoşluk te'sîrini gösterirler.

3 — Vücûdun alkolü sarfetme kabiliyeti: Vücûd normal olarak saatte 10 cc. alkolü metabolize edebilecek durumdadır. Bu durum bazı kimselerde daha aşağı bir şekilde olduğu görülebilir. Alkol alınmaya devam
assûdıgi müddetçe kanda alkol miktarı da yükselir.

4 — Şahsın alkole karşı mukavemeti: Bav kimselerin alkole karşı modcivemeti az olduğundan, kana geçen alkol kısa zamanda şahsın zehirlenmesine, hattâ ölümüne sebebiyet verebilir.

Şimdi de alkolü alan şahsın, sarhoşluk halini objektif olarak tahlil etmeye çalışalım:

b — Sarhoşluk arazı ve alkol sarhoşluğunun safhaları:

1 — Ekstasyon safhası: «Az miktarda alkol alanlarda veya sarhoş-ir: başlangıcında, şahıslarda bir neş'e ve hareket hali olur. Çok defa rjerini unutur şakalar yaparlar. Cinsî arzular artar. Bazı kimseler--i depresyon yapar. Birinci safhada yüz ve gözler kızarır, görme hafif bulanıklaşır, gözler ve kaşlar üzerinde hafif ve tatlı bir ağırlık hissedilir; kulaklarda uğuldamalar olur.

2 — Konfüzyon Safhası: Daha fazla alkol alınmış ise, birinci safha kısa sürer ve sarhoşluk başlar, konuşma peltekleşir, adaleler gevşer, yü­rürken sendelemeler olur.  (Ataksi), konfüzyon safhasındaki sarhoşlar konuşmalarını kontrol edemezler, dikkatleri zayıflamıştır. Görme kuv­vetleri de azalır, düzgün yazı yazamazlar; yüksek sesle güler ve konu­şurlar, sırlarım açığa vurur, garaz ve kinlerini belli ederler. Büyüklük
ve övünme jestleri aşikâr belli olur. Bu devirde utanma ve sıkılma his­leri azalır, tecavüzkâr ve kaba hareketler yapabilirler vs hattâ bu saf­hada suç işliyenler olur. Velhasıl konfüzyon devrinde büyük his ve ha­reketlerde bir koordinasyon bozukluğu aşikârdır.

3 — Stupor Safhası: Alkol daha fazla te'sîrini gösterir stupor saf­hası başlar. Sarhoş yarı mefluç bir vaziyyette ve hareketsizdir, konuşa­maz fakat henüz şuuru tamâmiyle kaybolmamıştır; sorulara zorla cevap verebilir, ismi ile çağmlırsa seslenir.

4 — Koma Safhası: Fazla miktarda alkol alınmış ise, sonunda de­rin bir uyku başlar ve şuur kaybolur. Teneffüs ve deveran zaafı sebe­ biyle koma devresinde ölüm vuku bulabilir.

Kanda alkol nisbeti % 01 ise, birinci safha arazı görülür; kanda alkol nisbeti % 02 ise konfüzyon safhası arazı görülür. Kanda alkol nisbeti % 03 ise stupor arazı, % 04 civarında ise koma hali başlar. Kanda alkol seviyesi % 04 civannda ise koma hali başlar. Kanda al­kol seviyesi % 05 i bulursa ölüm vuku bulur...»

Yukarıda geçen safhaların tedkîkinden anlaşılıyor ki, alkol, şahsa ve alındığı miktara göre etkiliyor. Bazılarında yalancı bir neş'e uyarır­ken, bazılarında da yalancı bir kedere sebep oluyor. Bu safha çok geç­meden yerini diğer bir safhaya terkeder. O da, şahsın alkole aklım sat­tığı safha diye tarif edilebilir. Diğer safhalardakiler maddeten ve ma­nen ölü sayılacaklarına göre onları tarife hacet yok.

Yalnız, alkolden mütevellid husule gelen (müzmin alkolizm) belir­tilerini kısaca açıklamaya çalışalım:

c — Müzmin alkolizm: Uzun müddet alkol almaya devam eden­lerde, bir ibtilâ hasıl olur. Sarhoşluk arazlarını bu gibi kimselerde görmek mümkündür. «Fakat bazı defalar bu müzmin alkolizm zemini üzerinde aşırı hecmeler husule gelir ve bu hecmeler esnasında alkolik, tam bir akıl hastası olur. Meselâ, müzmin alkolizm zemini üzerinde, günün birinde ehemmiyetsiz bir sebeble ki açlık, sefalet, verem, trav­malar, sıcak ve güneş çarpmaları, üşütme ve ateşli hastalıklar te'sîriyle Delirium Teremens, Alkol Paranoia'sı, Alkol Hallusinasyonu, Bunama, Korsakof Deliliği ve Dipsomani gibi akıl hastalıkları zuhur edebilir.»

Delirium Tremens : Müzmin alkoliklerde bir anormallik ve bir has- talik başlamış demektir. Başın ağrıması, heyecan ve korku duyması ve iç sıkıntılarının sık sık baş göstermesi bunun alâmetlerinden sayılır. Uykusuzlukları esas olmakla beraber hissî ve hayâlı tarafları çok deği­şiktir. Her an rüya ve hayâller gördüklerini ileri sürerler.» Bütün vü-cûd titrer ve harareti yükselir. Muhtelif hallusinasyonlar arasında bil­hassa görme hallusinasyonlan fazladır. Etrafında hiç kimse bulun­madığı anda bile, sanki yanında birisi varmış ve o şahıs da ona küfür ediyormuş gibi sesler işitir ve ona karşı kendisini korumaya kalkışır. Herhangi bir cismi, korktuğu veya şüphelendiği bir varlığa benzetir ve feryadı basar. Bu devreyi yaşayanlar gerek zatûrrie, gerekse başka bir hastalığa tutulmazlarsa, iyileşmeleri mümkündür.

Alkol Paranoiası: Bu hastalığın başlıca belirtilerinden biri şiddetli kıskançlıktır. Bu devreyi yaşayan bir şahıs, evinde ve yakınlarında çe­şitli kötü hareketlerin döndüğü zehabına kapılır. Ona göre, ya karısı ya kızı veya kız kardeşi zina yapmaktadır. Bundan dolayı da aile içeri­sinde kendisine kötü gözle bakıldığını, hattâ öldürmek istediklerini veh­meder. Bu ve buna benzeyen hezeyanlarla dolu bir âlemin içinde kıv­ranmaktadır.

Alkol Hallusinasyonu : Bu da bilindiği gibi ortada hiç bir madde yok iken, her hangi bir maddeyi var olarak idrâk etme hastalığıdır. Meselâ alkolik, vücûdunda dolaşan küçük hayvanları gördüğünü iddia aier. Bilhassa görme, işitme ve temas hallusinasyonlan meydana çıkar.

Korsakof Deliliği: Bu hali yaşayan alkolikte, cinnet ile beraber sinir felçleri şeklinde organik değişmeler olur. Belirtileri ise şunlardır : Çok yakın bir zamanda yaşadığı hayatını unutmak, hâtıralarında ya­sılmak ve durmadan hayâl ve masallar uydurmak bunlar için adeta bir Kvktir. Korsakof deliliğinin bazan iyileştiği vâkidir.

Dipsomani Hastalığı: «İrsen müsâid ve bozuk dimağlı kimselerde. ıra sıra bir susuzluk gibi, içki susuzluğu olur; nöbetler dışında hastalar acnnal görünürler.

Dipsomani hastalığına tutulan şahıs, günlerce içer ve bir ara içki-te uzaklaşır. Bu hali görenler onun içkiyi terkettiğini zannederler. Fiiat aradan çok geçmez, yine bıraktığı yerden devam etmeye başlar. 3c hastalığa tutulanları kurtarmak çok zordur. Temiz hava, bol gıda *>e durmadan yapılan telkin, hastayı belki kurtarır. Aksi halde mukad­deratı beklemek zorundadır.

Yukarıda alkolün sinir sistemi üzerinde yaptığı belli başlı hastalık »s safhalardan birkaç tanesini izaha çalıştık; Şimdi de alkolün nelere Kjep olduğunu kısaca belirtelim :

1 — Genel Felç : Beyin sifilisinin ağır bir şeklidir. Rûh ve asab bo-gac'agunun başlamasıyla meydana çıkar. Çeşitli devreleri vardır. Bİ1-«Medico-Legal» adı verilen ilk devrede hasta, ahlâkî buhran geçimektedir. Utanma perdesinin kalktığı bu devrede, şahısta karekter değişimine rastlanır, her türlü kötü hareket beklenir.

2 — İhtiyarlık Bunaması: Beyin damarlarının sertleşmesiyle, hüc­reler dejenerasyona uğrar. Bu ise bunamanın başlangıcıdır. Çünkü sert­leşen damarlar normal beslenememektedir. Bu hal hafızanın da kaybı­na sebep olur. Hayâl kurma, karakter değiştirme, deli gibi saldırma ve etrafı pisleme bakımından hastalık kolayca kendini tanıtmış olur. Bu­nun da çeşitli devreleri vardır.

3 — Mani ve Melankoli: Bu isimler hastalığın iki zıt ismi olarak bilinmekte ve bu isimler altında incelenmektedir. Çok defa bu hasta­lıklar, birbirini takip eden nöbetler halinde meydana çıkarlar. Aşırı hareketler yaparlar ve vurup-kırmak arzusunu duyarlar. Çok konuşup, alâkası olmayan kelimelerle kâfiye yapmak isteğine kapılırlar. Ses uyu­mu bakımından birbirlerine benzeyen kelimeleri dâima ters anlarlar. Klinik seyrine göre her ikisinin de, çeşitli şekilleri vardır.

4 — Erken Bunama: Gençlerde meydana gelen teessüriyet, ünsiyet ve ahlâkın bozulması ile kendini tanıtır. Hastalığın seyri ilerlediği vakit, o şahsı tam bir akıl hastası olarak görmek mümkündür. Bu has­talığın meydana gelmesine alkolle birlikte açlık, sefalet, aşk ve sevda gibi haller de yardımcı olur. Hastalığın muhtelif şekilleri ve safhaları vardır.

5— Paranoia : Hezeyanların devamlı sistematik bir halidir. Şüp­he, emniyetsizlik, korku, hafıza ve fikir yoksunluğu başlıca belirtilerindendir.

Düşmanı tarafından takip edildiği zannına kapıldığından sık sık yer değiştirmek zorunda kalır. Bir başka şekline tutulan hastalar, gü­zellik, asalet, büyüklük, kıskançlık ve mûcidlik hezeyanında bulunur­lar,

6 —- Sar'a: Nöbet nöbet tutan ve şuurun kaybı ile kendini belli eden bir hastalık nev'idüv Devamlı sar'a tutanlarda kendilerine mah­sûs bir karakter hâkim olmaktadır. Hastalık; sıkıntı, huysuzluk, ada­le kasılmaları ve beş duyudan birinin önceden hissetmesiyle başlar ve bir kaç saniye veya daha fazla sürer. Çırpınmalar içinde ağıza köpük gelir ve büyük bir horultu ile ayılır. Sonra da hasta kendisinde muaz­zam bir yorgunluk hisseder.

Alkol: Sinirlerde iltihâb (polinevrit) ve felçler yapar. Sinirlerde böyle bir hastalığın doğuşuna sebep de «B» grubu vitaminlerinin nok­sanlığından ileri geldiği söylenmektedir. Çünkü alkol alanlarda bağır­maktaki vitaminlerin emilmesi bozulmuş olduğundan, yeteri derecede sinirlerin ihtiyâcı karşılanmamış oluyor.

Vücûdumuzu ayakta tutan organ, şüphesiz ki kalbtir. Bütün iç ve dış uzuvlar kan sayesinde, faaliyetini sağlamakta, kanı ise kalb idare etmektedir. Kalbin çalışması bozulursa, kan da lâyıkıyla dolaşıp vücûdumuzu besleyemez. Demek oluyor ki kalb, vücûd makinesinin benzin deposudur. Borulardaki bir tıkanıklık hayat motorunun susmasına se­bep olur.

Devamlı alkol alanlarda kalb atışı dâima hızlıdır. Bu hızlılık ise kısa zamanda kalbin etrafında yağ bezleri meydana getirir. Her uzvun kendisine mahsûs olan hacim ve satıhları anormalleşir ve şahsın nor­mal teneffüsünü zorlaştırır. Zîrâ kalb etrafında yer alan yağ bezleri sadece teneffüsü ortadan kaldırmakla kalmaz, aynı zamanda damar­ların genişlemesine, sertleşmesine ve tansiyonun yükselmesine sebep olur. Normal çalışmasını kaybeden kalb, kısa zamanda durabilir. [78]

 

Alkolün Karaciğer Üzerindeki Etkileri -

 

«Alkol karaciğerin glikoz deposunu azaltır, oksijenleşmesini bo­zar. Karaciğer hücresi oksijensizliğe karşı hassastır; karaciğer hücrele­rinde yağlı dejenerasyon ve yağlanma olur ki, bu siroz hastalığının başlangıcıdır. Bu safhadan sonra karaciğer hücreleri nekrozu (ölümü) olur. Hücrelerin yerini bağ dokusu alır ki bu safhada karaciğer sert­leşmiştir. Ve artık siroz husule gelmiştir. O halde alkol, sirozun sebebi­dir Sirozun husule gelişinde alkoliklerdeki gıdasızlık (protein ve vita­min noksanlığı) diğer bir sebeptir. Ve bu isbât edilmiştir. Karaciğerin alkolü zararsız hale getirişi aşağıdaki formülde gösterildiği gibi alkolün oksidasyonu ile olmakta ve neticede karbondioksit ve su husule gelmek­tedir :

CH3   CH2    OH    II,    CHS   CHO

(Alkol)   (Hidrojen      Asetaldehit)

(Asetaldehit + Su — Hidrojen = Asetaldehit)

CH3   CHO + H2O   H,    CH3       COOH Asetikasit         Karbondioksit    Su CH3   COOH       CO2    H2O

Bu şekilde alkolün okside olarak parçalanmasının sağlam karaciğer için yük olmadığı söylenemez. Vücûdun her hücresine olduğu gibi al­kol karaciğer hücresine de direkt te'sîr eder ve karaciğerde sirozun te­şekkülüne sebep olur. Hasta karaciğer için alkolün zararı aşikârdır.

Karaciğer uzviyetin her organı gibi hârika bir husûsî yapıya sahip­tir. Karaciğer hücresinin rejenerasyon (yeniden karaciğer hücresi hu­sule getirme) kabiliyeti yüksektir. Tahrîb olan hücre yerine, hücre hu­sule gelebilir. Hattâ ameliyat ile karaciğerin bir kısmı çıkarılırsa ge­ne karaciğer fonksiyonlarında yetmezlik belirtileri görülmez. Halbuki alkoliklerde karaciğer hücreleri toptan zarar görmektedir. Karaciğer bu­nu telâfi etmeye çalışır. Eğer alkolik başka bir hastalıktan ölmezse, ha- yatının sonunda siroz olabilir. Bu hususu alkoliklerin otopsisindeki ka­raciğerin tedkîki isbâta kâfidir.

Kısaca bu görüşü şöyle özetleyebiliriz : Yediğimiz yemeklerden mü­him bir kısmını vücûdumuza yararlı bir hale getirmeğe ve dışarıdan gelecek zararlı maddeleri, zararsız hale sevketmeye karaciğer vazifeli­dir. Karaciğer içki ile hırpalanacak olursa, bu vazifelerini lâyıkıyla ye­rine getiremez; hazımsızlık artar ve dolayısıyla anormal bir çalışma-doğar

Devamlı alkol alanlarda karaciğer kolayca bozulur ve hastalanır. Bu hal ise kâfi derecede besin alamamaktan mütevellid bir hastalık­tır. Çünkü böyle bir duruma düşen karaciğer sertleşir ve içerisinde bu­lunan süzgeç damarları vazifelerini îfâ edemez hale gelir. Karaciğerin sertleşmesiyle içindeki damarların kanı geçirmemesi, kalbten gelen kan­ların kanna sızmasına vesile olur. Kan sebebiyle şişmeğe başlayan ka­rın, sirozla etiketi takdim eder ve çok geçmeden de icraatını tamam­layarak ölümle vazifesini yerine getirir. Unutmayalım ki, alkolün ilk ateş edeceği yer Karaciğer'dir. [79]

 

Alkolün Böbrek Üzerindeki Etkileri:

 

Alkol alanların böbrek faaliyetlerinde, sıkı bir çalışma sistemi göze çarpar. Çünkü alkol organlara yaptığı zararlan burada da yapmaya te­şebbüs etmiştir. Bunu çok iyi bilen böbrek, bu kıymetli (!) misafirini daha fazla içinde tutmaya tahammül edemez. Aksi halde diğer organ­ların başına gelen felâket bunun kapısını da çalar. Dikkat edilmişse, alkol alanlarda sık sık idrar ihtiyâcı vardır.

Böbreklerin bu derece vazifelerinde hassasiyet göstermelerine rağ­men alkol nefrit dediğimiz böbrek iltihabına, glikozüri dediğimiz idrar­da şekere, plüri dediğimiz idrarda cerahate ve silindirüri adı altında bildiğimiz, idrarda anormal görülen cisimlere yol açar. [80]

 

Alkolün Tenasül Hormonları Üzerindeki Etkileri:

 

Doktorların ekseriyetinin görüşleri içkinin tenasül guddeleri üze­rine yaptığı zararın büyük olduğu noktasında toplanmaktadır. Şimdi bu zevattan bir kaçının görüşüyle mevzûumuzu açıklamaya çalışalım:

«Alkol alanlarda, tenâsülî iştiyak artar, fakat iktidar azalır. Alkol fuhşu teşvik etmesi ve bir çok zührevî hastalıkların buluşmasına zemîn hazırlaması bakımından fuhşun kötü arkadaşıdır. Alkol uzviyetin her hücresine yaptığı gibi cinsiyet hücreleri üzerinde de te'sîr eder. Erkek ve kadın cinsiyet hücrelerinde müstakbel yavruya, anne ve babadan ge­çen vasıflan taşıyan kromozomların tahribi ile iyi vasıfların bozulma­sının sebebi midir? Bu husus henüz tamamıyla aydınlatılmamıştır. Fa­kat aşağıda zikredeceğimiz istatistiklerden anlaşılıyor ki, alkolik anne ve babadan doğan çocuklar aklî ve ahlâkî bakımdan tereddiye uğrar­lar.

1 — Le Grain'in 215 ayyaş ailesinin 810 kişiden mürekkeb nesli üzerinde yaptığı inceleme şu neticeyi vermiştir:

Bedenî arızalar:

Vaktinden önce doğanlar   %   4,5

Ölü doğanlar        %   2

Erken ölenler        % 15

Vereme müsâid     %   4,5

Verem     % 7,5

Erken ölmemiş 640 kişinin aklî bakımdan tedkîkinde :

Ayyaş    197

Dejenere, aptal     322

Suç işleyenler       62

Sar'alı ve histerik  131

Akıl Hastası          145

Aynı ferd muhtelif kısımlarda zikredildiği için yekûn 640 dan faz­ladır.

2 — Paris'de dejenere, aptal, sar'alı, akıl hastası çocuklara mahsûs bir müessesede 1000 çocuk üzerinde anne ve babanın alkol tutkusu nokta-i nazarından yapılan tedkîkte 660 çocuğun ebeveyninin birinde veya
ikisinde müzmin alkolizm tesbit edilmemiştir.

3 — 1740 da yaşamış serseri, ayyaş, hırsız bir kadının neslinden gelen 834 kişiden 709 u hakkında yapılan araştırmanın neticesi şöy­ledir:

Gayri meşru çocuk              106

Fahişe    181

Dilenci   142

Düşkünler yurdunda bakılan 61

Suçlu      72

Beşinci batından sonra bütün kadınlar fahişe olmuş, erkeklerin de ekserisi suç işlemişlerdi.

Netîce olarak şu anlaşılmıştır ki; alkolün içki olarak istimalinde zararı aşikârdır, tçki içen kimse nefsine, sıhhatine, ailesine, milletine hattâ beşeriyete faydalı olamaz. Aksine yük olur. Bunun için dünyada rahat yaşamak isteyenler hayırlı insan olmak isteyenler, ondan kaçın­malıdırlar.

Ünlü Alman hekimi Koch diyor ki; «İçkilerin mâhiyetini anlamak isteyenler, bunlarda beşer için ne gibi fayda bulunabileceğini yahut te-dâvî maksadıyla içilecek miktarın neden ibaret olacağını veyahut da içindeki alkolün yüzde ne kadar olması lâzım geleceğini sormasınlar. Yalnız gerek fertleri gerek cemiyetleri itibariyle bütün insaniyete karşı alkolün verdiği çeşit çeşit cinayetlere dâir fetva istesinler...»

Alkollü içkiler, korkunç hastalık ordusunun çeşitli cinayet men-baından başka bir şey değildir. Sonra alkol öyle bir taundur ki, hür­riyeti teşekkülünden evvel boğar. Çocuğu ya doğum veya gebelik es­nasında öldürür; içlerinden diri doğabilecek olursa onun da beşiğine musallat olur. Şayet beşikteki taarruzundan da kurtulursa yaşar, amma en fecî hastalıklara ve en müzmin arızalara mahkûm olarak yaşar.

İçenlerin vücûdlarıyla ruhları üzerindeki te'sîrine gelince, kuvvet­lerini bitirir; illetlerini arttırır, faaliyetlerini azaltır, irâdelerini felce uğratır, umûmî ve şahsî mes'ûliyetlere karşı şuursuz bırakır. Sonra frengi, verem gibi korkunç hastalıkların zuhuruna yardım eder; ya has­talan bir an evvel helak eder, yahut şifâ bulmalarına mâni olur.»

Meşhur bilgin Solivan, alkollü içkilerin ayyaşların zürriyetleri üze­rindeki te'sîrlerini tedkîk etmiş, bunlara veremlilerin, bir de içmeyen­lerin (yani sağlam kimselerin) nesilleri arasında mukayese yürüterek şu cetveli meydana getirmiştir:

Yüz Çocuğa Nisbetle

 

 

Ayyaşların

Veremlilerin

İçmeyenlerin

 

Çocukları

Çocukları

Çocukları

Doğarken ölenler

5,2

4,1

2,79

Bir aylık ölenler

6.3

4,2

4

Bir aylıktan beş

 

 

 

aylığa kadar ölenler

7,7

6

4,8

Bir yaşından beş

 

 

 

yaşına kadar ölenler

14,6

9,3

7,5

Yekûn :

45.—

27,7

25,39

Mösyö Monseieur Le Grand Paris'te alkole mübtelâ 215 aileyi mua­yeneden geçirmiş; çocukların,

% 21,7 doğarkan ölmüş.

% 78,6 muhtelif hastalıklara yakalanmış olarak yaşıyormuş.

% 50,5 ahmak.

% 30,8 ayyaş.

% 27    nikris (goutte) hastalığına ve adale hastalıklarına.

% 22,7 ruhî hastalıklara,

% 20,4 sar'a veya ruhî krizlere,

% 14    verem ve diğer uzvî hastalıklara mübtelâ,

%   9,7 cânî,

%   6,6 çocukluğundan (omurilik) iltihabı ile hastalanmış...»[81]

 

İslâm Hukukunda İçkinin Hükmü

 

Büyük hukuk bilgini Abdülkâdir Ûdeh, İslâm Ceza Hukuku bakı­mından içki içmenin hükmünü detaylı olarak şöyle açıklıyor :

İslâm hukuku içkiyi kesin olarak yasaklamıştır. Çünkü İslâm İç­kiyi bütün kötülüklerin anası olarak kabul eder. Akla, ruha, sıhhate ve mala zarar verici bir şey olarak görür. İslâm tâ ilk günden beri, in­sanlara; içkide her ne kadar —az miktarda— fayda unsuru bulunsa da büyük zararlar olduğunu açıklamaya dikkat etmiş ve bu hususta şöyle buyurmuştur: «Sana içki ve kumardan sorarlar. De ki, her iki­sinde hem büyük bir günâh hem de insanlar için fayda vardır. Gü­nâhları ise faydalarından daha büyüktür.»

İslâm şeriatı içkiyi 13 asır evvel yasaklamıştır. İçkiyi yasaklayan hükümler geldiği günden beri içki yasağı hükmünü tatbik sahasına koymuştur. 18. yüzyılın sonlanyla 20. yüzyılın başlarına değin İslâm ülkeleri içkiyi yasaklamakta idiler. Bu dönemden itibaren batı hukuk sistemlerini uygulamaya ve İslâm hukuk sistemini terketmeye başla­dılar. O günden bu yana —Mısır'da olduğu gibi— içki mübâh ve nor­mal kabul edilmiştir. İçki içene veya sarhoş olana hiç bir ceza veril­memiştir. Ancak sarhoş iken umûmî mahallerde rahatsızlık çıkaranlar cezalandırılmıştır. Eğer husûsî mahallerde bir insan içer ve sarhoş olur­sa hiçbir müeyyide uygulanmaz. Yani Mısır kanunlarının koymuş oldu­ğu yasak, içki içmeye ve sarhoş olmaya dâir değil, umûmî mahallerde sarhoş gezinmeye dâirdir. İslâm'ın yasaklamasına rağmen, müslüman-ların normal kabul ettikleri ve cezalandırmadıkları içki konusunda; İs­lâm ülkeleri dışında büyük yasaklama kampanyalan açılmaktadır. İç­kinin yasaklanmasını isteyen dernekler ve topluluklar her ülkede mev­cuttur. Bu dernekler muhtelif vasıtalarla içkinin insan'ar üzerindeki büyük zararlarını ve toplumlar üzerindeki kötülüklerini anlatmaya ça­lışmaktadırlar. Tıbbın; içkinin sağlık için büyük bir zarar olduğunu, bedene ve beyine etki edip zayıflattığını ve bunun neticesinde de bir­çok delilik ve kısırlık vak'alarınm ana sebebi olduğunu, kısırlaştırmağa bile neslin azalmasına, akıl ve beden yapısı bakımından dejenerasyonu­na vesîle olduğunu belirtmesinden sonra, dünyanın muhtelif memle­ketlerindeki bu dernekler (yeşilay) içkinin yasaklanması girişiminde bulunmuşlardır. İlmen içkinin üretimi düşürdüğü isbât edilmiştir. Bü­tün bu hususlar İslâm'ın içki konusundaki görüşünü destekleyici fak-törlerdir. Yüzyılımızda yeryüzünden içkinin yasaklanması konusundaki kuvvetli propagandalar neticesinde müslüman olmayan birçok devletler içki yasağını uygulama yoluna baş vurmuşlardır. Amerika Birleşik Dev­letleri yıllarca içkiyi bütünüyle yasaklayan kanunlar çıkarmıştır. İki yıldan beri Hindistan da aynı kanunu yürürlüğe koymuştur. (1949) Bu iki büyük devlet içkiyi tümüyle yasaklarlarken, birçok küçük devletler de içki yasağına kısmen uymuş ve umûmî mah&Uerde, günün muhtelif saatlerinde veya yılın belirli günlerinde içki alınmasını ve satılmasını yasaklamış ve muayyen yaşın altında kalanların içki almalarını ve sat­malarını cezalandırmıştır. Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki; ilmen içkinin insan sağlığına büyük zararlar verdiği isbât edildikten sonra müslüman olmayan ülkelerin birçoğu bugün içki yasağım fikren ka­bule hazır hale gelmiştir. Yasak doğrultusundaki görüşler hergün güç­lenmekte ve gelişmektedir. Birçok bilgin ve devrimcilerin bu yolda adımlar attığı bilinmektedir, öyle sanıyoruz ki, bütün dünya milletle­rinin içkiyi kesin olarak yasaklayacakları günler çok uzaklarda değil­dir. Görülüyor ki; 13 asır boyunca İslâm'ın koyduğu çizgde yürüme­yen İslâm dışı ülkeler bugün İslâm'ın önemli görüşlerinden birisini ka­bule hazır hale gelmişlerdir.

Aslında bu durum İslâm ülkelerinin çabucak kendisine gelmesine ve İslâm'ın hükümlerini uygulama alanına koyarak içkiyi yasaklama­larına vesile olmalıydı. Ne var ki, müslümanlar hâlâ derin bir uykuya dalmış ve çevrelerinde olup bitenlerden habersiz bulunuyorlar. Hattâ kendilerini bile düşünmekten âcizler. Yakın bir gelecekte bütün dünya milletleri içkiyi yasaklayacaklar ve böylece İslâm'ın 13 asır evvel davet etmiş olduğu gerçek, tahakkuk imkânı bulacaktır, hem de İslâm'a bağ­lanmayan milletlerin eliyle. Hem de İslâm'ın her gerçeğinden habersiz kalan kitlelerin eliyle... [82]

 

İslâm Hukukuna Göre İçkinin Manâsı:

 

İçkinin manâsını ta'yîn hususunda İslâm hukukçuları ihtilaflıdır­lar. İmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'e göre; sarhoşluk verici şeyleri içmek —ister adı rakı olsun ister başka bir şey olsun, ister üzüm suyu olsun ister hurma, kuru üzüm, arpa, yulaf, pirinç gibi diğer mad­delerin suyu olsun —ister azı sarhoşluk versin, ister çoğu sarhoşluk ver­sin haramdır. Ebu Hanîfe'ye göre; içki sadece rakı içmeye münhasırdır. İster çok ister az olsun rakı denilince içki kasdolunur. Ebu Hanîfe rakı ile aşağıdaki şeyleri kasteder :

a) Kaynayıp köpüren ve sıkılan üzüm suyu. Ebu Yûsuf ve Muhammed'e göre; üzüm suyu kaynayıp sıkıldığı zaman ister köpük salsın ister salmasm rakı olur.

b) Kaynayıp üçte ikisinden azı giden ve sarhoşluk veren üzüm suyu.

c) Suyla ıslatılmış ham hurma ve üzümün kaynatılarak sıkılıp köpük salan kısmı. Köpük salma şartı Ebu Hanîfe'ye göredir. Ebu Yûsuf ve Muhammed'e göre köpük salma şartı yoktur. Hurmanın ham veya olgun olması arasında fark yoktur. Ebu Hanîfe'ye göre; bu üç nevî'nin dışında yapılan içki, rakı olarak kabul edilmez. Üzüm suyu üçte ikisi ka­dar kaynatılırsa, hurma ve incir suyu üçte ikisi gitmeyecek şekilde- kaynatılırsa; buğday, arpa ve diğer maddelerden —ister pişmiş ister ham olsun— sıkılan su; içki (rakı) olarak kabul edilmez ve sarhoşluk vermediği sürece içilmesi helâldir. Sarhoşluk verirse içildiği için ceza­landırılmaz, ancak sarhoşluk verdiği için cezalandırılır. Ebu Hanîfe'nin bu görüşünü serdederken delili şudur: Rasûlullah (s.a.) hurma ve üzüm kütüğüne işaret ederek : «Rakı bu iki ağaçtandır.» buyurmuştur. Yine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Rakı bizatihi haram kılın­mıştır, öteki içeceklerden de sarhoşluk veren şeyler.»

Şu halde Ebu Hanîfe; rakı ile sarhoşluk verici maddeleri ayırmak­tadır. Ona göre; ister az olsun, ister çok olsun rakının içilmesi haram­dır. Rakının dışında sarhoşluk veren öteki maddelere gelince; Ebu Ha­nîfe bunlara rakı değil, sarhoşluk verici madde adını takmaktadır. Ona göre; sarhoşluk verici maddelerin içilmesi halinde sopa cezası veril­mez. Ancak sarhoş olunması halinde sopa cezası verilir. Çünkü bunlar­da haram olan, bizatihi sarhoşluk veren maddenin kendisi değil, sar­hoşluğa vesile olan miktarıdır. Bu takdirde bir şahsın içkinin dışın­daki içeceklerden üç bardak içse ve sarhoş olmasa dördüncü bardağı içince sarhoş olsa haram olan dördüncü bardaktır.

Ebu Hanîfe'nin rakı ile sarhoşluğu birbirinden ayırmasının neti­cesinde sarhoşlukla içkinin cezasını ayırma durumu ortaya çıkar. Bu yüzden Ebu Hanîfe haddin iki kısım olduğunu öne sürmektedir. Birin­cisi içki haddidir ve bu —ister içen sarhoş olsun, ister olmasın, ister az içsin ister çok içsin— içki haddi rakı içmeye münhasırdır. İkinci had sarhoşluk verici içecek içilip de sarhoş olunursa bu had gerekir, sarhoş olunmazsa gerekmez. Diğer imamlara göre; içki haddi birdir ve o da sarhoşluk verici maddeyi içmektir. Âdı ister rakı olsun, ister başka bir şey olsun, ister sarhoş etsin, ister sarhoş etmesin. Çoğu içildiğinde sar­hoşluk veren maddeyi içen kişiye içki haddi vurulur. Onlara göre; çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.

Üç imâmın öne sürdüğü görüş İslâm dünyasında benimsenen gö­rüştür. Fakat biz Hanefîlerin görüşünü da açıklıyarak içki ve sarhoşluk haddi üzerinde durmayı uygun gördük. Kaldı ki öteki fakîhlerin tümü de sarhoş olan gayr-i müslimlere had vurmanın gerektiği görüşünde­dirler. Şu halde bu iki noktadan sarhoşluk haddi üzerinde söz etmek icâbetmektedir. Diğer bazı fakîhler zimmîlerin sarhoş olacak kadar içki içmeleri halinde ta'zîr cezasına çarptırılacağım öne sürerler.

İslâm hukukçularına göre, genel kaide şudur: Dinleri haram say­madığı sürece gayr-i müslimlerin içki içmesi mubahtır. Bu kaide Rasû­lullah (a.s.) in şu hadîs-i şerifinin tatbikinden ibarettir : «Onları dinle­riyle başbaşa bırakmakla emrolundum.» Lâkin sarhoşluğu bütün dinler yasaklarlar. Bunun için bazı İslâm fakîhleri, sarhoş olan gayr-i müs­limlere had vurulmasını öngörürler. Diğer bazıları ise ta'zîr cezası ve­rilmesini gerekli bulurlar. Gayr-i müslimlerin, açıktan açığa sarhoş ol­masalar da içki içmeleri —içki kendileri için mubah olmasına rağ- men— halinde tazîr cezasını öngörmektedirler. Bütün bunlann yanı-sıra İslâm hukukunda gayr-i müslimlere içki içme müsâadesinin veril­mesi halinde içtimâi bozukluklara ve dejenerasyona vesile olması yü­zünden içki haddinin uygulanmasını önleyecek bir kaide yoktur. Şüp­hesiz ki; müslümanlara içki içmeyi yasaklayıp gayr-i müslimlere ya­saklamamak toplumda infisaha vesile olur. Çünkü onlara içki içme mü­sâadesi tanındığı takdirde İslâm ülkesinde içkinin bulundurulması ge­rekecektir. Bu ise müslümanları içki içmeye teşvik edici bir faktör olacaktır. Ve İslâm'ın koyduğu içki yasağı prensibini kökten yıkmağa vesile olur. Günümüzde pekçok Hıristiyan ve Budist devletler kendi Hıristiyan, Budist ve Müslüman vatandaşlarına içkiyi yasakladıkla­rına göre; müslüman memleketlerin de hangi dinden ve mezhepten olursa olsun vatandaşlanna içki içmeyi yasaklaması gayet tabiidir. İçki suçunun dayandığı iki ana rükün vardır:

 I — İçki içmek,

II — Suç kastı.

İmâm Mâlik, Şafiî ve Hanbel'e göre, içilen maddenin adına, ana maddesine bakılmaksızın suçlunun sarhoşluk verici maddeyi içmesi ha­linde suçun bu rüknü ortaya çıkmış olur. Onlara göre, içilen madde­nin üzümden, hurmadan, arpadan, buğdaydan, şeker kamışından elma­dan veya başka bir maddeden çıkarılmış olması önemli değildir. Keza içi­len maddenin, sarhoşluk verici şeyin —fiilen sarhoşluk vermese bile— azı da haramdır. İçilen bir maddenin normal olarak on bardak veya daha fazla içilmesi halinde sarhoş edici olması durumundan tek bir bardağını bile içmek, sarhoş etmese dahi haramdır. Bir bardağın bir kısmını bile içmek yasaktır. Çoğu sarhoşluk veren maddenin azının içil­mesi halinde içme rüknü oluşmuş sayılır. Çoğu sarhoşluk vermeyen şe­yin azını içmek haram değildir.

Ebu Hanîfe'ye göre; içilen nesne rakı olmadığı takdirde içki rüknü oluşmuş olmaz. Yukarda Ebu Hanîfe'nin rakıdan neyi kastettiğini açık­lamıştık. Ona göre içilen nesne rakı olmazsa içme rüknü oluşmamış sa­yılır. İsterse içilen nesne sarhoşluk verici olsun ve fiilen sarhoş etsin. İslâm hukukçulan arasında ittifakla kabul edilmektedir ki; içki iç­me rüknünün oluşması için, içkinin sarhoşluğa vesile olması şart değil­dir. İçilen miktarın sarhoş edici olması imkânsız dahi olsa suçun or­taya çıkması için, yalnızca içki içmek yeterlidir. Çünkü haram olan bi­zatihi içki içmektir. İçilen nesne sarhoşluk verici olmadığı takdirde, sar­hoşluk verdiği zannıyla içilse bile ceza gerekmez. Ancak içen kişi gü­nahkâr olur ve bu, kendisi ile Rabbı arasındadır. Sarhoşluk veren mad­denin içilmiş olması şarttır. Eğer içilmiş değilse had gerekmez ancak ta'zîr gerekir, esrar ve haşhaş gibi. Sarhoşluk verici madde içme yolu­nun dışında ağıza ve karma girmiş olsa bile içki haddi vurulur. Sar­hoşluk verici maddeyi, yemeğe katmak veya hamurla yoğurmak gibi.

Sarhoşluk verici madde; ana özelliğini koruduğu sürece —renk, koku, tat ve etki— su ile karıştırılmış olsa bile haramdır. Şayet sarhoş­luk verici madde, bütün ana özelliklerini tamâmiyle yitirecek şekilde suya karıştırılacak olursa, karışım müskirattan sayılmaz. Ebu Hanîfe, Şafiî ve Hanbel'e göre su kabul edilir. Mâlikî mezhebinde kuvvetli bir görüş uyarınca; sarhoşluk verici madde iyice kaybedilmiş olsa bile ka­rışım müsrikâttan sayılır ve haramdır.

Suçlunun içki suçundan mes'ûl tutulması için, içilecek maddenin boğazına veya karnına ulaşması kâfidir. İçilen madde boğazına gir­mezse —ağzına doldurup sonra çıkarırsa— içki içmiş sayılmaz. Mâlikî-lerle Hanefîler; suçlunun suçu işlemiş sayılması için ağız yoluyla mide­ye ulaşmasını şart koşarlar. Eğer sarhoşluk verici madde burun veya damar yoluyla (şırınga etmek gibi) mideye ulaşacak olursa had vu­rulmaz. Çünkü şüphe söz konusudur. Şüphe haddi durdurursa da ta­bii ta'zîr cezasını önleyemez. Şafiî mezhebinde ise üç görüş vardır: Bi­rinci görüş, Mâlikîlerin görüşünü benimser. İkinci görüşe göre; içki ağız yoluyla mideye ulaşmasa bile başka yollarla ulaştığı takdirde had vu­rulur. Üçüncü görüş, damarlara şırınga ile enjekte edilmesine haddin gerekmiyeceğini, burundan intikal halinde haddin gerekeceğini kabul eder.

Hanbelî mezhebinde ise iki görüş vardır : Boğaz yoluyla mideye ula­şan sarhoşluk verici maddeye had vurulur. —Ağız yoluyla içmek ve burun yoluyla akıtmak gibi— Enjekte yoluyla mideye ulaşan sarhoşluk verici maddeye had gerekmez. İkinci görüş ise, her iki halde de had vur­mak gerektiğini belirtir.

Rakıyı veya sarhoşluk verici maddeyi, susuzluğu gidermek için içen kimse, —su içme imkânı bulunduğu halde— içki içmiş sayılır. Fakat kederini defetmek için içmek zorunda ve mecburiyetinde kalan kimseye had vurulmaz çünkü zaruret vardır. Ancak ta'zîr cezası verilir. «Kim de mecbur kalırsa aşın gitmeksizin içecek olursa ona günah yoktur.» İkrah olunanın durumu da aynıdır. İkrah ister maddî olsun, ister ma­nevî. Çünkü Allah'ın Rasûlü «Benim ümmetimden hatâ, unutma ve zorlandığı şey bağışlanmıştır.» buyurmuştur. Öldürücü susuzluğu gider­mek için içki içen kimsenin durumu ihtilaflıdır. Malikî ve Şafiî mezhe­binden kuvvetli bir görüş ile Hanefî mezhebine göre susuzluğunu def­etmek için (öldürücü) içki içen kimseye had gerekmez.

İmâm Ahmed îbn Hanbel ise; susuzluğu gidermek için birtakım maddelerle karışık olarak içen kimselerle, susuzluğu gideren maddeler­le karıştırıp içen kimseler arasında fark gözetmektedir. Birincisine had cezası öngörülürken ikincisine bir şeyi gerekli bulmaz. Çünkü zarureti defetmek için içmiştir.

İçkiyle tedâvî konusunda ihtilâf vardır. Mâlikî ve Şafiî mezhebinde kuvvetli olan görüş, içkiyle tedavi yoluna başvuran kimseye had vurul­masını öngörür. Fakat hasta vücûdunu içki ile ovuşturursa had gerek­mez. Allah Rasûlünden nakledilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur: «Kim içkiyle tedavi olursa Allah ona şifâ vermez.»

«Muhakkak ki, Allah benim ümmetimin derdinin devasını; ona ha­ram kıldığı şeylere vermemiştir.» Ebu Hanîfe tedavi için kullanılan içkinin mubah olduğu görüşündedir. İmâm Ahmed ise, tedavi için dahi olsa içki içmenin haram olduğunu ve had vurulacağını ifâde eder.

İçkinin mubah, sarhoşluğun haram olduğunu söyleyenlere göre; sar­hoşluk için had gerekir. Bu husus gayr-i müslim ve Hanefilerin söyle­diğine göre içki dışı sarhoşluk verici maddeler için söz konusudur. İçki mubah olmazsa vurulan had sarhoşluk haddi değil, içki haddidir. İster­se içki tümüyle sarhoş edici olsun. Şu halde sarhoşluk içkiden sonra ge­len bir derecedir ve içkinin bir neticesidir. Bunun için sarhoşluk su­çunun rükünleri arasında içki suçunun rükünlerinin bulunması gerek­tiği gibi, içmenin sarhoşluğa kadar varması icâbeder. Suçlu sarhoş ol­mak için içki içmese bile, içilen madde sarhoşluğa vesile olmayınca ne içmeye, ne de sarhoşluğa had icâbeder.

Suçlu sarhoşluk verici maddeyi, sarhoş edeceğini bile bile içer ve sarhoş olunca sarhoşluk haddi vurulur. İçki fiilen sarhoşluğa vesile ol­duğu müddetçe az bile içse had gerekir. Keza suçlu sarhoş olmak is­temese dahi sarhoş olduğu müddetçe, had tatbik olunur. Çünkü suçlu­nun içtiği nesnenin sarhoşluğa vesile olacağını bilmesi gerekir. Haddi gerektiren sarhoşluk konusunda ihtilâf vardır. Ebu Hanife'ye göre; sar­hoşluk aklı izâle eden haldir. Sarhoş kişi az veya çok hiçbir şey düşü­nemez. Gökle yeri, kadınla erkeği tefrik edemez.

Ebu Yûsuf ve Muhammed'e göre; sarhoş hezeyanın hâkim olduğu kişidir. Delilleri ise şu âyet-i celîle'dir: «Ey îmân edenler, siz ne dedi­ğinizi bilinceye kadar sarhoş iken namaza yaklaşmayınız.» Şu halde ne dediğini bilmeyen kişi bu âyetin hükmü gereğince sarhoştur. Ebu Yûsuf ve Muhammed'in görüşü diğer imamların görüşüne uymaktadır.

Bir kişi, rakı içtiği veya içtiği maddenin sarhoşluk verdiğini bile bile içerse suç kasdı mevcûd demektir. Sarhoşluk verici maddenin çoğu­nun sarhoş edici olacağını bilmeden içen kimseye, içtiği madde sarhoş etse bile had vurulmaz. Keza sarhoşluk verici bir madde olmadığı zan­nıyla sarhoşluk verici bir maddeyi içen kimseye had vurulmaz. Keza sarhoşluk verici bir madde olmadığı zannıyla sarhoşluk verici bir mad­deyi içen kimseye had vurulmaz. Bu durumda suçluya ceza yoktur. İs­terse suç büyük bir hatâ veya tedbirsizlik sonucu olsun. Çünkü kasıtlı suçun olabilmesi İçin; fiilde kasdın bulunması şarttır. Suçlu, içkinin haram olduğunu bilmeden içerse suç kasdı olmadığı kabul edilir. İs­terse içilen nesnenin sarhoşluk verici olduğunu bilsin. Lâkin içki su­çunda; müslüman memleketlerde doğup yetişmiş olan bir kimsenin; iç-kinin haram olduğunu bilmemesi mazeret olarak kabul edilmez. Çün­kü kişinin müslümanlar arasında doğup büyümesi prensib olarak içki yasağından haberdâr olması için yeter. Fakat müslüman olmayan ülke­lerde doğup büyüyen kişinin içkinin haram olduğunu bilmediğini iddia etmesi mazeret olarak kabul edilir. İçkinin haram olduğunu gerçekten, bilmediği sabit olursa ceza verilmez. Lâkin İmâm Mâlik cezayı bilme­menin hüccet olarak öne sürebileceğini kabul eder. İçkinin haram ol­duğunu kaJbul edilmesini bilmemekle beraber cezâsmı bilmeme iddiası kabul edilmez. [83]

 

İçki İçmenin Cezası :

 

İmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe'ye göre içki içen kimseye seksen değ­nek sopa vurulur. İmâm Hanbel'in de bu görüşte olduğu bir rivayette naklolunur. Bir başka rivayete göre İmâm Hanbel'in ve İmâm Şafiî'nin de içki haddinin sadece kırk değnek olduğunu beyân ettikleri ifâde edi­lir. Lâkin içki içen kimseye —devlet reisi uygun gördüğü takdirde— sek­sen değnek sopa vurulmasında adı geçen imamlar bir beis görmezler. Bu takdirde içki haddi kırk değnek olmakta ve geriye kalan miktar ta' zîr cezası hükmüne geçmektedir. Ebu Hanîfe'ye göre; sarhoşluğa içki ce­zasının aynısı verilir. Ona göre seksen değnek; hem içki, hem de sar­hoşluk haddidir.

İslâm hukukçularının içki haddinin miktarı konusunda farklı gö­rüşlere sahip olmalarının nedeni Kur'an-ı Kerîm'in içki cezâsmı kesin olarak ta'yîn etmemiş bulunmasıdır. İçki haddini Kur'an-ı Kerîm kesin olarak ta'yîn etmediği gibi sahabenin içki için vurulacak had konusun­da bir görüş üzerinde icmâ' etmiş olduklarını belirten kesin bir rivayet de yoktur. Kur'an-ı Kerîm her ne kadar içkiyi yasaklamışsa da, Allah Rasûlü, içki haddi için bir sınır ta'yîn etmemiştir. Bazan az bazan çok sopa vurduğu vâriddir. Lâkin kürkün üzerinden sopa vurmadığı bilin­mektedir. Hz. Ebu Bekir döneminde içki haddi kırk değnek olarak vu­rulmuştur. Rivayet edilir ki, Hz. Ebu Bekir, Ashab-ı Güzîne, Hz. Pey­gamberin içki için kaç sopa vurduğunu sormuş ve onlar da kırk sopa vurduğunu nakletmişlerdir. Ebu Saîd el-Hudrî ve Hz. Ali (r.a.) den nak­ledilen bir rivayette Rasûllulah (a.s.) m içki için kırk değnek vurduğu belirtilir. Hz. Ömer döneminde içki konusu bir hayli kanşık bir durum almış ve bunun üzerine Hz. Ömer, ashâb ile istişare etmiştir. Bu isti­şare esnasında Abdurrahmân îbn Avf demiş ki; «İçkiye en az haddi tatbik et ve seksen değnek vur.» Hz. Ömer, içki haddinin seksen değ­nek olduğunu, Hz. Hâlid'e, Şam'daki Ebu Übeyde'ye yazı ile bildirmiş­tir. Rivayet edildiğine göre bu istişare esnasında Hz. Ali (r.a.) şöyle de­miş : «İçki içene seksen değnek vurulmalıdır. Çünkü içki içen sarhoş olur. Sarhoş olan hezeyan eder, hezeyan eden iftira eder ve iftira edene seksen değnek sopa gerekir.» Muâviye İbn Rakkâş'dan rivayet edilir ki, o Söyle demiş.   tBen Hz. Osman (r.a.) a Ukbe oğlu Velîd'in getirildiğine şâhid oldum. Üç kişi onun hakkında şehâdet etti, birisi içki içerken gör­düğünü, diğeri kusarken gördüğünü söyledi. Bunun üzerine Hz. Os­man Hz. Ali'ye buna had vur diye emîr verdi. Hz. Ali, Cafer oğlu Ab­dullah'a buna had vur, diye buyurdu. Abdullah eline kırbacı aldı ve Uk-be'ye vurmaya başladı. Hz. Ali, kırbacı sayıyordu. Kırka ulaşınca ye­ter, dedi. «Hz. Peygamber kırk sopa vurdu. Ebu Bekir kırk sopa vurdu, Ömer ise seksen sopa vurdu. Hepsi de sünnettir. Ama ben bunu tercih ediyorum.»

Hz. Ali (r.a.) den şöyle dediği rivayet edilir: «Ben bir kişiye had vurup da ölmesi halinde içimde hiçbir his duymam, ancak içki haddi müstesnadır. Eğer içki haddinden bir kimse ölürse onun diyeti gerekir. Çünkü Rasûlullah (a.s.) bize içki haddinin seksen olduğuna dair bir sünnet bırakmamıştır.»

islâm hukukçularından; içki haddinin seksen değnek olduğunu söyleyenler sahabenin bu miktarda icmâ' ettiğini kabul etmektedirler. Bilindiği gibi icmâ' yasal kaynaklardan birisidir. İçki haddinin kırk değ­nek olduğunu söyleyenler Hz. Ali (r.a.) nin Velîd İbn Ukbe'ye kırk değ-neK vurduğunu, Hz. Peygamberin kırk ve Ebu Bekir'in kırk, Ömer'in seksen değnek vurduğunu ve kendisinin ise kırkı tercih ettiğini söyle­yen rivayetini gösterirler. Bu görüş taraftarları Hz. Peygamberin fiili­nin bir hüccet olduğunu, başkasının fiili ile onun fiilinin terkedilemiye-ceğini, Hz. Peygamberin fiiline muhalif bir icmâ'ın yapılamıyacağını, Hz. Ebu Bekir'in Ali'nin yaptığı gibi kırk değnek vurduğunu belirtir­ler. Hz. Ömer'in vurduğu fazla miktarı ise, devlet reisinin gerekli gör­düğü zaman uyguladığı ta'zîr cezası olarak değerlendirirler.

Prensib olarak had cezaları, af, sulh ve iskâtı kabul etmez. Allah'a âit hakları ilgilendiriyorsa bunu kimse affedemez, kaldıramaz. İçki had­di tamamen Allah'ın hukukunu ilgilendiren bir had olduğu için fert­lerin veya toplumun onu isfcât veya affa hakkı yoktur. Biz İmâm Şafiî' nin görüşünü kabul edecek olur ve haddin kırk değnek olduğunu, artan miktarın ta'zîr olduğunu benimser isek, devlet reisinin ta'zîr olarak ka­bul edilen miktarı tamamen veya kısmen affedebileceğini belirtebiliriz. Çünkü Şeriat, devlet reisine ta'zîr suçlarında cezayı ve suçu affetme hakkını vermiştir. Fakat had olarak kabul edilen miktarı af veya iskât imkânı yoktur.

Fukahâ tarafından ittifakla kabul edilmektedir ki; sarhoş ayılın-caya kadar ceza tatbik olunmaz. Çünkü ceza uslandırmak ve engellemek için konulmuştur. Sarhoş ise, kendisine ne yapıldığını tamamen farke-demez. Bazı fakîhlere göre; ayılmadan önce sopa vurulursa hüküm ye­rini bulmuş sayılmaz ve haddin yeniden tatbiki gerekir. Diğer bazı fa-kîhler ise, suçlunun sopanın vurulması ânında, durumu ayırdedip et­mediği arasında fark gözetirle!. Eğer ayırdedecek durumda ise hükmün yerini bulduğunu, ayırdedemiyecek durumda ise cezânm tekrarlanaca­ğını belirtirler.

îçki ve sarhoşluk suçunda; suçlar birden fazla olursa ve birinin hük­mü tatbik edilmemiş ise —ister hakkında hüküm verilsin ister veril­mesin— suçlar; cezalardan birisinin tatbikinden önce işlenmiş olduğu müddetçe iç içe girerler. Ve sadece birinin tatbiki ile kifayet edilir, fa­kat cezanın tatbikinden sonra suç tekrarlanırsa yeni bir had icâbeder.

İçki suçlarında tedahül üç bakımdan mümkün olabilir:

a — Müteaddit suçların cezası, cezanın infazı ânına kadar iç içe girebilir.

b — Sarhoşluk suçunun cezası ile içki cezasının suçu iç içe gire­bilir. Meselâ bir zımmî sarhoş olur ve sarhoşluk için gereken ceza uy­gulanmazdan önce müslüman olur ve içki içerse bu durumda sarhoşluk haddi ile içki haddi iç içe girer. Hanefîlere göre; içki haddi ile sarhoşluk haddi şu tür vak'alarda yine tedahül eder. Bir şahıs sarhoş olsa ve sar­hoşluğa dâir hüküm uygulanmazdan önce rakı içse bir tek had vur­makla yetinilir.

c — İçki haddi ile kısas olarak yapılan öldürme haddi iç içe girer. Öldürmenin bir insanın hakkına karşılık olmasıyla Allah'ın haddinin tatbiki arasında bir fark yoktur. Meselâ bir kişi içki içse ve evli olduğu halde zina yapsa veya içki içse ve bir şahsı öldürse, sadece öldürme ce­zası tatbik olunur ve içki için ceza gerekmez. Çünkü her cezadan mak-sad uslandırma ve diğerine engel olmaktır. Öldürme halinde ise engel olmanın gereği olmadığı gibi, öldürmenin altında kalan cezanın tat­bikinde uslandırma söz konusu olmaz. Ebu Hanîfe, Mâlik ve Hanbel'e göre; haddin meşru' kılındığı gaye ve fayda ortadan kalkınca uygulan­ması gayr-i meşru olur.

îmâm Şafiî'ye göre; kati cezası, kendi altında kalan cezaları iskât etmez. Bunun için öldürmeden önce tüm cezaların infazı gerekir. Me­selâ bir kişi içki içer, hırsızlık eder ve evli olduğu halde zina ederse, içki için sopa vurulur, hırsızlık için eli kesilir ve evli olarak zina ettiği için öldürülür.

Ebu Hanîfe ve Hanbel'e göre; içki haddi ölüm cezasının dışında di­ğer hiçbir ceza ile kesişmez. İmâm Mâlik'e göre; içki haddi iftira had-diyle kesişir, çünkü her ikisinin gereği de aynıdır. Ona göre genel kaide şudur : Hadlerin gerekleri birleşince, hadler de iç içe girer. [84]

 

Sopa Cezasının Uygulanma Şekli :

 

Sopa cezası, aynı zina cezasının uygulandığı gibi uygulanır. Bazı fakîhlere göre içki içmekten dolayı had vurulan kimsenin elbisesi so­yulmaz. Çünkü içki haddi hadlerin en hafifidir, had vurulan kişinin elbiselerinin üzerinde bırakarak durumun hafîf olduğunun izhârı gerekir. Lâkin kuvvetli görüş içki haddi ile diğer hadlerin infazı arasında bir fark olmadığı konusundadır. Şeriatı gönderen yaratıcı, farklılığı sopa sayısını azaltmakla göstermiştir.

Bazılarına göre; muhtelif cinsten hadler birleştiği zaman en son içki haddi vurulur. Çünkü içki haddi tilâvet olunmayan vahiy veya ic-mâ' ile sabit olmuştur. Bu görüş; Ebu Hanîfe'ye aittir. Lâkin bazı fakîh-ler içki haddinin diğer hadlerden önceye alınacağını kabul ederler. Fa­kat te'hîr edilmesi halinde te'hîrin herhangi bir etkisi söz konusu ol­maz. Bu görüş Şafiî ve Hanbel'e aittir. Onlar hafîf cezadan önce daha hafifi uygulamayı öngörürler. İmâm Mâlik'e göre; hafifle ağır cezanın öne veya sonraya alınması arasında bir fark gözetmez. Devlet yöneti­cisi hangisini isterse önce onu uygular. [85]

 

Bağışlamak

 

Sana ne infâk edeceklerini de soruyorlar. De ki «ihtiyaçlarınızdan artanı.» Bu âyetteki ( ^ijJ* Ji ) kelimesi mansûb ve merfû' okunmuş­tur. Her iki okunuş da güzel, doğru ve birbirine yakındır. İbn Ebu Hatim der ki; bize babam... Yahya'dan nakletti ki, ona şu haber ulaşmış : Muâz îbn Cebel ve Sa'lebe Rasûlullah (s.a.) a gelmişler ve demişler ki; ey Al­lah'ın Rasûlü bizim mal olarak kölelerimiz ve ailelerimiz var. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Sana ne infâk edeceklerini soruyorlar.» âyetini inzal buyurmuş. Hakem de der ki; Miksem, İbn Abbâs'tan nakletti ki, o «Sana ne infâk edeceklerini soruyorlar. De ki ihtiyâçlarından artanı.» âyetini ailesinin ihtiyaç duyduğu kısımdan artanı, demek olduğunu bil­dirmiştir. Abdullah İbn Ömer, Mücâhid, Atâ, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Muhammed îbn Kâ'b, Hasan, Katâde, Kasım, Salim, Atâ el-Horasânî, Rebî' İbn Enes ve başka birçok kişinin buradaki ( ^i-J1 ) kelimesinin fazlalık anlamına geldiğini söyledikleri rivayet edilir. Tâvûs, bu keli­menin her şeyden kolaya gelen, Rebî' İbn Enes ise malın en güzeli ve en sevimlisi demek olduğunu söylerler. Dolayısıyla mânâ yine fazlalık demek olur.

Abd İbn Humeyd tefsirinde der ki; Bize Hevze İbn Halîfe... Ha-san'dan nakleder ki; o bu âyet konusunda o şöyle demiştir : Malını zorla * dağıtıp sonra halktan oturup dilenmendir. Bu anlama delâlet eden bir rivayet de îbn Cerîr'in naklettiği şu hadîstir: Ali îbn Müslim... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; o şöyle demiştir: Adamm biri; ey Allah'ın Ra­sûlü benim yanımda bir dînâr var. İnfâk edeyim mi? dedi. Rasûlullah; onu kendin için infâk et, dedi. Adam, bende bir başkası daha var, de­yince Rasûlullah; onu ailen için infâk et, dedi. Adam, bende bir baş­kası daha var, deyince, çocuğun için infâk et, dedi. Adam bir başkası daha var deyince, Rasûlullah (s.a.), en iyisini sen görürsün buyurdu. Bu hadîsi Müslim Sahîh'inde rivayet eder.

Yine Müslim, Câbir'den tahrîç eder ki; Rasûlullah (s.a.) bir adama şöyle buyurmuş : Önce kendinden başla ve nefsine sadaka ver. Eğer bir şey artarsa ailene sadaka ver. Eğer ailenden bir şey artarsa yakınla­rına ver. Eğer yakınlarından bir şey artarsa böylece çevreye ver.

Ebu Hüreyre (r.a.) de der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: Sa­dakanın hayırlısı, rahatlıkla çıkarılandır. Yüksek el, alçak elden daha hayırlıdır. Sana ihtiyâcı olandan vermeye başla.

Bir başka hadîste şöyle buyurulur : Ey Âdemoğlu, fazlalıklarını har­caman senin için daha hayırlı, tutman ise senin için daha şerlidir. An­cak kendi geçindiğin kadarından dolayı kınanmazsın.

Sonra denildi ki; bu âyet zekât âyetiyle neshedilmiştir. Ali İbn Ebu Talha ve Avfî, İbn Abbâs'tan böyle rivayet ederler. Atâ el-Horâsânî ve Süddî de böyle demişlerdir. Sonra denildi ki; bu âyet zekât âyetiyle nesh değil beyân edilmiştir. Mücâhid ve diğerleri böyle derler ki bu en uygun izah tarzıdır.

«Dünya ve âhiret konusunda iyice düşünesiniz diye Allah size âyet­lerini açıklıyor.» Yani; Allah size nasıl bu hükümleri açıklamış, izah etmiş ve bir bir saymışsa, diğer hükümlerini, va'd ve azablarını da açık­lar ki dünya ve âhiret konusunda iyice düşünesiniz. Ali tbn Ebu Talha İbn Abbâs'tan nakleder ki, o bu âyete, dünyanın zevalini ve fenasını, âhiretin ihmâl ve bakâsını düşünesiniz diye mânâ vermiştir. İbn Ebu Hatim de der ki; bana babam... Sa'd'dan nakletti ki; o şöyle demiş: Ben Hasan'ın Bakara süresindeki «Dünya ve âhiret konusunda iyice dü­şünesiniz diye» âyetini okuduktan sonra şöyle dediğine şâhid oldum: Bu âyet dünyanın belâ, imtihan ve fena yurdu olduğunu, âhiretin ise baka ve ceza diyarı olduğunu bilmek için düşünmeleri gerektiğini bil­dirmektedir. Katâde, İbn Cüreyc ve diğerleri de böyle demişlerdir. Ab-dürezzâk, Ma'mer'den o da Katâde'den bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder : Âhiretin dünyadan üstün olduğunu bilesiniz diye. Katâde bir başka rivayette de Ahireti bu dünyaya tercih etmeleri için, şeklinde tef-sîr etmiştir.

«Ve sana yetimlerden soruyorlar. De ki; onlar için İslahta bu­lunmak hayırlıdır...» İbn Cerîr der ki; bize Süfyân İbn Vekî', İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Allah Teâlâ'nın En'âm süresindeki: «Yetîm erginlik çağına ulaşıncaya kadar en iyi şeklin dışında malına yaklaşmayın.» (En'âm, 152) Ve İsrâ süresindeki «Yetimin malına er­ginlik çağına ulaşıncaya kadar en güzel şeklin dışında yaklaşmayın. Ahdi yerine getirin. Doğrusu verilen ahidde sorumluluk vardır.» (tsrâ, 34) Ve Nisa süresindeki «Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler karınlarına ancak ateş tıkamış olurlar. Zaten onlar çılgın ateşe atı­lacaklardır.»  (Nisa, 10) âyeti nazil olduğunda, yanında yetim bulu-nanlar onun yemeğini kendi yemeklerinden, içeceğini kendi içecekle­rinden ayırdılar. Yetimin yemeği arttığı zaman kaldırıyorlardı. Son­ra yetîm ya o yemeği yiyor veya yemek bozuluyordu. Bu ise onlara ağıf gelmeye başladı. Rasûlullah (s.a.) a durumu anlatınca Allah Teâlâ «Ve sana yetimlerden soruyorlar. De ki onlar için İslahta bulun­mak daha hayırlıdır. Eğer kendileriyle birarada yaşarsanız onlar si­zin kardeşlerinizdir.» âyetini inzal buyurdu. Böylece yetimlerin yemek­lerini ve içeceklerini kendi yiyecek ve içeceklerine karıştırdılar. Ebu Dâvûd, Neseî, îbn Ebu Hatim, İbn Merdûyeh bu hadîsi bu şekilde riva­yet ederler. Hâkim ise Müstedrek'inde muhtelif yollarla Atâ İbn Sâib' den bu hadîsi rivayet eder. Ali İbn Ebu Talha da İbn Abbâs'tan riva­yet eder. Keza Süddî, bu hadîsi, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla İbn Abbâs'tan, Mürre kanalıyla da İbn Mes'ûd'dan nakleder. Bu âye­tin sebeb-i nüzulü konusunda Mücâhid, Atâ, Şa'bî, İbn Ebu Leylâ, Ka-tâde ve seleften, haleften birçok kişi bu şekilde rivayet etmişlerdir.

«De ki onlar için İslahta bulunmak hayırlıdır. Eğer kendileriyle birarada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir.» Yiyeceklerini yiye­ceğinize, içeceklerini içeceğinize karıştırmanızda bir beis yoktur. Çün­kü onlar sizin din kardeşlerinizdir. Bunun için Allah Teâlâ âyetin devamında «Allah bozguncularla islâhçı olanları bilir» buyuruyor. Ki­min niyetinin bozuk ve maksadının fesâd olduğunu ve kimin de is-lâh etmek niyetinde olduğunu Allah çok iyi bilir.

«Eğer Allah dileseydi sizi muhakkak zahmete sokardı. Şüphe yok ki Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.» Eğer Allah dilemiş olsaydı sizi sıkıntıya sokar ve zorlardı. Ancak Allah size kolaylık ve bolluk dilemiş, en güzel biçimde yetimlerle birarada yaşamanızı mübâh kılmıştır. «Ve yetimin mauna en güzel şekilden başka yaklaşmayın» buyurmuştur. Fakir ola­nın ma'rûf biçimde onun malından yemesine cevaz vermiş, zengin olanın da bedelini ödemek şartıyla yiyebileceğini belirtmiştir. İnşâal-lah bu konunun açıklaması Nisa sûresinde gelecektir. Güvenimiz Al­lah'adır. [86]

 

221 — İmân edinceye kadar putperest kadınları ni­kahlamayın, îmân eden bir câriye puta tapan bir kadından —o hoşunuza gitse de— daha iyidir. îmân edinceye ka­dar onları puta tapan erkeklerle de nikâh ettirmeyin. İmân eden bir köle, —hoşunuza gitse de— puta tapan erkekten, daha iyidir. Onlar sizi cehenneme çağırırlar. Allah ise cen-net'e ve mağfirete çağırır ve öğüt alsınlar diye insanlara âyetlerini açıkça bildirir.

 

İnanan ve Şirk Koşan Kadınlar

 

Allah Teâlâ putperest kadınlarla evlenmeyi mü'minlere haram kı­lıyor. Ayrıca şayet âyetin umûmî oluşu kasdedilmişse kitabî olsun, put­perest olsun bütün müşrik kadınlar bu âyetin hükmü içerisine gir­mektedirler.

(Bu âyetîn umumî olan hükmü Mâide sûresinin beşinci âyeti ile tahsî3 edilmiştir.)

Ali îbn Ebu Talha, «îmân edinceye kadar putperest kadınları ni­kahlamayın.» âyeti hakkında, İbn Abbâs'ın; Allah Teâlâ ehl-i kitâb* tan olan kadınları bunun dışında tutmuştur, dediğini rivayet etmiştir.

Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Mekhûl, Hasan, Dahhâk, Zeyd İbn Eşlem, Rebî' İbn Enes ve başkaları da böyle demişlerdir. Bu âyet ile sadece (putperest) müşriklerin kasdedildiği, ehl-i kitâb'ın tama­mıyla kasdedilmediği de söylenmiştir. Mânâ bu durumda birinciye ya­kındır. Allah, en iyi bilendir.

îbn Cerîr'in, Ubeyd îbn Âdem kanalıyla... Şehr İbn Havşeb'ten naklettiği rivayete göre, Abdulah İbn Abbâs der ki: Rasûlullah (s.a.) îmânlı muhacir kadınların dışında bir takım kadınlarla evlenmeyi ya­sakladı. İslâm'dan başka bir dine mensûb olan kadınları da haram kıl­dı. Allah Teâlâ : «Kim de îmânı inkâr ederse yaptıkları boşa gitmiştir.» (Mâide, 5) buyurmaktadır. Bunun üzerine Talha îbn Ubeydullah yahû-dî bir kadınla, Huzeyfe İbn el-Yemmân da hıristiyan bir kadınla nikah­landı. Ömer İbn el-Hattâb buna o kadar öfkelendi ki neredeyse onların üzerine atılacaktı. Talha ve Huzeyfe : Ey mü'mlnlerin emîri, öfkelenme,, boşanz, dediler. Hz. Ömer (r.a.) : Eğer onları boşamak helâl olsaydı* muhakkak ki nikâhlanmaları da helâl olurdu. Ama ben onları sizden hakaretle ayıracağım, dedi.

Bu, hadîs garîb olduğu gibi Hz. Ömer'den böyle bir olayın sâdır olması da garîbtir. Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî; ehl-i kitâb'tan kadınlar­la evlenmenin mübâh olduğuna dâir icmâ' bulunduğunu hikâye ettik­ten sonra Hz. Ömer bunu halk müslüman kadınlardan uzak durmasın diye ya da bunun dışındaki başka sebeplerle hoş karşılamamıştır, diyor.

Ebu Küreyb'in... Şakîk'den rivayetine göre; o şöyle demiştir:Hu­zeyfe yahûdî bir kadınla evlendi. Bunun üzerine Ömer kendisine «Onu salıvermesini» yazdı. Huzeyfe Ömer'e: «Onun (evlenmenin) haram ol-duğumvmu iddia ediyorsun?, öyleyse onu serbest bırakayım?» diye kar­şılık verdi. Hz. Ömer şöyle cevap verdi: «Onun haram olduğunu iddia etmiyorum, fakat foen onlardan fuhşa meyyal olanları, almanızdan kor­kuyorum. Bu hadîsin isnadı sahihtir. Hilâl de... Salt'den benzer bir rivayeti nakleder.

îbn Cerîr der ki; Mûsâ tbn Abdurrahmân... Zeyd İbn Vehb'in şöyle dediğjrü bildirdi: Ömer İbn el-Hattâb : «Müslüman erkek hıristiyan kadınla evlenebilir, fakat hıristiyan erkek müslüman kadınla evlene-mez.» dedi. Bu hadîsin isnadı birincisinden daha sahihtir.

Yine İbn Cerîr der ki: İshâk el-Ezrakî'nin... Câbir îbn Abdullah' dan rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) :

«Biz ehl-i kitâb'ın kadınlarıyla evlenebiliriz, ama onlar bizim ka­dınlarımızla evlenemezler.» buyurdu. İbn Cerîr sonra şöyle der: Bu hadîsin isnadı hakkında bazı şeyler söylenmişse de bu görüşün doğru­luğu hakkında icmâ-ı ümmet bulunduğu için söz (fetva) bununladır.

İbn Ebu Hatim der ki; Muhammed İbn İsmail'in... Meymûn İbn Mihrân'dan rivayetine göre, Abdullah İbn Ömer, «îmân edinceye kadar putperest kadınları nikahlamayın» âyetine dayanarak kitâb ehli ka­dınları nikâhlamaktan hoşlanmazdı.

Buhârî şöyle der: İbn Ömer: «Kadının Rabbı isa'dır» demenden daha büyük bir şirk tanımıyorum.» derdi.

Ebu Bekr el-Hallâl el-Hanbelî der ki: Muhammed îbn Harun'un İshâk İbn İbrahim'den, ayrıca Muhammed İbn Ali'nin sâlih İbn Ah-med'den rivayetlerine göre o ikisi, Ebu Abdullah Ahmed İbn Hanbel'e «îmân edinceye kadar putperest kadınları nikahlamayın» âyetini sor­dular, o da: «Putperest araplann müşrik kadınlarıdır» dedL

«îmân eden bir cariye puta tapan bir kadından —o sizin hoşu­nuza gitse de— daha iyidir» âyetine gelince; Süddî şöyle der:

Bu âyet Abdullah İbn Revana hakkında nazil oldu. Abdullah'ın siyâhî (zenci) bir cariyesi vardı. Onu, kızarak tokatladı sonra endîşe etti ve Rasûlullah'a gelip olayı haber verdi. Rasûlullah kendisine : «O, nedir?» (hangi dindendir?) diye sordu. Abdullah: «Oruç tutar, namaz kılar, abdest alır, Allah'tan başka İlâh olmadığına ve senin Allah'ın Ra-sûlü olduğuna şehâdet eder» diye cevap verdi. Rasûlullah : «Ey Ebu Ab­dullah bu kadın mü'mindir.» buyurdu. Bunun üzerine Abdullah: «Seni hak ile gönderen (Allah'a) yemîn ederim ki muhakkak onu âzâd eder, evlenirim.» dedi ve söylediğini yaptı.

Bunun üzerine bazı müslümanlar «Câriyesiyle evlendi» diyerek onu kınadılar. Onlar (cariyeleri) müşriklerle nikahlamak isterlerdi, kendi­leri de soyuna rağbetle onlarla (müşriklerle) nikahlanmak isterlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «îmân eden bir köle, —hoşunuza gitse de— puta tapan erkekten, daha iyidir.» âyetini indirdi.

Abd İbn Humeyd, Ca'fer İbn Avn kanalıyla... Abdullah İbn Ömer* den rivayet eder ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

«Kadınları, güzellikleri sebebiyle nikahlamayın; olur ki güzellikleri onları helak eder. Kadınları mallan için nikahlamayın; olur ki mallan azdırır. Onlan dinleri için nikahlayın. Muhakkak ki siyah, kısa saçlı dindar bir câriye daha üstündür» Hadîsin senedinde yer alan Abdur-rahmân İbn Ziyâd el-Ifrîkî zayıf bir râvîdir.

Buhârî ve M\jslim'de vârid olan Ebu Hüreyre'den mervî bir hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur :

«Kadın dört şey için nikahlanır: Malı, soyu, güzelliği ve dini için, sen dindar olanı tercih et, ellerin bereketlensin.»

Müslim'de de Câbir'den rivayetle bu hadîsin bir benzeri vardır.

Yine Müslim'de İbn Ömer'den rivayet edilen bir hadîste Rasûlullah (s.a.) :

«Dünya bir maldır (meta') dünyanın en hayırlı malı da sâliha bir kadındır» buyurdular.

Allah Teâlâ buyuruyor : «îmân edinceye kadar onları puta tapan erkeklerle nikâh ettirmeyin. Müşrik erkekleri, mü'min kadınlarla ev­lendirmeyin.» Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de : «Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar.» (Mümtehine, 10) buyurmaktadır.

Daha sonra Allah Teâlâ buyuruyor ki: «îmân eden bir köle, —ho­şunuza gitse de— puta tapan erkekten, daha iyidir.» Habeşli bir köle de olsa, mü'min bir erkek, reîs ve zengin olan müşrikten daha hayırlı­dır. «Onlar sizi cehenneme çağınrlar». Onlarla birlikte düşüp kalkmak kişiyi dünya sevgisine, dünya malı toplamaya ve dünyayı âhirete tercihe sürükler ki bunun da sonu vahimdir. «Allah ise cennete ve mağfirete çağınr, şeriatı, emirleri ve yasaklan ile ye öğüt alsınlar diye insanlara âyetlerini açıkça bildirir.» [87]

 

222 — Sana âdet hâlinden de soruyorlar. De ki: O, bir ezadır. Onun için âdet halinde kadınlarınızdan ayrılın. Te­
mizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendik­leri vakit, Allah'ın size emrettiği yerden onlara varın. Şüp­hesiz ki Allah; hem çok tevbe edenleri sever, hem de çok temizlenenleri sever.

223 — Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tar­lanıza dilediğiniz gibi varın. Ve kendiniz için önceden —iyi ameller— gönderin. Bir de Allah'tan korkun. Ve bilin ki siz, şüphesiz Ö'na kavuşacaksınız. îmân edenleri müjde­le.

 

Kadınların Âdet Hali

 

İmâm Ahmed der ki; Abdurrahmân İbn Mehdî'nin... Enes İbn Mâ-lik'ten rivayetine göre Yahudiler kadınlarla onlar hayızlı iken birlikte yeyip içmezler ve evlerde bir arada bulunmazlardı. Ashâb-ı Kiram, Rasû-lulah (s.a.) dan bu durumu sorduklarında Allah Teâlâ : «Sana âdet ha­linden soruyorlar. De ki: O, bir ezadır. Onun için âdet halinde ka­dınlarınızdan ayrılın, temizleninceye kadar ^onlara yaklaşmayın» âyeti­ni indirdi. Âyeti bitirince Rasûlullah (s.a.) :

«Nikâh (cima') hâriç her şeyi yapınız» buyurdular. Bu haber ya-hûdîlere ulaşınca, «bu adam, bizim durumumuzdan muhalefet etmedik hiçbir şey bırakmak istemiyor» dediler.

Üseyd İbn Hudayr ve Abbâd İbn Bişr gelerek : «Ey Allah'ın Ra-sûlü, yahûdîler şöyle şöyle diyorlar. Âdet halindeki kadınlarla cima' et­meyelim mi?» dediler. Rasûlullah (s.a.) m yüzü öyle değişti ki, onlara kızdığını sandık. İkisi çıktıklarında Rasûlullah (s.a.) a sütten (ma'mûl) bir hediye geldi. Rasûlullah (s.a.) bu hediyeyi peşlerinden göndererek onlara ikram etti. Böylece Rasûlullah'ın kendilerine kızmadığını anlamış oldular.

Bu hadîsi Müslim de Hammâd İbn Zeyd tbn Seleme'den rivayet et­miştir.

Onun için, «âdet halinde kadınlarınızdan ayrılın» âyetinden, «Ni­kâh (cima') hariç olmak üzere her şeyi yapınız» hadisine binâen fere kasdedilmektedir. Bu sebepledir ki; âlimlerden birçoğu ya da ekserisi fercin dışında olmak üzere âdet gören kadına yaklaşmanın caiz olduğu görüşündedirler.

Ebu Dâvûd da şöyle der: Bize Şa'bî'nin... Umâre İbn Ğarâb (veya Ğurâb) dan rivayet ettiğine göre, halası Hz. Âişe'ye, birimiz âdet görür, kendisi ve kocası için bir tek yataktan başka yatak bulunmazsa (ne ya­palım) diye sorduk.

Hz. Âişe şöyle dedi: «Sana Rasûlullah (s.a.) in ne yaptığını haber vereyim : (odaya) girdi, namaz kıldığı yere —Ebu Dâvûd der ki : Evi­nin mescidini, namaz kılınan yerini kasdediyor. —geçti ve gözlerine uy­ku basıncaya ve kendileri soğuktan rahatsız oluncaya kadar oradan ay­rılmadı. Sonra «Bana yaklaş» buyurdu. Ben : «Hayızlıyım» dedim. O : «Ayaklarını aç» buyurdu. Ben ayaklarımı açtım, O da yanağını ve göğ­sünü ayağıma koydu. Ben de üzerine eğildim, nihayet ısındı ve uyudu.»

Ebu Ca'fer İbn Cerîr diyor : Bize İbn Beşşâr... Ebu Kılâbe'den yazılı olarak nakletti ki Mesrûk Âişe'ye gitmiş ve: Rasûlullah'a ve ailesine selâm olsun, demiş. Hz. Âişe : Merhaba, hoşgeldin ey Ebu Âişe diye karşılık vermiş. Ona izin vermişler ve Hz. Âişe'nin yanına girmiş. Sana bir şey sormak istiyorum, ama utanıyorum, demiş ve Âişe.: Ben senin annenim, sen de benim oğlumsun deyince Mesrûk: «Eşi âdet görürken kadının kocası için ne vardır?» diye sormuş Hz. Âişe de : Kadının fer-ci dışında herşey, diye cevap vermiş.

Yine ibn Cerîr Humeyd'den rivayet eder ki... Mesrûk şöyle dedi: Hz. Âişe'ye : «Kadın hayızlı iken kocasına ne helâldir?» diye sordum. Hz. Âişe, cima' hâriç her şey, dedi. Bu rivayet İbn Abbâs, Mücâhid, Hasan ve İkrime'nin kavlidir.

Yine İbn Cerîr, Ebu Küreyb kanalıyla... Meymûn îbn Mihrân'dan rivayet eder ki Hz. Âişe ona : İzânn üstünde olan diye cevap vermiş­tir.

Hz. Âişe şöyle der: Rasûlulah (s.a.) hayızlı iken bana emrederdi başını yıkardım. Ben hayızlı iken kucağıma (göğsü) yaslanırdı ve Kur' an okurdu.

Yine Hz. Âişe'den rivayet edilen sahîh bir hadîs-i şerifte Hz. Aişe şöyle der:

«Ben hayızlı iken; (yemekte) kemikten eti ağzımla koparır, Ra­sûlullah (s.a.) a verirdim, o da benim ağzımı koyduğum yere ağzını koyardı. Bir şey içer ve o'na verirdim, o da benim içtiğim yere ağzını koyardı (içerdi)».

Ebu Dâvûd Müsedded kanalıyla... Halâs'ın şöyle dediğini nakleder : Ben Hz. Âişe'nin şöyle dediğini duydum:

«Ben hayızlı olup temiz değilken Rasûlullah (s.a.) ile bir tek örtü içinde olurduk. Eğer benden ona (bedenine) bir şey bulaşırsa sadece orayı yıkardı. Eğer elbisesine bir şey bulaşırsa sadece bulaşan yeri yıkar ve o elbiseyle namaz kılarlardı.»

Ebu Davud'un, Saîd İbn Abdülcebbâr kanalıyla... Ümmü Zerre'den naklettiğine göre Hz. Âişe (r.a.) nin :

«Ben hayız gördüğüm zaman, yataktan hasıra inerdim, Rasûlu'lah (s.a.) ile hayızdan temizleninceye kadar yakınlaşıp, birleşmezdik» sö­züne gelince, bu Rasûlullah'ın ithiyâtına ve temizliğine hamledilmelidir.

Başkaları da dediler ki; örtünün altındaki hâriç hayızlı iken kadınla mübaşeret kocasına helâldir. Nitekim Buhar! ve Müslim'de, Meymûne Bint el-Hâris'den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle denir: «Rasû-lullah (s.a.) hayızlı iken hanımlarından birine yaklaşmak istediğinde ona örtünmesini (izâr giymesini) emrederlerdi.» Hadîsin lafzı Buhârî' nindir. Buhârî ve Müslim'de buna benzer bir rivayet Hz. Âişe'den men­kûldür.

İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd, Tirmizi ve İbn Mâce, A'lâ kanalıyla... Abdullah İbn Sa'd el-Ansârî'den rivayet ederler ki o, Rasûlullah (s.a.) a «Kadın hayızlı iken ondan bana ne helâldir?» diye sorduğunda Efendi­miz : «İzârın üstündeki.» buyurmuştur.

Yine Ebu Dâvûd, Muâz İbn Cebel'den rivayet eder ki, o şöyle de­miştir : «Rasûlullah (s.a.) a, eşim hayızlı iken bana nesi helâldir?» diye sordum. Rasûlullah: «îzânn üstündeki. Ama ondan da sakınmak ve çekinmek daha efdaldir» buyurdular. Daha önce de geçtiği gibi bu, Hz. Âişe, İbn Abbâs, Saîd İbn el-Müseyyeb ve Şüreyh'den rivayet edilmiş­tir.

Bu ve benzeri hadîsler kadının izârmm üstündeki kısmının kocası­na helâl olduğu görüşünde olanların delilidir. Bu, Şafiî mezhebindeki iki kavilden biridir. Ayrıca Irâk'lıların birçoğunun ve diğer fakîhlerin tercîh ettiği görüş de budur. Bunların bu görüşlerinde hareket nokta­larına gelince : İzâr cinsiyet organının hemen çevresi olup âlimlerin haram olduğunda icmâ' ettikleri cinsiyet organı ile yakın temasa se­bep olabileceği cihetle izâr'ın kapattığı bölge de haram sayılmıştır. Ayrıca bunu yapan kişi günâh işlemiş olur. Allah'a tevbe ederek bağış­lanmasını dilemelidir. Keffâret gerekip gerekmediği konusunda iki gö­rüş vardır:

Birinci kanâate göre, keffâret gerekir. Nitekim İmâm Ahmed ve Sünen sahipleri İbn Abbâs tarîkıyla naklederler ki, Rasûlullah (s.a.) «kansı hayızlı iken ona yaklaşan kimse bir, ya da yanm dînâr tasadduk eder.» buyurur. Tirmizî'nin lafzı ise: «Eğer kırmızı kan olursa bir dî­nâr, san kan olursa yanm dînâr.» şeklindedir.

Yine İmâm Ahmed, İbn Abbâs'dan rivayet eder ki Rasûlullah (s.a.) hayızlı iken hanımına yaklaşan kimseye bir dînâr, kan kesilip de henüz gusül etmeden yaklaşan kimseye de yarım dînâr keffâret verdirmiştir.

İkinci görüş; Şafiî mezhebinin yeni ve sahih görüşü olup, Cum-hûr'un kavlidir. Buna göre; keffâret gerekmez, sadece Allah'a istiğfar­da bulunulur. Çünkü onlara göre; bu hadîsin merfû' oluşu sahih de­ğildir. Daha önce de geçtiği gibi hadîs merfû' olarak da, mevkuf olarak da rivayet edilmiştir. Hadîs imâmlanndan çoğuna göre sahîh olan, ha-dîsin mevkuf olarak rivayetidir. Allah Teâlâ'mn «Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.» kavli «Adet halinde kadınlarınızdan ayrılın.» kıs­mının tefsiridir. Bu âyet; hayızlı olduğu sürece kadınlara cima' ile yak­laşmanın yasaklanmağıdır. Bundan anlaşılan da âdet kesildiğinde ci-mâın helâl olmasıdır.

Allah Teâlâ'mn «İyice temizlendikleri vakit size emrettiği yerden onlara gidin» buyruğu, yıkandıktan sonra temasta bulunmanın men-dûb olduğunu göstermektedir.

İtan Hazm «İyice temizlendikleri vakit Allah'ın size emrettiği yer­den onlara gidin.» âyeti sebebiyle her âdetten sonra cimâm vâcib olduğu görüşüne varmıştır. Fakat bu konuda onun dayanağı yoktur, çünkü bu yasaklamadan sonra vârid olan bir emirdir. Yasaktan sonra gelen emir konusunda fıkıh usûlü bilginlerinin görüşleri değişiktir. Bir kısım usûl bilgini, yasaktan sonraki emrin vücûb bakımından mutlak gibi oldu­ğunu söylerler ki; bunlar, İbn Hazm'm cevâbına muhtaçtırlar.

Bir kısmı da emrin mubah oluş anlamına geldiğini söyleyerek emir­den önceki yasaklamanın vücûbu kaldıran bir karine olduğunu ileri sürmektedirler ki, bu da şüphelidir. Delilin dayandınlabileceği nokta şudur, emrin gerektirdiği hüküm yasaklamadan önceki hale döndürü­lür. Eğer vâcib ise hüküm de vâcib olur. «Haram olan aylar çıkınca ar­tık müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün...» (Tevbe, 5) âyetinde olduğu gibi. Mübâh ise, hüküm de mübâh olur. «İhramdan çıkınca avlanın.» (Mâide, 2) «Namaz bitince yeryüzüne dağılın.» (Cum'a, 10) âyetlerin­de olduğu gibi. Deliller bu görüşte birleşmektedir. Bunu Gazâlî ve başkaları hikâye etmiş ve müteahhirîn imamlarından bir kısmı da bu görüşü tercih etmişlerdir, ki sahîh olan bu görüştür.

Kadın âdetten kesildiğinde gusletmedikçe, ya da guslün şartlan uyarınca, gusûl yapmak imkânsız ise, teyemmüm etmedikçe helâl ol­madığı konusunda fıkıh bilginleri müttefiktirler. Yalnız Ebu Hanîfe; âdetin en uzun süresinde bitmesi halinde birleşmenin —ki ona göre bu süre on gündür— kan kesildiğinde, sadece kanın kesilmesiyle helâl ola­cağı, gusle ihtiyâç bulunmayacağı görüşündedir.

İbn Abbâs «Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın» âyetinin, kanamadan temizleninceye kadar «iyice temizlendikleri vakit» âyetini de su ile iyice temizlendikleri vakit şeklinde tefsir etmektedir ki Mücâ-hid, ikrime, Hasan, Mukâtil İbn Hayvan, L?ys İbn Sa'd ve başkaları da böyle tefsir etmişlerdir. İbn Abbâs, Mücâhıd ve bazıları «Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin» âyeti hakkında şöyle der: «Yani fercden. Ondan başkasına tecâvüz etmeyin, bundan başka bir şey yapan haddi tecâvüz etmiş olur.»

îbn Abbâs, Mücâhid ve İkrime «Allah'ın size emrettiği yerden on­lara gidin» âyetini ayrılmanızı emrettiği şeklinde anlamışlardır. İlerde geleceği gibi burada arkadan münasebetin haram kılındığına delâlet vardır.

Ebu Rezîn, İkrime, Dahhâk ve bazılan «Allah'ın size emrettiği yer­den onlara gidin,» âyetini, hayızlı olmayıp temiz olduklarında onlara gidiniz şeklinde anlamışlardır. İşte bunun içindir ki, Allah Teâlâ : «Şüphesiz ki Allah (münâsebet tekrarlandığı takdirde) günâhlardan çok tevbe edenleri, hem de eziyet ve pisliklerden —ki bu eziyet ve pislik yasaklanmış olan hayızlı kadına yaklaşmaktır— çok temizlenenleri, sakınanları sever.» buyurmaktadır.

«Kadınlarınız sizin için bir tarladır.» İbn Abbâs der ki; Hars Tarla; doğum mahallidir. «O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın.» Bu konuda vârid olan hadîslerde de geçtiği gibi, bir tek noktadan olmak şartıyla ister ön taraftan ister arka taraftan dilediği­niz gibi tarlanıza varın, demektir.

Buhârî diyor ki, Ebu Nuaym... İbn el-Münkedir'den nakleder ki, o Câbir'in: «Yahudiler : Eğer kişi karısıyla arka taraftan cinsi münâ­sebette bulunursa çocuk şaşı olur derlerdi, bunun üzerine «Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın.» âyeti nazil oldu.» dediğini duydum demiştir. Müslim ve Ebu Dâvûd da aynı hadîsi Süfyân el-Sevrî'den rivayet ederler.

İbn Ebu Hatim der ki, Yûnus İbn Abdü'1-Â'lâ... Câbir İbn Abdul­lah'tan haber veriyor ki, o şöyle demiş : Yahudiler müslümanlara : «Kim karısı arkasım dönmüş olarak onunla münâsebette bulunursa çocuk şa­şı olur.» demişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın.» âyetini indirdi.

Bir hadîs-i şerifte İbn Cüreyc, Rasûlullah (s.a.) in : «Fercden ol­duktan sonra, önden veya arkadan...» buyurduğunu bildirir.

Behz İbn Hakim... babasından nakleder ki, dedesi şöyle demiş: «Ey Allah'ın Rasûlü, kadınlarımızın neresine varıp, neresine varmaya­lım?» dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) : «(O) senin tarlandır, tarlana dilediğin gibi var. Şu kadar ki yüzüne vurma, çirkin olduğunu söyleme. Sadece yatakta onu terket» buyurdular. Bu hadîsi İmâm Ah-med ve Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Yûnus ...Abdullah İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Himyerli bazı kimseler Rasûlullah (s.a.) a gelerek bazı şeyler sordular. Bir adam Rasûlullah'a : «Ben kadınlarla temasta bulunmuyorum, benim hakkımda ne dersin?» dedi. Bunun üzerine Al­lah Teâlâ «Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza diledi­ğiniz gibi varın.» âyetini indirdi.

Ebu Ca'fer el-Tahâvî «Müşkil'ül-Hadîs» isimli eserinde der ki: Ah-med İbn Dâvûd... Ebu Saîd el-Hudrî'den nakletti ki, adamın birisi bir kadınla arka tarafından temasta bulunmuştu. İnsanlar bunu hoş görmediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Kadınlarınız sizin için bir tarla­dır» âyetini indirdi.

Hadîsi îbn Cerîr, Yûnus'dan o da Ya'kûb'dan rivayet etmiştir. Ay­nı hadîsi Hafız Ebu Ya'lâ da... Abdullah İbn Nâfi'den rivayet eder.

İmâm Ahmed der ki; bize Affân... Abdurrahmân îbn Sâbit'in şöyle dediğini nakletti: Ben Hz. Ebubekir'in torunu Hafsa'nın yanına girdim ve Sana bir şey soracağım, ama sormaktan utanıyorum, dedim. Hafsa : Ey kardeşimin oğlu utanma, dedi. Bunun üzerine kadınlara arka taraf­larından yaklaşarak temas etmeyi sordum. O, şöyle dedi:

Bana Ümmü Seleme'nin haber verdiğine göre; Ansâr, kadınlarını emekler hale getirerek temas kurmazlarmış. Yahudiler de «Kim karısıy­la emekler halde temasta bulunursa, çocuğu şaşı olur» derlermiş. Muha­cirler Medine'ye gelip de Ansâr'm kadınları ile evlendiklerinde onları emekler hale getirerek temasta bulundular. Bir kadın kocasına karşı gelerek : Rasûlullah (s.a.) a varıp sormadıkça sen böyle yapmayacak­sın, demiş ve Ümmü Seleme'nin yanına girerek durumu anlatmış. Üm­mü Seleme: Rasûlullah (s.a.) gelinceye kadar otur, demiş. Rasûlulah (s.a.) gelince Ansâr'lı kadın, Rasûlullah (s.a.) a (bunu) sormaktan uta­narak çıkmış. Ümmü Seleme Rasûlullah'a (bu mes'eleyi) sorunca, Ra-sûli Ekrem «o Ansârlı kadını çağır.» buyurmuşlar. Ümmü Seleme de o kadını çağırmış. Rasûlullah (s.a.) : «Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın.» âyetini okumuş. Tirmizî de bu hadîsi Bendâr kanalıyla Ebu Haysem'den rivayet eder ve hasendir, der.

Ben derim ki; ...Hammâd İbn Ebu Hanîfe kanalıyla... Ümmü'1-Mü' minîn Hafsa'dan rivayet edilir ki; bir kadın Hz. Hafsa'ya : «Kocam emekleyerek ve önden gelmek suretiyle benimle temasta bulunuyor. Ben de bundan hoşlanmıyorum.» demişdi. Bu durum Rasûlullah (s.a.) a bildirilince «aynı noktadan olursa bunda bir beis yoktur.» buyurmuş­lar.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bana Hasan... İbn Abbâs'ın şöy­le dediğini bildirdi. Ömer İbn Hattâb Rasûlullah (s.a.) a gelerek: «Ey Allah'ın Rasûlü helak oldum.» dedi. Rasûlullah (s.a.) : «Seni helak eden şey nedir?» buyurdu. Hz. Ömer: Dün gece devemi ters çevirdim, dedi. (bununla eşine arka taraftan teması kasdediyordu) Rasûlullah (s.a.) ona cevap vermedi. Allah Teâlâ «Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın.» âyetini vahyetti. İster ön ta­rafından, ister arka tarafından yaklaş, ancak hayızlı iken ve arkadan (dübür) sakın, buyurdu. Bu hadisi Abd İbn Humeyd kanalıyla Hasan İbn Musa'dan rivayet eden.Tirmizî, hasen, garîb bir hadîstir, der.

Hafız Ebu Ya'lâ der ki; Bize Haris İbn Şüreyh'in... Ebu Saîd'den rivayetine göre... o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) zamanında bir adam karısını öne eğerek (arkasından yaklaşarak) onunla temasta bulundu.

«Falanca karısına şöyle şöyle yaklaşmış, temasta bulunmuş.» dediler de, Allah Teâlâ : «Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varım.» âyetini indirdi.

Ebu Dâvûd diyor ki; bana Abdülazîz îbn Yahya... tbn Abbas'dan nakletti ki; o şöyle demiş : İbn Ömer —Allah onu bağışlasın— vehmedi­yor. Bu kabile Ansâr'dandır. Onlar putperest idiler ve ehl-i kitâb'tan olan yahûdî kabilesiyle birlikteydiler. Yahudileri ilimde kendilerinden üstün görerek birçok işlerinde onlara uyarlardı. Ehl-i kitâb, kadınları­na bir tek şekilde yaklaşırlardı, (temasta bulunurlardı) Bu da kadın için en ziyâde örtülü bir durumda olurdu. Ansânn bu kabilesi bu davranışı onlardan almışlardı. Kureyş'ten bu kabile ise, kadınlarını çirkin bir şe­kilde soyarlar ve onları öne arkaya çevirerek, uzatarak onlardan zevk alırlardı. Muhacirler Medine'ye geldiklerinde onlardan birisi, Ansâr'dan bir kadınla evlendi ve öyle yapmak istedi. Kadın buna karşı çıkarak: «Bize sadece bir tek şekilde yaklaşılır, sen de öyle yap, ya da benden uzak dur.» dedi. Bu karı kocanın durumu RasûlulJah (s.a.) a ulaşınca, Allah Teâlâ: «Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın.» âyetini indirdi. Yani doğan yerden yaklaşmak şartıyla; ister önünden, ister arkasından, ister uzatarak. Bu hadisi sa­dece Ebu Dâvûd rivayet etmekle birlikte daha önce geçen hadîsler bu­nun sahih olduğunu göstermektedir, özellikle Ümmü Seleme'nin ri­vayeti bu hadîsin siyakına benzemektedir.

Bu hadîsi Hafız Ebu'l-Kâsım Taberânî de Muhammed İbn İshâk tankıyla... Mücâhid'den rivayet eder. Mücâhid der ki: Mushafı Fatiha* dan sonuna kadar îbn Abbâs'a arzettim. Her âyette onu durdurarak o âyeti sordum. Nihayet «Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın.» âyetine gelince, İbn Abbâs: «Kureyş' ten bu kabile Mekke'de iken kadınları soyarlar ve onlardan lezzet alır­lardı...» dedi.

Ve bu akışıyla (bu şekliyle yukardaki) kıssanın tamâmını zikretti, îbn Abbâs'm İbn Ömer —Allah ondan razı olsun— vehmediyor? demesi de sanki Buhârî'nin şu rivayetine işaret etmektedir:

Bize îshâk... Nâfî'in şöyle dediğini rivayet etti: tbn Ömer, Kur­an okuduğunda bitirinceye kadar hiç konuşmazdı. Bir gün ona gittim. Bakara sûresini okudu ve bu âyete geldiğinde: «Neyin hakkında nâzi] okiu biliyor musun?» dedi. Ben: Hayır, dedim. O: «Şunun ve şunun hakkında nazil oldu.» dedi ve okumaya devam etti.

Abdüssamed'in... İbn Ömer'den rivayetine göre o; «O halde tarla­nıza dilediğiniz gibi varın» âyeti hakkında : «Kadının tercinden yaklaş­mak, ona varmaktır» demiştir. Bu hadîsi bu şekliyle sadece Buhârî ri­vayet etmiştir.

İbn Cerîr der ki Ya'kûb İbn İbrahim... Nâfî'den nakletti ki; o şöyle demiş:

Bir gün «kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza di­lediğiniz gibi varın.» âyetini okudum. İbn Ömer : Ne hakkında nazil ol­du biliyor musun?, dedi. Ben : Hayır, dedim. O: Kadınlara arka taraf­larından yaklaşmak hakkında nazil oldu, dedi.

Ebu Kılâbe... İbn Ömer'den rivayet ediyor, o «tarlanıza dilediğiniz, gibi varın» âyeti, dübür hakkındadır demiştir. Bu hadîs, Mâlik, Nâfî, İbn Ömer senediyle rivayet edilmişse de sahih değildir.

Neseî... Zeyd İbn Eslem'den, o da Abdullah İbn Ömer'den rivayet ediyor ki; bir adam karısı ile dübüründen temasta bulunmuş. Allah Teâlâ: «Kadınlarınız sizin için tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın» âyetini inzal buyurmuş.

Ebu Hatim el-Râzî: Şayet bu hadîs Abdullah İbn Ömer'den rivayet­te Zeyd İbn Eslem'in yanında bulunsaydı, insanlar Nâfî'e bu kadar düşkün olmazlardı, demektedir ki, bu Ebu Hâtim'in hadîs hakkındaki bir ta'lîlidir.

Bu hadîsi Abdullah İbn Nâfî de... İbn Ömer'den rivayet etmiştir. Bu hadîsi, daha önce geçen hadîslere hamlederek yorumlamak gerekir. Bu durumda kadınlara cinsel uzuvlarından olmak kaydı ile arka taraf­larından yaklaşılabilir. Nitekim Neseî ayrıca Ali İbn Osman tarîki ile... Ebu Nadr'dan rivayet eder ki; Ebu Nadr Abdullah îbn Ömer'in köle­si Nâfî'e şöyle demiş : Senin aleyhinde çok şey söyleniyor. Sen İbn Ömer* den rivayetle onun kadınlar ile dübürlerinden temasta bulunulabilece-ğlne fetva verdiğini söylemişsin. Nâfî: Benim hakkımda yalan söylüyor­lar (benim söylemediğim bir şeyi benim için söyledi diyorlar) fakat sa­na durumun nasıl olduğunu bildireyim: Bir gün İbn Ömer Mushaf ı ez­berden okuyordu. «Kadınlarınız sizin için tarladır. O halde tarlanıza di­lediğiniz gibi varın» âyetine gelince: Ey Nâfî bu âyetin durumundan bir şey biliyor musun? dedi. Ben : Hayır, dedim. O : Biz Kureyşliler, ka­dınlara emekler vaziyette yaklaşırdık. Medine'ye gelip de Ansâr kadın­larını nikahlayınca daha önce istediğimiz gibi onlardan da istedik (da­ha önce kadınlarımızla nasıl temasta bulunuyorsak onlarla da aym şekilde temasta bulunmak istedik.) Bu, onlara eziyet verdi ve bundan hoşlanmadılar. Ansâr kadınları yahûdîlerin halini almışlar ve sadece yanlarından (yanlan üzere iken) temasta bulunmaya alışmışlardı. Al­lah Teâlâ da: «Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanı» dilediğiniz gibi vann.» âyetini indirdi. Bu rivayetin isnadı sahihtir. Bu hadîsi İbn Merdûyeh de Taberânî kanalıyla... Kâ'b İbn Alkame'den ri­vayet etmiştir.

Biz Abdullah İbn Ömer'den açık olarak bunun zıddına bir rivayeti de nakletmiş ve —ilerde geleceği gibi— bunun mübâh veya helâl olma­dığını belirtmiştik.

Bu kavil her ne kadar Medine fukahâsından bir bölümüne ve baş­kalarına nisbet edilmişse ve bazıları da bu kavli İmâm Mâlik'e isnâd et­mişlerse de, çoğunluk bu görüşün İmâm Mâlik'e isnadının sıhhatini reddeder. Nitekim müteaddit tarîklardan gelen hadîş-i şeriflerde ar­kadan temas yapılması yasaklanmıştır. Hasan İbn Arefe diyor ki; İsmâîl îbn Ayyaş... Câbir'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) : «Onlar utanıyor­lar, halbuki Allah gerçeklerden asla utanmaz. Kadınlara arkalarından (dübürlerinden) temasta bulunmak helâl değildir.» buyurmuştur.

îmâm Ahmed der ki; bize Abdurrahmân... Huzeyme îbn Sâbit'ten nakletti ki, Rasûlullah (s.a.), kişinin karısıyla dübüründen temasta bu­lunmasını yasaklamıştır.

İmâm Ahmed ayrıca diyor ki; bana Ya'kûb... Huzeyme İbn Sabit el-Hatmî'den haber verdiğine göre, Rasûllulah (s.a.) : «Onlar utandılar ama Allah gerçekleri (açıklamaktan) asla utanmaz, bunu üç kerre tek­rarladılar ve kadınlarla arkalarından (dübürlerinden ) temasta bulun­mayınız.» buyurdular. Bu hadîsi Neseî ve İbn Mâce, Huzeyme İbn Sâ-bit'e varan muhtelif tarîklardan rivayet etmişlerdir, ancak onun is­nadında birçok ihtilâflar vardır.

Ebu îsâ el-Tirmizî ve Neseî derler ki; bize Ebu Saîd... İbn Abbâs' tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) : «Allah Teâlâ, bir kadınla ya da bir erkekle dübüründen temasta bulunan kişiye (kıyamet gününde) rah­met nazarıyla bakmaz.» buyurmuştur. Bilâhere Tirmizî: Bu hadîs ha-sen, garîb bir hadîstir, der. Bu hadîsi İbn Hifobân da Sahîh'inde bu şe­kilde tahrîc eder. Bu hadîsin sahih olduğunu İbn Hazm da söylemek­tedir. Sadece Neseî bu hadîsi Hennâd'dan, Vekî ve Dahhâk isnâdıyla mevkuf olarak rivayet etmiştir.

Abd ise şöyle diyor: Bize Abdürrezzâk... Tâvûs'dan o da babasın­dan haber verdi ki; Bir adam, İbn Abbâs'a, kadınlarla dübüründen te­masta bulunmayı sordu. İbn Abbâs: «Bana küfürden soruyorsun» diye cevap verdi. Bu hadîsin isnadı sahihtir. Neseî de, İbn'ül-Mübârek ka­nalıyla Ma'mer'den bu hadîsin bir benzerini rivayet etmiştir.

Abd İbn Humeyd tefsirinde şöyle der: Bize İbrâhîm İbn'ül-Hakîm, babacından, o da İkrime'den haber verdi ki; îkrime şöyle demiş: Bir adam İbn Abbâs'a geldi ve Ben eşim ile dübüründen temasta bulunur­dum, Allah'ın «Kadınlarınız sizin için bir tarladır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın.» âyetini İşittim de bunun bana helâl olduğunu zannettim, dedi. İbn Abbâs : Ey aptal, Allah'ın : «O halde tarlanıza di­lediğiniz gibi varın.» âyeti, ön taraflarından (ferclerinden) olmak üzere ister ayakta, ister oturarak, ister önlerinden, ister arkalarından onlara varın anlamındadır, sakın başkasına tecâvüz etme, diye cevap verdi.

İmâm Ahmed diyor ki, bize Abdüssamed... Amr İbn Şuayb'dan, o babasından, o da dedesinden nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) : «Kim ka­rısı ile dübüründen temasta bulunursa, bu yaptığı küçük livâtadır (ho­moseksüelliktir) » buyurdular.

Abdullah ibn Ahmet diyorki; Hedbe... Hemmân'dan nakletti ki^ Katâde'ye karısıyla dübüründen temasta bulunan kişi hakkında sordu­lar. Katâde şöyle dedi: Amr İbn Şuayb'm babasından, onun da dede­sinden haber verdiğine göre Rasûlullah (s.a.) : «Bu küçük livâtadır (ho­moseksüelliktir)» buyurmuş.

Katâde der ki, Ukbe İbn Vessâc, Ebu'd-Derdâ'nın şöyle dediğini nakletti: «Bunu ancak kâfirler yapar.» Bu hadîs Yahya İbn Saîd el-Kattân tarîkiyla... Abdullah İbn Amr İbn Âs'tan mevkuf olarak rivayet edilmiştir. Bu rivayet daha sahihtir. Allah, en iyisini bilendir. Hadîsi Afod İbn Humeyd de... Abdullah İbn Amr'dan mevkuf olarak rivayet et­miştir.

Ca'fer el-Firyâbî diyor ki; bana Kuteybe... Abdullah İbn Amr'ın şöy­le dediğini bildirdi: Rasûlullah (s.a.) :

«Yedi grup insan vardır ki kıyamet günü Allah onlara (rahmet na­zariyle) bakmayacak, onları temize çıkarmayacak (tezkiye etmeyecek) ve onlara : «Cehenneme girenlerle birlikte siz de cehenneme (ateşe) gi­zin.» buyuracaktır. Bunlar : Bir (erkekle) temasta bulunan, kendisiyle temasta bulunulan erkek (homoseksüelden her ikisi de), şehvetini eliyle gideren (mastürbasyon yapan), hayvan ile temasta bulunan, kadın ile dübüründen temasta bulunan, kadın ile kadının kızının arasım birleş­tiren (hem bir kadınla, hem de aynı kadının kızıyla temasta bulunan), komşusunun karısıyla zina eden ve komşusuna eziyet ederek onun ken­disine la'net etmesine sebep olan kimsedir» Hadîsin senedinde yer alan tbn Lehîa ve şeyhi zayıftırlar.

İmâm Ahmed İbn Hanbel diyor ki; fcize Abdürrezzâk... Ali îbn Talk* m şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.) kadınlarla dübürlerinden temasta bulunmayı yasakladı. Muhakkak ki Allah gerçeği (açıklamak­tan) utanmaz. Bu hadîsi İmâm Ahmed îbn Hanbel ayrıca Ebu Muâviye ve Ebu îsâ el-Tirmizî'den, Ebu Muâviye tarîkıyla tahrîc etmiştir ve bun­da ziyâdelik vardır. O şöyle der: Hadîs hasendir, bu hadîsi, İmâm Ah­med İbn Hanbel'in Müsned'inde vâki' olduğu üzere Ali İbn Ebu Tâlib-den nakledenler varsa da sahih olan, Ali İbn Ebu Tâlib olmayıp râvînin Ali İbn Talk olduğudur.

İmâm Ahmed diyor ki: bana Abdürrezzâk... Ebu Hüreyre'den nak­letti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: «Karısıyla dübüründen te­masta bulunan kişiye Allah (kıyamet gününde) asla (rahmet nazarıy­la) bakmayacaktır.»

Bize Affân... Ebu Hüreyre (r.a.) den nakletti M; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: «Karısıyla dübüründen temas eden kişiye Allah rah­met nazarıyla bakmaz.» Bu hadîsi İbn Mâce de Süheyl tarîkıyla riva­yet etmiştir.

Vekı... Ebu Hüreyre'den nakleder ki: Rasûlullah (s.a.); «Karısıyla dübüründen temasta bulunan kişi lâ'netlenmiştir.» buyurdular. Bunu Ebu Dâvûd ve Neseî de Vekî tarîkıyla rivayet etmişlerdir.

Hafız Ebu Nuaym el-îsfahânî diyor ki; bana Ahmed İbn Kasım... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Bir ka­dınla dübüründen temasta bulunan kişi lâ'netlenmiştir.»

Neseî'nin Sünen'inde bu hadîs böyle değildir. Neseî'nin Sünen'inde bulunan hadîs daha önce de geçtiği gibi Süheyl'den mervîdir. Şeyhimiz Hafız Ebu Abdullah el-Zehebî der ki; Ahmed îbn el-Kasım İbn ez-Zey-yân'ın bu hadîsi bu sened ile rivayeti onun kendi vehmidir. Nitekim bu zât zayıf kabul edilmiştir.

Hadîsin başka bir tarîktan rivayeti şöyledir; Müslim İbn Hâlid el-Zencî... Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuş : «Kadınlarla dübürlerinden temasta bulunan lâ'netlenmiştir.» Bu hadîsin senedinde yer alan Müslim İbn Hâlid hakkında (baza şeyler) söylenmiştir. Bu hadîsin bir başka rivayeti de, İmâm Ahmed ve Sünen sahiplerinin Hammâd İbn Seleme kanalıyla... Ebu Hüreyre'den naklet­tikleri şu ifâdedir : Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; «Kim hayızlı bir kadın­la temasta bulunursa, ya da bir kadınla dübüründen temasta bulunur­sa, ya da kâhine giderek onun söylediğini doğrularsa Muhammed'e in­dirileni inkâr etmiş olur.» Tirmizî der ki: Buhârî; bu hadîsin zayıf ol­duğunu söylemiştir. Buhârî Hakîm'in Ebu Temîme'den rivayeti hak­kında onun nakline uyulmaz, der. Bu hadîsin başka bir tarîktan riva­yeti şöyledir : Neseî diyor ki; bana Osman İbn Abdullah... Ebu Hürey­re'den Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu nakletti:

«Allah'tan gerçek şekliyle utanın, haya edin, kadınlarla dübürle­rinden temasta bulunmayın.» Bu hadîsi bu şekliyle sadece Neseî riva­yet etmiştir.

Hafız Hamza İbn Muhammed el-Kinânî diyor ki, bu hadîs münker -e bâtıldır. Zührî, Ebu Seleme ve Saîd'in rivayetleri bâtıldır. Eğer Ab-dûlmelik bu hadîsi Saîd'den işitmişse bunu ancak ihtilâttan sonra işit-rristir. Halbuki, Tirmizî'nin Ebu Seleme'den rivayetine göre o, bundan rjehyediyordu. Hadîsin Ebu Hüreyre kanalıyla Rasûlullah (s.a.) dan ri­vayeti ise hiç yoktur.

Hamza İbn Muhammed el-Kinânî güzel tenkitte bulunuyor. Şu ka­dar var ki Abdülmelik İbn Muhammed el-San'ânî'nin ihtilâtta (karış-znnada) bulunduğu bilinmiyor. Bunu Hamza el-Kinanî'den başkası söylemiyor. O, ise Sika (güvenilir) bir kişidir. Ancak Dihyem, Ebu Hâ­lan ve İbn Hibbân onun aleyhinde konuşmuşlardır. îbn Hibbân, onun hadîsiyle delil getirmek caiz değildir, der. En doğrusunu Allah bilir.

Zeyd İbn Yahya İbn, Ubeyd, Saîd İbn Abdülazîz'den naklinde ona tabi olmuştur. Hadîs iki ayrı tarik ile Ebu Seleme'den rivayet edilmiş­se de hiçbirisi sahih değildir. Hadîsin başka bir. tarîktan rivayeti şöy­ledir :

Neseî diyor ki; bana İshâk İbn Mansûr... Ebu Hüreyre (r.a.) nin şöyle dediğini nakletti: «Erkeklerin kadınlarla dübûrlerinden temasta bulunmaları küfürdür.»

Ayrıca Neseî bu hadîsi Bündâr ve Abdurrahmân kanalıyla Ebu Hü­reyre'den şu ifâde ile nakleder :

«Kim bir kadınla dübüründen temasta bulunursa, onun küfrünü elde etmiş olur.»

Neseî, bu hadîsi Sevrî tankıyla... Ebu Hüreyre'den mevkuf olarak rivayet etmiştir. Yine Neseî bu hadîsi, Ali İbn Bezîme tarîkıyla... Ebu Hüreyre'den mevkuf olarak rivayet etmiştir.'

Bekr İbn Huneys Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor ki... Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu:

«Kim erkek ve kadınlarla dübûrlerinden temasta bulunursa kâfir olmuştur.»

Hadîsin mevkuf olan rivayeti daha sahihtir. Râvî Bekr İbn Huneys'i birçok imam zayıf görmüş, bir kısmı da terketmiştir. (hadîsi metruktür.)

Muhammed İbn Ebân el-Belhî diyor ki; bana Vekî'... Ömer İbn el-Hattâb'dan nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

«Muhakkak ki Allah Hak'dan (gerçekleri açıklamaktan) haya et­mez; kadınlarla dübûrlerinden temasta bulunmayınız.»

Neseî Saîd İbn Ya'kûb kanalıyla... Hz. Ömer'in şöyle dediğini riva­yet eder : «Kadınlarla dübûrlerinden temasta bulunmayın.»

İshâk İbn İbrahim... Abdullah İbn el-Hâd'dan nakletti ki, Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiş: Allah'tan haya edin. Doğrusu Allah hak (ki açıkla­mak) tan haya etmez. Kadınlara dübûrlerinden yaklaşmayın» mevkuf olan bu rivayet daha sahihtir.

İmâm Ahmed diyor ki; bize öunder ve Muâz veya İbn Muâz... Talk İbn Yezîd, Yezîd İbn Talk'tan nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuş :

«Muhakkak ki Allah gerçekleri (açıklamaktan) haya etmez, kadın­lara arkalarından (dübûrlerinden) yaklaşmayın.»

Aynı şekilde birçokları bu hadîsi Şu'be'den, Abdürrezzâk da... Talk tbn Ali'den rivayet etmişlerdir. Daha önce de geçtiği üzere bu, Talk İbn Ali değil, Ali İbn Talk olsa gerektir. Doğrusunu Allah bilir.

Ebu Bekr el-Esrem Sünen'inde diyor ki bize Ebu Müslim... İbn Mes'ûd'dan nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : «Kadınların dü-bürleri haramdır.»

Bu hadîsi İsmâîl İbn Uleyye, Süfyân el-Sevri, Şu'be ve başkaları Ebu Abdullah el-Şakîri —ismi Seleme İbn Temmâm olup sika (güvenilir) bir râvîdir— kanalıyla Ebu Ka'lem ve İbn Mes'ûd'dan mevkuf olarak riva­yet etmişlerdir ki bu, daha sahihtir.

İbn Adiyy diyor ki; bana Ebu Abdullah... Abdullah İbn Mes'ûd ka­nalıyla nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : «Kadınlarla arka­larından temasta bulunmayınız.» Hadîsin senedindeki Muhammed İbn Hamza, Cezerî'dir ve onun ile şeyhi hakkında konuşulmuştur.

Bu hadîs, Übeyy İbn Kâ'b, Berrâ İbn Âzib, Ukbe İbn Âmir, Ebu Zerr ve başkalarından da rivayet edilmiştir. Ancak bunlardan (her bi­reri hakkında) hadîsin sıhhatına mâni olabilecek şeyler söylenmiştir. Allah en doğrusunu bilendir.

Seyri Salt İbn Behrâm kanalıyla... Ebu Cüveyriye'den naklediyor ki: Bir adam Hz. Âli'ye kadınla dübüründen temasta bulunmayı sor­muş. Hz. Ali şöyle demiş: «Rezîl oldun, Allah seni rezîl etsin, Allah Teâlâ'nın: «Sizden önce dünyalarda hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlı­ğı mı yapıyorsunuz?» (A'râf, 80) buyruğunu duymadın mı?»

Daha önce İbn Mes'ûd, Ebu'd-Derdâ, Ebu Hüreyre, İbn Abbâs ve Abdullah İbn Ömer'in bunun haram kılındığına dâir sözleri geçmişti. Ab­dullah İbn Ömer'in de bunu haram saydığı sabittir.

Ebu Muhammed Abdurrahmân İbn Abdullah ed-Darîmî Müsned'in-de der ki: Bize Abdullah İbn Salih... Saîd İbn Yesâr Ebu'l-Habbâb'tan rivayet etti: Abdullah İbn Ömer'e : Cariyelerin tahmîz edilmeleri konu­sunda ne dersin? dedim. O: Tahmîz de ne ki? dedi. Bunun dübür ol­duğu zikredilince o: Bunu müslümanlardan hiçbir kimse yapar mı? dedi.

İbn Vehb ve Kuteybe de Leys'den bu şekilde rivayet ettiler. Bu ri­vayeti isnâd ve metin yönüyle sahih olup Abdullah İbn Ömer'in dübür-den teması haram kabul ettiğini açıkça göstermektedir. İbn Ömer'den başka manâlara muhtemel rivayetlerin tamamı bu muhkem olan riva­yetine döndürülmelidir.

İbn Cerir der ki: Bana Abdurrahmân İbn Abdullah, Mâlik İbn Enes'den nakletti ki; Ona Ey Ebu Abdullah, İnsanlar Salim İbn Abdul-lah'dan kul veya yaramaz kişi Ebu Abdullah'a yalan söylüyor dediğini rivayet ediyorlar, dediler. Mâlik: «Yezîd İbn Rûmân'a şehâdet ederim ki, o bana Salim İbn Abdullah'dan, İbn Ömer'den Nâfî'nin söyledikleri­ni haber verdi.» dedi. Ona: Haris İbn Ya'kûb, Ebu'l-Habbâb Saîd İbn Yesâr*dan rivayet ediyor ki o İbn Ömer'e: Ey Ebu Abdurrahmân, biz cariyeler satın alıyoruz onlarla tahmîz de bulunalım mı? diye sordu. İbn Ömer: Tahmîz nedir? diye sordu. Ona, bunun dübürden münasebette bulunmak olduğunu söyledi. Bunun üzerine tbn Ömer:öf, öf, bunu, mü'min ya da müslüman kimse hiç yapar mı? diye cevap verdi, dediler.

Mâlik : Rabîa'ya şehâdette bulunurum ki o, bana Ebu'l-Habb&b'dan, o da İbn Ömer'den, Nâfî'in söylediği gibi haber verdi, dedi.

Neseî, Rebi İbn Süleyman kanalıyla Afodtırraramân tbn Kasım'dan rivayet ediyor. O şöyle dedi:

Mâlik'e: «Mısır'da, bizim yanımızda Leys tbn Sa'd, Haris tbn Ya" kub Said tbn Yesâr tankıyla «İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet ediyor» dedim: Biz cariyeleri satın alıyoruz onlarla tahmîz de bulunalım mı? dedim. İbn Ömer: Tahmîz nedir? dedi. Ben : Onlarla dübürlerinden te­masta bulunuruz, dedim. O : «Öf öf, bunu müslüman kişi hiç yapar mı?» dedi. Mâlik bana dedi ki: Rabîa'ya şehâdette bulunurum ki o bana Said tbn Yesâr'dan rivayet etti ki o tbn Ömer'e sormuş, tbn Ömer de : «Bun­da bir beis yoktur.» demiş.

Neseî'nin Yezîd tbn Rûmân tankıyla Ubeydullah tbn Abdullah'dan rivayetine göre Abdullah tbn Ömer, kişinin kadın ile dübüründen te­masta bulunmasında bir beis olmadığı kanâatinde imiş.

Ma'mer İbn îsâ ise Mâlik'den bunun haram olduğu (görüşünü) ri­vayet etmiştir.

Ebu Bekr tbn Ziyâd el-Neysabûrî der ki bana Ismâîl İbn Hasan Is-maîl İbn Revh'ten nakletti ki o şöyle demiş: Ben Mâlik tbn Enes'e;

Kadınlarınızla dübürlerinden temasta bulunma hakkında ne der­sin? diye sordum. O : Siz arapsınız tarla diye ancak ekin yerine derler; o halde ferci tecâvüz etmeyiniz (yalnızca fercten temasta bulununuz) dedi. Ben : Ey Ebu Abdullah, senin böyle dediğin söyleniyor, dedim. O : Bana yalan söylüyorlar, bana yalan söylüyorlar, dedi. Ordan sabit olan ancak budur.

Bu, kesin olarak, Ebu Hanîfe, Şafiî, Ahmed tbn Hanbel ve arkadaş­larının görüşüdür. Aynı şekilde Saîd İbn el-Müseyyeb, Ebu Seleme, Ik-rime, Tâvûs, Atâ, Saîd İbn Cübeyr, Urve İbn'üz Zübeyr, Mücâhid İbn Cebr, Hasan ve seleften başkalarının da görüşü (kavli) budur. Onlar dübürden teması reddetmişlerdir. İçlerinde dübürden temas etmeyi kü­für sayanlar da vardır ki bu Cumhûr-u Ulemânın görüşüdür.

Bu konuda Medine fakîhlerinin bazısından, hatta İmâm Mâlik'den başka görüşler de hikâye edilmişse de bu görüşlerin sıhhati şüphelidir.

Tahâvî der ki: Asbağ İbn'ül-Ferec, Abdurrahmân İbn Kasım'dan ri­vayet etti ki, o (kadın ile dübüründen temasta bulunmayı kastederek) r Bunun helâl olduğu şüphesini (yayan) dinimde kendisine uyacağım bi­risine rastlamadım, dedi. Sonra da: «Kadınlarınız sizin için bir tarla­dır...» âyetini okuyarak: Hangi şey bundan daha açıktır?, dedi. İşte Ta-hâvî'nin (anlattığı) budur.

Hâkim, Dârekutnî ve Hatîb el-Bağdâdî, İmâm Mâlik'den değişik tarîklerden bunun mübâh olduğunu belirten şeyler rivayet ederler. An­cak isnâdlannda zayıflık vardır. Şeyhimiz Hafız Ebu Abdullah el-Ze-hebî topladığı cüzünde bunlan derinliğine incelemiştir. Allah en iyi­sini bilendir.

Tahâvî der ki: Bize Muhammed İbn Abdullah İbn Abdülhakem'in rivayet ettiğine göre, o Şafiî'nin: «Bunun helâl veya haram olmasına dâir Rasûlullah (s.a.)dan sahih bir hadîs rivayet edilmemiştir, kıyâsa göre ise helâldir.» dediğini işitmiş.

Ebu Bekr el-Hatîb de... Muhammed İbn Abdullah İbn Abdülhakem* den benzer bir rivayeti nakleder.

Ebu Nasr İbn el-Sabbâğ der ki:

Rebî', îbn Abdülhakem'in bu konuda Şafiî'ye yalan isnâd ettfği hu­susunda; kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederdi. Çün­kü Şafiî kitaplarından altısında bunun haram kılındığını açıkça ifâde etmektedir. Allah en iyisini bilendir.

Allah Teâlâ buyuruyor: «Ve kendiniz için önceden iyi ameller gön­derin» Allah'ın haramları terketmeye dâir emirlerine uyarak «Bir de Allah'tan korkun ve bilin ki siz, şüphesiz O'na kavuşacaksınız» Amelle­rinizin bütününden dolayı sizi hesaba çekecektir. Emrettiklerine itaat eden ve yasakladıklarını terkedenlere müjdele.

İbn Cerîr der ki bize Kasım Atâ'dan İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletti:

«Ve kendiniz için önceden iyi ameller gönderin», «Cinsî temas sı­rasında Bismillah deyin.»

Sahîh-i Buhârî'de, İbn Abbâs'dan rivayet edilir ki o şöyle demiş: Rasûlullah (s.a.) :

«Sizden birisi ehli ile münâsebette bulunmak istediğinde : «Allah'ın adıyla, Allah'ım bizden ve bize vereceğinden şeytânı uzaklaştır.» desey­di ve bu münâsebetten onlar için bir çocuk takdir edilseydi ebediyyen şeytân ona zarar veremezdi.» buyurdular. [88]

Yani Allah'ı ve Rasûlünü tasdik edene değin kâfir kadınlarla evlen­meyin. Bize göre (şîa) bu hüküm ehl-i kitâb'tan ve diğerlerinden kâfir­lerin hepsiyle evlenmenin haram olduğunu bildiren umûmî bir hüküm­dür. Ve ne neshedilmiştir, ne tahsîs eidlmiştir. Ancak burada ihtilâf ko­nusu müşrik ta'bîrindedir. Bir kısmı müşrik kelimesinin ehl-i kitâb için kullanılamayacağını belirtir. Çünkü Allah «ehl-i kitâb'dan ve müşrik­lerden küfredenler» buyurarak ikisini birbirinden ayırmıştır. Ayrıca «ne ehl-i kitâb'dan, ne de müşriklerden küfredenler» buyurarak birbi­rinden ayırdığı gibi birini diğerine atfetmiştir. Binâenaleyh bu âyetin iükmü neshedilmediği gibi, tahsis de edilmemiştir. Bazıları da derler ki; âyet bütün kâfirleri içine alır. Çünkü şirk ta'bîri küfredenlerin hepsi için geçerlidir. Yüce peygamberimizin peygamberliğini inkâr eden, onun yüceliğini inkâr etmiş demektir. Bu da şirkin kendisidir. Bu görüşü be­nimseyenler de kendi aralarında ihtilaflıdırlar. Bir kısmı der ki; Mâide süresindeki «kitâb verilenlerden namuslu kadınlar» âyeti ile bu âyet neshedilmiştir. Bunu söyleyenler arasında İbn Abbâs, Hasan, Mücâhid bulunmaktadır. Bir kısmı da der ki; bu âyet kitâb ehli olmayanlara tah­sis edilmiştir. Katâde ve Saîd İbn Cübeyr böyle derler. Bir kısmı da der ki; bu âyet zahirine hamledilmelidir ve ister ehl-i kitâb'tan olsun, is­ter müşriklerden olsun kâfirlerin nikâhının haram olduğunu bildirmek­tedir. Abdullah İbn Ömer ile Zeydîye'den bir kısmı böyle derler. Bu, bi­zim de (şîa) mezhebimizdir. İnşâallah Mâide sûresinde bu konu açık­lanacaktır.» [89]

 

 

 

 

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/595-598.

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/598-602.

[3] Muhyiddîn İbn el-Arabî, Tefsir el-Kur'an'il-Kerîm, I, 91-92.

[4] Reşîd Rızâ, Tefsir el-Menâr, II, 4-6.

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/606-609.

[6] Âlûsî, Rûh el-Meânî, II, 8.

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/617-618.

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/619.

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/621-622.

[10] Âlûsî, Rûh el-Meânî, II, 15.

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/623-624.

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/624-626.

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/626-628.

[14] Âlûsî, Rûh el-Meânî, II, 24.

[15] Reşîd Rıza, Tefsir el-Menâr, II, 38-39.

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/633-636.

[17] Hâzin, Lübâb, I, 227.

[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/637-639.

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/641-642.

[20] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/643-644.

[21] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/647-649.

[22] Muhyiddîn İbn el-Arabî, Tefsir el-Kur'an'il-Kerîm, I, 103.

[23] Kâdî Beydâvî, Envâr'üt-Tenzîl II, 236.

[24] Hâzin, Lübâb, I, 234.

[25] Tantâvî, Cevheri, Tefsir el-Cevâhir, 1,145 -147.

[26] Reşîd Rızâ, Tefsir el-Menâr, II, 57 – 64.

[27] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/668-670.

[28] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/675-676.

[29] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/677-678.

[30] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/678-679.

[31] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/680-682.

[32] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/682-686.

[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/691-693.

[34] Kâdî Beydâvî, En-vâr'üt-Tenzîl, I, 252-253.

[35] Âlûsî, Rûh el-Meânî, II, 51.

[36] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/699-702

[37] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/703-708.

[38] Hâzin, Lübâb, I, 256-257.

[39] Reşîd Rı­zâ, Tefsir el-Menâr, II, 143 -144.

[40] Ebu Ali et-Tabressî, Mecma'ül-Beyân, I, 273 – 274.

[41] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/711-713.

[42] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/713-716.

[43] Ebu Ali Tabressî, Mecma'ül-Beyân, I, 277.

[44] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/717-721.

[45] Reşîd Rızâ, Tefsir el-Menâr, II, 167 -172.

[46] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/728-734.

[47] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/734-738.

[48] Ebu Ali, et-Tabressî. Mecma'ül-Beyân, I, 281.

[49] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/741-742.

[50] Reşîd Rızâ, Tefsir, el-Menâr, II, 195-198.

[51] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/746-747.

[52] Kâdî Beydâvî, Envâr'üt-Tenzîl, I, 274.

[53] Âlûsî, Ruh el-Meânî, II, 71 – 72.

[54] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/755-760.

[55] Muhyiddîn îbn el-Arabî, Tefsir el-Kur'an'il-Kerîm, I, 118.

[56] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/761-762.

[57] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/767-770.

[58] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/771-781.

[59] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/781-790.

[60] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/790-796.

[61] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/796-798.

[62] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/798-801.

[63] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/801-803.

[64] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/803-807.

[65] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/808-809.

[66] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/815-816.

[67] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/817.

[68] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/817-820.

[69] Hâzin, Lübâb, I, 311 – 312.

[70] Muh-yiddîn îbn el-Arabî, Tefsir el-Kur'an'il-Kerîm, 1,129 -130.

[71] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/831-832.

[72] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/833.

[73] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/834.

[74] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/835-840.

[75] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/842-843.

[76] Reşîd Rızâ, Tefsir el-Menâr, II, 326 – 332.

[77] Ömer Kılıç, Tıb ve islâm Gözüyle Alkol.

[78] Ömer Kılıç, Tıb ve islâm Gözüyle Alkol.

[79] Ömer Kılıç, Tıb ve islâm Gözüyle Alkol.

[80] Ömer Kılıç, Tıb ve islâm Gözüyle Alkol.

[81] Ömer Kılıç, Tıb ve islâm Gözüyle Alkol. 53-73; Dr. Nebîl et-Tavîl, el-Hamr'ü ve Me-darruha alâ'l-cism'i ve'1-Akl'i, 1 -16; Neil Kessel ve Henry Walton, Alkolizm, 9 -18.

[82] Abdülkadir Üdeh, et-Teşri'ül-Cinâîyyü'l İslâmî, II, 496-513, Kahire 1964; Türkçe çevi­risi, Akif Nuri, İstanbul-1980.

[83] Abdülkadir Üdeh, et-Teşri'ül-Cinâîyyü'l İslâmî, II, 496-513, Kahire 1964; Türkçe çevi­risi, Akif Nuri, İstanbul-1980.

[84] Abdülkadir Üdeh, et-Teşri'ül-Cinâîyyü'l İslâmî, II, 496-513, Kahire 1964; Türkçe çevi­risi, Akif Nuri, İstanbul-1980.

[85] Abdülkadir Üdeh, et-Teşri'ül-Cinâîyyü'l İslâmî, II, 496-513, Kahire 1964; Türkçe çevi­risi, Akif Nuri, İstanbul-1980.

[86] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/868-870.

[87] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/871-873.

[88] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/875-889.

[89] Ebu Ali el-Tabressî, Mecma'ül-Beyân, I, 318.

Free Web Hosting