Mânâsız Yemin. 2

İlâ ve Hükmü. 4


224 — Yemînlerinizde; Allah'ı iyilik etmenize, fena­lıktan sakınmanıza ve insanların arasını bulmaya engel
yapmayın. Allah Semî'dir, Alîm'dir.

225 — Yemînlerinizdeki lağvden  dolayı,  Allah  sizi sorumlu tutmaz. Ancak kalblerinizin kazandığı şeyden do­
layı sizi sorumlu tutar. Allah Ğafûr'dur, Halîm'dir.

 

Mânâsız Yemin

 

Allah Teâlâ: «Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar; yakınlarına,, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte kusur etmesin­ler, affetsinler, aldırış etmesinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez mi­siniz? Ve Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.» (Nûr, 22) de olduğu gibi bu­rada da :

«Allah adına yaptığınız yeminlerinizi, iyilik ve sıla-i rahim'e —bun­ları terketaneye yemin ettiğinizde— engel kılmayınız.» buyuruyor. Ye­min üzere devam etmek; sahibi için keffâret vermek suretiyle ondan vazgeçmekten daha günâhtır.

Nitekim Buhâri der ki bize tshâk îbn İbrahim, Hemmâm İbn Mü- nebbihln şöyle dediğini nakletti: Bu, Ebu Hüreyre'nin bize Rasûlul-lah (s.a.) dan rivayet ettiği (bir hadîs) dir ki, «o biz kıyamet günü il­kin gelecek sonuncularız» dedi. Rasûlullah (s.a.) : «Allah'a and olsun ki sizden birisinin ailesi hakkındaki yemininde ısrar edip diretmesi Allah katında, Allah'ın kendisine farz kılmış olduğu keffâreti vermesinden de daha fazla günâh kazandırıcıdır.» buyurdular.

Müslim de... Abdürrezzak'tan aynı hadîsi rivayet etmiştir. Ahmed de ondan aynı hadîsi rivayet eder.

Buhârî sonra şöyle der: İshâk İbn Mansûr Ebu Hüreyre'den, nak­letti ki: Rasûlullah (s.a.) : «Kim ailesi hakkındaki yemininde ısrar ederse bu öyle büyük bir günâhtır ki buna keffâret bile yeterli olmaz.» buyurdular.

Ali îbn Ebu Talha der ki: «Allah'ı yeminlerinizde iyilik etmeni­ze... engel yapmayın» âyeti hakkında tbn Abbâs şöyle dedi:

«Yeminini hayrı yapmamak için bir engel kılma. Aksine yemininin keffâretini ver ve hayrı işle.»

Mesrûk, Şa'bî, İbrahim el-Nehaî, Mücâhid, Tâvûs, Saîd tbn Cübeyr Atâ, İkrime, Mekhûl, Zührî, Hasan, Katâde, Mukâtil tbn Hayyân, Rebî' İbn Enes, Dahhâk, Atâ el-Horasânî ve Süddî de böyle demişlerdir.

Bunların söylediklerini Buhârî ve Müslim'de, Ebu Mûsâ el-Eş'arî' den rivayet edilen şu hadîs kuvvetlendirmektedir: Ebu Mûsâ el-Eş'ari der ki; Rasûlullah (s.a.) : «Allah'a and olsun ki, inşâallah ben bir ye­min eder ve ondan başkasını daha hayırlı görürsem o daha hayırlı ola­nı yapar ve yeminimi helâl kılarım» buyurdular.

Yine Buhârî ve Müslim'deki bir hadîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.) Abdurrahmân tbn Semure'ye şöyle buyurdul

 

Eksik

 

olanı yap ve yemininin keffâretini ver.» buyur­dular.

Müslim, Ebu Hüreyre'den rivayet eder ki Rasûlullah (s.a.) : «Kim bir yemin eder de bir başka şeyi ondan daha hayırlı görürse Temininin keffâretini versin ve daha hayırlı olan o şeyi yapsın» bu­yurdular.

İmâm Ahmed diyor ki, bana Benû Hâşim'in kölesi Ebu Saîd Amr İbn Şuayb'tan, o da babasından, o da dedesinden olmak üzere rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) : «Kim bir yemin eder de bir başka şeyi ondan daha hayırlı görürse, onu terketmesi yeminin keffâretidir.» buyurdular.

Ebu Dâvûd, Ebu Ubeydullah tbn Ahnes tarîkıyla... rivayet eder ki Rasûlullah (s.a.) :

«Âdem oğlunun mâlik olmadığı (elinde olmayan) şeyde, Allah'a is­yan ve akrabaya gidip gelmeme konusunda ne nezir (adak) ne de yemin vardır. Kim bir yemîn eder de ondan başkasını daha hayırlı görürse onu bıraksın ve daha hayırlı olanı yapsın. Zira yemîn ettiği şeyi bırak­ması, o yemininin keffâretidir.» buyurdular.

Sonra Ebu Dâvûd, Rasûlullah (s.a.) dan bu konuda nakledilen ha­dislerin hepsi «Yemininin keffâretini versin» şeklindedir ve sahih olan­da budur, der.

İbn Cerîr diyor ki; bana Ali îbn Saîd el-Kindi Hz. Âişe'den şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.) : «Kim sıla-i rahmi kesmek ve gü­nah işlemek üzere yemîn ederse o kişinin iyiliği, bu yemininde yalan çıkması ve yemininden dönmesidir.» buyuruyor.

Bu zayıf bir hadîstir. Çünkü hadîsin isnâdmdaki Harise İbn Mu-hammed metruk olup herkese göre zayıf bir râvîdir.

Sonra İbn Cerîr, İbn Abbâs'ın, Saîd İbn Müseyyeb'in, Mesrûk'un ve Şalri'nin: «Bir günahı işleme konusunda ne yemîn, ne de keffâret var­dır.» dediklerini rivayet eder.

«Yemînlerinizdeki lağvden dolayı Allah sizi sorumlu tutmaz.» âye­tine gelince, sizden sudur eden lağv yeminden dolayı sizi cezalandırıp sorumlu tutmaz. Lağv olan yemîn, andiçen kişinin maksadlı olarak söy­lemediği te'kîdli ve kuvvetli olmaksızın kişinin normal olarak yaptığı yeminlerdir.

Nitekim Buhârî ve Müslim'de... Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.) şöyle buyuruyor:

«Kim yemîn eder de yemininde «Lat ve Uzzâ adına» derse (hemen peşinden) «Allah'tan başka ilâh yoktur» desin.

Rasûlullah bunu, henüz câhiliyetten yeni kurtulup müslüman olan ve câhiliyet döneminde iken dilleri kasıtsız olarak Lât adına yemine alışmış olanlara söylemiştir. Lât ile yemîn kelimesini kasıtları olmaksı­zın söyledikleri için ihlâs kelimesi daha önceki kasıtsız olarak söyle­miş olduklarına karşılık olur. İşte bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Ancak sizi kalblerinizin kazandığı şeyden dolayı sorumlu tutar» buyurmakta­dır. Başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyrulur: «Ama bile bile etti­ğiniz yeminden dolayı sorumlu tutar.» (Mâide, 89).

Ebu Dâvûd «lağv yemîn» i babında şöyle der: Bize Hameyd İbn. Mes'ade Hz. Âişe'den şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.) : «Ye­minde lağv, kişinin evinde «Hayır vallahi ve evet vallahi» demeğidir.» buyurdular.

Sonra Ebu Dâvûd der ki: Bu hadîsi Dâvûd İbn Pürât... Hz. Âişe'den mevkuf olarak rivayet etmiştir.

Hadîsi Zühri de... Hz. Âişe'den mevkuf olarak rivayet eder.

Ben derim ki; hadîsi İbn Cüreyc ve İbn Ebu Leylâ, Atâ kanalıyla Hz. Âişe'den mevkuf olarak rivayet ederler.

tbn Cerîr... «Yemînlerinizdeki lağvden dolayı, Allah sizi sorumlu tutmaz.» âyeti hakkında Hz. Âişe'nin bunun: Hayır vallahi, evet val­lahi demek olduğunu, söylediğini nakleder.

Ebu Dâvûd aynı hadîsi muhtelif tarîklerden (Muhammed İbn Hu-meyd ve İbn îshâk kanalıyla) Hz. Âişe'ye dayanan senedlerle rivayet etmiştir.

Abdürrezzâk diyor ki:bize Ma'mer... «Yemînlerinizdeki lağvden dolayı, Allah sizi sorumlu tutmaz.» âyeti hakkında Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakletti:

«Bu, bir konuda münâkaşa eden bir topluluktur, Birisi: (hayır vallahi), evet vallahi, asla vallahi (kellâ vallahi) der. Münâkaşa sı­rasında kalblerl ittifak etmeksizin bu lafızları kullanırlar.»

îbn Ebu Hatim diyor ki; Hârûn İbn İshâk... «Yemînlerinizdeki lağv­den dolayı Allah sizi sorumlu tutmaz.» âyeti hakkında Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakletti: «Bu bir adamın : Hayır vallahi, evet vallahi de-mesidir.»

Yine İbn Ebu Hatim rivayet ediyor:Bize babam... Urve'den nak­letti ki Hz. Âişe şöyle dermiş : «Lağv; şaka ve latifede olur. Bu bir kişi­nin hayır vallahi, evet vallahi» demesidir. Bunun için keffâret yoktur. Keffâret, kişinin kalbinde yapmak üzere niyetini kesinleştirip de sonra yapamadığı şeyde vardır.»

Sonra İbn Ebu Hatim der ki: Abdullah İbn Ömer'den, iki kavlin­den birinde İbn Abbâs'dan ve Şa'bî'den, iki kavlinden birinde îkrime* den Urve İbn Zübeyr'den, Ebu Sâlih'den, iki kavlinden birinde Dahhâk' dan, Ebu Küâbe'den ve Zührî'den benzeri bir rivayet nakledilmiştir.

İkinci bir şekilde açıklama :

Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ... Hz. Âişe'nin «Yemînlerinizdeki lağvden dolayı, Allah sizi sorumlu tutmaz.» âyetini te'vîl edip şöyle dediğini nakleder:

«Sizden birinizin bir şeye sadece doğru olduğunu kabul ederek ye­min edip sonra da o şeyin, kişinin yemininin dışında vukua gelmesi­dir.»

Sonra İbn Ebu Hatim şöyle dedi: Ebu Hüreyre'den» iki kavlinden birinde îbn Abbâs'tan, Süleyman İbn Yesâr'dan, Saîd îbn Cüıbeyr'den, iki kavlinden birinde Mücâhid'den, iki kavlinde birinde İbrahim el-Ne-haî'den, Hasen'den, Zürâre İbn Evfâ'dan Ebu Mâlik'den, Atâ el-Hora-sânî'den, Bekr tbn AbdullahMan, ütd kavlinden birinde İkrime'den,, Ubeyd İbn Sâbit'ten, Süddî'den, Mekhûl'den, Mukâtil'den, Dâvûd'dan, Katâde'den, Rebî' İbn Enes'den, Yahya İbn Saîd'den ve Rabîa'dan ben­zer bir görüş rivayet edilmiştir.

İbn Cerîr diyor ki; Bana Muhammed İbn Musa... Hasan İbn Ebi'l-Hasan'dan nakletti: Rasûlullah (s.a.) ashabından birisi ile birlikte, ok atan (atışan) bir gruba rastladı. Ok atanlardan bir kişi Vallahi isabet ettirdim, vallahi isabet ettiremedin dedi. Rasûlullah'm yanında bulu­nan kişi, Efendimize : «Ey Allah'ın Rasûlü, bu adam hânis oldu (ye­minini bozdu) dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) : «Hayır ok atan­ların yeminleri lağvdır, keffâreti ve cezası yoktur.» buyurdu. Bu, Ha-san'dan, mürsel ve hasen bir hadîstir.

İbn Ebu Hatim diyor ki; «Bu görüşlerin ikisi de Hz. Âişe'den riva­yet edilmiştir.

Hişâm İbn Revvâd bize Hz. Âişe'den rivayet etti: O «Bu (lağv ye-mîni); kişinin doğru olduğunu sanarak Allah'a yemîn ederim ki hayır, Allah'a yemîn ederim ki evet dediği halde o şeyin öyle olmadığı (ye­mindir) .»

Abdürrezzâk Hüşeym'den, Muğîr'den İbrahim'den : «Bu (lağv ye-mîni) bir kişinin bir şeye yemîn etmesi sonra da onu unutmasıdır.» dediğini naklediyor.

Zeyd İbn Eşlem de diyor ki: Bu, (lağ yemîni) bir kişinin : Eğer şöyle şöyle yapmazsam Allah gözümü kör etsin, eğer yarın sana gel-mezsem Allah beni malımdan çıkarsın, demesidir.»

İbn Ebu Hatim diyor ki; Ali İbn Hüseyn.,. İbn Abbâs'ın, şöyle de­diğini bildiriyor: «Lağv yemîni, kızgın olduğun halde yaptığın ye-mîndir.»

İbn Ebu Hatim diyor ki; bana babam... İbn Abbas'tan şöyle dedi­ğini nakletti: «Lağv yemîni, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi senin ken­dine haram kılınandır. Bundan dolayı sana keffâret yoktur.» Saîd İbn Cübeyr'den de böyle dediği rivayet edilmiştir.

Ebu Dâvûd; «Kızgınlık halinde yemîn etmek» başlığını taşıyan bö­lümde Müseyyeb'den naklediyor: Ansâr'dan iki kardeşin arasında mî-ras meselesi vardı. Birisi diğer kardeşinden mîrâsı paylaşmalarını is­tedi. O da : «Eğer bir daha mîrâsın paylaşılmasını istersen bütün ma­lım Kâ'be'nin kapısındadır.» dedi Hz. Ömer kendisine şöyle dedi: Kâ' be senin malından zengindir (müstağnidir), yemîninin keffâretini ver ve kardeşinle konuş. Çünkü ben, Rasûlullah (s.a.) m : «Allah'a isyan ko­nusunda sıla-i rahmi kesme hususunda ve sahip olmadığın (elinde ol­mayan) şeyde adak ve yemîn yoktur.» buyurduğunu işittim.

«Ancak sizi kalblerinizin kazandığı şeyden dolayı sorumlu tutar.» âyeti hakkında İbn Abbâs, Mücâhid ve başkaları şöyle dediler: Bu, ki­şinin yalan söylediğini bile bile yemîn etmesidir.»

Mücâhid ve başkaları da bu âyet, «Fakat bile bile ettiğiniz ye-mînden dolayı sorumlu tutar.» (Mâide, 89) âyeti gibidir, dediler.

«Allah Ğafûr'dur;  Halîm'dir»  kullarını bağışlar ve onlara karşı çok yumuşaktır. [1]

 

226 — Kadınlarına yaklaşmamaya yemîn edenler için, dört ay beklemek vardır. Eğer yeminlerinden dönerlerse
şüphesiz ki Allah Ğafûr'dur, Rahim'dir.

227 — Şayet boşanmaya karar verirlerse, muhakkak Allah Semî'dir, Alîm'dir.

 

İlâ ve Hükmü

 

îlâ yemîn etmektir. Bir kimse, karısıyla cinsî münâse­bette bulunmamak üzere yemin ederse, münâsebette bulunmamak üze­re yemin ettiği süre ya dört aydan az, ya da çok olur. Şayet dört aydan az ise sürenin bitimini bekler, sonra karısıyla cinsî münâsebette bulu­nur. Bu süre içinde kadın da sabredecektir. Kocasıyla münâsebette bu­lunma istemeye hakkı yoktur.

Buhârî ve Müslim'de Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre, Rasû-lullah (s.a.) kadınlarıyla bir ay münâsebette bulunmamaya yemîn et­miş ve yirmidokuz gün sonra inerek «Ay yirmi dokuz gündür» buyur­muşlardır. Bu hadîsin bir benzeri, Buhârî ve Müslim'de Ömer İbn Hat-tâb'dan rivayet edilmiştir.

Sürenin dört aydan fazla olması halinde, dört aylık sürenin bitimin­de kadın kocası İle münâsebette bulunmak

 

Eksik

 

 yemîn edenler için bir ceza...» buyuru­yor. Burada îlâ'nın cariyelere değil de, sadece zevcelere mahsûs oldu­ğuna delâlet vardır. Nitekim cumhûr'un mezhebi böyledir. «Dört ay beklemek vardır». Koca, yemîn ânından itibaren dört ay bekler. Son­ra; ya zevcesiyle münâsebette bulunması, ya da onu boşaması istenilir. İşte bunun içindir ki Allah Teâlâ: «Eğer yeminlerinden dönerlerse...»> buyuruyor. ibn Abbâs, Mesrûk Şa'bî', Saîd İbn Cübeyr ve aralarında tbn Cerîr'in de bulunduğu başkalarının söylediğime göre; «Daha ön­ceki haline dönerlerse» demektir ki bu da cinsî münâsebetten kinaye-

dir. «Şüphesiz ki Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir» Yeminleri sebebiyle zev­celeri hakkında yapmış oldukları kusurlarını bağışlayıcıdır.

«Eğer yeminlerinden dönerlerse şüphesiz ki Allah Ğafûr'dur, Ra­hîm'dir» âyetinde, ulemânın iki kavlinden birine delâlet vardır. Bu gö­rüş Şafiî'den rivayet edilen eski görüşüdür. Buna göre karısı ile cinsî münâsebette bulunmamaya yemîn eden kişi; dört ay sonra yeminin­den dönerse üzerine keffâret gerekmez. Şafiî'nin bu görüşünü daha ön­ceki âyette geçen ve Amr İbn Şuayb'dan rivayet edilen şu hadîs des­teklemektedir : Rasûlullah (s.a.) : «Kim yemîn eder de yemîn ettiğin­den başkasını daha hayırlı görürse, yemininin keffâreti onu terket-mesidir.» buyurmuşlardır. Hadîsi Ahmed, Ebu Dâvûd ve Tirmizî de rivayet etmişlerdir.

Cumhûr'un görüşüne gelince —ki bu görüş Şafiî mezhebinin de ye­ni görüşü (kavli) dür.— Buna göre, her yemîn edene keffâretin vâcib olması hükmünün umûmî oluşuna binaen bu kişiye de keffâret gerekir. Nitekim bu husus, sahîh hadîs-i şeriflerde daha önce geçmişti. Allah, en iyisini bilir.

îlâ yapan kişinin dört ay bekletilmesi konusunda fakîhler ve di­ğerleri; İmâm Mâlik İbn Enes'in el-Muvattaf isimli eserinde Amr îbn Dinar'dan naklettiği şu hâdiseyi kaydederler: Ömer İbn el-Hattâb bir gece sokağa çıkmış ve bir kadının şöyle dediğini işitmiş :

Şu gece uzadı, her taraf karardı, Berbâd olmuşum, oynaşacak bir cân yok mu? Allah'a and olsun ki, eğer O'nu gözetmeseydim, Bu sedirden çevre kımıldanırdı.

Bunun üzerine Hz. Ömer, kızı Hafsa'ya, kadının kocasına ençok ne ka­dar sabredebileceğim sormuş, o dört veya altı ay deyince Hz. Ömer, öyleyse hiçbir askeri bundan fazla tutmam, demiş.

Muhammed İbn İshâk, İbn Abbâs'ın kölesi Sâib İbn Cübeyr'den nakletti —ki o, peygamberin ashabına yetişmişti-— o şöyle demiş : Ben Hz. Ömer'in olayını hep dinlerdim. Bir gece Ömer Medine'de gezinirken —ki pek çok kere gezinirdi— bir Arab kadına denk gelmiş, kadın ka­pısı kapalı şöyle diyormuş :

«Şu gece uzadı, her taraf dağıldı,

Berbâd oldum, birlikte oturacağımız biri yok mu ki, oynaşalım.

Çeşitli şekillerde oynaşalım onunla, tıpkı,

Gecenin karanlığında başını gösteren ay gibi.

Onun yakınında eğlenenin kendisiyle neşelendiği,

Vücûdu güzel, yakınları çevresini sarmayan.

Allah'a andolsun ki, Allah olmasaydı, ondan başka bir şey olmazdı, Bu sedirden onun çevresi bozulurdu. Fakat ben, bir gözeticiden korkuyorum,

Ki bizim üzerimizde görevli ve onun kâtibi de hiç bir zaman durmuyor.»

Sonra olayı yukardaki gibi veya benzer şekilde aktarmış. Bu riva­yet meşhur olup birçok tarîk ile nakledilmiştir.

«Eğer boşanmaya karar verirlerse...» Buna göre, cumhûr'un de­diği gibi— dört ayın geçmesiyle talâk (boşanma) vâki' olmaz.

Diğerleri de dört ayın geçmesiyle bir talâkın vâki' olacağı görüşün­dedirler. Bu görüş sahîh senedlerle Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, İbn Ömer ve Zeyd İbn Sâbit'den rivayet edilmiştir İbn Şîrîn, Mesrûk, Kasım, Salim, Hasan, Ebu Seleme, Katâde, Kadı Şüreyh, Kabîsa İbn Züeyb, Atâ, Ebu Seleme İbn Abdurrahmân, Süley­man İbn Tarhân el-Temîmî, İbrâhîm el-Nehaî, Rebî' İbn Enes, ve Süddî de böyle söylemişlerdir.

Bazıları da dört ayın geçmesiyle, kadının talâk-ı ric'î ile boşan­mış olacağını söylerler ki bu görüş Saîd İbn Müseyyeb, Ebu Bekr İbn Abdurrahmân İbn Haris İbn Hişâm, Mekhûl, Rabîa, Zührî ve Mervân İbn Hakem'in görüşüdür.

Bazıları da dört ayın geçmesiyle kadının, talâk-ı bâin ile boşan­mış olacağını söylerler. Bu görüş Hz. Ali, İbn Mes'ûd, Osman, İbn Ab­bâs, İbn Ömer, ve Zeyd İbn Sâbit'den rivayet edilmiştir. Atâ, Câbir İbn Zeyd, Mesrûk, İkrime, Hasan, İbn Şîrîn, Muhammed îbn Hanefiyye, İbrâhîm, Kabîsa İbn Züeyb, Ebu Hanîfe, Sevrî ve Hasan İbn Salih bu görüşle fetva vermişlerdir.

Dört ayın geçmesiyle kadının boşanmış olacağını söyleyenlerin hep­si, kadına iddet süresince beklemenin vâcib olduğunu söylemektedirler. Ancak İbn Abbâs ve Ebu'ş-Şa'sâ'dan rivayet edildiğine göre; şayet ka­dın (o sırada) üç hayız görmüş ise aynca iddet beklemez. Bu, Şafiî'nin görüşüdür. Cumhûr-u ulemâdan müteahhîrin'in görüşüne göre ise; er­kek tutulur, ya karısıyla münâsebette bulunması ya da boşanması is­tenir. Değilse sadece bu sürenin geçmesiyle kadın boşanmış olmaz.

Mâlik'in Nâfî'den, onun da Abdullah İbn Ömer'den rivayet ettiği­ne göre İbn Ömer şöyle demiştir: «Bir kimse karısı ile cinsî münâse­bette bulunmamaya yemîn ederse dört ay geçmiş bile olsa kadın boşan­mış sayılmaz. Kocadan; ya karısını boşaması, ya da onunla münâ­sebette bulunması istenir. Hadîsi Buhârî tahrîc etmiştir.

Şafiî der ki: Süfyân İbn Uyeyne Süleyman İbn Yesâr'm şöyle de­diğini nakletti:

Rasûlullah'ın ashabından on şu kadar kişiye ulaştım. Hepsi de ka­rısıyla cinsî münâsebette bulunmamaya yemîn eden kişiyi durduru­yordu.

Şafiî der ki: Bunun en azı onüçtür.

Şafiî Hz. Ali'nin; karısıyla cinsî münâsebette bulunmamaya yemîn eden kişiyi durdurduğunu rivayet eder. Sonra Şafiî şöyle der: Biz de böyle söylüyoruz ki bu, Hz. Ömer, Abdullah İbn Ömer, Âişe, Osman, Zeyd İbn Sabit ve Rasûlullah (s.a.) in ashabından on küsur kişiden nakle­dilen hadîse de uygundur.

İbn Cerîr der ki: Bize İbn Ebu Meryem Süheyl İbn Ebu Sâlih'den, o da babasından, şöyle dediğini nakletti: Sahabeden oniki kişiye karı­sıyla cinsî münasebette bulunmamaya yemîn eden kişinin durumunu sordum. Hepsi de : «dört ay geçinceye kadar ona bir şey yoktur, bu sü­renin sonunda tutulur, şayet dönerse ne alâ, değilse boşar» dediler.

Hadîsi Süheyl tankıyla Darekutnî rivayet etmiştir.

Ben derim ki: Bu görüş Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Ebu'd-Der-dâ, Hz. Âişe, İbn Ömer ve İbn Abbâs'dan rivayet edilmektedir. Saîd İbn Müşeyyeb, Ömer İbn Abdülazîz, Mücâhid, Tâvûs, Muhammed İbn Kâ'b ve Kâsım'ın görüşü de budur. Bu görüş, Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn Han-bel ve ashabının da mezhepleri (görüşleri) dir. Ayrıca İbn Cerîr'in ter-cîh ettiği görüş de budur. Bu görüş Leys, İshâfc İbn Rahûyeh, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr ve Davud'un görüşleridir. Bunların hepsi şöyle der : Şayet karısı ile cinsî münâsebette bulunmazsa boşaması gerekir. Eğer boşa-maz ise hâkim boşar. Bu boşama talâk-ı ric'î iledir. Müddeti içinde döne­bilir. Sadece Mâlik : Şayet iddeti içinde karısı ile cinsî münâsebette bu­lunmaz ise dönmesi caiz değildir, demektedir ki bu garîb bir görüştür. [2]

 

228 — Boşanmış kadınlar; -kendi kendilerine, üç âdet ve temizlenme müddeti beklerler. Eğer onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın kendi rahimlerinde j^arattığmı gizlemeleri onlara helâl olmaz. Eğer barışmak isterlerse, kocaları onları geri almaya daha lâyıktırlar. Er­keklerin kadınların üzerinde hakları olduğu gibi, kadınla­rın da onlar üzerinde hakları vardır. Erkekler onların üze­rinde bir dereceye sahiptirler. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.

 

Boşanan Kadınların İddeti

 

Bu âyet âdet görme döneminde olup ta zifaf ve duhûl vâki olduk­tan sonra boşanan kadınların üç âdet süresi beklemeleri konusunda Al­lah Teâlâ'nın emridir, kocasının boşamasından sonra, böyle bir kadın üç hayız müddetince bekleyecek, sonra dilerse evlenecektir. Dört mez-heb imâmı boşandığı takdirde cariyeyi önemli olan bu hükmün dışın­da tutmuşlardır. Câriye boşandığı zaman —onlara göre— iki hayız sü­resi iddet bekler. Çünkü cariyenin hükmü hür olan bir kadının hükmü­nün yarısıdır. Bir hayız bölünmeyeceği için de —birbuçuk hayız süresi değil de— iki hayız süresi bekler.

İbn Cerîr, Müzahir İbn Eşlem kanalıyla Hz. Âişe'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) :

«Cariyenin boşanması iki talâktır, iddeti de iki hayızdır» buyur­muşlardır.

Hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce rivayet etmişlerdir. Fakat hadîsin senedindeki Müzahir tamamen zayıftır. Hafız Dârekutnî ve baş­kaları derler ki: Sahîh olan, bu sözün bizzat Kasım İbn Muhammed'in sözü olduğudur. Bu hadîsi İbn Mâce, Atiyye el-Avfî tarîkıyla İbn Ömer' den merfû' olarak rivayet etmiştir.

Dârekutnî ise bu hadîsin Abdullah İbn Ömer'den mevkuf olarak ri­vayetinin —merfû' olarak değil— sahîh olduğunu söylemektedir. Ömer İbn el-Hattâb'dan da bu şekilde rivayet edilmiştir. Bu konuda saha­be arasında ihtilâf bulunduğunun bilinmediğini   söylemişlerdir.

Seleften bazıları derler ki: Âyetin hükmü umûmî olduğu için ca­riyenin iddeti de hür kadınların iddeti gibidir. Çünkü bu konu fıtrat ile ilgili bir konudur ve bu konuda hür kadınlarla cariyeler eşittir. Bu gö­rüşü Muhammed İbn Şîrîn ve bazı zahir ulemâsından Şeyh Ebu Amr İbn Abdilberr hikâye etmiş ve bu görüşün zayıf olduğunu da kaydet­miştir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Amr İbn Munâcir'den, o da babasından .nakletti: Ansârdan, Yezîd İbn Seken'in kızı Esma Rasû­lullah (s.a.) zamanında boşanmıştı ve (o zaman) boşanan kadın için henüz iddet bekleme yoktu. Esma boşandığı zaman Allah Teâlâ boşan­ma için iddet hükmünü indirdi. Böylece talâktan dolayı hakkında iddet bekleme emri indirilen ilk kadın o oldu. (Yani Bakara sûresinin 228. âyeti indirilmişti) .

Bu hadîs, bu şekliyle garîb bir hadistir.

Âyetteki «kuru» kelimesinden neyin kasdedildiği konu­sunda selef ve halef imamları iki görüş beyân ederek ihtilâf etmiş­lerdir:

1 — Kuru' kelimesinden maksad; temizliktir. İmâm Mâlik, Muvatta'mda, İbn Şihâb'ın Hz. Âişe'den rivayetinde der ki: Ebubekr oğlu Abdurrahmân'ın kızı Hafsa üçüncü hayızdan, kan gördüğü devreye gir­diğinde başka bir kocaya gitmişti. Zührî der ki; Abdurrahmân kızı Ümre'ye söyledim o da : «Urve doğru söylemiş» dedi. Ancak bu konuda Hz.
Âişe ile bazıları münâkaşa ederek dediler ki: Allah Teâlâ kitabında, «üç âdet süresi» buyuruyor. Hz. Âişe : «Doğru söylersiniz, akrâ (nedir biliyor musunuz? Akrâ temizlik günleridir, dedi.

İmâm Mâlik İbn Şihâb'dan naklen diyor ki: Ebu Bekr İbn Abdur-rahmân'ı şöyle derken işittim : «Fakîhlerimizden kime yetiştiysem —Hz. Âişe'nin sözünü kastederek— bu sözü söylüyordu.

İmâm Mâlik Nâfî'den naklen diyor ki: Abdullah İbn Ömer şöyle derdi: «Birisi karısını boşadığında kadın üçüncü hayız kanını görmeye başladığında kocasından, kocası da ondan kurtulmuş olur.»

İmâm Mâlik diyor ki: Bizim görüşümüz de budur.

Bu görüşün aynı, İbn Abbâs, Zeyd İbn Sabit, Salim, Kasım, Urve, Süleyman İbn Yesâr, Ebu Bekr İbn Abdurrahmân, Ebân İbn Osman, Atâ İbn Ebu Rebâh, Katâde, Zührî ve fukaha-i seb'a'nın kalanlarından rivayet edilmiş olup Mâlik, Şafiî, Dâvûd, Ebu Sevr ve başkalarının da görüşüdür. Bu görüşü İmâm Ahmed de rivayet etmiştir.

Ebu Ubeyd ve diğerleri de bu görüşe delil olarak şâir A'şâ'nın Şiiri­ni gösterirler. A'şâ bir şiirinde Arab emirlerinden bir emîrin oturma ye­rine savaşı tercih ederek bunun sonucu eşinin âdetten temizlenme vak­tini yitirip onunla temas etmeyişini ifâde ediyor.

2 — Âyetteki «kuru'» lafzından murâd hayızdır. Kadının üçüncü hayzı bitip temizlenmedikçe iddeti sona ermez. Başkaları da kadının üçüncü hayzının bitiminde gusül etmesiyle iddetinin biteceğini ilâve ederler. İddetinin bitiminde kadının sözünün doğrulanacağı (kabul edi­leceği) sürenin en azı 33 gün ve bir lahzadır.

Sevrî Mansûr'dan, O İbrahim'den, o da Alkame'den rivayet eder ki, Alkame şöyle demiştir: Biz Ömer İbn Hattâb'ın yanında idik, ona bir kadın geldi ve : «Kocam beni kendisinden bir ya da iki talâk ile ayırdı sonra bana geldi. Bende suyumu koydum elbisemi çıkardım ve kapıyı kapattım.»

Hz. Ömer, Abdullah İbn Mes'ûd'a : Ne dersin? diye sordu. O, kadına namaz helâl olmadıkça adamın karısı olduğu kanâatındayım, dedi. Hz. Ömer de : Ben de bu görüşteyim, dedi.

Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Ebu'd-Derdâ, Ubâde İbn Sâmit, Enes İbn Mâlik, İbn Mes'ûd, Muâz, Übsy İbn Kâ'b, Ebu Mûsâ el-Eş'arî, İbn Abbâs, Saîd İbn Müseyyeb, Alkame, Esved, îb-râhîm, Mücâhid, Atâ, Tâvûs, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Muhammed İbn Şîrîn, Hasan, Katâde, Şa'bî, Rebî', Mukâtil İbn Hayyân, Süddî, Mekhûl, Dahhâk, Atâ el-Horasânî'den de rivayet edilir ki, Âyetteki Kuru' lafzı hayız anlamındadır.

Bu görüş Ebu Hanîfe ve arkadaşlarının mezhebidir. İmâm Ahmed İbn Hanbel'den gelen iki rivayetin sahîh olanına göre o da bu görüşte­dir. Nitekim : Esrem'in hikâye ettiğine göre o şöyle demiştir: Rasû-lullah (s.a.) in ashabının büyükleri kuru' hayızdır, dediler.

Bu, Sevrî, Evza'î, İbn Ebu Leylâ, İbn Şübrume, Hasan İbn Salih İbn Hayl, Ebu Übeyd ve İshâk İbn Rahûyeh'in mezhebidir.

Ebu Dâvûd ve Neseî'nin Münzîr İbn Muğîre tarîkıyla rivayet ettik­leri şu hadîs-i şerif de bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Ebu Hubeyş kızı Fâtıma Rasûlullah (s.a.) m, kendisine «Kuru'» günlerinde namazı bı­rak.» buyurduğunu belirtmiştir.

Şayet bu hadîs sahîh olsaydı kuru' kelimesinin hayız olduğuna dâir apaçık bir delil olurdu. Fakat hadîsin senedindeki Münzir hakkında, Ebu Hatmi: «Meçhul olup meşhur değildir» demektedir. İbn Hibbân da kendisine güvenilir (sika) râvîler arasında zikretmektedir.

İbn Cerîr der ki: Kuru' kelimesinin aslı arap dilinde bel­li bir vakitte gelmesi alışılan şeyin gelme zamanı ve belli bir vakitte git­mesi alışılmış olan şeyin gitme vaktidir. Binâenaleyh, bu ifâde (kuru') kelimesinin hem hayız, hem de temizlik arasında müşterek bir lafız ol­masını gerektiriyor ki bazı usûlcüler bu görüştedirler. Yani kuru' keli­mesi müşterek bir lafızdır. En iyisini Allah bilir.

Esmaî'nin kavli budur. Buna göre kuru' kelimesi mutlak olarak vakittir.

Ebu Amr İbn A'lâ der ki: Araplar, hayza da, hayızdan temizlenme­ye de temizlik ve hayzm ikisine birlikte de kuru' ( -jji ) adını verir­ler.

Şeyh Ebu Amr Abdü'1-Berr der ki: Arap dilcileri ve fakîhler kuru' kelimesiyle hayzm ve temizliğin kaydedildiğinde ihtilâf etmemişlerdir. Sadece onların ihtilâfı, bu âyette iki görüşten hangisinin kastedildiği konusundadır.

«Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl ol­maz.» İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer, Mücâhid, Şa'bî, Hakem İbn Üyey-ne, Rebî' İbn Enes, Dahhâk ve başkaları da böyle tefsir ettiler.

«Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa» hamile veya hayızlı olduklarını gizlememelidirler.

Bu âyet hilaf-ı hakikat bilgi vermelerine karşı Allah'ın onları teh­dididir. Bu âyet de delâlet ediyor ki; bu konuda bilgisine başvurulacak kadınlardır. Çünkü bu husus ancak onlar tarafından (onlann söyleme-leriyle) bilinebilir. Genellikle bu konuda bir belge, delil getirilmesi zor­dur. Dolayısıyla iş onlara döndürülecek ve onlara dayanacaktır. Bu se-beple gerek iddetin bir an önce bitmesini istemeleri ve gerekse kendile­rince özel bir takım sebeplerle iddet süresini uzatmak için hilâf-ı ha-kîkat bilgi vermemeleri için bu âyetle kadınlar tehdîd edilmiş ve ne faz­la, ne eksik olmamak üzere bu konuda doğru bilgi vermekle emrolun-muşlardır.

«Eğer barışmak isterlerse, kocaları onları geri almaya dana lâyık­tırlar.»

Yani, onları boşayan kocaları, şayet niyetleri islâh ve hayır ise ve kadın da iddeti içinde ise onları geri almaya daha lâyıktırlar. Bu, ta-lâfc-ı ric'î ile boşanan kadınlar hakkındadır. Talâk-ı bâinle boşanan ka­dınların durumu ise bu âyetin şümulüne girmez.

«Erkeklerin kadınların üzerinde haklan olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde haklan vardır.» Dolayısıyla her biri üzerlerine düşen görevleri güzelce yerine getirmelidirler.

Sahîh-i Müslim'de Câbir'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) Veda haccı hutbesinde şöyle buyurmuşlardır :

«Kadınlar hakkında Allah'tan korkunuz, onlan Allah'ın emâneti ile aldınız, onlan Allah adıyla helâl kıldınız. Sizin onların üzerindeki hakkınız; sizin hoşlanmadığınız hiç bir kimseyi yataklannıza bastır-mamalarıdır. Eğer böyle yaparlarsa onları acıtmayacak şekilde dövünüz. Güzel bir şekilde onların rızıklarını ve giyeceklerini veriniz.»

Behz İbn Hakîm'in Muâviye İbn Hayde el-Kuşeyri'den onun da ba­basından, onun da dedesinden rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte; o Ra-sûlullah'a «Ey Allah'ın Rasûlü, bizden birinin üzerinde zevcesinin hak­kı nedir?» diye sorar. Allah'ın Rasûlü : «Yediğinden yedireceksin, giydi­ğinden giydireceksin, yüzüne vurmayacaksın, onun çirkin olduğunu söylemiyeceksin, evden başka yerde ondan ayrılmayacaksın.»

Vekî'in, Beşîr İbn Süleyman kanalıyla İkrime'den rivayetine göre İbn Abbâs : Kadının benim için süslenmesini sevdiğim gibi ben de ka­dın için süslenmeyi severim. Çünkü Allah Teâlâ : «Erkeklerin kadınla­rın üzerinde, haklan olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde haklan vardır» buyurmuştur.

Bu hadîsi îbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim rivayet etmişlerdir.

«Erkekler, onlann üzerinde bir dereceye sahiptirler.» Yani, yara­tılışta, ahlâkta, derecede, emre itaatte, harcamada (infâkta) faydalı olan şeyleri yapmakta, dünya ve âhirete üstünlüğünde erkekler kadın­lardan bir derece üstünlüğe sahiptirler. Nitekim Allah Teâlâ : «Erkek­ler kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünkü Allah kimini kiminden üstün kılmıştır. Hemde erkekler, mallarından infâk etmektedirler.» (Nisa, 34) buyuruyor.

«Allah Azîz'dir", Hakîm'dir.» Emrine muhalefet eden ve kendisine isyan edenlerden intikam almakta izzetlidir. Emirlerinde, şerîatinde ve kaderinde de hikmet sahibidir. [3]

 

İslâm'da Kadın Hakları

 

«Kadınların hakları ma'rûf üzere vazifelerine denktir. Erkeklerin onlardan bir derece üstünlükleri vardır.» Bu, son derece yüce ifâdeler, kısa fakat büyük bir kitabda anlatılmayacak kadar tafsilâtı gözler önü­ne sermektedir. Bu küllî bir kaideyi haykırmaktadır : Kadın bütün hak­larında erkeğe eşittir. Ancak bir konuda ondan farklıdır. Erkeklerin on­lar üzerinde bir derece üstünlükleri vardır ki bunun açıklaması daha sonra gelecektir. Kadınların lehlerinde ve aleyhlerinde plan konuların belirtilmesi ise;  insanlar arası münâsebet, muaşeret ve âilelerarası ilişkilere bırakılmıştır. Yani halkın örfüne terkedilmiştir. Örf ise din, inanç, edeb ve âdetlere bağlıdır. Bu cümle erkeğin eline bütün iş ve durumlarda eşiyle muamelesini ölçecek bir ölçü vermektedir. Erkekler kadınlarından herhangi bir şey istedikleri «aman, onun karşılığında kendilerinin de görevleri bulunduğunu hatırlamalıdırlar. Bunun için Abdullah İbn Abbâs bu âyete binâen; «nasıl eşim benim için süsleni­yorsa, ben de onun için süslenirim.» demiş... Maksad hakların arala­rında eşit biçimde dağılmasıdır. Kadın erkek için ne iş yaparsa mut­laka erkek de onun mukabilini kadına yapmalıdır. O işin misli olmasa da, türü itibariyle aynı olmalıdır. Kadın hukuk ve işlerinde erkekle eşit olduğu gibi, his, şuur ve akıl bakımından da ona denktir. Her ikisi de tam bir aklî yapıya sahiptir. Menfaatlarını düşünür. Kendisi için uygun geleni seven bir gönlü vardır. Kendisine uygun düşmeyen şey­den kaçınır ve nefret eder. İki cinsten birinin diğerine tahakküm et­mesi, onu köleleştirip menfaati için kullanması ve istismar etmesi ada­let değildir. Özellikle nikâh akdinden sonra ortak hayata girmeyi mü­teakiben iki eşin birbirine karşı haklarını yerine getirip karşılıklı say­gıyı benimsemelidirler ki mutlu olmaları mümkün olsun.

Muhammed Abduh der ki; İslâm'ın kadınlara verdiği bu yüksek dereceyi ondan önce hiçbir şeriat ve hiçbir din vermemiştir. Hattâ İs­lâm'dan önce ve sonra hiçbir millet kadını bu derece yükseltmemiştir. Teknik ve uygarlık alanında ilerlediği görülen Avrupa milletleri kadına saygı ve değer vermede, kadının modern bilgiler ve san'atlarla eğitilip yetiştirilmesinde bu derece ileri gitmiş olmalarına rağmen, henüz İs- lâm'm kadına verdiği üstün dereceyi ona verebilmiş değildirler. İslâm şeriatının yaklaşık onüçbuçuk asır önce, kadına tanımış olduğu, koca­sının izni olmaksızın kendi malında tasarruf etme yetkisini ve daha buna benzer kadın haklarıyla ilgili hükümleri, hâlâ bu uygar ülkelerin kanunları kadınlardan esirgemektedir. Daha elli yıl öncesine değin Av­rupa'da kadın köle mesâbesindeydi. Tıpkı arapların câhiliyyet dönemin­de olduğu gibi. Hattâ daha kötü durumdaydı. Biz Hıristiyanlığın böyle bir durumu öngördüğünü söylemiyoruz. Çünkü Hz. îsâ'nın prensible-rinin bid'at ve tahriflerden uzak olarak Hıristiyanlara ulaştığı kanâatın-da değiliz. Bilindiği gibi Hıristiyanların kabul ettikleri Hıristiyanlık, kadını hiçbir zaman tekâmüle sevketmemiş, ancak geçen yüzyılda mo­dern teknolojinin gelişmesi sonucunda kadın belirli oranda gelişme im­kânına ulaşmıştır...

Allah Teâlâ erkeği aile reisliği gibi özel bir nitelikle temayüz et­tirmenin dışında erkekle kadını aynı derecede kabul ettiğine göre; aile reisliğini ifâ etmenin gereği olarak erkeklerin kadınlara karşı görevleri­ni, kadınların da onlara karşı görevlerini iyice öğrenmeleri gerekir. Her iki cinsin birbirine karşı haklarına saygı göstermeleri ve birbirlerinin halklarını kullanma kolaylığı sağlamaları için bu gereklidir. Çünkü in­san tabiat itibariyle kendisini küçümsemeyen, horlamayan ve yaptığı davranışlarda görevinin ne olduğunu bilen, saygılı, bilgili kişiye hürmet eder. [4]

Allah Teâlâ'nın «erkeklerin onların üzerinde bir derece üstünlük­leri vardır» kavli kadına bir şey, erkeğe ise pekçok şey yüklemektedir. Bilindiği gibi, buradaki «derece», aile reisliği ve ailenin ihtiyâçlarını yerine getirme şeklinde tefsir edilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ Nisa süre­sindeki «Erkekler Allah'ın onları birbirine üstün kılması ve malların­dan kadınlara harcamaları sebebiyle kadınların üzerine hâkim kılmış­tır.» kavli bu dereceyi yorumlamaktadır. Aile hayatı sosyal bir hayattır. Her sosyal hayatta topluma önderlik eden bir başın bulunması gerekir. Çünkü toplulukların bazı konularda arzu ve isteklerinin farklı olması gayet tabiîdir. Ailenin menfaati ancak ihtilâf edilen konularda görüşü­ne müracaat edilen bir başın bulunması halinde gözetilebilir. Böylece herkes birbirinin aksine hareket ederek topluluğu bağlayan ana bağın kopması önlenir. Aksi takdirde düzen bozulur. Aile reisliğine erkek daha lâyıktır. Çünkü ailenin menfaatini en iyi o bilir. Gücünü ve malını en iyi o kullanabilir. Bu sebeple şeriat kadının korunmasını ve geçimini er­keğin sırtına yüklemiştir.* Kadın ise ma'rûf biçimde kocasına itaat et­mekle mükelleftir. Eğer kadın kocasının sözünü dinlemezse onu önce öğüt, sonra terk, sonra da acıtmayacak şekilde döverek te'dîb edebilir. Bu aile reisine, ailenin menfaati ve iyi geçimi için verilmiş bir yetkidir. Tıpkı toplumun menfaati için toplumun reisine veya askerin komuta- mna verilen yetki gibi. Kadınlara tecâvüz ederek, onlara tahakküm et­mek veya kin besletecek şekilde aşın davranışlarda bulunmak ise hiç­bir şekilde caiz değildir, bil'akis zulümdür. [5]

 

229 — Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle salmaktır. Onlara verdiğinizden birşeyi geri al­manız sizlere helâl değildir. Meğer, erkekle kadın Allah'ın hududunu  ikâme  edemeyeceklerinden korkmuş  olalar.
Eğer siz de, onların Allah'ın hududunu ikâme edemeye­ceklerinden korkarsanız, o halde fidye vermelerinde bir
vebal yoktur. Bunlar Allah'ın hudududur. Onları aşmayın. Kim Allah'ın hududunu aşarsa, işte onlar zâlimlerin ta
kendileridir.

230 — Şayet erkek eşini bir daha (üçüncü kez) boşarsa; artık ondan sonra kadm, başka bir kocaya nikahlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz. Şayet bu koca da onu boşar ve onlar Allah'ın hududunu ikâme edeceklerini zanne­derlerse tekrar birbirlerine dönmelerinde her ikisi için de bir günâh yoktur. Bunlar Allah'ın hudududur. Bunları, bi­len bir kavim için açıklıyor.

 

Boşama Miktarı

 

İslâm'ın başlangıcında, bir kişi iddet içinde olmak şartıyla yüz kere de boşamış olsa karısını geri alma hakkına sahipti. Elbette bunda eşler için zarar sözkonusu idi. İşte bu âyet-i kerîme İslâm'ın başlangıcındaki bu uygulamayı kaldırmış ve Allah Teâlâ talâkı (boşamayı) üçe has- retmiş ve kocanın aynı kadına dönmesine bir ve iki talâkta müsâade etmiş, üçüncüde ise ondan tamâmiyle uzaklaştırmıştır. Şöyleki:

«Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salmak­tır.»

Ebu Dâvûd Sünen'inde Üç talâktan sonra ric'atin (dönmenin) neshi babında şöyle der : Bize Ahmed İbn Muhammed el-Mervezî... İbn Abbâs'tan rivayet etti ki; «Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç âdet ve temizlenme müddeti bekler...» âyeti hakkında İbn Abbâs şöyle demiş : Birisi karısını, üç talâkla boşamış olsa bile tekrar almaya baş­kalarından daha lâyıktır. Bu âyet nesh edilerek «boşanma iki defadır» büyuruldu. Bu hadîsi Neseî de, Zekeriyâ İbn Yahya'dan rivayet etmiş­tir.

İbn Ebu Hatim der ki: Harun İbn İshâk... Urve'den, o da babasın­dan bize rivayet etti ki, bir adam karısına : Seni asla boşamıyacağım ve sana ebediyyen dönmiyeceğim, dedi. Kadın : Bu nasıl olur? diye sor­du. Adam : Seni boşayacağım, iddetin bitimi yaklaşınca da tekrar ala­cağım, dedi. Kadın Rasûlullah (s.a.) a gelerek durumu anlattı. Allah Teâlâ da «Boşanmak iki defadır...» âyetini indirdi. İbn Cerîr, tefsi­rinde, Cerîr İbn Abdülhamîd ve İbn İdrîs tarîkıyla bu hadîsi rivayet et­miştir. Abd İbn Humeyd de tefsirinde Ca'fer İbn Avn'dan bu şekilde rivayet etmiştir.

Bunların hepsi de Hişâm İbn Urve'den, o da babasından rivayet et­mişlerdir. Hişâm'ın babası der ki;

Kişi, dilediği kadarıyla boşamış bile olsa karısını geri almaya daha lâyıktır. Ansârdan bir kişi karısına kızdı ve ona : Vallahi sana dönme­yeceğim, ve senden ayrılmayacağım, dedi. Kadın da : Bu nasıl olacak? diye sordu. Adam : «Seni boşayacağım, iddetin bitimi yaklaşınca seni geri alacağım, sonra tekrar boşayacağım, iddetin bitimi yaklaşınca yine geri alacağım...» dedi. Kadın bunu Rasûlullah (s.a.) a anlatınca Allah Teâlâ: «Boşanmak iki defadır...» âyetini indirdi. Râvî der ki: Böylece boşamış olan da, boşamamış olan da boşanma ile karşılaştı.

Bunu Ebu Bekr İbn Merdûyeh de Muhammed İbn Süleyman tan­kıyla... Hz. Âişe'den rivayet eder.

Tirmizî de bu hadîsi Kuteybe'den rivayet etmiştir. Sonra Tirmizî Ebu Küreyb'den... mürsel olarak rivayet etmiş ve bu sahihtir, demiş­tir.

Hadîsi, Hâkim Müstedrek'inde, Ya'kûb İbn Humeyd İbn Kâsip ta­rîkıyla rivayet etmiş ve «isnadı sahihtir» demiştir.

Sonra İbn Merdûyeh der ki: Bize Muhammed İbn Ahmed İbn İb-râhîm... Hz. Âişe'den rivayet etti ki o şöyle demiş; önceleri boşamanın bir vakti yoktu. Kişi karısını boşar, sonra iddeti bitmediği müddetçe geri alırdı. Ansâr'dan bir adam ile karısı arasında, insanların arasında

olan bazı şeyler olmuş ve o kişi: «Allah'a yemîn olsun ki seni terkede-ceğim, ne evli olacaksın, ne de kocan olacak» demişti. Sonra onu bo-şamış iddetinin bitmesi yaklaşınca geri almıştı ve bunu defalarca yap­mıştı. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu konuda : «Boşanma iki defadır, ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salmaktır» âyetini indirdi ve böylece boşamayı üç talâk ile tahdîd etmiş oldu. Böylece başka bir kocayla ni-kâhlanmcaya kadar üçten sonraki ric'at kalkmış oldu.

Katâde'den de mürsel olarak bu şekilde rivayet edilmiştir. Süddî, İbn Zeyd ve İbn Cerîr bunu zikrederler. İbn Cerîr bu âyetin tefsiri (açık­laması) olarak bu görüşü tercih etmiştir.

«Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle salmaktır» Yani eşinizi bir ya da iki talâkla boşadığınızda, ya henüz iddeti içindeyken, aranızı dü­zeltmek ve ona iyilik yapmak niyetiyle onu geri almak, ya da hakkına tecâvüz etmemek ve bir zarar vermemek kaydıyla iddeti bitinceye ka­dar bekleyip böylece talâk-ı bâinle boşanmış olmasını sağlama/k ara­sında muhayyersiniz.

Ali îbn Ebu Talha İbn Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder: «Kişi, eşini iki talâk ile boşadığında üçüncü (talâkla boşama husûfeunda) Allah'tan korksun. Ya onu güzellikle tutsun ve onunla güzel geçinsin, ya da güzellikle salıversin ve hakkını eksiltip te ona zulmetmesin.»

İbn Ebu Hatim diyor ki: Bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ... Ebu Rezîn* den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) a bir adam geldi ve : «Ey Allah'ın Ra-sûlü; Allah Teâlâ'nın: «Ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle salmaktır» sözünü görmez misin, üçüncüsü nerede? diye sordu. Allah Rasûlü : «Gü­zellikle salmaktır» buyurdu.

Hadîsi Abd İbn Humeyd tefsirinde rivayet etmiş olup onun lafzı şöyledir: Bize Yezîd İbn Ebu Hâkim... Ebu Rezîn el-Esedî'den rivayet etti ki : Bir adam : Ey Allah'ın Rasûlü^ Allah'ın : «Boşanmak iki defa­dır.» sözünü görmez misin? Üçüncüsü nerede? dedi. Allah Rasûlü : «Gü­zellikle bırakmak üçüncüsüdür» buyurdu. Bu hadîsi İmâm Ahmed de rivayet etmiştir.

Saîd İbn Mansûr da Hâlid İbn Abdullah kanalıyla... Ebu Rezîn' den bu şekilde rivayet etmiştir.

Bu hadîsi İbn Merdûyeh de Kays İbn Rebî' tarikiyle... Ebu Rezîn' den mürsel olarak rivayet eder.

Yine İbn Merdûyeh, bu hadîsi Abdülvâhid İbn Ziyâd tarîkıyla... Enes İbn Mâlik'den, rivayet etmiş, sonra şöyle demiştir : Bize Abdullah İbn Ahmed, Enes İbn Mâlik'den rivayet etti ki o şöyle demiştir: Bir adam Rasûlullah (s.a.) a geldi ve : Ey Allah'ın Rasûlü; Allah talâkı (bo­şamayı) iki defa zikrediyor, üçüncüsü nerede? diye sordu. Allah'ın Rasûlü: «güzellikle tutmak, ya da güzellikle bırakmaktır» buyurdu.

«Onlara verdiğinizden bir şeyi geri almanız sizlere helâl değildir.»

Sizin, eşlerinize verdiğiniz mehirlerin hepsini, ya da bir kısmını onla­rın size geri vermeleri suretiyle onlan sıkıntıya sokmanız ve onları sı­kıştırmanız helâl değildir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerî-me'de : «Apaçık hayâsızlık etmedikçe onlara verdiğiniz mehrin bir kıs­mım alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın.» (Nisa, 19) buyuruyor. Ancak kadın kendi isteğiyle ve gönül rızasıyla kocasına bir şey ve­recek olursa, Allah Teâlâ bu hususta : «Şayet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile size bağışlar iseler, onu afiyetle yiyin.» (Nisa, 4) buyuru­yor.

Karı kocanın birbiriyle anlaşmamaları ve kadının kocasının hak­larını yerine getirmemesi, onu kızdırması ve onunla birlikte yaşa­maya güç yetirememesi halinde kadın, kocasının kendisine verdiklerini fidye olarak verme hakkına sahiptir. Bu konuda'kadına herhangi bir sıkıntı, zorluk sözkonusu değildir. Kocası da onu kabul edebilir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Onlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız sizlere helâl değildir. Meğer erkekle kadın, Allah'ın hududunu ikâme edeme­yeceklerinden korkarsa, o halde fidye vermelerinde bir vebal yoktur» buyuruyor.

Kadının herhangi bir özrü olmaksızın kocasından, fidye vererek ayrılma istemesi haline gelince, İbn Cerîr bu konuda şöyle der: İbn Beşşâr... Sevbânî'den rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) «Lüzumsuz yere kocasından boşanmayı isteyen kadına cennet kokusu haramdır.» buyur­muştur. Tirmizî de bu hadîsi Bündâr kanalıyla rivayet etmiştir.

Hasan der ki: Bu hadîs Eyyûb'dan, Ebu Katâde'den, Ebu Esmâ'-dan, Sevbân'dan rivayet edilmiştir. Bazıları da bu hadîsi Eyyûb'dan bu isnâdla rivayet etmişler fakat senedi Rasûlullah (s.a.) a kadar ulaştır­mamışlardır. Yani merfû' hadîs olarak değil mevkuf hadîs olarak riva­yet etmişlerdir.

İmâm Ahmed der ki; bize Abdurrahmân... Sevbân'dan rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Herhangi bir zarar sözkonusu ol­maksızın kocasından boşanmayı isteyen kadına cennet kokusu haram­dır» hadîsi Ebu Dâvûd, İbn Mâce ve İbn Cerîr, Hammâd İbn Zeyd'in hadîsinden bu şekilde rivayet etmişlerdir. Hadîsin başka bir tarîktan rivayeti ise şöyledir : İbn Cerîr dedi ki: Bize Ya'kûb İbn İbrâhîm... Ra­sûlullah (s.a.) m kölesi Sevbân'dan o da Rasûlullah (s.a.) dan rivayet etti ki, Efendimiz :

«Herhangi bir beis   olmaksızın kocasından boşanmayı isteyen ka­dına Allah cennet kokusunu haram kılar» buyurdular.

Yine Allah'ın Rasûlü : «Kocasından aldığı mallan (mehir), vermek suretiyle boşanan kadınlar münafıklardır» buyurdular.

Sonra İbn Cerîr ve Tirmizî birlikte, bu hadîsi Ebu Küreyb kana­lıyla Sevbân'dan rivayet ettiler. Buna göre Rasûlullah (s.a.) : «Kocasına, ondan aldığı mehri fidye olarak verip boşanan kadınlar ancak münafık olanlardır» buyurdu.

Tirmizî sonra şöyle der: Hadîs, bu şekliyle garîbtir ve isnadı kuv­vetli değildir. Bir diğer hadîsi şerifte ise, İbn Cerîr der ki: Bize, Ey-yûb... Ukbe İbn Âmir'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­dular :

«Hülû' (kocasına mihri geri verme karşılığında) ile kocasından bo­şanan kadınlar ancak münafık olan kadınlardır.» Hadîs bu şekliyle ga-rib, zayıf bir hadîstir.

Bir diğer hadîs-i şerifte ise İmâm Ahmed diyor ki: Bize, Affân... Ebu Hüreyre'den, o da Rasûlullah (s.a.) dan rivayet ettiler ki: «Hülû'» ile kocasından ve nikâh bağından boşanan kadınlar ancak münafıklar­dır.»

Bir diğer hadîs-i şerifte İbn Mâce der ki: Bize, Bekr İbn Halef Ebu Bişr... îbn Abbâs'dan rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­dular : «Bir kadın kocasından haksız yere boşanmayı istemesin. Kim böyle yaparsa cennetin kokusunu bulamaz. Halbuki onun kokusu kırk yıllık mesafeden, hissedilir.»

Sonra, seleften birçoğu ve halef imamları şöyle dediler : Hülû' (ka­dının kocasından aldığı mihri iade etmek) suretiyle ondan boşanmak-istemesi caiz değildir. Ancak ayrılık ve geçimsizliğin kadın tarafın­dan gelmesi halinde caizdir. Bu durumda verilen fidyeyi erkeğin kabul etmesi caizdir. Bunlar, «Onlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız sizlere helâl değildir. Eğer erkekle kadın, Allah'ın hududunu ikâme edemeye­ceklerinden korkmuş olsalar...» âyetini görüşlerine delil olarak göste­rirler ve şöyle derler: Hülû' ancak bu halde meşrû'dur, bunun dışında yalmz delil ile caiz olur ki asi olan, hülû'un caiz olmamasıdır.

Bu görüşü benimseyenler, İbn Abbâs, Tâvûs, îbrâhîm, Atâ, Ha* san ve Cumhûr-u ulemâdır. İmâm Mâlik ve Evzaî ise şöyle derler: Şayet erkek kadından bir şey alıp da aldığı şey kadın için bir zarar olursa bu halde erkeğin aldığı şeyi kadına geri vermesi vâcibtir ve talâk da talâk-ı ric'î olur.

İmâm Mâlik der ki: Benim kendilerine yetiştiğim insanların uy­gulamaları bu şekilde idi.

İmâm Şafiî de hülû'un uyuşmazlık hallerinde caiz olduğu görüşün­dedir. İttifak halinde ise daha bir evleviyetle hülû'un caiz olması ge­rekir.

Şafiî'nin bütün ashabının kavli (görüşü) budur. Şeyh Ebu Amr İbn Abd'ül-Berr Kitab'ül-İstizkâr'mda Bekr İbn Abdullah el-Müzenî'den hi­kâye eder ki, o hülû'un : «Öncekine yüklerle mihir vermiş olsanız bile, bir şey almayın.» (Nisa, 20) âyeti ile mensûb olduğunu söylemiştir. Bu görüşü İbn Cerîr rivayet eder. Ancak bu, zayıf bir kavil olup söyleyen geri çevrilir.

İbn Cerîr'in zikrettiğine göre bu âyet Sabit İbn Kays İbn Şemmâs ve karısı Habîbe bint Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl'ün hakkında nazil olmuştur. Şimdi de bu konudaki hadîsin tarîklerini ve değişik lafızlarını zikredelim :

İmâm Ahmed «Muvatta» isimli eserinde der ki:

Yahya İbn Saîd... Habîbe bint Seni el-Ansârî'den nakletti ki, o Sa­bit İbn Kays İbn Şemmâs ile evliymiş. Rasûlullah (s.a.) (Bir gün) sa­bah namazına çıktığında Habîbe bint Sehl'i alaca karanlıkta kapısının yanında görmüş ve ona : «Kimdir o» diye sormuş. Habîbe : «Ben Habîbe bint Sehl» im diye cevap vermiş. Rasûlullah (s.a.) «neyin var?» dedi. O da : (Kendisi ve kocasını kastederek) Ne ben, ne de Sabit İbn Kays dedi. Kocası Sabit İbn Kays gelince, Rasûlullah (s.a.) : Habîbe söyle­mesi gerekenleri söyledi, dedi. Habîbe : Ey Allah'ın Rasûlü, onun bana vermiş olduğu her şey yanımdadır, dedi. Rasûlullah (s.a.) Sâfoit'e : On­dan al buyurdu. Sabit Habîbe'den onları (mihir olarak verdiklerini) al­dı, kadın da gitti ailesinin yanma oturdu. Hadîsi bu şekliyle İmâm Ah­med Abdurrahmân İbn Mehdî'den, Mâlik'in isnâdıyla rivayet etmiştir. Bu hadîsi Ebu Dâvûd Ka'nebî'den, Neseî de Muhammed İbn Ateşleme' den rivayet etmişlerdir.

Bu konuda bir diğer hadîs-i şerif de Hz. Âişe'den menkûldür: Ebu Dâvûd ve İbn Cerîr derler ki: Bize Muhammed İbn Ma'mer... Hz, Âişe' den rivayet etti ki; Habîbe bint Sehl, Sabit İbn Kays İbn Şemmâs ile evliymiş, Sabit onu dövmüş ve bazı yerleri kırılmış. O da sabah (nama­zından sonra) Rasûlullah'a gelerek kocasını şikâyet etmiş. Rasûlullah (s.a.) Sâbit'i çağırarak ona : Onun malının bir kısmını al ve ondan ay­rıl, buyurmuş. Sabit: Ey Allah'ın Rasûlü, doğru olur mu? diye sormuş. Rasûlullah (s.a.) «evet» buyurmuşlar. Saîd : Ben ona (şu anda) elinde bulunan iki bahçeyi mihir olarak vermiştim, demiş. Rasûlullah (s.a.) «O ikisini al ve ondan ayrıl» buyurmuş. Sabit de öyle yapmış. Hadîsin lafzı İbn Cerîr'e ait olup senedindeki Ebu Amr es-Sedûsî, Saîd İbn Se­leme İbn Ebu Hüsâm'dır.

Bu konudaki diğer bir hadîs-i şerif de İbn Abbâs'tan menkûldür: Buhâri anlatıyor: Bize Ezher İbn Cemîl... İbn Abbâs'dan rivayet etti ki, Sabit İbn Kays İbn Şammâs'ın karısı Rasûlullah (s.a.) a geldi ve : Ey Allah'ın Rasûlü, ben onu; ne ahlâkında, ne de dininde ayıplamıyo­rum, ancak İslâm'da küfürden hoşlanmıyorum, dedi. Rasûlullah (s.a.) «Bahçesini ona geri verir misin?» diye sordu. O da evet deyince, Rasû- lullah (s.a.) : (Sâbit'e)   «Bahçeyi kabul et ve onu bir talâk ile boşa» buyurdu Bu hadîsi Neseî de Ezher İbn Cemîl tarîkıyla rivayet etmiştir

Buhârî aynı hadîsi İshâk el-Vâsıtî tarîkıyla ve İbn Abbâs'a daya­nan bir senetle rivayet etmiştir.

Hadîsi Buhârî muhtelif tanklardan rivayet etmiştir. Ancak Ey-yüb'un İkrime kanalıyla İbn Abbâs'tan naklettiği hadîsin bir kısmın­da Habîbe (Kocasına kızgınlığını kastederek) Ona tahammül edemi­yorum, demiştir. Bu şekliyle hadîsi sadece Buhârî rivayet etmiştir. Bu* hârî sonra şöyle der : Bize Süleyman İbn Harb... Cemîle'den —ibarede olmakla beraber daha önce de geçtiği üzere ismi Cemile değil Habîbe'-dir— rivayet etti der ve hadîsi zikreder.

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh tefsirinde der ki; bana Mûsâ îbn Hârûn... İbn Abbâs'tan rivayet etti, Cemile bint Selûl Rasûlullah (s.a.) a geldi ve : Allah'a yemîn olsun ki ben Sabit İbn Kays'ı, ne dini, ne de ah­lâkı konusunda ayıplamam, ancak ben, İslâm'da küfürden hoşlanmı­yorum, ona kızarak dayanamıyorum, dedi. Rasûlullah (s.a.) kendisine : »Bahçesini ona geri verir misin?» dediğinde, o: evet diye cevap ver­di. Rasûlullah (s.a.) da Sâbit'e ona vermiş olduğu şeyi almasını ve da-ha fazla bir şey istememesini emretti.

Bu hadîsi İbn Mace de Ezher İbn Mervân'dan kendi isnâdıyla riva­yet etmiştir. Bu isnâd iyi ve doğru bir isnâddır. Ebu Kasım el-Beğavî de... Abd'ül-A'lâ'dan aynı şekilde rivayet eder. Ancak İbn Cerîr der ki: Bize İbn Hamîd... Cemile bint Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl'den riva­yet etti ki, o Sabit İbn Kays ile evliymiş ve ondan kaçmış. Rasûlullah (s.a.) kendisini çağırtarak: «Ey Cemile, Sâbit'in nesinden hoşlanma­dın?» diye sormuş. Cemile: Allah'a yemîn olsun ki onun ne dininden, ne de ahlâkından hoşlanmamış değilim. Sadece onun çirkinliğinden hoşlanmıyorum, demiş. Rasûlullah (s.a.) Cemîle'ye «Bahçeyi ona geri verir misin?» diye sormuş. O da: evet demiş, bahçesini geri vermiş. Rasûlullah (s.a.) da onları ayırmış.

Yine İbn Cerîr şöyle der: Bize Muhammed İbn Abd'ül-A'lâ... Ebu Cerîr'den rivayet etti ki; o İkrime'ye hülû'un aslı var mıdır? diye sor­muş. İkrime, Übeyy'in kızkardeşinde olmuştur. O, Rasûlullah (s.a.) a gelerek Ey Alah'ın Rasûlü, benim ile onun başını hiç bir şey birleşti-remez. Ben, örtünün bir ucunu kaldırdım, o bir grup içinde geliyordu bir de ne göreyim o grubun içinde en siyahı, boyu en kısa olanı yüzü en çirkin olanı oydu, dedi. kocası Rasûlullah (s.a.) a Ey Allah'ın Rasûlü ben ona malımın en iyisini, en üstününü, kendime ait olan bir bahçeyi vermiştim, bahçem bana geri verilirse ne alâ, dedi. Rasûlullah (s.a.) (Kadına dönerek)': Ne dersin? diye sordu. Kadın: Evet isterse daha da artırırım, dedi. Râvî der ki: Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı. Bir di­ğer hadîs-i şerifte ibn Mâce der ki: Bize, Ebu Küreyb... Amr İbn Şu-ayb'dan o babasından o da dedesinden rivayet etti ki Habîbe bint Seni; Sabit İbn Kays İbn Şemmâs'ın nikâhı altında idi (onunla evliydi). Sa­bit çirkin bir adamdı. Kaduı: Ey Allah'ın Rasûlü, Vallahi eğer Allah korkusu olmasaydı benim yanıma girdiğinde yüzüne tükürecektim, dedi. Rasûlullah (s.a.) : Bahçesini ona geri verir misin? diye sordu. Kadın: Evet, diyerek bahçesini geri verdi. Râvi der ki Rasûlullah iki­sinin arasını ayırdı.

İmamlar, erkeğin, verdiği mihirden daha fazlasını almak suretiy­le karısını bırakması (boşaması) nın caiz olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Cumhûr'a göre: «O halde fidye vermelerinde bir vebal yoKtur» âyetinin hükmü umûmî olduğu için caizdir.

İbn Cerîr der ki: Bize Ya'kûb İbn İbrahim... Semure'nin kölesi Kesîr'den rivayet etti:

«Hz. Ömer'e kocasından ayrılan bir kadın getirildi. Ömer onun içinde gübre dolu bir eve konulmasını emretti. Sonra kadını çağırarak nasıl buldun? diye sordu. Kadın: (Kocamın) yanına geldiğimden beri sadece beni hapsetmiş olduğun bu gece rahat yüzü gördüm, diye cevap verdi. Ömer, kadının kocasına: Bir küpe karşılığında bile olsa bu ka­dından hülû' eyle dedi.

Hadîsi Abdürrezzâk da Ma'mer tarîkıyla... Semure'nin kölesi Ke­sîr'den rivayet etmiştir. Ancak onun rivayetinde fazla olarak «Hz. Ömer kadını üç gün o evde hapsetti» ifâdesi vardır.

Saîd İbn Ebu Arûbe Katâde kanalıyla Humeyd İbn Abdurrahmân' dan nakletti ki; bir kadın Ömer İbn Hattâb'a geldi ve kocasından şi­kâyet etti. Ömer, kadını bir gübrelikte geceletti, sabah olunca kadına : Yerini nasıl buldun? diye sordu. Kadın : Onun yanında, bu geceden da­ha rahat bir gece geçirmedim, diye cevap verdi. Ömer: (Kadının koca­sına) Bir saç bağı da olsa al, dedi.

Buhârî de der ki: Osman, kadının saç bağı dışında hülû'un caiz olduğunu söylemektedir.

Abdürrezzâk diyor ki: Bize Ma'mer... Abdullah İbn Muhammed İbn Akîl'den rivayet etti ki, kendisine Muavviz İbn Afrâ'nın kızı Rübeyyi' anlatmış ve şöyle demiş: Benim bir kocam vardı, yanımda olduğunda hayrı az olduğu gibi, yanımda olmadığında da beni mahrum bırakırdı. Bir gün hatâ ettim ve ona: Sahip olduğum her şeyi alıp beni bırakır mısın? dedim. O : Evet, dedi. Ben de öyle yaptım. Amcam, Muâz İbn Afra Osman İbn Affân katında dâva açtı. Osman İbn Affân hülû'u caiz görerek (kocamın) basımdaki saç bağına ve daha ötesini almaşım em­retti. Ya da basımdaki saç bağının dışında her şeyi almasını emretti, dedi.

Bunun mânâsı şudur: (Hülû' isteyen kadından kocasının) az veya çok kadının elinde olan her şeyi alması ve ona saç bağının dışında hiç bir şey bırakmaması caizdir.

Abdullah İbn Ömer, İbn Abbâs, Mücâhid, İbrâhîm el-Nehaî, Ka-iâsa İbn Züeyb, Hasan İbn Salih ve Osman el-Bettî de bu görüştedir.

İmâm Mâlik, Leys, Şafiî ve Ebu Sevrî bu mezhebte olduğu gibi İbn Cerîr'in de görüşü böyledir.

Ebu Hanîfe'nin ashabı (Hanefîler) ise şöyle derler : Eğer zarar ver­me kadın cihetinden ise, kocasının ona verdiğini alması caizdir. Ancak daha fazlasını almak caiz değildir, daha fazlasmı isterse hüküm bakı­mından caiz olur. Şayet zarar verme erkek tarafından ise bu takdirde kadından bir şey alması caiz değildir. Eğer alırsa bu da ancak hüküm

bakımından caiz olur.

İmâm Ahmed, Ebu Ubeyd ve İshâk İbn Rahûyeh derler ki: Erkeğin, kadına verdiğinden daha fazlasını alması caiz değildir.

Saîd İbn Müseyyeb, Atâ, Amr İbn Şuayb, Zührî, Tâvûs, Hasan, Şa'bî, Süleyman ve Rebî' İbn Enes de bu görüştedirler.

Ma'mer ve Hakem ise derler ki; Hz. Ali, «Erkek kendisinden hülû' yoluyla boşanan kadından, ona verdiğinden daha fazla bir şey almaz»

derdi.

Evza'î ise şöyle diyor: «Kadılar (hâkimler) erkeğin, kadına ver­miş olduğu (mehirden) daha fazlasını almasına müsâade etmezler.

Ben derim ki: Bu görüşte olanlar, daha önce geçen Katâde'nin İkrime'den, İbn Abbâs'tan, Saîd İbn Kays'tan rivayet ettiği hadîsi de­lil getirirler ki, Rasûlullah (s.a.) Saîd İbn Kays'a bahçesini almasını ve bundan fazla bir şey istememesini emretmişti. Keza Abd İbn Humeyd' in rivayet ettiği şu hadîs-i şerifi delil olarak gösterirler : Bize Kabîsa... Atâ'dan rivayet etti ki, Rasûlulah (s.a.) hülû' yoluyla boşanan kadının kocasının ona verdiğinden daha fazlasını almasından hoşlanmazdı.

Bunlar, «O halde fidye vermelerinde bir vebal yoktur» âyetini daha önce geçen: «Onlara verdiğinizden bir şeyi geri almanız sizlere helâl değildir» âyeti ile birlikte değerlendirerek hülû' yoluyla boşanan kadından alınacak fidyenin, ancak, kocanın daha önce verdiği şey tü­ründen olabileceği şeklinde anlarlar. Bu görüş İbn Cerîr tarafından ri­vayet edilmiştir. Yine bunun içindir ki (yani koca sadece kadına daha önce vermiş, olduğu mihirden fidye alabileceği için) Allah Teâlâ âyetin sonunda: «Bunlar Allah'ın hudududur. Onları aşmayın. Kim Allah'ın hududunu aşarsa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir» buyurmakta­dır.

İmâm Şafiî der ki:Ashabımız (Şâfiîler) hülû' konusunda ihtilâf

etmişlerdir.

Süfyân... îbn Abbâs'tan rivayet eder ki; karısını iki talâkla boşayıp sonra karısının kendisinden hülû' yoluyla ayrıldığı bir adam hakkında; bu kişi dilerse o kadınla tekrar evlenebilir. Çünkü Allah Teâlâ «Boşan­ma iki defadır... Tekrar birbirlerine dönmelerinde her ikisi için de bir vebal yoktur» buyuruyor, demiştir.

Şafiî diyor ki: Süfyân bize Amr kanalıyla İkrime'nin : «Malın caiz kıldığı hiç bir şey talâk (boşama) değildir.» dediğini rivayet ediyor.

Şafiî'den başkaları da Süfyân İbn Üyeyne kanalıyla... İbn Abbâs' dan rivayet ederler ki; İbrahim İbn Sa'd İbn Ebu Vakkas, İbn Abbâs'a sorarak şöyle dedi: «Bir adam karısını iki talâkla boşayıp sonra kadın hülû' ile ondan aynlırsa o kişi, o kadınla tekrar evlenebilir mi?» İbn Abbâs : «Evet» dedi. Hülû' talâk (boşama) değildir, çünkü Alah Teâlâ talâkı (boşamayı) âyetin başında ve sonunda, hülû'u da ikisinin arasın­da zikretmiştir, hülû' bir şey değildir. Sonra: «Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutmak, yahut ta güzellikle salmaktır.» Ve «Şayet erkek eşini bir daha (üçüncü kez) boşarsa, artık ondan sonra kadın başka bir ko­caya nikahlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz.» âyetini okudu.

İbn Abbâs'ın bu kanâatına göre, hülû' talâk (boşama) olmayıp sa­dece evlilik akdinin feshidir (sadece bir ayrılmadır). Bu görüş Hz. Os­man îbn Affân'dan ve îbn Ömer'den de rivayet edilmiştir. Tâvûs ve İk­rime'nin kavli de budur.

Ahmed İbn Hanbel, İshâk İbn Rahûyeh, Ebu Sevr ve Dâvûd İbn Ali el-Zâhirî bununla fetva vermişlerdir. Şafiî mezhebinin eski görüşü de budur ve âyet-i kerîme'nin zahirinden de bu anlaşılmaktadır.

Hülû' hakkındaki ikinci görüşe gelince; şayet erkek (hülû'u kabul etmek suretiyle) daha fazlasına niyet etmemiş ise bu takdirde hülû' ta-lâk-ı bâindir.

İmâm Mâlik diyor ki: Hişâm İbn Urve'den... Ümmü Bekr el-Eslemiyye'den nakletti. Ümmü Bekr el-Eslemiyye kocası Abdullah İbn Hâlid İbn Üseyyid'den hülû' yoluyla boşanmıştı. Onunla beraber bu ko­nudaki hükmü öğrenmek üzere Osman İbn Affân'a geldiler. O : «Hülû' bir talâktır. Ancak eğer herhangi bir şey söylemişsen (talâk sayışım zik-retmişsen) hülû' o zikrettiğin şeydir.» dedi. İmâm Şafiî : Hadîsin sene­dindeki Cuhmân'ı tanımıyorum, demiş. Ahmed İbn Hanbel de bu hadîsi zayıf saymıştır.

Bu hadîsin bir benzeri Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd ve İbn Ömer' den de rivayet edilmiştir. Saîd İbn Müseyyeb, Hasan, Atâ, Şüreyh, Şa'bî, İbrahim ve Câbir İbn Zeyd bununla fetva vermişlerdir. İmâm Mâlik, Ebu Hanîfe ve ashabı, Sevrî, Evza'î, Ebu Osman el-Bettî ile yeni görü­şünde Şafiî de buna zâhib olmuşlardır. Şu kadar yar ki; Hanefî'lere göre hülû' yoluyla karışım boşayan kişi; şayet bir veya iki talâka niyet eder, ya da sayı belirtmeksizin mutlak olarak talâka niyet ederse hülû' bir talâk-ı bâin sayılır. Ama üç talâka niyet ederse üç talâk vâkî' olur. Hülû' konusunda Şafiî'nin başka bir kavli daha vardır ki buna göre; şa- yet hülû' talâk lafzını ihtiva etmiyorsa ve delil de yoksa hiç bir mânâ ifâde etmez. (Talâk değildir).

İmâm Mâlik, Ebu Hanîfe, Şafiî ile kendilerine gelen bir rivayette Ahmed ve İshâk îbn Rahûyeh —ki bu, meşhur olan rivayettir— hülû' yoluyla boşanan kadının iddetinin aynen diğer boşanan kadınlar gibi üç hayız süresi —şayet kadın hayız görüyor ise— olduğu görüşünde­dirler. Bu görüş Hz. Ömer, Hz. Ali ve Abdullah İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Saîd İbn Müseyyeb, Süleyman İbn Yesâr, Urve, Eâ'im Ebu Seleme, Ömer İbn Abdülazîz, İbn Şihâb, Hasan, Şa'bî, İbrâhîm el-Nehaî, Ebu İyâz, Cüllâs İbn Amr, Katâde, Süfyan el-Sevrî, Leys İbn Sa'd ve Ebu Übeyd bu kavi ile fetva vermişlerdir.    .

Tirmizî diyor ki: Sahabe ve başkalarından ilim ehlinin çoğunun­da kavli budur. Bu konudaki dayanakları hülû' ile boşanan kadının diğer boşanmış kadınlar gibi iddet beklemesidir.

Bu konudaki ikinci kanâata göre ise, hülû' ile boşanan kadın bir hayız süresi iddet bekler ve böylece temizlenir.

İbn Ebu Şeybe diyor ki: Bana Yahya İbn Saîd... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki, Hübeyyi' kocasından hülû' ile boşanmıştı. Am­cası Hz. Osman (r.a.) a geldi, Hz. Osman «Bir hayız süresince iddet bekler» dedi.

Râvî der ki, Abdullah İbn Ömer, Hz. Osman böyle söyleyinceye ka­dar hülû' ile boşanan kadının üç hayız iddet bekliyeceğini söylerdi. Bundan sonra ise Hz. Osman'ın bu sözü ile fetva verirdi. Ve: «Osman en hayırlımız ve en bilgili olanımızdır» derdi.

Abd... Abdullah İbn Ömer'in «Hülû' ile boşanan kadının iddeti bir hayızdır» dediğini rivayet eder. Abdurrahmân İbn Muhammed el-Mu-hâribî... İbn Abbâs'dan rivayet etti ki, o «Hülû' ile boşanan kadının id­deti bir hayızdır» demiştir.

İkrime, Efoân İbn Osman ve daha önce ismi geçenlerden; hülû'un nikâh akdini feshetmek olduğunu» söyleyenler bununla fetva vermiş­lerdir. Bunlar delil olarak, Ebu Dâvûd ve Tirmizî'nin rivayet ettiği şu hadîsi almaktadırlar :

«Bize Muhammed îbn Abdurrahîm el-Bağdâdî... İbn Abbâs'dan rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) m zamanında Sabit İbn Kays'ın karısı kocasından hülû' ile boşanmıştı. Rasûlullah (s.a.) kadının bir hayız sü­resince iddet beklemesini emretti. Sonra Tirmizî, bu hadîs hasendir, ga-ribdir der. Bu hadîsi Abdürrezzâk da... İkrime'den mürsel olarak riva­yet etmiştir.

Tirmizî diyor ki: «Bize Mahmud İbn Ğıylân... Rübeyyi' bint Mu-avviz îbn Afrâ'dan rivayet etti ki o, Rasûlullah (g.a.) m zamanında ko­casından hülû' ile boşanmıştı. Rasûlullah (s.a.) kendisine bîr hayız süre- since iddet beklemesini emretti. Tirmizî diyor ki: «Sahîh olan şudur ki: «O, bir hayız süresince iddet beklemekle emrolunmuştur.» Hadîsin başka bir tarîktan rivayeti ise şöyledir : İbn Mâce diyor ki: Bize Ali İbn Seleme en-Neysâbûrî... Muavviz îbn Afrâ'nın kızı Rübeyyi'den rivayet etti. Ona: (Başına gelen olayı) bana anlatır mısın? dedim. Başladı an­latmaya : Kocamdan hülû' ile boşandım, sonra Osman'a giderek «Bana ne kadar iddet gerekiyor?» diye sordum. O : «Eğer seninle yeni (münâ­sebette) bulunmamışsa sana iddet yoktur. Onun yanında bir hayız gö­rünceye kadar kal.» dedi. Rübeyyi' şöyle der : Hz. Osman bu konuda Ra-sûlullah (s.a.) m Meryem el-Meğâliyye hakkındaki hükmüne uymuştu. O Sabit İbn Kays'ın nikâhı altında idi de ondan hülû' yoluyla boşan­mıştı.

İbn Lehîa... Rübeyyi' bint Muavviz'den rivayet eder ki; o şöyle de­miştir : Rasûlullah (s.a.) in, kocasından hülû' ile boşandığında, Sabit İbn Kays'ın karısına bir hayız süresince iddet beklemesini emrettiğini işittim.

Dört imâm ve cumhûr-u ulemâ'ya göre, eşini hülû' yolu ile boşayan kimse kadının rızâsı olmaksızın iddet içinde iken geri ona dönemez. Çün­kü kadın, ona vermiş olduğu şeyler mukabilinde nefsine sahip olmuş­tur.

Abdullah İbn Ebu Evfâ, Mâhan el-Hanefî, Saîd İbn Müseyyeb ve Zührî'den rivayet edildiğine göre, onlar; karısını hülû" ile boşayan kişi, verdiklerini eşine tekrar iade ederse bu takdirde kadının rızâsı olmak­sızın da iddet içinde ona geri dönebilir, demişlerdir. Bu, Ebu Sevr'in de tercih ettiği görüştür.

Süfyân el-Sevrî diyor ki: Talâk lafzı olmaksızın vuku' bulan hülû' bir ayrılıktır ve erkeğin kadına dönmesi sözkonusu değildir. Ancak er­kek, hülû' esnasında talâk lafzını zikretmişse kadın iddet içinde iken ona dönme hakkına sahiptir. Dâvûd İbn Ali el-Zâhirî de bu görüştedir. Ve Hülû' yoluyla ayrılan kişinin iddet esnasında eşine geri dönebileceği hususunda ulemâ arasında ittifak vardır.

Şeyh Ebu Ömer İbn Abdülberr bir gruptan hikâye eder ki, hülû' ile boşandığı kocaya da, başkasına da ric'at caiz değildir. Ancak bu görüş şâz ve reddedilmiş bir görüştür.

Karısını hülû' yoluyla boşayan kişi kadın iddeti içinde iken ona başka bir talâk verebilir mi? Bu konuda ulemânın üç farklı görüşü var­dır :

1 — İddet esnasında başka bir talâk ile boşamaya hakkı yoktur. Çünkü kadın bu şekilde kendisine (nefsine) sahip olmuş ve kocasından ayrılmıştır (talâk-ı bâin vâki' olmuştur.)

İbn Abbâs, İbn Zübeyr, İkrime, Câbir İbn Zeyd, Hasan el-Basrî, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel, İshâk İbn Rahûyeh ve Ebu Sevr bununla fet-•â vermişlerdir.

2 — İmâm Mâlik der ki; eğer hülû'u kabul ettiğine dâir sözünden hemen sonra susmaksızm talâk lafzını da söylemiş ise, bu talâk da vâki olur. Fakat ikisi arasında susmuş ise bu takdirde talâk vâki' olmaz.
Bu Hz. Osman'dan rivayet edilen görüşe benzemektedir.

3 — Kadın iddeti içinde olduğu sürece her halükârda verilen talâk­lar vâki' olur. Bu, Ebu Hanîfe ve ashabının, Sevrî'nin ve Evzaî'nin kav­lidir. Saîd İbn Müseyyeb, Şureyh, Tâvûs, İbrahim, Zührî, Hâkim, Ha­
kem,  Hammâd  İbn  Süleyman  da  bu  görüştedirler.  Bu  görüş  İbn Mes'ûd ve Ebu'd-Derdâ'dan rivayet edilmişse de İbn Abdülberr «-Bu gö­rüş İbn Mes'ûd ve Ebu'd-Derdâ'dan sabit değildir» demektedir.

Allah Teâlâ «Bunlar Allah'ın hudududur, onları aşmayın. Kim, Al­lah'ın hududunu aşarsa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir* buyuru­yor. Bunlar Allah'ın sizin için koymuş olduğu esâslardır, Allah'ın hudu­dudur, sakın onları aşmayın. Nitekim sahih bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur :

«Allah'ın koymuş olduğu hudûdlar vardır onları aşmayın, Allah'ın koymuş olduğu farzlar vardır onları, kaybetmeyin, Allah'ın koymuş ol­duğu haramlar vardır onları işlemeyin. Allah bazı şeyler hakkında da susmuş, hükmünü bildirmemiştir. Bunu unuttuğu için değil, size rah­met olsun diye yapmıştır ki onları da sormayın.»

Üç talâkı bir cümlede toplamanın (üç talâkı aynı anda vermenin) Saram olduğu görüşündekiler bu âyeti delil olarak getirirler. Nitekim Mâliki mezhebi ve onlara uyanların görüşü budur. Onlara göre : «Bo­şama iki defadır...» âyeti sebebiyle talâkın tek tek verilmesi sünnettir.

Sonra Allah Teâlâ : «Bunlar Allah'ın hudududur, onları aşmayın. Kim Allah'ın hududunu aşarsa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir» buyurmaktadır.

Bu görüşte olanlar görüşlerini Neseî'nin Sünen'inde rivayet etmiş -iduğu Mahmûd İbn Lebîd'in şu hadîsi ile kuvvetlendirirler : Bize Süley­man İbn Dâvûd... Mahmûd İbn Lebîd'den rivayet etti ki, Rasûlullah s~a.) a; bir adamın karısını aynı anda üç talâkla boşadığı haber verildi. Sasûlullah (s.a.) öfkeli olarak kalktı ve : «Ben daha aranızda iken Al-Jah'ın kitabıyla mı oynanıyor?» buyurdu. Bir adam .kalktı ve : «Ey Al-ah'm Rasûlü, onu öldüreyim mi?» dedi.

Bu hadîs munkatı' bir hadîstir.

«Şayet erkek eşini bir daha (Üçüncü kez) boşarsa, artık ondan son-rs kadın başka bir kocaya nikahlanıp varıncaya kadar ona helâl ol-~az.» Erkek daha önce vermiş olduğu iki talâktan sonra üçüncü bir  ile karısını boşarsa, başka bir kocaya nikâhlanmadıkça, yani sahîh

 nikâhla başka bir koca onunla cinsî münâsebette bulunmadıkça tekrar eski kocasına helâl olmaz. Nikâhsız olarak birisi o kadınla cinsî münasebette bulunsa —câriye edinerek de olsa— birinci kocasına helâl olmaz. Çünkü bu koca değildir. Kadın başka "bir erkekle evlense ve fa­kat evlendiği bu koca kendisiyle cinsî münasebette bulunmasa kadın yine de birinci kocasına (sadece başka bir kocayla nikahlanıp evlenmiş olmakla) helâl olmaz.

Saîd İbn Müseyyeb'in «Kadının ikinci bir kocayla sadece nikahlan­mış olması kadının birinci kocaya helâl olması için yeterlidir» dediği fakîhlerden birçoğu arasında şöhret bulmuşsa da bunun Saîd İbn Mü-seyyeb'den sâdır olduğu şüphelidir. Şu kadar var ki, Şeyh Ebu Ömer İbn Abdülberr, el-İstizkâr'mda Saîd İbn Müseyyeb'den bu görüşü naklet­mektedir. Allah, en iyisini bilendir.

Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî der ki: Bize İbn Beşşâr... Abdullah İbn Ömer'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.) a sordular : Bir adam bir ka­dınla evlenir ve onunla cimâ'dan önce üç talâkla boşar, sonra o kadını bir başka koca alır ve onunla cimâ'dan önce boşarsa bu kadın birinci kocasına dönebilir mi? Rasûlullah (s.a.) : «hayır, buyurdular. Kadın er­keğin balçığından, erkek de kadının balçığından tatmadıkça olmaz. (Balçığından tatma ifâdesi arapçada cinsî temastan kinayedir.)»

Bu hadîsi İmâm Ahmed, Neseî, Ebu Dâvûd, Buhârî, Müslim değişik tarîklardan ve değişik lafızlarla rivayet etmişlerdir.

îbn Cerîr'in rivayeti böyledir. İmâm Ahmed ise şöyle rivayet eder: Bize Muhammed İbn Ca'fer'in... İbn Ömer'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den «Bir kimsenin karısı iken onun boşandığı, sonra bir başka­sının evlendiği ve zifaf vuku' bulmadan onun da boşadığı ve ilk ko­casına dönen bir kadın» hakkında rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a,) : «Balçıktan tatmadıkça olmaz.» buyurmuştur. Hadîsi Neseî, Amr ibn Ali el-Felâs; İbn Mâce de Muhammed İbn Beşşâr Bündâr kanalıyla.... Şu'be'den rivayet etmişlerdir. Böylece bu hadîs Saîd İbn el-Müseyyeb' ce İbn Amr'dan merfû' olarak ondan nakledilenin hilâfına olarak ri­vayet edilmiştir ki dayanaksız olarak rivayet ettiğine muhalif olması uzaktır. En doğrusunu Allah bilir.

Ahmed, Neseî ve İbn Cerîr bu hadîsi Süfyân es-Sevrî kanalıyla... İbn Ömer'den rivayet etmişlerdir. Bu rivayette İbn Ömer der ki: Allah Rasûlü (s.a.) ne soruldu : «Bir adam kadınını üç talâk ile boşar, bir diğeri onunla evlenir, kapıyı kapatıp örtüyü indirir, sonra onunla te­masta bulunmadan boşarsa ilk kocasına helâl olur mu?», «Balçıktan tatmadıkça hayır.» buyurdu. Ahmed'in rivayetinin lafzı böyledir. On­dan gelen rivayetlerden birinde isnâddaki Rezîn İbn Süleyman, Süley­man îbn Rezîn olarak verilmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Enes İbn Mâlik'ten rivaye­tine göre Allah Rasûlü (s.a.) ne nikâhı altında olan bir kadını üç ta-lâkla boşayan, ondan sonra birisiyle evlenen ve onun da duhûlden önce boşadığr kadının ilk kocasına helâl olup olmadığı sorulmuştur. «Diğe­ri (ikinci koca) kadının balçığından, kadın da onun balçığından tat-madıkça hayır.» buyurdu. Hadîsi bu şekliyle İbn Cerîr, Muhammed tbn îbrâhîm el-Ehmâtî kanalıyla.... Muhammed İbn Dinar'dan rivayetle zikretmiştir. Ben de derim ki: Muhammed îbn Dinar İbn Sandal Ebu Bekr el-Ezdî —(sonra) et-Tâhî el-Basrî İbn Ebu Furât denilir— hakkında ihtilâf edilmiş olup bazıları onu zayıf görürken diğer bazıları da onu kuvvetli görüp kabul etmişler (ve hadîsini) hasen bulmuşlardır. Ebu Dâvûd onun ölümünden önce değiştiğini de kaydeder. En doğru­sunu Allah bilir.

İbn Cerîr der ki: Bize Ubeyd İbn Âdem İbn Ebu İyâs el-Askalânr nin... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) kocasının üç talâkla boşadığı, bir başkasının kendisiyle evlenip zifaftan önce bo-şadığı, ilk kocasının kendisine dönmek istediği bir kadın hakkında : «Diğer (koca) onun balçığından tatmadıkça hayır (ona helâl olmaz).» buyurdu. Sonra İbn Cerîr hadîsi başka bir şekliyle Şeybân İbn Abdur-rahmân'dan da rivayet etmiştir. Hadîsin isnadında bulunan Ebu el-Hâ-ris tanınmıyor.

İbn Cerîr der ki: Bize Yahya'nın... (Hz.) Âişe'den rivayetine göre bir adam kadınını üç talâkla boşamış, kadın (başka) bir kocayla ev­lenmiş, o da ona dokunmadan kendisini boşamıştı. Allah Rasûlü (s.a.) ne : İlkine helâl olur mu? diye soruldu da : «Birincisüvn tattığı gibi onun (kadının) balçığından tatmadıkça hayır.» buyurdu. Hadîsi Buhârî, Müslim ve Neseî muhtelif kanallardan olmak üzere Ubeydullah İbn Ömer el-ömerî'den, o el-Kâsım İbn Ebu Bükeyr'den, o da halası Hz. Âişe'den şeklinde bir isnâdla tahrîc etmişlerdir.

İbn Cerîr der ki: Bize Ubeydullah İbn Jsmâîl ve Şüfyân İbn Vekî ve Ebu Hişâm er-Rifâî'nin... Âişe'den rivayetlerine göre o, şöyie de­miştir : Hz. Peygamber (s.a.) e : Bir adam karısını boşar, kadın bir baş­ka erkekle evlenir, adam onunla zifafa girer, sonra onunla temasta bulunmadan boşarsa, kadın ilk kocasına helâl olur mu? diye sorulmuş­tu. Allah Rasûlü (s.a.) : «Diğeri kadının balçığından, kadın da onun balçığından tatmadıkça ilk kocasına helâl olmaz.» buyurdu. Hadîsi bu şekliyle Ebu Dâvûd, Müsedded; Neseî de Ebu Küreyb'den, bunlar İse Ebu Muâviye Muhammed İbn Hazım ed-Darîr'den rivayet etmişlerdir.

Müslim Sahîh'inde der ki: Bize Muhammed İbn el-Alâ' el-Heme-dânî'nin... Hz. Âişe'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) ne Birisinin evlenip boşadığı, sonra bir başkasıyla evlenip onun da zifâfdan ön* ce boşadığı bir kadının ilk kocasına helâl olup olmayacağı sorulmuştu. «Kadının balçığından tatmadıkça hayır.» buyurdu. Müslim.der ki: Bi­ze hadîsi Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe de... bu isnâdla Hişâm'dan rivayet etti. Hadîs Buhârî'ce Ebu Muâviye Muhammed İbn Hâzim kanalıyla Hişâm'dan rivayet edilmiştir. Diğer iki kanaldan hadîsi sadece Müs­lim rifâyet etmiştir. Hadîsin bir mislini veya benzerini tbn Cerîr de Abdullah İbn el-Mübârek kanalıyla... Hz. Âişe'den merfû' olarak ri­vayet eder. Hadîsin isnadı ceyyiddir. Keza İbn Cerîr de hadîsin bir mis­lini Ali İbn Zeyd İbn Ced'ân kanalıyla Hz. Âişe'den, o da Hz. Peygam­ber (s.a.) den rivayet etmiş olup Buhârî'nin rivayet etmiş olduğu ha-'dîsten muhtasardır. Yine Buhârî, hadîsi Amr İbn Ali kanalıyla... Hz. Âişe'den, o da Hz. Peygamber (s.a.) den merfû' olarak rivayet eder. (Bu­hârî'nin) Osman İbn Ebu Şeybe kanalıyla... Âişe'den rivayetine göre Rifâa el-Kurazî bir kadınla evlenip sonra boşamıştı. Kadın, Hz. Pey­gamber (s.a.) e gelip onun kendisiyle temasta bulunmadığını ve erlik organının elbise püskülü gibi bir şey olduğunu anlatmıştı. Hz. Pey­gamber (s.a.) : «Sen onun balçığından, o da senin balçığından tatma-dıkça hayır.» buyurdu. Bu kanaldan rivayetinde o tek kalmıştır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdü'l-A'lâ'mn... Âişe'den rivayetine göre o, şöyle anlatmıştır : Ben ve Ebu Bekir Hz. Peygamber (s.a.) in yanında iken Rifâa el-Kurazî'nin karısı girdi ve : Muhakkak ki Rifâa beni kesin bir talâkla (Talâku'1-bett) boşamış ve Abdurrahmân İbn Zübeyr benimle evlenmişti. Ancak onun yanındaki (erlik organı) püs­kül gibi bir şey, dedi ve örtüsünden bir püskül aldı. (Girmesine) izin verilmemiş olan Hâlid İbn Saîd İbn el-Âs kapıdaydı. Ey Ebubekir, şu­nun Hz. Peygamber (s.a.) in huzurunda bu şeyleri açıkça söylemesine engel olmayacak mısın? dedi. Allah Rasûlü (s.a.) tebessüm buyu­rup : «öyle görünüyor ki sen Rifâa'ya dönmek istiyorsun. Fakat sen onun, o da senin balçığından tatmadıkça olmaz.» buyurdu. Hadîsi bu şekliyle Buhârî, Abdullah İbn el-Mübârek; Müslim, Abdürrezzâk; Ne-seî, Yezîd İbn Zürey'den bunlar da Ma'mer'den rivayet etmişlerdir. Ha­dîsin Müslim'ce Abdürrezzâk'tan rivayetinde «Rifâa'mn onu üç ta­lâktan sonuncusu (üçüncüsü) ile boşadığı tasrîh edilmiştir. Ebu Dâ-vûd dışındaki bir cemâat Süfyân İbn Uyeyne, Buhârî, Ukayl, Müslim, Yûnus îbn Yezîd —Müslim'in rivayetinde üç talâktan sonuncusuyla boşadığı kaydı vardır—; Neseî, Eyyûb İbn Mûsâ kanalıyla... Âişe'den rivayet etmişlerdir.

Mâlik der ki: el-Misver İbn Rifâa el-Kurazî'den (onun da) Zübeyr İbn Abdurrahmân İbn Zübeyr'den rivayetine göre Rifâa îbn Semev'el, Allah Rasûlü (s.a.) zamanında karısı Temîme Bint Vehb'i üç talâkla boşamış ve kadın Abdurrahmân İbn Zübeyr ile nikahlanmış, ancak Ab­durrahmân (bir hastalık neticesi) ona yaklaşmaktan âciz kalmış ve onunla temasta bulunamadan ondan ayrılmış (onu boşamıştı). Rifâa İbn Semev'el onu nikahlamak istedi. O, onu daha önce boşamış olan ilk kocasıydı. Bu durum Hz. Peygamber (s.a.) e anlatıldı, onunla ev-lenmeyi Rifâa'ya yasakladı ve : «O (kadın) balçıktan tatmadıkça sana helâl olmaz.» buyurdu. Muvatta' ashabı hadîsi Mâlik'ten bu şekilde rivayet ederler. Fakat isnadında kopukluk vardır. Hadîsi İbrahim tbn Tahmân ve Abdullah tbn Vehb, Mâlik kanalıyla... Abdurrahmân İbn Zübeyr'den mevsûl olarak rivayet etmişlerdir. [6]

 

Sahte Evlilik (Hülle)

 

İkinci kocadan istenen; kadına arzulu olması ve aldığı kadınla de­vamlı bir arada kalmayı kastetmiş olmasıdır. Nitekim evlendirmekte meşru olan da budur. İmâm Mâlik bu şartla birlikte ikinci kocanın al­dığı bu kadınla mübâh olarak (mübâh yollardan) cimâ'da bulunması şartını da getirir. Şayet ikinci koca yalnız kadın ile o (kadın) ihrâmlı, oruçlu, itikâfda iken ya da hayızh ve lohusa olduğu halde ya da koca oruçlu veya ihrâmlı, ya da i'tikâfda olduğu halde kadın ile temas eder­se bu temas ile kadın birinci kocaya helâl olmaz. Aynı şekilde şayet ikinci koca zımmî olursa bu nikahıyla kadın müslüman bir erkeğe he­lâl olmaz. Zîra İmâm Mâlik'e göre, kâfirlerin nikâhı bâtıldır.

Şeyh Ebu Ömer îbn Abdülberr'in rivayetine göre; Hasan el-Basri ikinci kocanın aldığı bu kadın ile birleşirken menisinin gelmesini de şart koşar. Hasan el-Basrî bununla Rasûlulah (s.a.) m «Sen onun bal­çığından, o da senin balçığından tadıncaya kadar (tatmadıkça) olmaz» sözünden anladığı mânâya bağlanmış oluyor. Buna göre, kadının me­nisinin de gelmiş olması gerekir. Halbuki İmâm Ahmed ve Neseî'nin Hz. Âişe'den rivayet ettikleri hadîs-i şerife göre, yukardaki hadîste ge­çen «balçık» dan maksad, menî değildir : Rasûlullah (s.a.) : ( iL_x.) balçık cimâ'dır » buyurmuşlardır.

Şayet ikinci kocanın bu kadını almaktan maksadı; onun birinci kocası için helâl olmasını sağlamak işe, bu ikinci koca hadîs-i şerif lerde zemmedilen (kötülenen) ve la'net edilen kişidir. İmamların hep­sine göre; şayet ikinci koca nikâh akdindeki bu maksadım açıkça söy­lerse bu nikâh akdi bâtıl olur.

Bu konuda vârid olan hadîs-i şerifler :

1 — İmâm Ahmed diyor ki: Bize Fadl İbn Dekîn... Abdullah tbn Mes'ûd'dan rivayet etti ki:

Rasûlullah (s.a.) vücûduna dövme yapan ve yaptırana,saçını uza­tan ve uzattırana^başkasınm saçını ekletene, bir kadının eski kocasına helâl olması için onu nikâhlayana ve bu işin kendisi için yapıldığı ada­ma, faiz yiyen ve yedirene lâ'net etti.

Bu hadîsi İmâm Ahmed, Tirmizî ve Neseî başka şekillerde rivayet etmişler ve Tirmizî bu hadîs hasendir, sahihtir, demiştir. Sonra Tirmizî şöyle diyor : Sahabeden ilim ehlinin uygulaması şu şekildedir. Hz. Ömer, Hz. Osman ve İbn Ömer böyle tatbik etmişlerdir. Ayrıca tâbiî'nin fa-kîhlerinin kavli de budur ve bu görüş Hz. Ali, İbn Mes'ûd ve İbn Ab-bâs'dan da rivayet edilmiştir.

Bu hadîs başka bir tarîkla İbn Mes'ûd'a dayanan senedle merfû olarak rivayet edilmiştir.

Bu hadîsin başka bir tarîktan ve yine Abdullah İbn Mes'ûd'a daya­nan, bir senedle rivayeti şöyledir: İmâm Ahmed ve Neseî A'meş kana­lıyla... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayet ederler ki o şöyle demiştir: Faiz yiyen, faiz olduğunu bildikleri halde faize vekil olan şahitlik ya­pan, yazan, saçını uzatan ve uzattıran, zekâtı geciktiren, zekâta te­câvüz eden hicret ettikten sonra topukları üzre geri dönüp dinden çı­kan, bir kadım üç talak ile boşayan, eski kocasına helâl olsun diye ni­kahlayan ve bu işin kendisi için yapıldığı kişi (ilk koca) kıyamet günü Muhammed (s.a.) in dilinden la'netlenrnişlerdir.

2 — İmâm Ahmed diyor ki: Bize Abdürrezzâk... Hz. Ali'den rivayet etti ki o şöyle demiş : «Rasûlullah (s.a.) faiz yiyene, yedirene, şahidine ve kâtibine, güzellik için dövme yapan ve yaptırana, zekât vermeyene, bir kadının —daha önce üç talâk ile kendisini boşayan—eski kocasına helâl olması için nikâhlayana ve bu işin kendisi için yapıldığı kimseye la'net etmiştir. O, ölünün arkasından bağırıp çağırmaktan da nehy ederdi.    .

İmâm Ahmed bu hadîsi Ğunder tarîkıyla... Hz. Ali'den rivayet et­miştir. Ayrıca İsmâîl İbn Ebu Hâlid kanalıyla... Şa'bî'den rivayet et­miştir.

Ebu Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce de Şa'bî'nin hadîsinden rivayet etmişlerdir. Ayrıca İmâm Ahmed der ki; bize Muhammed İbn Abdul­lah... Hz. Ali (r.a.) den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) faizciyi, faiz alanı yazanı, şahidini, hülle yapanı, hülle yaptıranı la'netlemiştir.

3 — Tirmizî diyor ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc... Hz. Ali'den rivayet etti ki, Rasûlullah (sva.)  «Bir kadını daha önce üç talâk ile boşayan kocası için helâl olsun diye nikâhlayana ve bu işin kendisi için yapıl­dığı kimseye eski kocaya Allah la'net eder», buyurmuşlardır.

Tirmizî: Hadîsin senedi sağlam değildir, zîra hadîsin senedindeki Mücâhid'i içlerinde Ahmed İbn Hanbel'iri de bulunduğu ilim erbabın­dan bir çoğu zayıf görmüşlerdir... Birinci hadîs, daha sahihtir.

4 — îbn Mâce diyor ki: Bize Yahya îbn Osman İbn Salih el-Mısrî... Ukbe İbn Âmir'den rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular:

«Size ödünç alınan tekeyi haber vereyim mi?» Ashâb; evet ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Rasûlullah: «O kadını (ken­disine üç talâk ile boşayan) eski kocasına helâl olsun diye nikahlayan kişidir, Allah ona ve bu işin kendisi için yapıldığı kişiye la'net eder.» buyurdular.

Hadîsi yalnız İbn Mâce rivayet etmiştir. Bu hadîsi İbrâhîm îbn Ya' kûb el-Cüzcânî de rivayet etmişse de, hadîsin münker olduğunu söyle­miştir. Ben derim ki: Bu hadîsin senedindeki Osman îbn Salih güve­nilir râvîlerden birisidir, Buhârî de Sahîh'inde ondan rivayette bulun­muştur. Sonra başkaları da ona tâbi olmuşlardır. Bu hadîsi .Ca'fer el-Firyâbî de... Leys'den rivayet etmiştir. En iyisini Allah bilir.

5 — İbn Mâce der ki; bize Muhammed İbn Beşşâr... Abdulah İbn Abbâs'dan nakletti ki:

«Rasûlullah (s.a.), hülle yapan ve kendisi için hülle yapılanı, lanetlemiştir.»             -

Bu hadîsin başka bir tarîkten rivayeti de şöyledir: Dimaşk hatibi }mâm ve hafız Ebu İshâk İbrahim İbn Ya'kûb el-Cüzcanî es-Sa'dî diyor ki: Bize İbn Ebu Meryem... İbn Abbâs'dan rivayet etti ki o şöyle de­miştir :

Rasûlulah (s.a.) a «Muhallil»in (bir kadın, kendisini daha önce üç talâk ile boşayan kocasına helâl olsun diye onu nikahlayan kişinin) nikâhı soruldu. O : «Hayır» buyurdular. «Allah'ın kitabı ile alay etmek ve hile için yapılan nikâh, nikâh değildir, ancak istek ve arzu ile ya­pılan nikâh nikâhtır, buyurdu ve spnra (bu ikinci koca) kadının bal­çığından tadacak, diye ekledi.

Bu iki hadisin isnadı, Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe'nin... Amr îbn Di­nar'dan rivayet ettiği hadîs ile kuvvetlenmektedir. Bu mürsel-hadîs­lerden" biri diğerini takviye etmektedir. Allah en iyisini bilendir.

6 — İmâm Ahmed der ki, bize Ebu Âmir:.. Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.) hülle yapanı ve kendisi için hülle ya­pılanı la'netlemiştir. Bu hadîsi Ebubekr İbn Ebu Şeybe, Cüzcânî, Beyhakî, Abdullah îbn Ca'fer kanalıyla rivayet etmişlerdir. Müslim de Sa­hîh'inde Osman îbn Muhammed kanalıyla Saîd el-Mahberî'den nak­letti. Bu müttefakunaleyhtir.

7 — Hâkim, Müstedrek'inde diyor ki: Bize Ebu Abbâs el-Asamm... Nâfî'den rivayet ediyor ki o şöyle demiştir: Bir adam Abdullah İbn Ömer'e geldi; ve adam karısını üç talâk ile boşar sonra onun haberi ol­madan birisi, eski kocasına helâl olsun diye o kadınla evlenirse, bu ka- din ilk kocasına helâl olur mu? diye sordu. Abdullah İbn Ömer, hayır, dedi, ancak istek ve arzu ile yapılan nikâh sahih olur. Biz Rasûlullah (s.a.) in zamanında bunu zina sayardık. Sonra Hâkim şöyle der: Bu hadîsin isnadı sahihtir. Ama Buhârî ve Müslim kitaplarında tahrîc et­memişlerdir. Bu hadîsi Sevrî de... İbn Ömer'den rivayet etmiştir. Hadî­sin isnadı bunun merfû' olduğu hissini vermektedir.

Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe el-Cüzcânî, Harb el-Kirmânî ve Ebu Bekr

el-Esrem... Hz. Ömer'den rivayet ediyorlar ki; o şöyle demiş :Muhallil

(bir kadını, daha önce kendisini üç talâk ile boşayan kocasına helâl

olsun diye nikahlayan) ve kendisi için böyle nikâh yapılan kimse eğer

bana getirilirse onları recm ederim.

Beyhakî'nin... Süleyman İbn Yesâr'dan rivayet ettiğine göre Os­man İbn Affân'a; bir kadını kocasına helâl olsun .diye nikahlayan bir kişi getirildi. O da aralarını ayırdı.

Hz. Ali, İbn Abbâs ve Sahâbe'den birçoğundan da bu şekilde riva­yet edilmiştir.

Allah Teâlâ buyuruyor ki;

«Şayet bu ikinci koca da onu, kendisi cimâ'dan sonra onu boşar ve onlar da (kadın ve ilk kocası) Allah'ın hududunu ikâme edeceklerini (güzellikle geçineceklerini sanarlarsa —Mücâhid'e göre nikâhlarının hileli olmadığını sanarlarsa— tekrar birbirlerine dönmelerinde, her ikisi içinde bir vebal yoktur. Bunlar Allah'ın hudududur, (kanunları ve hükümleridir) Bilen bir kavim için açıklıyor.»

Mezheb imamları (Allah onlara rahmet etsin) bu konuda ihtilâf -etmişlerdir:

Bir kişi karısını, bir ya da iki talâkla boşar ve iddeti bitinceye kadar onu bırakırsa, sonra kadın başka bir koca ile evlenir ve cima' vâki' ol­duktan sonra bu yeni koca kadını boşarsa ve kadının iddeti biterse bun­dan sonra da kadın, yeniden ilk kocasıyla evlenirse bu durumda, îmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel —ki sahabeden bir grubun da görüşü böyledir— in mezhebinde olduğu gibi, ilk koca için artık önceden üç talâktan arta kalan talâk (hakkı) mı vardır, yoksa Ebu Hanîfe ve asha­bının mezhebinde olduğu gibi, ikinci koca ile evlenmiş olması, ilk koca­nın talâk (hakk)ını ortadan kaldırmış olduğu için, ilk koca ile yeniden evlenince üç talâk hakkı da yeniden geri dönmüş mü olur? Hanefîlerin delili şudur: İkinci koca üç talâkı ortadan kaldırdığına göre onun geri­sinde olanları kaldırması çok daha uygundur. Allah en iyisini bilir. [7]

Daha sonra Allah Teâlâ «boşama iki keredir» buyurarak boşamanın sayısını açıklamıştır. Yani dönülebilecek boşama iki defadır. Ancak bu konuda ihtilâf vardır. Bununla ilgili iki görüşten birincisine göre; bu âyet sünnete uygun boşamanın açıklamasından ibarettir. Şöyle ki; kişi eşini boşayacağı zaman önce onunla temas edip ilişki kurmadan önce bir talâk boşamalıdır. Sonra iddetten çıkıncaya veya âdet görüp temizle­ninceye kadar beklemeli, ikinci kez boşamalıdır. İbn Abbâs ve Mücâhid böyle der. İkinci görüş mensûblan ise burada âyetin ayrılmayı gerekti­ren boşanma ile, gerektirmeyen boşanmanın sayısını bildirdiğini kabul etmektedirler. Âyet iki boşamadan sonra bâin talâkla ayrılmaktan başka bir şey olmayacağım ifâde etmektedir. [8]

 

231 — Ve kadınları boşadığınız zaman, iddetlerini bi­tirince artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salıverin. Sırf zulmedebilmeniz için zararlarına onları tutuverme-yin. Kim böyle yaparsa muhakkak kendi nefsine zulm et­miş olur. Allah'ın âyetlerini oyuncak yerine koymayın. Al­lah'ın üzerindeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Ve bilin ki Allah şüphesiz her şeyi Bilendir

 

Boşanan Kadınlara İyi Davranın

 

Allah'ın bu emri erkekler içindir. Erkek karısını boşadığı zaman, erkeğin kadına dönme hakkı ve ona güzel davranma zorunluluğu var­dır. Kadının iddeti bitince kadın, kendisine kocasının dönmesi müm­kün olacak kadar bir süre koca evinde kalabilir. Koca, ya onu evinde tutacak yani güzellikle onu nikâhı altına alacak —ki bu da ona dön­mesini söyleyecek ve onunla güzellikle geçinmeye niyet edecektir— ya da onu bırakacak ve iddetinin bitiminde kadını güzellikle evinden çıka­racaktır. Bu sırada kadına zulmetmiyecek, ona hasım olmayacak ve ona kötü davranmayacaktır. Allah Teâlâ : «Sırf zulmedebilmeniz için zarar­larına onları tutuvermeyin.» buyuruyor.

İbn Abbâs, Mücâhid, Mesrûk, Hasan, Katâde, Dahhâk, Rebî', Mu-kâtil İbn Hayyân ve birçokları derler ki: Eskiden bir erkek karısını bo-şar ve iddetinin, bitimi yaklaştığında kadın başkasına gitmesin diye ve sırf ona zulmetmek, zarar vermek için tekrar kadına dönerdi. Son­ra kadını tekrar boşar ve iddet beklemeye başlardı. Kadının iddetinin öitimi yaklaşınca, kadının iddeti uzasın diye tekrar boşardı. İşte Al­lah Teâlâ onları bundan men'edip tehditte bulunuyor ve : «Kim böyle yaparsa muhakkak ki (Allah'ın emrine muhalefet etmek suretiyle) kendi nefsine yazık etmiş olur.» buyuruyor.

Allah Teâlâ : «Allah'ın âyetlerini oyuncak yerine koymayın» bu­ruyor.

Bu âyetin tefsirinde İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb... Efou Mû-sâ'dan rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.) Eş'arî kabilesine kızdı. Ebu Mû-sâ Rasûlullah'a gelerek : «Ey Allah'ın Rasûlü, Eş'arî kabilesine kızdı­nız mı?» dedi. Rasûlullah (s.a.) : «Sizden birisi (karısına) boşadım, ye­niden döndüm diyor. Bu müslümanlarm boşaması değildir. Kadını id-detinden önce boşayınız» buyurdular.

İbn Cerîr bu hadîsi Yezîd İbn Aibdurrahmân'dan başka bir şekil­de rivayet etmiştir. Fakat bu rivayetin aleyhinde konuşulmuştur.

Mesrûk diyor ki: Rasûlullah (s.a.) m kasdettiği kişi karısının ha­beri olmadan onu boşayan, onu boşamaksızın iddeti uzasın diye karı­sına zarar veren kişidir.

Hasan, Katâde, Atâ el-Horasânî, Rebî', ve Mukâtil İbn Hayyân der­ler ki: Bu, karısını boşayan ve «eğlendim» diyerek köle azâd eden, ya da bir kadını nikahlayan ve «eğlenmiştim» diyen kişidir. Bunun üze­rine Allah Teâlâ : «Allah'ın âyetlerini oyuncak yerine koymayın» âye­tini indirdi. Böylece Allah onları buna mecbur etti.

İbn Merdûyeh diyor ki: Bize İbrahim İbn Muhammed... İbn Ab-bâs'dan rivayet etti ki o şöyle demiş : Bir adam karısını boşadı halbu­ki o, eğleniyordu ve talâkı kasdetmiyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Allah'ın âyetlerini oyuncak yerine koymayın» âyetini indirdi. Rasû­lullah (s.a.) da bu talâkı geçerli saydı.

İbn Ebu Hatim diyor ki: Bize Hişâm İbn Revvâd... Hasan el-Bas-rî'den rivayet ediyor ki o şöyle demiş: Adam, karısını boşar ve «Ben eğlenmiştim» derdi. Kölesini azâd ederdi ve «eğlenmiştim» derdi. Bir kadını nikâhlar ve «ben eğlenmiştim» derdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Allah'ın âyetlerini oyuncak yerine koymayın» âyetini indirdi. Rasûlullah (s.a.) da: «Kim gerek ciddi gerekse oyun olarak bir kadım boşarşa, ya da bir köleyi azâd ederse, ya da nikahlarsa onun hakkında bu âyet geçerli olur» buyurdular. Bu hadîsi İbn Cerîr, Zührî tarîkıyla ve Hasan'a dayanan bir senedle rivayet eder ki bu hadîs mürseldir.

Yine aynı hadîsi İbn Merdûyeh de Amr İbn Abîd tarîkıyla Ebu'd-Derdâ'dan mevkuf olarak rivayet etmiş ve şöyle demiştir : Bize Ahmed İbn Hasan îbn Eyyûb... «Allah'ın âyetlerini oyuncak yerine koymayın» âyeti hakkında Ubâde İbn Sâmit'ten rivayet eder ki o şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a.) in zamanında adam başka birisine : «Kızımı se­ninle evlendirdim» der. Sonra da: «Ben eğlenmiştim» derdi. Yine bir adam kölesine : «Seni azâd ettim» der. Sonra da : «Eğlenmiştim» derdi, Allah Teâlâ : «Allah'ın âyetlerini oyuncak yerine koymayın» âyetini indirdi. Rasûlullah (s.a.) da : «Üç şey vardır ki bunları kim oyun olarak ya da oyun olmaksızın (ciddî olarak) söylerse bunlar o kişi hakkında geçerli olur. Bunlar, boşama, azâd etme nikâhtır» buyurdular.

Bu konuda meşhur olan, Ebu Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce'nin Ab-durrahmân İbn Habîb tarikiyle... Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri ha­dîstir. Buna göre Rasûlullah (s.a.) :

«Üç şey vardır ki bunların ciddîsi de ciddî, şakası da ciddîdir : Ni­kâh, boşama ve ric'at (kocanın tekrar karısına dönmesi) dir» buyurdu­lar. Tirmizî: «Hadîs, basendir, garîbtir.» demiştir.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Alah*ın (Peygamberleri hidâyet ve bey-yineler ile size göndermek suretiyle) üzerinizdeki nimetini ve (size em­retmek, size yasaklamak ve haramları işlemenize karşı sizi korkutmak suretiyle) size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti (peygambe­rinin sünnetini) düşünün. (Yaptığınız ve yapmadığınız şeylerde) Al­lah'tan korkun ve bilin ki Allah, şüphesiz her şeyi bilendir. (Sizin giz­li ve açık hiç bir işiniz O'na gizli kalmaz ve bunlardan dolayı Allah sizi cezalandıracaktır.)». [9]

 

232 — Kadınları boşadığınız vakit, onlar iddetlerini bitirdiklerinde, aralarında güzelce anlaştıkları takdirde kocalarıyla tekrar evlenmelerine mâni olmayın. îşte sizden Allah'a ve âhiret gününe inanmış olanlara, bununla öğüt veriliyor. Bu, sizin için daha iyi, daha temizdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

 

Ali İbn Ebu Talha. İbn Abbâs'tan rivayetle diyor ki; bu âyet-i ke­rîme, karışım bir, ya da iki talâkla boşayan ve kadının iddetinin biti­minde onunla tekrar evlenmek ve ona dönmek isteyen birisi hak­kında nazil olmuştur. Kadın kocasıyla tekrar evlenmek istemesine rağmen, kadının akrabaları bunu engellemişlerdi. Bu âyette Allah, ka­dının akrabalarını bundan men'etmiştir.

Avlî de Ali İbn Ebu Talha'dan ve İbn Abbâs'dan bu şekilde riva­yet etmiştir:

Mesrûk, İbrahim el-Nehaî, Zührî ve Dahhâk da bu âyetin bu ko­nuda nazil olduğunu söylemişlerdir. Ki onların söyledikleri âyetin za­hirinden anlaşılmaktadır. Yine âyetten anlaşıldığına göre; kadın, ken­di kendini evlendirme hakkına sahip değildir, kadının mutlaka bir ve­lîsi olması gereklidir. Nitekim Tirmizî ve İbn Cerîr bu âyetin tefsirin­de böyle söylemişlerdir. Bir hadîs-i şerifte de:

«Kadın kadını evlendiremez, kadın kendi kendini evlendiremez. Kendi kendisini evlendiren kadın ancak zina edendir.» buyurmaktadır.

Başka bir hadîsi şerifte de: «Yol gösterici bir velî ve adaletli iki şâhid bulunmadan nikâh olmaz.» buyurulmaktadır. Âlimler arasında bu konuda anlaşmazlık vardır ki bunlar, fürû' kitaplarında yerlerinde yazılmıştır. Biz de bu konuyu «Kitab el-Ahkâm» da anlattık. Bu âye­tin Ma'kil ibn-Yessâr el-Müzenî ve kızkardeşi hakkında indirildiği de rivayet edilmiştir. Buhârî Sahîh'inde bu âyetin tefsirinde der ki: Bize Abdullah İbn Saîd... Ma'kil İbn Yessâr'dan rivayet etti ki; o şöyle de­miş : «Benim bir kızkardeşim vardı ve onu benden istediler.»

Buhârî diyor ki... Bize Yûnus, Hasan'dan rivayet etti ki, Ma'kil İbn Yassâr'ın kızkardeşini, kocası boşamış ve iddetinin bitiminde de koca­sı tekrar onunla evlenmek istemiş. Ama Ma'kil kızkardeşini vermemiş. Bunun üzerine «Aralarında güzelce anlaştıkları takdirde, kocalarıyla tekrar evlenmelerine engel olmayın.» âyeti nazil olmuş.

Ebu Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce, İbn Ebu Hatim, İbn Cerîr ve İbn Merdûyeh müteaddit tanklarla ve Ma'kil İbn Yessâr'a dayanan sened-lerle bu hadîsi rivayet etmişlerdir. Tirmizî, bu hadîs sahihtir, demiştir. Tirmizî'nin rivayet ettiği hadîsin metni şöyledir: Ma'kil İbn Yessâr" dan : O, kızkardeşini Rasûlullah (s.a.) m zamanında müslümanlardan birisiyle evlendirmiş ve kızkardeşi kocasına vardıktan sonra kocası onu bir talâkla boşamıştı. İddeti esnasında kocası ona geri dönmemiş ve ka­dının iddeti bitmişti. Bundan sonra kocası onu o da kocasını istemişti: Sonra kocası ona tâlib olunca Ma'kil: «Ey alçak oğlu alçak, ben onu sana ikram etmiş (ben seni onunla şereflendirmiş) ve seni onunla ev-lendirmiştim. Sen ise onu boşadın. Allah'a yemin olsun ki o ebediyyen sana dönmiyecektir» demişti. Râvî devamla şöyle anlatır: Allah koca­sının ona, onun da kocasına olan ihtiyâcını biliyordu: «Ve kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirince artık onları, ya iyilikle tutun veya iyilikle salıverin... Ve bilin ki Allah, şüphesiz her şeyi bilendir.» âyetini indirdi. Ma'kil bu âyeti işitince: Rabbımın emrini işittim ve O'na itaat ettim diyerek kızkardeşinin kocasını çağırdı ve: Seni evlen­diriyor, onu sana veriyorum, dedi.

îbn Merdûyeh ayrıca Ma'kıl'm: «Yeminimin keffâretini verdim» dediğini de ilâve etmektedir.

İbn Cerîr'in îbn Cüreyc'den rivayetine göre; Ma'kıFın kızkardeşi Cümmel Bint Yessâr olup Ebu'l-Beddâh'm nikâhı altında idi.

Seleften bir çoğunun rivayetine göre; bu âyet Ma'kil İbn Yessâr ve kızkardeşi hakkında indirilmiştir. Süddî ise bu âyetin Câbir İbn Ab­dullah ve onun amcası kızı hakkında nazil olduğunu söylüyorsa da sahih olanı ilkidir.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey insanlar «işte sizden Allah'a» ve Allah'ın şerîatine, «âhiret gününe inanmış» Ve Allah'ın o gündeki teh­didinden, azabından, o gündeki cezadan korkanlara «olanlara, bunun­la öğüt veriliyor» yani velîler; velîsi bulundukları kadınlar kocaları ile aralarında güzelce anlaştıkları takdirde, kocalarıyla evlenmelerine mâ- ni olmaktan alıkonuluyorlar. Velîler, Allah'ın bu emrine uyup bu öğüt­le öğütlenecekler ve bunu uygulayacaklardır. «Bu» eski kocalarını is­teyen kadınları onlara vermek ve bu konudaki hamiyyetlerini terket-mek suretiyle Allah'ın kanununa uymanız «sizin için daha iyi, daha temizdir. Allah bilir, siz ise» yaptığınız ve yapmadığınız şeylerden han­gisinde hayır olduğunu «bilmezsiniz.» [10]

 

233 — Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Bu, emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir. Onların yiyeceği, giyeceği uygun şekilde çocuk kendisinden olana aittir. Kimse gücünün üstünde bir şeyle mükellef olmaz. Ne anne çocuğu yüzünden, ne de baba çocuğu yüzünden zarara so­kulmasın. Mirasçıya düşen de bunun gibidir. Eğer kendi aralarında anlaşıp, danışarak çocuğu memeden kesmek isterlerse ikisine de bir vebal yoktur. Çocuklarınızı emzirt­mek isterseniz, vereceğinizi güzelce teslim etmek şartıyla size yine bir vebal yoktur. Allah'tan korkun ve bilin ki Al­lah yaptığınız şeyleri görendir.

 

Çocukları Emzirme :

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'de; annelere, çocuklarını tartı olarak emzirmelerini öğütlüyor. Bu süre iki sene olup bundan sonra vâki' ola­cak emzirmelere itibâr edilmez. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Bu, emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir.» buyurmaktadır.

İmamların çoğu, sadece iki yaşından önceki emzirmenin evlenme- yi haram kılacağı görüşündedirler. İki yaşından büyük çocuk meme emecek olursa bu emiş ona hiçbir şeyi haram kılmaz.

Tirmizî, «İki yaşından küçük emzirmenin haram kılmayacağına dâir babında» diyor ki: Bize Kuteybe... Ümmü Seleme'den rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: «Ancak, memedeki damarlann (sütünü) dağıtan emme evliliği haram kılar ki bu dönem sütten ke­silmeden öncedir.» Tirmizî, bu, Hasen ve Sahih hadîstir, der. Buna göre Rasûlulah (s.a.) m ashabından ve başkalarından ilim ehlinin çoğunun ameli ancak iki seneden az olan emmenin evlenmeyi haram kıldığı şeklindedir, tki tam seneden sonraki emme ise herhangi bir şeyi ha­ram kılmamaktadır. Hadîsin senedindeki Fâtıma Bint Münzir İbn Zü-beyr İbn Avvâm, Hişâm tbn Urve'nin karışıdır.

Ben de derim ki: Bu hadîsin rivayetinde Tirmizî münferid kalmış­tır. İsnadının râvîleri Buhârî ve Müslim'in şartlarına uygundur. «An­cak memede olan (vuku' bulan)» kısminin anlamına gelince; bu, iki seneden önceki emme yeridir. Nitekim İmâm Ahmed'in Vekî ve Ğunder kanalıyla... Berâ İbn Âzib'den rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) in oğlu İbrahim öldüğünde Hz. Peygamber (s.a.) : «Muhakkak ki onun için cennette bir emzirici vardır.» buyurmuştur. Hadîsi bu şekliyle Buhârî de Şu'be kanalıyla tahrîc etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) böyle söylemiş­tir; çünkü oğlu îbrâhîm (a.s.) öldüğünde bir yıl altı aylıktı. O: «Mu­hakkak ki onun için cennette bir emzirici vardır.» buyurmuş ve bunun­la «Onun emmesini ikmal eden» anlamını kasdetmiştir. Bu görüşü Dâ-rekutnî'nin el-Heysem İbn Cemîl kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet et­miş olduğu ve Allah Rasûlü (s.a.) nün: «İki sene içinde olan dışında emme haram kılmaz.» buyurduğu hadîs de bunu te'yîd eder. Dârekut-nî, hadîsi İbn Uyeyne'den el-Heysem îbn Cemil'den başkasının müsned olarak rivayet etmediğini söyler. el-Heysem ise güvenilir, hafızdır.

Ben de derim ki: Hadîsi İmâm Mâlik Muvatta'ında Sevr İbn Zeyd'den, o ise İbn Abbâs'tan merfû olarak rivayet etmiştir. ed-Derâverdi ise Sevr kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetle hadîsi zikretmiş olup on­da : «İki seneden sonra olan, bir şey değildir.» fazlalığı vardır ye bu daha sıhhatlidir.            

Ebu Dâvûd et-Tayâlisî'nin Câbîr'den rivayetine göre Allah Rasû­lü (s.a.) : «Sütten ayırmadan sonra (evliliği haram kılan) emme, bu­lûğa ermeden sonra yetimlik yoktur.» buyurmuştur. Bu hadîsin delâ­letinin daha geniş bir izahı «Sütten ayrılması iki senededir.» (Lokman, 14) Ve «Hamileliği ve sütten ayrılması otuz aydır.» (Ahkâf, 15) âyet-lerindedir.

İki seneden sonraki emmenin evliliği haram kılmayacağı görüşü Ali, İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, Câbîr, Ebu Hüreyre, İbn Ömer, Ümmü Seleme, Saîd İbn el-Müseyyeb, Ata ve CumhûrMan rivayet edilmiştir.

Bu görüş Şafiî, Ahmed İbn Hanbel, İshâk, Sevrî, Ebu Yûsuf ve Mu-hammed'in mezhebidir. İmâm Mâlik'den bu konuda iki sene, iki sene iki ay, iki sene üç ay olmak üzere değişik rivayetler nakledilir.

Ebu Hanîfe ise bu sürenin iki sene altı ay olduğunu söyler.

Züfer İbn Hüzeyl; çocuk meme emmeye devam ettiği sürece üç seneye kadar, demektedir. Bu görüş, Evzaî'den de rivayet edilmiştir.

İmâm Mâlik şöyle diyor: Çocuk iki seneden daha az bir zamanda sütten kesilse ve bu sütten ayrılmadan sonra onu başka bir kadın em-zirse, çocuk ona haram olmaz. Çünkü bu çocuk için bir yiyecek duru­mundadır. Bu görüş Evza'î'den de rivayet edilmiştir.

Rivayete göre; Hz. Ömer ve Hz. Ali şöyle demişlerdir : Çocuğun süt­ten ayrılmasından sonra süt kardeşliği yoktur.

Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin bu söz ile iki seneyi kasdetmiş olmaları mümkündür. Nitekim Cumhûr'un kavli de böyledir. Onlar, bu sözle­riyle bizzat emzirme işini kasdetmiş olabilirler ki İmâm Mâlik'in kavli de böyledir. Allah en iyisini bilendir.

Buhârî ve Müslim'de rivayet edildiğine göre, Hz. Âişe (r.a.) büyük çocuğun emzirilmesinin de evliliği haram kılmada te'sîrli olduğu görü­şündedir.

Atâ İbn Ebu Rebâh ve Leys îbn Sa'd'm görüşü budur. Hz. Âişe; yanma girmesinde mahzur görmediği erkekler için, kadınlarından bi­risine onu emzirmesini emrederdi. Hz. Âişe'nin bu husustaki delili Ebu Hüzeyfe'nin kölesi Sâlim'in hadîsidir ki buna göre; Rasûlullah (s.a.) Ebu Hüzeyfe'nin karısına onu emzirmesini emretmişti. Halbuki o bü­yüktü. Bu emzirme ile köle onun yanına girip çıkardı. Rasûlullah (s.a.) in diğer hanımları bunu kabul etmez ve onun durumunu özel bir durum olarak kabul ederlerdi.

Bu, Cumhûr'un kavlidir. Cumhûr'un bu konudaki delili —ki bun­lar dört imâm, yedi fakıh (fukaha-i seb'a), sahabenin büyükleri ve Hz. Âişe dışındaki Rasûlulah (s.a.) in diğer zevceleridir— Buhârî ve Müs­lim'de Hz. Âişe'den rivayet edilen şu hadîsi şeriftir: Rasûlullah (s.a) •Kardeşlerinize bakınız, süt kardeşliği ancak açlıktan dolayı süt em­medendir.» buyurmuşlardır.

Süt emme (süt kardeşliği) ve büyüğün emzirilmesi konusundaki bilgi Nisa süresindeki 23. âyette gelecektir.

«Çocukların annelerinin yiyeceği, giyeceği uygun şekilde» (ülke­lerinde emsalleri hakkında geçerli olan mikdarda, israf etmeksizin veya kısıntı yapmaksızın ve çocuğun babasının zenginliği ve orta halliliğine ve fakirliğine göre) çocuk kendisinden olana aittir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de : «Eli geniş olan genişliğine göre nafaka ver­sin. Rızkı kendisine daraltılmış bulunan da, nafakayı Allah'ın kendi-sine verdiğinden versin. Allah kimseyi kendisine verdiğinden fazlasıy­la yükümlü tutmaz. Allah, güçlüğün ardından bir kolaylık ihsan eder.» (Talâk, 7) buyurmaktadır.

Dahhâk diyor ki: Eğer erkek, karısını boşar ve karısından çocuğu varsa kadın çocuğu onun için emzirir. Bu durumda kadının geçimi ve giyimi uygun şekilde babaya aittir.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Ne anne çocuğu yüzünden...» Yani ço­cuğun terbiyesini babaya yüklemek için çocuğun kadından alınması suretiyle. «Zarara sokulmasın...» Kadın çocuğu doğurduğunda şayet kadının sütünü emmeksizin yaşıyamıyacaksa kadının çocuğu babası­na verme hakkı yoktur. Ancak ondan sonra (çocuğun yaşıyacağı kadar süt verdikten sonra) dilerse çocuğu, babasına verebilir. Ancak çocuğun verilmesi şayet babaya zararlı olacaksa, çocuğu babaya vermek kadına helâl değildir. Aynı şekilde kadına zarar vermek için çocuğun kadından çekilip alınması da helâl değildir. İşte bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Ne anne çocuğu yüzünden, ne de baba çocuğu yüzünden zarara so­kulmasın.» buyurmaktadır. Yani sırf kadına zarar vermek için çocu­ğun anneden çekilip alınmasını istemek doğru değildir. Bunu Mücâ-hid, Katâde, Dahhâk, Zühri, Süddî, Sevrî, İbn Zeyd ve başkaları söy­lemişlerdir. Allah Teâlâ: «Mirasçıya düşen de bunun gibidir» buyuru­yor. Yani —Mücâhid, Şa'bî ve Dahhâk'a göre— akrabalarına zarar ver­meme, onlan zarara sokmama konusunda mirasçı da bu kurala da­hildir.

Çocuğun annesine nafaka vermek, onun hukukuna riâyet etmek ve ona zarar vermemek konusunda çocuğun babasına düşen görev; ay­nen mirasçıya da düşer denilmiştir. Bu, Cumhûr'un kavlidir. İbn Cerîr tefsirinde bunu genişçe anlatır.

Hanefî ve Hanbelîlerden akrabanın bir kısmının nafakasının di­ğer bir kısmına vâcib olduğu görüşünde olanlar; bu görüşlerine bu âyeti delil getirirler. Bu görüş Ömer İbn el-Hattâb ve Selefin hepsin­den rivayet edilmiştir. Hasan'ın Semure'den merfû' olarak rivayet etti­ği «Kimin bir akrabası varsa onun üzerine o âzâd olunur...» hadîsiyle de bu görüş tercih edilmiştir.

İki seneden sonraki emzirmenin bazan çocuğun bedenine veya ak­lına zarar verdiği söylenmiştir.

Süfyân el-Sevrî... Alkame'den rivayetle şöyle der: Alkame, iki se­neden sonra çocuğunu emziren bir kadın görür ve : «Onu emzirme» der.

Allah Teâlâ buyuruyor : «Eğer, kendi aralarında anlaşıp danışa­rak çocuğu memeden kesmek isterlerse ikisine de bir vebal yoktur.» Ço­cuğun anne ve babası, çocuğu sütten kesme konusunda fikir birliğiederlerse, bunda çocuk için fayda görürlerse bu konuda istişare ede­rek birleşirlerse bu takdirde onların ikisine de bir vebal yoktur.

Buradan anlaşıldığına göre; anne-babadan birinin bu görüşte ol­ması yeterli değildir. Anne babadan birinin, diğeriyle istişare etmeksi­zin bu konuda katı davranması caiz değildir. Bu görüş Sevr! ve baş­kalarına aittir.

Elbette bunda çocuk için ihtiyatlı davranma ve çocuğun işlerini düşünme zorunluluğu vardır ki, bu da Allah'ın kullarına bir rahmeti­dir. Allah Teâlâ, anne babaya çocuklarını terbiye zorunluluğu getirmiş ve onları hem kendilerine, hem çocuğa uygun gelecek yola iletmiştir. Nitekim Talâk sûresinde de Allah Teâlâ: «Sizin için emzirirlerse on­lara ücretlerini ödeyin. Aranızda uygun bir şekilde anlaşın. Eğer güç­lüğe uğrarsanız çocuğu, bir başka kadın emzirir.» (Talâk, 6) buyur­maktadır.

«Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, vereceğinizi güzelce teslim et­mek şartıyla size yine bir vebal yoktur.» Gerek annenin ve gerekse çocuğun bir özründen dolayı baba ve anne çocuğun anneden alınma­sında fikir birliği ederlerse, bu konuda anne ve babaya bir vebal yok­tur. Anneye geçmiş ücretleri uygun bir şekilde verilmek kaydıyla ba­banın bunu kabul etmesinde de bir beis yoktur. Baba, çocuğunu baş­kasına uygun bir ücretle emzirtir. Birçokları böyle demişlerdir.

«Allah'dan korkun ve bilin ki Allah, yaptığınız şeyleri görendir» sizin durum ve sözlerinizden hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz. [11]

 

234 — İçinizden ölenlerin geriye bıraktıkları eşler; kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. Bu müddeti bi­tirdikleri vakit onların, kendileri için uygun olanı yapma­larından dolayı size günâh yoktur. Ve Allah işledikleriniz­den haberdârdır.

 

Bu, kocaları ölen kadınlara, Allah'ın dört ay on gün (gece) iddet beklemeleri konusunda bir emirdir. Bu hüküm icmâ' ile hem kendile­riyle zifaf vuku' bulmuş ve hem de zifaf vuku' bulmamış zevceleri kap­samaktadır. Bu görüşün, kendileriyle zifaf vâki' olmamış kadınları da kapsadığının dayanağı âyet-i kerîme'nin umûmî oluşudur. Bir de bu konuda İmâm Ahmed ve Sünen sahiplerinin rivayet ettiği Tirmizî'nin de sahihtir dediği, şu hadîs-i şerîf vardır :

İbn Mes'ûd'a bir kadınla evlenen, sonra onunla zifafa girmeden ve ona bir mehir ta'yîn etmeden ölen adamın durumunu sordular ve bu konuda defalarca ona geldiler, tbn Mes'ûd : Bu konuda kendi görüşü­mü söyliyeceğim, doğru olursa Allah'dandır, hatalı olursa benden ve şeytândandır. Allah ve Rasûlü benim vereceğim bu hükümden beri­dirler demiş ve «mehir tam olarak kadınındır» diye eklemiş.

Hadisin başka lafızlarla olan bir rivayetinde ise şöyle demiştir: «Emsalinin mihri eksiksiz ve zulümsüz olarak kadının hakkıdır. Kadın iddet bekleyecektir ve onun miras hakkı vardır.» Ma'kıl İbn Yessâr el-Eşcaî kalktı ve : «Rasûlullah (s.a.) in Berva' bint Vâşik hakkında aynı hükmü verdiğini işittim.» dedi ve Abdullah İbn Mes'ûd buna son derece sevindi.

Bu hadîsin başka bir rivayeti ise şöyledir : «Eşca' (kabilesinden) bazıları kalkıp «Rasûlullah (s.a.) in Berva' Bint Vâşik hakkında bu hükmü verdiğine şehâdet ederiz» dediler.

Sadece hâmile olduğu halde kocası ölen kadınlar bu hükmün dı­şındadır. Çünkü; «Gebe kadınların iddetleri ise, yüklerini vaz' etmele­ridir.» (Talâk, 4) âyeti hükmünün umûmî olması sebebiyle bu kadın­ların iddeti çocuklarını doğurmaları ile biter. Velev ki doğumdan sonra bir an beklememiş bile olsalar. İbn Abbâs, hâmile iken kocası ölen ka­dınların, çocuğu doğurup dört ay on günlük iddetten hangisi daha uzunsa onu iddet olarak bekleyeceği görüşündedir. Böylece her iki âye­tin hükmünü cem'etmiş olmaktadır. Şayet Buhârî ve Müslim'de tah-rîc edilen Sübey'a el-Eslemiye hakkındaki hadîs olmasaydı elbette onun dayanağı ve ta'kîb ettiği yol güzel, kuvvetli bir yol olurdu. Hadîs-i şe­rîf şöyledir: Sübey'a el-Eslemiye'nin kocası Sa'd İbn Havle karısı hâ­mile iken vefat etmişti. Kocasının vefatından sonra çok geçmeden Sü­bey'a çocuğunu doğurdu. —Bir rivayette ise : Kocasının ölümünden birkaç gece sonra çocuğunu doğurdu.— Lohusalık süresi bitince ken­disini istemeye gelecekler için süslendi. Ebu Senâbil İbn Ba'kek ya­nına girdi ve ona : Seni süslenmiş (güzelleşmiş) görüyorum, yoksa ev­lenmek mi istiyorsun? Allah'a yemin ederim ki senin üzerinden dört ay geçmedikçe evlenecek değilsin.» dedi. Sübey'a anlatıyor : Bana bun­ları söyleyince akşamleyin elbiselerimi topladım ve Rasûlullah (s.a.) a giderek bu durumu kendisinden sordum. Allah'ın Rasûlü «Çocuğumu doğurunca helâl olduğuna dâir fetva verdi ve uygun görürsem evlen­memi emretti.»

Ebu Ömer İbn Abdülberr der ki: Sübey'a hadîsi kendisine delil olarak getirildiğinde, İbn Abbâs'ın Sübey'a hadîsine döndüğü rivayet edilir. Ki bu da hadîsin sıhhatine delâlet eder. Aynı zamanda İbn Ab-bâs'ın arkadaşları da Sübay'a hadîsiyle fetva vermişlerdir. Ve bu gö­rüş bütün ilim ehlinin görüşüdür.

Âyet-i kerîme'nin umûmî olan hükmünden câriye olan zevceler de istisna edilir. Çünkü bunların iddeti hür kadınların iddetinin yarısı ka­dar olup —Cumhûr'un görüşüne göre— iki ay beş gecedir. Mademki had konusunda cariyeler hür kadınların yarısıdır o halde iddet bekle­mede de onların yansı olmalıdır.

Ulemâdan Muhammed İbn Şîrîn ve Zahirîlerden bazı zevat âyet-î kerîme'nin hükmünün umûmî oluşu sebebiyle bu konuda hür ve câriye zevceleri eşit kabul etmektedirler. Çünkü iddet bekleme bütün yaratık­ların müsâvî olduğu yaratılışla ilgili Wr husustur.

Saîd îbn Müseyyeb, Ebu'l-Âliye ve başkaları da şöyle derler: «Ko­cası ölen kadınm dört ay on gün iddet beklemesinin hikmeti, kadının rahminde çocuk olma ihtimâlidir. Bu süre beklenildiğinde şayet ka­dının rahminde çocuk varsa ortaya çıkacaktır. Nitekim Buhârî, Müslim ve diğer hadîs kitaplarında tahrîc edilen İbn Mes'ûd'un hadîsinde şöyle buyurulmaktadır : «Sizden birinin anne karnındaki varlığı kırk günde nutfe, bir o kadar zamanda alaka, bir o kadar zamanda da mudğa (et parçası) olur. Sonra ona bir melek gönderilir de rûh üflenir.» İşte bu üç kerre kırk gün, dört aydır. Bundan sonra on günlük bir sürenin konul­ması ihtiyaten bazı ayların eksik olabileceğinden ve bir de çocuğa rûh üfürülmesinden sonra onda hareketlenmenin ortaya çıkışından dola­yıdır.

Saîd İbn Ebu Arûbe, Katâde'den rivayetle şöyle der: Saîd İbn Mü-seyyeb'e : «Bu on gün de ne oluyor?» diye sordum. O : «Onda rûh üfü-rülür.» dedi.

Bu hadîsi İbn Cerîr rivayet etmiştir. Bir rivayette, İmâm Ahmed buna dayanarak ümmü Veled cariyenin iddetinin aynen hür olan ka­dınların iddeti gibi olduğu görüşüne zâhib olmuştur, çünkü câriye olan Ümmü Veled aynen hür kadınlar gibi zevce olmuştur.

Ayrıca İmâm Ahmed bu konuda Yezîd İbn Hârûn tarîkıyla... Amr îbn Âs'ın şöyle dediğini rivayet eder : Peygamberin sünnetini aleyhi­mizde (birbirine) karıştırmayınız, efendisi öldüğünde Ümmü Veled cariyenin iddeti dört ay on gündür. Hadîsi Ebu Dâvûd da rivayet et­miştir.

İmâm Ahmed'in bu hadîsi münker saydığı da rivayet edilir.

Kabîsa'nm Amr'dan hadîs işitmediği de söylenmiştir.

Seleften bir grub bu hadîs ile fetva vermişlerdir. Saîd İbn Müsey-yefo, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Hasan, îbn Şîrîn, Ebu îyâz, Zührî ve Ömer îbn Abdülazîz bunlardandır. Yezîd tbn Abdülmelik İbn Mervân da bu şekilde emrederdi ve o mü'minlerin emîri (halife) idi. Evzaî, İs-hâk İbn Rahûyeh ve kendisinden gelen rivayetlerin birisinde Ahmed İbn Hanbel de böyle demişlerdir. Tâvûs ve Katâde şöyle diyorlar : Efen­disi öldüğü zaman, Ümmü Veled cariyenin iddeti, hür kadının iddeti-nin yansı, yani iki ay beş gecedir.

Ebu Hanîfe ve ashabı, Sevrî ve Hasan İbn Salih «Üç hayız süresi iddet bekler» demişlerdir. Bu, Hz. Ali, îbn Mes'ûd, Atâ ve İbrahim el-Nehaî'nin de kavlidir.

İmâm Malik, Şafiî ve kendisinden gelen meşhur rivayetle Ahmed İbn Hanbel; «Onun iddeti bir hayız süresidir» demişlerdir. Bu^ İbn Ömer, Şa'bî, Mekhûl, Leys, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr ve cumhûr'un görü­şüdür.

Leys şöyle der: «Şayet o hayızlı iken kocası ölürse bu (hayız) ona yeter.»

İmâm Mâlik ise şöyle diyor: «Şayet kocası ölen Ümmü Veled câ­riye; âdet görmüyorsa onun iddeti üç aydır.»

Şafiî ve Cumhûr-u Fukahâ ise süre bir aydır. Ancak üç ay bana daha güzel geliyor, demişlerdir.

Allah Teâlâ: «Bu, müddeti bitirdikleri vakit onların kendileri için uygun olanı yapmalarından dolayı size günâh yoktur.» buyuruyor. Bu­radan kocası vefat eden kadına iddeti süresince yas tutmanın vâcib olduğu anlaşılır. Nitekim Ümmül-mü'minîn Zeyneb Bint Cahş ve Ümmü Habîbe'den rivayet edilen, Buhârî ve Müslim'de mevcud şu hadîsi şerif de buna delâlet etmektedir : Rasûlullah (s.a.) :

«Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kadının ölüye üç günden faz­la yas tutması helâl değildir, ancak ölen kocası ise dört ay on gündür.» buyurdular.

Buhârî ve Müslim'de Ümmü Seleme'den rivayet edilen bir diğer hadîs-i şerif şöyledir:

«Bir kadın Rasûlullah (s.a.) a gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü, kızı­mın kocası öldü ve kızımın gözü rahatsızlandı bunun gözüne sürme çe­keyim mi? diye sordu. Rasûlullah (s.a.) : «(İki ya da üç kere) hayır buyurdular, dört ay on gün (yas süresidir ve sürme çekilmez.) Sizden birisi câhiliye devrinde bir sene beklerdi.»

Ümmü Seleme'nin kızı Zeyneb der ki: (Câhiliye devrinde) Bir ka­dının kocası öldüğünde kıldan bir çadıra girer, en kötü elbisesini giyer ve bir sene geçinceye kadar koku veya başka bir şey sürünmezdi. Son­ra çadırdan çıkar ve kendisine bir hayvan pisliği verilir o da bunu atardı. Sonra ya bir merkep veya bir koyun, ya da bir kuş getirilir o bunu tercine sürerdi. Kadının böyle davrandığı hayvan çok kerre ölür­dü.

Buradan hareketle âlimlerden çoğu bu âyetin ilerde gelecek olan Bakara, 240. âyetini neshettiği görüşüne zâhib olmuşlardır. Bu görüş İbn Abbâs ve başkalarına aittir. Bu husus şüpheli olup ilerde tekrar gelecektir.

Burada yas tutmaktan maksad; koku sürünme, güzel elbise, süs eş­yası ve benzeri şeylerle süslenmeyi terketmekten ibarettir ki bu, ko­cası vefat eden kadınlara iddeti süresince vâcibtir. Bu konudaki tek görüş budur. Yine tek bir görüş olarak talâk-ı ric'î ile boşanan kadı­nın iddeti esnasında kadına yas tutmak gerekmez. Ancak talâkı bâin ile boşanan kadına iddeti esnasında yas tutmanın gerekip gerekmediği konusunda iki görüş vardır.

Âyetin hükmünün umûmî olması sebebiyle, kocası ölen kadınlar ister küçük, ister yaşlı (hayızdan ve nifâstan kesilmiş) ister hür, ister câriye, ister müslüman, ister kâfir olsunlar, hepsine de yas tutmak vâcibtir.

Sevrî, Ebu Hanîfe ve ashabı «Kâfir olan kadına ölen kocasından dolayı yas tutma yoktur» demişlerdir. Bu, Mâlik'in ashabından Eşheb ve îbn Nâfî'in de kavilleridir. Bu görüşte olanların delilleri, Rasûlullah (s.a.) in : Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kadının ölüye üç günden fazla yas tutması helâl değildir. Ancak ölen kocası ise dört ay on gündür.» hadîs-i şerifidir. Bunlar derler ki: Rasûlullah (s.a.) yas tutmayı teafobüdî (bir ibâdet olarak) koymuştur.

Ebu Hanîfe ve ashabı ile Sevrî, yas tutmayacaklar arasına kendi­lerine teklif olmadığından dolayı kocası ölen küçükleri de dâhil et­mişlerdir. Ebu Hanîfe ve arkadaşları buna bir de iddeti noksan cldu-ğundan dolayı müslüman cariyeyi katarlar. Bu konuların tamâmı ah­kâm ve fürû' kitaplarında anlatılmıştır.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Bu müddeti bitirdikleri vakit (Dahhâk, Retof îbn Enes'e göre iddetleri bittiğinde) onlann kendileri için uygun olanı yapmalarından dolayı size (Zührî'ye göre kadının velîlerine) gü­nâh yoktur.»

Avfî, tbn Abbâs'dan rivayetle der ki: Bir kadını kocası boşarsa ve­ya kocası ölürse iddeti bittiğinde onun süslenmesi ve evlenmek üzere ya da evlendirilmek üzere kendini arzetmesinde herhangi bir günâh yok­tur. Bu ma'ruf bir şeydir.

Mukâtil İbn Hayyân'dan da benzeri bir rivayet nakledilmiştir. Mü-câhid'den rivayetle İbn Cüreyc de böyle söylemiştir.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Bu, müddeti bitirdikleri vakit onların kendileri için uygun olanı yapmalarından (Hasan, Zührî, Süddî ve benzerlerinden rivayete göre temiz ve helâl olan nikâhtan) dolayı size günâh yoktur.»

 

235 — Böyle (iddet bekleyen) kadınları nikahlamak isteğinizi bildirmenizden veya böyle bir arzuyu gönülleri­nizde saklamanızdan dolayı size bir vebal yoktur. Allah bilmiştir ki, siz onları mutlaka hatırlayacaksınız, fakat uy­gun bir sözle söylemeniz müstesna, onlarla gizlice sözleş-meyin. îddeti nihayet bulmadıkça nikâh bağmı bağlama­ya kalkmayın. Ve bilin ki; şüphesiz Allah, gönüllerinizde olan dar) ı bilir. Artık O'ndan sakının. Ve yine bilin ki; şüp­hesiz Allah Ğafur'dur, Rahîm'dir. [12]

 

Boşanan Kadınların Yeniden Evlenmesi

 

«(Kocaları öldüğü için iddet bekleyen) kadınları nikahlamak is­tediğinizde açıkça değil de dolaylı olarak nikahlamak istediğinizi bil­dirmenizde... Size bir vebal yoktur.»

Sevrî, Şu'be, îbn Cerîr ve başkaları... «Böyle (iddet bekleyen) kadınları nikahlamanızı bildirmeden... dolayı size bir vebal yoktur.» Âyeti hakkında İbn Abbâs'dan rivayetle şöyle derler: (Ta'rîz) Kişinin «ben evlenmek istiyorum, şöyle şöyle olan bir kadınla evlenmek isterim, demesidir». Erkek, kadına bunu güzel bir sözle arzeder söyler. Başka bir rivayette ise İbn Abbâs'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Allah'ın beni bir kadınla nzıklandırnıasmı arzu ederim, severim.» Ya da ben­zeri bir söz söylemesidir. Ama nişan yapmaya kalkışmaz.

Başka bir rivayette de şöyle demiştir : «Allah dilerse senden başka bir kadınla evlenmek islemiyorum. Ve isterdim ki sâliha bir kadın bulmuş olayım» demesidir. Fakat kadının iddeti esnasında nişan ya­pılmaz.

Buhârî de buna bağlı olarak şöyle der: Bana Talk îbn Ğannâm... İbn Abbâs'dan «Böyle iddet bekleyen kadınları nikahlamak istediğinizi bildirmenizden dolayı size bir vebal yoktur.» Âyeti hakkında «Ta'rîz, kişinin : «Ben evlenmek istiyorum ve kadınlara ihtiyâcım var. İster­dim ki bana sâliha bir kadın müyesser olsun.» demesidir.

Mücâhid, Tâvûs; İkrime, Saîd İbn Cübeyr, İbrahim el-Nehaî, Şa' bî, Hasan, Katâde, Zührî, Yezâd İbn Kuseyt, Mukâtil İbn Hayyân, Ka­sım İbn Muhammed, Seleften birçokları ve imamlar nişanı açıkça be-lirtmeksizin kocası ölen kadınlara ta'rizin caiz olduğunu söylemişlerdir. Aynı şekilde üç talâkla boşanan kadınlar hakkında da ta'rizin caiz ol­duğuna hükmedilmiştir. Nitekim Ebu Amr İbn Hafs'ın kocası karısını üç talâkla boşamasının akabinde Rasûlullah (s.a.) Fâtıma Bint Kays' in İbn Ümmü Mektûm'un evinde iddet beklemesini emretmiş ve ona: «İddetin bittiğinde bana haber ver» demiştir. Fâtıma'nın iddeti bitince Rasûlullah (s.a.) in kölesi Üsâme İbn Zeyd ona tâlib olmuş, Rasûlullah (s.a.) da Fâtıma'yı onunla evlendirmiştir.

Talâk-ı ric'î ile boşanan kadına gelince : Kocasından başkasının, ne ta'rîz yoluyla, ne de açıkça onunla evlenmek istediğini bildirmesinin caiz olmadığı konusunda ihtilâf yoktur.

Allah Teâlâ: «...Veya böyle bir arzuyu (onlarla evlenmek istediği­ni) gönüllerinizde saklamanızdan dolayı size bir vebal yoktur» buyuru­yor. Bu, Allah Teâlâ'mn: «Şüphesiz ki Rabbm onların göğüslerinin gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir.» (Nemi, 74), «Ben sizin giz­lediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim.» (Mümtehine, 1) âyetleri gibidir. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ : «Allah bilmiştir ki, siz onları (kendi kendinize) mutlaka hatırlıyacaksımz» buyurmuştur. Bunun için sizden zorluğu kaldırmış. Sonra da: «Onlarla gizlice sözleşmeyin» bu­yurmuştur.

Ebu Miclez, Ebu Şa'sâ Câbir İbn Zeyd, Hasan el-Basrî, İbrahim el-Nehaî, Katâde, Dahhâk, Rebî' İbn Enes, Süleyman el-Teymî, Mukâ­til İbn Hayyân ve Süddi bundan; zinanın kasdedildiğini söylemişlerdir. Avfî'nin İbn Abbâs'dan rivayeti de bu anlamdadır. İbn Cerîr bu görüşü tercih etmiştir.

Ali İbn Ebu Talha «Onlarla gizlice sözleşmeyim» âyeti hakkında İbn Abbâs'tan rivayetle şöyle demektedir: «Ona (kadına) : Ben (sa­na) âşığım, benden başkasıyla evlenmiyeceğine bana söz ver, tarzın­da sözler söylemektir.

Aynı şekilde Saîd İbn Cübeyr, Şa'bî, İkrime, Ebu'd-Duhâ, Dahhâk, Zührî, Mücâhid ve Sevrî'den de «Onlarla gizlice sözleşmeyim âyetinin kadından, kendisinden başkasıyla evlenmeyeceğine dâir söz almak an­lamına geldiği rivayet edilmiştir.

Mücâhid'den gelen bir rivayette ise şöyle denilmektedir: Bu, er­keğin kadına: «Beni sakın mahrum etme, seni nikahlayacağım» de-mesidir.

Katâde ise şöyle der: «Bu, erkeğin, kadın henüz iddeti içinde iken kendisinden başkasıyla evlenmiyeceğine dâir kadından söz almasıdır ki Allah bunu yasaklamıştır. Nisam ve güzel sözle söylemeyi ise helâl kılmıştır.

İbn Zeyd «Onlarla gizlice sözleşmeyin» âyeti hakkında şöyle der : Bu, kadının iddeti esnasında gizlice onunla evlenip iddetinin sonunda da bu evliliği açığa vurmaktır.

Âyetin bütün bunlar hakkında umûmî olması da mümkündür ki Allah Teâlâ : «Fakat uygun bir sözle söylemeniz müstesnadır» buyur­muştur.

İbn Abbâs, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr Süddî ve Sevrî, İbn Zeyd bu­nunla «Ben seni arzuluyorum.» Ve benzeri sözlerle kadına evlenmek istediğini hissettirmenin mübâh olduğu kasdedilmektedir, derler.

Muhammed İbn Şîrîn de der ki: Übeyde'ye «Fakat uygun bir söz­le söylemeniz müstesna» âyetinin mânâsını sordum. Dedi ki: Kişinin, kadının velîsine, bana bildirmeden onu evlendirme, demesidir.

Bunu, İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

«İddeti nihayet bulmadıkça nikâh bağım bağlamaya kalkmayın.»

Bu tefsir, İbn Abbâs, Mücâhid, Şa'bî, Atâ el-Horasânî, Süddî, Sev­rî ve Dahhâk'ın tefsiridir.

Kadın iddetli iken nikâh akdinin yapılmasının caiz olmadığında âlimler icmâ' etmişlerdir. Ancak birisi kadım iddetli iken nikâhlar ve onunla temasta bulunursa, aralan ayrılır. Fakat kadın ona ebediyyen haram olur mu? Bu konuda iki görüş vardır :

Cumhûr'un kavline göre bu kadın o erkeğe haram olmaz; iddeti bittiği zaman erkek o kadını tekrar ister.

İmâm Mâlik ise bu durumda kadının o erkeğe ebediyyen haram olacağı görüşündedir. Bu görüşüne de İbn Şihâb ve Süleyman İbn Yes-sâr'dan rivayet edilen şu hadîsi delil getirir: Hz. Ömer şöyle demiştir:

«İddeti içinde iken nikahlanan bir kadın şayet bu kocası onunla te­masta bulunmamış ise araları ayrılır, sonra birinci kocasından olan id-detinin kalanını bekler ve bu nikâh, evlenen erkek için bir nişan sa­yılır; ama eğer onunla temasta bulunmuşsa aralan ayrılır, sonra birin­ci kocasından iddetinin kalanını tamâmlar, daha sonrada iddeti için­deyken onu nikahlayan kocasının iddetini bekler ve o kişi o kadını bir daha asla nikâhlayamaz.»

Bu görüş hakkında şöyle dediler : Bu görüşün kaynağı şudur : Ma­dem ki, koca Allah'ın koyduğu sürede acele etmiştir o halde maksadı­nın zıddıyla cezalandırılır ve ebediyen kadın ona haram kılınır. Tıpkı katilin öldürdüğü kişinin mirasından mahrum edilmesi gibi.

İmâm Şafiî bu hadîsi İmâm Mâlik'ten rivayet etmiştir.

Beyhakî der ki: O, eski görüşüne göre böyle söylemiş, ancak bilâ-here kadının o erkeğe helâl olacağı kavline dönmüştür.

Ben de derim ki: Bu hadîs'in Hz. Ömer'den nakli munkatı'dır. Ve Sevrî Eş'as tarîkıyla Mesrûk'tan rivayet ediyor ki; Hz. Ömer bu görü­şünden dönmüş, kadına mehir kesmiş ve aralarını birleştirmiş (evlen­dirmiş) tir.

Allah Teâlâ: «Ve bilin ki; şüphesiz Allah, gönüllerinizde olanları bilir. Artık ondan sakının.» buyurarak «»kekleri, kadınlar konusunda gönüllerinden geçen şeylerde tehdîd etmiş ve onları kötülük değil de hayırlı niyetler beslemeye iletmiştir. Sonra da rahmetinden ümidini kesmemelerini bildirerek «Ve yine bilin ki Allah Ğafûr'dur, Rahim* dir.» buyurmuştur. [13]

 

236 — Temas etmediğiniz veya bir mehir kesmediğiniz kadınları boşamışsanız, size vebal yoktur. Şu kadar ki, zengin olan kudretince, darda bulunan da halince ma'rûf bir fayda ile onları faydalandırmalıdır. Bu, iyilik edenle­rin üzerine bir borçtur.

 

Boşanan Kadına Geçim İmkânı Sağlanmalıdır

 

Allah Teâlâ, bir kadım nikâh akdi yapıldıktan sonra ve kendisiyle temasta bulunmadan önce boşamasını mübâh kılıyor.

İbn Abbâs, Tâvûs, İbrahim ve Hasan el-Basrî âyetteki “Mess” kelimesinin nikâh anlamında olduğunu söylemişlerdir. Erkeğin nikâh, akdi yaptığı kadını, onunla temas etmezden önce boşaması caizdir. Bu durumda, şayet kadına mehir ta'yîn edilmişse, tesbit edilen mehir ken­disine verilir. Zîra temastan önce kadını boşamak onun kalbinin kırıl­masına sebep olur. İşte bu sebepledir ki Allah Teâlâ kadının faydalandı­rılmasını emretmektedir. Kadının faydalandırılması bir çeşit onun kocadan alamadığı şeyin karşılığı olacaktır. Bu ise kocanın zenginli­ğine göre değişir.

Süfyân el-Sevri, İsmâîl İbn Uyeyne kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet eder ki, o şöyle demiştir : Boşanan kadının faydalandırılması­nın (boşamadan dolayı kadına verilecek şey) en üstünü kadına bir hizmetçi verilmesidir. Bundan aşağısı gümüş, bundan aşağısı da ona elbise verilmesidir.

Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan rivayetle şöyle demektedir : Şa­yet koca zenginse kadına bir hizmetçi, ya da buna benzer bir şey verir. Fakir ise üç elbise verir.

Şa'bî: «Bunun ortası, kadına bir kadın elbisesi, bir baş örtüsü, bir çarşaf ve kadının evde giyeceği bir elbise (cilbâb) verilmesidir deyip «Şüreyh 500 (dirhem?) verirdi.» diye devam etmiştir.

Abdürrezzâk, Ma'mer'den rivayetle Eyyûb İbn Sîrîn'in hizmetçi, ya da nafaka (yiyecek), ya da elbise verdiğini söylemektedir. Yine Ab­dürrezzâk şöyle der : Hasan İbn Ali onbin (dirhem?) verirdi. Rivayete göre bir kadın şöyle demişti: Ayrılan bir sevgiliden ne az bir fayda.

Ebu Hanîfe'ye göre; karı-koca, kadına verilecek şeyin miktarında anlaşmadıkları takdirde erkeğin, mihr^i misl'in yarısını vermesi gere­kir.

Şafiî de yeni görüşünde şöyle demektedir : Koca, fayda denebile­cek şeyin en azından başka belli bir miktar vermeye mecbur edilemez. Bana göre kadına verilecek şeyin en azı kadının namazda giyebileceği bir şeyin ona verilmesidir. Şafiî eski görüşünde ise şöyle demekteydi: «Kadına verilecek şeyin miktarı konusunda bir şey bilmiyorum; şu ka­dar var ki otuz dirhem vermesi bana göre güzeldir.»

Bu konuda âlimler de ihtilâf etmişlerdir. Şöyle ki:

Faydalandırma, her boşanan kadın için gerekli midir; yoksa ken­disine mehir ta'yîn edilmemiş ve kendisiyle temasta bulunulmamış kadın için mi gereklidir? Bu konudaki görüşler şöyledir :

1 — «Boşanan kadınlar için uygun şekilde geçimlerini sağlamak vardır. Bu, müttakîler için bir vazifedir.» (Bakara, 241)

«Ey Peygamber, eşlerine de ki: «Eğer dünya hayatım ve süslerini istiyorsanız gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim.» (Ahzâb, 28) âyetleri hükümlerinin umûmî olması sebebiyle, her boşa­nan kadını faydalandırma gereklidir. İkinci âyet-i kerîme Rasûlullah (s.a.) in hanımları hakkında olup hepsine de mehir ta'yîn edilmiş ve kendileriyle temasta bulunulmuştu. Bu görüş Saîd İbn Cübeyr, Ebu' 1-Âliye ve Hasan el-Basrî'ye aittir. Bu görüş, aynı zamanda Şafiî'nin iki kavlinden birisidir. Bazıları bu görüşün, Şafiî'nin yeni ve sahîh görüşü olduğunu söylerler.

2 — «Ey îmân etmiş olanlar, mü'min kadınları nikahlayıp sonra onlarla temasta bulunmadan önce boşadığınızda, artık onlar için iddet saymanıza lüzum yoktur. Kendilerini geçindirin ve güzellikle serbest bırakın.»   (Ahzâb, 49)  âyetine göre; kendilerine mehir ta'yîn edilen ve temasta bulunulmadan boşanan kadınları faydalandırma gerekir.

Şu'be ve başkaları... Saîd İbn Müseyyeb'den rivayetle şöyle derler : Ahzâb süresindeki 49. âyet Bakara süresindeki bu âyeti neshetmiştir.

Buhârî Sahîh'inde Seni İbn Sâ'd ve Ebu Useyd'den rivayet eder ki, onlar şöyle demişlerdir: «Rasûlullah (s.a.) Şürahbil'in kızı Ümeyme ile evlendi. Ümeyme Rasûlullah (s.a.) in yanına konulduğunda Efen­dimiz elini ona uzattı o da bundan hoşlanmadı. Bunun üzerine Rasû­lullah Useyd'e Ümeyme'nin tecrîz edilmesini (çeyizinin hazırlanması­nı) ve kendisine mavi iki elbise giydirilmesini emretti.

3 — Şayet mehir ta'yîn edilmemiş ve kendisiyle temasta bulunul­mamış (duhûl vâki' olmamış) sa böyle boşanan kadının faydalandırıl­ması gerekir. Eğer duhûl vâki' olmuşsa, kadına mehir ta'yîn edilmemişse mehr-d misil; eğer mehir ta'yîn edilmiş ve dühûldan önce boşamışsa ta'yîn edilen mehrin yarısı, eğer duhûl vâki olmuşsa ta'yîn edilen mehrin tamâmını kadına vermek gerekir. İşte bu (mehir) faydalan­maya mukabildir. Kendisi faydalandırılacak kadın, kendisine mehir ta'yîn edilmemiş ve dühûldan önce boşanmış olandır. Faydalandırma­
nın vâcib olduğunu bildiren bu âyet-i kerîme'nin delâlet ettiği an­lam budur. Bu, İbn Ömer ve Mücâhid'in kavilleridir.

Duhûlden önce ve kendisine mehir ta'yîn edilmeksizin ayrılan ka­dınların dışında her boşanan kadının faydalandırılmasının müstehab olduğu görüşünde olan âlimler de vardır. Bu, reddedilmiş bir görüş ol­mayıp Ahzâb süresindeki «tahyîr» âyeti de buna hamledilmektedir. İşte bunun içindir ki Allah Teâlâ: «Şu kadar var ki zengin olan kud-retince, darda olan. da halince ma'rûf bir fayda ile onları faydalandır­mak. Bu iyilik edenlerin üzerine bir borçtur.» Ve «Boşanan kadınlar için uygun şekilde geçimlerini sağlamak vardır. Bu, müttakîler için bir vazifedir.» (Bakara, 241) buyurmaktadır.

Âlimlerden; faydalandırmanın mutlak olarak müstehab olduğu­nu söyliyenler de vardır. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Kesîr İbn Şihâb' in... Şa'bî'den rivayet ettiğine göre, ona faydalandırmayı konu ede­rek «Şayet koca faydalandırmazsa bu sebeple hapsedilir mi» diye sor­dular. Şa'bî: «Şu kadar var ki, zengin olan kudretince, darda bulunan da halince ma'rûf bir fayda ile onları faydalandırman.» âyetini okudu ve şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, bu konuda kocayı hapseden kimseyi görmedim; şayet vâcib olsaydı kadılar bu konuda kocaları hapsederlerdi. [14]

 

237 — Bir mehir kestiğiniz takdirde temas etmeden ön­ce onları boşarsanız; kestiğiniz mehrin yarısı onlarındır. Meğer, kendileri bağışlamış, veya nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağışlamış ola; bağışlamanız takvaya da­ha yakındır. Aranızdaki fazileti unutmayın. Şüphesiz Al­lah yaptığınız şeyleri görendir.

 

Her Zaman ölçü, Fazilet Olmalıdır

 

Bu âyet-i kerîme faydalandırmanın bundan önceki âyet-i kerîme' nin delâlet ettiği konulara mahsûs olduğuna işaret etmektedir. Zîra bu âyet-i kerîme; mehir ta'yîn edilen zevcesini dühûldan önce boşayan kocanın, ona ta'yîn edilen mehrin yansını vermesini vâcib kılmakta­dır. Şayet bu verilenin dışında başka bir faydalandırma daha vâcib ol­saydı bu âyet-i kerîme'de beyân edilirdi. Kaldı ki, faydalandırma âyeti ile hemen yan yana gelmiştir. Allah en iyi bilir.

Bu durumda mehrin yarısının boşanan kadına verilmesi konusun­da âlimler icmâ' etmişlerdir ve bu konuda aralarında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Koca karışma mehri ta'yîn etmiş ve onunla te­masta bulunmadan önce aynlmışsa ta'yîn edilen mehrin yansını ka­dına vermek vaciptir. Şu kadar var ki, koca kansı ile başbaşa kalmış ve temas etmemişse bu durumda mehrin tamamını vermesi güzel olur. Bu, üç imâma göredir. İmâm Şafiî'nin de eski görüşü böyledir ve Hu- lefâ-i Râşidîn de böyle hükmetmişlerdir. Ama Şafü der ki: Bize Müs­lim İbn Hâlid... îbn Abbâs'tan rivayet etti ki; o bir kadınla evlenen, sonra onunla yalnız kalıp kendisiyle temasta bulunmadan onu boşa-yan birisi hakkında şöyle dedi: Mehrin yarısından başka kadına ve rilecek bir şey yoktur. Çünkü Allah Teâlâ : «Bir mehir kestiğiniz tak­dirde temas etmeden önce onları boşarsanız; kestiğiniz mehrin yansı onlarındır.» buyuruyor. Şafiî: «Ben de bununla fetva veriyorum» de­miştir. Ve bu, kitabın zahiridir. Bu görüş İbn Ebu Talha hadîsinde îbn Abbâs'tan da rivayet edilmiştir.

İbn Ebu Talha, Allah Teâlâ'nın «Meğer kendileri vazgeçmiş olalar.» âyeti hakkında tbn Abbas'ın şöyle dediğini zikreder: «Meğer, boşanan kadınlar haklarından vazgeçmiş olalar.»

İmâm Ebu Muhammed İbn Ebu Hatim şöyle diyor: Şüreyh, Saîd İbn Müseyyeb, îkrime, Mücâhid, Şa'bî, Hasan, Nâfi, Katâde, Câbir İbn Zeyd, Atâ el-Horasânî, Dahhâk, Zührî, Mukâtil îbn Hayyân, îbn Şîrîn, Rebî' îbn Enes ve Süddî'den de bunun benzeri rivayet edil­miştir. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî bunlara muhalefetle âyeti şöy­le açıklamaktadır: «Meğer erkekler vazgeçmiş olalar.» Ancak bu, şaz bir görüş olup bu görüşe uyan olmamıştır. İbn Ebu Hâtim'in sözü bu­rada bitiyor.

Allah Teâlâ : «Veya nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağış­lamış ola.» buyurmaktadır.

İbn Ebu Hatim der ki: İbn Lehîa... Amr İbn Şuayb'ın babasın­dan, o da dedesinden rivayet etti ki Rasûlullah (s,a.) şöyle buyurmuş : •Nikâh düğümünün sahibi, kocadır.»

Bu hadîsi îbn Merdûyeh ve İbn Cerîr de Abdullah îbn Leyhîa'ya varan senedlerle müsned olarak rivayet etmişlerdir. En iyisini Allah

SÜİT.

îbn Ebu Hatim diyor ki: Bize Yûnus îbn Habîb... îsâ İbn Âsim' lan rivayet etti ki; îsâ İbn Âsim şöyle demiş : Şüreyh'in şöyle dedi-rini işittim : Ali îbn Ebu Tâlib bana nikâh düğümünü elinde bulun-rırandan sordu. Ben de ona : O, kadının velîsidir, dedim. Ali (r.a.) : Hayır, o kocadır, dedi. îbn Ebu Hatim şöyle devam ediyor : Kendisin-âen nakledilen rivayetlerden birinde İbn Abbâs, Cübeyr İbn Mut'im, Said îbn Müseyyeb iki kavlinden birinde Şüreyh, Saîd îbn Cübeyr, Mücâhid, Şa'bî, îkrime, Nâfî, Muhammed İbn Şîrîn, Dahhâk, Muham-=ed îbn Kâ'b el-Kurazî, Câbir İbn Zeyd, Ebu Miclez, Rebî* İbn Enes, İtiz İbn Muâviye, Mekhûl ve Mukâtil İbn Hayyân'dan gelen riyâyets-ezt göre nikâh düğümünü elinde bulunduran kişi, kocadır.

Ben de derim ki: Bu görüş, Şafiî'nin iki kavlinden yeni olanıdır. St: Hanîfe ve arkadaşlarının, Sevrî'ninP İbn Şübrüme'nin ve Evzaî' un mezhepleri de böyledir. îbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir.

Nikâh düğümünü elinde bulunduran kişinin koca olduğu görüşü­nün dayanağı şudur: Nikâhı akdetme, sağlamlaştırma ve bozma ko­canın elindedir. Velî, velîsi olduğu kadının malından başkasına bir şey veremediği gibi, mehirde de durum aynıdır.

Nikâh düğümünü elinde bulunduran kişinin kim olduğuna dâir ikinci görüş şöyledir :

İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... İbn Abbâs'tan rivayet etti ki o Allah'ın nikâh düğümünü elinde bulunduran kişi olarak zikret­tiği kimse hakkında şöyle demiştir: Bu kişi, kadının ya babası, ya erkek kardeşi, ya da kadının ancak kendi izniyle nikâhlanabileceği kişidir.

Alkame, Hasan, Atâ, Tâvûs, Zührî, Rebîa, Zeyd İbn Eşlem, İbrâ-hîm el-Nehaî, —iki kavlinden birinde— İkrime, —iki kavlinden bi­rinde— ve Muhammed İbn Sîrîn'den rivayet edildiğine göre, nikâh düğümünü elinde bulunduran kişi (kadının) velîsidir.

İmâm Mâlik ve eski görüşüne göre Şafiî'nin kavilleri de böyledir. Bu görüşün kaynağı şudur: Kadını kocaya kazandıran velîdir, o hal­de —kadının diğer mallarının aksine— mehir üzerindeki tasarruf hakkı da velîye ait olmalıdır.

İbn Cerîr diyor ki: Bize Saîd İbn Rebî' er-Râzî... İkrime'den ri­vayet etti ki o şöyle demiştir: Allah bağışlamaya izin verdi ve bunu emretti. Eğer kadın (bağışlarsa onun bu bağışlaması geçerli olur. Ama kadın bu konuda cimri davranırsa (onun yerine) velîsi bağışlar ve velînin bu bağışlaması geçerli olur.

Bu görüş rüşdüne ermiş de olsa velînin bağışlamasının sahîh ol­masını gerektirir ki bu görüş Şüreyh'den rivayet edilmiştir. Fakat Şa'bî bunu kabul etmemektedir. Sonra bu görüşten dönmüş ve nikâh düğü­münü elinde bulunduranın koca olduğunu söylemiştir ki bununla ifti­har ederdi.

Allah Teâlâ : «Bağışlamanız takvâ'ya daha yakındır» buyuruyor. İbn Cerîr'in bazılarından rivayetle söylediğine göre burada hitap hem erkeklere hem de kadınlaradır. Yine İbn Cerîr'in Yûnus kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre, o bu âyet hakkında şöyle demiştir: «Karı ve kocadan takvaya en yakın olanı bağışlayandır.» Bu görüş Şa'bî ve başkalarından da rivayet edilmiştir.

Mücâhid, Nehaî, Dahhâk, Mukâtil îbn Hayyân, Rebî' İbn Enes ve Sevrî şöyle diyorlar: Buradaki üstünlük (fazilet) ya kadının meh-rinin yansını bağışlaması ya da erkeğin mehri tam olarak (yarısını değil) vermesidir. İşte bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Aranızdaki fa-zîleti (iyiliği ve ihsanı) unutmayın» buyurmaktadır. Bu açıklama Saîd'e aittir.

Dahhâk, Katâde, Süddî ve Ebu Vâil âyetteki fazileti iyilik olarak anlamakta ve şöyle açıklamaktadırlar: «İyiliği ihmâl etmeyin ve ara­nızda bunu kullanın (birbirinize iyilik edin).»

Ebu Bekr İbn Merdûyeh şöyle diyor: Bize Muhammed îbn Ah-med İbn İbrahim... Ali İbn Ebu Tâlib'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: İnsanların başına öyle bir sıkıntılı bir zaman gelecek ki, mü'min kişi elinde olana sımsıkı sarılacak ve fazileti (iyi­liği) unutacak. Halbuki Allah Teâlâ : «Aranızdaki fazileti unutmayın» buyurmaktadır. Kötüler o kimselerdir ki zor durumda olan kişilerle ahş-veriş yaparlar (onların mallarını alırlar). Halbuki Allah Rasûlü (s.a.) zor durumda bulunan kişiden bir şey satın almayı (onunla alış-veriş yapmayı) ve içinde aldatma olan alış-verişi yasaklamıştır. Şayet sende bir hayır varsa onu kardeşine de götür, onun helakine bir helak de sen katma. Zira müslüman müslümanın kardeşidir; onu üzmez ve onu mahrum etmez.

Süfyân, Ebu Harun'dan rivayetle şöyle diyor: Avn İbn Abdullah Kurazî'nin meclisinde gördüm; Avn hadîs rivayet ediyor ve ağlamak­tan sakalları dağılıyordu. O şöyle diyordu : Zenginlerle birlikte oldum; onları güzel elbiseler ve güzel kokular içinde, güzel binitleriyle gördü­ğüm zaman aralarında en çok üzülen ben oldum. Fakirlerle birlikte oturdum ve onların yanında kendimi rahat hissettim. Şöyle devam etti: «Aranızdaki fazileti unutmayın.» kendisine bir dilenci gelen kişi eğer yanında ona verecek bir şey yoksa ona duâ etsin.

Bu hadîsi İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

Allah Teâlâ : «Şüphesiz ki Allah yaptığınız şeyleri görendir.» bu­yuruyor. Sizin işlerinizden ve durumlarınızdan O'na hiç bir şey gizli kalmaz ve Allah her iyi amel işleyenin mükâfatını verir. [15]

 

238 — Namazlara ve orta namaza devam edin. Ve Al­lah'ın divânına huşu' ile durun.

239 — Eğer korkarsanız yaya veya binmiş olarak kı­lın. Emîn olduğunuz vakitte de Allah'ın size bilmediğiniz şeyleri öğrettiği şekilde Allah'ı zikredin.

 

Orta Namaz — Korku Namazı

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'de namazların vakitlerinde edâ edil­mesini emrediyor. Namazların şartlarına riâyet edip vakitlerinde kıl­maya dikkat edilmesi belirtiliyor. Nitekim Buhârî ve Müslim'de îbn Mes'ûd'dan rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir :

Rasûlullah (s.a.) a : Amellerin hangisi en afdaldır? diye sordum. Efendimiz : Vaktinde kılman namazdır» buyurdular. Ben : Sonra han­gisi? diye sordum. O : «Allah yolunda cihâddır» buyurdu. Ben yine: Sonra hangisi? diye sordum. Efendimiz : «Anne babaya iyiliktir» bu­yurdular. İbn Mes'ûd şöyle devam etti: Bunları bana Allah Rasûlü haber verdi; eğer artırmasını isteseydim bana artırırdı.

îmâm Ahmed şöyle diyor: Bize Yûnus... Ümmü Perve'den —ki o Rasûlullah (s.a.) a bîat eden kadınlardandı— rivayet etti ki, o Rasû­lullah (s.a.) in amelleri zikrettiğini işitmişti. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular : «Amellerin Allah'a en sevgili olanı namazın ilk vaktin­de kılınanıdır.»

Bu hadîsi Ebu Dâvûd ve Tirmizî de rivayet etmişlerdir. İmâm Ahmed sonra şöyle der: Bu hadîsi sadece el-Ömerî tankıyla biliyo­ruz ki o da hadîs ehli katında kuvvetli bir râvî değildir.

Allah Teâlâ namazlar içinde orta namazın üzerinde daha fazla durmaktadır. Selef ve halef âlimleri orta namazın hangi namaz ol­duğu konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu namazın sabah namazı olduğu söylenmiştir. Bu görüş Mâlik tarafından Muvattâ'ında Hz. Ali ve İbn Abbâs'a dayanan senedlerle rivayet edilmiştir.

Hüşeym, İbn Uleyye, Ğunder, îbn Ebu Adiyy, Abdülvehhâb ve Şüreyk ile başkaları Avf el-A'râbî'den, o da Ebu Recâ el-Utâridî'den rivayetle şöyle demişlerdir : Ebu Recâ diyor ki: îbn Abbâs'm arka­sında sabah namazı kıldım; Kunût yaptı ve iki ellerini kaldırdı, sonra şöyle dedi: Allah'ın huzurunda huşu' ile durmamızın emredildiği or­ta namaz işte budur.

Hadîsi İbn Cerîr rivayet etmiştir. Yine aynı hadîs, Avf tarafından İbn Abbâs'a dayanan bir senedle rivayet edilmiştir.

İbn Cerîr der ki: Bize İbn Beşşâr... İbn Abbâs'tan rivayet etti ki, İbn Abbâs, Basra camiinde sabah namazını kıldı, rükû'dan önce kunût yaptı ve : Allah Teâlâ'nın kitabında «namazlara ve orta namaza devam edin ve Allah'ın dîvânına tam huşu' ile durun» buyurarak zik­retmiş olduğu orta namaz işte budur, dedi.

Yine İbn Cerîr diyor ki: Bize Muhammed İbn îsâ... Ebu'l-Âliye' den rivayet etti ki o şöyle demiş : «Basra'da Abdullah İbn Kays'ın ar­kasında sabah namazı kıldım. Rasûlullah (s.a.) in ashabından ya­nımda duran bir adama : Orta namazı hangisidir? diye sordum. O da : «Bu namazdır» diye cevap verdi.

îbn Cerîr der ki; bize İbn Beşşâr... Câbir İbn Abdullah'tan nak­letti ki; o, orta namaz sabah namazıdır, demiştir. Bunu tbn Ebu Ha­tim, İbn Ömer'den, Ebu Umâme'den, Enes'ten, Ebu'l-Âliye'den, Ubeyd? den, Atâ'dan, Mücâhid'den, Câbir İbn Zeyd'den, İkrime'den, Rebî' İbn Enes'ten nakletmiştir. İbn Cerîr de Abdullah İbn Şeddâd'dan rivayet etmiştir.

İmâm Şafiî «Ve Allah'ın divânına tam huşu ile durun» âyetini de­lil getirmek suretiyle bu namazın sabah namazı ve Kunût'un da sa­bah namazında olduğunu söylemektedir. Bu konuda bazıları şöyle derler : Sabah namazı orta namazıdır. Zîra o (seferde) kısaltılmaz ve yine sabah namazı dört rek'atlı olup da kısaltılan iki namaz arasın­dadır.

Sabah namazı orta namazıdır. Çünkü o kırâetin cehrî olduğu iki namaz ile kırâetin gizli olduğu iki gündüz namazının ortasındadır, denilmiştir.

Orta namazının öğle namazı olduğu da söylenmiştir. Ebu Dâvûd Tayâlisî Müsned'inde der ki: Bize İbn Ebu Zi'b... Zühre İbn Ma'bed|. den rivayet etti ki o şöyle demiş: Biz Zeyd İbn Sâbit'in yanında oturuyorduk. Üsâme'ye haber göndererek kendisine orta namazı sor­dular o da: Orta namazı, öğle namazıdır; Rasûlullah (s.a.) onu sı­cakta kılardı, diye cevap verdi.      \

Ahmed İbn Hanbel diyor ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer... Zeyd İbn Sâbit'ten rivayet etti ki, o şöyle demiştir: «Rasûlullah (s.a.) öğle namazını sıcakta kılardı. O, ashabına bundan daha ağır gelen bir na­maz kıldırmamıştı. Bunun üzerine: «Namazlar ve orta namaza devam edin ve Allah'ın divânına tam huşu' ile durun.» âyeti nazil oldu. Ve şöy­le devam etti: «Ondan önce de sonra da iki namaz vardır.» Bu ha­dîsi Ebu Dâvûd da Sünen'inde Şu'be'den rivayet etmiştir.

Yine Ahmed îbn Hanbel diyor ki: Bize Yezîd... Zeberkân'dan ri­vayet etti: Zeyd İbn Sabit Kureyş'den bir gruba uğradı. Kureyşliler kendisine iki köle göndererek orta namazı sordular. O: «Orta na­mazı ikindi namazıdır» dedi. Kureyşlilerden ikisi kalkarak ona sor­dular. O da : «O, öğle namazıdır» diye cevap verdi. Bu iki kişi daha sonra Üsâme tbn Zeyd'e giderek ona sordular. Üsâme: «O, öğledir; Rasûlullah (s.a.) öğleyi sıcakta kılardı. Arkasında ya bir saf ya da iki saf olurdu. İnsanlar ya öğle uykusunda olurlar ya da ticâretlerin­de olurlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Namazlara ve orta namaza devam edin ve Allah'ın divânına tam huşu' ile durun» âyetini indir­di. Rasûlullah (s.a.) da: «İnsanlar ya bunu terkederler (öğle namazı­na gelmemeyi) ya da evlerini yakarım» buyurdu, dedi.

Hadîsin isnâdındaki Zeberkân, İbn Amr, İbn Ümeyye ed-Damrî olup sahabeden kimseye yetişmemiştir. Hadîsin Urve İbn Zübeyr ve Zühre İbn Ma'bed'den rivayeti sahihtir.

Şu'be ve Hammâm... Zeyd İbn Sâbit'ten rivayetle onun şöyle de­diğini söylerler : «Orta namazı, öğle namazıdır.»

()

Orta namazın öğle namazı olduğu değişik rivayetlerle İbn Ömer, Ebu Saîd ve Hz. Âişe'den rivayet edilmiştir. Bu görüş Urve İbn Zübeyr ve Abdullah İbn Şeddâd İbn Hâd'm görüşleridir ve Ebu Hânife'den de rivayet edilmiştir.

Orta namazın ikindi namazı olduğu da söylenmiştir. Tirmizî ve Beğavî şöyle diyorlar: Bu (orta namazının ikindi namazı olması), sa­habenin âlimlerinin çoğunun ve başkalarının kavlidir.

Kadı Mâverdî: «Bu, tabiûn'un cumhûr'unun kavlidir» diyor.'

Hafız Ebu Ömer îbn Abdilberr de bu görüşün hadîs ehlinin çoğu­nun kavli olduğunu söylemektedir.

Ebu Muhammed İbn Atiyye de tefsirinde bu görüşün cumhûr'un kavli olduğunu söylemektedir.

Hafız Ebu Muhammed Abdülmü'min İbn Halef ed-Dimyatî «Keşf'ül -Muğattâ fî Tebyîn is-Salât'il-Vüstâ» isimli eserinde orta namazın; ikindi namazı olduğunu kesinlikle belirtmekte ve bu görüşünü Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd, Ebu Eyyûb, Abdullah İbn Amr, Semure İbn Cündeb, Ebu Hüreyre, Ebu Saîd, Hz. Hafsa, Hz. Ümmü Habîbe, Hz. Ümmü Seleme, İbn Ömer, İbn Âbbâs, ve Hz. Âişe'den sahîh senedlerle rivayet etmektedir.

Ubeyde, İbrâhîm en-Nehaî, Zerr İbn Hübeyş, Saîd İbn Cübeyr, İbn Şîrîn, Hasan, Katâde, Dahhâk, Kelbî, Mukâtil, Ubeyd İbn Meryem ve başkaları da böyle fetva vermişlerdir. Bu Ahmed İbn Hanbel'in de mez­hebidir.

Kadı Mâverdî ve Şafiî de böyle söylemişlerdir.

İbn Münzir diyor ki: Ebu Hanîfe, Ebu Yûsuf ve Muhammed'den gelen rivayetlerin sahîh olanı da budur ve İbn Habîb el-Malikî de bu görüşü tercih etmiştir. Allah hepsine rahmet eylesin. Bu görüşün deli­line gelince; İmâm Ahmed diyor ki: Bize Ebu Muâviye... Ali'den riva­yet etti ki Rasûlullah (s.a.) Ahzâb günü (Hendek muharebesi) şöyle buyurdular: «Onlar bizi orta namazdan, ikindi namazından alıkoydu- lar. Allah da onlann kalblerini ve evlerini ateşle doldursun.» Sonra bu namazı akşam ve yatsı arasında kıldı.

Hadîs, Müslim, Neseî tarafından... Ali İbn Ebu Tâlib'e varan se-nedlerle rivayet edilmiştir.

Hadîsi Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî, Müsned, Sünen ve Sıhâh sahîblerinden birçoğu muhtelif tarîklarla Hz. Ali'ye varan senetlerle tahrîc etmişlerdir. Hadîsi Tirmizî ve Neseî de Hasan el-Basrî tarîkıyla Hz. Ali'den rivayet etmişler ve Tirmizî: «Hasan el-Basrî'nin ondan hadîs işittiği bilinmiyor.» demiştir.

İbn Ebu Hatim diyor ki: Bize Ahmed İbn Sinan... Zirr'den rivayet etti ki o şöyle demiştir: Übeyde'ye, Hz. Ali'ye orta namazı sor, dedim. O da sordu ve Hz. Ali şöyle dedi: «Rasûlullah (s.a.) Ahzâb günü «On­lar bizi orta namazı, ikindi namazını kılmaktan alıkoydular. Allah da onlann kabirlerini ve karınlarını ya da evlerini ateşle doldursun» bu-yuruncaya kadar biz onun, sabah namazı olduğunu sanırdık.»

Hadîsi, İbn Cerîr Bündâr'dan, o da İbn Mehdî'den rivayet etmiştir.

Ahzâb günü hadîsi, müşriklerin Rasûlullah (s.a.) ve ashabını ikindi namazını eda etmekten alıkoymaları sahabeden bir cemâat ta­rafından rivayet edilmiştir ki burada zikri uzun sürer. Burada bize ge­rekli olan bu rivâyetlerdeki orta namazın ikindi namazı olmasıdır.

Bu hadîs Müslim tarafından tbn Mes'ûd ve Berrâ İbn Âzib'e da­yanan senedlerle rivayet edilmiştir.

Bir diğer hadîs-i şerifte İmâm Ahmed diyor ki: Bize Affân... Se-mure'den rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) : «Namazlara ve orta nama­za devam edin.» âyetini okuyarak, bu namazın ikindi namazı olduğunu söylemiştir.

(               )

Bu hadîsler bu konuda ihtimali ortadan kaldıracak kesinlikte olup buna devam edilmesi emri de bu hususu pekiştirmektedir. Rasûlullah (s.a.) Zührî'nin rivayet ettiği sahîh bir hadîs-i şerifte: «Kim ikindi namazını geçirirse sanki ailesini ve malını terketmiş gibi olur.» bu­yurması da konuyu pekiştirmektedir.

Evzaî'nin... Büreyre İbn Husayb'dan rivayet ettiği bir hadîs-i şe­rifte de Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur: «Bulutlu günde namazı er­ken kılınız. Kim ikindi namazını terk ederse ameli boşa gitmiş olur.» İmâm Ahmed diyor ki: «Bize Yahya İbn İshâk... Ebu Basra el-Ğıfârî'-den rivayet etti ki o şöyle demiştir: «Rasûlullah (s.a.) bize el-Hamîz adı verilen bir vadide ikindi namazı kıldırdı ve : «Bu namaz sizden ön­cekilere arzedildi de onlar bunu zayi' ettiler. Dikkatli olunuz! Kim onu kılarsa ecri iki katına çıkarılır. Uyanık olun, siz şahidi görünceye ka­dar bundan sonra namaz yoktur.» buyurdular.

îmâm Ahmed İbn Hanbel'in rivayet ettiği bir hadîs'i şerîf'de îs-hâk... Hz. Âişe'nin kölesi Ebu Yûnus'tan rivayet eder ki o şöyle demiş­tir : Âişe bana, kendisine bir mushaf yazmamı emretti ve : «Namazla­ra ve orta namaza devam edin.» âyetine ulaşınca bana haber ver, dedi. Bu âyete varınca kendisine haber verdim. Bana şu şekilde yazdırdı: «Namazlara ve orta namaza, ikindi namazına devam edin ve Allah'ın divânına tam huşu' ile durun.» Sonra şöyle dedi: «Bunu, Rasûlullah (s.a.) dan işittim.»

Müslim de Yahya îbn Yahya'dan... Mâlik'in isnâdıyla aynı ha­dîsi rivayet etmiştir. İbn Cerîr diyor ki: Bize îbn el-Müsennâ... Urve'-den rivayet etti ki, o şöyle demiştir: (Bu âyet) Âişe'nin mushafında «namazlara ve orta namaza devam edin. Bu ikindi namazıdır.» şeklinde idi.

İbn Cerîr, Hasan el-Basrî tarîki ile Rasûlullah (s.a.) in âyeti bu şekilde okuduğunu rivayet etmiştir.

İmâm Mâlik de Zeyd İbn Eşlem kanalıyla Amr İbn Râfî'den riva­yet ediyor ki Amr îbn Râfî şöyle demiştir: «Rasûlullah (s.a.) in zev­cesi Hafsa için bir mushaf yazıyordum, bana : «Namazlara ve orta na­maza devam edin» âyetine geldiğinde haber ver» dedi. Ben de bu âyete geldiğimde kendisine haber verdim. Bana şöyle yazdırdı: «Namazlara ve orta namaza; ikindi namazına devam edin. Ve Allah'ın divânına tam huşu' ile durun.» Hadîsi Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ali kanalıyla... Ömer îbn Nâfî'den rivayet eden Muhammed tbn İshâk'm rivayetinde şu ilâve vardır : «Hz. Peygamıber'den ezberlediğim gibi.»

(               )

Orta namazın akşam namazı olduğu da söylenmiştir. Bu.görüş İbn Abbâs'tan İbn Ebu Hatim tarafından rivayet edilmiştir; ancak is­nadı şüphelidir: İbn Ebu Hatim, babasından o da... İbn Abbâs'tan ri­vayet ediyor ki: O, «Orta namaz, akşam namazıdır» demiştir.

Bu görüş îbn Cerîr tarafından Kâbîsa İbn Züeyb'den rivayet edil­miştir.

Farklı rivayetleri olmakla birlikte, aynı görüş Katâde'den de riva­yet edilmiştir. Bu görüşün tevcîhi şöyledir: Akşam namazı, dört ve iki rek'âtli namazların ortasındadır, farz namazlar içinde tek rek'âtli olanı da odur ve faziletine dâir hadîs-i şerifler vârîd olmuştur. Allah en iyi bilir.

Bir görüşe göre de; orta namaz yatsı namazıdır. Ali İbn Ahmed el-Vahidî meşhur tefsîrinde bu görüşü tercîh etmiştir.

Orta namaz beş vakit namazdan birisidir. Nasıl kadîr gecesi bu­sene, ya da bir ay, ya da Ramazân'm son on gününde gizlenmişse bu da beş vakit namaz içinde gizlenmiştir, diyenler de olmuştur. Bu söz Saîd İbn el-Müseyyeb, Kadı Şüreyh, îbn Ömer'in kölesi Nâfl ve Rebî' İbn Hayşem'den rivayet edilmiştir. Aynı görüş Zeyd İbn Sâbit'ten de nakledilmiş olup İmam'ül-Harameyn el-Cüveynî el-Nihâye'sinde bu görüşü tercih etmiştir.

Orta namazın beş vakit namazın toplamı olduğu da söylenmiş olup bu görüş İbn Ömer'den tbn Ebu Hatim tarafından rivayet edilmiştir. Ancak bunun da sıhhati şüphelidir. Gariptir ki bu görüş, Mâverâ'ül-Bahr (?) İmâmı Şeyh Ebu Amr İbn Abd'ül-Berr en-Nemîrî tarafından da tercih edilmiştir.

Ebu Amr bu görüşü incelemesinin genişliği ve hıfzına rağmen hak­kında ne kitapta, ne sünnette, ne de eserde bir delil olmaksızın tercih etmiştir.

Orta namaz hakkındaki diğer görüşler sırasıyla şöyledir :

Orta namaz; yatsı ve sabah namazlarıdır.

Cemâatle kılınan namazdır.

Cum'a namazıdır.

Korku namazıdır. (Salat'ül-Havf)

Ramazân Bayramı namazıdır.

Kurban Bayramı namazıdır.

Vitir namazıdır.

Kuşluk namazıdır.

Bazı âlimler de ellerindeki deliller muhtelif olup birini diğerine tercih edemedikleri için bu konuda görüş beyân etmemişlerdir ve bir görüş üzerinde icmâ' vâki' olmamıştır; bil'akis sahabe devrinden bugü-ne kadar konu münakaşalı olarak devam edegelmiştir.

İbn Cerîr der ki: Bana Muhammed İbn Beşşâr... Saîd İbn Müsey-yeb'den rivayet etti ki o şöyle demiştir : «Rasûlullah (s.a.) in ashabı orta namaz konusunda böylece ihtilaflı idiler, ve o parmaklarını birbirine geçirdi. Bu görüşlerin hepsi de bir öncekine nazaran zayıftır. Ancak münâkaşaya medar olabilecek görüşler sabah ve ikindi namazlarında toplanmaktadır. Orta namazın ikindi namazı olduğu konusunda sün­net sabit olmuş ve görüşler o noktada taayyün etmiştir.

«Şafiî'nin Faziletleri» kitabında İmâm Ebu Muhammed Abdurrah-mân İbn Ebu Hatim el-Râzî rivayet eder ki: İmâm Şafiî şöyle demiş: Söylediklerimin hepsi şu kadardır : Rasûlullah (s.a.) dan şu benim söy­lediğimin aksi vârid ise Rasûlullah (s.a.) in hadîsi daha evlâdır onu alınız ve beni taklîd etmeyiniz.

Rebî', Za'ferânî ve Ahmed İbn Hanbel de Şafiî'den böyle rivayet ettiler. Şafiî'den naklen Musa Ebu'l-Velîd İbn Ebu Carût şöyle dedi: Hadîs sahîh olur ve ben bir söz söylemiş olursam ben sözümden dönüp bu hadîsi şerifi söylerim. Bu, İmâm Şafiî'nin büyüklüğüne ve emâne- tine delâlet eder. Nitekim kardeşleri olan diğer imamlar da aynı şeyi yapmışlardır. Allah cümlesine rahmet eylesin ve hepsinden razı olsun. Buradan hareketle Kâdî el-Mâverdî, Şafiî mezhebinin yeni görü­şüyle başkalarının görüşüne göre orta namaz sabah namazıdır, denil-mişse bile orta namazın ikindi olduğuna dâir hadîslerin sıhhatine bi­nâen Şafiî mezhebine göre orta namazın ikindi namazı olduğunu ke­sinlikle belirtmektedir.

Şafiî mezhebinin muhaddislerinden bir grup bu konuda Kâdî Mâ-verdî'ye uymuşlardır. Ancak Şafiî mezhebinin fakîhlerinden, Şafiî mez­hebine göre orta namazın ikindi olduğunu kabul etmeyip tek bir kavil üzere onun sabah namazı olduğunu söyleyenler de vardır.

Mâverdî diyor ki: Bu mes'elede iki kavli de rivayet edenler vardır. Bu konudaki münâkaşaların ve cevapların yeri başka bir yerdir. Biz bu konuyu başlı başına başka bir yerde ele  aldık. Hamd ve minnet Allah'adır.

Allah Teâlâ: «Ve Allah'ın divânına tam huşu' ile durun» buyur­maktadır ki kul Allah'ın huzurunda zelîl ve kendini alçak görerek dur­malıdır.

Bu emir; namazda uygun düşmediği için konuşmanın terkedilme-sini gerektirir. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.) namazda iken kendisine se­lâm veren Abdullah İbn Mes'ûd'un selâmına karşılık vermemiş ve bun­dan dolayı kendisine özür beyân ederek : «Muhakkak ki namazda meş­guliyet vardır.» buyurmuştur.

Müslim'in sahîh'inde ise Rasûlullah (s.a.) namazda iken konuşan Muâviye İbn Hakem'e şöyle söylemişlerdir: «Muhakkak ki namazda insanların sözlerinden olan bir şey söylemek doğru değildir. Namaz tes-bîhtir, tekbîrdir ve Allah'ı zikretmektir.»

îmâm Ahmed İbn Hanbel diyor ki: Bize Yahya İbn Saîd... Zeyd İbn Erkam'dan rivayet etti ki, o şöyle demiş: «Rasûlullah (s.a.) in za­manında «Allah'ın divânına tam huşu' ile durun.» âyeti ininceye kadar kişi namazda arkadaşıyla herhangi bir ihtiyâcı konusunda konuşurdu. Bu âyette susmakla emrolunduk.»

İbn Mâce dışındaki hadîsçiler bu hadîsi muhtelif tanklarla İsmail'­den rivayet etmişlerdir.

Bu hadîs; hadîs âlimlerinden bir gruba göre müşkildir. Çünkü na­mazda konuşmanın Medine-i Münevvere'ye hicretten önce ve Habeşis­tan'a hicretten sonra Mekke-i Mükerreme'de haram kılındığına dâir ellerinde deliller vardır.

Nitekim İbn Mes'ûd'dan rivayet edilen sahîh bir hadîs-i şerifte İbn Mes'ûd şöyle demektedir: «Biz, Habeşistan'a hicret etmezden önce Ra­sûlullah (s.a.) namazda iken kendisine selâm verirdik. O da selâmımızı alırdı.» İbn Mes'ûd devam ediyor: «Habeşistan'dan döndüğümüzde Ra- sûlullah (s.a.) a selâm verdim; selâmımı almadı. Düşünmeye başladım. Rasûlullah (s.a.) namazı bitirip selâm verince şöyle buyurdular: «Na­mazda olduğum için selâmını almadım. Allah işlerinden dilediğini ihdas eder. Namazda iken konuşmamanız da koyduğu işlerdendir.»

İbn Mes'ûd ilk müslûman olanlardan ve Habeşistan'a hicret eden­lerdendir. Sonra oradan Mekke-i Mükerreme'ye dönenlerle birlikte o da dönmüş ve Medîne-i Münevvere'ye hicret etmiştir. «Ve Allah'ın di­vânına tam huşu' ile durun.» âyeti ihtilafsız olarak Msdîne-i Münev-vere'de nazil olmuştur. Bazıları şöyle diyorlar: Zeyd İbn Erkam «Kişi namazda iken kardeşiyle herhangi bir ihtiyâcı konusunda konuşurdu» sözüyle kelâmın cinsinden haber vermekte ve âyetten anladığı kada­rıyla bu âyetin bunu haram kıldığı neticesini çıkarmaktadır. En iyisini Allah bilir.

Başkalan da şöyle diyorlar: Zeyd İbn Erkam bu sözüyle Medîne-i Münevvere'ye hicretten sonra bu olayın orada meydana geldiğini kas­tetmektedir ve bu, iki kerre mübâh kılınmış ve iki kerre haram kılın­mıştır.

Nitekim ashabımızdan bir grup ve başkaları bu görüşü tercih et­mişlerdir. Ancak birincisi daha uygundur. Allah en iyisini bilendir.

Hafız Ebu Ya'lâ diyor ki: Bize Bişr îbn Velîd... Abdullah ibn Mes'ûd'dan rivayet etti ki, o şöyle demiştir: «Biz namazda iken birbi­rimize selâm verirdik, Rasûlullah (s.a.) a uğradım ve ona selâm ver­dim. Selâmımı almadı. Kendi kendime bu konuda bir şey (âyet) indi­ğini düşündüm. Rasûlullah (s.a.) namazını bitirince şöyle buyurdu : «Selâm ve Allah'ın Rahmeti sana da olsun ey müslûman, Allah işlerin­den dilediğini koyar (ihdas eder). Siz namazda olduğunuz zaman su­sunuz ve konuşmayınız.»

«Eğer, korkarsanız yaya veya binmiş olarak kılın. Emîn olduğunuz vakitte de Allah'ın size bilmediğiniz şeyleri öğrettiği şekilde Allah'ı zikredin.»' âyetine gelince :

Allah Teâlâ kullarına namazlara devam ve namazın erkânına riâ­yeti emredip bunu kuvvetlice zikrettikten sonra kişinin namazı mü­kemmel bir şekilde edâ edemeyeceği durumları zikrediyor ki bu da harp ve göğüs göğüse muharebe halidir. Allah Teâlâ: «Eğer korkarsanız ya­ya veya binmiş olarak kılın» buyuruyor. Binitli ya da yaya bile olsanız namazı mutlaka kılın, ister kıbleye dönmüş, ister kıbleye dönmemiş halde, ama mutlaka kılın. Nitekim Nâfî'den rivayetle Mâlik şöyle der: İbn Ömer'e korku namazı sorulduğunda onu anlattı, sonra şöyle dedi: Eğer korku bundan da şiddetli olursa namazı ayakta ayaklarınızın üzerinde, ya da ister kıbleye karşı, ister kıbleye dönmemiş olarak binitli halde kılınız.

Nâfî der ki: İbn Ömer'in bunu Rasûlullah (s.a.) dan naklen zik­rettiğini sanıyorum.

Bu hadîsi, Buhar! de rivayet etmiştir. Ancak hadîsin lafzı Müslim'­indir. Bu hadîsi Buhârî başka bir şekliyle İbn Cüreyc'den... O, îbn Ömer'den, o da Rasûlullah (s.a.) dan rivayet etmiştir.

Yine Müslim'in Abdullah İbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte İbn Ömer şöyle diyor: «Eğer korku bundan da şiddetli olursa, namazı binitli ya da ayakta i'mâ ile kılın.»

Rasûlullah (s.a.) in arefe veya arafât taraflannda bulunan Hâlid ibn Süfyân el-Hüzeylî'yi öldürmek üzere göndermiş olduğu Abdullah İbn Enîs, Hâlid İbn Süfyân ile karşılaştığında ikindi namazı vakti gel­mişti. Abdullah İbn Enîs anlatır ve şöyle der: «Namazı kaçırmaktan korktum ve i'mâ ile kılmaya başladım.»

Hadîsi uzun şekliyle ve sağlam bir isnâd ile Ahmed ve Ebu Dâvûd rivayet ederler.

Bu, Allah'ın kulları üzerindeki ağırlık ve bağları kaldırması kabi­linden olup kullarına tanımış olduğu ruhsatlarındandır.

Bu âyet hakkında İbn Ebu Hatim... Şebîb İbn Bişr kanalıyla îbn Abbâs'dan rivayet eder ki o şöyle demiştir: Bu âyet, binitli olan hay­vanın üzerinde, yaya olan da ayakları üzerinde namazını kılar.

İbn Ebu Hatim şöyle devam eder: Bu görüşün benzeri Hasan, Mü-câhid, Mekhûl, Süddî, Hakem, Mâlik, Evzaî, Sevrî ve Hasan İbn Sâlih'-den de rivayet edilmiştir. Şunu da ilâve eder : Ne tarafa dönerse dön­sün başı ile i'mâ ederek namazı 'kılar. Sonra şöyle der : Bana babamın... Câbir İbn Abdullah'dan rivayetinde o şöyle dedi: Göğüs göğüse çar­pışmalarda kişi, yüzü ne tarafa olursa olsun, başı ile i'mâ ederek na­maz kılsın. Allah Teâlâ'mn: «Yaya veya binmiş olarak namazınızı kı­lın» âyetinin meali budur.

Hasan, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Atâ, Atiyye, Hakem, Hammâd ve Katâde'den bunun benzeri rivayet edilmiştir.

İmâm Ahmed; iki ordu göğüs göğüse çarpıştığı sırada bazan korku namazının bir rek'at olarak kılınabileceği görüşündedir.

Müslim, Ebu Dâvûd, Neseî, îbn Mâce ve İbn Cerîr'in Ebu Avâne kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet ettikleri şu hadîs-i şerif buna delâ­let etmektedir: İbn Abbâs şöyle diyor : «Peygamberinizin diliyle Allah Teâlâ namazı barışta dört, yolculukta iki ve korku halinde bir rek'at olarak farz kılmıştır»

Hasan el-Basrî, Katâde, Dahhâk ve başkaları da böyle söylemiş­lerdir.

İbn Cerîr diyor ki: Bize İbn Beşşâr... Şu'be'den rivayet etti ki o şöyle demiştir: Hakem, Hammâd ve Katâde'ye kılıç kılıca vuruşmasırasında kılınacak namazı sordum. Onlar bu namazın bir rek'at ol­duğunu söylediler. Sevrî de aynı zâtlardan aynı rivayeti nakletmiştir.

Yine İbn Cerîr der ki: Bana Saîd İbn Amr... Câbir tbn Abdullah'­tan rivayet etti ki o : «Korku namazı bir rek'attır.» demiştir.

Bu görüş İbn Cerîr tarafından tercih edilmiştir. .   Buhârî bu konuya «Muhasara savaşlan ve düşmanla karşılaşıl­ması hallerinde kılınacak namaz» başlığı ile ayrı bir bab ayırmıştır.

Evzaî şöyle diyor : Fetih hazır ise ve namaz kılmaya güçleri yet­miyorsa herkes kendisi için (cemâatle değil) i'mâ ile namazını kılsın; i'mâ ile namaz kılmaya da güçleri yetmiyorsa vuruşma açıklık kaza-nıncaya ve emîn oluncaya kadar namazı geciktirsinler ve iki rek'at olarak kılsınlar. Eğer buna da güçleri yetmiyorsa bir rek'at ve iki sec-deli olarak kılsınlar. Eğer buna da güçleri yetmiyorsa sadece tekbîr ge­tirmek kâfi gelmeyeceği için kendilerini emniyette hissedinceye kadar namazı geciktirirler.

Mekhûl da böyle söylemektedir.

Enes İbn Mâlik şöyle diyor : Tüster kalesi savaşında bulundum. Tüster kalesi fecir aydınlandığı sırada kuşatılmış ve harp şiddetlenmiş idi. Müslümanlar namaz kılamamışlar idi. Ancak gün yükseldikten sonradır ki namaz kılabildik. Namaz kılarken Ebu Mûsâ da bizimle idi ve fetih nasîb oldu. Enes diyor ki; dünya ve içindekiler beni, o namaz kadar huzurlu kılmazdı.

Hadîsin lafzı Buhârî'nindir.

Sonra buna delil olarak Rasûlullah (s.a.) in Hendek muharebesi günü muharebe sebebiyle ikindi namazını güneşin batışına kadar te'-hîr etmesini içeren hadîs ile, Rasûlullah (s.a.) m ashabını Kurayza oğullan üzerine gönderirken : «Sizden hiç kimse Kurayza oğullarına varmadan ikindiyi kılmasın.» emrini göstermektedirler. Onlardan bir kısmı yolda iken ikindi namazı vakti geldiği için namaz kılmış ve : «Rasûlullah (s.a.) bu sözüyle bizim hızlı gitmemizi kastetmiştir.» de­mişti. Bazıları da ikindi vakti geldiği halde güneş batıncaya ve Ku­rayza oğullarının mahallesine varıncaya kadar namaz kılmamışlardır. Rasûlullah her iki gruba da kızmamışlardı.

Bu, Buhârî'nin bu kavli tercih ettiğine delâlet eder.

Cumhur ise bunun tersine olarak şöyle demektedir: Kur'an'da Nisa sûresinde vârid olduğu üzere ve hadîs-i şerifteki şekliyle korku namazı Hendek muharebesinde henüz emrolunmamıştı. Ondan sonra bu emir gelmiştir. Bu,husus Ebu Saîd ve başkalarının hadîslerinde açıkça görülmektedir.

Mekhûl, Evzaî ve Buhârî buna cevap olarak derler ki: «Korku namazının bundan sonra emredilmiş olması bunun cevâzma mâni de­ğildir. Çünkü bu durum nâdir ve özel bir durumdur; bunun benzeri haller ve Hz. Ömer'in zamanında Tüster kalesinin fethinde sahabenin uygulaması bize delil olabilir. Bu olay meşhurdur ve kimse de inkâr etmemiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ buyuruyor ki;

«Emîn olduğunuz vakitte de Allah'ın size bilmediğiniz şeyleri öğ­rettiği şekilde» nitekim Allah size nimetler bahşetmiş, size îmân yolu­nu göstermiş, size dünya ve âhirette faydası dokunacak şeyleri öğret-, mistir. Bunları şükürle ve zikirle karşılayınız. Allah'ı zikredin namaz­larınızı emredildiğiniz şekilde; rükû', secde, kıyam ve ka'de'lerini tam olarak yapmak suretiyle huşu' içinde kılınız.

Nitekim Allah Teâlâ korku namazını zikrettikten sonra şöyle bu­yurmaktadır :

«Emniyete kavuştuğunuzda namazı dosdoğru kılın. Namaz, şüp­hesiz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur.» (Nisa, 103)

Korku namazı ve nasıl kılınacağı konusundaki hadîs-i şerifler Nisa süresindeki;

«Sen onlann içinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman.» (Nisa, 102) âyetinde gelecektir. [16]

 

240 — İçinizden vefat edip de eşlerini geride bırakan­lar; bir seneye kadar eşlerinin evlerinden çıkanlmayarak geçimlerinin sağlanmasını vasiyyet etmiş olmalıdırlar. Şa­yet kendileri çıkarlarsa, artık onların ma'rûf şekilde yapa­caklarından dolayı size mes'ûliyet yoktur. Allah, Azîz'dir,
Hakîm'dir.

241 — Boşanan kadınlar için uygun şekilde geçimle­rini sağlamak vardır. Bu, müttakîler için bir vazifedir.

242 — işte Allah, aklınız ersin diye âyetlerini bu şe­kilde beyân ediyor.

 

Boşanmanın Kuralı

 

Birçokları bu âyetin «Kendi kendilerine dört ay on gün beklerler.» (Bakara, 234) âyetiyle mensûh olduğunu söylemektedirler. Buhârî di­yor ki: Bize Ümeyye... İbn Zübeyr'den rivayet etti ki o şöyle demiştir : «İçinizden vefat edip de eşlerini geride bırakanlar...» âyeti bir diğer âyetle neshedilmiştir, niçin yazıyorsun da terketmiyorsun? diye Osman İbn Affân'a sordum. O : «Ey kardeşimin oğlu, ben ondan (Kur'an'dan) hiç bir şeyin yerini değiştirmem.» diye cevap verdi.

İbn Zübeyr'in Osman'a bu mes'eleyi sormasının anlamı şudur : Bu âyetin hükmü dört ay on gün iddet bekleme âyeti ile kaldırılmış ise hükmü kaldırılmış olmakla birlikte mushafta bırakmanın hikmeti ne­dir? Bu âyeti nesheden âyetten sonra mushaftan kaldırılmayıp ibkâ edilmesi onun hükmünün de baki olduğu zannını vermez mi?

Mü'minlerin emîri Hz. Osman buna cevap verir ve şöyle der: «Bu, Tevkîfî bir iştir. Ben bu âyeti kendisinden sonraki âyetle birlikte mus­hafta buldum ve bulduğum yere de onu koydum,  (yerleştirdim)»

İbn Ebu Hatim diyor ki: Bize Hasan İbn Muhammed İbn Sab-bâh... «İçinizden vefat edip de eşlerini geride bırakanlar» âyeti hak­kında İbn Abbâs'tan rivayet etti ki; kocası ölen kadın nafakası ve barındırılması te'mîn edilmek suretiyle kocasının evinde bir sene ka­lırdı. Bu, mîras âyeti ile kaldırıldı ve kocasının bıraktığı mîrastan se­kizde biri, ya da dörtte biri onlara ayrıldı.

Sonra şöyle diyor : Ebu Mûsâ el-Eş'arî, İbn Zübeyr, Mücâhid, İbrâ-hîm, Atâ, Hasan, İkrime, Katâde, Dahhâk, Zeyd İbn Eşlem, Süddî, Mukâtil İbn Hayyân, Atâ el-Horasânî ve Rebî' İbn Enes'den rivayet edildiğine göre bu âyet mensûhtur.

Ali İbn Ebu Talha tarîkıyla İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir: «Birisi ölüp de karısını geride bıraktığında kadın onun evinde kocanın malından nafakası te'mîn edilmek suretiyle bir sene iddet beklerdi.» Sonra Allah Teâlâ :

«İçinizden ölenlerin geriye bıraktıkları eşler; kendi kendilerine dört ay on gün beklerler.» (Bakara, 234) âyetini indirdi. İşte kocası ölen kadının iddeti budur. Ancak kadın hâmile ise onun iddeti çocu­ğunu doğuruncaya kadardır. Allah Teâlâ :

«Çocuğunuz yoksa, sizin bıraktıklarınızın dörtte biri eşlerinizin-dir. Şayet çocuğunuz varsa, bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır.» (Nisa, 12) buyurmak suretiyle kadının mirasını açıklamış, vasiyet ve nafakayı kaldırmıştır.

Mücâhid, Hasan, İkrime, Dahhâk, Rebî' ve Mukâtil İbn Hayyân bu âyetin Bakara sûresi 234. âyeti ile mensûh olduğunu söylemişlerdir.

Saîd İbn Müseyyeb'den rivayete göre o, bu âyetin «Ey îmân etmiş olanlar, mü'min kadınları nikahlayıp sonra onlarla temasta bulunma­dan önce boşadığınızda...» (Ahzâb, 49) âyeti ile mensûh olduğunu söylemektedir.

Ben de derim ki: Mukâtil ve Katâde'den bu âyetin miras âyeti ile mensûh olduğu rivayet edilmiştir.

Buhârî diyor ki:

İshâk İbn Mansûr... «İçinizden vefat edip de eşlerini geride bıra­kanlar...» âyeti hakkında Mücâhid'in şöyle dediğini rivayet eder : Bu, iddet bekleyen kadınlar hakkındadır; onun, kocası ailesinin yanında iddet beklemesi vacip idi. Allah Teâlâ : «İçinizden vefat edip de eşle­rini geride bırakanlar; bir seneye kadar eşlerinin evlerinden çıkarıl-mayarak geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etmiş olmalıdırlar. Şayet kendileri çıkarlarsa, artık onların ma'rûf şekilde yapacaklarından do­layı size mes'ûliyet yoktur.» (Bakara, 240) âyetini indirdi. Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme ile yedi ay yirmi yedi gece ilâvesiyle tam bir sene vasiyeti koymuş oldu. Kadın dilerse kocasının ailesi yanında kalır; dilerse çıkar. İşte Allah Teâlâ'nın... «Bir seneye kadar eşlerinin evle­rinden çıkarılmayarak geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etmiş olma­lıdırlar. Şayet kendileri çıkarlarsa... Size mes'ûliyet yoktur.» âyetinin anlamı budur. İddet ise elbette kadın üzerine vaciptir.

Buhârî, bunun Mücâhid'den rivayet edildiğini sanmıştır.

Atâ, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini söylüyor: Bu âyet kadının koca­sının ailesi yanında iddet beklemesini kaldırmıştır. Kadın dilediği yer­de iddet bekler. Allah Teâlâ'nın : «... Eşlerinin evlerinden çıkarılmaya­rak...» kelâmının anlamı budur.

Atâ diyor ki: «Kadın, dilerse kocasının ailesi yanında iddet bek­ler ve vasiyet edildiği şekilde orada kalır. Dilerse Allah Teâlâ'nın «Şa­yet kendileri çıkarlarsa artık onların ma'rûf şekilde yapacaklarından dolayı size mes'ûliyet yoktur.» âyeti gereğince çıkabilir.

Atâ diyor ki: «Sonra mîras âyeti geldi ve kadının kocasının evin­de kalması kaldırıldı. Kadın dilediği yerde iddet bekler ve kocanın ailesi tarafından ev te'mîn edilmesi de sözkonusu değildir.»

Sonra Buhârî bu görüşün benzerini İbn Abbâs'dan müsned olarak rivayet eder ki Mücâhid ve Atâ bu görüşü tercih etmektedirler. Buna göre, bu âyet bir sene süreyle iddet beklemenin —Cumhûr'un zannı hilâfına— vâcib olduğuna delâlet etmez ve bu âyet, dört ay on gün iddet bekleme âyeti ile neshedilmiştir. Bu âyet-i kerîme olsa olsa ka­rılarına kocalarının vasiyette bulunarak eğer onlar da isterlerse ölüm­lerinden sonra koca evlerinde tam bir sene barındırılmalarının sağlan­masına delâlet edebilir. İşte bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Vasiyet etmiş olmalıdırlar.» buyurmaktadır. Yani, Allah sizin onlar hakkında vasiyette bulunmanızı tavsiye eder.

Âyet-i kerîme'deki “Vasiyyet” kelimesinin «Onlara vasiyette bu­lununuz» mânâsına olmak üzere mansûb olduğu söylenmiştir. Bazıları da «Size, vasiyette bulunmak farz kılındı.» mânâsında olmak üzere bu kelimenin merfû olduğunu söylemişlerdir. Nitekim İbn Cerîr bu kırâeti tercîh etmiştir.

Bu durumdaki kadınlar «Eşlerinin evlerinden çıkarılmayarak...» âyeti gereğince koca evlerinde kalmaktan men'edilemezler. Ama dört ay on gün iddet beklemekle ya da hâmileliklrinin son bulmasıyla id-detleri bitince ve koca evlerinden ayrılarak bu evden başka bir eve geçmek istediklerinde aynı şekilde «Şayet kendileri çıkarlarsa, artık on­ların ma'rûf şekilde yapacaklarından dolayı size mes'ûliyet yoktur.» âyet-i kerîme'si gereğince bundan da men'edilemezler.

Âyet-i kerîme'nin bu şekilde anlaşılmasına lafız müsaittir ve içle­rinde Ebu Abbâs İbn Teymiye'nin de bulunduğu bir grup bunu tercîh etmiştir. İçlerinde Şeyh Ebu Ömer İbn Abdülberr'in de bulunduğu bir grub ise bu görüşü kabul etmezler.

Atâ ve ona uyanlar: «Bu âyet, mîras âyetiyle mensûhtur.» derken bununla dört ay on günlük süreden fazlasını kastediyorlarsa bu mü­sellemdir. Ama dört ay on günlük sürede koca evinde barındırılmala­rının ölünün terekesinden karşılanması gerekmez demek istiyorlarsa, işte bu imamlar arasında ihtilâf konusudur ve bu iki görüş İmâm Şafiî'­ye aittir.

İmâm Mâlik'in Muvattâ'ında rivayet ettiği şu hadîs-i şerifi kadı­nın koca evinde barındırılmasının vâcib olduğuna delil getirmişlerdir :

Sa'd İbn İshâk İbn Kâ'b İbn Acre'den... Fürey'a Bint Mâlik İbn Sînân —Ebu Saîd el-Hudrî'nin kızkardeşi— haber veriyor ki o Rasû­lullah (s.a.) a gelerek Hudre oğulları içindeki ailesine dönmek istedi­ğini bildirdi. Kocası kaçan kölelerinin peşinden gitmiş ve kocası kadûm (Medine'ye 6 mil mesafede bir yer adı) dolaylarında iken köleler yeti-, şerek onu öldürmüşlerdi. O şöyle diyor : Rasûlullah (s.a.) a «Hudre oğullarındaki aileme dönmek istiyorum. Kocam bana sahib olduğu bir mesken ve nafaka bırakmadı.» dedim. Rasûlullah (s.a.) : «Evet (döne­bilirsin) » buyurdular.

Fürey'a devamla diyor ki: Oradan ayrılıp odama döndüğümde Rasûlullah (s.a.) beni çağırdı ya da yanına çağrılmamı emretti: «Na­sıl demiştim?» buyurdular. Ben de kocamın durumu ile ilgili olarak anlattıklarımı tekrarladım. «İddetin bitinceye kadar evinde kal.» bu­yurdular. Ben de orada dört ay on gün iddet bekledim.

Fürey'a der ki: Osman İbn Affân halîfe olunca bana haber gön­dererek bu olayı sordu. Ben de olduğu şekilde haber verdim. Buna uy­du ve bununla hükmetti.

Hadîs Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Neseî tarafından Mâlik'ten, Neseî ve İbn Mâce tarafından da muhtelif tarîklerle Sa'd İbn İshâk'tan rivayet edilmiş ve Tirmizî: «Hadîs hasendir, sahihtir.» demiştir.

- «Boşanan kadınlar için uygun şekilde geçimlerini sağlamak var­dır. Bu müttâkîler için bir vazifedir.» âyetine gelince : Abdurrahman İbn Zeyd İbn Eşlem diyor ki: «Bu, iyilik edenlerin üzerine bir borç­tur.» âyeti nazil olunca bir adam : «Dilersem iyilik eder ve bunu yapa­rım; dilersem yapmam.» dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Boşanan kadınlar için uygun şekilde geçimlerini sağlamak vardır. Bu, müttâ­kîler için bir vazifedir» âyet-i kerîme'sini indirdi. İster kendisine mehir tayîn edilmiş olsun, ister mehri tayın edilmemiş olsun, ister kendisi ile münâsebette bulunulmadan boşanmış olsun, ister duhûl vâki' ol­duktan sonra boşanmış olsun. Her boşanan kadını faydalandırmanın vâcib olduğu görüşündeki âlimler bu âyeti delil getirirler. Bu görüş Şafiî'den rivayet edilmiştir.

Seleften Saîd İbn Cübeyr ve başkaları bu görüşe zâhib olduğu gibi İbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir. Mutlak vücûbu kabul etmiyen-ler ise bu âyetin umûmî hükmünün «Temas etmediğiniz veya bir me­hir kesmediğiniz kadınları boşamışsanız, size vebal yoktur. Şu kadar ki, zengin olan kudretince, darda bulunan da ma'rûf bir fayda ile on­ları faydalandırmalıdır. Bu, iyilik edenlerin üzerine bir borçtur.» (Ba­kara, 236) âyet-i kerîme'si ile tahsis edildiğini söylemektedirler. Birinci görüşün sahipleri ise bunun, umûmun ferdlerinden bazısının zikri ka­bilinden olduğu, hakkında nass bulunan meşhurun tahsîs edilemeye­ceği cevâbını vermektedirler. Allah en iyisini bilendir.

Allah Teâlâ : «İşte Allah, aklınız ersin diye» emir ve yasakların-dâki helâl kılma, haram kılma, farzları ve hadleri konusundaki âyet­lerini bu şekilde beyân ediyor. Açıklamaya ihtiyâcınız olduğu zaman­larda açıklamaya ihtiyâç duyulan şeyleri mücmel ve kapalı bırakmı­yor, açıklayıp tefsir ediyor. Umulur ki siz de anlayıp düşünürsünüz. [17]

 

243 — Binlerce   oldukları   halde   ölüm   korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara «ölün» dedi. Sonra da onları diriltti. Şüphesiz ki, Allah insanlara karşı lütuf sahibidir. Ama insanların pek çoğu şükretmez­ler.

244 — Allah yolunda savaşm ve bilin ki Allah Semî'dir. Alîm'dir.

245 — Kimdir o ki, Allah'a güzel bir borç versin de Allah, onu kat kat fazlasıyla ödesin. Allah, hem darlaştırır, hem de bollaştırır. Ve O'na döndürüleceksiniz.

 

İmân Ve Ölüm Korkusu

 

İbn Abbâs'tan burada bahis mevzuu edilenlerin dört ya da sekiz bin oldukları rivayet edilmiştir. Ebu Salih ise dokuzbin olduklarını söyler. Yine İbn Abbâs'tan bunların kırkbin oldukları rivayeti vardır. Vehb İbn Münebbih ve Ebu Mâlik ise otuzbin küsur olduklarını söy­lerler.

İbn Ebu Hatim, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder: Bunlar, Dâverdân adı verilen bir köy halkı idiler.

Süddî ve Ebu Salih de bu köyün Vâsıt taraflarında olduğunu ilâve eder.

Saîd İbn Abdülazîz bunların Ezriât halkından olduklarım söyle­mektedir. Atâ'dan rivayetle İbn Cüreyc bunun bir darb-ı mesel olduğu­nu, vuku bulmuş bir olay olmadığını söylemektedir. Ali İbn Âsim der ki: «Bunlar Vâsıt'a bir fersah mesafedeki Dâverdân köyü halkından idiler.»

Vekî' İbn Cerrah tefsirinde şöyle diyor : Bize Süfyân... «Binlerce oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?» âyeti hakkmda İbn Abbâs'tan rivayet etti ki; o şöyle demiştir : «Bun­lar, dört bin kişi idiler. Taundan kaçarak köylerinden çıkmışlardı ve ölüm olmayan bir yere gidelim diyorlardı. Bir yere gelince Allah Teâ-lâ : «Onlara ölünüz» dedi. Ve onlar da öldüler. Peygamberlerden birisi onlara uğradı ve Rabbma duâ ederek onları diriltmesini istedi. Allah da onları diriltti. İşte «Binlerce oldukları halde ölüm korkusuyla yurt­larından çıkanları görmedin mi?...» âyetinin anlamı budur.

Seleften bazılarının anlattığına göre; bu kavim İsrâiloğullarından bir peygamberin zamanında bir belde halkı olup yerlerini tehlikeli gör­müşlerdi. Orada kendilerine şiddetli bir veba gelmişti. Onlar da ölüm­den kaçarak memleketlerinden ayrıldılar ve boş çöle kaçtılar. Açık bir vâdîye inip iki tarafını doldurdular. Allah Teâlâ onların ürerine biri va­dinin altından, diğeri yukarısından olmak üzere iki melek gönderdi. MelelÖer onlara bir bağırış bağırdılar ki son ferdine varıncaya kadar öldüler ve çukurlara sürüklendiler, üzerlerine duvarlar örüldü. Yok oldular, parçalanıp dağıldılar. Aradan bir asır geçtikten sonra İsrâ-iloğullarından Hazkıyel adındaki bir peygamber onların bulunduğu ye­re uğradı ve Allah'dan onların diriltilmelerini diledi. Allah Teâlâ onun duasını kabul buyurarak : «Ey çürümüş kemikler, Allah toplanmanızı emrediyor.» demesini emretti. Her bir cesedin kemikleri biraraya top­landı. Sonra Allah Teâlâ : «Ey kemikler, Allah sizin et, sinir ve deri ile örtülmenizi emrediyor.» diye nida etmesini emretti ve öylece oldu. Bu­nu peygamber görüyordu. Sonra Allah Teâlâ : «Ey ruhlar, Allah Teâlâ daha önce bulunduğunuz cesedlere dönmenizi emrediyor.» diye nida etmesini emretti. Onlar etraflarına bakar oldukları halde dirilerek kalk­tılar. Allah Teâlâ onları uzun uykularından sonra diriltmişti ve onlar şöyle diyorlardı: «Seni tesbîh ederiz ey Allah'ımız, Senden başka İlâh yoktur.»

Onların diriltilmelerinde hem bir ibret ve hem de kıyamet günü cismânî dirilmenin vuku' bulacağına kesin bir delîl vardır. İşte bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Şüphesiz ki Allah kendilerine parlak âyetler, kesin hüccetler ve çürütülemez deliller göstermek suretiyle, insanlara karşı lütuf sahibidir. Ama insanların pek çoğu şükretmezler.» Gerek dinlerini ve gerekse dünyaları ile ilgili olarak Allah'ın kendilerine ver­diklerinin şükrünü yerine getirmezler, buyurmaktadır.

Yine bu kıssada hem bir ibret ve hem de korkunun kadere fayda vermediğine ve Allah'tan, ancak Allah'a kaçılabileceğine bir delil var­dır. Bunlar uzun bir hayat isteğiyle vebadan kaçarak memleketlerin­den çıkmışlardı. Ama maksadlannın tersi ile muamele gördüler ve bir anda ölüm onlara geliverdi.

İmâm Ahmed'in rivayet etmiş olduğu şu sahîh hadîs-i şerîf de bu kabildendir. Bize İshâk İbn îsâ... Abdullah İbn Abbâs'tan rivayet edi­yor ki :

«Ömer İbn el-Hattâb Şam'a doğru yola çıktı. Serğ denilen yere (Tebûk vadisinde bir yer adı) geldiğinde ordu komutanlarından Ebu Übeyde İbn Cerrah ve arkadaşları gelerek Şam'da veba olduğunu ha­ber verdiler. O da yukardaki hadîsi hatırladı. Bazı ihtiyâçlarından do­layı ayrılmış olan Abdurrahmân İbn Avf gelerek : «Bu konuda bende bilgi var. Rasûlullah (s.a.) ı şöyle derken işittim : «Bir yerde veba olur ve siz de orada bulunursanız, ondan kaçarak çıkmayınız. Bir yerde vebanın olduğunu işitirseniz oraya gitmeyiniz» dedi. Ömer Allah'a hamd ederek oradan ayrıldı.»

Buhârî ve Müslim başka bir tarîkten Zührî hadîsinin bir kısmını tahrîç etmişlerdir.

Ahmed diyor ki: Bize Haccâc ve Yezîd el-Ammî... Abdullah İbn Âmir İbn Rabîa'dan rivayet ediyorlar ki; Abdurrahmân İbn Avf Şâm-da bulunan Hz. Ömer'e Rasûlullah (s.a.) in : «Sizden önceki ümmetler, bu hastalık ile azâb gördüler. Bu hastalığın bir yerde olduğunu işitir­seniz oraya girmeyin; sizin bulunduğunuz yerde olursa ondan kaçarak bulunduğunuz yerden çıkmayın.» buyurduğunu haber verdi. Ömer de Şam'dan geri döndü.

Buhârî ve Müslim bunu Sahîh'lerinde tahrîç etmişlerdir.

Allah Teâlâ: «Allah yolunda savaşın ve bilin ki; Allah Semî'dir, Alîm'dir.» buyuruyor. Yani nasıl ki korkunun kadere faydası yoktur, cihâddan kaçma ve kaçınma da böyledir; eceli ne yaklaştırır, ne de uzaklaştırır. Ecel kesindir. Rızık taksîm edilmiştir. Mukadderdir ve kanunlaşmıştır. Onda ne artma ne de eksilme olmaz. Nitekim Allah Teâlâ kendileri oturarak kardeşleri için : «Bize uysalardı öldürülmez-lerdi.» diyenlere, de ki: «Şayet sâdıklardan iseniz kendi nefislerinizden ölümü geri çevirin.» (ÂM İmrân, 168) buyuruyor.

Bunlar : «Ey Rabbımız, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bırakaydm.» dediler. Onlara de ki: «Dünyanın geçimi azdır. Âhire$ ise müttakîler için elbette daha hayırlıdır ve kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız.», «Nerede olur­sanız olun, sağlam kaleler içinde dahî olsanız ölüm sizi bulacaktır.» (Nisa, 77 - 78) buyurmaktadır.

Ordular kumandanı, askerler öncüsü, İslâm diyarının hâmisi ve Allah'ın düşmanlarına karşı çekilmiş kılıcı Ebu Süleyman Hâlid İbn Velîd'in ölüm öncesinde şöyle dediği bize rivayet edildi: «Şu ve şu savaşlara katıldım. Organlarımdan hiç birisi yok ki onda bir kılıç ya da bir mızrak, ya da bir ok yarası bulunmasın. Ama şimdi bakın ki ben develer gibi yatağımda uzanmış ölüyorum. Korkakların gözüne uyku girmesin!»

Bu sözleriyle o, harpte şehîd olarak ölmediğine üzülüyor, buna esef ediyor ve yatakta ölmekten dolayı acı çekiyordu..

Allah Teâlâ \_ «Kimdir o ki, Allah'a güzel bir borç versin de Allah, onu kat kat fazlasıyla ödesin.» buyurmak suretiyle kullarını Allah yolunda infâka teşvik ediyor.

Allah Teâlâ bu âyeti yüce kitabında birçok yerde tekrarlamakta­dır. Nüzul hadîsinde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Kim hak ye­meksizin ve zulmetmeksizin Allah'a borç verirse...»

İbn Ebu Hatim diyor ki: Bize Hasan İbn Arefe... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayet etti ki; o şöyle demiştir : «Kimdir o ki, Allah'a gü-zel bir borç versin de Allah, onu kat kat fazlasıyla ödesin.» âyeti nazil olunca Ebu ed-Dehdâh el-Ansârî, Ey Allah'ın Rasûlü, Allah bizden borç mu istiyor? diye sordu. Allah Rasûlü : «Evet, ey Ebu Dehdiıh» buyur­dular. O : Elini bana göster ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Rasûlullah (s.a.) in elini tuttu ve : «Bostanımı (bahçemi) yüce Rabbıma verdim.» dedi. Altı yüz hurma ağacı olan bir bahçesi vardı ki tjmmü Dehdâh ve ailesi oradaydılar. Ebu Dehdâh geldi ve Ümmü Dehdâh'a : Ey Ümmü ed-Deh­dâh diye seslendi. O da : Buyur, dedi. Ebu Dehdâh : (Oradan) çık; ora­yı yüce Rabbıma borç verdim, dedi.

Bu hadîs-i şerifin bir benzeri İbn Merdûyeh tarafından Abdurrah-mân İbn Zeyd İbn Eşlem tarîkıyla... Hz. Ömer'den merfû' olarak ri­vayet edilmiştir.

Hz. Ömer ve Seleften başkalarından rivayete göre; âyet-i kerîme'-deki «Güzel bir borç» dan maksad Allah yolunda harcamadır. Aileye harcama, tesbîh ve takdis anlamlarına geldiği de söylenilmiştir.

«Allah onu kat kat fazlasıyla ödesin.» âyet-i kerîme'si «Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir.» (Bakara, 261) âyet-i kerîme'si gibidir ki bu konu ilerde tek­rar gelecektir.

İmâm Ahmed diyor ki: Bize Yezîd... Ebu Osman el-Nehdî'den ri­vayet ediyor ki o şöyle demiştir: Ebu Hüreyre'ye gelerek ona : «Senin, bir iyiliğin bin kere bin kat arttırılacağını söylediğin bana ulaştı.» dedim. Ebu Hüreyre : Bu seni şaşırtmasın; ben Rasûlullah (s.a.) in : «Allah iyiliği iki bin kere bin kat artırır» buyurduğunu işittim, dedi.

Bu, garîb bir hadîstir ve hadîsin senedindeki Ali İbn Zeyd İbn Ced'ân'm münker hadîs rivayetleri vardır. Ancak bu hadîsi ibn Ebu Hatim başka bir şekilde rivayet etmiş ve şöyle demiştir : Bize Ebu Hal-lâd Süleyman İbn Hallâd el-Müeddib... Ebu Osman el-Nehdî'den rivayet ediyor ki o şöyle demiştir : Benden daha çok Ebu Hüreyre ile birlikte otu­ran kimse yoktur. O benden önce hacca gitti. Ben de ondan sonra yola çıktım. Basra halkının, onun şöyle dediğini rivayet ettiklerini duydum : Rasûlullah (s.a.) in : «Allah iyiliği bin kere bin kat artırır» buyurdu­ğunu işittim. Ben : «Yazıklar olsun size, benden daha çok Ebu Hü­reyre ile birlikte oturan kimse yoktur ve ben bu hadîs-i şerifi işitme- dim» dedim. Ebu Osman el-Nehdî devamla şöyle anlatır : Ona yetiş­mek üzere yola çıktım ve onun hacca gittiğini gördüm. Kendisinden bu hadîsi almak için ben de hacca gittim ve onunla buluşarak : Ey Ebu Hüreyre, Basra halkının senden rivayet ettiklerini işittiğim hadîs ne oluyor? dedim. O : O da ne ki? dedi. Ben : Onlar, senin : «Allah iyi­liği bin kere bin kat artırır» dediğini iddia ediyorlar, dedim. Ebu Hü­reyre : «Ey Ebu Osman, buna şaşma; Allah Teâlâ : «Kimdir o ki, Al­lah'a güzel bir borç versin de Allah, onu kat kat fazlasıyla ödesin.» ve : «Halbuki dünya hayatımn geçimi âhiretin yanında pek azdır.» (Tevbe, 38) buyurmaktadır. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ede­rim ki Rasûlullah (s.a.) m: «Allah iyiliği iki bin kerre bin kat arttı­rır.» buyurduğunu işittim.»

Tirmizî ve başkalarının Amr İbn Dînâr tarîkıyla... Abdullah İbn Ömer İbn Hattâb'dan rivayet ettikleri şu hadîs-i şerif de bu anlamda­dır. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: «Kim çarşılardan bir çarşıya girer de «tek ve şeriki olmayan Allah'dan başka İlâh yoktur, mülk ve hamd O'nadır. O, her şeye Kâdir'dir.» derse Allah ona bin kerre bin iyilik yazar ve bin kerre bin kötülüğünü siler.»

İbn Ebu Hatim diyor ki; bize Ebu Zür'â... İbn Ömer'den rivayet etti ki o şöyle demiştir : «Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin du­rumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir.» (Bakara, 261) âyeti nazil olunca Allah Rasûlü: . «Rabbım, ümmetime arttır» buyurdular. Bunun üzerine, «Kimdir p ki, Allah'a güzel bir borç versin de Allah, onu kat kat fazlasıyla ödesin.» âyeti nazil oldu. Allah Rasûlü: «Rabbım, ümmetime arttır.» buyurdu­lar. Bunun üzerine : «Yalnız sabredenlere ecirleri hesapsız olarak öde­necektir.»  (Zümer, 10) âyet-i kerîme'si nazil oldu.

Yine İbn Ebu Hatim, Kâ'b el-Ahbâr'dan rivayet ediyor ki ona bir adam gelerek : Bir adamın : «Kim ihlâs sûresini bir kere okursa Allah cennette ona inci ve yakuttan onbin kere bin oda bina eder.» dediğini işittim. Onu doğrulayım mı? diye sordu. O da : Evet, buna hayret mi ettin diye sordu. Adam: Evet, dedi. Yirmi bin kere bin, otuz bin kere bin ve ancak Allah'ın sayabileceği kadar. Ve : «Kimdir o ki, Allah'a güzel bir borç versin de Allah, onu kat kat fazlasıyla ödesin.» âyetini okudu. Allah'dan olan çok ise sayılamaz.

Allah Teâlâ buyuruyor : «Allah kısar da, açar da.» Siz harcayın ve aldırmayın. Rızık veren ancak Allah'tır; kullarından dilediğinin rızkını daraltır ve dilediği başkalarınınkini de genişletir. Bu konudaki yüce hikmet Allah'ındır. «O'na döndürüleceksiniz.» Kıyamet gününde. [18]

 

246 — Musa'dan sonra îsrâiloğullanndan bir cemâa­te bakmadın mı? Hani, onlar peygamberlerine; bize bir hü­kümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım, dediler. Pey­gamberleri de: Üzerinize savaş farz edilir de ya savaşmaz­sanız? dedi. Onlar dediler ki: Biz Allah yolunda neden sa­vaşmayalım? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık, hem de oğul­larımızdan (ayrıldık). Fakat onların üzerine savaş farzedildiği vakit, içlerinden pek azı müstesna hep geri döndü­ler. Allah, zâlimleri çok iyi Bilendir.

 

Yahudi'lerden Bir Topluluk

 

Ma'mer'den, o da Katâde'den rivayetle Abdürrezzâk diyor ki: «Bu peygamber Yûşa' İbn Nûn'dur.»

İbn Cerîr der ki: «Bu âyette İbn Efrayim İbn Yûsuf İbn Ya'kûb kastediliyor.»

Bu söz (doğru olmaktan) uzaktır. Çünkü bu olay Hz. Musa'dan uzun bir zaman sonra meydana gelmiştir. Halbuki bu olay açıkça be­lirtildiği üzere, Dâvûd (a.s.) zamanındadır. Dâvûd ve Mûsâ arasında ise bin küsur sene vardır.

Süddî bu peygamberin Şem'ûn olduğunu; Mücâhid ise Şemuyel (a.s.) olduğunu söylemektedirler.

Vehb İbn Münebbih'ten Muhammed İbn İshâk şöyle diyor : Bu peygamber Şemuyel ben Bâli, ben Alkame, ben Yerhâm, ben İlîhu, ben Tehos, ben Sûf, ben Alkame, ben Amersa, ben Azriya, ben Safiyye, ben Alkame, ben Ebu Yasef, ben Kârûn, ben Yashun, ben Kâhes, ben Lavî, ben Ya'kûb, ben İshâk, ben İbrâhîm (a.s.) dir.

Vehb İbn Münebbih ve başkaları şöyle diyorlar : Hz. Musa'dan son­ra İsrâiloğulları bir süre doğru yolda kaldılar. Sonra birtakım yeni şeyler icâd ettiler ve bazıları putlara taptı. Bu yaptıklarına gelinceye kadar aralarında kendilerine iyiliği emredip kötülükten alıkoyan pey­gamberler vardı. Bundan sonra Allah düşmanlarını üzerlerine musallat etti de birçokları öldürüldü, birçokları esir alındı ve düşmanları ken­dilerinden birçok memleketi aldılar. Onlarla kim savaştıysa kendileri­ne gâlib geldi. Eski zamanlardan Hz. Musa'ya gelinceye kadar nesil­den nesile mîrâs kalan Tâbut ve Tevrat ellerindeydi. Onlar bu şekilde sapıklıkta devam edegeldiler ve nihayet bir harbte krallardan birisi kendilerinden Tâbût'u ve ellerinden Tevrat'ı alıverdi. İçlerinden Tev­rat'ı muhafaza eden çok az kişi kaldı ve soylarından peygamberlik ke­sildi. İçlerinden peygamberler çıkan Lavî kabilesinden kocası öldürül­müş hâmile bir tek kadın kalmıştı. Onu da alıp bir evde hapsettiler. Allah'ın ona peygamber olacak bir çocuk vereceği ümidiyle onu mu­hafaza ediyorlardı. Kadın; kendisine bir erkek çocuk vermesi için Al­lah'a devamlı duâ ediyordu. Allah; kadının duasına icabet buyurarak kendisine bir erkek çocuk bahşeyledi. O da çocuğuna : «Allah duamı kabul buyurdu» anlamında olmak üzere Şemuyel adını verdi. Bazıları yine aynı anlamda olmak üzere çocuğa Şem'ûn diyorlardı. Çocuk işle­rinde büyüyüp yetişti ve iyi bir çocuk oldu. Çocuk peygamberlik yaşına gelince, Allah kendiisne vahyederek insanları Allah'ın birliğine da'veti emreyledi. O da İsrâiloğullannı çağırdı. İsrâiloğulları kendisinden, bir- likte düşmanlarıyla savaşacak bir kral nasbetmesini istediler. O sıra­larda aralarında bir de kral zuhur etmişti. Peygamber onlara dedi ki: Allah size bir kral nasbeder de onunla birlikte savaşma va'dine vefa göstermiyerek savaşmaz iseniz (ne olacak?). «Onlar dediler ki: Biz Al­lah yolunda neden savaşmayalım? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık, hem de oğullarımızdan ayrıldık (oğullarımız esîr edildi)» Allah Teâlâ şöyle buyurdu : «Fakat onların üzerine savaş farz edildiği vakit içlerinden pek azı müstesna hep geri döndüler. Va'dlerinde durmadılar ve çoğun­luğu Allah yolunda savaştan yüz çevirdi. Allah, o zâlimleri çok iyi bi­lendir.»[19]

 

247 — Onlara peygamberleri dedi ki: îşte Allah hü­kümdar olarak size Tâlût'u gönderdi. Onlar: Biz hüküm­darlığa ondan daha lâyık iken ve ona malca bolluk da ve­rilmemişken nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olabi­lir? dediler. Peygamberleri de dedi ki: Allah onu sizin üs­tünüze beğenip seçmiştir. O'na bilgice ve vücûdça da bir üstünlük vermiştir. Şüphesiz ki Allah; mülkünü dilediği­ne verir. Ve Allah Vasi'dir, Alîm'dir.

 

Tâlût ve Câlût

 

Onlar peygamberlerinden; kendilerine, aralarından birini kral ta-yîn etmesini istediklerinde Tâlût kral tayîn edildi. Tâlût bir asker olup kral ailesinden değildi. Krallık Yahûdâ kabilesinde idi ve Tâlût da bu kabileden değildi. Bunun içindir ki onlar: «Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona malca bolluk da verilmemişken nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olabilir?» dediler. Yani hükümdar seçil­mekle birlikte o fakirdi ve hükümdarlığı yürütecek varlığı yoktu. Ba­zılarının zikrettiğine göre o sucu; bazılarının dediğine göre de tabak idi. Bu davranış, peygamberlerine bir karşı çıkma ve isyan idi. Hal­buki onlara itaat etmek ve güzel söz söylemek düşerdi sadece. Peygamberleri onlara cevaben şöyle dediler: «Allah onu sizin üstünüze beğenip seçmiştir.» Allah onu sizin için yine sizin aranızdan seçmiştir ve onu sizden daha iyi bilmektedir. Onu kendi kendime ben seçmiş de­ğilim. Benden vâki' isteğiniz üzerine Allah bunu bana emretmiştir. «Ona bilgide de vücûdça da bir üstünlük vermiştir.» Bununla birlikte Tâlût sizden daha güçlü, sabırlı ve bilgilidir. İlim ve boyca sizden daha mü­kemmeldir.

Buradan hareketle hükümdar olan kişinin ilim, güzel bir şekil sa­hibi ve bedence kuvvetli olması gereklidir.

Peygamberleri sonra şöyle devam etti: «Şüphesiz ki Allah; mül­künü dilediğine verir.» O dilediğini yapan bir hakîm'dir. Yaptıkların­dan sorulmaz. Ama yaratıklarına rahmetinden ve-hikmetinden dolayı, bir de ilmi icâbı onlar yaptıklarından sorulacaklardır. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Ve Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.» buyurmaktadır. O'nun fazileti geniştir; rahmetini dilediğine bahşeder. Hükümdarlığa kimin kimden daha müstehak olduğunu da en iyi O bilir. [20]

 

248 — Peygamberi onlara dedi ki: Gerçekten onun hükümdarlığının alâmeti size Tâbût'un gelmesidir ki, on­da Rabbmızdan bir «Sekine» ve Mûsâ hanedanıyla Harun hanedanının terkettiklerinden bir kalıntı vardır. Melekler onu yüklenecektir. Şayet inananlardan iseniz şüphe yok ki, bunda sizfn için kesin bir âyet vardır.

 

Peygamberleri onlara şöyle der: «Tâlût'un hükümdarlığının bere­ketinin alâmeti, sizden daha önce alınmış olan Tâbût'u Allah'ın size geri vermesidir.»

«Ki onda Rabbmızdan bir sekînet vardır.» Âyet-i kerîme'deki se-kînet kelimesinin yakar ve yücelik anlamında olduğu söylenmiştir.

Ma'mer kanalıyla Katâde'den rivayetle Abdürrezzâk bu kelimenin vakar anlamında olduğunu; Rebî* ise rahmet anlamında olduğunu söy­lemektedir. Bu sonuncu anlam Avfî'den ve İbn Abbâs'dan da rivayet edilmiştir.

İbn Cüreyc der ki: «Onda Rabbımzdan bir sekînet... vardır.» âye­tini Atâ'ya sordum. «Allah'ın âyetlerinden bilip de kendisinde huzur ve sükûn bulduklarınızda*.» diye cevap verdi. Hasan el-Basrî de böyle söylemiştir.

“Es-Sekinetu” nin altından bir tas olduğu ve içinde peygamberle­rin kalblerinin yıkandığı da söylenmiştir. Allah Teâlâ onu Mûsâ (a.s.) ya vermiş o da levhaları onun içine koymuştu.

Bu görüşü Süddî... İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

Süfyân el-Sevrî... Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder: «İnsan yüzü gibi bir yüzü vardır. Sonra o hafif bir ruhtur.»

İbn Cerîr diyor ki: «Bana Müsennâ... Ali'den rivayet etti ki o şöyle demiştir : «Sekînet, şiddetli bir rüzgârdır ve onun iki başı vardır.»

Mücâhid de «onun iki kanadı ve bir kuyruğu vardır,» demektedir.

Muhammed İbn İshâk, Vehb İbn Münebbih'den rivayetle şöyle diyor : «Sekînet, ölü bir kedi başıdır. Tâbutta kedi haykırmasıyla hay­kırdığı zaman zafere ulaşacaklarını anlarlar ve onlara zafer nasîb olurdu.»

Abdürrezzâk... Vehb İbn Münebbih'in şöyle dediğini söylüyor : Se­kînet, Allah'dan bir ruhtur ki konuşurdu. Herhangi bir şeyde anlaş­mazlığa düştüklerinde konuşur ve arzuladıkları şeyin açıklamasını on­lara bildirirdi.

«Mûsâ hanedanıyla, Hârûn hanedanının terkettiklerinden bir ka­lıntı vardır.» âyet-i kerîme'sine gelince; İbn Cerîr der ki: Bize İbn Müsennâ... «Mûsâ hanedanı ile Hârûn hanedanının terk ettiklerinden bir kalıntı vardır.» Âyeti hakkında İbn Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet etti: «Bunlar, Hz. Mûsâ   (a.s.) nın asası ve levhaların parçalandır.»

Katâde, Süddî, Rebî' İbn Enes ve İkrime de böyle söylemişler, İk-rime ayrıca Tevrat'ı da ilâve etmiştir.

Ebu Salih «Mûsâ hanedanıyla, Hârûn hanedanının terkettiklerin­den bir kalıntı vardır.» âyeti hakkında : Hz. Musa'nın ve Harun'un asa­ları ile Tevrât'dan iki levha ve menn'dir, demiştir.

Atiyye İbn Sa'd ise : Mûsâ ve Harun'un asaları, Mûsâ ve Harun'un elbiseleri ve levhaların parçalarıdır, diyor.

Abdürezzâk der ki: «Mûsâ hanedanıyla Hârûn hanedanının ter­kettiklerinden bir kalıntı vardır» âyetini Sevrî'ye sordum; şöyle dedi: Onun menn'den bir ölçek ve levhaların parçalan olduğunu söyliyenle-rin yanında asâ ve na'leyn olduğunu söyleyenler de vardır.

«Melekler onu yüklenecektir.» âyetine gelince; İbn Cüreyc, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: «Melekler Tâbût'u gökle yer arasın­da taşıyarak geldiler ve insanlar bakıp dururken onu Tâlût'un önüne koydular.

Süddî der ki: Tâbut, Tâlût'un evinde idi ve onlar da Şem'ûn'un peygamberliğine inanarak Tâlût'a itaat ettiler.

Sevrî'den, onun da bazı şeyhlerinden rivayetinde Abdürrezzâk di­yor ki: «Melekler Tâbût'u bir ineğin çektiği araba üzerinde getirdiler.» İki ineğin çektiği bir araba üzerinde olduğu da söylenmiştir.

Bir başkası da şöyle anlatır: «Tâbut Eriha'da idi. Müşrikler orayı aldıklarında Tâbût'u ilâhlarının evinde büyük putun altına koymuş­lardı. Tâbut putun başına çıktı, indirip tekrar altına koydular, yine aynısı oldu. Onu putun altına çaktılar, bu sefer de putun ayakları par­çalanarak etrafa saçıldı. Böylece bunun Allah'ın işi olduğunu ve ken­dilerine uğur getirmeyeceğini anladılar ve Tâbût'u memleketlerinden çıkararak köylerden birine koydular. O köy ahâlisinin boyunlarında bir hastalık meydana geldi.

İsrâiloğullarından esîr almış oldukları bir câriye bu hastalıktan kurtulmaları için onu İsrâiloğullarına geri vermelerini önerdi. Onlar da Tâbût'u iki ineğe yükleyerek yola çıkardılar. İsrâiloğullan memle­ketine yaklaşıncaya kadar ona kim yaklaştı ise öldü. İsrâiloğullan mem­leketine yaklaşınca inekler boyunduruklarını kırarak geri döndüler. İsrâiloğullan da gelerek Tâbût'u aldılar.

Tâbût'u Dâvûd (a.s.) un, ya da içlerinden iki gencin teslim aldığı söylenir. Tâbût'un Filistin köylerinden Ezded köyünde olduğu da söy­lenmiştir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Şayet Allah'a ve âhiret gününe inananlardan iseniz şüphe yok ki bunda sizin için getirmiş olduğum peygamberliğimde ve Tâlût'a itaat konusunda size emrettiklerimde doğru olduğuma kesin bir delil vardır.» [21]

 

249 — Tâlût orduyla birlikte ayrılıp çıktığı vakit de­di ki: Allah sizi bir ırmakla deneyecektir. Kim ondan içer­se benden değildir. Kim de ondan tatmazsa şüphesiz ki bendendir. Eliyle bir avuç alanlar başka. Derken onlardan birazı müstesna olmak üzere hepsi de ondan içiverdiler.

 

Tâlût ve beraberindeki mü'minler ırmağı geçtikleri vakit, bizim bugün Câlût ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yoktur, dediler. Mutlaka Allah'a kavuşacaklarını bilenler-se dediler ki: Nice az topluluk, Allah'ın izniyle pek çok topluluğu yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.

Allah .Teâlâ bu âyet-i kerîme'de İsrâiloğullarının kralı Tâlût'tan haber veriyor. Tâlût, ordusu ye İsrâiloğullanndan kendisine itaat eden­lerle birlikte çıkmıştı. Süddî'nin zikrettiğine göre, o günde ordusunun sayısı seksenbin idi ki Allah en iyisini bilir. O şöyle demişti: «Allah sizi bir ırmakla deneyecektir.»

îbn Abbâs ve başkaları meşhur şerîa nehrini kasdederek bu nehrin Ürdün ve Filistin arasında bir nehir olduğunu söylerler.

Tâlût şöyle devam etmişti:

«Kim ondan içerse benden değildir.» Bu şekilde bugün benimle birlikte olmasın. «Kim de ondan tatmaz ise şüphesiz ki bendendir. Eliy­le bir avuç alanlar başka.» Bunun bir zararı yoktur.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Derken onlardan birazı müstesna ol­mak üzere hepsi de ondan içiverdiler.»

İbn Cüreyc, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini söylemektedir : «Ondan eliyle bir avuç alan kandı, içen ise kanmadı.» Aynı sözleri Süddî de Ebu Mâlik'ten, o da İbn Abbâs'tan rivayet etmiş, Katâde ve İbn Şevzeb de aynı şeyi söylemişlerdir.

Süddî diyor ki: Ordu seksen bin kişiydi. Bunlardan yetmişaltı bin kişisi nehirden içti ve Tâlût ile birlikte dörtbin kişi kaldı.

İbn Cerîr; İsrail, Süfyân es-Sevrî ve Mis'âr İbn Kedâm kanalıyla... Berâ İbn Âzib'den rivayet ediyor ki; o şöyle demiştir : Biz Bedir gü­nündeki Muhammed (s.a.) in ashabından bahsediyorduk. Onlar Tâlût ile birlikte nehri geçenlerin sayısı gibi üçyüz on küsur kişi idiler. Tâlût ile nehri ancak mü'min olanlar geçmişlerdi.

Buhârî de bu hadîsi Abdullah İbn Recâ tarîkıyla... Berâ'dan ri­vayet etmiştir.

Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Tâlût ile beraberindeki mü'minler ırmağı geçtikleri vakit, bizim bugün Câlût ve ordusuna karşı gücümüz yoktur.» Onlar düşmanlarının çokluğundan dolayı düşmanla karşılaş­mak için kendilerini az gördüler. Bilginleri ise Allah'ın vaadinin hak öduğunu, zaferin Allah katından olduğunu, sayı ve hazırlığın çoklu­ğuna dayanmadığını söyleyerek onları cesaretlendiriyor: «Nice az top­luluk, Allah'ın izniyle pek çok topluluğu yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.» diyorlardı. [22]

 

250 — Câlût ve askerlerine karşı çıktıkları zaman de­diler ki: Ey Rabbımız, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımı­za sebat ver ve bizi kafirler güruhuna karşı muzaffer kıl.

251 — Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrat­tılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü. Allah ona mülk ve hik­met verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. Şayet Al­lah'ın insanları birbiriyle defedip savması olmasaydı yer­yüzü muhakkak fesada uğrardı. Ancak Allah, âlemler üze­
rine lütuf sahibidir.

252 — İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Şüphesiz ki sen (tarafımızdan) gön­derilmiş peygamberlerdensin.

 

Sayıca az olan Tâlût'un îmânlı ordusu, sayıca çok olan Câlût'un or­dusundan müteşekkil düşmanlarıyla karşılaştıklarında «Eyt Rabbımız, kendi katından üzerimize sabır yağdır.» Düşmanla karşılaşmamızda «ayaklarımıza sebat ver,» bizi acizlik ve kaçmaktan koru «ve bizi kâ­firler güruhuna karşı muzaffer kıl.» dediler.

Allah Teâlâ buyuruyor: «(Allah'ın yardımıyla) onları hemen he­zimete uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü.»

İsrâiliyâtta zikredildiğine göre Hz. Dâvûd Câlût'u elindeki bir sa­panla öldürmüş. Attığı sapan ona isabet ederek öldürülmüş. Tâlût, Câ­lût'u öldüreni kızıyla evlendireceğini, nimetleriyle sevindireceğini ve işlerinde kendisini ortak edeceği va'dinde bulunmuş. Bu sözünde dur­muş, sonra hükümdarlık Allah'ın kendisine verdiği büyük peygamber­likle birlikte Dâvûd (a.s.) a intikâl etmiş. Bunun içindir ki Allah Teâlâ şöyle buyurur: Tâlût'un elinde olan «Mülkü ve hikmeti» Şemûyelden sonra peygamberliği «ona verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti.» Allah Teâlâ sonra şöyle buyuruyor :

«Şayet Allah insanları birbriyle defedip savmasaydı yeryüzü mu­hakkak ki fesada uğrardı.» Tâlût'un muharebesi ve Davud'un kahra­manlığı ile îsrâiloğullarının başından düşmanlarını savdığı gibi, eğer Allah bir kavimden başka kavimleri defedip savmasaydı elbette helak olurlardı. Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurmaktadır: «Şüphesiz ki Allah insanların bir kısmını diğerleriyle bertaraf etme­seydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılır giderdi.» (Hacc, 40)

İbn Cerîr diyor ki: Bana Ebu Humeyd el-Hımsî... İbn Ömer'den ri­vayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır : «Şüphesiz ki bir sâlih müslüman ile Allah Teâlâ ona komşu olan yüz hâne halkından belâyı savar.» Sonra îbn Ömer: «Şayet Allah insanları birbiriyle defe­dip savmasaydı yeryüzü muhakkak ki fesada uğrardı.» âyet-i kerîme'-sini okudu.

Bu hadîsin isnadı zayıftır. Çünkü seneddeki Yahya İbn Saîd —ki îbn Attâr el-Hımsî'dir— son derece zayıf bir râvîdir.

Yine İbn Cerîr şöyle der: Bize Ebu Humeyd el-Hımsî... Câbir İbn Abdullah'dan rivayetle Rasûlullah (s.a.) m şöyle buyurduğunu haber verdi: «Şüphesiz ki Allah Teâlâ sâlih bir müslüman adam ile onun çocuklarını, çocuklarının çocuklarını, ev halkını ve civarlarında olan hanelerin halklarını düzeltir. O kişi aralarında olduğu sürece hepsi de Allah'ın hıfzı, emâneti altındadırlar.»

Yukardaki sebebe istinaden bu hadîs de garîb ve zayıf bir hadîstir.

Ebu Bekr İbn Merdûyeh diyor ki: «Bize Muhammed İbn Ahmed İbn İbrâhîm... Sevbân'dan merfû' olarak şu hadîs-i şerifi haber verdi: «Allah'ın emri gelinceye kadar (kıyamete kadar) içinizde yedi sınıf insan bulunacak; onlarla zafer bulacaksınız, onlarla yağmura nail ola­caksınız ve onlarla rızıklanacaksınız.»

Yine İbn Merdûyeh diyor ki: Bize Muhmmed İbn Ahmed... Ubâ-de İbn Sâmit'ten rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlar­dır : «Ümmetim içinde ebdâl otuz kişidir; onlar sayesinde nzıklanırsı-nız, onlar sayesinde size yağmur verilir ve onlar sayesinde zafere ka­vuşturulursunuz.» Katâde der ki: Hasan'm onlardan olduğunu uma­rım.

Allah Teâlâ buyuruyor : «Ancak Allah âlemler üzerine lütuf sahi­bidir.» Onlara rahmet ve iyilik sahibidir. Bazısını bazısıyla defeder, savar. Bütün işlerinde ve sözlerinde yaratıklarına karşı hüküm, hik­met ve hüccet sahibidir. Sonra Allah Teâlâ : «İşte bunlar Allah'ın âyet­leridir. Onları sana hak olarak okuyoruz.» buyuruyor. Yani geçmişle­rin durumlarından sana anlattığımız şeyler Allah'ın âyetleridir ve îs-râiloğullan bilginlerinin bildiklerine de mutabık ve uygun vakıalar-dır bunlar. «Ve sen ey Muhammed tarafımızdan gönderilmiş peygam­berlerdensin.» [23]

İşaret kabilinden bu âyet şöyle tefsir edilir: Kalb Musa'sından sonra gelen beden yahûdîlerinden güçlü bir topluluğu gördün mü? Hani onlar, akıl peygamberlerine diyorlardı ki; bize Allah yolunda sa­vaşabileceğimiz bir hükümdar gönder. O, ya üzerinize savaş farz kılın­dığı takdirde savaşmazsanız? Çünkü tabiat çirkeflerine batıp daldığı­nız için savaşabileceğinizi ümid etmiyorum, demişti. Onlar da Allah'a gidiş yolunda niçin savaşmayalım? Biz aslî istidatlarımızın yur­dundan çıkarılmış bulunuyoruz. Çünkü orayı arzu ediyoruz. Ke­mâl çocuklarımızdan yabancı düştük, sürekli ağlayarak onları bekliyo­ruz demişlerdi. Kendilerini gurbete düşüren ve hayretten hayrete sev-keden düşmanlarıyla savaşma buyruğu gelince pek azı müstesna, o peygamberin taraftarlarının safından çıkıp savaşmaktan kaçınmışlar­dı. Savaşanlar sadece isti'dâtlı güçlerdi. Allah kendi kısmetlerini azal­tan zâlimleri çok iyi bilir. Peygamberleri kendilerine demişti ki: Allah Teâlâ size, insanî rûh olan Tâlût'u, ilâhî nurlarla taçlanmış Samadânî tedbîrlerin tahtına oturmuş olarak kral yaptı. Onlar enâniyet perde siyle perdelendikleri, hakkaniyet bilgilerinden gafil kaldıkları için; aslî âlemden kesafet âlemine inmiş olması sebebiyle mertebesi düşük olduğu ve bize benzer yanı bulunmadığı halde o bizim üzerimizde nasıl kral olur? dediler. Ve devamla, biz kendi âlemimize iştirak ettiğimiz, birbirimize benzediğimiz için hükümdarlığa daha çok lâyıkız, dediler. Bilindiği gibi bir şeyin benzeri ona daha çok meyyaldir. Ve kişi benze­rine daha çok uyar. Her şeyin felâketi de kendi cinsindendir. Kaldı ki o hükümdara tasarruf mülkünden bir genişlik de verilmiş değildi. Zîrâ vasıtasız tasarruf yapılamaz. Peygamberleri onlara dedi ki: Allah onun basitliği, sizin bileşikliğiniz nedeniyle onu size hükümdar kıldı. İlâhi bilgide genişlik, rûhânî zâtta kuvvet verdi ona. Allah mülkünü dilediğine verir ve o kimse Allah'ın mülkünü Allah'ın izniyle yönetir. Allah mutlak genişlikle her şeyi kuşatmıştır. Zuhur gerektiren Esmâ'-nın zuhûruyla, tecellîyi icâbettiren hükmüyle bilgi sahibidir. Peygam­berleri onlara dedi ki: Onun sizin üzerinizdeki hükümdarlığı ve Rab tarafından size halîfe ta'yîn edildiğinin işareti, göğün tâbutunu getir­mesidir. Onda Rabbmız tarafından gönderilmiş bir sükûnet ve huzur vardır. Sekînet îmânla huzur, Allah ile ûnsiyettir. Ayrıca o tabutta kalb Musa'sının ve sır sahibi Hârûn ailesinin bıraktığı kalıntılar var­dır. Bunlar tevhîd ve La İlahe İllallah asâsıdır ki; o nefs sıfatlarının büyülerinin en büyüğünü kapıp kaçar. O tabutta peygamberlerin gö­nüllerinin yıkandığı nûr tecellilerinin atası vardır. Bir de ilham Tev­rat'ından bölümler vardır ki, onu ruh tâbutunun huzuruna istî'dat melekleri taşır ve o zaman kendisine hilâfet teslim edilir, bütün insan sıfatlarının kabileleri ona boyun eğer. Tâlût ve askerleri, akıl veziri, kalp müşiri, anlayış müdebbiri ve duyu nizâmıyla ayrılınca, Allah on­ları şehvet sularıyla, cismânî tabiat nehriyle tecrübe edeceğini bildirdi. Kim o sudan içer ve susuzluğunu gidermek için avuçlarsa, ruhanîler âleminin sıfat mûkâşefesinin mensûblarından teşekkül eden benim topluluğuma dâhil olmazlar. Kim de o sudan tatmaz ve içmezse o, kud-sî yüceliklerin sakinlerinden ve ünsiyyet tahtının gelinlerinin cilvesini görenlerden olur. Kim de eliyle bir avuç avuçlar ve zaruret miktarıyla yetinirse] hırsa düşmeksizin ve aşırıya gitmeksizin ihtiyâç için avuçla-yacak olursa onlar müstesnadır, dedi. Ne var ki onlar bu sudan içtiler, avuçladılar ve pek azı müstesna suyun içine dalıp çıktılar. Müstesna olanlar tabiat kirliliklerinden arınmış, kirli elbiselerinden temizlenmiş, hilelerden' uzaklaşmış olan bir azınlıktı ve bunların sayısı çok azdı. Rûh Tâlûfu, tabiat nehrini geçip beraberinde kalb, akıl ve müzik ile diğer ştâhîDer^ olduğu halde, inananlarla birlikte bu nehri aşınca, tem­kin makamına ulaşmamış olan zayıflardan müteşekkil bir grup dediler ki: Bu gün bizini nefs Câlût'una ve onun adamlarına karşı savaşacak gücümüz yoktur. Çünkü onlar hîle ve desiseleri çok iyi bilirler. Allah'a dönerek onunla mülâki olacaklarına kesinkes inananlar da dediler ki; nice az bir topluluk pek çok topluluğu yenip ezmiştir. Onların toplu­luğu Allah'ın izniyle yokolup gitmiştir. Allah onlara hâs tecellîleri ile sabredenlerle beraberdir. Onlar Câlût ve askerleriyle savaşa tutuşun­ca, her türlü güç ve kuvvetten sıyrılıp, Rabbımız bize sabır ve istikâmet ver. Cihâd meydanında ayalkarımıza direnç ver ki, bir daha mağlûb olarak geri dönmeyelim, hakkı gizleyen düşmanlarımıza karşı bizi mu­zaffer kıl, dediler. Bu düşmanlar nefs-i emmâre ve onun sıfatlarıdır. Allah'ın izniyle onlar bu düşmanlarını yenip kırana uğrattılar. Kalb Davud'u nefs Câlût'unu öldürdü. Hepsi temkin makamına vâsıl oldu­lar. Bir daha geri dönmekten korkmaz ve çekinmez oldular. Kalb Dâ-vûd'u, nefs Câlût'unu teslim taşı ile rızâ balyozları arasında ezdi. Al­lah'tan başkasına iltifatı terketti. Böylece onun heves beynine isabet ettirdi ve onu baygın olarak yere düşürdü. Allah Teâlâ ona hilâfet mülkünün Dâvûd'luğunu verdi, ilham hikmetlerini, lütfetti, harb el­biselerini yapmayı ve varidat kuşlarının dilini öğretti. Beden dağlarının teşbihini belletti. Şayet Allah Teâlâ talep erbabı gibi bazı insanları, «vâsılîn» zümresine eren meşâyih gibi bazılarıyla def'etmeseydi, en güzel biçimde yaratılmış olan insanların isti'dâd toprakları nefs Câ-lût'unun isti'lâsı sırasında fesada uğrardı. Ne var ki Allah âlemlere lü­tuf ve ihsan sahibidir. Talîblerin taleb silsilesi ve onların ilham esrarı ile kâmil şeyhlerin irâdesini harekete geçirir. Onları terbiye eteklerine sararak, hareket tepelerini aşmalarında başanya ulaştırması da Allah'ın lutf-u keremine işarettir. Cimri davranmayan cömerdi, isteyen ve iste­meyen herkese lütfeden lütuf sahibini (Allah Teâlâ'yı) tenzih ederiz. [24]

Abd İbn Humeyd- ve tbn el-Münzir, İbn Abbâs'dan naklederler ki: Ona Hz. Mûsâ'riin elinde bulunan tâbutun genişliği sorulduğunda o «iki zira' idî» demiştir. îbn el-Münzir ve İbn Ebu Hatim, naklederler ki, İbn Abbâs «sekîn» e rahmettir, demiştir. İbn Ebu Hatim ve Ebu Şeyh İbn Abbâs'tan rivayet ederler ki o, «sekine» huzur ve itmi'-nândır, demiştir. İbn el-Münzir ve İbn Ebu Hatim, İbn Abbâs'dan nak­lederler ki; o «sekine» kedi büyüklüğünde bir hayvandır. İki gözün­den şualar fışkırır, demiştir. İki ordu karşı karşıya geldiğinde o hayvan elini çıkarır ve orduya bakar, ordu korkusundan mağlûb olurdu de­miştir. Taberânî zayıf bir senedle Hz. Ali'den nakleder ki, o «sekine» bir rüzgârdır. Onun iki başı vardır, demiştir. Abdürrezzâk, Ebu Ubeyy, Abd İbn Humeyd, İbn Cerîr, İbn Münzir, İbn Ebu Hatim ve Hâkim, sahîh olarak Hz. Ali'den tahrîç ederler ki, o «sekine» insan yüzü gibi yüzü olan bir şeydir. Ayrıca o bir rüzgârdır, demiştir. Abd İbn Humeyd, İbn Cerîr, İbn Ebu Hatim ve Beyhakî Mücâhid'den naklederler ki o «sekîne» Allah tarafından gönderilen rüzgâr şeklinde bir şeydir. Kedi gibi yüzleri vardır. İki kanadı ve kedi kuyruğuna benzer kuyruğu var­dır, demiştir. Saîd İbn Mansûr, Ali İbn Humeyd, İbn Cerîr, İbn Abbâs' tan naklederler ki, o «sekîne», cennette altından bir tastır. İlâhi levha­ların verildiği peygamberlerin kalbi onunla yıkanır, demiştir. Abd İbn Humeyd, İbn Cerîr, İbn Ebu Hatim, Vehb îbn Münebbih'ten nakle­derler ki, o «sekîne» Allah tarafından bir ruhtur, konuşmaz, insanlar bir şeyde ihtilâf ederlerse konuşur ve insanların sözünü ettikleri ko­nunun açıklamasını bildirir, demiştir. İbn Ebu Hatim, Hasan'dan nakle­der ki, o «sekîne» insanın kalbinin huzur bulduğu sözdür, demiştir. Abdürrezzâk Katâde'den nakleder ki o, «sekîne» vakâr'dır, demiştir.

Ben derim ki: Bu birbiriyle çelişik olan tefsirler bu büyük kişilere yahûdîlerden ulaşmış olan bilgilerdir. Allah onları kahretsin. Onlar bu gibi şeyleri müslümanların dinleriyle oynamak ve şüphe saçmak için müslümanların arasına sokuşturmuşlardır. Bakın ki; bazan «sekî­ne» yi bir hayvan, bazan katı bir madde, bazan da akılsız bir şey şek­linde takdîm etmişlerdir. Mücâhid'in söylediğine bakılacak olursa, o kedi yüzü gibi l)ir yüzü olan iki kanatlı ve kedi kuyruğuna benzer kuy­ruğu olan bir rüzgâr şeklindedir. İsrâiloğullarından nakledilen bütün bilgiler çoğunlukla akıl almaz şeylerden ibaret olup birbiriyle çelişik­tir. Bu gibi çelişik rivayetlerin Hz. Peygamberden nakledilmesi sahîh olmadığı gibi, onu söyleyen kişilerin de görüşü olamaz. Çünkü onlar kendi görüşleriyle tefsire başvurmayacak ve içtihâd konusu olmayan konulara dalmayacak derecede değerli kimselerdir.

Bu senin için kesinlik kazandıysa, bilirsin ki bu noktada başvurul­ması gereken kaynak sekine kelimesinin lügat bakımından anlamıdır. Bu, lügatta bilinen bir kelimedir. Lügat bilgisi dururken bu gibi çeli­şik ve zorlamalı şeylere başvurmaya gerek yoktur. Allah bu konuda bizim için geniş bir yol halketmiştir. Eğer sekine konusunda Hz. Pey­gamberden nakledilmiş bir tefsir bulunsaydı bizim onun görüşüne uy­mamız gerekirdi. Halbuki ondan bu konuda hiçbir rivayet nakledilme-miştir.» [25]

 

253 — Bu peygamberlerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah, onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de dere­celerle yükseltmiştir. Meryem oğlu îsâ'ya. da açık deliller verdik. Ve onu Rûh'ul-Kudüs ile destekledik. Eğer Allah dileseydi onların arkasındakiler; kendilerine apaçık delil­ler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ihti­lâfa düştüler, sonra onlardan kimi inandı, kimi de inkâr et­ti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ancak Allah istediğini yapar.

 

Peygamberler ve Peygamberlik

 

Allah Teâlâ «Andolsun ki Biz peygamberlerden bir kısmını bir kıs­mına üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u verdik.» (Isrâ, 55) âyet-i kerî-me'sinde de işaret buyurduğu üzere, burada peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldığını haber vermektedir. Şöyle buyuruyor: «Bu peygamberlerden kimini kiminden üstün kıldık.» Muhammed, Mûsâ, —İbn Hibbân'm sahîh'inde Ebu Zerr'den rivayet edilen hâdis-i şerife göre— Âdem (a.s.) ile olduğu gibi «Allah onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de derecelerle yükseltmiştir.» Nitekim İsrâ hadîsinde sabit ol­duğu üzere Rasûlullah (s.a.) göklerde peygamberleri Allah katındaki derecelerinin farklılığına göre görmüştür.

Buhârî ve Müslim'de Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Ebu Hüreyre şöyle diyor: Bir müslüman ile bir Yahûdî münâ­kaşa ettiler ve yahûdî yemin ederek: «Mûsâyı âlemlerden üstün kılan Allah'a yemîn olsun ki hayır dedi.» Müslüman elini kaldırdı ve yahû-dînin yüzüne bir tokat attı ve : «Ey habîs, Muhammed'den de mi üs­tün?» dedi. Yahûdî, Rasûlullah (s.a.) a gelerek bu müslümanı şikâyet etti. Rasûlullah (s.a.) : «Beni peygamberlerden üstün tutmayınız, in­sanlar kıyamet günü ölecekler ve ilk uyanan ben olacağım da Musa'yı arşın direğine tutunmuş olarak bulacağım. Bilmiyorum benden önce mi uyanmış olacak yoksa Tûr'un yıkılmasına mı karşılık verilmişti? Beni peygamberlerden üstün tutmayınız.» Başka bir rivayette de şöyle buyurmuştur: «Peygamberler arasında üstünlük iddiasında bulunma­yınız.»

Bu hadîs-i şerif ile âyet-i kerîme arasını nasıl cemedeceğiz diye sorulursa buna muhtelif şekillerde cevap verebiliriz. Şöyle ki:

1 — Hadîs-i şerifin vürûdu bu âyet-i kerîme'nin nüzulünden ön­cedir. Ancak bu görüş şüphelidir.

2 — Rasûlullah (s.a.)  bu sözü tevâzû kabilinden söylemiştir.

3 — Rasûlullah (s.a.) bu sözü düşmanlık ve münâkaşa hallerin­de bu tür üstünlük iddialarını yasaklama sadedinde söylemiştir.

4 — Rasûlullah (s.a.) bu sözü ile mücerred görüşler ve asabiyet (kabilecilik)  ile bu tür üstünlük iddialarında bulunmayınız, demek istemiştir.

5 — Peygamberlerden birini diğerinden üstün tutma sizin işiniz değildir; bu Allah'a âit bir iştir. Size düşen ona boyun eğme, teslim olma ve îmândır.

Allah Teâlâ buyuruyor ki; «Meryem oğlu îsâ'ya da» Allah'ın kulu ve kendilerine Allah'ın bir peygamberi olduğu konusunda İsrâilogul-larına söylediklerinin sıhhatine dâir «açık deliller verdik. Ve onu Rûh'ül -Kudüs (Cebrail) ile destekledik. Eğer Allah dileseydi onların arkasın­dakiler; kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldür­mezlerdi. Fakat ihtilâfa düştüler, sonra onlardan kimi inandı, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi.» Bütün bunlar Allah'ın kaza ve kaderi gereğidir «ancak Allah istediğini yapar.» [26]

 

254 — Ey îmân edenler, alış-verişin, dostluğun ve şe fâatin olmadığı gün gelmezden evvel size verdiğimiz rızık-lardan infâk edin. Kâfirler, işte zâlimlerin kendileridir.

 

Allah Teâlâ kullarına kendilerine vermiş olduğu nzıklardan Allah yolunda, hayır yolunda infâkta bulunmayı emrediyor. Rablan katın­da bunların sevabını biriktirmeleri ve dünya hayatında bu işlere koş­maları için şöyle buyuruyor: «Ey îmân edenler, alış-verişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmezden evvel size verdiğimiz n-aklardan infâk edin.» O günde hiç kimse kendisini, istediği kadar bolca verse de malıyla kurtaramıyacak, isterse yer dolusu altın versin. Hiç kimsenin dostluğu ve hiç kimseye soyluluğu fayda vermeyecek. Bir başka âyet-i kerîme'de de Allah Teâlâ :

«Sûr'a üflendiği zaman o gün aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez. Birbirlerine bir şey de soramazlar.» (Mü'minûn, 101) buyur­maktadır. O günde şefaat edenlerin şefaati de kimseye fayda verme­yecektir.

Allah Teâlâ: «Kâfirler, işte zulmedenlerin kendileridir.» buyur­maktadır. O günde, Allah'ın kâfir olarak çıkardıklarından daha zâlim kimse olmıyacaktır.

İbn Ebu Hatim, Atâ tbn Dinar'ın şöyle dediğini rivayet ediyor : Allah'a hamdolsun ki, «Kâfirler, işte zulmedenlerin kendileridir» bu­yurdu da : «Zulmedenler, işte kâfirlerin kendileridir» buyurmadı. [27]

 

255 — Allah O'dur ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy ve Kayyûm'dur. O'nu dalgınlık ve uyku tut­maz. Göklerde ve yerde olanların hepsi de O'nundur. O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir? Önlerinde ve arkalarında ne varsa bilir. Dilediği kadarından başka O'nun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. Kürsî'si gökle­ri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O'na ağır­lık vermez. O, öyle ulu, öyle yücedir.

 

Âyet el-Kürsî

 

Bu, âyet el-Kürsî'dir ve sânı yücedir. Sahîh bir hadîs-i şerifte bu âyetin Allah'ın kitabındaki en faziletli âyet olduğu belirtilmiştir.

İmâm Ahmed diyor ki: Bize Abdürrezzâk... Übeyy İbn Kâ'b'dan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) kendisine: «Allah'ın kitabında hangi âyet en büyüktür?» diye sordu. O : Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.) bunu defalarca tekrarlayıp sonra : «Âyet el-Kürsî»dir, buyurarak devamla : «Bu ilim sana mübarek olsun ey Ebu Münzir, nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki onun bir dili ve iki dudağı var ve Arş'm yamnda Melîk'i (Allah'ı) takdis eder, (ulu­lar).» buyurdular.

Hafız Ebu Ya'lâ diyor ki: Bize Ahmed İbn îbrâhîm... Übeyy îbn Kâ'b'dan rivayet etti ki; kendisinin bir hurma curunu (deposu) vardı ve ona sık sık gider gelirdi. Bu gidiş gelişlerinde onun eksildiğini gördü ve bir gece başında beklemeye başladı. Beklerken yetişkin bir çocuğa benzer bir hayvan çıkageldi.

Diyor ki; ona selâm, verdim, selâmımı aldı. Ben sordum : Sen ne­sin, cin misin, insan mısın? O : «Cinnîyim.» diye cevap verdi. Ben : Elini bana ver, dedim, o da elini bana verdi. Eli köpek eli, kılları köpek kıl­larıydı. Sordum: Cinlerin yaratılışı böyle midir? Ben cinlçri benden daha güçlü olarak bilirdim. Devâmen sordum: Seni böyle davranmaya sevkeden nedir? Şöyle cevap verdi: «Senin sadakayı seven birisi ol­duğunu öğrendim ve senin yiyeceğinden nasibimi almak istedim.» Tek­rar sordum: «Bizi sizden ne korur?» «Âyet el-Kürsî.» diye cevap verdi.

Sonra Übeyy Rasûlullah (s.a.) a giderek olayı haber verdi. Rasû-iullah (s.a.) : «Habis doğru söylemiş» buyurdular. Hadîsi Ebu Dâvûd, Tayâlisî'den almak suretiyle Hâkim Müstedrek'inde rivayet etmiş ve isnadının sahih olduğunu, Buhârî ve Müslim'in tahrîç etmediklerini söylemiştir.

İmâm Ahmed diyor: Bize Muhammed İbn Ca'fer haber verdi... Ebu's-SelîPden işittim şöyle diyordu : «Rasûlullah (s.a.) in ashabından bir adam insanlara hadîs rivayet ediyordu. Etrafında o kadar çok kişi toplandı ki evin yüksek bir yerine çıktı ve oradan hadîs rivayetine de­vam etti. Şöyle diyordu: Rasûlullah (s.a.) : «Kur'an-ı Kerîm'deki en büyük âyet hangisidir?» buyurdular. Bir adam : «Allah, O'dur ki, ken­disinden başka hiçbir ilâh yoktur...» âyetidir dedi. Ebu's-Selîl der ki: «Elini iki küreğimin arasına koydu. Elinin soğukluğunu göğsümde his­settim.» Ya da şöyle söyledi: «Elini iki mememin arasına koydu, so­ğukluğunu iki küreğim arasında hissettim» ve şöyle devam etti: «Bu ilim sana mübarek olsun ey Ebu Münzir.»

Hafız Ebu Kasım Taberânî diyor ki: Bize Ebu Yezîd el-Karâtısî... Eskâ el-Bekrî'den haber verdi ki; o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) muhacirlerin sofasında yanlanna geldi. Birisi kendilerine: «Kur'an-ı Kerîm'deki en büyük âyet hangisidir?» diye sordu. Rasûlullah (s.a.) «Allah, O'dur ki, kendisinden başka hiç bir İlâh yoktur...» âyetidir bu­yurup âyeti sonuna kadar okudu.

İmâm Ahmed diyor ki: Bize Abdullah İbn Haris... Enes İbn Mâ-lik'den rivayet ediyor ki Rasûlullah (s.a.), ashabından birisine, «Ey filan, evlendin mi?» diye sordular. O kişi: Hayır, yanımda evlenebilece­ğim bir şey (mal) yok, dedi. Rasûlullah (s.a.) : «Sende “Kul hüvellahu ehad yok mu?» diye sordular. Adam evet deyince de: «O, Kur'an'ın dörtte biridir.» buyurdu. «Sen de Kâfirûn sûresi yok mu?» diye sordular. Adam evet deyince de: «O, Kur'an'ın dörtte biridir» buyurarak: «Sen de Zilzâl sûresi yok mu?» diye sordular. Adam evet deyince «O, Kur'an'ın dörtte biridir.» «Sende Nasr sûresi yok mu?» diye sordular. Adam evet deyince : «O, Kur'an'ın dörtte biridir. Sende âyet el-Kürsî «Allah O'dur ki, kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur...» yok mu?» buyurdular. Adam evet deyince de: «O, Kur'an'ın dörtte biridir» buyurdular.

Ebu Zerr Cündeb tbn Cünâde'den rivayet edilen bir hadîs şöyledir :

îmâm Ahmed der ki: Bize Vekî İbn Cerrah... Ebu Zerr'den riva­yet etti ki o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) mescidde iken yanına vardım ve oturdum. «Ey Ebu Zerr, namaz kildin mı?» buyurdular. Ben hayır, deyince «Kalk namaz kıl.» buyurdular. Ben kalkıp namaz kıldım. Sonra yine oturdum. «Ey Ebu Zerr, insan ve cin şeytânlarının kötülük­lerinden Allah'a sığın» buyurdular. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, insan­ların da şeytânları var mı? diye sordum. «Evet» buyurdular. Ben : Na­maz ile mi sığınayım? Ey Allah'ın Rasûlü, diye sordum. «O konulmuş bir hayırdır; dileyen azaltsın, dileyen çoğaltsın.» buyurdular. Ben: Oruç ile mi Ey Allah'ın Rasûlü? dedim. «Mükâfatı verilmiş bir farzdır o. Ve Allah katında fazlasıyla bulunacaktır» buyurdular. Ben: Ey Al­lah'ın Rasûlü, hangisi en üstündür? diye sordum. «Bir yoksulun diğer bir yoksula yapmış olduğu iyiliktir.» buyurdular. Ben yine sordum: Ey Allah'ın Rasûlü, peygamberlerin hangisi ilktir? «Âdem'dir.» buyur­dular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, peygamber miydi? dedim. Efendimiz : «Evet, o Allah'ın kendisiyle konuştuğu bir peygamberdi» buyurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü peygamberler kaçtır? diye sordum. «Üçyüzon küsur topluluktur» buyurdular. Bir keresinde de «Onbeş» buyurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, sana indirilenlerin hangisi en büyüktür? diye sordum. Efendimiz : Âyet el-Kürsî, «Allah O'dur ki, kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur...» buyurdular.

Hadîsi Neseî rivayet etmiştir.

Ebu Eyyûb Hâlid İbn Zeyd el-Ansârî'den rivayet edilen bir hadîs-i şerîf şöyledir:

İmâm Ahmed diyor ki: Bize Süfyân... Ebu Eyyûb'dan rivayet etti ki o evinde iken bir cinn gelip kendisini tutuyordu. Onu Rasûlullah (s.a.) a şikâyet etti. Rasûlullah   (s.a.) : «Onu gördüğünde Bismillah, Allah'ın Rasûlüne icabet et, de.» buyurdular. Ravî devamla şöyle anlatır :

Cinn geldi ve Ebu Eyyûb, kendisine Rasûlullah'm söylediklerini söyledi ve onu yakaladı. Cinn : oSana bir daha gelmiyeceğim» deyince, bıraktı ve Rasûlullah'm yanma geldi. Efendimiz : «Esirini ne yaptın?» diye sordular. O da: Yakaladım, sana bir daha dönmiyeceğim, deyince bıraktım dedi. Rasûlullah (s.a.) : «O sana dönecektir.» buyurdular.

Ebu Eyyûb anlatmaya devam ediyor : «Onu iki, yada üç kere yaka­ladım. Her seferinde: «dönmeyeceğim» diyor. Rasûlullah (s.a.) a geli­yorum : «esirin ne yapıyor?» diye soruyor. Ben de : Onu yakalıyorum, «dönmeyeceğim»   diyor,  diyorum.   Efendimiz  de    «Sana  dönecektir» buyuruyordu.

Onu tekrar yakaladım. Bana: «Beni bırak, sana öyle bir şey öğre­teceğim ki onu söylediğinde sana hiç bir şey yaklaşamıyacak. O Âyet el-Kürsî'dir.» dedi.

Rasûlullah (s.a.) a geldim ve durumu anlattım. Efendimiz : «O bir yalancıdır. Ama doğru söylemiş.» buyurdular.

Hadîsi Tirmizî Pezâil'ül-Kur'an'da Bündâr'dan o da Ebu Ahmed ez-Zübeyrî'den rivayet etmiş ve hasendir, garîbdir demiştir.

Bu olayı Buhârî Ebu Hüreyre'den rivayetle Sahîh'inde «Fezâil'ül-Kur'an, Kitab'ül-Vekâle ve Sıfatü İblis» bölümlerinde zikretmektedir. Şöyle ki:

Osman îbn el-Heysem... Ebu Hüreyre'den, nakletti ki o şöyle de­miştir : Rasûlullah (s.a.) beni Ramazân'da zekâtı korumakla görev­lendirmişti. Birisi geldi ve yiyecekten avuçlarıyla almaya başladı. Ben onu yakaladım ve : Seni Allah Rasûlünüri katına çıkaracağım, dedim. O: Beni bırak, muhtacım, ailem var ve şiddetli bir ihtiyâç içindeyim-, dedi. Serbest bıraktım. Sabah olunca Rasûlullah (s.a.) : «Ey Ebu Hü-reyre dün esirin ne yaptı?» buyurdular. Ben de : Ey Allah'ın Rasûlü, bana şiddetli ihtiyâcından ve ailesi olduğundan şikâyet etti, acıdım ve serbest bıraktım, diye cevap verdim. Rasûlullah (s.a.) : «Muhakkak ki o sana yalan söyledi ve geri dönecektir» buyurdular. Rasûlullah (s.a.) : «Muhakkak ki o geri dönecektir» buyurdukları için onun geri dönece­ğini anladım ve gözetlemeye başladım. Gelerek yiyecekten avuçlarıy­la almaya başladı, yakaladım ve : Seni muhakkak Allah'ın Rasûlüne götüreceğim, dedim. O : Beni bırak, muhtacım, ailem var, geri dönme­yeceğim, dedi ve acıyarak yine serbest bıraktım. Sabah olunca Allah Rasûlü bana : «Ey Ebu Hüreyre, dün esirin ne yaptı?» diye sordular. Ben de : Ey Allah'ın Rasûlü, ailesi olduğunu ve ihtiyâcı bulunduğunu söyledi, acıdım ve serbest bıraktım, dedim. Allah'ın Rasû'ü: «Şüphe yok ki o sana yalan söyledi ve geri dönecektir» buyurdular. Üçüncü kerre onu gözlemeye başladım. Yine gelerek yiyecekten avuçlamaya başladı. Onu yakaladım ve : Seni muhakkak Allah Rasûlüne götürece­ğim. Bu üçüncü keredir ki dönmeyeceğini söylüyor, sonra dönüyorsun, dedim. O : Beni bırak, sana Allah'ın kendisiyle fayda vereceği birtakım kelimeler öğretirim, dedi. Ben : Onlar nedir? diye sordum. Şöyle cevap­ladı : Yatağına girdiğinde Âyet el-Kürsî'yi sonuna kadar oku. Sabaha kadar senin üzerine Allah katından bir koruyucu bulunur ve şeytân sana yaklaşamaz. Ben de yine serbest bıraktım. Sabah olunca Allah Rasûlü bana: «Dün esirin ne yaptı?» diye sordu. Ben de : Ey Allah'ın Rasûlü, o, bana öyle kelimeler öğreteceğini söyledi ki o kelimelerle Al­lah bana fayda sağlayacakmış. Ben de serbest bıraktım, dsdim. Efen­dimiz : «Onlar nedir?» buyurdular. Bana dedi ki: «Yatağına girdiğin­de Âyet el-Kürsî'yi başından sonuna kadar oku. Allah katından sana bir muhafız bulunur da sabaha kadar sana şeytân yaklaşamaz.» Rasû­lullah (s.a.) in ashabı hayır konusunda son derece haris idiler. Rasû-lullah (s.a.) : «O sana doğru söylemiş, halbuki o yalancıdır. Ey Ebu Hüreyre... üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?» buyurdu­lar. Ben hayır deyince de : «O, şeytândır» buyurdular.

Hadîsi Buhârî muallak olarak ve cezm sîgasıyla rivayet etmiştir.

Hadîsi Neseî «Gece ve gündüz» bahsinde İbrâhîm îbn Ya'küb'dan o da Osman İbn Heysem'den rivayet etmiştir.

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh tefsirinde şöyle diyor : Bize Muham-med İbn Abdullah İbn Amreveyh es-Saffâr... Ebu'l-Mütevekkil el Naci' den rivayet etti ki Ebu Hüreyre'nin yanında zekât mallarının toplan­dığı evin anahtarı vardı ve evde hurma bulunuyordu. Ebu Hüreyre bir gün gidip kapıyı açtığında hurmadan bir avuç dolusu alındığım gördü. Başka bir gün eve girdiğinde yine bir avuç dolusu alınmış gördü. Üçüncü kerre başka bir gün girdiğinde yine hurmadan aynı şekilde bir avuç alınmış olduğunu görerek Rasûlullah (s.a.) a durumu haber verdi. Rasûlullah (s.a.) kendisine : «Bunu yapanı yakalamayı ister misin?» buyurdular. Onun evet cevabı üzerine : Kapıyı açtığında : «Seni Mu-hammed'e boyun eğdirene tesbîh ederim» de buyurdular.

Ebu Hüreyre gidip kapıyı açtı ve : «Seni Muhammed'e boyun eğ­direne tesbîh ederim “Subhaneke men sehhareke Muhammeden” dedi ve onu önünde di­kilir buldu. Ebu Hüreyre ona şöyle dedi: Ey Allah'ın düşmanı, bunu yapan sen misin? O : Evet, beni bırak, muhakkak ki bir daha dönme­yeceğim. Ben sadece fakîr cinnî ailem için almıştım, dedi ve Ebu Hü­reyre de onu sebest bıraktı. Ancak o ikinci ve üçüncü kerre yine döndü.

Ebu Hüreyre anlatmaya şöyle devam eder : Ben : Sen dönmeye­ceğine dâir bana söz vermemiş miydin? Bugün seni bırakmıyacağım ve Rasûlullah (s.a.) a götüreceğim dedim. O : Yapma, dedi. Eğer beni bırakırsan sana bazı kelimeler öğretirim; sen onlan söylediğinde cin-lerin, ne büyüğü, ne küçüğü, ne erkeği, ne dişisi, hiç birisi sana yak­laşmaz. Ben : Bunu gerçekten yapar mısın? deyince o, evet dedi. Ben: Nedir onlar? diye sordum. O : «Allah, O'dur ki, kendisinden başka hiç bir İlâh yoktur...» diyerek âyet el-Kürsî'yi okudu. Ebu Hüreyre onu bı­raktı ve o da gitti ve bir daha dönmedi.

Ebu Hüreyre bunları Rasûlullah (s.a.) a anlatınca Efendimiz: «Bunun böyle olduğunu bilmedin mi?» buyurdular. Bû hadîsi Neseî Ahmed İbn Muhammed İbn Ubeydullah'dan... O da Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir.

Buna benzer bir olay da Übeyy İbn Kâ'b'ın başından geçmiştir. İşte bu konuda geçen üç olay budur.

Ebu Übeyd «Kitâb'ül-Garîb»inde şöyle diyor: Bize Ebu Muâviye... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayet etti ki, o şöyle demiştir: İnsanlardan bir adam çıktığında cinlerden birisine rastladı. Cinnî kendisine : Be­nimle güreşir misin? Eğer beni yıkarsan sana bir âyet öğretirim; o âyeti okuyup da evine girdiğinde evine şeytân girmez, dedi. Güreşti­ler ve cinnîyi yendi. Adam : Görüyorum ki sen çelimsiz ve zayıfsın. Kolların sanki köpek kolları gibi. Ey cinnî hepiniz böyle misiniz? Yok­sa sadece sen mi böylesin? dedi. Cinnî şöyle dedi: Ben onların arasın­da güçlüyüm. Benimle tekrar güreşir misin? Adam, onunla güreşti ve yine yendi. Cinnî, Ayet el-Kürsî'yi okursun. Onu kim okur da evine girerse şeytân oradan çıkar. Çıkarken eşek yellenmesine benzer bir sesi yardır, dedi.

İbn Mes'ûd'a : O (cinnî ile güreşen) kişi Ömer mi? diye sordu­lar. O : Ömer'den başka kim olabilir? diye cevap verdi.

Hâkim Ebu Abdullah Müstedrek'inde şöyle diyor: Bize Ali İbn Hemşâz... Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuşlardır : «Bakara sûresinde Kur'an âyetlerinin efendisi vardır. İçinde şeytân olan bir evde okunduğunda şeytân oradan çıkar. Bu âyet, Âyet el-Kürsî'dir. Hadîsi Hâkim başka bir tarîktan ve Zâide'den, o da Hâkim İbn Cübeyr'den rivayet etmiş ve : İsnadı sahihtir. Buhârî ve Müslim tahrîç etmemişlerdir, demiştir. Aynı hadîsin Tirmizî tara­fından ve Zâide'den rivâyetindeki lafzı şöyledir: Her şeyin bir zirvesi vardır. Kur'an'ın zirvesi de Bakara süresidir. Onda Kur'an âyetlerinin efendisi vardır ki o da Âyet el-Kürsî'dir.» Sonra Tirmizî: Hadîs, garîb-tir. Bunu sadece Hâkim İbn Cübeyr hadîsinden biliyoruz. Ve Şu'be onun zayıf olduğunu söylemiştir, der.

Ben de derim ki: Hâkim İbn Cübeyr'in zayıf olduğunu Ahmed, Yahya İbn Maîn ve diğer imamlar da söylemişler, İbn Mehdî onun ha­dîsinin metruk olduğunu söylerken Sa'dî de yalancı olduğunu kay­detmektedir.

İbn Merdûyeh diyor ki: Bize Abdülbâki İbn Nâfî...  Ömer İbn el-Hattâb'dan rivayet etti ki o bir gün grup grup dizilmiş insanların yanına çıktı ve Kur'an'daki en büyük âyeti bana hanginiz haber ve­recek? dedi. İbn Mes'ûd Rasûlullah (s.a.) ı: Kur'an'daki en büyük âyet: «Allah O'dur ki, kendisinden başka hiç bir İlâh yoktur... Hayy ve Kayyûm'dur...» âyetidir, derken işittim, diye cevapladı.

îmâm Ahmed diyor ki; bize Muhammed İbn Bekr... Yezîd İbn Se-ken'in kızı Esmâ'dan rivayet etti ki o, şöyle demiştir: Âyet el-Kürsî ve Âl-i îmrân sûresinin birinci âyeti hakkında Rasûlullah (s.a.) in : «Bu ikisinde Allah'ın en yüce ismi vardır.» buyurduğunu işittim.

Hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce değişik tarîklardan riva­yet etmişler ve Tirmizî hadîsin hasen, sahîh olduğunu söylemiştir.

İbn Merdûyeh diyor ki: Bize Abdullah İbn Nümeyr... Ebu Ümâ-me'den merfû' olarak rivayet etti ki, o şöyle demiştir: Allah'a kendi­siyle duâ edildiğinde icabet ettiği en yüce ismi üç yerdedir : Bakara, Âl-i îmrân ve Tâhâ sûreleri.

Dimaşk hatibi Hişâm İbn Ammâr şöyle der: «Bakara süresindeki Âyet el-Kürsî'dir. Âl-i tmrân süresindeki birinci âyettir, Tâhâ süre­sindeki bu sûrenin yüzonbirinci âyetidir.»

Ebu Bekr İbn Merdûyeh diyor ki, bize Muhammed... Ebu Ümâ-me'den nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: «Kim her farz namazdan sonra Âyet el-Kürsî'yi okursa onu cennete girmekten ölümden başka hiçbir şey alıkoyamaz.»

Hadîsi Neseî de rivayet etmiş ve İbn Hibbân Sahîh'inde Buhârî'-nin ricalinden müteşekkil bir senedle hadîsi tahrîç etmiştir. Hadîsin isnadı Buhârî'nin şartlarına uygundur. Ebu'l-Ferec İbn el-Cevzî ise bu hadîsin uydurma olduğunu iddia etmiştir ki en doğrusunu Allah bilir. Bu hadîsin bir benzerini İbn Merdûyeh Ali, Muğîre İbn Şu'be ve Câbir İbn Abdullah'dan da rivayet etmiştir. Ancak her birinin isna­dında zayıflık vardır.

Yine İbn Merdûyeh diyor ki: Bize Muhammed İbn Hasan İbn Zi-yâd el-Mukrî... Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır : «Allah Teâlâ îmrân oğlu Mûsâ (a.s.) ya :. «Her farz namazın sonunda Âyet el-Kürsî'yi oku; kim her farz namazın so­nunda bunu okursa, onun için şükredenlerin kalbini, zikredenlerin di­lini, peygamberlerin sevabını ve sıddîklann amellerini halkederim. Buna ancak bir peygamber, ya.da bir sıddîk, ya da kalbi îmân için denenen bir kul, ya da Allah yolunda öldürülmesi dilenen kişi devam eder.» diye vahyetti. Bu da gerçekten münker bir hadîstir.

Ebu îsâ el-Tirmizî diyor "ki: Bize Yahya İbn Muğîre Ebu Seleme el-Mahzûmî el-Medînî... Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: «Kim sabahleyin mü'min sûresinin ilk üç âyeti ile Âyet el-Kürsî'yi okursa akşama kadar bu ikisinin koruması altındadır. Kim bu ikisini akşamleyin okursa sabaha kadar bu ikisi­nin koruması altında olur.»

Sonra Tirmizî şöyle der: Bu garîb bir hadîstir ve hıfzı yönü ile Abdurrahmân İbn Ebu Bekr İbn Ebu Müleyke hakkında ilim erbabın­ca konuşulmuştur.

Âyet el-Kürsî'nin faziletine dâir başka hadîs-i şerifler varsa da gerek sahîh olmadıklarından ve gerekse isnâdlarında za'fiyet bulun­duğundan dolayı bunları almıyoruz. Misâl olarak vermek gerekirse: Hacamat (kan aldırma) sırasında Âyet el-Kürsî'yi okumanın iki haca­mat yerine kâim olduğuna dâir Hz. Ali'den nakledilen hadîsi, sağ ele Âyet el-Kürsî'nin za'ferân ile 7 kere yazılmasının hafızayı kuvvetlendi­rip unutmayı kaldıracağına dâir Ebu Hüreyre hadîsi.

Bu iki hadîsi İbn Merdûyeh zikretmiştir.

Bu âyet-i kerîme on müstakil cümleyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki:

«Allah O'dur ki, kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur.» kısmı Al­lah'ın bütün yaratıklar için İlâh olmada tek olduğunu haber vermek-cedir.

«Hayy ve Kayyûm'dur.» O, asla ölmez. Kendiliğinden diridir, baş­kalarını görüp, gözetendir. Bütün varlıklar O'na muhtaçtır, O ise bun­lara muhtaç değildir. O'nun emri olmaksızın varlıkların düzeni ola­maz. Nitekim bir başka âyet-i kerîme'de de Allah Teâlâ şöyle buyur­maktadır :

«Göğün ve yerin O'nun emri ile ayakta durması da yine O'nun âyetlerindendir.»   (Rûm, 25)

«O'nu dalgınlık ve uyku tutmaz.» O'na bir noksanlık ânz olmaz. Yaratıklarından asla gafil değildir, onları asla unutmaz, herkesi ka­zandıkları mukabilinde görüp gözeticidir, her şeyi görür, O'na hiçbir şey gizli kalmaz. O'nun uyumaması ve uykusunun gelmemesi O'nun, kayyûm olmasını tamamlayıcı bir unsurdur. Bu kısımdaki “Sinetun” kelimesi hafîf uyku, uyuşukluk ve uykunun başlangıcı anlamına gel­mektedir ki bundan sonra “Nevm” kelimesi zikredilmiştir. Uyku an­lamındaki bu kelime bundan önceki “Sinetun” kelimesinden daha kuvvetlidir.

Ebu Musa'dan rivayet edilen sahîh bir hadîste o şöyle demiştir: Rasûlullai (s.a.) aramızda kalkarak şu dört kelimeyi söylediler: «Al­lah uyumaz ve O'na uyumak da yaraşmaz. Kısmeti azaltır, çoğaltır. Gündüzün amelleri gecenin amellerinden önce, gecenin amelleri de gündüzün amellerinden önce O'na yükseltilir. Örtüsü (perdesi) nûr veya ateştir. Şayet onu açacak olursa yüzünün nûr ve azameti yara­tıklarından O'nu görecek olanı yakar, kavurur.»

Abdürrezzâk diyor ki: Bize Ma'mer'in...  «Onu dalgınlık ve uyku sin O'nun kulu olduğunu, herşeyin O'nun mülkünde ve hükümranlığı altında olduğunu haber vermektedir. Nitekim başka bir âyet-i kerî-me'de de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Çünkü göklerde ve yer­de olan herşey Rahmân'a mutlaka kul olagelecektir. Andolsun ki ilmi onları kuşatmış ve teker teker saymıştır. Kıyamet günü hepsi O'na tek olarak gelecektir.»  (Meryem, 93 - 95)

«O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir?» sözü; «Gök­lerde nice melek vardır ki, Allah dileyeceği ve razı olacağı kimseler için izin vermedikçe onların şefaati hiçbir şeye yaramaz.» (Necm, 26)' ve;

«Onlar Allah'ın hoşnûd olduğu kimseden başkasına şefaat ede­mezler.» (Enbiyâ, 28) sözleri gibidir. Allah'ın kendilerine şefaat etme izni verdikleri hâriç, katında hiç kimsenin şefaat etmeye cesaret ede­memesi Allah Teâlâ'nın büyüklüğü ve ululuğundandır. Nitekim şe­faat hadîsinde şöyle buyurulmaktadır :

«Arş'ın altına geleceğim ve secdeye kapanacağım. Allah Teâlâ di­lediği kadar secdede kaldıktan sonra, bana : «Kaldır başını; söyle, din­leneceksin, şefaatte bulun, şefaatin kabul edilecek.» denilecek ve bana bir had ta'yîn edilecek de onları cennete girdireceğim.»

«Önlerinde ve arkalarında ne varsa bilir.» îlmi bütün kâinatı geç­mişiyle, hali hazır durumuyla ve geleceği ile kapladığının bir delili­dir. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de Allah Teâlâ meleklerden bahs ederek şöyle buyurur: «Biz ancak Rabbmm emriyle ineriz, önümüz­deki, arkamızdaki ve bunun arkasındakileri bilmek yalnız O'na mah­sûstur. Ve Rabbın unutkan değildir.»  (Meryem, 64)

«Dilediği kadarından başka O'nun ilminden hiçbir şey kavraya-mazlar.» Allah Teâlâ'nın bildirip muttali' kıldıkları dışında Allah'ın ilminden hiç kimse hiçbir şeye muttali' olamaz.

«Onların hiçbirinin ilmi asla bunu kavrayamaz.» (Tâhâ, 110) Âyet-i kerîme'sinde de belirtildiği üzere «Allah'ın bildirdikleri dı­şında O'nun zât ve sıfatları hakkında hiçbir şeye muttali' olamazlar.» anlamının da kasdedilmiş olması ihtimâl dahilindedir.

«Kürsîsi gökleri ve yeri kaplamıştır.»

İbn Ebu Hatim diyor ki: «Kürsîsi gökleri ve yeri kaplamıştır.» âyet-i kerîme'si hakkmda Ebu Saîd el-Eşecc... îbn Abbâs'ın: «Kürsî ilmidir.» dediğini bize rivayet etmiştir.

Aynı görüş îbn Cerîr tarafından da rivayet edilmiştir.

İbn Ebu Hatim aynı görüşün Saîd İbn Cübeyr'den de rivayet edil­diğini söylemektedir.

İbn Cerîr şöyle diyor: Başkaları da Kürsî'nin iki ayağın bastığı yer anlamına geldiğini söylediler. Sonra İbn Cerîr bu görüşü Ebu Mûsâ, Süddî, Dahhâk ve Müslim'­den de rivayet etmiştir.

Şücâ İbn Mahled tefsirinde der ki: Bize Ebu Âsım'ın... îbn Ab-bâs'tan rivayetine göre o, şöyle demiştir : Rasûlullah (s.a.) a «Kürsîsi gökleri ve yeri kaplamıştır.» âyet-i kerîme'si soruldu. Şöyle buyurdu­lar : «Kürsî ayakların yeridir. Arş'ın değerini ise Allahtan başka kim­se takdir edemez.»

Bu hadîsi Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh, Şücâ İbn Mahled tarî-kıyla zikrederse de bu, hatalıdır.

Bu ifâdeyi vekî tefsirinde, Süfyân kanalıyla... İbn Abbâs'tan ri­vayet eder.

Hâkim de Müstedrek'inde bu hadîsi yine İbn Abbâs'tan mevkuf olarak rivayet etmiş ve şöyle demiştir: «Buhârî ve Müslim'in şartla­rına göre sahihtir. Ancak onlar tahrîç etmemişlerdir.»

Aynı hadîsi İbn Merdûyeh tarafından ve merfû' olarak Ebu Hü-reyre'den rivayeti ise sahih değildir.

Ebu Mâlik'den rivayetle Süddî şöyle diyor: Kürsî, arş'ın altında­dır.

Yine Süddî: «Gökler ve yer kürsînin ortasında (içinde), kürsî de arş'ın önündedir.» demiştir.

İbn Abbâs'tan rivayetle Dahhâk şöyle diyor: «Yedi gök ve yedi yer yayılıp biribirine eklenselerdi Kürsî'nin genişliği yanında'ancak çöldeki bir halka durumunda olurlardı.»

Bu hadîs İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim tarafından rivayet edil­miştir.

İbn Cerîr diyor ki: Bana Yûnus... İbn Zeyd'den, o da babasın­dan rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: «Kürsî'ye göre yedi gök, ancak bir kalkan üzerine atılmış yedi dirhem mesabesin­dedir.»

Ebu Zerr de der ki: Rasûlullah (s.a.) in : «Arş'a göre kürsî, yeryü­zündeki bir çölün ortasına atılmış demirden bir halka mesabesinde­dir.» buyurduklannı işittim.

Ebu Bekr İbn Merdûyeh diyor ki: Bize Süleyman İbn Ahmed'in... Ebu Zerr el-Ğıfârî'den rivayetine göre o, Rasûlullah (s.a.) a Kürsî'yi sordu. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: «Nefsim kudret elinde olan
Allah'a yemîn ederim ki Kürsî'nin yanında yedi gök ve yedi yer, bir çöle atılmış halka gibidirler. Arş'ın Kürsî'ye olan üstünlüğü de çölün bu halkaya olan üstünlüğü gibidir.»       .

Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî Müsned'inde şöyle diyor: Bize Züheyr... Ömer (r.a.) den rivayet etti ki o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) a bir kadın gelerek: Allah'ın beni cennete koymasj için dua bu­yur, dedi. Rasûlullah (s.a.)  Rabbını ta'zîm ettikten sonra şöyle bu- yurdular : «Allah'ın Kürsî'si gökleri ve yeri kaplamıştır. Kürsî'nin toy bir devenin yükün ağırlığından inlemesi gibi inlemesi vardır.»

Hafız el-Bezzâr meşhur Müsned'inde, Abd İbn Humeyd ve İbn Ce-rîr tefsirlerinde, Taberânî ve İbn Ebu Âsim el-Sünne kitaplarında ve Hafız Ziya «el-Muhtâr» adlı kitabında... Abdullah İbn Halîfe'den bunu rivayet etmişlerdir. Ancak bu meşhur değildir. Ve onun, Ömer (r.a.) den hadîs işitmiş olması da şüphelidir. Bazıları bunu Hz. Ömer'den mevkuf olarak, bazıları mürsel olarak rivayet etmiş; bazıları hadîsin metnine garîb ilâveler yapmış, bazıları da metni eksiltmişlerdir. Bun­dan daha garibi de Cübeyr İbn Mut'im'in Arş'ın sıfatına dâir rivayet etmiş olduğu hadîsi şeriftir ki bunu Ebu Dâvûd Sünen'inde rivayet etmiştir.

İbn Merdûyeh ve başkaları «Kürsî'nin kıyamet günü hükümlerin ayrılması için konulacağına dâir Büreyde, Câbir ve başkalarından bir takım hadîsler rivayet etmişlerse de bunların bu âyet-i kerîme'de zik­redilmemiş olduğu açıktır.

Bazı müslüman hey'et (astronomi) bilginleri Kürsî'nin sekizinci gök olduğunu sanmışlardır. Bu, üzerinde dokuzuncu göğün bulunduğu sabit yıldızlar göğüdür. Bu, esîr adı verilen gök olup Atlas da denil­mektedir.

Ancak diğer bazıları da bu görüşleri reddetmişlerdir.

İbn Cerîr, Cüveybir tarîki ile Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini ri­vayet etmektedir : «Kürsî Arş'tır.» Ancak sahîh olan şudur ki Kürsî Arş'tan başkadır ve Arş, Kürsî'den daha büyüktür. Nitekim hadîs ve haberler buna delâlet etmektedir. İbn Cerîr, Abdullah îbn Halîfe'nin Ömer'den bu konuda rivayet ettiği hadîse dayanmaktadır. Bana göre bu hadîsin sıhhati şüphelidir.

«Onları koruyup gözetmek O'na ağırlık vermez.» Gökleri ve yeri, onlarda ve onların arasında olan şeyleri korumak O'na ağır gelmez. Bilakis bunlar O'na kolaydır. Herkesi ve herşeyi görüp gözeten, O'dur. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Her şey O'nun önünde küçüktür; zelil­dir. O'na muhtaçtır. O ise onlardan müstağnidir. Dilediğini yapar; yap­tığından asla sorulmaz. Halbuki onlar yaptıklarından sorulacaklardır. O her şeye güç yetirendir. Her şeyi hesaba katandır. Yüce gözetleyi-cidir. O'ndan başka İlâh ve O'ndan başka Rab yoktur.

«O, öyle ulu, öyle yücedir.» kısmı;

«Yücelerin yücesidir O.» (Ra'd, 9) âyet-i kerîme'sinde buyruldu-ğu gibidir.

Bu âyetler ve bu anlamdaki sahîh hadîs-i şeriflerde selef-i sâli-hînin tutmuş olduğu yol; bunların nasıl olduklarını araştırmadan ve teşbihe kaçmadan îmân etmektir. [28]

Allah, O'ndan başka varlıkta hiçbir ilâh yoktur. Varlıkta O'ndan başka kendisine tapılan herkese yapılan ibâdet, yalnızca O'na vuku' bulmuştur. O ister bilsin, ister bilmesin, yalnız ve yalnız O'na ibâdet edilir. Çünkü O'ndan başka ma'bûd yoktur, mevcûd yoktur. O, hayatı aynıyla kendisi olan bir dirilikle diridir. Diri olan her şey ancak O'nun hayatından hayat kazanmıştır. O Kayyûm'dur, kendi nefsiyle kâim­dir. Ayakta duran her şey O'nunla kâim olur. O'nun kıyamı olma­saydı varlıkta hiçbir şey kâim olmazdı. O'nu, uyku ve uyuklama tut­maz. Diğer canlılarda iradî şekilde olmayan uyku gibi uykusu yoktur. Çünkü uyku ve uyuma ancak hayatı geçici olanlar için sözkonusudur. Bunlar, kendi özel halleri ve tabiatlarının gâlib gelmesi nedeniyle is­tirahat ve dinlenme arzu ederler (...). O'nun kürsîsi gökleri ve yeri ku­şatmıştır. Yani bilgisi. Çünkü kürsî ilmin mekânı olan kalbdir. Nite­kim Ebu Yezîd el-Bistâmî Rahmetullah der ki: Eğer Âlem ve onun içerisinde bulunan her şey, binlerce kerre arifin kalbinin köşesinden bir köşeye yerleşmiş olsaydı, arifin kalbinin eşsiz genişliği nedeniyle arif onu hissetmezdi bile. Bunun için Hasan el-Basrî, O'nun kürsî'si arş'ıdır demiştir. Bunu da Aleyhisselatü Vesselam efendimizin, «mü'-minin kalbi, Allah'ın arş'ındandır» buyruğundan almıştır. Kürsî lügat-ta küçük bir arş'tır. Oturanın oturmasından fazla olmayacak küçük bir sınır. Kalb kürsîye benzetilmiştir, azameti ve genişliğini tasvir ve tahayyül bakımından. En büyük necibin arş'ma gelince; o ilk ruhtur. Onun sureti ve misâli ise en yüce feleğin şahidinde bellidir.[29]

Uyku canlılarda baştan yükselen buhârlann te'sîriyle beynin si­nirlerinin gevşemesinden dolayı ortaya çıkan bir hâldir. Uyku esna­sında beş duyu doğrudan doğruya algılamaktan uzak durur.[30]

Kürsî'nin aslı; lügatta bir şeyin üstüste binmesi ta'bîrinden alınmıştır. Yapraklarından bir kısmı bir kısmının üzerine bin­diği için defter anlamına kullanılan “El-Kurasetu” kelimesi de bura­dan alınmıştır. Kürsî örfte üzerine oturulan şeye verilen addır. Çün­kü Kürsî'nin de ağaçlan birbiri üzerine biner. Buradaki Kürsî konu­sunda dört ayrı görüş bulunmaktadır:

1 — Kürsî, Arş'ın kendisidir. Çünkü kürsî, üzerinde sağlamca durulan şeyin adıdır.

2 — Kürsî, Arş'tan ayrı ve onun önündedir. Arş'tan ayn ve yedi kat göğün üzerindedir. Süddî der ki; gökler ve yeryüzü Kürsî'nin içe­risinde çöle atılmış bir halka gibidir. Kürsî de Arş'ın yanında çöle
atılmış bir halka gibidir. Abdullah İbn Abbas der ki; yedi kat gök, Kürsî'nin yanında kalkanın içine atılmış yedi dirhem (para) gibidir. Denildi ki; Kürsî'nin ayaklanndan her birinin uzunluğu gökler ve yer gibidir.

3 — Kürsî, Arş'ın önünde bulunur ve onu dört melek taşır. Her meleğin dört yüzü vardır. Ayakları yedi kat yerin altında bulunan ka­yanın üzerindedir. Meleklerden birisi insanlığın atası Âdem şeklinde­
dir. Ve o, yıldan yıla Âdemoğulları için rızık ve yağmur ister. Melek­lerden bir diğeri yırtıcı kuş gagası şeklindedir. O da yıldan yıla kuş­ların rızkını ister. Meleklerden birisi de öküz şeklindedir. O da yıl­
dan yıla hayvanlar için rızık ister. Bir diğeri de yırtıcı canavar şek­lindedir. O da yıldan yıla yabanî hayvanların rızkını ister. Bazı ha­berlerde vârid olduğuna göre; Arş'ı taşıyan meleklerle Kürsî'yi taşı­
yan melekler arasında yetmişi karanlık, yetmişi nûr olmak üzere per­de vardır. Her perdenin arası beşyüz yıl mesafedir. Eğer böyle olma­sa Kürsî'yi taşıyanlar Arş'ı taşıyanların nurundan yanar   giderlerdi,
İbn Abbâs der ki; Allah'ın Kürsî'si, bilgisi demektir.

4 — Kürsî'den maksad mülk, saltanat ve kudrettir. Çünkü kürsî hükümdarlık ve saltanat   yeridir.   Mecazî olarak,   hükümdara Kürsî denmesi uzak karşılanamaz.[31]

 

256 — Dinde zorlama yoktur. Gerçekten hak, bâtıl­dan iyice ayrılmıştır. Tâğût'u inkâr edip, Allah'a inanan kimse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Ve Allah Semî'dir, Alîm'dir.

 

Dinde Zorlama Yoktur

 

Allah Teâlâ : «Dinde zorlama yoktur.» Yani kimseyi İslâm dînine girmeye zorlamayınız, buyurmaktadır. Çünkü bu din son derece açık­tır, burhanları ve delilleri açık olduğundan kimsenin ona girmeye zor­lanmasına ihtiyâcı yoktur. Allah'ın İslâm'a ilettiği, göğsünü açtığı ve basiretini aydınlattığı kişiler İslâm'a kendiliklerinden girerler. Allah'ın kalblerini körelttiği, gözlerine ve kulaklarına damga vurduğu kişilerin ise zorlanma ile bu dîne girmeleri bir anlam taşımaz.

Her ne kadar bu âyet-i kerîme'nin hükmü umûmî ise de bu âyetin Ansâr'dan bir grup hakkında nazil olduğu zikredilmektedir.

İbn Cerîr diyor ki: Bize İbn Yessâr'ın... İbn Abbâs'tan rivayet et­tiğine göre o şöyle demiştir :

Ansâr'dan bazı kadınlar, çocukları olup da öldüğünde kendi kendi­lerine şayet çocukları yaşarsa onu Yahûdîleştireeekleri adağında bulu­nurlardı. Nadîr oğullan yerlerinden çıkarılıp, sürüldüklerinde yanların­da Ansâr'm çocukları da vardı. Ansâr: «Çocuklarımızı bırakmayız» de­diler. Allah Teâlâ'da: «Dinde zorlama yoktur. Gerçekten hak, bâtıldan iyice ayrılmıştır.» âyet-i kerîme'sini indirdi. Bu hadîsi Ebu Dâvûd, Ne-seî, İbn Ebu Hatim ve İbn Hibbân sahîh'inde rivayet etmişlerdir.

Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Şa'bî, Hasan el-Basrî ve başkaları bu âyetin zikredilen olay hakkında nazil olduğunu zikretmişlerdir.

Muhâmmed İbn İshâk... İbn Abbas'ın «Dinde zorlama yoktur...» âyet-i kerîme'si hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Bu âyet-i kerîme Husayn denilen ve Salim İbn Avf oğullarından olan Ansâr'­dan birisi hakkında nazil olmuştur. Onun iki Hıristiyan oğlu vardı ve kendisi müslüman idi. Rasûlullah (s.a.) a: «Onlan zorlamıyayım mı? Çünkü onlar Hıristiyan kalmakta diretiyorlar.» diye sordu. Allah Teâ­lâ da bu konuda bu âyet-i kerîme'yi indirdi. Hadîsi İbn Cerîr rivayet etmiştir. Süddî'nin rivayetinde şu fazlalık vardır :

«Bu çocuklar Şam'dan kuru üzüm getiren tacirler tarafından Hı-ristiyanlaştuılmışlardı. Onlarla birlikte gitmeye kalkışınca babalan on­lan zorlamak istedi ve Rasûlullah (s.a.) dan, onların peşinden birisini gönderme talebinde bulundu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.»

İbn Ebu Hatim diyor ki: Bana babamın... Üsak'dan rivayet etti­ğine göre o şöyle demiştir: Ben, Ömer İbn Hattâb'ın Hıristiyan bir kö-lesiydim. Bana İslâm'ı arzeder, ben de kabul etmezdim, «Dinde zorla­ma yoktur.» der ve şöyle eklerdi: «Ey Üsak, müslüman olsan da senden müslümanlann bazı işlerinde yararlansak.»

Âlimlerden bir çoğu bunun, cizye vermeleri halinde ehl-i kitâb'a; nesih ve değiştirilmeden önce onların dinine girenlere hamledileceği görüşündedirler.

Diğerleri de şöyle derler : Bu âyet-i kerîme, kıtal âyeti ile neshedil-miştir. Bütün ümmetlerin hanif dîni olan İslâm'a çağırılması gerekir. Onlardan birisi İslâm'a girmekten yüzçevirir, fidye vermez ya da cizye vermez ise öldürülünceye kadar onunla harbedilir. İşte ikrahın anlamı budur. Nitekim Allah Teâlâ diğer âyet-i kerîme'lerde şöyle buyurmak­tadır : «Güçlü kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağırılacaksınız. On­lar müslüman olana kadar savaşacaksınız.» (Feth, 16), «Ey peygam­ber, kâfirler ve münafıklar ile cihâd et ve onlara karşı çetin ol.» (Tev-be, 73), «Ey îmân edenler, kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın. Ve onlar sizde sertlik görsünler. Ve bilin ki Allah muhakkak müttakîlerle beraberdir.» (Tevbe, 123)

Sahih bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur :

«Rabbınız, zincirler içinde cennete götürülen bir kavme şaşar.»

Rasûlullah (s.a.) burada, İslâm diyarına bukağılar, zincirler ve bağlar içinde getirilen, bundan sonra müslüman olan, işleri ve gönül­leri düzelen ve böylece cennet ehlinden olan esirleri kastetmektedir.

İmâm Ahmed'in rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Yahya... Enes'ten rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) bir adama : «Müslüman ol.» buyurdu­lar. O da: «Ben bundan hoşlanmıyorum.» dedi. Rasûlullah (s.a.) : «Hoşlanmasan bile.» buyurdular.

Bu hadîs-i şerif sahihtir. Fakat bu kabilden değildir. Rasûlullah (s.a.) o kişiyi İslâm'a zorlamamış, bilakis onu İslâm'a davet etmiştir. Adam ise nefsinin bunu kabul etmediğini ve bundan hoşlanmadığını haber verince de : «Hoşlanmasan bile müslüman ol. Zîrâ Allah sana hüsnü niyyet ve ihlâs bahşedecektir.» buyurmuşlardır.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Tâğût'u inkâr edip, Allah'a inanan kimse, kopmak bilmeyen bir kulpa sarılmıştır. Ve Allah Semî'dir, Alîm'dir.» Kim putlardan ve eşlerden, şeytânın çağırmış olduğu Al­lah'tan başkasına ibâdetten kendini sıyırır, Allah'ı birler, yalnız O'na ibâdet eder ve O'ndan başka hiçbir İlâh olmadığına şehâdet ederse «Kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır.» İşini doğrultmuştur, en güzel ve doğru yolda olmuştur.

Ebu Kasım el-Beğavî der ki: Bize Ebu Ravh el-BeleSî... Ömer (r.a.) in şöyle dediğini rivayet eder :

«Cibt, sihirdir. Tâğût şeytândır. Cesaret ve korkaklık erkeklerde olan tabiatlardır. Cesur kişi, bilmediği ile vuruşur, korkak kişi ise an­nesinden bile kaçar. Kişinin şerefi dinidir. Soyluluğu ahlâkıdır. İster İran'lı, ister Nabat'lı olsun.»

İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim bu şekilde rivayet etmişlerdir. Tâğût' un şeytân olduğu sözü, gerçekten kuvvetlidir. Çünkü o, putlara tapma, onlarla hüküm verme ve onlardan yardım isteme gibi cahiliye devri halkının işlediği bütün kötülükleri içine almaktadır.

«Kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır.» sözü; dinden en güçlü sebebe sarılmıştır, demektir. Bu, kopmayan, sağlam, bükülmüş, güçlü ve sıkıca bağlanmış bir ipe benzetilmiştir.

Âyet-i kerîme'de geçen ve sağlam kulp anlamına gelen “Urvetu’l-vuska” ta'bîrine ayrıca şu anlamlar verilmiştir :

İmândır. (Mücâhid),

İslâm'dır. (Süddî),

Kelime-i Tevhîd'dir. (Saîd İbn Cübeyr ve Dahhâk),

Kur'an'dır. (Enes İbn Mâlik),

Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir. (Salim İbn Ebu Ca'd).

Bu sözlerin Hepsi de sahihtir ve aralarında herhangi bir çelişki yoktur.

Muâz İbn Cebel «Kopmak bilmeyen...» âyeti hakkında: «Cennete girmeden» kopma bilmez anlamını vermiştir.

Mücâhid ve Saîd İbn Cübeyr «Kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır.» dedikten sonra:.«Şüphesiz ki bir kavim kendini değiştir­medikçe Allah da onları değiştirmez.» (Ra'd, 11) âyet-i kerîme'sini oku­muşlardır.

İmâm Ahmed diyor ki: Bize İshâk İbn Yûsuf'un... Muhammed İbn Kays İbn Ubâde'den rivayetine göre o şöyle demiştir :

Ben meşcidde idim; yüzünde huşu' eseri olan bir adam geldi ve kısa iki rek'at namaz kıldı. (Orada bulunan) topluluk : Bu, cennet eh­linden bir adamdır, dediler. (Mescidden) çıkınca evine girinceye ka­dar peşinden gittim ve onunla birlikte eve girerek kendisiyle konuştum. Birbirimize ısınınca kendisine şöyle dedim : «Sen mescide girdiğinde as-hâb şöyle şöyle dedi.» Dedi ki: «Sübhânallah, kişinin bilmediği şeyi söylememesi gerekir. Niçin olduğunu sana anlatayım :

Rasûlullah (s.a.) zamanında bir rü'yâ gördüm. Ve kendilerine an­lattım. Gördüm ki ben yemyeşil bir bahçedeyim. —İbn Avn bahçenin genişliği ve yeşilliğini de zikretti diyor— ortasında demirden bir direk var. Dip kısmı yerde, üst kısmı ise gökte. Tepesinde bir kulp var. Ba­na bu direğe çık denildi. Ben : «Gücüm yetmez.» diye cevap verdim.-Bir hizmetçi geldi ve elbisemi arkadan kaldırarak : «Çık» dedi. Çıktım ve kulpa yapıştım. Bana : «Kulpa yapış.» dedi. Bir de uyandım ki kulp elimdedir. Rasûlullah (s.a.) a giderek bunu kendilerine anlattım. Şöy­le buyurdular : «Bahçe, İslâm bahçesidir. Direk, İslâm direğidir. Kulp, sağlam bir kulptur. Sen ölünceye kadar İslâm üzeresin.»

Ravî, bu kişinin Abdullah İbn Selâm olduğunu söylemektedir.

Hadîsi Buhârî ve Müslim Sahîh'lerinde Abdullah İbn Avn'dan tah- rîç etmişlerdir. Aynca Buhârî bu hadîsi Muhammed İbn Sîrîn'den baş­ka bir şekilde tahrîç etmiştir.

İmâm Ahmed diyor ki: Bize Hasan İbn Mûsâ ve Osman'ın... Ha-reşe îbn Hurr'den rivayetlerine göre o şöyle demiştir :

Medine'ye geldim ve Rasûlullah (s.a.) m mescidinde bir grup ihti­yarın yanına oturdum. Asasına dayanan bir ihtiyar geldi. Orada bulu­nanlar «Cennet ehlinden birine bakmak isteyen buna baksın.» dediler. O kişi bir direğin arkasında durdu ve iki rek'at namaz kıldı. Kendisine : «Kavmin bazısı şöyle şöyle dediler.» dedim. Bunun üzerine o kişi:

«Cennet Allah'ındır; oraya dilediğini koyar. Ben Rasûlullah (s.a.) in zamanında bir rü'yâ gördüm : Sanki bir adam bana geldi ve : «Gel (yürü)» dedi. Onunla birlikte gittim, beni büyük bir yola soktu. Bana solumdan bir yol göründü, ona girmek istedim. «Sen onun ehlinden değilsin.» dedi. Sonra sağımdan bir yol göründü, o yola girdim ve so­nunda kaygan bir dağa vardım. Elimden tuttu ve beni itti. Bir de ne göreyim; dağın zirvesindeyim. Duramıyorum, tutunamıyorum. Birden tepesinde altından bir kulp olan demirden bir direk gördüm. Elimden tutup beni itti ve kulpa yapıştım. Bana : «Yapıştın mı?» dedi. Ben de : «Evet» deyince direğe ayağıyla vurdu ve kulpa yapıştım.

Bunu Rasûlullah (s.a.) a anlattım. Şöyle buyurdular :

«Hayır gördün: Büyük yol mahşerdir. Sana solundan gösterilen yol cehennem ehlinin yoludur ki, sen onun ehlinden değilsin. Sağından gösterilen yol ise cennet ehlinin yoludur. Kaygan dağ şehîdlerin yeri­dir, (evidir). Yapıştığın kulp, İslâm kulpudur, ölünceye kadar ona ya­pış.»

Sonra ihtiyar: «Ben, cennet ehlinden olacağımı umarım.» dedi.

Ravî bu ihtiyarın Abdullah İbn Selâm olduğunu söylemektedir.

Hadis Neseî, İbn Mâce ve Müslim tarafından başka başka sened-lerle rivayet edilmiştir. [32]

 

257 — Allah, inananların dostudur. Onları karanlık­tan aydınlığa çıkarır. Küfredenlerin dostları ise Tâğût'dur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar (sürükler), tş-te onlar ateş yaranıdır. Onlar orada temelli kalacaklar­dır.

 

Mü'minlerin Dostu Allah'tır

 

Allah Teâlâ burada rızasına uyarılan kurtuluş yollarına ileteceği­ni haber vermektedir. O, mü'min kullarını; küfür, şüphe karanlıkların­dan apaçık, kolay ve nurlu hakkın aydınlığına çıkaracaktır. Kâfirlerin dostları şeytândır. Şeytân, onların içinde bulunduktan bilgisizlik ve sapıklıkları kendilerine güzel gösterir. Onları hak yoldan çıkanr. Kü­für ve iftira yollarına meylettirir. «İşte onlar, ateş yaranıdır. Onlar orada temelli kalacaklardır.»

Allah Teâlâ âyet-i kerîme'de aydınlık anlamına «Nûr» kelimesini tekil olarak, «karanlık» anlamına (zulmet) kelimesini de «Zulumât» şeklinde çoğul olarak getirmiştir. Çünkü hak; birdir; küfrün ise birçok cinsleri vardır ve hepsi de bâtıldır. Nitekim Allah Teâlâ başka âyet-i kerîmelerde de şöyle buyurmaktadır: «Ve şüphesiz ki bu; Benim dos­doğru yolumdur, ona hemen uyun. Başka yollara uymayın ki sonra sizi O'nun yolundan ayırır. İşte sakınasmız diye size bunlan emretti.» (En'âm, 153), «Hamd,... karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah'a mah­sûstur.» (En'âm,l), «Sağından ve solundan...» (Kâf, 17)

Bu ve benzeri âyet-i kerîme'lerin lafızlan hakkın tek, bâtılın ise yaygın ve şu'belere aynlmış olduğuna işaret etmektedir.

İbn Ebu Hatim diyor ki: Bana babamın... Eyyûb İbn Hâlid'den rivayetine göre o şöyle demiştir: «Arzulann sahipleri —ya da fitnele­rin sahipleri— diriltilecek. Kimin arzusu îmân idiyse onun fitnesi be­yaz ve aydınlatıcı; kimin de arzusu küfür idiyse fitnesi siyah ve karan­lık olacak.» Sonra: «Allah, inananların dostudur. Onlan karanlıklar­dan aydınlığa çıkanr. Küfredenlerin dostlan ise Tâğût'tur. Onlan ay­dınlıktan, karanlıklara sürükler. İşte onlar, ateş yaranıdır. Onlar ora­da temelli kalacaklardır.» âyet-i kerîme'sini okudu. [33]

 

258 — Allah kendisine mülk verdiği için, Rabbı hak­kında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? Hani îbrâhîm: Benim Rabbım öldüren ve diriltendir, deyince o, ben de diriltir ve öldürürüm demişti. îbrâhîm: Allah güneşi Doğu­dan getirir. Haydi sen de onu Batıdan getir deyince, o, küf­reden herif apışıp kaldı. Öyle ya, Allah zâlimler güru­hunu hidâyete erdirmez.

 

Nemrûd'un Küfrü

 

Hz. İbrâhîm ile Rabbı konusunda tartışan, Bâbil kralı Nemrûd İbn Ken'ân İbn Kûş îbn Sâm İbn Nûh'dur. Nemrûd'un nesebinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Nemrûd İbn Fâlih İbn Âbir İbn Salih İbn Er-f ahşez İbn Sâm İbn Nûh.

Birinci olarak zikredilen Nemrûd'un şeceresi, Mücâhid ve başkala­rının kavlidir.

Mücâhid der ki: Dünyanın doğusuna ve batısına hâkim olmuş kral­lar dörttür. Bunlardan ikisi mü'min, ikisi kâfirdir. Mü'min olanları Sü­leyman İbn Dâvûd ve Zülkameyn'dir. Kâfir olanları ise Nemrûd ve Buh-tunnasr'dır.

Allah Teâlâ buyuruyor: «Allah kendisine mülk verdiği için Rabbı-nın (varlığı) hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? (kalbin ile bilmedin mi?)» Nemrûd kendisinden başka bir ilâh olduğunu inkâr ediyordu. Nitekim ondan sonra gelen Firavun da halkına :

«(Sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum.» (Kasas, 38) demişti.

Nemrûd'u bu şekilde azgınlığa, ağır küfre ve şiddetli inatlaşmaya onun kibri ve hükümdarlıkta uzun süre kalması sürüklemişti. Söylen­diğine göre o, dörtyüz sene hükümdarlık etmişti. Bunun içindir ki Al­lah Teâlâ: «Allah kendisine mülk verdiği için...» buyurmaktadır.

Nemrûd, İbrahim'den, davet etmiş olduğu Rabbın varlığına bir de­lil istemişti. Bunun üzerine İbrâhîm : «Benim Rabbım öldüren ve diril­tendir.» Onun varlığına delil bu eşyanın sonradan var olması, yokluk­tan belirmesi ve varolduktan sonra yok olmasıdır, demiştir. Bu, muh­tar bir yaratıcının zarurî delilidir. Çünkü eşya kendi kendine meydana gelemez. Onları var edecek bir yaratıcıya mutlaka ihtiyâç vardır. Bu da benim tek ve ortaksız olarak ibâdetine çağırdığım Rabdır demişti.

İşte burada, tartışmakta olan kişi —ki bu Nemrûd'dur— şöyle der: «Ben de diriltir ve öldürürüm.»

Katâde, Muhammed İbn İshâk, Süddî ve birçokları şöyle diyorlar :

(Nemrûd bunu şöyle açıklar) : «Bana öldürülmeyi hak etmiş iki adam getirilir; birinin öldürülmesini emrederim, o öldürülür. Diğerinin de affedilmesini emrederim, o öldürülmez. İşte diriltme ve öldürmenin anlamı budur.»

Açıkça görüldüğü üzere Nemrûd bu anlamı kastetmemiştir. Çün­kü İbrahim'in söylediğine bu bir cevap teşkîl etmez, bu mânâda de­ğildir. Çünkü bu anlam bir yaratıcının .varlığına engel değildir. O, an­cak inat ve muhalefeti sebebiyle yaratıcılık makamını kendisi için id­dia etmek istemiş ve kendisinin bunu yapabileceğini; daha sonra Fi­ravun da: «Sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum.» (Kasas, 38) dediği gibi kendisinin diriltip, öldürebileceğini sanmıştır. İşte bunun içindir ki o, bu inat ve muhalefetinde devam edince İbrâ-hîm (a.s.) :

«Allah güneşi Doğudan getirir. Haydi sen de onu Batıdan getir.» demiştir. Sen iddia ettiğin gibi diriltir ve öldürürsen; dirilten ve öldü­ren, varlıkların zâtlarını yaratma, yıldızları ve hareketlerini emri altına almada onlar üzerinde tasarruf sahibi olandır. İşte güneş her gün Do­ğudan doğar. Eğer iddia ettiğin gibi dirilten ve öldüren ilâh isen onu Batıdan getir.»

Nemrûd aczini ve bu konuda inatlaşmaya gücü yetmediğini anla­yınca susar ve konuşmaz. Hüccet de yerini bulmuş olur. Allah Teâlâ burada buyurur ki: «Öyle ya, Allah zâlimlfer güruhunu hidâyete erdir­mez.» Onlara ne bir hüccet, ne de bir burhan ilhanı etmez. Bilâkis onların hüccetleri Rableri katında hükümsüzdür. Allah'ın gazabı ve şiddetli azabı onlar içindir.

Âyet-i kerîme'yi bu şekilde anlamak mantıkçıların birçoğunun zik­rettiği «İbrâhîm (a.s.) in birinci makamdan ikinci makama intikâli; bir delilden, ondan daha açık bir delile intikâldir.» şeklindeki açıkla­malarından daha güzeldir. Mantıkçılardan bazıları daha basît îbâre-ler söylemişlerdir ki, durum onların söylediği gibi değildir. Aksine bi­rinci makam ikincisi için bir mukaddime gibidir. Ve gerek birincide, gerekse ikincide Nemrûd'un iddiasının bâtıl olduğu beyân edilmek­tedir.

Süddî'nin zikrettiğine göre; İbrâhîm (a.s.) ile Nemrûd arasındaki bu tartışma İbrâhîm (a.s.) in ateşten çıkmasından sonra meydana gel­miştir. İbrâhîm (a.s.) sadece o gün kral ile bir araya gelmiş ve arala­rında bu tartışma cereyan etmiştir.

Abdürrezzâk'ın Ma'mer'den, onun da Zeyd İbn Eslem'den rivayet ettiğine göre, Nemrûd'un yanında yiyecek vardı ve insanlar yiyecek al­mak üzere ona giderlerdi. İbrâhîm (a.s.) de yiyecek almaya giden top­luluklardan birisi içinde ona gitmiş ve aralarında bu tartışma geçmişti. Nemrûd da öteki insanlara verdiği halde İbrâhîm (a.s.) e yiyecek ver­memiş, yanında yiyecek olmaksızın dışarı çıkmıştı. Ailesine yaklaşınca bir toprak tepesine yönelip ondan yükünü doldurdu. Ve : «Aileme va­rınca bununla ailemi meşgul ederim.» diye düşündü. Evine vannca yü­künü koydu ve gelerek bir köşeye yaslandı, uyudu. Hanımı Sâre yük­lere yöneldi ve her ikisini de güzel yiyeceklerle dolu buldu. Yemek yaptı. İbrâhîm (a.s.) uyanınca yaptıkları yemeği gördü ve: «Bu size nereden geliyor?» diye sordu. Hanımı: «Getirdiklerinden» diye cevap­ladı. İbrâhîm (as.) de anladı ki bu, Allah'ın kendilerine bahşetmiş ol­duğu bir rızıktır.

Zeyd İbn Eşlem anlatıyor: Allah Teâlâ bu zâlim krala bir melek gönderdi de melek kendisine Allah'a îmân etmesini emretti. O kabul etmedi. Sonra melek ikinci kere îmâna da'vet etti, o yine kabullenmedi. Sonra üçüncü kere da'vette de kabullenmeyince : «Ordunu topla, ben de ordumu toplıyacağım.» dedi.

Bir güneş doğma vakti Nemrûd maiyyetini ve ordularını topladı. Allah Teâlâ da üzerlerine bir bölük sivrisinek gönderdi. O kadar çok­tular ki Nemrûd ve etrafındakiler güneşi göremez oldular. Allah Teâlâ bu sinekleri onların üzerine musallat kıldı da sinekler onların etlerini ve kanlarını yedi bitirdi, onları çırılçıplak kemikler halinde bırakıverdi. Sivrisineklerden birisi kralın burun deliklerinden girerek orada dörtyüz sene kaldı. Allah Teâlâ Nemrûd'a bununla azâb etti. O bu süre içinde Allah'ın kendisini helak etmesine kadar başım tokmaklarla dövdürürdü. [34]

 

259 — Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğra­yan kimse gibisini görmedin mi? Allah, bunu ölümünden sonra nasıl diriltecek? dedi. Bunun üzerine Allah, onu yüz sene ölü bıraktı, sonra diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. O da: Bir gün veya bir günden de az kaldım, dedi. Hayır, yüz yıl kaldın. Öyle iken yiyeceğine, içeceğine bak; henüz bozulmamış, bir de merkebine bak. Hem seni insanlara bir ibret kılacağız. Kemiklere bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyor ve sonra onlara nasıl et giydiriyoruz? dedi Bu hal ona apaçık belli olunca: Artık Allah'ın herşe-ye Kadir olduğunu biliyorum, dedi.

 

Altı Üstüne Gelmiş Bir Kasaba

 

Âyet-i kerîme'de zikredilen kasabaya, uğrayanın kim olduğu konu­sunda ihtilâf edilmiştir. İbn Ebu Hâtim'in... Ali İbn Ebu Tâlib'den rivâyet ettiğine göre o, bu kişinin Üzeyr (a.s.) olduğunu söylemiştir. İbn Cerîr de aynı senedle bunu rivayet etmiştir. Ayrıca İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim aynı görüşü İbn Abbâs, Hasan, Katâde, Süddî ve Süleyman İbn Büreyde'den de hikâye etmişlerdir. Bu, meşhur olan kavildir.

Vehb İbn Münebbih ve Abdullah İbn Ubeyd de bu kişinin Eremya İbn Halkiya olduğunu söylemişlerdir.

Muhammed İbn İshâk... Vehb İbn Münebbih'in «Bu, Hızır (a.s.) m ismidir» dediğini söylemektedir.

İbn Ebu Hatim diyor ki: Bize babam... Şam halkından birinin şöy­le dediğini rivayet etti: «Allah'ın yüz sene öldürüp, sonra dirilttiği ki­şinin ismi Hazkıyel İbn Bora'dır.»

Mücâhid İbn Cebr'de şöyle demektedir: O, İsrâiloğullarından biri­sidir. Âyet-i kerîme'de adı geçen köy ise mşşhûr kavle göre Beyt'ül-Mak-dis'tir. Bu kişi Buhtunnasr'ın orayı tahrîb ve halkını öldürmesinden sonra oraya uğramıştır.

Allah Teâlâ : «Altı üstüne gelmiş (duvarları ve tavanları yerle bir olmuş) bir kasabaya uğrayan kimse gibisini görmedin mi?» buyuru­yor. Bu kişi büyük bir i'mârdan sonra buranın almış olduğu hali düşü­nür durur. Bu şiddetli harâb olma ve yıkılmayı gördüğünde eski haline dönmenin ne kadar uzak olduğunu düşünerek : «Allah, bunu ölümün­den sonra nasıl diriltecek?» der.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Bunun üzerine Allah onu yüz sene ölü bıraktı, sonra diriltti.»

Râvî şöyle anlatıyor :

Onun ölümünden yetmiş sene sonra belde tekrar i'mâr edildi, sa­kinleri toplandı ve İsrâiloğulları oraya tekrar döndüler. Allah Teâlâ ölü­münden sonra o kişiyi dirilttiğinde ilk önce Allah'ın yaptıklarını göre­bilmesi için gözlerine can verdi ki Allah bedenini nasıl diriltiyor gör­sün. Tamamen canlanıp kalkarak doğrulunca Allah Teâlâ vası­tasıyla kendisine sordu : «Ne kadar kaldın?» O kişi günün başlangıcın­da ölmüş olup Allah Teâlâ kendisini günün sonuna doğru diriltmişti. Güneşi hâlâ durur görünce zannetti ki aynı günün güneşidir ve şöyle cevap verdi: «Bir gün veya bir günden de az kaldım.» Allah Teâlâ'da : «Hayır yüz yıl kaldın. Öyle iken yiyeceğine, içeceğine bak. Henüz bo­zulmamış.» buyurdu. Zikredildiğine göre yanında üzüm, incir ve şıra vardı. Onları önceki hali üzre buldu. Hiçbir şey değişmemişti; şıra bo­zulmamış, incir ekşiyip kokmamış, üzüm eksilmemişti. «Bir de merke­bine bak.» Sen bakıyor olduğun halde Allah onu nasıl diriltiyor. «Hem seni insanlara bir ibret (ve ölümden sonra dirilmeye bir delil) kılaca­ğım. Kemiklere bak, onları nasıl birleştirip, yerli yerine koyuyoruz...»

Süddî ve başkaları şöyle anlatırlar :

Merkebinin kemikleri sağında, solunda dağılmış durumdaydı. (Adam dirilince) onlara baktı. Kemikler bembeyaz parlıyordu. Allah Teâlâ bir rüzgâr gönderdi de rüzgâr kemikleri etraftan toparlayıp bira-raya getirdi. Sonra her bir kemik yerli yerine gelerek ayakta duran bir merkeb haline geldi. Ama sadece kemikten bir merkeb; üzerinde hiç et yok. Sonra Allah Teâlâ kemiklere et, sinir, damarlar ve deri giydirdi. Sonra bir melek gönderdi de melek merkebin burun kemiklerine üfür­dü ve o da Allah'ın izniyle tâm bir merkeb olarak anırdı. Bütün bunlar Üzeyr'in gözleri önünde cereyan etti. Bütün bunlar ona apaçık belli olunca: «Artık Allah'ın her şeye kadir olduğunu biliyorum.» Hepsini açıkça gördüm ve ben bu konuda zamanın halkının en çok bilgili ola­nıyım dedi. [35]

 

260 — Hani îbrâhîm: Rabbım, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, deyince. İnanmıyor musun? demişti. O da: Hayır, öyle değil, ama kalbim iyice mutmain olsun, demiş­ti. Öyleyse dört çeşit kuş al; onları kendine alıştır. Sonra her dağ başına onlardan birer parça koy. Sonra onları ça­ğır. Koşarak sana gelirler. Ve bil ki şüphesiz Allah Azîz'-dir, Hakîm'dir.

 

Hz. İbrahim'in Delili

 

İbrahim (a.s.) in bu isteği için bir takım sebepler sıralarlar. On­lardan birisi şöyledir :

İbrahim (a.s.) Nemrûd'a: Benim Rabbım dirilten ve öldürendir, dediğinde bu konuda ilme'l-yakîn derecesinden, ayne'l-yakîn derecesine yükselmek ve bunu bizzat gözleriyle görmek isteyip: Rabbım ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, demiş. Allah Teâlâ da: «İnanmıyor mu­sun?» demişti. O buna cevaben: Hayır, öyle değil, ama kalbim iyice mutmain olsun, deyivermişti.

Buhârî'nin bu âyet-i kerîme'nin tefsirinde rivayet ettiği hadîs-i şe­rif şöyledir: Bize Ahmed İbn Salih... Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular: «Biz şüphe etmeye İbrahim'den daha lâyığız. O: «Rabbım ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.» deyin­ce Allah Teâlâ : «İnanmıyor musun?» demişti. O da : «Hayır, öyle değil, ama kalbim iyice mutmain olsun.» demişti.»

Hadîs Müslim tarafından da rivayet edilmiştir. Buradaki şüpheden bilgisizlerin anladığı şüphe kastedilmemektedir ve bu konuda ihtilâf da yoktur. Bu hadîs-i şerife muhtelif cevaplar verilmiştir.

Allah Teâlâ: «öyleyse dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır...» buyurur.

Her ne kadar tesbîtinde bir fayda yoksa da müfessirler bu dört ku­şun neler olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Şayet mühim olsa idi Kur'an-ı Kerîm bunlann neler olduğunu belirtirdi.

İbn Abbâs'tan rivayete göre; o, bu. kuşlann kuğu, tavus, horoz ve güvercin olduklarını söylemiştir. Yine îbn Abbâs'tan rivayete göre İb-râhîm <a.s.) ördek, deve kuşu yavrusu, horoz ve tavus kuşlarını almıştı.

Mücâhid ve İkrime ise bu kuşlann güvercin, horoz, tavus ve karga olduğunu söylemiştir.

Avfî, «Onları kendine alıştır...» âyeti hakkında İbn Abbâs'tan ri­vayetle şöyle diyor:

«Onları kendine alıştır, güvendir. Sana alışınca onlan kes. Sonra her bir dağın başına onlardan bir parça koy.»

Anlatıldığına göre İbrahim (a.s.) dört kuş alıp, keser. Sonra on­ları parçalar, tüylerini yolar ve parça parça ederek parçaları birbirine karıştırır sonra tekrar bölümlere ayırarak bir kavle göre dört, başka bir kavle göre de yedi dağın başına birer parça koyar.

İbn Abbâs anlatıyor:

»Kuşların başlarını eline alır, sonra Allah Teâlâ kendisine kuşları çağırmasını emreder o da Allah Teâlâ'nın emrettiği üzere kuşları çağı­rır. Tüyler tüylere, kan kana, etler etlere ve her kuşun parçalan ait oldukları yerlere uçuşmaya başlar ve birbiriyle birleşerek her kuş başlı başına teşekkül ederek İbrahim (a.s.) in arzu etmiş olduğu görmenin daha beliğ olması için ona doğru yürümeye başlarlar. Her kuş İbrahim (a.s.) in elinde olan başım almak üzere ona doğru gelmeye başlar. Kuş­lar kendilerine başka bir baş verilmek istendiğinde kabul etmez, ancak kendi başı ona verildiğinde Allah'ın kudretiyle kendi başıyla vücûdu birleşiverir. İşte bunun içindir ki o şöyle der : «Ve biliyorum ki şüphesiz Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.» öyle Azîz'dir ki hiçbir şey O'nu mağlûb ede­mez, dilediği şey, hiçbir engel olmadan meydana gelir. Çünkü O'nun her şeye gücü yeter. Sözlerinde, işlerinde, kanun koymasında ve takdi­rinde hikmet sahibidir

Abdürrezzâk diyor ki: ... Bize Ma'mer'in... «Hayır, öyle değil, ama kalbim iyice mutmain olsun...» âyeti hakkında İbn Abbâs'tan rivayeti­ne göre o şöyle demiştir : «Kur'an'da bana göre bundan daha çok ümit verici başka bir âyet yoktur.»

İbn Cerîr der ki: Bana Muhammed İbn el-Müsennâ'nın... Saîd İbn el-Müseyyeb'den rivayetine göre o, şöyle demiştir: Bizim gençlik zamanımızda Abdullah İbn Abbâs ve Abdullah İbn Amr İbn el-As bira-raya gelip buluşma hususunda sözleştiler. Birisi diğerine dedi ki: «Sa­na göre Allah'ın kitabında bu ümmete en fazla ümit veren âyet hangi­sidir?» Abdullah İbn Amr : «De ki: Ey kendi nefislerine karşı haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Al­lah bütün günâhları yarlığar.» (Zümer, 53) âyetidir, dedi. İbn Abbâs da : Evet sen böyle diyorsun ama bana göre bu ümmet için İbrâhîm (a.s.) in şu sözü daha ümit vericidir: «Rabbım ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, deyince «İnanmıyor musun?» demişti. O da : «Hayır, öyle değil, ama kalbim iyice mutmain olsun» demişti.

Bu hadîsin değişik bir rivayeti Hâkim tarafından Müstedrek'de ri­vayet edilmiş ve Hâkim : «İsnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tah-rîç etmemişlerdir.» [36]

Denildi ki; bu dört kuş tavus, horoz, karga ve güvercindir. Bazı­ları da güvercin yerine şahinin adını zikrederler. Bu âyette; ruhların ebedî hayatla dirilmesinin, ancak arzuların öldürülmesi ve tavus kuşu­nun niteliği olan şehvetlerin, süslerin yok edilmesiyle horozun özelliği olan saldırganlığın giderilmesiyle, karganın niteliği olan uzun emeller ve ruhî hasisliğin yokedilmesiyle, güvercinin özelliği olan arzuların pe­şinde koşuşmaktan vazgeçmekle mümkün olduğu i'mâ edilmektedir. Özellikle kuş bu konuda örnek olarak verilmiştir. Çünkü o, insana da­ha yakın olan ve hayvânî özelliklerin hepsini kendinae toplayan bir hayvandır. [37]

 

Ruhun Bakâsı Problemi

 

İyi bil ki; bu kıssa ruhun bakî olduğunu göstermek için bir giriş mâhiyyetindedir. Bu sözler zahiri itibariyle herkese yöneltilmişse de, bâtını itibariyle yalnızca seçkinlere yöneltilmiştir. Ruhun bakâsının de­lili ya aklî nazarla veya rûhbilimle olur. Aklî nazar ile ruhun bakâ­sının tesbîtinde üç yol vardır :

İbn Miskeveyh'in Tehzîb'ül-Ahlâk isimli kitabında anlattığına gö- re; ruhların bakâsı basît olarak şu şekilde açıklanmıştır: Ruh, ne ci­simdir, ne de cismin üzerine geçmiş bir arazdır. Biz cismin bir tek şekli kabul ettiği ve aynı anda birden çok şekle yeterli olmadığını görüyo­ruz. Üçgen şeklinde olan bir cismin aynı anda dörtgen, altıgen olması kabil değildir. Cisim bir şekli atmadan bir başka şekli almaz. Dörtgen ise üçgen olabilmesi için, ancak o cismin kendi tabîatindeki dörtgenlik özelliğini atması gerekir. Ruhlara gelince, bunun tam tersine olduğu görülüyor. Şöyle ki biz aynı anda zihnimizde kızılı, yeşili, sarıyı ve ma­viyi, üçgeni, dâireyi, dörtgeni, uzunu, kısayı, yükseği, alçağı, güzeli ve çirkini tasavvur edebiliyoruz. Bunun hepsi akılda birleşip saklanmıştır. Bunun da ötesinde biz pek çok bilgileri öğrenip tasarlayabiliyoruz. Halbuki cisim ancak bir şeyi kaldırabilir. Ve o özelliği attıktan sonra ancak bir başka özellik alabilir.

Keza görüyoruz ki; akıl maddî şeylere daldığı zaman, zihnî şeyler­den uzaklaşıyor. Maddî şeylerden kaçındıkça zihnî şeylere yaklaşıyor. Yine görüyoruz ki, insanlar çok yedikçe ve çok içtikçe başkaları ondan nefret edip küçümsüyorlar. Buna karşılık çok bilen, herkes tarafından sevilmektedir. Diğer taraftan, biz cismin araçlarından olan gözümüzle güneşe baktığımız zaman gözümüz kamaşıyor ve görme gücü zayıflı­yor. Ama aklımızla zor mes'eleleri çözdüğümüz zaman bu, kolay mes'e-leleri anlamak gücümüzü arttıran bir neden oluyor. İşte bütün bun­lar nefsin tabiatının maddeden farklı olduğunu gösteriyor. Rûh; muh­telif şekilleri alabildiği halde beden alamıyor. Rûh; fazlalığı sevdiği halde beden fazlalıktan iğreniyor. Rûh; daha zor olanla uğraştığı za­man daha da güçleniyor, beden ise zayıflıyor. Bu misâller rûh ve be­denin ayrı yapıya sahip olduğunu gösteren delillerdir. Öyleyse ru­hun yapısı bedenlerin yapısından farklı bir mâhiyete sahiptir. Rûh; bileşik olmayan bâsît âlemin malıdır. Çünkü cisimler bileşiktir. Bizde düşünüp hükmeden güç, bedenden farklıdır. Eğer rûh bileşik olsaydı onun bir bölümünün bilgin, bir bölümünün câhil olması mümkün olur­du. Şöyle ki bir problemin bir kısmını öğrenmiş, bir kısmını bırakmış olabilirdi. Bu ise bilgi ve bilgisizlik gibi iki çelişik durumun birleşme-sidir ki bu, muhaldir.

İbn Miskeveyh'in «Ahlâk» kitabının başında zikrettiği bu delille­rin hepsinin kesin burhanlar olduğunu söyleyerek zikretmiyorum. Sa­dece, ey akıl sahibi insan, İbrahim Halîl ile kuşlar konusunu anlaya­bilmen için delil metodunu sana öğretmeye çalışıyorum. İbn Miskeveyh rûh ile beden ayırımını mukayese ederek ilmî bir şekilde tahlil etmiş­tir...

Bir diğer görüş de büyük bilgin İbn Sina'nın ruhla beden ayırımı konusunda el-İşârât kitabında naklettiği görüştür. Bunun özeti şöyle­dir : İnsan, her ne kadar öteki organlarının tümünü bilmese de kendi varlığını bilir. Şu halde bilinen kendi zâtıdır ve o bilinmeyenden fark- lıdır. Dolayısıyla kendi zâtı, cisminden başkası olmalıdır ki bu, «ben» derken kastettiği şeydir. Görmez misiniz insanın iki eli, iki ayağı kesil­se ve derisi yüzülse o yine «ben» diyecektir. «Ben» derken neyi kastet­mektedir? Kalb, ciğer, böbrek, dalak gibi iç organlarını mı? Bunları an­cak teşrih yoluyla öğrenebilir. Halbuki biz, insanın kendisi hakkındaki her türlü bilgilerden uzak olduğunu farzetmiştik... Böylece İbn Sina'­ya göre insanın «ben» derken ifâde ettiği şey, iç ve dış organlarının dı­şında bir şeydir ki bu cisim değil, ruhun kendisidir.

Üçüncü görüş, îbn Tufeyl'in Hayy İbn Yakzân isimli eserinde an­lattığı görüştür. Bilindiği gibi İbn Tufeyl bu eserinde bir adada yalnız basma yetişen bir çocuğun; kendisi, kâinat ve Allah hakkındaki bilgile­rinin tekevvününden bahsetmektedir. [38]

 

261 — Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin duru­mu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Ve Allah Vâsi'dir, Alimdir.

 

İnfâk ve Sadaka

 

Bu, Allah'ın, kendi yolunda ve kendi rızâsı için infâk edenin seva­bını artıracağına, iyiliğini on kattan yediyüz kata kadar artıracağına dâir vermiş olduğu bir örnektir. Şöyle buyuruyor : «Mallarını Allah yo­lunda infâk edenlerin durumu...»

Saîd İbn Cübeyr âyet-i kerîme'deki «Allah yolunda» kısmının «Al­lah'a ibâdet etmek» Mekhûl ise; «At yetiştirme, silâh hazırlama ve ben­zeri yollarla cihâd için harcamada bulunma.» anlamına geldiğini söyle­mektedirler.

Şebîb İbn Bişr, İkrime'den, o da İbn Abbâs'tan rivayetle şöyle di­yor : «Cihâd ve hacc yolunda harcanan bir dirhem yediyüz katma ka­dar artar.» İşte bunun içindir ki Allah Teâlâ : «... Her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir.» buyur­maktadır.

Bu örnek, yediyüz sayısının zikrinden gönüllerde daha tesirlidir. Çünkü bunda, sâlih amellerin Allah Teâlâ tarafından sahipleri için arttırılacağına işaret vardır. Nasıl ki ekin.de tertemiz toprakta eken için artmaktadır.

İyiliklerin yediyüz katına kadar arttırılacağına dâir hadîs-i şe­rifler vârid olmuştur:

İmâm Ahmed diyor ki: Bize Ziyâd İbn Rebî' Ebu Hidâş'ın... Iyâz İbn Ğatîf'den rivayetine göre o şöyle demiştir: Yan tarafına isabet eden bir hastalıktan dolayı Ebu Ubeyde'yi ziyaret etmek üzere yanına girmiştik. Hanımı Tuhayfe başucunda oturuyordu. Sorduk : Ebu Ubey-de geceyi nasıl geçirdi? Hanımı: Vallahi ecir ile geceledi, diye cevap­ladı. Ebu Ubeyde ise : Ecirle gecelemedim, dedi. Yüzü duvara dönük idi, yüzünü topluluğa doğru çevirdi ve şöyle dedi: Niçin böyle konuştuğumu sormayacak mısınız? Onlar: Söylediğin hoşumuza gitmedi ki ondan sana soralım, dediler. Şöyle konuştu : Rasûlullah (s.a.) ı şöyle derken işitmiştim : «Kim yanında bulunan fazla maldan Allah yolunda har­carsa yediyüz, kim nefsine ve ailesine harcarsa ya da Ijir hastayı ziyaret ederse, ya da bir eziyeti kaldınrsa bu iyilik on katı artar. Bozulmadığı sürece oruç bir kalkandır. Allah kimi cesedindeki bir belâ ile imtihan ederse bu, kendisinin günâhlarından bir eksiltmedir.»

Neseî bu hadîsin bir kısmını «oruç bölümünde» başka bir şekliyle ve mevkuf olarak rivayet etmiştir»

İmâm Ahmed diyor ki; bize Muhammed tbn Ca'fer'in... İbn Mes'ûd' dan rivayetine göre, bir adam Allah yolunda yuları üzerinde bir deve bağışladı. Allah Rasûlü şöyle buyurdular: «Muhakkak ki sana kıyamet günü yularları üzerinde yediyüz deve getirilecektir.»

Hadîs Müslim ve Neseî tarafından rivayet edilmiştir. Ancak Müs­lim'in lafzı değişiktir.

İmâm Ahmed diyor ki: Bize Amr İbn Mecma Ebu'l-Münzîr el-Kin-dî'nin... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) : «Allah Teâlâ Âdemoğlunun iyiliğini on mislinden yediyüz misline kadar arttırdı. Ancak oruç hâriç. «Oruç Benim için­dir ve onun karşılığını (mükâfatını) Ben veririm. Oruçlu için iki se­vinç vardır : İftar ettiği sıradaki sevinci ve kıyamet günündeki sevinci» buyurmuştur. Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.» buyurmuşlardır.

Ebu Dâvûd diyor ki: bize Muhammed İbn Amr İbn Serh'in... Sehl İbn Muâz'dan, onun da babasından rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) : «Allah yolunda harcamaya ilâveten namaz, oruç ve zikir yedi­yüz kat arttırılır.» buyurmuşlardır.

İbn Ebu Hatim diyor ki; bize babamın... İmrân İbn Husayn'dan, onun da Rasûlullah (s.a.) tan rivayetinde o, şöyle buyurmuşlardır: «Kim Allah yolunda bir nafaka gönderir de kendisi evinde oturursa kıyamet günü onun her bir dirhemi için yediyüz dirhem; kim de Allah yolunda savaşır ve bu yolda infâkda bulunursa onun her bir dirhemi için yediyüz bin dirhem vardır.» Sonra Rasûlullah (s.a.) :  «Allah, dile­diğine kat kat verir...» âyeti kerîme'sini okudular.

İyiliklerin ikibin kere bin kat arttırılacağına dâir Ebu Osman en-Nehdî'nin Ebu Hüreyre'den rivayet etmiş olduğu hadîs-i şerîf (245) âye­tin tefsirinde geçmişti.

İbn Merdûyeh diyor ki; bize Abdullah İbn Ubeydullah İbn el-Askerî el-Bezzâr'ın... İbn Ömer'den rivayetine göre «Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin durumu...» (Bakara, 241) âyet-i kerîme'si nazil olunca Rasûlullah (s.a.) : «Rabbım ümmetim için arttır.» diye niyazda bulun­du. Allah Teâlâ da : «Kimdir o ki, Allah'a güzel bir borç vesin de Allah, onu kat kat fazlasıyla ödesin.» (Bakara, 245) âyet-i kerîme'sini indirdi. Rasûlullah (s.a.) yine : «Rabbım, ümmetim için arttır.» dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ da: «Yalnız sabredenlere ecirleri hesapsız olarak ödenecektir.» (Zümer, 10) âyet-i kerîme'sini indirdi.

Hadîsi Ebu Hatim ve İbn Hibbân Sahîh'inde değişik bir senedle rivayet etmişlerdir.

Allah Teâlâ buyurur: «Allah, dilediğine (işindeki ihlâsına göre) kat kat verir. Ve Allah'ın, (fazlı bütün yaratıklarınkinden) geniştir ve Allah (kimin buna mütsehak olduğunu, kimin ise müstehak olmadığını) iyi bilendir.» [39]

 

262 — Mallarını Allah yolunda infâk edip de, sonra infâk ettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eziyet et­meyenlerin mükâfatı, Rabları katındadır. Onlara korku yoktur. Ve mahzun da olacak değillerdir.

263 — Bir tatlı dil, bir de af, peşinden eziyet gelecek sadakadan daha hayırlıdır. Ve Allah Ganî'dir, Halîm'dir.

264 — Ey îmân edenler, Allah'a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakma ve eziyet etmekle heder etmeyin. O gösteriş yapanın hali üzerinde toprak bulunan kayanınki gibidir. Şiddetli bir yağmur isabet ettiğinde onu katı bir taş halinde bırakır. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfirler güruhunu hidâyete er­dirmez.

 

Tatlı Dil ve Sadaka

 

Allah Teâlâ kendi yolunda bulunan ve sonra da hayır ve sadaka verdiği kimselerin başına kakmayan, yaptığından dolayı hiç kimseye ne sözle, ne de işiyle başa kakmayan kimseleri överek buyuruyor ki : «Mallarını Allah yolunda infâk edip de sonra infâk ettikleri şeyin ar­dından başa kakmayan ve (iyilik yaptıkları kimseye daha önceki iyiliğin ecrini düşüren) eziyette bulunmayanların mükâfatı Rabları katmdadır. (Onların sevabı ancak Allah'adır, ondan başka hiç kimseye değil.) On­lara (kıyamet günü meydana gelecek kıyamet korkularından) hiç bir korku yoktur. (Geride bıraktıkları çocuklarından, dünya hayatı ve ni­metlerinden dolayı) mahzun da olacak değillerdir. (Çünkü kendileri için bunlardan daha hayırlı olan şeylere kavuşacaklardır.)»

«Bir tatlı dil (güzel bir kelime, müslüman için bir duâ) ve (sözlü, ya da fiilî bir zulmü) affetmek, peşinden eziyet gelecek sadakadan da­ha iyidir.»

İbn Ebu Hatim diyor ki; bize babamın... Amr İbn Dinar'dan riva­yetine göre o şöyle demiştir: Bize ulaştığına göre Allah Rasûlü : «Al­lah'a, güzel bir sözden daha sevimli gelen başka bir sadaka yoktur; Al­lah Teâlâ'nın şu sözünü işitmedin mi: «Bir tatlı dil, bir de af, peşinden eziyet gelecek sadakadan daha iyidir. Ve Allah ganî'dir, halîm'dir. (yu­muşak davranır, bağışlar, affeder ve onların günâhlarından vazgeçer.)» buyurmaktadır,» demiştir.

Sadakayı başa kakmanın yasaklandığına dâir hadîs-i şerifler vârid olmuştur. Şöyle ki:

Müslim'in Sahîh'inde Şu'be'nin Ebu Zerr'den rivayet ettiği bir ha­dîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır :

«Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, on­lara (rahmet nazarıyla) bakmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için elim bir azâb vardır : Verdiğini başa kakan, elbisesini kibir için yerler­de sürüyen ve malını yalan yeminle satan.»

İbn Merdûyeh diyor ki; bize Ahmed İbn Osman İbn Yahya'nın... Ebu'd-Derdâ'dan rivayetinde Rasûlullah (s.a.) :

«Ana babasına karşı gelen, başa kakıcı olan, devamlı içki içen ve kaderi yalanlayan cennete giremez.» buyurmuşlardır.

Bu hadîsin bir benzerini İmâm Ahmed, İbn-Mâce, Yûnus İbn Mey-sere hadîsinden rivayet etmişlerdir.

Sonra İbn Merdûyeh, İbn Hibbân, Hâkim Müstedrek'inde ve Neseî... Abdullah İbn Ömer'den rivayet ettiler ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muştur :

«Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allah Teâlâ onlara (rahmet nazarıyla) bakmaz : Anne babasına karşı gelen (isyan eden), devamlı içki içen ve verdiğini başa kakan.»

Bunun içindir ki Allah Teâlâ: «Ey îmân edenler... sadakalarınızı başa kakma ve eziyet etmekle heder etmeyin.» buyurarak arkasından getirilen başa kakma ve eziyet ile sadakanın boşa gideceğini, sadaka se­vabının başa kakma ve eziyetin günâhını karşılamayacağını haber ver­mektedir. Allah Teâlâ sonra şöyle buyuruyor: «İnsanlara gösteriş için malını harcayan kimse gibi...» İnsanlara gösteriş için verilen sadaka­nın boşa gittiği gibi siz de sadakalarınızı başa kakma ve eziyetle boşa götürmeyin. Gösteriş için sadaka veren kişi Allah rızâsını kastederek bu işi yaptığını insanlara gösteriyor. Halbuki onun maksadı insanların kendisini övmesi, ya da insanlar arasında teşekküre şâyân görülmek için güzel sıfatlarla meşhur olması, ya da kendinin cömert olduğunun söylenmesi ve benzeri dünyevî maksadlardır. O hiçbir zaman Allah'ın rızâsını ve onun sevabını arzulamamaktadır. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Allah'a ve âhiret gününe inanmayıp...» buyurmaktadır.

Sonra Allah Teâlâ gösteriş için malını harcayan —Dahhâk'e göre nafakasının peşinden başa kakıp eziyette bulunan— kimsenin durumu­na bir misâl vererek şöyle buyuruyor : «Onun hali; üzerinde toprak bu­lunan kayanınki gibidir. Şiddetli bir yağmur isabet ettiğinde (üzerinde bulunan toprağı gideriverir de) onu katı bir taş halinde bırakır. (İşte gösteriş yapanl

 

Eksik

 

hidâye­te erdirmez.» [40]

 

265 — Allah'ın rızâsını kazanmak ve kalblerindekini sağlamlaştırmak için mallarını inf âk edenlerin hali, bir te­pedeki güzel bir bahçenin haline benzer. Kuvvetli bir sa­ğanak düşünce yemişlerini iki kat verir. Bol yağmur yağ­masa bile bir çisenti bulunur ve Allah işlediklerinizi gö­rür.

 

İnanan ve İnanmayan Örneği

 

Bu, mallarım Allah'ın rızasını arzulayarak ve Allah Teâlâ'nın yap­tıklarına karşı bol mükâfatı vereceğine inanarak harcayan mü'minlerin misâlidir.

Bu ifâdenin bir benzeri, sıhhatinde ittifak edilmiş olan şu hadîs-i şeriftir. «Kim îmân ederek ve sevabını Allah'tan umarak Ramazân oru­cunu tutarsa...» Yani kim Ramazân orucunu Allah'ın farz kıldığına ina­narak ve sevabını Allah'tan umarak tutarsa.

ŞaTrî: «Kalblerindekini sağlamlaştırmak için...» âyet-i kerîme'si hakkında şöyle diyor : «Tasdik ve yakînini sağlamak için»

Katâde, Ebu Salih ve İbn Zeyd de böyle söylemişler; İbn Cerîr de bu açıklamayı tercih etmiştir.

Mücâhid ve Hasan ise: «Sadakalarını nereye vereceklerini iyi tes-bît etmek için.» açıklamasını getirmişlerdir.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: İşte bunların hali «Bir tepedeki —İbn Abbâs ve Dahhâk'ın ilâvesine göre içinden nehirler akan— güzel bir bahçenin haline benzer. Kuvvetli bir sağnak düşünce, yemişlerini (ben­zeri bahçelere göre) iki kat verir, (tepede olmasına rağmen asla ku­raklık görmez. Çünkü bol yağmur yağmasa bile bir çisentisi bulunur. Bu çisenti bile ona yeter. İşte mü'minin ameli de böyledir; asla boşa gitmez. Bilakis Allah onu kabul eder, çoğaltır ve güzel amel işleyen herkesin amelini niyetine göre arttırır.)» İşte bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Ve Allah işlediklerinizi görür.» Kullarının amellerinden hiçbir şey O'na gizli kalmaz, buyurmaktadır. [41]

 

266 — Biriniz ister mi ki; hurmalardan ve üzümler­den bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, içinde her çeşit meyve bulunsun da; kendisi ihtiyarlamış, çocukları da güçsüz kalmışken bahçesi ateşli bir kasırga ile yanıver-sin. Düşünesiniz diye Allah size âyetlerini böyle açıklar.

 

Bu âyetin tefsirinde Buhârî der ki: Bize İbrâhîm İbn Mûsâ'nm... Übeyd İbn Umeyr'den rivayetine göre o şöyle demiştir : Ömer İbn Hat-tâb bir gün Rasûlullah (s.a.) m ashabına : «Biriniz istermi ki; hurma­lardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun...» âyet-i kerîme'si kimin hak­kında nazil olmuştur biliyor musunuz?» diye sordu. Onlar : Allah en iyi bilir, dediler. Ömer kızdı ve : Biliyoruz, ya da bilmiyoruz deyin, dedi. İbn Abbâs şöyle konuştu : Ey mü'minlerin emîri, bende bu konuda bir bilgi var. Ömer : Ey kardeşimin oğlu; söyle.ve kendini küçük görme, dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle konuştu : Bu âyet bir amel için misâl olarak getirildi. Ömer sordu : Hangi amel? İbn Abbâs : «Zengin bir adam vardı; Allah'a itaat üzre idi. Sonra Allah ona şeytânı gönder­di de adam günâhlar işledi. O kadar ki eski amellerini tümüyle batırdı. İşte bu, o adamın ameli hakkındadır.» diye cevap verdi.

Bu hadîs-i şerîf —ki Buhârî bu hadîsi Hasan İbn Muhammed ez-Za'ferânî kanalıyla... İbn Cüreyc'den rivayet etmiştir— Buhârî'nin ri­vayetinde münferid kaldığı hadîs-i şeriflerdendir. Bu âyetin tefsirinde bu hadîs-i şerîf yeterlidir ve âyet-i kerîme'de verilen misâl açık seçik anlaşılmaktadır. Bir adam var; önce güzel ameller işler, sonra hare­ketleri değişir ve iyiliklerini kötülüklere çevirir. Böylece ikinci olarak yapmış olduğu işler daha önce yaptığı iyilikleri yok eder. Durumların en dar olanında, birinci yaptıklarından azıcık bir amele bile muhtaç duruma düşer. Elinde hiçbir şey kalmaz ve daha önceki durumundan daha muhtaç bir hale düşer. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : ((Kendisi ihtiyarlamış, çocukları da güçsüz kalmışken bahçesi ateşli bir kasırga ile yanıversin. (kasırgadaki alev bahçesinin meyvelerini yaksın ve ağaç­larını yok etsin. Bunun hali nicedir?)» buyurmuştur.

İbn Ebu Hatim, Avfî tarîki ile İbn Abbâs'tan rivayet ediyor ki o şöyle demiştir: Allah güzel bir misâl verdi, O'nun her misâli güzeldir. Şöyle buyurdu : «(Gençliğindeki işini anlatarak) biriniz ister mi ki; hurmalardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun, altından ırmaklar ak­sın, içinde her çeşit meyve bulunsun da kendisi ihtiyarlamış, çocukları da güçsüz kalmışken (ömrünün sonlarına doğru olan halini anlatıyor.) bahçesi ateşli bir kasırga ile yanıversin.» Böyle bir bahçeyi yeniden di­kecek kuvveti yoktur artık. Hayırlı bir nesil de bırakmamıştır ki bu bahçenin bir benzerini ona tekrar yapıversin. İşte kıyamet günü Allah Teâlâ'nın huzuruna getirilecek olan kâfirin durumu da böyledir : Al­lah'ın rızasını kazanacak bir hayrı yoktur. Nasıl ki bahçe sahibinin eski bahçenin bir benzerini ona tekrar yapıversin. İşte kıyamet günü Allah kendine dönecek bir hayır bulamayacaktır. Nasıl ki öteki çocuklarından bir fayda görememiştir. Kâfir en muhtaç olduğu dönemde ecirden mah­rum kalacaktır. Nasıl ki öteki de en muhtaç olduğu dönemde —ki ihti­yarlık ve çocuklarının zayıflığı dönemidir— bahçesinden mahrum ka-lıvermişti.

Hâkim de Müstedrek'inde rivayet ediyor ki Rasûlullah (s.a.) dua­larında şöyle derdi: «Allah'ım yaşlılığımda ve ömrümün bitiminde ba­na rızkımı geniş kıl.»

İşte bunun içindir ki Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :

«Düşünürsünüz (ibret alır, misâlleri ve mânâları anlar ve ne kas­tedildiğini kavrarsınız.) diye Allah size âyetlerini böyle açıklar.»

Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyurmaktadır : «İşte misâller. Biz, onları insanlara anlatıyoruz. Onları ancak bilenler anlar.» (Ankebût, 43) [42]

 

267 — Ey îmân edenler, kazandıklarınızın iyilerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan infâk edin. Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri verme­ye yeltenmeyin. Ve bilin ki Allah Ganî'dir, Hamîd'dir.

268 — Şeytân sizi fakirlik ile korkutarak, çirkin şey­leri emreder. Allah ise size mağfiret ve bolluk va'deder. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.

269 — Hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet ve­rilmişse şüphesiz ki, ona pek çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.

 

İnfâk ve Hikmet

 

Allah Teâlâ mü'min kullarına Allah'ın kendilerine rızık olarak ver­diği, kazandıkları mallardan —Mücâhid'e göre ticâretten kazandıkları mallardan, Ali ve Süddî'ye göre altın ve gümüşten— ve Allah'ın ken­dileri için yeryüzünde bitirdiği meyve ve ekinlerden infâk etmeyi em­rediyor. İbn Abbâs'a göre buradaki infâk ile zekât kastedilmektedir.

İbn Abbâs şöyle diyor :

«Allah Teâlâ mü'min kullarına, mallarının en temiz, en güzel olan­larından infâkta bulunmayı emrediyor; mallarının bayağı ve kötü olan­larını tasaddukdan da men'ediyor. Çünkü Allah Teâlâ temizdir ve an­cak temiz olanı kabul eder. Bunun içindir ki «Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye kalkmayın.» Böyle şeyleri kabulde Allah sizden daha müstağnidir. Dolayısıyla hoşlanmadığınız şeyleri Allah için vermeye kalkmayın.» buyurmaktadır.

«... Bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin.» âyet-i kerîme'sinin «in­fâkta bulunmak üzere helâl malı bırakıp da harama yönelmeyin.» an­lamında olduğu söylenmişse de sahîh olan birinci görüştür.

Burada İmâm Ahmed'in rivayet ettiği şu hadîs-i şerifi zikretmek yerinde olacaktır.

Bize Muhammed İbn Ubeyd... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Allah Teâlâ azıklarınızı aranızda paylaştırdığı gibi huylarınızı da aranızda bölüştürmüştür. Allah dünyayı sevdiğine de, sevmediğine de verir. Dini ise sadece sevdiğine verir. Allah kime din vermiş ise muhak­kak ki onu sevmiştir.. Nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemîn ede­rim ki kul, kalbi ve dili müslüman olmadıkça müslüman olmuş olmaz. Komşusu kendisinin kötülüklerinden emîn olmadıkça kişi îmân etmiş olmaz.», «Ey Allah'ın Peygamberi kişinin komşusuna kötülükleri nedir? sorusu üzerine Allah'ın Rasûlü : «Onu aldatması ve zulmüdür.» buyu­rarak şöyle devam ettiler : «Kul haramdan bir mal kazanır da ondan in-fâkda bulunursa kendisine bereketli kılınmaz, ondan tasadduk ederse kabul edilmez, arkasında bıraksa bile o ancak kendisini cehenneme gö­türen bir azık olur. Allah kötüyü kötü ile silmez; kötüyü ancak iyi, güzel ile siler. Kötü de kötüyü silmez, yok etmez.»

İbn Cerîr der ki: Bize Hüseyin İbn Ömer el-Abkârî'nin... «Ey îmân edenler, kazandıklarınızın iyilerinden ve size yerden çıkardıklarımız­dan infâk edin. Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şey­leri vermeye yeltenmeyin.» âyet-i kerîme'si hakkında Berrâ İbn Âzib'-den rivayetine göre o şöyle demiştir :

Bu âyet-i kerîme Ansâr hakkında nazil oldu. Ansâr, hurma kesme günleri gelince bahçelerinden taze hurmaları alır ve bunları Rasûlullah (s.a.) in mescidinde iki direk arasına gerilmiş bir ipe asarlardı. Mu­hacirlerin fakirleri de onlardan yerdi. Ansârdan birisi kötü, âdi hurma­ları aldı ve taze hurma salkımlarının arasına koydu. Bunun caiz oldu­ğunu sanıyordu. Böyle yapanlar hakkında Allah Teâlâ «... Bayağı şey­leri vermeye yeltenmeyin.» âyetini indirdi.

Hadîsi aynı sened ile İbn Cerîr, İbn Mâce, İbn Merdûyeh ve Hâkim Müstedrek'inde rivayet etmişlerdir. Hâkim bu hadîs hakkında : Buhar! ve Müslim'in şartlarına göre sahîhdir, ancak ikisi de bu hadîsi tahriç etmemişlerdir, demektedir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc'in... Berâ'dan ri­vayetinde o şöyle demiştir: «Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığı­nız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin.» âyet-i kerîme'si bizim hakkı­mızda nazil oldu : Bizim hurmalarımız Vardı. Bizler çokluğuna ve azlı­ğına göre hurmalıklarımızdan hurma salkımlarını getirir ve mescide asardık. Ehl-i Suffe'den —ki onlann yiyecekleri yoktu— birisi acıktığı zaman gelir, asâsıyla bir salkıma vurur ve ondan düşen taze hurmaları yerdi. Hayırda gözü olmayan kişiler bozuk, âdi, kırılmış ve düşmüş hur­ma salkımlarını getirerek bunları asarlardı. Bunun üzerine «Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin.» âyeti nazil oldu. Sizden birisi verdiğinin bir benzeri kendisine verilse göz yummadan ve utanmadan onu almaz. Bundan sonra bizler yanımız­da olanların iyilerini getirirdik.

Aynı hadîs-i şerifi Tirmizî de değişik bir rivayet zinciriyle Berâ'­dan rivayet etmiş ve : «Bu, hasen, garîb bir hadîstir.» demiştir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Sehl İbn Hanîf'ten o da ba­basından rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) iki çeşit âdi ve bozuk hur­madan nehyetti. İnsanlar meyvelerinin kötülerine yönelir ve zekât ola­rak bunları çıkarırlardı. Bunun üzerine : «Bayağı şeyleri vermeye yel­tenmeyin.» âyeti nazil oldu.

Hadîsi «Müsned hadîs» olarak rivayet eden Ebu Davud'un lafa şöyledir: «Rasûlullah (s.a.), bozuk ve âdi hurmanın zekât olarak alın­masını yasakladı.»

Hadîs-i şerîf değişik tarîkla Neseî tarafından da rivayet edilmiştir.

Aynı hadîs İbn Vehb tarafından Abdülcelîl'den rivayet edilmiştir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... «Bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin.» âyeti hakkında Abdullah İbn Ma'kil'den rivayetine göre o şöyle demiştir : «Müslümanın kazancı bayağı ve pis olmaz. Müslü­man bozuk hurmayı, kanşık ve bozuk dirhemi ve kendisinde hayır ol­mayan şeyi sadaka olarak (ya da zekât olarak) vermez.»

İmâm Ahmed der ki: Bize, Ebu Saîd'in... Hz. Âişe'den rivayetin­de o şöyle demiştir: «Rasûlullah (s.a.) a bir keler (bir çeşit sürüngen hayvan)  getirildi, onu yemedi ve yenilmesini de yasaklamadı. Ben«Ey Allah'ın Rasûlü onu fakirlere yedirelim mi?» diye sordum, «Ye­mediğiniz şeylerden onlara yedirmeyiniz» buyurdular.

Sevrî der ki: Süddî kanalıyla... «Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız...» âyet-i kerîme'si hakkında Berâ'dan rivayete göre o şöyle demiş : «Bir adamın başka birisinden alacağı olsa, o da getirip bunu verse alıcısı onu alır. Ancak hakkının karşı tarafça eksiltilmiş olduğunu görerek kabul eder.» Bu hadîs İbn Cerîr tarafından rivayet edilmiştir.

Ali İbn Ebu Talha der ki: «Kendiniz göz yummadan alıcısı ol­madığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin.» âyet-i kerîme'si hak­kında İbn Abbâs şöyle dedi:

«Sizin birinden alacağınız olsa, o da sizin hakkınızdan daha azı­nı size getirse, iyi olması yönünden onu noksan bulmadan almazsı­nız, (alırsınız ama onu noksan bulur, noksan kabul edersiniz.) İşte Allah Teâlâ'nm «Kendiniz göz yummadan...» sözü böyledir. «Benim si­zin üzerinizdeki hakkım mallarınızın en temiz ve en iyilerinden oldu­ğu halde, kendiniz için razı olmadığınız bir şeye benim için nasıl razı olursunuz?» anlamındadır.

Hadîs İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr tarafından rivayet edilmiştir. İbn Cerîr şunu da ilâve eder : İşte bu Allah Teâlâ'nın : «Sevdiğiniz şeyler­den (Allah için) infâk etmedikçe asla iyiliğe (birr'e) erişemezsiniz.» (Âl-i İmrân, 92) sözüdür.

Bu hadîsin benzeri Avfî ve başka tarîklarla İbn Abbâs'tan da riva­yet edilmiştir. Bir çokları da böylece zikretmişlerdir.

Allah Teâlâ : «Ve bilin ki Allah Ganî'dir, Hamîd'dir.» buyurmakta­dır. Her ne kadar size, sadaka vermeyi ve mallarınızın temizlerinden vermeyi emretmişse de O, bundan müstağnidir. Bu, ancak zenginle fakirin eşit kılınması içindir. Nitekim bir başka âyet-i kerîme'de : «On­ların ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşır. Sizden O'na sadece takva ulaşır.» (Hacc, 37) buyurmaktadır. O, bütün yaratıklarından zengindir ve onlardan müstağnidir, bütün yaratıkları ise O'na muhtaçtırlar. O'nun lutfu geniştir, O'nun katında olanlar asla tükenmez. Kim temiz bir kazançtan sadaka verirse bilsin ki Allah zengindir, ihsanları geniştir, kerîm'dir, cömerttir, verdiği sadaka sebebiyle kulunu mükâfâtlandıra-caktır ve bu yaptığını onun için kat kat arttırarak mükâfâtlandıracak-tır. Kim yoksul ve zulmedici olmaksızın borç verirse Allah Hamîd'dir. Yani bütün işlerinde, sözlerinde, kanun koymasında ve kaderinde övül­müştür. O'ndan başka İlâh yoktur. Yegâne Rab O'dur.

«Şeytan sizi fakirlik ile korkutarak, çirkin şeyleri emreder. Allah ise size mağfiret ve bolluk va'd eder. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.»

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a'nın... Abdullah İbn Mes'ûd'-dan rivayetine göre, Rasûlullah  (s.a.)  şöyle buyurmuştur: «Muhakkak ki şeytân da melek de Âdemoğlu ile ilgilenir. Şeytânın onunla ilgilenmesi onu kötülükle korkutup hakkı yalanlatmasıdır. Me­leğin ilgilenmesi ise ona hayır müjdeleyip hakkı tasdik etmesidir. Bu­nu kendi nefsinde (gönlünde ve hatırında) bulan kişi, bu düşüncenin Allah'tan olduğunu bilsin ve Allah'a hamdetsin; diğerini bulan kimse ise şeytândan (Allah'a) sığınsın.» Sonra Rasûlullah (s.a.) : «Şeytân sizi fakirlik ile korkutarak, çirkin şeyleri emreder. Allah ise mağfiret ve bolluk va'd eder.» âyet-i kerîme'sini tilâvet buyurdular.

Hadîsi bu şekliyle Tirmizî ve Neseî Sünen'lerinin «Kitâb'üt-Tef-sîr» bölümlerinde rivayet etmişlerdir.

İbn Hibbân'da sahîh'inde Ebu Ya'lâ el-Mavsılî'den, o da Hennâd' dan kendi senediyle aynı hadîsi tahrîç etmiştir.

Tirmizî: Hadîs hasendir, garîbtir. Ebu'l-Ahvas'ın rivayet ettiği bu hadîsi sadece onun rivayetinden merfû' olarak biliyoruz, demiştir.

Allah Teâlâ buyurur ki:

«Şeytân (elinizde bulunan şeylere sıkı sıkıya yapışarak onları Al­lah'ın rızâsı yolunda infâk etmeyi yasaklamakla kalmaz, size günâhları, haramları ve yüce yaratıcıya muhalefeti emretmek suretiyle) çirkin şeyleri de emreder. Allah ise (şeytânın size çirkin şeyleri emretmesine karşılık) mağfiret ve (şeytânın sizi fakirlikle korkutmasına karşılık) bolluk va'd eder. Allah Vâsî'dir, Alîm'dir.»

«Hikmeti dilediğine verir...» âyet-i kerîme'sindeki «Hikmet»in ne anlama geldiği konusunda muhtelif görüşler vardır : Şöyle ki:

Ali îbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan rivayetle hikmetin «Kur'an'ı; nâsih ve mensûhunu, muhkem ve müteşâbihini, başlangıç ve sonla­rını, helâl ve haramın ve misâllerini bilmek,» olduğunu söylemektedir.

Cüveybir'in Dahhâk'dan, onun da İbn Abbâs'tan merfû' olarak rivayet ettiğine göre hikmet; «Kur'an'dır. Yani tefsiridir.»

İbn Abbâs : «Muhakkak ki onu (Kur'an'ı) iyi de günahkâr da okur. (okumuştur).» demiştir. Bu, İbn Merdûyeh tarafından rivayet edil­miştir.

Mücâhid'den rivayetle İbn Ebu Necîh hikmetten, sözde isabetin (doğruluğun), kastedildiğini söylemiştir.

Mücâhid'den rivayetle Leys İbn Ebu Süleym; hikmetin; peygam­berlik olmadığını fakat onun ilim, fıkıh ve Kur'an olduğunu söylemiş­tir.

Ebu'l-Âliye ise : «Hikmet; Allah korkusudur; gerçekten Allah kor­kusu her hikmetin başıdır.» demiştir.

İbn Merdûyeh... İbn Mes'ûd'dan merfû' olarak rivayet ediyor ki «Hikmetin başı Allah korkusudur.»

Yine İbn Mes'ûd'dan Ebu'l-Âliye rivayet eder ki, hikmet, «Kitâb ve anlayıştır.» İbrâhîm en-Nehaî hikmetin, anlayış olduğunu söylemiştir.

Ebu Mâlik hikmetin; sünnet olduğunu söylemiştir.

İbn Vehb, Mâlik'den rivayetle anlatıyor ki, Zeyd İbn Eşlem; hik­met akıldır, demiştir.

Mâlik şöyle diyor: «Bana öyle geliyor ki hikmet; Allah'ın dininde bir kavrayış ve Allah'ın rahmet ve fazlından kalblere koymuş olduğu bir şeydir. Bunu açıklayan durumlardandır ki sen bir adamı, dünya işle­rine baktığında akıllı bulursun. Bir diğerini de dünya işlerinde zayıf, dinin işlerinde basiretli ve bilgili bulursun. Allah bunu ona vermiş ve diğerinden de mahrum etmiştir. Hikmet, Allah'ın dininde bir kavra­yıştır.»

Süddî der ki: «Hikmet; peygamberliktir.»

Cumhûr'un da söylediği gibi sahîh olan, hikmetin peygamberliğe hasredilemeyeceğidir. Bilakis hikmet, ondan daha geniştir, hikmetin en yücesi ise peygamberliktir, risâlet ise daha husûsîdir. Ancak pey­gamberlere tâbi olanların tebeaiyyet bakımından hayırda nasibi var­dır. Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur :

«Kim Kur'an'ı ezberlerse kendisine vahiy gelmediği halde peygam­berlik onun iki küreği arasında durulmuş, toplanmış olur.»

Bu hadîs-i şerifi Vekî İbn el-Cerrâh tefsirinde... Abdullah İbn Ömer'den rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî ve Yezîd'in... İbn Mes'ûd'dan ri­vayetlerinde o şöyle demiştir : Rasûlullah (s.a.) ı şöyle derken işittim :

.   «Şu iki kişi hakkında olanı hâriç hased yoktur : Bir adam ki Allah kendisine mal vermiş ve onu hak yolda tüketiyor, bir adam ki Allah ken­disine hikmet vermiş ve o da'bununla hükmediyor ve onu öğretiyor.» Bu hadîs-i şerifi Buhârî, Müslim, Neseî ve İbn Mâce müteaddit tanklardan olmak üzere İsmâîl İbn Ebu Hâlid'den rivayet etmişlerdir. «Bunu ancak akıl sahipleri anlar.» Va'z ve zikir ancak akıl sahip­lerine fayda verir. Va'z ve zikirle de hitap ve söylenen sözün anlamı kastedilmektedir. [43]

 

270 — Nafakadan ne harcadınız ise veya adaktan ne adadmızsa, şüphesiz ki Allah, onları bilir. Zulmedenlerin
hiç yardımcıları yoktur.

271 — Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları gizler de fakirlere öyle verirseniz bu, sizin için da­ha hayırlıdır. Ve onunla günâhlarınızdan bir kısmını yarlığar. Allah, her ne yaparsanız haberdârdır.

 

Gizli-Açık İnfâk

 

Allah Teâlâ, (sadaka) veren, infâkta ve adakta bulunanların bu yaptıklarını bildiğini haber vermektedir. Bu, aynı zamanda va'dettik-lerini umarak, sadece O'nun rızâsını isteyerek çalışanlara en güzel mü­kâfatı vereceği müjdesiyle birlikte kendine itâatta bulunmayan, emri­ne muhalefet eden, haberini yalanlayan ve kendisiyle birlikte başka­larına da ibâdet edenlere bir tehdidi içermektedir. Allah Teâlâ bu an­lamda : «Zulmedenlerin (kıyamet gününde kendilerini Allah'ın azabın­dan ve öfkesinden kurtaracak) yardımcıları yoktur.» buyurmaktadır.

Allah Teâlâ : «Eğer onları (sadakaları) gizler de fakirlere öyle ve­rirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.» buyurmaktadır. Burada, sada­kayı gizlemenin açıktan verilmesinden daha faziletli', olduğuna delâlet vardır. Çünkü bu, riyadan uzaktır. Ancak insanların bu iyi hareketi benimsemesi gibi bir fayda söz konusu ise, bu takdirde açıkça verme daha iyi olur.

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur :

«Kur'an'ı açıktan okuyan sadakayı açıktan veren; Kur'an'ı giz­lice okuyan sadakayı gizlice veren gibidir.»

Aslolan şudur ki; bu âyete göre sadakanın gizli verilmesi daha fazi­letlidir. Ayrıca Buhârî ve Müslim'de Ebu Hüreyre'den rivayet edilen şu hadîsi şerif de buna delâlet etmektedir: Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuşlardır:

«Yedi sınıf insan vardır ki sadece Allah'ın (rahmet) gölgesinin olduğu günde —ki kıyamet günüdür— Allah onları kendi (rahmeti­nin) gölgesinde gölgelendirecektir: Adaletli devlet başkanı, Allah'ın ibadetiyle yetişen genç, Allah için birbirini seven; Allah sevgisi üzere biraraya gelen ve ayrılan iki kişi, mescidden çıktığı andan itibaren ora­ya dönünceye kadar kalbi mescide bağlı kalan, yalnız başına olduğu halde Allah'ı zikreden ve gözleri coşan kişi, makam ve güzellik sahibi bir kadın kendisini çağırdığında: «Âlemlerin Rabbı olan Allah'tan kor­karım.» diyen kişi ve sadaka verdiğinde sağ elinin verdiğini sol eli bil­meyecek derecede gizleyen kişi.»

İmâm Ahmed diyor ki: Bize Yezîd İbn Harun'un... Enes İbn Mâ-lik'den rivayetinde Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular:

«Allah Teâlâ yeryüzünü yarattığında o sallanmaya ve eğilmeye (deprenmeye) başladı. Allah da dağlan yaratarak yeryüzüne attı ve yeryüzü istikrar kazandı. Melekler, dağların yaratılışına şaşarak : Ey Rabbımız, yaratıkların içinde dağlardan daha şiddetli olanı var mıdır? diye sordular. O : Evet, demir var, buyurdu. Melekler: Ey Rabbımız yaratıkların arasında demirden daha şiddetli olanı var mıdır? diye sor­dular. O : «Evet, ateş.» buyurdu. Melekler: Ey Rabbımız yaratıkların arasında ateşten daha şiddetli bir şey var mı? diye sordular. O : «Evet, su.» buyurdu. Melekler: Ey Rabbımız, yaratıkların arasında sudan daha şiddetli olanı var mı? diye sordular. Allah Teâlâ : «Evet, buyur­du, rüzgâr daha şiddetlidir.» Meleklerin : Ey Rabbımız, yaratıkların ara­sında rüzgârdan daha şiddetli olanı var mı? sorusuna Allah Teâlâ : «Evet» buyurdu; sağ eliyle verdiği sadakayı sol elinden gizleyen Âde­moğlu.»

Bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur : «Gizli verilen sadaka, Rab-bın öfkesini dindirir.»

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... «Sadakaları açıktan verir­seniz ne güzel. Eğer onları gizler de fukaraya öyle verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.» âyet-i kerîme'si hakkında Âmir eş-Şa'bî'den riva­yetine göre o şöyle demiştir: «Bu âyet, Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) hak­kında nazil oldu. Ömer, malının yarısını getirip Rasûlullah (s.a.) a ver­mişti. Rasûlullah (s.a.) ona : «Arkanda ailen için ne bıraktın ey Ömer?» diye sorduklarında, Ömer: Onlara malımın yarısını bıraktım, demiş­ti. Ebu Bekir'e gelince; o bütün malını getirmiş ve neredeyse kendi nef­sinden bile gizleyerek Rasûlullah (s.a.) a vermişti. Rasûlullah (s.a.) ona da : «Ey Ebu Bekir, arkanda ailen için ne bıraktın?» sorusunu yö­nelttiğinde : Allah ve Rasûlünün va'dini bıraktım, diye cevaplamış ve Ömer (r.a.) ağlayarak : Babam ve anam sana feda olsun ey Ebu Bekir; Allah'a yemîn ederim ki ne zaman hayır konusunda seninle yarışsak mutlaka sen beni geçmişindir, deyivermişti.

Bu hadîs-i şerif Ömer (r.a.) den değişik şekilde rivayet edilmişse de biz burada Şa'bî'nin rivayetini kaydettik.

İster farz, ister mendûb olsun bu âyet-i kerîme sadakanın gizlen­mesinin daha faziletli olduğu konusunda umûmîdir. Şu kadar var ki İbn Cerîr, Ali İbn Ebu Talha tarîki ile bu âyetin tefsirinde İbn Ab-bâs'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: «Allah Teâlâ nafile sadaka­nın gizli verilenini açıktan verileninden yetmiş kat faziletli; farz olan sadakanın —ki zekâttır— açıkça verilenini de gizlice verileninden yir-mibeş kat daha faziletli kıldı.»

Allah Teâlâ buyuruyor: «Ve onunla (özellikle gizli olarak verdiği­niz sadakalar karşılığında sizin derecelerinizi yükseltir ve) günâhla­rınızdan bir kısmını yarlığar. Allah, her ne yaparsanız haberdârdır.»

Bunlardan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz ve size bunlar karşılığında mutlaka mükâfat verecektir. [44]

 

272 — Onları hidâyete erdirmek sana düşmez. Allah dilediğini hidâyete erdirir. Hayır nâmına ne infâk eder­seniz kendinizedir. Zaten yalnız Allah rızâsını kazanmak için infâk edersiniz. Verdiğiniz her hayır tâm olarak size ödenir. Ve siz, haksızlığa uğratılmazsınız.

273 — Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna ver­miş olup da yeryüzünde dolaşmayan ve tanımayanların; hayalarından dolayı onları zengin zannettikleri yoksulla­ra verin. Onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Hayırdan ne infâk eder­seniz şüphesiz Allah onu bilir.

274 — Onlar ki, mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık infâk ederler, işte onların mükâfatı; Rabları katındadır.  Onlar için korku da yoktur, üzülecek de değil­lerdir.

 

Hidâyet ve İnfâk Psikolojisi

 

Ebu Abdurrahmân Neseî diyor ki: Bize Muhammed tbn Abdüs-selâm İbn Abdurrahîm'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o şöyle de mistir: Ashâb müşrik olan akrabalarına az da olsa sadaka vermekten hoşlanmıyorlardı. Bu konuyu sorduklarında kendilerine müsâade ediL-di ve : «Onları hidâyete erdirmek sana düşmez. Allah dilediğini hidâ­yete erdirir. Hayır namına ne infâk ederseniz kendinizedir. Zaten yalnız Allah rızâsını kazanmak için infâk edersiniz. Verdiğiniz her hayır tâm olarak size ödenir ve siz, haksızlığa uğratılmazsınız» âyet-i kerîme'si nazil oldu.

Bu hadîsi Ebu Huzeyfe, İbn Mübarek, Ebu Ahmed ez-Zübeyrî ve Bbu Dâvûd el-Hadremî, Süfyân es-Sevrî'den rivayet etmişlerdir.

İbn Ebu Hatim diyor ki: Bize Ahmed İbn Kasım İbn Atiyye'nin... İbn Abbâs'tan, onun da Rasûlullah (s.a.) dan rivayetine göre, Rasû­lullah (s.a.) «Onları hidâyete erdirmek sana düşmez...» âyet-i kerîme'si nazil oluncaya kadar ancak müslüman olanlara sadaka verilmesini em­rederdi. Bu âyet-i kerime'nin nüzulünden sonra hangi dinden olursa olsun, isteyene sadaka verilmesini emrettiler. Esma Bint Sıddîk'in bu konudaki hadîsi, «Sizinle din uğrunda savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanız ve âdil davranmanızı Allah yasakla­maz.» (Mümtehine, 8) âyetinin tefsirinde gelecektir.

Allah Teâlâ'nın : «Hayır nâmına ne infâk ederseniz kendinizedir.» sözü: «Kim sâlih amel işlerse kendi lehinedir.» (Fussilet, 46) sözü gi­bidir ki Kur'an-ı Kerîm'de bunun benzerleri çoktur.

«Zâten yalnız Allah rızâsını kazanmak için infâk edersiniz.» âyet-i kerîme'si hakkında Hasan el-Basri: «Mü'minin nafakası kendisinedir; mü'min infâk ettiğinde sadece Allah rızâsını gözeterek infâkta bulu­nur.» derken Atâ el-Horasânî şöyle demektedir: Burada kastedilen şu­dur : «Sen, Allah rızâsı için verdiğinde, verdiğin kişinin amelinden sen sorumlu değilsin.» Bu güzel bir anlamdır. Ve buradan çıkan netîce de şudur: Tasaddukda bulunan kişi Allah rızâsını gözeterek tasadduk et­tiği zaman, ecri Allah'a aittir. İyiye, ya da günahkâra, ya da müstehak olana veya olmayana vermiş olmasından dolayı onun üzerine bir vebal yoktur. O, niyeti ile sevaba nail olacaktır. Bunun dayanağı ise âyet-i kerîme'nin devamıdır: «Verdiğiniz her hayır tâm olarak size ödenir. Ve siz, haksızlığa uğratılmazsınız.»

Ebu Zinâd, A'rec tarîki ile Ebu Hüreyre'den rivayet edilen ve Bu-hârî ile Müslim'de tahrîç olunan bir hadîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

«Bir adam: Bu gece mutlaka bir sadaka vereceğim, diyerek çıktı ve sadakasını zina eden bir kadının eline koydu, (zina eden bir kadına sadaka verdi.) İnsanlar: Zina eden bir kadına sadaka verdi, diye ko­nuşmaya başlayınca o kişi: Allah'ım, zina eden bir kadına sadakamı rast getirdiğin için sana hamdolsun. Bu gece mutlaka bir sadaka vere­ceğim, dedi ve bir zengine sadaka verdi. İnsanlar bu sefer : Bu gece bir zengine sadaka verdi, diye konuşmaya başladılar. O yine : Allah'ım sa­dakamı bir zengine rastlattığın için sana hamdolsun. Bu gece mutlaka bir sadaka vereceğim, diyerek çıktı ve bir hırsızın eline sadakasını koy­du. İnsanlar : Bu gece de bir hırsıza sadaka verdi, diye konuşmaya baş­ladılar. O ise : Allah'ım, sadakamı zina eden bir kadına, bir zengine, ve bir hırsıza tesadüf ettirdiğin için sana hamdolsun, dedi ve geldiğin­de kendisine: «Sadakaların kabul edildi, zina eden kadın olur ki ver­diğin sadaka ile zinadan kendisini alıkor, zengin olur ki ibret alir ve Allah'ın kendisine verdiklerinden infâkta bulunur, umulur ki hırsız senin verdiğinle hırsızlığından kendisini kurtarmış olur, denildi.»

Allah Teâlâ'nın : «Sadakalarını, kendilerini Allah yoluna vermiş... yoksullara verin.» âyetiyle Medîne-i Münevvere'de oturup da iş ve güç­lerini bırakıp Allah ve Rasûlü ile meşgul olan muhacirler kastedilmek­tedir. Maişetlerini te'mîn edecek bir sebeb (meşguliyet) e sahip değil­lerdi. Onlar «(Geçimlerini aramak üzere) yeryüzünde dolaşmayan...» kimselerdi. «Onları tanımıyanlarm (ve hallerini bilmeyenlerin giyim-kuşam, durum ve sözlerindeki iffetlerinden dolayı) onları zengin san­dıklan yoksullardı.»

Bu anlamda Ebu Hüreyre'den rivayet edilen ve sıhhatinde ittifak edilmiş olan bir hadîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır:

«Gerçek yoksul, şu kapı kapı dolaşan ve kendisine bir iki hurma, bir iki lokma ve bir iki yiyecek verilen kişi değildir. Gerçek yoksul; kendisine yetecek zenginliği olmayan, tanınıp da kendisine sadaka ve­rilmeyen ve insanlardan hiçbir şey istemeyendir.»

İmâm Ahmed bu mânâyı İbn Mes'ûd hadîsinden rivayet etmiştir.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Onları yüzlerinden (akıl sahiplerince gö­rülen sıfatlarıyla) tanırsın :

Bu anlamda olmak üzere Allah Teâlâ başka âyet-i kerîme'lerde de şöyle buyurur :

«Onlar yüzlerindeki secde izinden tanınırlar.» (Feth, 29) «Sen on­ları sözlerinin üslûbundan da tanırsın.»  (Muhammed, 30)

Sünen'lerde rivayet edilen bir hadîs-i şerifte de Rasûlullah (s.a.) : «Mü'minin ferasetinden (anlayışından) korkunuz; zîra o, Allah'ın nu­ruyla bakar.» buyurup, «Bunda, görebilenler için âyetler vardır.» (Hicr, 75) âyet-i kerîme'sini okudular.»

Allah Teâlâ buyuruyor : «Yüzsüzlük ederek insanlardan birşey iste­mezler.» istemekte ısrar etmez ve ihtiyâçları olmayan şeyi insanlara yüklemezler. Kim dilencilik yapar ve yanında da dilencilik yapmasına gerek bırakmıyacak bir şey bulunursa işte bu kişi dilencilikte ısrar ve yüzsüzlük etmiştir.

Buhârî der ki: Bize İbn Ebu Meryem'in... Ebu Hüreyre'den riva­yetinde Rasûlullah (s.a.) :

«Gerçek yoksul kendisine bir iki hurma, bir iki lokma, gelen kişi değildir. Gerçek yoksul iffetli davranandır.» buyurup «Dilerseniz Allah Teâlâ'nın : «Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler.» sözünü okuyunuz» buyurdular.

İbn Ebu Hâtim'in Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ kanalıyla... Ebu Hürey­re'den rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muşlardır :

«Gerçek yoksul sizleri dolaşan ve sizin kendisine lokma lokma yi­yecek yedirdiğiniz (dilenci) değildir. Gerçek yoksul, yüzsüzlük ederek insanlardan birşey istemeyen iffetli kişidir.»

Yine İmâm Ahmed rivayet ediyor : Bize Ebu Bekr el-Hanefî... Mü-zeyne kabilesinden bir adamdan rivayet etti ki> annesi kendisine şöyle demişti: İnsanların istediği gibi sen de Rasûlullah (s.a.) a gidip, iste-sen ya. Şöyle anlatıyor :

Rasûlullah (s.a.) dan istemek üzere gittim. Ve onu kalkmış hutbe okurken buldum. Şöyle diyordu : «Kim iffetli davranırsa Allah Teâlâ onu iffetli kılar. Kim müstağni olursa Allah onu zengin kılar. Kim ya­nında beş ukkiyelik bir denk (yiyecek) olduğu halde insanlardan ister (ve dilencilik yaparsa), işte o kişi insanlardan yüzsüzlük ederek iste­miş (ve dilencilik yapmış) olur.» Kendi kendime şöyle dedim : Bizim bir devemiz beş ukkiyeden daha hayırlıdır. Oğluna âit bir diğer deve de beş ukkiyeden daha hayırlıdır. Döndüm ve istemedim.

İmâm Ahmed der ki: Bize Kuteybe'nin... Abdurrahmân İbn Ebu Sadi'den, onun da babasından rivayetine göre; o şöyle demiştir: «(Yi­yecek bir şeyler) istemek üzere annem beni Rasûlullah (s.a.) a gönder­mişti. Rasûlullah (s.a.) a gittim ve oturdum. Bana döndü ve şöyle bu­yurdu :

«Kim kendini müstağni görürse Allah onu zengin kılar. Kim iffetli olmak isterse Allah kendisini iffetli kılar. Kim kendi kendine yeterli olmak isterse Allah o kişiyi kendi kendine yeterli kılar. Kim de kendi­sinin bir ukkiye değerinde malı olur. da dilencilik yaparsa o kişi yüz­süzlük etmiş olur.» Devem Yâkûte, bir ukkiye'den daha hayırlıdır, de­dim ve ondan hiçbir şey istemiyerek geri döndüm.

Bir ukkiye, 40 dirhemdir.

Yine İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'in... Abdullah İbn Mes'ûd'-dan rivayetinde Rasûlullah (s.a.) : «Kim kendisinin dilencilik yapmı-yacak kadar yiyeceği olur da yine dilencilik yaparsa, kıyamet günü onun dilencilik yaparak istemiş olduğu şey, yüzünde yara bere olarak gelir.» buyurdu. Ey Allah'ın Rasûlü ona yetecek miktar nedir? diye sordular. Efendimiz: «Elli dirhem, ya da onun miktârınca altın.» bu­yurdular.

Hadîsi dört Sünen sahibi, Hâkim İbn Cübeyr el-Esedî el-Kûfî'den rivayet etmişler, Şu'be İbn el-Haccâc ise terketmiştir. İmamlardan bir çoğu da bu hadîsi, ifâdelerinden dolayı zayıf görmüşlerdir.

Hafız Ebu'l-Kâsım Taberânî der ki: Bize Muhammed İbn Abdul­lah el-Hadremî'nin... Muhammed İbn Sîrîn'den rivayetine göre o şöyle demiştir : Kureyş'ten olup da Şam'da ikâmet eden Hâris'e, Ebu Zerr'in ihtiyâç içinde olduğu haber verildi. O da kendisine 300 dînâr gönde­rerek şöyle dedi: Abdullah, kendisine benden daha kolay birini bulma­dı. Rasûlullah (s.a.) m şöyle buyurduğunu işittim: «Kim kendisinin 40 (dirhemi) olduğu halde ister (ve dilencilik yaparsa) yüzsüzlük et­miş olur.» Ebu Zerr ailesinin 40 dirhemi, 40 koyunu ve iki hizmetçisi var.

İbn Merdûyeh der ki: Bize Muhammed İbn Ahmed İbn İbrahimin... Amr İbn Şuayb'dan, onun babasından, onun da dedesinden rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular :

((Kim 40 dirhemi olduğu halde ister (ve dilencilik yaparsa) o kişi yüzsüzlük etmiştir ve yüzü kül renklidir.»

Bu hadîsin bir benzerini Neseî, Ahmed İbn Süleyman tarîki ile Süfyân İbn Uyeyne'den kendi isnadı ile rivayet etmiştir.

«Hayırdan ne infâk ederseniz şüphesiz Allah onu bilir.» O'na bun­lardan hiçbirisi gizli kalmaz; en bol şekilde bunları mükâfatlandırır ve kıyamet günü ihtiyâç duyacağından daha fazlasıyla bunları tamâmlar.

Allah Teâlâ'nın: «Onlar ki, mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık infâk ederler, işte onların mükâfatı; Rabları katındadır. Onlar için kor­ku da yoktur, üzülecek de değillerdir.» kavli gece ya da gündüz her za­man ve her halde O'nun yolunda ve O'nun rızâsını gözeterek infâkta bulunanlara Allah'ın bir övgüsüdür. Kendi ailesine infâkta bulunma bile bu hükme dâhildir. Nitekim Buhârî ve Müslim'de zikredildiğine göre, Rasûlullah (s.a.) Mekke'nin fethi yılı —bir rivayete göre de veda haccı yılı— Sa'd İbn Ebu Vakkâs'ı hastalığında ziyaret için gittikle­rinde ona şöyle demişlerdi: «Allah'ın rızâsını dileyerek bir infâkta bu­lunduğunda, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa muhakkak ki onunla derecen ve yüksekliğin artar.»

İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer ve Behz'in... Ebu Mes'ûd'dan rivayetine göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Müslüman ecrini Allah'tan umarak ailesine infâkta bulunduğu zaman bu, kendisi için bir sadakadır.»

Bu hadîsi Buhârî ve Müslim de Şu'be'den tahrîç etmişlerdir. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Zür'a'nın... Üreyb el-Müleykî'den onun da Rasûlullah (s.a.) dan rivayetine göre O, şöyle dedi: «Onlar ki, malla­rını gece ve gündüz, gizli ve açık infâk ederler...» âyet-i kerîme'si at sahipleri hakkında nazil olmuştur.

Bu âyet-i kerîme hakkında Habeş es-San'ânî, İbn Şihâb'dan, o da İbn Abbâs'tan rivayetle şöyle demektedir : Onlar, Allah yolunda at bes­leyenlerdir.

Bu hadîsi İbn Ebu Hatim rivayet etmiş ve sonra şöyle demiştir: Aynı şey Ebu Ümâme, Saîd İbn Müseyyeb ve Mekhûl'den de rivayet edilmiştir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc'in... İbn Cübeyr'-den, onun da babasından rivayetinde o şöyle demiştir : Ali (r.a.) nin dört dirhemi vardı; bir dirhemi gece, bir dirhemi gündüz, bir dirhemi gizlice ve bir dirhemini de açıktan infâk etti ve : «Onlar ki, mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık infâk ederler...» âyet-i kerîme'si nazil oldu.

Bu hadîsi İbn Cerîr de Abdülvehhâb İbn Mücâhid —ki bu râvî za­yıftır— tarîkıyla rivayet etmiştir.

Fakat İbn Merdûyeh başka bir şekilde ve İbn Abbâs'dan bu âyet-i kerîme'nin Ali İbn Ebu Tâlib hakkında nazil olduğunu rivayet eder.

Allah Teâlâ buyurur ki: «(Dünyada iken Allah'ın emrettiği yer­lere infâkta bulunmalarına karşılık kıyamet günü) işte onlann mükâ­fatı : Rablan katındadır. Onlar için korku da yoktur, üzülecek de de­ğillerdir.»[45]

 

275 — Faiz yiyenler ancak, şeytân çarpan kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların: Zaten alış-veriş faiz gibidir, demelerinden dolayıdır. Halbuki Allah, alış-veri-şi helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbından bir öğüt gelir de faizcilikten vazgeçerse, geçmiş olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm Allah'a aittir. Kim de dönerse, on­lar cehennem yaranıdırlar, orada temelli kalacaklardır.

 

Faiz ve Şeytân

 

Allah Teâlâ infâkda bulunan, zekâtlarını veren, her zaman ve her halde akrabalarına ve ihtiyâç sahiplerine iyilik ve tasaddukta bulunan iyileri zikrettikten sonra faiz ve insanların mallarını şüpheli yollarla haksız olarak yiyenlerin zikrine başlayıp kabirlerinden kalkacakları günden başlayarak onlann diriltilmeleri ve mahşere toplanmaları gü­nünden haber verip «Faiz yiyenler, ancak şeytân çarpan kimsenin kalk­tığı gibi kalkarlar.» buyuruyor. Kıyamet günü onlar sar'alının sar'a halinde ve şeytân çarpmış gibi kabirlerinden kalkarlar. Onlar, çirkin bir şekilde kabirlerinden kalkacaklardır. İbn Abbâs şöyle diyor : Faiz yiyen kıyamet günü nefesi boğulmuş deli gibi kalkar Bu hadîsi İbn Ebu Hatim rivayet etmiş ve şöyle demiştir : Bu ha­dîsin benzeri Avf İbn Mâlik, Saîd İbn Cübeyr, Süddî, Rebî' İbn Enes, Katâde ve Mukâtil İbn Hayyân'dan da rivayet edilmiştir.

Abdullah İbn Abbâs, Ikrime, Saîd İbn Cübeyr, Hasan, Katâde ve Mukâtil İbn Hayyân'dan hikâye edildiğine göre, onlar «faiz yiyenler an­cak, şeytân çarpan kimsenin kalktığı gibi kalkarlar.» âyet-i kerîme'si hakkında : Yani onlar, kıyamet günü kalkmayacaklardır, demişlerdir.

İbn Ebu Necîh de Mücâhid, Dahhâk ve İbn Zeyd'den rivayetle böy­le söylemiştir.

İbn Cerîr der ki: Bana Müsennâ'nın... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o; «Kıyamet günü faiz yiyene : Savaş için silâhını al, denilir.» de­miş ve «Faiz yiyenler ancak, şeytân çarpan kimsenin kalktığı gibi kal­karlar.» âyeti kerîme'sini okuyarak «Ve bu, kabrinden kalktığı anda­dır.» diye eklemiştir.

Ebu Saîd'in İsrâ hakkında rivayet ettiği hadîs-i şerifte —ki bu, ay­rıca İsrâ sûresinde zikredilecektir— şöyle buyurulur: O gece Rasû-lullah (s.a.) karınları evler gibi (kocaman) olan bir topluluğa uğraya­rak onların kim olduklarını sorar. Ona : «Bunlar faiz yiyenlerdir.» de­nilir.

Bu hadîsi Beyhakî uzunca rivayet etmiştir.

İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe'nin... Ebu Hüreyre'den rivayetinde Rasûlullah  (s.a.)  şöyle buyurmuşlardır :

«İsrâ gecesi karınları evler gibi olan ve karınlarının dışında yılan­ların dolaştığı bir topluluğa uğradım. Bunlar kimdir ey Cibril? diye sor­dum. O da : Bunlar faiz yiyenlerdir, cevabını verdi.»

Bu hadîsi İmâm Ahmed, Hasan ve Affân'dan, onlar da Hammâd İbn Seleme'den rivayet etmişse de isnadında zayıflık vardır.

Buhârî uzunca olan rû'ya (İsrâ) hadîsinde Semure İbn Cündüb'-ten rivayet ediyor :

«Bir nehre —zannediyorum ki kan gibi kırmızı da demişti— uğra­dım. Nehirde yüzen bir adam, nehrin kıyısında da yanma çokça taş top­lamış bir adam vardı. Nehirdeki yüzerek taş toplamış olan adamın ya­nma geldi ve ağzım açtı, öteki de ağzına taş doldurdu.»

Bu kısmın tefsirinde nehirde yüzen kişinin faiz yeyici olduğu zikre­dilmiştir.

Allah Teâlâ : «Bu, onların: Zâten alış-veriş faiz gibidir, demelerin­den dolayıdır. Halbuki, Allah, alış-verişi helâl, faizi, haram kılmıştır.» buyuruyor. Onlar, bunu (faizi) Allah'ın şerîatındaki hükümlerine karşı çıkmalarından dolayı caiz görmüşlerdir. Değilse bu, faizi alış-verişe kıyâs etmelerinden doğmamıştır. Zîrâ müşrikler, Allah'ın Kur'an-ı Ke-rîm'de meşru olarak bildirdiği alış-verişin aslının meşru olduğunu ka- bul etmemektedirler. Şayet bu onların yapmış olduğu bir kıyâs olsaydı: «Faiz, alış-veriş gibidir.» Yani alış-veriş de faizin benzeridir; niçin bu haram kılındı da öteki mübâh kılındı, demişlerdir. Allah Teâlâ'nın : «Halbuki Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır.» kavli Allah Teâlâ'nın faizle alış-verişin hükmünü ayırdığını bilmelerine rağmen on­ların yapmış oldukları i'tirâzı reddetme makamında sözün tamamlayı­cısı olsa gerektir. Allah Teâlâ Alîm'dir, hükmü asla değiştirilemiyecek olan bir Hâkim'dir. O, yaptığından sorulmayacaktır; halbuki onlar so­rulacaklardır. Allah Teâlâ işlerin hakikatlerini ve faydalı olanlarını bi­lir. Kullarına faydalı olanları bilir ve bunları kullarına mübâh kılar. Onlara zarar verecekleri de bilir ve bunları yasaklar. O, kullarına, bir annenin yeni doğmuş çocuğuna acıyıp merhamet etmesinden daha çok acıyıp merhamet eder. Bunun içindir ki: «Kime Rabbından bir öğüt gelir de faizcilikten vazgeçerse, geçmiş olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm Allah'a aittir.» buyurmaktadır. Allah'ın faizi yasaklaması ha­beri kime ulaşır da bu yasaklama kendisine ulaşır ulaşmaz faizden vaz­geçerse daha önce yapmış olduğu bu tür muameleler kendisinedir. Ni­tekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de; «Allah geçmiştekileri af-fetmiştir.» (Mâide, '95) buyururken Rasûlullah (s.a.) Mekke'nin fethi günü : «Câhiliye devrindeki bütün faizler iki ayağımın altındadır. Kal­dıracağım ilk faiz de Abbâs'ın faizidir.» buyurmuş ve câhiliyet devrinden alınmış olan fazlalıkların geri verilmesini emretmeyerek geçenleri af-fetmiştir. Nitekim Allah Teâlâ burada: «... Geçmiş olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah'a aittir.» buyurmuştur.

Saîd İbn Cübeyr ve Süddî «Geçmiş olanlar kendisine.» âyet-i ke-rîme'sinin tefsirinde: «Haram kılınmadan önce yemiş olduğu faiz.» açıklamasını getirmişlerdir.

İbn Ebu Hatim der ki: Muhammed İbn Abdullah İbn Abdülhâkem bize İbn Vehb kanalıyla... Âliye Bint Eyfa'dan rivayet etti ki Rasûlul­lah (s.a.) m eşi Âişe'ye Zeyd İbn Erkam'ın Ümmü Veled cariyesi Üm-mü Mahabbe şöyle demişti: Ey mü'minlerin annesi, Zeyd İbn Erkam'ı biliyor musun? O : Evet, deyince şöyle dedi: Ben ona (veresiye olarak) sekizyüz (dirheme) bir köle sattım. Parasına ihtiyâcı oldu ve va'desi gelmeden önce köleyi ondan altıyüz (dirheme) geri satın aldım. Hz. Âişe : «Ne kötü alış-veriş yaptın, o da ne kötü alış-veriş yaptı; Zeyd'e haber ver ki Rasûlullah (s.a.) ile yapmış olduğu cihâdı yok etti, eğer tevbe etmezse boşa gitti.» deyince Ümmü Mahabbe : «Ne dersin; iki yü­zü bırakıp altıyüzü alayım mı?» dedi. Hz. Âişe de : «Evet, kime Rabbın­dan bir öğüt gelir de vazgeçerse, geçmiş olanlar kendisine...» dedi.

Cevazına dâir Ahkâm kitaplarında zikredilen hadîsler olmakla bir­likte, bir malın birisine vadeli olarak satılıp sonra vâdesi dolmadan da­ha ucuza geri alınmasının haram olduğuna delil olarak getirilen bu ha-dîs-i şerîf meşhurdur. Sonra Allah Teâlâ : «Kim de tekrar (faize) dönerse (Allah'ın faizi yasaklama emri kendisine ulaştıktan sonra faiz alırsa cezayı hak et­miş ve aleyhine delil kâim olmuş olur.) İşte onlar cehennem yaranıdır­lar, orada temelli kalacaklardır.» buyuruyor.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Yahya Ebu Davud'un... Câbir'den rivaye­tine göre o şöyle demiştir: «Faiz yiyenler ancak, şeytan çarpan kimse­nin kalktığı gibi kalkarlar.» âyet-i kerîme'si nazil olunca Allah Rasûlü : «Kim Muhabereyi (üçtebir, dörttebir pay karşılığı çiftçilik yapmak) terketmezse Allah ve Rasûlüne karşı harbe hazırlansın.» buyurmuş­lardır.

Bunu, Ebu Haysem hadîsinden Müstedrek'ine alan Hâkim: «Müs­lim'in şartlarına göre sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim bu hadîsi tah-rîç etmemişlerdir» der. Muhabere —ki yerden çıkacak mahsûlün bir kısmı mukabilinde ekin ekmek üzere ortaklık kurmaktır—, müzâbere —hurma ağaçlarındaki yeşil hurmaları yerdeki kuru hurmalar muka­bilinde satın almaktır— ve muhâkele —ki tarladaki başaklarda bulu­nan taneleri yerdeki (kuru) taneler mukabilinde satın almaktır— ha­ram kılınmıştır. Bu ve benzeri konular faizin kesinlikle önüne geçmek üzere haram kılınmışlardır. Çünkü kurumadan önce iki şey arasındaki eşitlik bilinemez. Yine bunun içindir ki fakîhler: «Denkliği bilmemek eşitsizliğin (denksizliğin) var olması gibidir.» demişler ve birtakım şey­lerin faize götüren yolların daraltılması, ona götürecek vesilelerin orta­dan kaldırılması sadedinde olmak üzere haram olduğunu söylemişler­dir. Bu konudaki açıklamaları elbette Allah'ın kendilerine bahşetmiş olduğu ilme göre değişiktir. Nitekim Allah Teâlâ da : «Her ilim sahibi­nin fevkinde ondan daha çok bilen biri vardır.» buyurmaktadır. Faiz konusu, ilim ehlinden bir çoğuna en zor gelen konulardandır. Nitekim mü'minlerin emîri Ömer İbn Hattâb şöyle demiştir: «Üç şey vardır ki Rasûlullah (s.a.) m bu konuda dayanacağımız bir vasiyyette bulunma­sını arzulardım: Bunlar, kelâk (babası ve çocuğu olmadan ölen kişi­nin mirası), faize dâir bahislerdir. Hz. Ömer bu sonuncusu ile faiz şai­besi olan bazı meseleleri kasdetmektedir. İslâm şeriatına göre harama vesîle olan şeyler, sebeb oldukları şeyler gibi haram sayılır. Çünkü ha­rama götüren şeyler de haramdır. Tıpkı vacibin kendisiyle tamâm ol­duğu şeylerin vacip olması gibi.

Buhârî ve Müslim'de Nu'mân İbn Beşîr'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Helâl de açıktır, haram da açıktır. Bunların arasında şüpheli olan durumlar vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve ırzını temiz tutmuş olur, kim de şüpheli şeylere düşerse, harama düşmüş olur. Birkorunun civarında hayvanlarını otlatan çoban gibi. Hayvanlar   oraya dalabilir.»

Sünen kitaplarında Hasan İbn Ali (r.a.) den rivayet edildiğine gö­re Rasûlullah (s.a.) :

«Seni şüphelendireni bırak, şüphelendirmeyene bak» buyurmuştur.

Başka bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur :

«Günâh, kalpte iz bırakan, gönlün tereddüt ettiği ve insanların muttali' olmasından hoşlanmadığı şeylerdir.»

Bir rivayette de : «İnsanlar sana fetva verseler dahî kalbinden fet­va iste.» buyurulmuştur.

Sevrî'nin... tbn Abbâs'tan rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) a nazil olanların sonuncusu faiz âyetidir.

Bu hadîsi Buhârî, Kâbîsa'dan rivâyet^etmiştir.

Ahmed der ki: Yahya'nın... Saîd İbn Müseyyeb'den rivayetine gö­re Ömer şöyle demiştir: Faiz âyeti son nazil olan âyetlerdendir. Rasû­lullah (s.a.) bize bu âyeti tefsir etmeden önce vefat buyurmuşlardır. O halde faizi ve şüpheli olan şeyleri terkediniz.

İbn Mâce ve İbn Merdûyeh'in değişik bir tarîkla ve Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet ettikleri bir hadîs-i şerifte Ebu Saîd el-Hudrî şöyle demiştir : Ömer İbn Hattâb bize hutbe okudu ve şöyle dedi:

«Size uygun gibi gelen şeyleri belki size yasaklayabilir ve size uy­gun gibi gelmeyen bazı şeyleri de size emredebilirim. Kur'an-ı Kerîm'in son nazil olan âyetlerinden biri de faiz âyetidir. Rasûlullah (s.a.) onu bize açıklamadan vefat buyurmuşlardır; size şüpheli gelen şeyleri bı­rakın ve şüpheli gelmeyen şeyleri alın.»

İbn Mâce Amr İbn Ali es-Suyrafî kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd' dan rivayet eder ki Rasûlullah (s.a.) :

«Faiz yetmişüç çeşittir.» buyurmuşlardır.

Hâkim de Müstedrek'inde kendi isnadı İle bu hadîsin benzerini ri­vayet etmiş ve şu ilâveyi de zikretmiştir: «Bunun en hafîfi, kişinin annesi ile zina etmesidir ve faizin en şiddetlisi müslüman kişinin ır­zıdır.»

İbn Mâce hadîsi rivayetten sonra : «Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre bu hadîs sahihtir, fakat onlar tahrîç etmemişlerdir, demiştir.

İbn Mâce der ki, Abdullah İbn Saîd... Ebu Hüreyre (r.a.) den nak­letti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Faiz yetmiş çeşittir, en basiti kişinin annesi ile evlenmesidir.»

İmâm Ahmed der ki: Bize Hüşeym'in... Ebu Hüreyre'den rivaye­tine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki o günde faiz yiye­cekler.» Birisi «Bütün insanlar mı?» diye sordu. Cevap olarak şöyle buyurdular: «Onlardan faiz yemeyene (hiç olmazsa) tozu bulaşacak­tır.»

Bu hadîsi Ebu Dâvûd, Neseî ve İbn Mâce değişik bir şekilde ve değişik bir isnâd ile rivayet etmişlerdir.

Harama götüren yolların haram kılınması da bu kabilden olup buna örnek olarak İmâm Ahmed'in rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şerifi buraya alıyoruz :

Bize Ebu Muâviye... Âişe'den rivayet etti ki, o şöyle demiştir: Ba­kara sûresinin sonlarında faiz âyeti nazil olunca Rasûlullah (s.a.) mescide çıkarak bunları okudu ve içki ticâretini haram kıldı.

Bu hadîsi Tirmizî'nin hâricinde. bir cemâat tahrîç etmiştir.

Bu hadîs hakkında konuşan imamlardan bazısı şöyle demişlerdir : Faiz ve faize giden yollar haram kılınınca içki ve içkiye sebep olan içki ticâreti de haram kılınmıştır.

Üzerinde ittifak edilmiş olan bir hadîs-i şerifte Rasûlullah (s.â.) şöyle buyurmuşlardır :

«Allah Yahudilere la'net etsin; iç yağı kendilerine haram kılındı da onu eriterek yağını çıkardılar ve satarak parasını yediler.»

Rasûlullah (s.a.) m : «Allah faiz yiyen ve yedirene, ona şâhid ola­na ve yazana la'net etsin.» sözü daha önce (Bakara, 230) âyet-i kerîme' sinin tefsirinde geçmiş idi. Bu konuda diyorlar ki: Böyle bir ahde şâ­hid olunmaz ve yazılmaz; şu kadar var ki şer'î bir akid şeklinde gösterilir ve içerdiği şey fasit olursa, bu durumda mânâsına i'tibâr edilir, şekline değil. Çünkü ameller niyetlere göredir. Sahîh bir hadîs-i şerifte : «Allah Teâlâ sizin şekillerinize ve mallarınıza değil, kalblerinize ve amellerini­ze bakar,» buyurulmuştur.

İbn Teymiye Tahlilin (hüllenin) ibtâli konusunda bir kitap yaz­mış olup bu kitabta bâtıla götüren vesilelerin alışkanlık haline getiril­mesinin yasaklandığını açıklamıştır. (Allah'ın rahmeti onun üstüne olsun) [46]

 

276 — Allah faizi mahveder, sadakaları arttırır. Ve Allah hiçbir günahkâr kâfiri sevmez..

277 — îmân edip sâlih amel işleyenlerin, namaz kı­lıp zekât verenlerin Rabları katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur ve üzülecek de değillerdir.

 

Faiz Belâsı

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'lerde faizi mahvedeceğini; ya sahibi­nin elinden tamamiyle gidereceğini, ya da malının bereketinden mah­rum kılarak ondan faydalanmayacağını, dünyada yok ederek yaptığı işten dolayı kıyamet gününde azaba dûçâr kılacağını haber vermekte­dir. Nitekim başka âyet-i kerîme'lerde de Allah Teâlâ şöyle buyurmakta­dır : «De ki: Murdarın çokluğu hoşunuza gitse de; murdarla temiz bir olmaz.» (Mâide, 100), «Murdarı birbiri üstüne koyup" topunu birden yığsın da cehenneme atsın diye...» (Enfâl, 37), «İnsanların malları için­de artsın diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz.» (Rûm, 39)

«Allah, faizi mahveder...» âyet-i kerîme'si hakkında İbn Cerîr şöy­le demektedir : Bu âyet-i kerîme Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayet edi­len ve : «Ne kadar artsa da faizin sonu azlıktır.» hadîs-i şerifinin bir benzeridir. Ve bu hadîs-i şerifi İmâm Ahmed Müsned'inde Haccac tarîki ile İbn Mes'ûd'dan, o da Rasûlullah (s.a.) dan rivayet etmişlerdir.

Hadîsin İbn Mâce tarafından ve Abbâs İbn Ca'fer tarîki ile İbn Mes'ûd'dan rivayeti ise şöyledir: «Malmı faiz ile çoğaltan hiç kimse yoktur ki sonu azlık (fakirlik) olmasın.» Bu, kişinin arzusunun zıddı ile muameleye ma'rûz kalması kabîlindendir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Hâşim oğulllarının kölesi Ebu Saîd'in... Osman'ın kölesi Ferrûh'dan rivayetine göre mü'minlerin emîri Hz. Ömer, bir gün mescidden çıktığında yayılmış yiyecekler gördü ve : Bu yiyecekler nedir? diye sordu. Bize getirilmiş yiyecektir, denilince : Al­lah bunları ve bunları getirenleri mübarek kılsın (bereketlendirsin) dedi. Ey mü'minlerin emîri bu, ihtikâr edilmiş maldır, denilince Ömer bunları kimin ihtikâr ettiğini sordu. Etrafındakiler: Osman'ın kölesi Ferrûh ve Ömer'in kölesi falanca, dediler. Ömer her ikisini de çağırtıp : Sizi müslümanların yiyeceğini ihtikâr etmeye sevkeden nedir? diye sor­du. Onlar: Ey mü'minlerin emîri, biz bunları mallarımızla satın alıp satıyoruz, diye cevap verdiler. Ömer : «Rasûlullah (s.a.) in : «Kim müs-lümanlara karşı onların yiyeceklerini ihtikâr ederse Allah onların ba­şına ya iflâs ya da cüzzâm verir.» buyurduklarını işittim.» deyince Fer­rûh : Allah'a ve sana and veririm ki ebediyyen bu yiyeceğe dönmeyece­ğim, dedi. Ömer'in kölesi ise : Biz bunları kendi mallarımızla satın alıp, satıyoruz, dedi. (ve aldırmadı) Ebu Yahya : Ömer'in kölesini cüz-zâmlı olarak gördüm, der.

Hadîsi değişik bir lafızla ve değişik bir sened ile İbn Mâce de riva­yet etmiştir.

Allah Teâlâ'nm «... Sadakaları arttırır.» kavli hakkında Buhârî der ki: Bize Abdullah İbn Kesîr'in... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Kim temiz kazançtan bir denk hurma tasadduk ederse —zaten Allah ancak temiz olanı kabul eder— Allah onu eliyle (sağ eliyle) ka­bul buyurur ve nasıl ki sizden birisi tayını dağ gibi oluncaya kadar ye­tiştirip, büyütürse Allah Teâlâ da bu sadakayı sahibi için büyütür (art­tırır) .»

Hadîsi Buhârî kitâb'üz-Zekât'ta rivayet etmiş, ayrıca kitâb'üt-Tev-hid'de değişik bir sened ile hadîsin bir benzerini zikretmiştir.

Hadîs Müslim tarafından da zekât konusunda değişik bir senedle rivayet edilmiştir.

Buhârî bu hadîs-i

 

Eksik

 

ile yine Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Bu şekliyle hadîs, Hafız Ebu Bekr el-Beyhâkî tarafından Müs-ned olarak rivayet edilmiştir.

Beyhâkî'nin rivayetine göre hadîsin lafzı şöyledir:

((Kim temiz bir kazançtan bir denk hurma tasadduk ederse —ki Allah'a sadece temiz olanlar yükselir— Allah Teâlâ bu sadakayı sağ eliyle kabul eder ise sizden birisinin tayını uhud (dağı) gibi oluncaya kadar yetiştirip büyütmesi gibi Allah Teâlâ da bu- sadakayı sahibi için büyültür (arttırır.)»

Bu hadîs-i şerîf'i Müslim, Tirmizî ve Neseî birlikte Kuteybe ta­rikiyle Saîd'den rivayet etmişlerdir.

Hadîsi Mâlik'in rivayeti ile Ebu Hüreyre'den Neseî de tahrîç et­miştir.

îbn Ebu Hatim der ki; bize Amr İbn Abdullah'ın... Ebu Hürey­re'den rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

«Allah Teâlâ sadakayı kabul buyurup sağ eliyle alır ve sizden bi­rinin tayını yetiştirip büyüttüğü gibi bu sadakayı sahibi için arttırır. O kadar ki bir lokma uhud (dağı) gibi olur.» Bunun Allah'ın kitâ-bındaki tasdiki: «Allah, faizi mahveder, sadakaları arttırır.» âyet-i ke-rîme'sidir.

Hadîsi İmâm Ahmed de Vekî'den rivayet etmiştir. Bu hadis Vekî'-in tefsirinde yeralmaktadır.

Hadîsi Ebu Küreyb kanalıyla Vekî'den rivayet eden Tirmizâ bu hadîsin «Hasen, sahih» olduğunu söylemiştir.

Hadîsi Tirmizî, Âbbâd İbn Mansûr kanalıyla; İmâm Ahmed ise Halef İbn el-Velîd kanalıyla... Kâsım'dan rivayet etmişlerdir.

İbn Cerîr'in Muhammed İbn Abdülmelik İbn İshâk kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Kul, temiz (kazançtan) tasadduk ettiğinde Allah Teâlâ onun sada­kasını kabul buyurur, onu sağ eliyle alıp sizden birinin tayım veya buzağısını büyüttüğü gibi büyütüp arttırır. Kişi bir lokma sadaka ve­rir de bu Allah'ın indinde Uhud (dağı) gibi oluncaya kadar artar. Ta­sadduk ediniz.» Hadîsi İmâm Ahmed de Abdürrezzâk kanalıyla riva­yet etmiştir. Bu rivayet garîb ve fakat isnadı sıhhatli bir kanaldan olmakla birlikte lafzında tutarsızlıklar vardır. Mahfuz olanı biraz önce verdiğimiz İbn Cerîr rivayetidir.

İmâm Ahmed'in Abdüssamed kanalıyla... Mü'minlerin annesi Hz. Âişe'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s,a.) şöyle buyurmuştur: «Al­lah Teâlâ sizden birisi için (tasadduk etmiş olduğu) bir hurma ve lok­mayı sizden birinin tayını veya buzağısını büyütmesi gibi büyütüp arttırır da, sonunda Uhud kadar olur.» Hadîsi bu kanaldan sadece İmâm Ahmed rivayet etmiştir.

Bezzâr der ki: Bize Yahya İbn Muallâ İbn Mansûr'un... Hz. Âişe'­den; Dahhâk İbn Osman'ın Ebu Hüreyre'den, onlann da Hz. Peygam­ber (s.a.) den rivayetlerine göre o, şöyle buyurmuştur : «Muhakkak ki kişi temiz kazançtan bir sadaka verdiğinde —ki zâten Allah ancak temizi kabul buyurur— Rahman onu sağ eliyle karşılayıp kabul bu­yurur ve sizden birinin tayını veya çocuğunu —veya buzağısını de­miştir— büyüttüğü gibi büyütüp arttırır.» Hadîsi rivayetten sonra Bezzâr: Hadîsi Yahya İbn Saîd'den, o da Amre'den... şeklinde bir isnâdla Ebu Üveys'ten başkasının rivayet ettiğini bilmiyoruz, der.

Allah Teâlâ : «Ve Allah hiçbir günahkâr kâfiri sevmez.» buyurur ki O, kalbi küfür dolu, söz ve işlerinde günahkâr olanları sevmez. Âye­tin bu şekilde bitirilmesinin bir münâsebeti olmalıdır ki, şöyledir: Faizci Allah'ın kendisi için ayırmış olduğu helâl (kazanç) a razı ol­maz, kendisi için meşru' kılınmış olan mübâh kazançla yetinmez; ak­sine insanların mallarım bâtıl yollarla, çirkin kazanç çeşitleriyle ye­meye uğraşır. O; içinde bulunduğu nimeti inkâr edendir. İnsanların mallarını bâtıl yollarla yemesiyle zâlim ve günahkârdır.

Allah Teâlâ bundan sonra Rablanna îmân eden, emirlerine itaat eden, O'na şükürlerini edâ eden, namaz kılmak ve zekât vermekle yaratıklarına iyilik edenleri över ve onlara hazırladığı şerefi haber ve­rir. Onlar kıyamet gününün zorluklarına ve meşakkatlerine karşı em­niyet içindedirler. O, şöyle buyurur: «îmân edip sâlih amel işleyen­lerin, namaz kılıp zekât verenlerin Rablan katında mükâfatlan var­dır. Onlar için korku yoktur ve üzülecek de değillerdir.» [47]

 

278 — Ey îmân edenler; Allah'tan korkun. Eğer mü'minlerden iseniz, faizden kalanı bırakın.

279 — Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve peygam­bere karşı bir harb olduğunu bilin. Şayet tevbe ederse­niz, sermâyeniz sizindir. Hem haksızlık yapmamış, hem de haksızlığa uğratılmamış olursunuz.

280 — Borçlu darda ise, kolaylığa kadar beklemeli­dir. Eğer bilirseniz, sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.

281 — Hem öyle bir günden sakının ki, o gün Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tamâmiyle ödenecek; onlara haksızlık edilmeyecektir.

 

Faiz ve îmân

 

Allah Teâlâ mü'min kullarını, ilâhî gazaba yaklaştıran ve Al­lah'ın rızâsından uzaklaştıran şeyleri yasaklayıp kendisinden kork­malarını öğütlüyor ve : «Ey îmân edenler; Allah'tan korkun (yaptı­ğınız her işte onu gözetin. Allah'ın alış-verişi helâl kılması, faizi ha­ram kılması vs. sizin için koymuş olduğu kanunlara inanan) mü'min-lerden iseniz, faizden kalanı bırakın» ana paranızın üzerindeki faz­lalıkları terkedin, almayın.

Zeyd İbn Eslem, İbn Cüreyc, Mukâtil İbn Hayyân ve Süddî'nin anlattığına göre bu âyet-i kerîme câhiliye devrinde iken aralarında faiz bulunan Sakîf kabilesinden Amr İbn Umeyr oğulları ile Man­zum oğulları kabilesinden Muğîre oğullan hakkında nazil olmuştur. İslâm gelince bu kabileler müslüman oldular. Sakîf kabilesi câhiliye devrindeki faiz alacaklarını almak istedi. Aralarında da müşavere eden Muğîre oğulları İslâmî devrede kazandıklarından ve müslüman oldukları için faizi vermeyeceklerini söylediler. Bunun üzerine Rasû­lullah (s.a.) in Mekke valisi Attâb İbn Üseyd konuyu Rasûlullah (s.a.) a iletti ve bu âyet-i kerîme nazil oldu. Rasûlullah (s.a.) da valisine : «Ey îmân edenler, Allah'tan korkun. Eğer mü'minlerden iseniz faiz­den kalanı bırakın. Böyle yapmazsanız onun Allah'a ve peygambere karşı bir harb olduğunu bilin...» diye yazdı. Onlar da : Allah'a tevbe ediyor ve kalan faizleri terkediyoruz, diyerek hepsi faiz alacaklarını bıraktılar.

Bu, tehditten sonra faiz alıp vermeye devam eden kimseler için yeni bir şiddetli tehdîd ve kuvvetli bir vaîd'dir.

Rabîa İbn Külsûm kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre o: «Kıyamet günü faiz yiyen kimseye : Savaş için silâhını al, denilecek» demiş sonra : «Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve Pey-gamber'e karşı bir harb olduğunu bilin» âyetini okumuştur.

İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha «Böyle yapmazsanız bunun Allah'a ve Peygamber'e karşı bir harb olduğunu bilin.» âyet-i kerîme'si hakkında şöyle demiştir :

Kim faize devam eder ve bırakmazsa müslümanların imamının onu tevbeye davet etme hakkı vardır. Bırakırsa ne âlâ, yoksa boynu vurulur.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyin... Hasan ve İbn Sî-rîn'in şöyle dediklerini rivayet etti: Allah'a yemîn olsun ki sarraflar faiz yiyicilerdir ve onlar Allah ve Rasûlüne harb ilân etmişlerdir. Şa­yet insanların başında adaletli bir imâm olsaydı onları tevbe etmeye davet ederdi. Tevbe ederlerse ne âlâ, değilse onlar hakkında silâhı or­taya koyardı.

Katâde der ki: Allah onları işittikleri gibi öldürme ile tehdîd et­miş ve nereye giderlerse gitsinler onları bayağı ve âdî kılmıştır. Alış -verişlerinizi faizle karıştırmaktan sakınınız. Allah helâli genişletmiş ve temiz kılmıştır. Hiçbir darlık sizi bu günâha itmesin.

Katâde'nin bu sözü İbn Ebu Hatim tarafından rivayet edilmiştir.

()

Süheylî der ki: Yine bunun için mü'minlerin annesi Hz. Âişe, va'deli olarak satılan bir malın va'desi dolmadan daha düşük bir fi­yatla geri alınması meselesinde, Zeyd İbn Erkam'm cariyesi Ümmü Mahabbe'ye: «Tevbe etmemesi halinde Rasûlullah (s.a.) ile birlikte yapmış olduğu cihâdı boşa gitmiştir.» demiş ve cihâdı özellikle zik­retmiştir. Çünkü bu, «Bunun Allah'a ve Peygambere karşı bir harb olduğunu bilin.» âyet-i kerîme'sinin zıddıdır.

Hadîsin İbn Cerir tarafından ve Muhammed İbn Abdülmelik İbn îshâk tarîkıyla Ebu Hüreyre'den rivayeti şöyledir :

«Kul temiz kazançtan tasaddukta bulunduğunda Allah Teâlâ bunu kabul buyurur ve sağ eliyle alarak sizden birinin tayını ya da danasını büyüttüğü gibi büyütüp artırır. Bir adam bir lokma tasaddukta bulun­duğunda bu sadaka Allah'ın elinde —ya da avucunda— Uhud dağı gibi oluncaya kadar artar. Tasaddukta bulununuz.»

Hadîsi tmâm Ahmed, Abdürrezzâk'dan rivayet etmişse de bu ta­rîk garîb, fakat isnadı sahihtir. Ancak lafzı garîbtir. Mahfuz olan daha önce geçen şeklidir. Keza hadîs mü'minlerin annesi Hz. Âişe'-den de rivayet edilmiş olup İmâm Ahmed'in Abdüssamed tarîkıyla naklettiği hadîs-i bu şekliyle sadece tmâm Ahmed rivayet etmiştir.

Allah Teâlâ: «Ve Allah, hiçbir günahkâr kâfiri (kalbi küfür dolu, sözü ve işiyle günahkârı) sevmez.» buyururyor. Âyet-i kerîme'yi böyle bir sıfatla bitirmenin bir münâsebeti olsa gerektir ki o da şöyle açık­lanabilir:

Faizcilik yapan kişi Allah'ın kendisi için helâlden ayırdığı paya razı olmuyor, Allah'ın kendisi için koyduğu ve meşru kıldığı yollar­dan mübâh kazançla yetinmiyor; bilakis insanların mallarını bâtıl yollarla, çeşitli çirkin kazançlarla yemeye çalışıyor. O,

 

Eksik

 

Allah'ın yaratıklarına iyilikte bulunan kullarını medhede-rek, onların kıyamet gününde güç durumlardan emin olduklarını, kendilerine şerefler hazırladıklarım haber vererek şöyle buyurur: «îmân edip, sâlih amel işleyenlerin, namaz kılıp zekât verenlerin Rab-lan katmda mükâfatlan vardır. Onlar için korku yoktur ve üzüle­cek de değillerdir.»

Bu mânâ bir çokları tarafından zikredilmekle birlikte bu sözün Hz. Âişe'ye isnadı zayıftır.

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Şayet tevbe ederseniz, sermâ­yeniz sizindir. Hem (fazla olanı almamak suretiyle) haksızlık yap­mamış, hem de (ana paranızı bırakmamak, verdiğinizi fazla ve nok­san olmaksızın almak suretiyle) haksızlığa uğratılmamış olursunuz.»

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Hüseyn İbn İşkâb'-ın... Süleyman İbn Amr İbn el-Ahvas'dan onun da babasından riva­yetinde o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) veda haccında hutbe oku­du ve şöyle buyurdu :

«Dikkat ediniz câhiliye devrindeki bütün faizler kaldırılmıştır. Ana paralarınız ise sizindir. Haksızlık yapmaz ve haksızlığa da uğratıl­mazsınız. Kaldırılan ilk faiz Abdülmuttalib oğlu Abbâs'ın faizidir. Ta­mâmı kaldırılmıştır.»

Bu hadîsin bir benzeri İbn Merdûyeh tarafından da rivayet edil­miştir.

Allah Teâlâ : «Borçlu darda ise, kolaylığa (eli genişleyinceye) ka­dar beklemelidir. Eğer bilirseniz, sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.» buyurmak suretiyle elinin dar olması sebebiyle borcunu ödemeyen kimselere karşı sabrı emrederek : «Borçlu darda ise kolaylığa kadar beklemelidir.» buyuruyor. Halbuki câhiliye dev-rindekiler borcun vakti geldiğinde borçluya : Ya borcunu ödersin, ya da artırırsın, derlerdi.

Sonra Allah Teâlâ borcu bağışlamaya davetle buna karşı hayır ve sevabı va'd ederek : «Eğer bilirseniz (ana paranızı da tamamıyla bırakarak borçludan istememek suretiyle) sadaka olarak bağışlama­nız sizin için daha hayırlıdır.» buyurmuştur.

Bu konuda Rasûlullah (s.a.) dan muhtelif tarîklardan hadîs-i şe-r rîf'ler rivayet edilmiştir.

Taberânî der ki: Bize Abdullah İbn Muhammed İbn Şuayb el-Mer-cânî'nin... Ebu Ümâme Es'ad İbn Zürâre'den rivayetinde Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Kim Allah'ın gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı gün­de Allah'ın kendisini gölgelendirmesini isterse darda olan borçlusuna kolaylık göstersin, ya da alacağından vazgeçiversin.»

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Büreyde'den rivayetine göre o şöyle demiştir : Bir keresinde Rasûlullah (s.a.) m : «Kim darda ola­na mühlet verirse onun için her bir gün karşılığında onun iki misli sadaka sevabı vardır.» buyurduklarını işittim ve : Ey Allah'ın Rasûlü, senin : «Kim darda olana mühlet verirse ona her bir gün karşılığında onun bir misli sadaka sevabı vardır.» buyurduğunu; sonra da «iki mis­li sevabı vardır.» buyurduğunu işittim, dedim. Rasûlullah (s.a.) şöy­le buyurdular:

«Onun için, borcun va'desi gelmeden önce herbir gün için onun bir misli sadaka sevabı vardır. Borcun va'desi gelip de mühlet verdi­ğinde geçen herbir gün karşılığında onun iki misli sadaka sevabı var­dır.»

İmâm Ahmed der ki: Bize Hammâd İbn Seleme'nin... Muham- med İbn Kâ'b el-Kurazî'den rivayet ettiğine göre Ebu Katâde Haris İbn Rib'î el-Ansârî'nin bir adamdan alacağı vardı. Alacağını istemek üzere gittiğinde, adam kendisinden gizlenirdi. Bir gün gittiğinde ev­den bir çocuk çıktı ve o da borçlusunu çocuktan sordu. Çocuk : Evet, o evdedir, bulamaç yiyor, diye cevap verdi. Ebu Katâde ona seslenerek : Ey falan, çık, senin burada olduğunu haber aldım, dedi. Adam çıkıp gelince : Seni benden gizleyen nedir? diye sordu. Adam : Ben dardayım ve yanımda hiçbir şey yok, diye cevap verdi. Ebu Katâde : Allah için söyle, sen darda mısın? diye sordu. Adam da evet deyince, Ebu Katâde ağladı, sonra şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.) in şöyle dediğini işittim :

«Kim borçlusuna mühlet verir ya da borcunu siliverirse kıyamet günü arş'ın gölgesinde gölgelenir.»

Hadîsi Müslim Sahîh'inde rivayet etmiştir.

Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî der ki: Bize Ahmed İbn İmrân'ın... Huzeyfe İbn Yemân'dan rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Kıyamet günü Allah Teâlâ'ya kullarından birisi getirilir. Allah Teâlâ : «Dünyada benim için ne yaptın?» diye sorar. O kul: «Ey Rab-bım, dünyada iken senin rızânı umabileceğim zerre ağırlığınca birşey yapmadım.» der ve bunu üç kere tekrarlar. Sonunda da şöyle der: «Ey Rabbım, sen bana fazla mal vermiştin ve ben insanlarla alış-ve-riş ederdim. Müsamahalı olmak benim huylarımdandı. Eli bol olana kolaylık gösterir, darda olana mühlet verir, borcunu ertelerdim.» Allah Teâlâ da o kuluna şöyle buyurur: «Ben elbette kolaylaştırmaya daha lâyığım, gir cennete.»

Hadîsi Buharî, Müslim, İbn Mâce değişik tanklardan ve Huzey-fe'den rivayet etmişlerdir. Buhâri'nin lafzı ise Ebu Hüreyre'den riva­yete göre şöyledir :

«Tacirin birisi insanlara va'deli mal verirdi. Darda olan birini gördüğü zaman yanında çalışanlara: «Onu bağışlayın; umulur ki Al­lah da bizi bağışlar» derdi ve Allah onu bağışladı.»

Hâkim Müstedrek'inde der ki: Bize Ebu Abdullah Muhammed İbn Ya'kûb'un... Sehl İbn Hanîf'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

«Kim Allah yolunda savaşan bir mücâhide, ya da gâzîye, ya da darlık içindeki bir borçluya, efendisine belli bir miktar para ödemek şartıyla kölelikten azâd edilmek üzere efendisiyle anlaşmış olan kö­leye yardım ederse Allah Teâlâ sadece kendi gölgesinin olduğu bir gün­de onu kendi gölgesinde gölgelendirir.»

Daha sonra Hâkim : «İsnadı sahihtir, Buhârî ve Müslim bu hadî­si tahrîç etmemişlerdir.» der.

İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Ubeyd'in... İbn Ömer*- den rivayet ettiğine göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

«Kim dualarına icabet edilmesini ve sıkıntılarının gitmesini ar-zularsa sıkıntıda olan birini ferahlığa kavuştursun.»

Bu hadîsi sadece İmâm Ahmed tahrîç etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdullah İbn Yezîd'in... İbn Abbâs'-tan rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir : Rasûlullah (s.a.) eliyle şöy­le yaparak —Abdurrahmân eliyle yeri işaret etti— mescide çıktı ve şöyle buyurdu :

«Kim darda olan birine borcu için mühlet verir, ya da alacağın­dan vazgeçerse Allah Teâlâ onu cehennem ateşinden korur. Dikkat ediniz cennet işi sarp bir tepedeki taş gibidir. Rasûlullah (s.a.) bunu üç kerre tekrarladı. «Cehennem işi ise ovada, düz yerdeki kolay bir iş­tir. Mutlu kişi kendini fitnelerden koruyan kişidir. Kulun gizlediği, yuttuğu öfke yudumundan Allah'a daha sevimli gelen başka bir yu­dum yoktur. Kul, Allah için öfkesini yuttuğunda Allah onun karnını îmânla doldurur.»

Bu hadîsi sadece İmâm Ahmed rivayet etmiştir.

Hadîsin başka bir tarîktan rivayeti ise şöyledir :

Taberânî der ki: Bize Ahmed İbn Muhammed el-Burânî'nin... İbn Abbâs'tan rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: «Kim eli bollaşıncaya kadar darda olan birine borcu için mühlet ve­rirse, Allah Teâlâ ona günâhları için tevbe edinceye kadar mühlet verir.»

Sonra Allah Teâlâ kullarına nasîhatta bulunarak, dünyanın sona ereceğini, ondaki her şeyin ve malların yok olacağını, âhiretin gele­ceğini, kendisine dönüleceğini, işledikleri yüzünden yaratıklarını hesa­ba çekeceğini, hayır ya da şer olarak kazandıkları mukabilinde on­ları cezalandıracağını hatırlatıp azabından sakındırarak şöyle buyu­ruyor : «Hem öyle bir günden sakının ki, o gün Allah'a döndürüle­ceksiniz. Sonra herkese kazandığı tamamıyla ödenecektir. Onlara hak­sızlık edilmiyecektir.»

Rivayet edildiğine göre bu âyet, Kur'an'dan son nazil olan âyet­tir.

İbn Lehîa... Saîd İbn Cübeyr'in : «Bütünüyle Kur'an'dan son na­zil olan «Hem öyle bir günden sakının ki, o gün Allah'a döndürüle­ceksiniz. Sonra herkese kazandığı tamâmiyle ödenecek. Onlara hak­sızlık edilmeyecektir.» âyetidir. Bu âyetin nüzulünden *onra Allah Ra-sûlü 9 gece yaşamış ve Rebîülevvel ayından iki gecp geçmiş iken —Re-bîülevvel'in üçüncü günü oluyor— bir pazartesi günü vefat etmiştir.» dediğini rivayet etmiştir.

Bu hadîsi İbn Ebu Hatim de rivayet etmiştir.

Sevrî'nin... İbn Abbâs'tan rivayetine göre bu âyet-i kerîme'nin nüzulü ile Rasûlullah (s.a.) in vefatı arasında 31 gün vardır.

İbn Güreye Rasûlullah (s.a.) m bu âyetin nüzulünden sonra do­kuz gece yaşadığını, hastalığının cumartesi günü başlayıp pazartesi günü vefat ettiğini rivayet etmiştir. [48]

 

Tarihî Seyri İçinde Faiz Anlayışı:

 

«En eski tarihî ma'lûmât bize gösteriyor ki, ciddiyeti ile tanınmış bütün mütefekkirler faiz almayı kötülemişlerdir. Bunu söylerken de istihlâk için alınan ödünçlerde mevzûubahis faizin yasak edildiği il­kel cemiyetleri kasdetmediğimizi belirtmek isteriz.

 

a) Eski Yunan'da Faiz :

 

Misâl olarak eski Yunanlıları ele alalım. Faizli para ödünçleri Yu­nanlılarda yasaklanmıştı. Kendinden sonraki nesillere fikirleriyle hay­li" te'sîr etmiş olan Aristo, faiz almayı en ağır kelimelerle itham eden görüşler ileri sürmüştür. Aristo parayı, yumurta vermeyen kısır bir tavuğa benzetmektedir. Ona nazaran paranın kullanılmasındaki yegâ­ne gaye, değiş tokuşu kolaylaştırması ve insan arzu ve isteklerine en kuvvetli devayı getirmesinden

 

Eksik

 

lanı teşkil eder. Bir para ile diğer bir para kazanılma-ması Aristo doktrininin esâsını teşkil eder. Şurası sarihtir ki faiz, açıkça bir adaletsizlik konusudur.[49] Keza Platon da faizi mahkûm et­miş bulunmaktadır.[50]

 

b) Roma'da Faiz :

 

Roma İmparatorluğunun ilk devirlerinde faiz men'edilmişti. Fakat imparatorluğun gitgide genişlemesi ve tedricen tüccar tabakasının do­ğumu iledir ki faiz de ortada gözükmeye başlamıştır. Bu arada sert ve kat'î bir şekilde tatbik edilen faiz hadlerini lahdîd edici hüküm- ler vaz'edilmiştir. Romalılar borçlunun himâyesi zımnında tarihte ilk kanun ve kaideleri vaz'etmiş kimselerdir.

 

c) Orta Çağda Faiz :

 

Orta Çağda para ödünçlerinden faiz ödenmesi, ribâ olarak isim­lendirilmiş ve faiz şartı kanunlar ile kat'î ve sert bir şekilde yasak­lanmıştır. Hattâ bu nevî yasaklan mahzâ dinî dogmalar olarak ka­bul ve ilân, günlük hâdiseler olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Ciddî bir araştırıcı olan Profesör Tewney de bu hâdiseye işaretle şöyle de­mektedir : «Bütün faiz meselelerini ve faaliyetlerini içine alan kıymet­ler hierarşisinin bir kısmım teşkil eden iktisadî problemleri kendine konu edinen Orta Çağ düşüncesinin umûmî yapısına hâkim olan şey dinî havadır. Fakat herhangi bir kimse kalkıp, Orta Çağ mütefekkir­lerinin eşyanın mâhiyeti üzerinde acaba sonraki nesillerin sahip ol­duğundan daha mükemmel bir bilgiye sahip olup olmadıkları hak­kında bir suâl sorabilir.

Bu münâsebetle aşağıda nakledeceğimiz Lord Keynes'in mülâha­zaları kayda değer mâhiyyettedir. O, Orta Çağ'da rastlanan ribâ ya­sağı vak'asının temelinde iktisadî saik ve sebeplerin de bulunduğuna inanmaktadır. «Bir zamanlar ben, Orta Çağ kilisesinin faiz hadlerine dâir davranışının tamamen saçma ve para ödünçlerinden gelen gelir­leri, faal ticâretten gelen gelirlerden ayırma gayesini güden hesaplı münâkaşaların, cezvit papazlarının boş bir nazariyeden kurtuluş için pratik çâreler araştırması olduğu şeklinde bir inanç taşıyordum. Fa­kat şimdi bu eski münâkaşaları; klâsik teorinin tamamen birbirine karıştırmış olduğu şeyi, yani faiz haddi ile sermâyenin marginal mües-siriyetini yekdiğerinden bitaraf ve ilmî bir şekilde ayırmak için sa-mîmî bir münevver sıfatıyla okudum. Bugün açıkça görülmektedir ki; bu hususu te'mîn için mezkûr ilim adamları, sermâyenin margi­nal müessiriyetini yüksek, ister örf ve âdet ve ister dînî kanunlarla olsun faiz haddinin düşük tutulduğu ta'rifeleri mümkün kılan bir for­mülün bulunması için gayret sarf etmekte idiler.»[51]

13. asrın sonlarına doğru Kilise hâkimiyetinin en yüksek seviye­de olduğu bir sırada faiz şartının belirlenmesi kat'î ve sert bir şekilde men'edilmiştir. Şurası dikkati çekmektedir ki, arazî gayri menkûlleri­nin kiralanmasından yahut kira akdine konu olabilen şâir eşyanın ki­ralanmasından gelen gelirlere karşı Kilise ve Kilise Hukuku menfî bir hükümde bulunmamıştır.

Bütün bu duruma rağmen 13. asrın sonralarından itibaren Orto­doks Kilisesinin nüfuz ve te'sîrini epey azaltan âmiller ortaya çık­mıştır. Reformist grub, başlannda Luther ve Zwingly olduğu halde, insan zafiyetini büsbütün arttıran faizli muamelelerin gayrı meşrulu­ğu üzerinde mutabakata vardılar. Kilisenin zamanla kuvvet ve nüfu­zunu kaybetmesi ve seküler kuvvetlerin ortaya çıkmasıyladır ki, faizli ödünç muameleleri de müsâade ve tolerans kazanmaya başlamıştır. Bu uzlaştırıcı durum, Bacon'un şu sözlerinden kolaylıkla anlaşılmak­tadır :

«İnsanlar için ödünç alma veyahut da ödünç vermenin zarurî bir ihtiyâç olması ve yine insan denen mahlûkun katı yürekli olması do­layısıyla ödünç vermeye yanaşmaması, başka bir çâre olmaması hali ile birleşince faize müsâade edilmesi bir mecburiyet halini almakta­dır.» Netice olarak da hırs ve temâı temsîl eden kuvvetler başıboş kal­mış ve hadsiz hesâbsız kötülükler zuhur etmiştir.

Ribâdan farklı olarak faiz kelimesi, para ödünçlerinde nisbeten az bir faiz şartını ifâde ediyordu. Keza yine bu devirde faizin a'zanıî miktarını tesbît yolunda adımlar bile atılmıştır. VIII. Henry'nin sal­tanatı boyunca tesbît edilen a'zamî faiz miktarı %10 idi. Bu devrin câlib-i dikkat sımalarından olan Francis Bacon Sir Josiah Cheld ve Sir Thomas Clupper bizzat faiz ödenmesine ,karşı olmaktan ziyâde yüksek hadlerde ödenen faiz şartına karşı idiler.

Uzun seneler boyunca insan cinsinin haşinlik ve bencilliğe daya­nan temayülleri, din kuvveti sayesinde baskı ve fren altında tutulabil-miştir. Hâlihazırda kilisenin kuvvet ve kudretinde zamanla husule ge­len azalma ve bencil hislerin kilisenin kuvvetli tazyiki altından kur­tulması neticesi, halk da kendi devirlerinde, hâkini olan istikâmet­lerde olmak üzere bu bencil ve egoist hislerle hareket eder olmuştur. Nihayet öyle bir devir gelmiştir ki, faiz meselesi üzerindeki yasak kai­desi gevşemiş ve sonunda faiz hadlerini kontrol ve tahdîd etme im­kânları tamamen ortadan kalkmıştır. İşte bu devirdedir ki nakit para, geniş surette ticarî muamelelerde kullanılmaya ve nakde dayanan muameleler takasın yerini almaya başlamıştır. Merkantilist (XVI -XVII. asırlar) devirde, paranın bir arada toplanması ve hazîneler meydana getirilmesi, millî bir gaye ve politika olmuş ve bu suretle kıy­metli madenlerin toplanması için her çeşit gayret sarfedilmiştir.

Hükümetlerin bütün politikası, artık altın ve gümüşün toplanma­sına doğru çevrilmiştir. Merkantilistler, para ile sermâyeyi aynı şey addetmişlerdir. «Onlara nazaran para, toprak gibi aynı neviden bu günkü ta'bîrle, bir istihsâl vâsıtası addedilmiş ve bazen tabiî servet­lerden ayrı, sun'î bir servet olarak görülmüş, netîce olarak sermâye­den alınan faiz, arazî kirası, benzeri nakit paranın kirası olarak ka­bul edilmiştir.»[52]

İlk Merkantilistler ticâreti teşvik gayesiyle düşük nisbetlerdeki faizin müdâfaasını yapmışlardır. Böylece onlar, düşük hadlerdeki fai^ zin kanun yoluyla tesbitinin de müdâfaasına hararetle girişmişler­dir. 1668 senesine doğru ribâ üzerinde bir münâkaşanın zuhur etti­ğini görüyoruz. Sir Thomas Culpeper, Mun adlı mütefekkirin görüş­lerinin aksini müdâfaa eden ve düşük hadli faiz lehinde iki risale kaleme aldı. Onu müteâkib aynı zâtın oğlu neşrettiği «Discours» adlı eserinde ribâya hücumlarda bulunmuştur. Fakat belki bu mefhûmun en meşhur temsilcisi olarak Sir Josiah Cheld gösterilebilir. Bu zât düşük haddeki faizin gerek iktisâd ve gerekse sanayiin en tabii anası mevkiinde olduğunu müdâfaa etmiş ve faizin sermâyeyi ucuzlatması dolayısıyla, ticâretin adımlarını kendine çekebileceğini ve nihayet kü­çük «istifâde ve kârlar» sağlamak suretiyle iktisadiyâtı tahrîk ve teş-vîk edeceği, tezini ileri sürmüştür. Şayet faiz haddi yüksek seviyede olacak olursa bu, paranın piyasada azalmasına sebeb olacaktır. Çün­kü az veya çok bir miktar parayı bir araya getiren kimse, bu nakdi sarrafa (kuyumcuya) gönderecektir. Bu tarz muhakemelerin bütün ağırlığı, «biz asla Hollandalılarla, gerek bizim onlara ve gerekse on­ların bize ödediği faiz, aynı olana kadar ticarî hayatta onlarla aynı seviyede olamayız» hükmüne dayanmaktaydı.[53] Aynı şekilde Davenent, faiz alan kimselere karşı hücumlarda bulunmuştur.

Bütün bu kimselerin çoğu, faiz haddinin indirilmesini derpiş eden bir kanunun gayet faydalı ve verimli olacağını ve parayı ucuzlataca­ğını düşünmüşlerdir. Açıkça, onlar atı arabanın arkasına koşmuşlar yani neticeyi sebeb olarak görmüşlerdir. Bütün bunlar göstermekte­dir ki; o devirde sermâye ile paranın hakîkî fonksiyonunu idrâkde ek­sik bir taraf bulunmaktaydı.

Diğer taraftan öyle kimseler vardı ki bunlar, ribâ münâkaşala­rında Mun adlı mütefekkirin safını tutmuşlardır. Bunlardan Thomas Manley kendi fikrini şöyle ifâde etmektedir:»... İşte paramn (ve ödünç para verenlerin) piyasadan azalması sebebiyledir ki faiz had­di yükselir. O halde paranın bollandırılması ve birkaç ödünç verenin zuhûruyle, para ile ilgili hadler derhâl düşecektir.» John Locke dahi, paranın değerine te'sîr eden âmilleri anlayamamış olarak «piyasada düşük hadli faizin bulunması, bol miktarda paranın piyasaya te'mîn edilmesindendir» kanâatinde bulunmaktadır. Aynı şekilde Sir Dudley North bu görüşün taraftarları arasında yer alarak «bol miktarda mev-cûd stok ve emniyet havasının Hollanda'da faiz hadlerinin alçak sevi­yede olmasını sağlayacağı» tezini ileri sürmektedir.

Bütün bu mütefekkirlerin gayret ve emeğine rağmen Merkanti­lizm, faiz hadlerini düşük seviyede tutmaya muvaffak olamamıştır.

Ve daha sonralarıdır ki faiz hadleri, arz ve talebin te'sîri altında ken­di kendini tahdit ve ta'yîn etmeye bırakılmıştır.

 

Klâsik Faiz Nazariyesi:

 

İngiliz kültürünün te'sîri altında faaliyet gösteren hemen hemen bütün üniversite muhitlerinde öğretimine büyük bir ehemmiyet ve yer verilmiş olması ve iktisâd ilmine bizzat şekil ve istikâmet vermiş en meşhur âlimlerin ekolü olması hasebiyle, klâsik faiz nazariyesine nisbeten geniş yer verilmiştir. Adam Smith, Robert Thomas Malthus ve Davit Ricardo, umumiyetle bu mektebin kurucuları sayılırlarsa da John Stuart Mili, Edgeworth, Marshall ve Pfgou gibi müellifler de birçok yetkili tarafından bugün bu gruba dâhil edilmektedirler.

 

Eksik

 

dığı pa­rayı kullanmaktan mütevellid edindiği kazanca mukabil, ödünç vere­ne ödediği bir bedeldir. Bu iki müellif faizi sermâyeden elde edilen gayri safî kazançdan açıkça ayırmamaktadırlar. Acaba bunlar sermâ­yeden ne anlamaktadırlar? Bunu görelim : Adam Smith «sermâye» yi, bir ferdin istihlâk için değil de, daha ziyâde kendisine para, kazanç veya fayda sağlayan servetinden bir kısım olarak anlamakta ve ona bu mânâyı vermektedir. Bu sermâyeye makinalar, iptidâi maddeler, gayri menkûller, yiyecek ve giyecek eşya girmektedir. Her ne kadar yiyecek ve giyecek eşya, cemiyet nokta-i nazarından sermâye değil ise de ferdî zaviyeden bunlar da sermâye mefhûmuna dâhildirler. Çünkü bunların sahibi, yiyecek ve giyeceği işçilere, istihsâlde bulunurken ödünç olarak verebilir ve bundan bir kazanç sağlar. Ricardo'nun da görüşleri tatbikî noktadan aynı mâhiyyettedir.

Stokun yahut sermâyenin meydana getirilmesi bir tasarrufun ne­ticesidir. Tasarruf ise, yapılan bu fedakârlığa mukabil bir fayda sağ­lanacağı hesâblanmaksızın tahakkuk ettirilemez. Bu yüzden bu iki müellife göre faiz; evvelce yapılmış bu tasarruflar için ödenen bir mü­kâfat yahut bir teşvik vasıtasıdır. Smith'e göre elde edilen kazançla­rın esks kaynağı, sermâyenin kullanılması neticesi istihsâl edilen şey­lerin kıymetinde, emek kıymeti üstünde meydana gelen artış vak'a-sıdır; binâenaleyh emeğin istismarı diye bir şey düşünmek muhaldir. Ricardo ise bütün sermâyeyi, emeğin biriktirilip saklanmış bir şekli saydığı için bütün değeri emeğe vermektedir. İşte onun bu görüşü esâs alınarak, Kari Marx tarafından «kapitalist iktisadî sistemde eme­ğin istismarı teorisi» meydana gelmiştir. Adam Smith ve Ricardo, faiz haddi meselesine dâir müşterek müşahede ve izahta bulunmak-

tadırlar : «Ne zaman ki parayı kullanmakla büyük bir ticarî kazanç elde. edilir, o vakit bu kullanışa mukabil o nisbette yüksek bir bedel (kâr) ödenmelidir.» Daniel Hoare, faiz haddi ile para miktarı arasın­da ilişki görmeyen bir izah tarzı tutturmaktadır. Ona göre para mik­tarında meydana gelen artma, fiatları arttırır. Ricardo da bu fikre iş­tirak ederek meşhur «paranın mikdar-ı nazariyesini ortaya atmıştır.

John Stuart Mili ise, faiz nazariyesi meselesinde herhangi bir kayda değer fikre sâhib olmayıp, kendisi sadece Adam Smith ve Ri-cardo'nun nazariyelerini tasnife tâbi tutmuş ve gayrı safî kârlar mev­zuunda çeşitli unsurların tahlilini başarılı biçimde yapmıştır.

Aynı faiz meselesinde Marshall'ın çalışmaları ve görüşleri faiz hadlerinin taayyün etmesinde âmil olan arz ve talebin her ikisi üze­rinde toplanmaktadır. Marshall'dan önce muktedir bir diğer İngiliz ik­tisatçısı olan Nassu Senior faizin asıl sebebi olarak «imsak» «nefsini çekme» yi göstermektedir. Onun bu görüşüne bir çok i'tirâz ve muha­lefet vuku bulmuştur. Bu arada Marshall aynı konuda «imsak» ye­rine, «intizâr = bekleme» yi ikâme etmiştir. Ona göre faiz, tedârik eden nokta-i nazarından «tasarrufda bulunma»nın yahut «bekleme» fedakârlığını göstermenin bir mükâfatıdır. Sermâye için talepte bu­lunma onun marginal verimliliğinden doğmaktadır. Ve netîce olarak faiz nisbeti, muayyen bir haddeki faizli sermâyeye olan piyasada mev­cut talebin aynı faiz haddi altında bu piyasaya sürülmüş mevcut ser­mâyeye eşitliği şeklinde bir denkleşmeye dayanır.[54]

.Esasen Marshall tarafından da izah edilip tamamlandığı gibi klâsik nazariyeye göre faiz haddi, tasarruflara karşı olan arz ve talep eğrile­rinin kesiştiği noktada hudûtlanıp kalmaktadır. Şayet piyasaya arzedi-len tasarrufların miktarı, çeşitli yatırımlarda kullanmak için buna olan talepten fazla ise, bu halde faiz haddi düşüktür. Ve netîce olarak tasar­ruflar ile yatırımlar arasında tekrar bir muvâzene teessüs edene ka­dar yatırımlarda bir artış müşahede olunacaktır. Aynı şekilde tasarruf­lara olan talep, şayet bunlar arzdan daha çok ise bu halde faiz haddi yüksektir. Netîce olarak bu ikisi arasında yeniden bir muvâzene teessüs edene kadar yatırımlarda bir azalma olacaktır.

Tasarruflar üzerinde klâsik nazariyenin temel görüşü bunların faiz hadleriyle taayyün ettiği merkezindedir. Son senelerde faiz hadlerinde vukûbulan müthiş düşüşe rağmen, tasarrufların azalacağı yerde tam aksine, ehemmiyetli bir artışa uğradığı müşahede edilmektedir. Lord Keynes'in de klâsik nazariyeyi tenkîd ederken pek yerinde tesbît ettiği gibi «faiz, tasarrufların bir mükâfatı addolunamaz; çünkü herhangi bir kimse faizle ödünç vermediği halde tasarrufda bulunabilir. Yine bir kimse kendi biriktirmediği ve fakat miras yoluyla elde ettiği parayı da faizsiz olarak ödünç verebilir.» Bilhassa bu tasarruflar yığınının insan­ların ferdî sa'y ve gayretlerinden doğmadığı, daha ziyâde müşterek ta­sarrufların câri olduğu ve kredinin banka müessesesi tarafından yara­tıldığı modern cemiyetlerde, tasarruflar faizle taayyün etmez.

Klâsik nazariyeyi benimseyen iktisatçılara göre, faiz hadleri tasar­ruflar ile yatırımlar arasında bir muvâzenenin doğmasında yapıcı rol oynar. Şayet tasarruflar yatırımlardan fazla ise, faiz haddi düşer. Ve bu ikisi arasında bir muvâzene ve eşitlik kurulana kadar yatırımlarda bir hareketlilik ve fazlalık gözükür. İşte Lord Keynes haklı olarak bu noktada i'tirâzlarını serdetmektedir. Ona göre bu mezkûr muvâzeneyi meydana getiren, faiz haddi olmaktan ziyâde «gelir» seviyesidir. Tasar­ruflar, hem istihdamın, hem de gelirlerin seviyesine dayanmaktadır. Lord Keynes iddialarında daha da ileri giderek şu neticeye varmakta­dır; piyasaya tasarrufların arzı, müstakil bir vakıa olmayıp, tamamen yatırımlarla bağlantılı bir meseledir. Kendisi neticede şu hükme ulaş­maktadır : «Bu meselede insiyatif, yatırımlarda bulunan müteşebbisin elinde olup asla tasarrufta bulunanlarla bir ilgisi yoktur. Her ne kadar herkes arzu ettiği miktarda tasarrufda bulunabilirse de tasarruf sahip­leri, bir zümre olarak zikrolunan teşebbüslerin avucunda pek bîçare vaziyettedirler.»

Klâsik nazariyenin sakat tarafı, gelir seviyesinin hiç değişmediği gerçek dışı bir cemiyet faraziyesine istinâd ettirilmiş olmasıdır. Fazla olarak tasarruflar, yalnızca faiz hadleriyle tahdîd edilmemiştir. Bu münâsebetle büyük bir otorite olan profesör Gustave Cassel'in şu mü­şahedelerini zikretmeden geçemeyeceğiz. Ona göre : «Fertlerin sahip ol­duğu gelirlerden arttırmış, tasarruf etmiş oldukları miktarların, faiz hadlerinde vukûbulan değişikliklerle umumiyetle bir ilgisi yoktur. Faiz hadlerinde ortaya çıkan bir artma, bazıları üzerinde de evvelkinden da­ha az tasarrufta bulunma te'sîri husule getirir. Tasarruf vakıasının ar­kasında mevcut sâikler çok çeşitli ve karışıktır. Bir cemiyetin tasarruf ettiği gelirin nisbet ve miktarı, gelirlerinin yüksekliğine, emniyet altın­da ve kudretli olma arzusuna ve nihayet hal ile istikbâl arasında bir tercihte bulunma hâlet-i rûhiyesine sıkı sıkıya bağlıdır. İşte bu yüzden­dir ki, hakîkî tasarruflar, faiz hadlerindeki değişikliklerden pek az nis-bette müteessir olmaktadırlar.»

Faizle ilgili klâsik nazariyenin en önemli eksikliği; «mekanik bir cemiyet» görüşüne sahip olmasıdır. Bizatihi tasarruflarda husule gelen bir artmanın yatırımların da artmasına te'sîr edeceği ve aynı şekilde, alçalan ve yükselen faizlerin, yatırımların artmasına veya azalmasına bizatihi yol açacağı kat'î ve zarurî değildir. Bu gruba giren tenkîd ve muhalefetlerin bir hakikat olduğu vâk'ası iktisadî buhran ve sarsıntı devrelerinde gün gibi ortaya çıkmış bulunmaktadır. Meselâ bunlardan sonuncusunda (1930) faiz hadlerinden ortaya çıkan artışa rağmen bu­nun yatırımlar üzerinde hiçbir te'sîri olmamıştır.

Klâsik nazariyede diğer bir câlib-i dikkat noksan; onun, tasarruf­ların âtıl ve hareketsiz olarak define şeklinde kalabilmesi ve yatırım­lara doğru akmayabilmesi olayını izah edemeyişinde gözükür. Bugün yeryüzünün dörtte üçünden fazlasında tasarruflar, hareketsiz ve âtıl bir vaziyette define şeklinde durup kalmaktadır. Hatta geri kalan dörtte bir dünya, yani, Amerika ve Avrupa gibi memleketlerde dahi tasarruf­lar, geniş meblâğlar şeklinde beyhude birikinti olarak yatıp durmakta­dırlar. Fazla olarak faiz haddinin sermâyenin marginal verimliliği ile taayyün edeceği şeklindeki bir hüküm bizi bizzat marginal verimliliğin de faiz hadleriyle taayyün edeceği şeklinde bir neticeye varmaya zorla­maktadır. Yine bu klâsik nazariye müntesibi iktisatçıların para mik­tarının faiz haddi ile hiçbir alâkası olmadığı şeklindeki hükümleri de yanlıştır.» [55]

 

Keynes'in Faiz Hakkındaki Görüşleri:

 

Zengin bir cemiyette yeni değişik yatırımlar için zuhur eden fır­satlar, faiz haddinin elverişli bir hadde düşmesine kadar, fazla câzib şeyler değildir. Keynes, faiz haddinde zuhur eden artışların tasarrufları tahrik ve teşcî, edeceğini savunan Marshall doktrinini şiddetle reddet­mektedir. Şayet faiz haddinde meydana gelen bir artış halkın eline ge­çen gelirlerden daha fazla nisbette bir tasarrufta bulunmaya onları sevkederse bile şundan emin olmalıyız ki, faiz haddinde meydana ge­len bu artış (yatırımlara olan talep grafiğinde lehde bir değişiklik ol­madığını farzedersek) mevcûd tasarrufların umûmî yekûnunda bir azal­ma meydana getirecektir. Aynı muhakeme tarzı, faiz haddinde ne mik­tar bir artışın gelirleri (diğer şartlar da uygun düşerse) ne nisbette azaltacağını bize gösterebilir. Zîra (istihlâke karşı duyulan mevcut marjinal müessiriyeti ile de) husule gelen bir artışın, yatırımları azal­tacak olan bu faiz miktarı vasıtasıyla ve yine tasarrufları azaltması is­tenen aynı faiz miktarı sayesinde, gelirler düşmeye (veya inkısama uğ­ramaya) mecbur olacaktır.

Faiz haddinde husule gelecek olan bir artış, gelirlerimiz değişme-mişse, bizi daha fazla bir tasarrufda bulunmaya sevkedecektir. Ancak daha yüksek faiz hadli yatırımları yavaşlatacak olursa, bizim gelirle­rimiz esasen değişemeyecektir. Daha yüksek faiz nisbetlerinin ortaya çıkardığı tasarrufda bulunma hırs ve temayülünü, tasarrufda bulunma kapasitesindeki azalma, kâfi derecede muvâzelendirip sükûna kavuş-turuncaya kadar, bu gelirlerde mutlaka bir azalma meydana gelecektir. Gerek millî ve gerekse ferdî mâliyemize müteallik meselelerimizde ne kadar özenli, ne kadar sıkı bir şekilde tasarrufa riayetkar olsak şayet faiz haddi sermâyenin marginal müessiriyetine kıyasen yükseliyorsa, o nisbette gelirlerimizde bir düşme husule gelecektir. Bu hususta göste­rilen inat ve ısrar bir kazanç değil, sadece bir zarar husule getirecektir.

Keynes'in ortaya attığı böylesine bir hüküm ve netîce diğer meş­hur bir iktisatçı olan profesör Cassel tarafından daha derinlemesine olarak «Nature and Necessity of Interest» adlı eserinde, ele alınmıştır. Ona göre, muayyen bir gelirden tasarruf edilen miktar, faiz haddinde husule gelen artışa muvazi bir artış ta'kîb edecek değildir; çünkü faiz hadlerinin artışı neticesi, yatırımlara ait taleb eğrisi düşecektir; bun­da kimsenin şüphesi yoktur.

Eserindeki uzun münâkaşalardan sonra .Keynes şu neticeye var­maktadır : «Faiz haddi son derece psikolojik bir vakıadır.» Fakat bir sayfa sonra bu fikrini nakzedecek. olan şu beyânda bulunmaktadır: «Belki şurasını belirtmek yerinde ve doğru olur ki; faiz haddi daha zi­yâde psikolojik bir husus olmaktan öte, tarafların anlaşmalarına daya­nan bir vakıadır. Çünkü faizin hâli hazır değeri, onun ne değerde ol­ması lâzım geldiği şeklinde hâkim ve yaygın görüşlerle ta'yîn olunur.» Yine Keynes şu fikirleri de ileri sürer: «Arzu ve matlûba muvafık su­rette teşekkül etmiş olan makbul bir faiz seviyesi içinde çeşitli deği­şiklikler, tahavvüller cereyan etmekte olan bir cemiyette, tabiatıyla devamlı surette, dalgalanmalara konu teşkil edecektir. • Zîra normal olarak tahmin edilip beklenen seviye, çok muhtelif sebeb ve sâiklerle çevrilidir.»

İslâm'ın getirdiği en büyük fayda, onun faiz mevzuunda psikolo­jik görüşü tamamen değiştirip bertaraf etmesinde ve normal olarak tah-mîn edilip beklenen faiz haddinin sıfıra irca etmesinde görülür ve ta­raftarlarına İslâm, bü sıfır haddinin normal had olduğu inanç ve ka­nâatim verir.

Keynes de ticaret ve iş faaliyetlerinin canlanması için tasarrufların artmasını esaslı bir âmil addeden eski Marshall nazariyesini reddeder ve der ki: «Bugünkü hayatta bir kimsenin biriktirmeye dâir bir karar alması, ilerdeki muayyen bir istihlâkin yerini alması neticesini doğur­maz, fakat esâs olarak bu çeşit bir karâr, hâli hazır için bir istihlâk ka-. rarından vazgeçme manasınadır. İstihlâkde bulunma ümid ve ihtimâl­leri, istihdamın yegâne mevcudiyet ve varlık sebebi olduğuna göre, şu neticeye varmada hiçbir paradoksal durum yoktur : Piyasanın istihlâk kapasitesinde vuku bulacak bir azalma, istihdamda sarsıntılı neticeler doğuracaktır.»

Keynes kitabının ortalarına doğru «sermâyenin tabiat ve mâhi­yeti» başlığını taşıyan bölümünde tslâmî nokta-i nazara çok yakın bir fikir ileri sürmektedir. Ona göre : «Devamlı ve yaygın bir şekilde hare­ket ve tekâmül halinde olan bir cemiyette faiz nisbeti «sıfır» olabilecek ve aynı zamanda çeşitli teşebbüslere girişmesi neticesi fertler servet elde edebileceklerdir.» Aşağıda ayrıca aldığımız şu kendi cümleleri hayli mânîdâr ifâdelere sahiptir :

«Devamlı ve yaygın bir şekilde hareket ve tekâmül halinde olan ve modern teknik, vâsıta ve çârelerle mücehhez bir cemiyette (nüfusu da çok çabuk artmamak şartıyla) sermâyenin marginal müessiriyeti-nin sadece bir nesil içinde yaklaşık olarak «sıfır» muvâzenesine ulaşa­bileceği muhakkaktır. Bu hâle göre içinde gerek değişiklik ve gerekse tekâmülün tahakkuku, teknik, nüfûs, müesseseler ve zevklerde yapıla­cak değişikliklerle mümkün olabilecek olan yarı müstakârr cemiyet şart­larına ulaşmak mecburiyetindeyiz ki, böyle bir cemiyette sermâyenin meydana getirdiği mahsûller, emek vs. faktörlerle tenâsüb halinde mu-vâzeneleşmek suretiyle teşekkül etmiş bir fiyattan satılır. Bu gibi ser­mâye mahsûllerinde, sermâye arzedilen kimselerin pek az müessir ol­duğu istihlâk emtiası fiyatlarına hâkim olan tamamen aynı prensipler mündemiçtir.»

«Sermaye mallarını iyice bollaştırmak suretiyle sermâyenin mar­ginal müessiriyetinin sıfır olmasının nisbeten kolay olacağını düşün­memde şayet isabet varsa bu nokta, kapitalizme karşı yöneltilen bir çok itirazların önünün alınmasında en hassas çâre olabilecektir. Çünkü birikmiş servetlerden gelen gelir haddinin tedricen azalması halinde ne kadar muazzam içtimâi değişikliklerin zuhur edeceğini sathî bir tedkîk gösterecektir. Bu halde bile, elde ettiği gelirleri biriktirme ve onu ileriki bir tarihte sarfetme arzusuna kapılan bir kimse bu isteğin­de hür bırakılacaktır ve fakat onun bu birikintisi artık artmayacaktır. Böyle bir kimsenin durumu, işinden ayrıldıktan sonra Twichenham'-daki köşküne bir sandık dolusu para ile çekilen ve geçim masrafları için her istediği zaman buradan para çeken Papanın vaziyetinden daha ileri gidemeyecektir.

«Gerçi irâd sahipleri kaybolacak olsalar dahî bu halde bile herke­sin üzerinde değişik fikirler ileri sürdüğü müstakbel ve muhtemel ge­lir ve mahsûllerin önceden tahmininde hüner göstermek ve teşebbüs­lerde bulunma, imkân dahilinde kalacaktır. Çünkü yukardaki bu nok­ta, risk ve buna benzer hususlardan ayrı, evvelemirde sırf faiz haddi ile irtibatlıdır ve risk ile ilgili yolda normal olarak dönüp gelen ge­lirleri içine alan gayrı safi sermâye ve servet miktarı İle alâkası yoktur. Sırf faiz haddi bir kenara, bunlar, negatif sahada (borçlar) yer işgal ederlerse de muhtemel ve şüpheli gelir sahasını da İçine alan ferdî ser­vet ve gelirlerde müsbet bir kazanç sahası yok olmuş değildir. Riski göze almada muayyen ve ölçülü bir isteksizlik mevcûd olmakla beraber, be- lirli bir zamandan sonra bu nevî servet yığınlarından pozitif net bir mahsûl elde etme sahası da mevzûubahis olabilecektir. Fakat bu nokta, bu gibi hallerde kazanç ihtimâli az olan yatırımlardan gelir ve kazanç elde etme arzu ve hırsı, umûmî yekûnda negatif net bir saha teşkil eder demek değildir.»[56]

Keynes, dünyanın mâlî vâsıta ve kaynaklar sahasında, içinde bu­lunduğu fakirliğin en esaslı sebeplerinden birinin paraya yüksek prim verme olduğuna inanmaktadır.

Ona göre, binlerce seneden beri devamlı ferdî tasarruflara rağmen birikmiş sermâye malları içinde umumiyetle dünyanın hâlâ çok fakîr ve muhtaç durumda olması şöyle izah edilebilir: Bir kere bu husus, ne insanoğlunun ihtiyatsız ve düşüncesiz temayülleri ve ne de harple­rin getirdiği tahribat ile izah edilebilir : Bunların dışında evvelce «ara­zî» ye şimdi de «para» ya atfedilmiş yüksek likidite primleri bu izâhda kâfi addedilmelidir. Kendisi bu mevzuda, Marshall tarafından ortaya atılmış olan alışılmamış dogmatik eski görüşten farklı fikirler ileri sür­müş olmaktadır. Marshall şöyle der: «Herkesin ma'lûmudur ki servet birikmesi ve aynı şekilde faiz haddi, geniş halk yığınlarının hâli hazır-dakini sonraya te'hîr edilmiş nimetlere tercih etmesi neticesi, diğer bir ifâdeyle beklemeye istekli olmamaları sebebiyle, olduğu yerde durup kalmıştır.[57]

İslâm bilhassa zekât müessesesini ortaya atmak ve bunu îmânın en esaslı rükünlerinden biri yapmak suretiyle bu mevzuda önemli bir hamlede bulunmuştur. Bu bakımdan sathî bir tahlil neticesi hemen di­yebiliriz ki zekât; hareketsiz kalmış âtıl servetler üzerinde hayli ağır bir yük olacak şekilde yani % 2,5 nisbetinde alınan bir vergiden ibaret­tir. Bu vergi ile bu nevî servet sahipleri, cemiyet için fayda mülâhaza ettikleri yer ve gayelere bu servetleri sarfa zorlanmış olurlar. Birçok memleketler para biriktirme mevzuunda aşın gitmiş olmanın ızdırâ-bını çekmiş bulunmaktadır. İspanya'nın XV yy. sonlan ve XVI yy. içi iktisat tarihi, bize kıymetli madenlerde aşın bîr bolluğun, bir memle­ketin dış ticâretini ücret birimine te'sîr etmek suretiyle nasıl olup da tahrîb edeceğine dâir bir misâl teşkil etmektedir. Keza Birinci Cihan Harbine takaddüm eden senelerde İngiltere'de memleket hâricine ödünç para vermeler ve arazî ahm-satımı hususunda mevcûd aşın kolaylık­lar, memleket dâhilinde işsizliği tâm manâsıyla önleyici gözüyle bakı­lan yerli faiz hadlerinin düşüşü ile yakından alâkalı bulunmaktadır. Hindistan'ın her devirdeki tarihî seyri ise, hakîkaten çok kuvvetle, ade­tâ bir hırs derecesindeki likiditeyi tercihin bir memleketi fakîrleştir- diği, o kadar ki kıymetli madenlerin muazzam ve devamlı akıntı halinde olmasının bile faiz hadlerini hakîkî bir servet artışı ile uygun seviyeye indirmeye kâfi gelmeyişini ispatlayan bir memleket misâli olarak göz­ler önüne sermektedir.

Faiz haddi, halk tabakalarının zannettiğinin aksine, büyük sermâ­ye kazançları sağlamaktan tamamen uzak, dünyamızın en iyi ve mü­kemmel bir yolda inkişâfında bir mania rolünü oynamaktadır. Hemen müteâkib cümlelerde nakledeceğimiz Keynes'in bu mevzûdaki müşahe­deleri hakîkaten manidar addedilmelidir. Ona göre işletme sonucu ser­mâyede meydana gelen hakîkî artış, nakit şeklindeki faiz hadleriyle zaptedilip durdurulmaktadır. Artışa karşı işleyen bu fren, şayet çözü­lecek olursa, modern dünyada hakîkî sermâye artışı o kadar çabuk hu­sule gelecektir ki; sıfır nisbetindeki nakit şeklinde bir faiz haddi he­men değilse bile nisbeten kısa bir müddetin geçmesini müteâkib ger­çekleşebilecektir. Burada ilk lüzumlu hareket, nakit şeklindeki faiz hadlerini azaltmak olacaktır. Bununda tahakkuku, Keynes'e göre di­ğer birçok emtia stoklarının olduğu gibi paraya da birtakım masraflar yüklemek suretiyle mümkün olabilecektir.

Daha evvel de zikrettiğim gibi İslâm, bu nevî âtıl ve donmuş emtia üzerinde zekât ve % 2,5 nisbetinde bir yük vaz'etmiş bulunmaktadır. O bununla, hareketsiz ve donuk sermâye ve servet biriktirme temayü­lüne mâni olmakta ve nihayet bu nevî hareketsiz servetlerin yatırım­lara sevkedilmesi için esaslı bir müşevvik olmaktadır. Bu müşevvik, ticarî kâra ve sırf sermâye ile iştirak edebilen şirketlere İslâm'ın mü­sâade etmesi vakıası iledir ki ayrıca daha ileri ve daha müessir bir va­sıf kazanmaktadır.

 

Tasarruflar ve Faiz :

 

Klâsik Mektep iktisatçıları modern cemiyetlerde tasarrufların ehemmiyetini pek ziyâde belirtmişlerdir. Ve onlar, tasarruflann arttı­rılması için yegâne çâre olarak faiz hadlerinin arttırılması lâzım gel­diğini müdâfaa etmişlerdir. Bunlara göre; düşük faiz hadleri tasarruf­ların artmasını yavaşlatıp geciktirecektir. Hassaten bu konuda «Faiz şartını tatbikattan kaldıran îslâmî sistem, modern insan toplulukla­rında çalışır bir sistem değildir.» şeklinde sözler söylenmiş ve sebeb ola­rak faiz yasağının tasarrufta bulunanlara ciddî surette set çekeceği hu­susu gösterilmiş, bunun toplumu fakîrleştireceği ve sermâye malların­da yoksunluk doğuracağı ileri sürülmüştür.

Faiz haddinin düşük seviyede olmasının tasarruflara manî olacağı safsatası ilk dünya savaşında Amerika'da faiz haddi % l'e düştüğü hal­de tasarruf miktarının, o devre kadar faiz hadlerinin en yüksek olduğu devreden de daha büyük meblağlara varması gibi bir vakıa ile çürütül-müş ve fiilen aksi isbatianmış bulunmaktadır. Modern iktisâd teorisi, tasarrufların faiz hadleriyle taayyün etmediğini, aksine onların yatı­rımların miktarıyla taayyün ettiğini göstermiş bulunmaktadır. İslâmî nokta-i nazarın en çok medhedilecek tarafı; onun faizi lağvetmek sure­tiyle fertleri mümkün olan en ileri haddinde yatırımların neticesi olan tasarrufların bir araya gelip toplanması için kafî ve yeter himaye sağ­lanmış olmasıdır. Bu meselede Keynes'in müşahedeleri yine çok ilgi çekicidir. Çünkü bunlar İslâm tarafından onüç asır kadar evvel ortaya atılmış görüş ve prensiblere uygun ve onları te'yîd ve takviye eder mâ-hiyyettedir.

Keynes, «tasarruflarda husule gelen artmaların yatırımlarda da artmalar meydana getireceği» şeklindeki bir görüşün safsata olduğunu ortaya koymaktadır : Herhangi bir ferd, kendi tasarruf miktarlarını art­tırmakla, diğer kimselerin tasarruflarını eksiltmektedir. Böylelikle o ferd, toplumun tasarruf miktarına yeni ilâvelerde bulunmamakta ve bu yüzden esham ve tahvilâta olan talebe yeni bir şey ilâve edememektedir. Bir ferd olarak tasarrufta bulunan kimse, yatırım miktarına, ister his­se senedi ve tahvil satın alsın ister almasın, doğrudan doğruya te'sîr etme gücüne sâhib değildir. Hisse senedi ve tahvil satın alma veya na-kid tasarruflarına yenilerini ilâve etme gibi herhangi bir tercihte bu­lunabilir; fakat diğer fertler, daha az tasarrufta bulunacakları için, evvelce aldıklarından dana az miktarda hisse senedi ve tahvil satın alacaklardır. İster nakit şeklinde, ister hisse senedi ve tahvil şeklinde olsun, servetin nasıl elde edileceği meselesi yatırım ve tasarrufun kar­şılıklı etkileşmeleriyle sadece pek sathî bir alâka ve münâsebete sahip­tir. Herhangi bir kimse masraflarında kısıntı yapmak suretiyle en kısa zamanda tasarruflarım arttırırsa, diğer insanların gelirleri düşecek ve onlar bu zâtın fazla tasarrufda bulunduğu nisbette daha az tasarrufda bulunacaklardır.

Hulâsa olarak şuhu söyliyebiliriz : Yatırımlar arttığı zaman gelir­ler öyle bir seviyeye yükselir ki, bu seviyede tasarruflar da buna pa­ralel olarak artar. Fakat tasarrufta bulunma arzu ve isteği yalnız ba­şına artmaya devam edecek olursa, bu halde gelirler düşük bir seviye­ye iner ki, artık bu seviye asla başlangıçtaki seviyeden daha yukarda de­ğildir. İşte gelirde meydana gelen değişiklikler vasıtasıyla, tasarruf ve yatırımların eşitliği (muvâzenesi) sağlanmış ve devam ettirilmiş ol­maktadır. Gelir seviyesi, yatırımların miktarı ve tasarrufta bulunma arzusuyla taayyün etmektedir. Muayyen bir tasarruf arzusu muvace­hesinde gelir seviyesi, yatırım miktarının te'sîri altında kalacaktır. Ve yine muayyen bir yatırım miktarı muvacehesinde gelir seviyesi, tasar­rufta bulunma arzusuyla taayyün edecektir.

Tasarruf arzusunda husule gelebilecek bir değişiklik, cemiyetinyaptığı fiilî tasarruf miktarında esaslı bir te'sîr husule getirmekten prensib olarak uzaktır; çünkü fiilî tasarruf miktarı, başlanmış yatı­rımların miktar ve nisbeti ile taayyün etmektedir. Yatırım miktarı ta­sarruf miktarını ta'yîn eder. Ve yine muayyen bir yatırım miktarı mu­vacehesinde tasarrufta bulunma arzusu, gelir seviyesini ta'yîn edecek­tir. Gelir seviyesi, her zaman tasarruf seviyesinin yatırım miktarına eşit olmasını sağlayacaktır. Tasarruflarda vâki bir artış, tek başına sermâye birikmesinde bir artış doğuramaz.

«Acaba faiz niçin ve hangi sebebden dolayı ödenir?» şeklinde basit bir suâlin cevaplandırılmasında bile, umumiyetle iktisadî görüşler mev­zuunda Batıdaki nazariyeleri tahlîl edecek olursak; bunların temsilci­leri mevkiindeki iktisâdçılar arasında derin farklar müşahede ederiz.

Faiz mevzuunda en yeni nazariye Keynes'in ortaya attığıdır. Faizi tamamen akdî ve rızâî mâhiyette bir vakıa olarak gören ve yüksek nis-bette faizin dünya sulh ve selâmeti, tekâmülü ve inkişâfı için bir mania teşkil ettiğini iddia eden bu görüşü geniş olarak göstermiş bulunuyo­ruz. Şurası gayet acayiptir ki, Lord Keynes gibi derin vukuf ve araştır­ma sahibi bir kimse ve diğer düşünürler, içinde bulundukları kendi şartlarının esîri olup, burunlarının ucundan öteyi görememektedirler. Lord Keynes, kitabını neşrettiği zaman İngiltere'de faiz % 3 haddin-deydi ve Keynes işte bu % 3 haddine ma'kûl, had nazariyle bakmak­taydı. Bu hale göre Haydarâbâd hükümeti, hâli hazırdaki (1947) ödünç para faizlerini % 2,5 dan yukarı çıkarabilir demektir. Bu arada zikre­delim ki; Amerika Birleşik Devletlerinde uzun va'deli resmî ödünç faiz­leri, yıllık % 1,5 haddindedir.

Keynes, hakkıyla ve tam manâsıyla inkişâf ve çalışma halinde bu­lunan bir toplumun muhtemelen faiz hadlerini % 0 a düşürmeye mu­vaffak olabileceğini: kabul etmektedir. Evvelce de gösterdiğim gibi Ame­rika harb esnasında ödünçlerdeki faiz hadlerini Jp 1 e düşürmüş bu­lunuyordu. Acaba bu nominal nisbet daha da düşük bir seviyeye indi­rilemez mi? Ben öyle zannediyorum ki Keynes, kendi cemiyet şartlan ve muhitinin kurbânı olarak, faiz vaz'etmeyi külllyyen itham etmeye cesaret edememiştir. Halbuki onun faiz nazariyesi, onu buna zorlamak­tadır. Şurası şüphesizdir ki; evvelden belki sabit faiz hadleri, dünyanın tekâmül ve inkişâfında son derece muzır ve tehlikeli bir rol oynamak­tadır. [58]

 

Faizin Cemiyette Meydana Getirdiği Te'sîr ve Neticeler:

 

Faizin ve istihlâk gayesiyle alınan ödünçlerin cemiyette yarattığı belli te'sîr ve neticeler, burada teferruatıyla zikre ihtiyâç bırakmayacak kadar çoğumuzun ma'lûmudur. Herkes bilir ki; böyle ödünçler, sadece ödünç alanı (müstekrizi) baltalamamakta aynı zamanda ödünç veren (mukrizin) de ma'neviyat ve ahlâkını çökertmektedir. Hindistan'da şöyle bir tekerlemeye rastlanır: «Köylü borç içinde doğar, borçlu yaşar ve borç içinde ölür.»[59] şayet bir kimse tefecinin pençesine bir defa dü­şecek olursa, burada devamlı olarak kalır ve bu halde de faiz ödemeye devam eder. Öyle ki, faiz olarak ödemiş olduğu meblağ birçok hallerde ödünç olarak alınmış miktarın birkaç mislini bulur. Fakat bu pek ağır ödeme şartları altında bile esas borcu ödeme imkânına kavuşamaz. Sir Malcolm Loyal Darling, te'lîf etmiş olduğu «Punjab Peasant in Prosperity and Debt» adlı klâsik eserinde Pencap bölgesi çiftçi ve köy­lülerinin ödemiş oldukları faizin, arazîden gelen gelirin tamâmının iki misli olduğuna dikkati çekmektedir. Pencab köylülerinin içinde bulun­dukları fakirlik ve sefalet ile tefecilerin refah ve saadetini mukayese eden müellif, şehirlerde rastlanan en iyi evlerin umumiyetle tefecilere âit oiduğu müşahedesinde bulunmaktadır.[60] Şüphesiz ki bu para ödünç­leri, memleketin zırâî ekonomisinde çok faydalı bir hizmet görmekte ve ihtiyâç zamanlarında çiftçilere yardım etmektedirler. Fakat bu yardı­mın bedeli görülen hizmetle nisbet kabul etmeyecek şekilde mübalağa­lıdır. Bu durum şu sözle pek münâsib bir şekilde ifâde edilmiş bulun­maktadır : «verilen kredi, ödünç alanı, i'dâm edilmiş bir kimseyi dara-ğacına bağlayan ip benzeri asıp dik tutmaktadır.»

Şurası gayet acâyibtir ki devlet, sosyal hizmetlerin karşılanmasında epey para harcayıp gerek ücretsiz ve gerekse i'tibârî fiyat üzerinden za­rurî maddeleri te'mîn ettiği, medenî seviyesi hayli yüksek Batı memle­ketlerinde ve Birleşik Amerika'da ihtiyâç sahiplerine, faizsiz ödünçler sağlama sisteminin veyahut da normal resmî banka haddi üzerinden ödünç verme sisteminin kurulması için hiçbir tanzim hareketinde bu­lunmamıştır. Bu gibi muhtaç ve talihsiz kimseler, rehinle ödünç para veren tefecilere müracaat etmek ve en iyi en kıymetli mallarını (ki bunlar bazı hallerde şahsî giyim eşyaları gibi zarurî ihtiyâç maddeleri de olabilir) bu tefecilere kaptırmak mecburiyetinde kalırlar. Ve netî-cede kanunen de te'yîd edilen, inanılması çok güç faiz hadleri muka­bilinde ödünç ararlar. İngiltere'de tefecilerin % 48 faiz almalarına mü­sâade olunmuştur. Amerika Birleşik Devletlerinde ise eyâletten eyâlete değişmekte olan bu faiz haddi, % 30 ilâ % 60 arasında oynamaktadır.

Burada bilhassa cemiyetin alt sınıfları üzerinde faizin böylesine aşırı ve yüksek oluşunun fecî te'sîr ve neticelerini tasvir edip anlatmayı son derece zarurî bulmaktayız. Bu tip ödünçler borç alanları dejenere etmekte ve ödünç verenlerde ise menfaatperest, haris, egoist ve sem­patik olmayan bir hayat görüş ve anlayışı yaratmaktadır. Bu durum sadece fakîr memleketlerde değil, aynı zamanda İngiltere ve Amerika gibi zengin devletler dâhilinde de mevcûd bulunmaktadır. Aşağıda Mr. Ryan tarafından verilen ma'lûmât, faiz ve istihlâk ödünçlerinin en medenî memleketlerde kullanılışı üzerindedir. Alâka ile okunacağını umarız :

«Şu vakıa üzerinde şüphe yoktur ki, mütekâmil ve gelişmiş bir bankacılık sistemine sâhib İngiltere, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri gibi memleketlerde çalışan halk tabakası, günümüzde pek az ve ehemmiyetsiz bir şekilde banka kredisi kolaylıklarından istifâde etmektedirler. Bunlar çoğu defa, krediye olan acele ve ağır ihtiyâçla-nnı çeşitli diğer yollardan karşılamaktadır.

Amerika Birleşik Devletlerinde kazandıkları ücretle hayatlarını idâ­me ettiren halkın yarısı, Bergengren'in tahminine göre, banka kredi kolaylıklarından mahrum bulunmaktadır. Diğer bir selâhiyetlinin tah­min ve ifâdesine göre, 1911 senesinde oy verme hakkına sâhib halkın % 20 si murabahacı ve tefecilerden borç para almaktaydı. Amerika Birleşik Devletlerinde kredi teşkilâtının kifayetsizliği anlaşılmış bu­lunmaktadır. Ve bu memleket çalışma bakanlığının neşrettiği resmî bültende : «Bir müessese olarak bankanın dar gelirli insanlar kütlesine inemediği» i'tirâf ve kabul edilmektedir. «Mâlî sıkıntı ve krizler esna­sında bu tabaka insanlarının çoğu, kurtuluşu iki istikâmette görmek­tedirler : Sadaka veya alacaklıyı dolandırma.»,

Almanya'da modern bankacılık meselelerine acıklı nazarlarla ba­kan kimseler de «Alman Kredi Bankasının, çalışan ve küçük sanâyî er­babına şimdiye kadar pek az şey yaptığı» neticesine varmışlardır. Al­manya'da neşredilen istatistikler bu hükmü tam olarak te'yîd etmek­tedir.

«Küçük ödünç talepleri, umumiyetle acele ihtiyâçlardan doğmak­tadır. Hayatta ölüm, hastalık, kaza gibi elde hazır para olsun olmasın derhal para sarfını icâbettiren birçok ânî ve beklenmedik felâketler var­dır. Bunlardan ayn bugün, ücret şeklindeki gelirlerle te'mîni güç, uzun müddet isti'mâl edilecek ev eşyası, kumaşlar gibi pahalı emtiayı aylıklı veya emekli fertlerin satın alması gayet zordur. Netîce olarak, mağaza­lardan veresiye ahş-verişte bulunma uzun zamandan beri yerleşmiş bir tatbikattır. Ve son zamanlarda veresiye satış, yerini buna benzer daha geniş, bir sisteme bırakmıştır; yani «taksitle satış» sistemi ki Amerika Birleşik Devletlerinde yıllık milyonlarca dolar hacminde olan bu satış E5temi açıkça bugün krediye ne derece ihtiyâç duyulduğunu bize isbât ekenektedir. Bu nevî satışlara karşı duyulan ihtiyâç, İngiltere'de tak- sitli satışlar meselesi dolayısıyla kooperatif teşkilâtının ve bunun poli­tikasının yeniden gözden geçirilmesiyle aşikâr bir halde meydana çık­mıştır. İngiltere'de uzun bir mazisi olan ve Rochdale Pioneers tarafın­dan temeli atılmış bu müesseseler bile, peşin satış esâsına istinâd eden sert ve muhafazakâr metodlardan gitgide ayrılmaktadır.

«Pek yaygın olan taksitle satış ve onun getirdiği mahzurları ber­taraf etmek ve kredi kolaylıkları sağlamak üzere, husûsî bir mâlî teş­kilât ve müessese ihdas etmek zahiren en iyi usûl gibi gözükürse de bugün şahsî ihtiyâçlara kredi verme teşkilâtı hâlâ başlangıç safhasın­dadır. Çünkü şahsî ihtiyâç kredisi talep eden kimseler, çalışan halk tabakasına mensûb kimselerdir ki, kendilerine ödünç verilmesinde fazla bir te'mînâta sâhib bulunmamaktadırlar. İşte bu yüzdendir ki, bu gibi kimseler, faiz tehlikesine tam olarak ma'rûz bulunmaktadırlar. Ve sa­dece kanun yoluyla değil, aynı zamanda özel kredi müesseseleri şek­linde bazı koruma vasıtalarının bu halk tabakası için bulunup ortaya atılması zarurîdir.»

 

Faizin Getirdiği Felâketler

 

Aşağıda gösterdiğimiz İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Hin­distan vesâir yerlerden aldığımız misâller faizle mücâdele etmenin ne kadar zarurî ve âcil olduğunu açıkça isbât etmektedir.

 

İngiltere'de Faiz :

 

Faizin İngiltere'de meydana getirdiği geniş çaptaki te'sîr ve neti­celeri Lordlar ve Avam Kamarası tarafından ihdas edilen «Joint Select Committee»nin Tefeciler Kanunu (1925) hakkında hazırlamış olduğu bir rapordan ve ayrıca 1924 de Liverpool'da para ödünççülüğünün mah­zur ve zararları üzerinde yapılmış olan bir soruşturmadan yararlanarak izah edebiliriz.

İngiltere'de para ödünççülüğü işinin büyümesinde halkın da rolü olmaktadır. Tefeciler Birliği temsilcisinin, mezkûr Joint Select Com-mittee'ye verdiği izahata göre : «Para ödünççülüğü geniş çapta bir ticâ­ret sahasıdır. Size bazı rakamlar vereceğim: Acaba sizlere bu memle­kette 30.000 müseccel tefecinin bulunduğunu söylersem, bunu öğren­mekle şaşırır mısınız?»[61]

Aynı şekilde Liverpool'da yapılan araştırmada meydana çıkarıldı­ğına göre (Bu soruşturma Î.924 de Liverpool Kadın Hemşehriler Birliği­nin sosyal ve sanayi reformu komitesi tarafından yönetilmiştir), Liver­pool ve Birkenhead'de 1.005.900 nüfusa isabet eden müseccel tefeci sayısı 1.380 idi ki 730 kişiye bir para ödünççüsü düşmektedir. Tatbik edilen faiz hadleri ise korkunçtur. Home Office'nin eski daimî sekreteri
Sir Mackenzie Chalmers'in Joint Select Committee'ye beyân ettiğine göre, çalışan halk tabakasının ödünç alırken tâbi tutuldukları faiz haddi şöyledir:.

«Kâideten iki te'mînât yolu mevcuttur. Şöyle ki: 5 sterlin için ilâve bir senet imzalanır ve bunu ta'kîben 4,10 sterlin ödünç olarak tes-lîm edilir. Borcun tamâmını veya taksitlerini ödemekten imtina ve ku­sur etme gibi bir halde ise, «borcun tamâmı» ödünççü lehine matlûb hale gelir ve haftada 1 şilin üzerinden yarım peni nisbetinde faiz öde­mek mecburiyeti doğar. Hesâb ettiğime göre bu faiz % 250-260 ara­sında bir had demek oluyor. Fakat tefecilere ödenen faiz haddi ekse­riye % 400 den fazladır. Yapılan araştırmalar LiverpooPda yüz kadın tefeci tarafından borçluya yüklenen mutâd faiz haddi 1 şilin üzerinden haftada 1 peni olmak üzeredir. İstisnâen tatbik edilen haftada 2 ve hattâ 3 penilik faizi nazara almazsak, bu 1 penilik faizin mânâsı yılda % 433 haddi üzerinden faiz ödemek demek olur.»[62]

Kolayca ödünç alma hemen müzminleşir ve ödünç alan ekseriya ilk aldığı borcu ödeyebilmek için ikinci bir borç almak mecburiyetinde kalır. Bu halde alınmış olan ilk borç ikinci alınandan tenzil edilir ve ne­ticede bu ilki ödeyebilmek için ikincisi; iki misline varan bir miktarda alınacaktır. Hazırlanan raporda ümitsiz ve perişan hale düşmüş bir­çok müstakriz (ödünç alan) numuneleri verilmektedir. Bu komitenin zikrettiği bazı vak'alar hakîkaten inanılması güç hallerdir. Meselâ Mrs. K. bu sisteme göre ödünç almış ve bunu ödeyebilmek için beş yılda altı defa borç almak mecburiyetinde kalmıştır. İlk aldığı borç miktarı 6 sterlin olmasına rağmen vâdesi gelip çattığında 9 sterlin ödemek mec­buriyetinde kalmış ve her defasında bir evvelkini ödemek için ilkinden daha fazla ödünç ala ala neticede cebine 30 sterlin net ödünç para girdiği halde yukarıda izah ettiğimiz ödünç sistemi içinde neticede 110 sterlin ödemeye mecbur kalmıştır.

Burada işaret edilecek çok enteresan bir nokta vardır ki, hali vakti yerinde olanlara borç veren ile, fakirlere veren olmak üzere değişik tip tefeciler vardır. Fakîr tabakaya verilen ödünçler daha yüksek bir faiz nisbetine tâbi tutulurlar. Liverpool Komitesi, tefecilerin bu farklı tip­lerini de bulup çıkartmıştır: Birinci nevî ödünççüler zenginlere borç para te'mîn eder ve yıllık asgarî % 22 haddinde bir faiz tahsil eder. Mezkûr Komite uzun müddet araştırma ve tazyîk icra etmesi neticesi mevzuu bahis meselede bazı ma'lûmât toplayabilmiştir. Bu ödünççü-lerin ifâdelerine göre; birçok hîleci müstakrizin mevzuu bahis olduğu vak'alar vardır ve bu yüzden ciddî zararlara uğramışlardır. Onlara göre tatbik ettikleri ödünç akdi; şartlan, diğer ödünççülerinkinden daha ko­lay yerine getirilebilir ve daha yumuşak niteliktedir. İkinci nevî ödünç­ler fakîr muhitlerde çalışmakta ve mezkûr komite araştırıcılarının tedkîk ettiği her vak'ada tatbik edilmiş faiz haddi haftada 1 şilin üze­rine 1, 2, 3 peni arasında değişmektedir. (Bu had sıra ile % 433, % 866, %  1300 haddindeki faiz tatbikatına eşit bir haddir.)[63]

İngiliz Sendika komitesinin umûmî heyet başkanı tarafından 1930 senesinde aynı mevzuda yazılmış bir makaleden anladığımıza göre, bu raporun neşrini müteâklb, durumda pek fazla bir iyileşme vuku bulma­mıştır. Müellif makalesinde faizin çalışan halk tabakasını kuşatmış belâ ve kötülüklerin en fenası olduğunu ifşa ve beyân etmeketdir. Ona göre, «Bir çok fabrikalarda tefeci bulunmaktadır. Bu fabrika tefecisi bir diğer kimseye karşı hıyanet suçunu işleyen ve fabrikadaki işlere bur­nunu sokmasına müsâade edilmemesi lâzım gelen bir kimsedir. Fabri­kadaki mes'ûllerin vazife ve işi, bir derdi olan işçiyi dikkatle gözetle­mek ve bu talihsiz kimsenin ödünç almak üzere kendisine gelmesini kollaması lâzımdır. Ben öyle vak'alar bilirim ki bunda, 5 sterlin borç için şilin başına 1 peni haddinden faiz ödenmektedir. Haftadan haftaya faizin artmasına rağmen, borç tutarı da gitgide azalmakta ve fakat bu gayet yavaş bir şekilde cereyan etmektedir. Çok fakîr bir kadının ça­lıştığı Londra'daki bir fabrikada cereyan eden şu vak'a açıklanmış bu­lunmaktadır : Anlaşıldığına göre bu kadın, iki senede almış olduğu 5 sterlin ödünce mukabil 12 sterlinden fazla mukrize tediyede bulunma­ya mecbur kalmıştı. Old Street Mahkemesi hakimi Mr. Clark Hail, bu vak'ada % 180 faiz ödendiğini öğrenince tehevvür ve öfkeye kapılmış­tır. Aynı hâkim yüzde ikiyüz, hatta üçyüz haddinde faizlere mâni olma hususundaki acizliğini öğrenmiş olsaydı, daha da feverana kapılırdı.»[64]

Geçen asırdan beri İngiltere gibi ileri bir cemiyette, faize karşı giri­şilen mücâdele sonunda müşahede edilen, yukarda naklettiğimiz vak'a ile yine aynı İngiltere'de çalışan halkın 1846 yılında rehin mukabili ödünç veren tefecilere % 100 den aşağı olmamak üzere faiz ödenmesi vak'asmı mukayese etmek suretiyle aradan geçen zamana rağmen ne kadar az bir tekâmül vukûbulduğunu görebilmemiz mümkün olmak­tadır.

 

Amerika Birleşik Devletlerinde Faiz :

 

Amerika'daki durum İngiltere'dekinden daha iyi değildir. Paraya karşı kuvvetli bir hırs ve arzu hâkimdir. Epey miktarda da tefeci mev­cuttur ve ödünç peşinde koşan müstakriz eksik olmamaktadır. New-York Russell Sağe Vakfı, Acü Ödünçler Dairesi Müdürü Mr. Ham 1911 senesinde irâd etmiş olduğu bir konuşmada «30.000 den ziyâde nüfûsa sâhib bir kasaba ve şehirde her 5.000 kişiye bir tefecinin isabet ettiğini» beyân etmiştir. Bu konuşmadan sonra durum daha da kötüye yönel­miştir.          

Bugün Birleşik Amerika'da rastlanan para ikrazı işi gayet karışık bir yapıya sahiptir ve pratik olarak her şehir ve kasabada mevcûddur. Çok geniş teşkilât ve sistematik bir iş tekniğine sâhibdir; kanuna muğâ-yir olduğundan hiç değilse fiilen çalışır. Sadece «murabahacılar» diğer bir deyişle «tefeciler» değil, fakat bazı bankalar dahi aym insafsız ve zâlimce faiz nisbetlerini tatbik eder olmuşlardır. 1915 de Amerika'nın tedavüldeki para işleri müşaviri ve murakıbı Mr. J. S. Wilüams'ın be­yân ettiğine göre, Alaska müstesna, Amerika Birleşik Devletlerinin % 36 sim kaplayan 36 eyâlette mevcûd 1247 banka 2 Eylül 1915 de —ye-mîn ile te'yîd edilen bir bildiriden anlaşıldığına göre— vermiş oldukları bazı ödünçlerde kendi eyâlet ve Birleşik Devletlerin kanunlarının mü­sâade ettiği a'zamî faiz haddinden de yukarıda hadleri tatbik etmişler­dir. 25 eyâlette mevcut 1022 millî banka yeminle müeyyed diğer bir bil­diride, verdikleri bütün ödünçlerde vasatı % 10 dan aşağı olmamak üze­re hattâ bazı hallerde % İ8 e kadar faiz haddi tatbik ettiklerini beyân etmişlerdir.

Yine onun işaret ettiğine göre; yirmi adet büyük teşkilâta sâhib banka tarafından tatbik edilen faiz haddi, yıllık % 100 veya bundan da yukardaki nisbetlere varmaktadır. Bankalara karşı serdedilen bu mu­rabahacıların iddiası, Amerika Temsilciler Meclisi tarafından 1916 yı­lında tahkik edilmiş ve neticede; bu aşın faizlerin iyice yerine yerleş­miş ve kolayca tatbik edilen bir şey olduğu anlaşılmıştır.

Aşın faizli muameleler sadece müemmen iş ve ticâret konulannda tatbik edilmez, aynı zamanda rehin ve ipotek mevzûlannda da faize rastlanır. 1921 senesinde New-York şehrinin ikâmet ve bannma güç­lüklerini tesbît ile vazifeli Lockwood Komitesi tarafından bu durum meydana çıkarılmış ve tesadüfen gizlenememiş bir yığın vak'a gözler önüne serilmiştir. % 20 ilâ % 50 arasında değişen New-York eyâleti faiz­cileri kanunlara tamamen aykın faiz hadleri tatbik etmekteydiler.

Kendi ta'bîriyle «maaş satışı» (salary purchasing) işinde ise faizin mahzur ve zaran son derece tehlikeli bir şekilde kendini göstermekte­dir. Tanzim edilen bir raporda «maaş satışı» vak'ası aşağıda aynen nak­lettiğimiz şekilde tavsif ve izah edilmiştir :

«Ücret (maaş) satışı denen şey basit bir muameledir... Ödünç alacak olan kimse, bir dolandırıcı —tefecinin— yazıhanesine gider ve burada iki taraflı ve ortası zımbalı bir kâğıdı imzalar. Zımbanın bir tarafı «ücret (veya maaş) hesabı satışı talepnamesi» başlığını taşımakta ve diğer tarafı ise alelade bir satış senedi şeklindedir. Satış senedi tara­fının en alt kısmını ödünç talep eden : «Bu bir satıştır, ödünç değil­dir» şeklinde doldurmaya mecburdur. Esasen ücret almaya başlamış olanlar böyle bir ödünç almaya müemmen ve lâyık görülebilirler. Satış senedi mucibince satılan ücretin teslîmi ve aynı senedle ödünççünün ödeme günündeki iskontosu talep edilecektir. Tarih hanesi ise boş bıra­kılır. Şayet ödünç alan, iade gününde gelip hesabım temizlemeyecek olursa, tefeci o sıradaki tarihi doldurur ve borçlunun yanında çalıştığı patronuna hitaben, müstahdemin gelecek maaşının doğruca kendisine teslim edilmesini ister. Bu durumda faiz yıllık olarak hesaplanırsa % 260 m altına düşmemekte ve hattâ ekseri hallerde daha yüksek ola­bilmektedir.»

United Charities of Chicago umûm idarecisi Joel D. Hunter, maaş­ların tefeciler tarafından satın alınması işi üzerinde 1926 da yapılmış bir araştırmada şu sonuca varmaktadır: «Öyle haller vardır ki bun­larda faiz haddi takriben ayda % 40 ı bulmaktadır. Bu işlerle meşgul şirketler, hemen tamamen pençelerine almış oldukları ücretle çalışan kimselerin borçlarını ödeyememeleri neticesi, bu ücretlerini kaybetme­leri ihtimâlinden doğan korkularına dayanmaktadırlar.»

Bu iğfal ve sûistimâllere rağmen bu resmî ve' müseccel tefeciler, muhakkak ki cemiyette bir iktisadî iş ve vazife görmektedir. Bunlar sert tedbîrlerle bertaraf edilemeyen kredi taleplerine istinâd etmektedirler. Bunun bir hakikat olduğu Massachussettes ödünç Acenteleri Murakı­bının hazırladığı rapordan da anlaşılmaktadır. [65]

 

282 — Ey îmân edenler, muayyen bir va'd ile borçlan­dığınız zaman, onu yazın. Aranızda bir kâtib de doğrulukla yazsın. Yazan, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsm. Hak kendi üzerinde olan da yazdırsın. Rabbı olan Allah'tan korksun da ondan birşey eksiltmesin. Şayet borçlu şefîh (beyinsiz), küçük veya kendisi söyleyip yazdıramıyacak durumda ise velîsi dosdoğru yazdırsın. Er­keklerinizden iki de şâhid yapın. Eğer iki erkek bulamazsa şâhidlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda di­ğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir. Şâhidler çağırıldık­larında çekinmesinler. Borç, büyük veya küçük olsun onu müddeti ile beraber yazmaktan üşenmesin. Bu, Allah ya­nında adalete daha uygun, şâhidlik için daha sağlam, şüp­heye düşmemenize de daha yakındır. Ancak aranızda pe­şin alış-veriş olursa onu yazmamanızda size bir günâh yoktur. Alış-veriş yaptığınızda şâhid tutun. Yazana da şe-hâdet edene de zarar verilmesin. Şayet zarar verecek olur­sanız, o zaman kendinize dokunacak bir kötülük olur. Al­lah'tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilir.

 

Borçlanmada Yazışma Prensibi

 

Bu âyet, Kur'an-ı Kerîm'deki en uzun âyettir.

İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bize Yûnus'un... Saîd îbn Mü-seyyeb'den rivayetinde ona ulaştığına göre Arş'ta Kur'an'ın en yeni âyeti «borçlanma âyeti» dir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... İbn Abbâs'tan rivayet etti­ğine göre borç (borçlanma) âyeti nazil olduğunda Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

«İlk inkâr eden Âdem (a.s.) dir. Allah Teâlâ Âdem'i yarattığında sırtını mesnetti (sıvazladı) ve kıyamete kadar onun hoşlanmayacağı şeyleri ondan çıkardı. Sonra zürriyetini ona arzetmeye (göstermeye) başladı. Âdem (a.s.) onların arasında yüzü parlayan bir adam görerek : Ey Rabbım, bu kimdir? diye sordu. Allah Teâlâ : «O, oğlun Dâvûd'dur.» buyurdu. Âdem : Ey Rabbım, ömrü ne kadardır? diye sordu. Allah Teâlâ : «60 yıl.» buyuranca Âdem: Rabbım, ömrünü arttır, dedi. Allah Teâlâ: «Hayır, ancak senin ömründen alıp, onunkini arttırırım.» bu­yurdu. Âdem (a.s.) in ömrü 1000 sene idi. Allah Teâlâ Davud'un ömrünü 40 sene uzatarak bunu yazdı ve melekleri de buna şâhid tuttu. Âdem (a.s.) in ölüm vakti gelip çatınca ve melekler kendisine gelince : Benim ömrümden daha 40 yıl kaldı, dedi. Kendisine : Sen onu oğlun Davud'a vermiştin, denildi. Âdem: Yapmadım, deyince Allah Teâlâ yazıyı gös­terdi ve melekleri buna şâhid tuttu.»

Esved İbn Âmir'in Hammâd İbn Seleme'den rivayetinde şu faz­lalık vardır :

«Allah Teâlâ Davud'un ömrünü 100'e Âdem'in ömrünü de 1000 seneye tamamladı.» İbn Ebu Hatim de bu hadîsi Yûnus İbn Habîb kana­lıyla... Hammâd İbn Seleme'den rivayet eder.

Bu hadîs, gerçekten garîbtir. Râvîler arasında yeralan Ali İbn Zeyd' in hadîsleri münkerdir.

Allah Teâlâ'nm : «Ey îmân edenler, muayyen bir va'de ile borçlan­dığınız zaman onu yazın.» buyruğu mü'min kullarına, va'deli muame­lede bulunduklarında bunu yazmaları konusunda bir irşaddır. Bu, bor­cun miktarı, zamanı için daha sağlam ve buna şâhid olan için de daha mazbuttur. Allah Teâlâ âyet-i kerîme'nin sonunda buna işaretle : «Bu, Allah yanında adalete daha uygun, şâhidlik için daha sağlam, şüphe­ye düşmemenize de daha yakındır.» buyuruyor.

Süfyân el-Sevrî... «Ey îmân edenler, muayyen bir va'de ile borç­landığınız zaman onu yazın.» âyet-i kerîme'si hakkında İbn Abbâs'tan rivayet ediyor ki o şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme belli bir va'de ile yapılan selef (va'deli satış) hakkında nazil olmuştur.

Katâde... İbn Abbâs'tan rivayet ediyor ki o: «Ben şehâdet ederim ki belli bir va'de taşıyan selef (va'deli satış) i Allah Teâlâ helâl kılmış ve buna izin vermiştir.» deyip, sonra da : «Ey îmân edenler, muayyen bir va'de ile borçlandığınız zaman, onu yazın.» âyet-i kerîme'sini oku­muştur.

Bu hadîsi Buhâri rivayet eder.

Süfyân İbn Uyeyne tarîkıyla İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine gö­re o şöyle demiştir :

Rasûlullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde Medîne'liler bir, iki ve üç senenin meyvesinden selef (va'deli satış) yapıyorlardı. (Parayı peşin alarak bir, iki ve üç senenin mahsûlünü satıyorlardı.) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular:

«Kim selef yaparsa belli bir ölçü, belli bir ağırlık ve belli bir va'de ile selef yapsın.»

Buhârî ve Müslim bu hadîsi rivayet ederler.

Allah Teâlâ'nın: «Onu yazın.» kavli güven ve muhafaza için yaz­ma emrini içermektedir. Buna i'tirâzla Buhârî ve Müslim'de Abdullah İbn Ömer'den rivayet edilen Rasûlullah (s.a.) in: «Biz, ümmî bir üm­metiz; yazmayız ve hesap yapmayız (yazı ve hesap bilmeyiz)» sözü ser-dedilirse Rasûlullah (s.a.) m bu sözü ile Allah Teâlâ'nın yazma emri­nin arasını nasıl cem'ederiz?

Buna şöyle cevap veririz : Din, aslında yazıya muhtaç değildir; çün­kü Allah Teâlâ kitabullahı kolaylaştırmış, insanlara ezberlenmesini ko­laylaştırmıştır. Sünnetler de Rasûlullah (s.a.) dan ezberlenmiştir. Al­lah'ın yazılmasını istediği şeyler ise insanlar arasında vuku bulan cüz'î şeylerdir. İnsanlar bunların yazılmasıyla irşâd sadedinde emredilmiş­lerdir. Değilse bazılarının sandığı gibi bağlayıcı bir emir değildir.

İbn Cüreyc der ki: Kim borçlanırsa yazsın, kim alış-veriş yaparsa şâhid tutsun.

Katâde der ki: Bize anlatıldığına göre, Ebu Süleyman el-Mar'aşî Kâ'b'a arkadaşlık eden birisiydi. Bir gün arkadaşlarına şöyle sordu : Rabbına duâ ettiğinde duasına icabet edilmeyen mazlumu biliyor mu­sunuz? Bu nasıl olur? diye sorduklarında : «Bir adam ki belli bir va'de ile satış yapar, şâhid tutmaz ve yazmaz. Malının zamanı gelince sahibi bunu inkâr eder. O da Rabbına duâ eder, ama duasına icabet edilmez. Çünkü o, Rabbına isyan etmiştir.» dedi.

Ebu Saîd, Şa'bî, Rebî' İbn Enes, Hasan, İbn Cüreyc, İbn Zeyd ve başkalarının söylediğine göre bu (borcu yazma) vâcibtir. Sonra Allah Teâlâ'nm : «Şayet birbirinize güvenirseniz, güvenilen kimse... borcu­nu ödesin.» (Bakara, 283) âyeti ile neshedilmiştir.

Yazmama ve şâhid göstermemenin inkâr edilmediği ve bizden ön­cekilerin şeriatından bizim dinimizde de kabul edilen hususların bu­lunduğu hikâye edilen şu hadîs-i şerif de buna delildir :

İmâm Ahmed der ki: Bize Yûnus İbn Muhammed'in... Ebu Hürey-re'den rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

«Isrâiloğullanndan birisi, yine İsrâiloğullanndan bir adamdan ken­disine 1000 dinar borç vermesini istedi. O kişi: Bana şâhidler getir de onları şâhid tutalım, deyince istekli: Şâhid olarak Allah yeter, dedi. Öteki: Bana bir kefîl getir, deyince de : Kefîl olarak Allah yeter, dedi. Karşısındaki: Doğru söyledin, diyerek kendisine belli bir zamana kadar 1000 dînâr vçrdi. O kişi deniz yolculuğu yaparak ihtiyâcını giderdi. Son­ra aralarında konuşmuş oldukları zamanda alacaklıya gitmek üzere bir binit aradı, fakat bulamadı. Bir ağaç aldı, onu oydu, içine bin dînâr ve sahibine* yazılmış bir mektub koydu. Sonra oyduğu yeri düzeltti ve onu denize getirerek: «Allah'ım, sen biliyorsun ki ben falancadan bin dî­nâr boçç istedim. O benden kefîl istedi. Ben kefîl olarak Allah yeter, dedim. O buna razı oldu; benden şâhid istedi. Ben şâhid olarak Allah yeter, dedim. Buna da razı oldu. Onun bana verdiğini kendisine götür­mek üzere bir binit bulmaya çalıştım. Ama bir binit bulamadım. Şimdi ben onu sana emânet ediyorum.» dedi ve odunu denize attı. Odun de­nize batıp kaybolunca oradan ayrıldı ve memleketine gitmek üzere bir binit aramaya devam etti.

Ona borç veren adam malını belki kendisine getirecek bir binit gö­rürüm umuduyla çıktı ve içinde malının bulunduğu odunu gördü. Onu ailesine yakacak olmak üzere aldı. Kırınca da malını ve mektubu buldu.

Daha sonra kendisinden borç almış olan adam gelerek kendisine bin dînârı getirdi ve : Allah'a yemîn ederim ki malım sana getirmek üzere bir binit bulmaya çok çalıştım. Ancak geldiğim binitten önce baş­ka bir binit bulamadım, dedi. Alacaklı .olan : Sçn bana bir şey gönder­miş miydin? diye sordu. O : Sana söylemedim mi; gelmiş olduğum bi­nitten önce hiçbir binit bulamadım, dedi. Alacaklı kişi: Muhakkak ki Allah, senin borcunu, senin odun içinde gönderdiğinle ödedi. Bin dînâ-rinı al git, dedi.»

Bu hadîsin isnadı sahih olup, Buhâri yedi yerde muhtelif ve sahîh tanklardan cezm sîgasıyla muallak olarak bu hadîsi rivayet etmiştir.

Buhârî, bu hadîsin bazı kısımlarını Leys İbn Saîd'in kâtibi Abdul­lah İbn Salih'ten rivayet etmiştir.

Allah Teâlâ buyuruyor: «Aranızda bir kâtib -de doğrulukla (hak üzere) yazsın. Yazarken kimseye ihanet etmesin. Ne eksik ne fazla; ta- rafların ittifak ettiği şeyi yazsın. Yazan Allah'ın kendisine (bilmediği şeyleri) öğrettiği gibi (herhangi bir zaruret olmasa da insanlar kendi­sinden bir şey yazmasını istedikleri vakit) yazmaktan çekinmesin ve yazsın.» Böylece güzel yazamayan kimselere tasaddukda bulunsun ve yazsın.

Nitekim bir hadîs-i şerifte : «Bir iş yapana yardım etmen ya da câhil (ve âciz) kişiye bir iş yapıvermen sadakadandır.» buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i şerifte de : «Kim Allah'ın kendisine öğrettiği bir ilmi gizlerse kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlenir.» buyurulmuştur.

Mücâhid ve Atâ yazmanın kâtib üzerine vâcib olduğunu söylemiş­lerdir.

Allah Teâlâ buyuruyor: «Hak kendi üzerinde olan (borçlu da zim­metinde olan borcu) yazdırsın. Rabbı olan Allah'dan korksun da on­dan bir şey (gizleyip) eksiltmesin. Şayet borçlu beyinsiz sefîh, küçük (ya da deli) veya (konuşamama ya da yanlıştan doğruyu ayıramıyacak derecede câhil olması sebebiyle) kendisi söyleyip yazdıramayacak du-rumdaysa velîsi dosdoğru yazdırsın.»

Allah Teâlâ'nın : «Erkeklerinizden iki de şâhid yapın.» sözü ya­zıyla birlikte daha sağlam olması için şâhid tutmayı emretmektedir. «Eğer iki erkek bulunmazsa... bir erkek... iki kadın olabilir.» Bu durum ancak mallarda ve kendisiyle malın kastolunduğu şeylerde (akidlerde) olabilir. Kadının aklı eksik olduğundan dolayıdır ki iki kadın, bir er­kek yerine kabul edilmiştir. Nitekim Müslim Sahîh'inde şöyle demek­tedir : Bize Kuteybe... Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

«Ey kadınlar topluluğu, tasaddukta bulunun ve çokça istiğfar edin; muhakkak ki ben sizi cehennem halkının çoğunluğu olarak gördüm. Ka­dınların arasından dirayetli bir kadın : Ey Allah'ın Rasûlü biz niye ce­hennem halkının çoğu olalım? diye sordu. Rasûlullah (s.a.) : Çokça la'-net eder ve kocalarınıza küfrân-ı nimette bulunursunuz. Akıl sahipleri içinde sizden daha çok aklı ve dini eksik olanı görmedim, buyurdu.

Kadın: Ey Allah'ın Rasûlü akıl ve dinin eksikliği nedir? diye sordu­ğunda Allah Rasûlü şöyle buyurdular : Aklının noksanlığı şudur ki, iki kadının şâhidliği bir erkeğin şâhidliğine denktir. Nice geceler oturur da namaz kılmaz ve Ramazânda (hayız günlerinde) oruç tutmaz. İşte dinin eksikliği de budur.»

Allah Teâlâ : «... Şâhidlerden razı olacağınız bir erkek...» buyurur ki burada şâhidlikte adaletin şart koşulacağına delâlet vardır ve bu sı­nırlayıcı olup İmâm Şafiî Kur'an-ı Kerîm'de mutlak olarak gelen bü­tün şâhid tutma emirlerini bununla kayıtlamıştır. Durumu açıklıkla belli olmayan ve adaleti bilinmeyen kişinin şâhidliğini kabul etmiyen-ler; şahidin adaletli ve razı olunan bir kişi olması gerekliliğine delâlet eden bu âyeti delil getirmektedirler.

Allah Teâlâ buyuruyor:»... Biri (şâhidliği) unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak (ve unutan kadın da böylece hatırlamış olacak) iki kadın olabilir.»

Bazıları da şöyle demişlerdir: Bir kadının ikinci kadınla birlikte şehâdeti onun şahitliğini bir erkeğin şâhidliği gibi kılar. Fakat bu izah uzak olup mealin içinde verdiğimiz açıklama daha sıhhatlidir.

Allah Teâlâ buyuruyor: «Şâhidler (şâhidliği yüklenmek, bir ola­ya, bir akde şâhid olmak üzere) çağırıldıklarında çekinmesinler (ve ica­bet etsinler.)»

Şâhidlerin, şâhidlik etmeye çağırıldıklarında icabet etmeleri gerek­tiği anlamı Katâde ve Rebî' İbn Enes'in kavlidir. Bu, «Yazan Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın.» âyet-i kerîme'-si gibidir. Buradan anlaşılıyor ki; şâhidlik etme işi farz-ı kifâyedir. Bu görüşün Cumhûr'un mezhebi olduğu da söylenmiştir.

«Şâhidler çağırıldıklarında çekinmesinler» âyet-i kerîme'sinden maksad; «Şâhidler» kelimesi hakikat anlamında olduğu için —ki şâ­hid kelimesi şâhidliği yüklenen kişi hakkında hakikattir (mecaz değil­dir)— «Şâhidler (şâhidliklerini edâ etmeye) çağırıldıklarında çekinme­sinler.» anlamıdır. Şâhid belli olduğunda ve şâhidliği yerine getirmeye çağırıldığında icabet etmesi gerekir. Eğer şâhidlik yapacak kişi belli değilse ancak bu durumda şâhidlik bir farz-ı kifâyedir.

Mücâhid, Ebu Miclez ve birçokları şöyle diyorlar : Şâhidlik yapmak üzere çağırıldığın zaman sen muhayyersin; eğer şâhid olmuş ve çağınl-mışsan (olayı görmüş ve şâhidlik yapmak üzere çağırılmış isen) bu çağrıya uy.

Müslim'in Sahîh'inde ve Sünen'lerde Mâlik tarîki ile... Zeyd İbn Hâ-lid'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Size şâhidlerin en hayırlısını haber vereyim mi? Kendisinden so­rulmadan gelip şâhidlik yapan kişidir.»

Buhârî ve Müslim'deki diğer bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur.

(fSize şâhidlerin en kötüsünü haber vereyim mi? Bunlar, kendile­rinden şâhidlik istenmeden önce şâhidlik yapanlardır.»

Bu hadîs-i şerif : «Sonra öyle bir kavim gelecek ki şâhidliklerinden önce yemîn edecekler; yeminlerinden önce de şâhidlikde bulunacaklar­dır» kavli gibidir.

Bir rivayette de şöyle buyurulmuştur :

«Sonra öyle bir kavim gelecek ki şâhidlik yapmaları istenmediği halde şâhidlik yapacaklar. İşte bunlar yalancı şâhidlerdir.»

İbn Abbâs ve Hasan el-Basrî'den rivayete göre bu âyet-i kerime hem .şâhidliği yüklenmeyi ve hem de şâhidliği yerine getirmeyi içermekte­dir.

«Borç büyük veya küçük olsun onu müddeti ile beraber yazmak­tan üşenmeyin.» emri yapılan irşâd ve yol göstermenin mütemmimi durumundadır. Ki borç küçük ya da büyük olsun olduğu gibi yazıla­caktır. Azlığına ve çokluğuna bakılmaksızın va'desi ile birlikte yazıl­maktan kaçınılmayacaktır ki «Bu, Allah yanında adalete daha uygun, şâhidlik için daha sağlam (ki yazıya döküldüğü durumda şâhid unut-sa bile yazdığına bakarak hatırlayabilecektir.) Şüpheye düşmemenize de daha yakındır. (Tartışma halinde yazılan şeye müracaat edilecek ve şüpheye mahal kalmaksızın tartışma ortadan kaldırılacaktır.)»

Allah Teâlâ buyuruyor : «Ancak aranızda peşin alış-veriş olursa onu yazmamanızda size bir günâh yoktur.» Eğer hazır olan bir mal elden ele (mal ve para peşin) satılıyor ise bu durumda yazmanın terkinden doğacak mahzurlar olmadığı için yazmamakta bir beis yoktur.

Ancak alış-verişte şâhid bulundurma konusuna gelince Allah Teâ­lâ : «Alış-veriş  yaptığınızda şâhid tutun.»  buyurmaktadır.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a'nın... «Alış-veriş yaptığı­nızda şâhid tutun.» âyet-i kerîme'si hakkında Saîd İbn Cübeyr'den riva­yet ettiğine göre, buradan şu anlam kastedilmektedir:

Va'deli olsun olmasın hakkınıza şâhid tutunuz. Her durumda hak­kınıza (alacağınıza) şâhidler bulundurunuz.

Câbir İbn Zeyd, Mücâhid, Atâ ve Dahhâk'dan bu açıklamanın bir benzeri rivayet edilmiştir.

Şa'bî ve Hasan ise bu emrin : «Şayet birbirinize güvenirseniz, güve­nilen kimse Rabbı olan Allah'tan korksun da borcunu ödesin.» (Baka­ra, 283) âyet-i kerîme'si ile mensûh olduğunu söylemişlerdir. Bu emir Cumhûr'a göre irşâd ve mendûp olarak kabul edilir, vacib olarak değil. İmâm Ahmed'in Huzeyme İbn Sabit el-Ansârî'den rivayet ettiği şu ha­dîs-i şerif de buna delildir :

Bize Ebu'l-Yemân... İmâre İbn Huzeyme, el-Ansârî'nin amcasın­dan —ki bu kişi Rasûlullah (s.a.) in ashâbındandır.— rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.) bir Bedevi'den bir kısrak satın aldı. Ve kısrağın pa- rasını ödemek üzere Bedevinin kendisini izlemesini istedi. Rasûlullah (s.a.) hızlıca giderken Bedevi yavaş gidiyordu. Bedevi'nin önüne bazı­ları çıkarak onunla kısrağını satın almak üzere pazarlık yapmaya baş­ladılar. Rasûlullah (s.a.) in onu satın aldığını bilmiyorlardı. Nihayet pazarlıkta Rasûlullah (s.a.) in satın almış olduğu fiyattan fazla fiyat biçenler olunca Bedevi Rasûlullah (s.a.) a seslenerek : Bu kısrağı satın alıyorsan al, değilse onu satıyorum, dedi. Bedevi'nin bu çağırmasını duyunca Rasûlullah (s.a.) dikilip : «Ben onu senden satın almadım mı?» buyurdu. Bedevi: Hayır, Allah'a yemin ederim ki sana satmadım, dedi. Rasûlullah (s.a.) ise : «Bilakis ben onu senden satın aldım» bu­yurdu. Rasûlullah (s.a.) ve Bedevi bu şekilde münâkaşa ederlerken yanlarına insanlar birikmeye başladı. Bedevi: Benim sana sattığıma dâir şâhidlik edecek bir şâhid getir bakalım, demeye başladı. Müslü­manlardan oraya gelen birisi Bedevi'ye : Yazıklar olsun sana, Rasûlul­lah (s.a.) haktan başka bir şey söyleyecek değildir, diye çıkıştı ve niha­yet oraya gelerek Rasûlullah (s.a.) ile Haydi bakalım bunu sana sattı­ğıma şâhidlik edecek bir şâhid getir, diyen Bedevinin münâkaşasını işiten Huzeyme : Ben şâhidlik ederim ki sen ona sattın, dedi. Rasûlul­lah (s.a.) Huzeyme'ye dönerek : «Neye şâhidlik ediyorsun?» buyurdu­lar. Huzeyme : Seni doğrulamaya ey Allah'ın Rasûlü, dedi ve Rasûlul­lah (s.a.) Huzeyme'nin şâhidliğini iki erkeğin şâhidliği yerinde tuttu.

Ebu Dâvûd ve Neseî de bu hadîsin bir benzerini Zührî'den rivayet etmişlerdir. Ancak Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh ve Hâkim'in Müsted-rek'inde rivayet ettikleri şu hadîs-i şerife istinaden ihtiyatlı olmak ge­reklidir.

Muâz İbn Muâz el-Anberî... Ebu Musa'dan rivayet ediyor ki Rasû­lullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

«Üç kişi vardır ki Allah'a duâ eder de dualarına icabet buyurul-maz : Kötü huylu olan karışım boşamayan adam, yetimin malını yetim bulûğa ermeden veren adam, birisine borç verdiği zaman şâhid tut­mayan adam.»

Sonra Hâkim şöyle demektedir : Bu hadîsin isnadı Buhârî ve Müs­lim'in şartlarına göre sahihtir. Ancak Şu'be'nin arkadaşları bu hadîsi Ebu Musa'dan mevkuf olarak rivayet ettikleri için tahrîç etmemişler­dir. Ancak Şu'be'nin aynı isnâd ile rivayet ettiği «Üç kişi vardır ki ecir­lerini iki kere (iki misli) alacaklardır.» hadîsinin müsned hadîs oldu­ğunda icmâ' etmişlerdir.

«Yazana da şehâdet edene de zarar verilmesin.» âyetinin anlamı: «Ne kâtib ne de şâhid zarar vermesin; kâtib kendisine yazdırılmak iste­nenin tersini yazmak, şâhid de işittiğinin tersine şehâdette bulunmak, ya da bütünüyle gizlemek suretiyle ihanette bulunmasın, zarar ver­mesin.» şeklindedir, denilmiş olup bu görüş; Hasan, Katâde ve başka­larına aittir. Bu âyetin : «Yazana da şehâdet edene de zarar verilmesin.» anla­mında olduğu da söylenmiştir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Üseyd İbn Âsım'ın... «Yazana da, şe­hâdet edene de zarar verilmesin.» âyeti hakkında İbn Abbâs'dan riva­yetine göre o, şöyle demiştir :

«Kişi gelir ve onları (kâtib ve şâhid) yazmaya ve şahitliğe çağırır. Onlar: «Bizim işimiz var.» dediklerinde, onları çağıran kişi: «Siz bu çağrıya icabet etmekle emrolundunuz.» der. Halbuki o ikisine zarar vermeye hakkı yoktur.»

İbn Ebu Hatim sonra şöyle demektedir: Bu görüşün bir benzeri İkrime, Mücâhid, Tâvûs, Saîd İbn Cübeyr, Dahhâk, Atiyye, Mukâtil İbn Hayyân, Rebî' İbn Enes ve Süddî'den de rivayet edilmiştir.

«Şayet zarar verecek olursanız, o zaman kendinize dokunacak bir kötülük olur.» Şayet emredildiğiniz şeyin zıddmı yapar, ya da size ya­saklanan bir şeyi işlerseniz bu kötülük, günahkârlık olur. Günahkâr­lık size bulaşır da ondan meyledemez ve ayrılamazsınız. «Allah'tan kor­kun.» Allah'ı gözetin, emrine uyun ve yasakladıklarını terkedin.

Allah Teâlâ'nın : «Allah size öğretiyor.» kavli «Ey îmân edenler, Allah'tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek güç verir.» (En-fâl, 29), «Ey îmân edenler, Allah'tan korkun ve peygamberine inanın ki, size rahmetini iki kat versin. Ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin...» (Hadîd, 28) âyetleri gibidir.

«Allah her şeyi bilir.» İşlerin hakikatlerini, faydalı olanlarını ve neticelerini bilir. Eşyadan hiçbir şey O'na gizli değildir, bilakis O'nun ilmi bütün varlıkları ihata etmiş (kuşatmış) tır. [66]

 

283 — Eğer seferde olur da yazacak kimse bulamazsa­nız alınan rehinler yeter. Şayet birbirinize güvenirseniz güvenilen kimse Rabbı olan Allah'tan korksun da borcunu ödesin. Bir de şehâdeti gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı bilir.

Allah Teâlâ buyuruyor: «Eğer seferde olur (ve belli bir va'de ile borçlanır) da yazacak kimse bulamazsanız (İbn Abbas'a göre kâtip bulur da kâğıt ya da divit, ya da kalem bulamazsanız) alınan rehinler yeter.  (Hak sahibince alınmış rehinler yazmanın bedeli olsun.)»

Rehin ancak kabz (alma) ile lâzım olacağına «Alınan rehinler ye­ter.» âyet-i kerîme'si delil olarak getirilmiştir. N.tîkim Şâfil ve Cum-hûr'un mezhebi budur. Diğerleri ise bu âyet-i kerime'yi delil getirerek rehinin mutlaka rehin alan kişi tarafından kabzedilmiş olması gerek­liliğini ileri sürerler. Bu, İmâm Ahmed'den rivayet edildiği gibi bir grup da buna zâhib olmuştur.

Seleften diğer bazıları da bu âyeti delil getirerek rehinin sadece seferde (yolculukta) meşru' olduğunu söylerler. Bu görüş Mücâhid ve başkaları tarafından ileri sürülmüştür. Buhârî ve Müslim'de Enes'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) vefat buyurduklarında zırhı Rasûlullah (s.a.) in, ailesi için yiyecek olarak aldığı 30 vesak arpa kar­şılığında bir yahûdinin yanında rehin idi. Bir rivayette bu kişinin Me­dine yahûdîlerinden olduğu söylenirken Şafiî'nin rivayetine göre Ebu Şahm adındaki bir yahûdînin yanında rehinde idi. Bu konular Kitib'ül -Ahkâm el-Kebîr'de anlatılmıştır. Hamd ve minnet Allah'a mahsûstur ve ancak O'ndan yardım istenilir.

İbn Ebu Hatim sağlam bir isnâd ile Ebu Saîd el-Hudrî'nin : Bu âyet kendinden önceki âyeti neshetmiştir, dediğini rivayet etmiştir.

Şa'bî de şöyle demiştir: Şayet birbirinize güvenirseniz yazmama­nızda ya da şâhid tutmamanızda bir beis yoktur.

Allah Teâlâ : «Güvenilen kimse Rabbı olan Allah'tan korksun.» buyurmaktadır. İmâm Ahmed ve Sünen sahiplerinin Katâde'den... onun da Semure'den rivayet ettiklerine göre Rasûlullah (s.a.) : «ödeyinceye kadar aldığı şey elin üzerindedir,» buyurmuşlardır.

Allah Teâlâ buyuruyor: «Bir de şehâdeti gizlemeyin.» Onu gizle­meyin, haddi aşmayın ve şâhidliği arkanıza atıvermeyin (hafife alma­yın).

İbn Abbâs ve başkalan : «Yalan şâhidlik büyük günâhların en bü-yüklerindendir. Gizlenmesi de böyledir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Onu gizleyenin kalbi günahkârdır.» buyurmuştur. Nitekim başka âyet-i kerîme'lerde Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Allah'ın şâhidliğini giz­lemeyeceğiz. Yoksa elbette günahkârlardan oluruz.» (Mâide, 106), «Ey îmân edenler, kendiniz, ana-babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa Allah için şâhid olarak adaleti gözetin. İster zengin, ister fakîr ol­sun, onları Allah'ın koruması daha uygundur. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer doğru söylemekte dilinizi bükerseniz veya şâhidlikten yüz çevirirseniz Allah, yaptıklarınızdan haberdârdır.» (Nisa, 135). Bu­rada da: «Bir de şehâdeti gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkâr­dır. Allah yaptıklarınızı bilir.» buyurmuştur.

284 — Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır, îçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onun­la hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azâb-landırır. Ve Allah herşeye Kâdir'dir. [67]

 

Göklerin ve Yerin Hâkimi Allah'tır

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'de göklerin, yerin, göklerde ve yerde olanların, ikisinin arasında olan şeylerin hükümranlığının kendisine âit ve bunlarda olanların kendisinin bilgisi dâhilinde olduğunu, ne ka­dar ince ve gizli olursa olsun açık, gizli kapaklı hiçbir şeyin ona gizli kalmayacağını, yaptıklarından ve kalplerinde gizlediklerinden dolayı kullarını hesaba çekeceğini haber vermektedir. Nitekim başka âyet-i kerîme'lerde de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «De ki: İçinizde ola­nı gizleseniz de açıklasanız da Allah bilir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini O, bilir. Allah, herşeye Kâdir'dir.» (Âl-i İmrân, 29), «Şüphesiz ki O, gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.»  (Tâhâ, 7)

Bu konudaki âyetler gerçekten çoktur. Bu âyet-i kerîme'de ise Al­lah Teâlâ gizli ve açık her şeyi bildiğine ilâveten bunlardan dolayı kul­larını hesaba çekeceğini de haber vermiştir. Bunun içindir ki bu âyet-i kerîme nazil olunca ashaba çok zor ve ağır geldi. Yapılan iş büyük ol­sun, küçük olsun, Allah'ın kendilerini bunlardan hesaba çekmesinden (çekeceğinden) korktular. Bu korkulan onların îmânlarının ve yakîn-lerinin kuvvetinden ileri geliyordu.

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'm... Ebu Hüreyre'den rivayet et­tiğine göre o, şöyle demiştir : Rasûlullah (s.a.) a: «Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. îçinizdek'ini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azâblandmr. Ve Allah her şeye Kâdir'dir.» âyeti nazil olunca bu Rasû­lullah (s.a.) m ashabına ağır geldi. Rasûlullah (s.a.) in yanına gelerek diz çöktüler ve : Ey Allah'ın Rasûlü, biz (daha önce) gücümüzün yete­ceği namaz, oruç, cihâd ve sadaka gibi ameller ije mükellef tutulduk. (Şimdi ise) sana bu âyet nazil oldu ve bizim buna gücümüz yetmez, de­diler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: «Sizden önceki ehl-i kitâb'ın (Ya-hûdî ve Hıristiyanların) dediği gibi «İşittik ve isyan ettik.» demek mi istiyorsunuz. Bilakis siz: «İşittik ve itaat ettik. Affını dileriz ey Rabbı-mız, dönüş ve varış Sanadır.» deyiniz. «Kavim böyle söyleyip dilleri alı­şınca Allah Teâlâ bu âyetin peşinden : «Peygamber de, îmân eaenler de ona indirilene inandı. Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitâblarına, pey­gamberlerine îmân etti. O'nun peygamberlerinden hiçbirinin arasını tef­rik etmeyiz. İşittik ve itaat ettik, affını dileriz ey Rabbımız, dönüş Sa­nadır, dediler.» âyetini indirdi. Böyle yaptıklarında Allah Teâlâ bu âyeti neshetti ve : «Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez. Kazandığı lehine yüklendiği aleyhinedir...» âyetini indirdi.

Bu hadîsi yalnız Müslim, Yezîd İbn Zürey' tarîkıyla Ebu Hüreyre'-den rivayet etmiş olup, Müslim'in rivayet ettiği hadîsin lafzı şöyledir:

Onlar (sahabe) böyle yapınca (Rasûlullah'ın telkîn ettiği cümleyi söyleyince) Allah bunu (Bakara, 284. âyeti) neshederek «Allah kimse­ye gücünün yeteceğinden

 

Eksik

 

«Pekiyi» buyurdu. «Ey Rabbımız, bize gücümüzün yetmeyece­ğini yükleme.» Allah Teâlâ : «Pekiyi» buyurdu. «Affet bizi. Bağışla bi­zi. Acı bize, Sen Mevlâmızsın; kâfirler güruhuna karşı yardım et bize.» Allah Teâlâ : «Pekiyi» buyurdu.» âyetini indirdi.    '

İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'in... İbn Abbâs'tan rivayet ettiği­ne göre o şöyle demiştir: «İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Al­lah sizi onunla hesaba çeker.» âyeti nazil olunca, kalblerine; başka hiç birşeyden gelmeyen şeyler geldi.

Rasûlullah (s.a.) : «İşittik, itaat ettik ve teslim olduk.» deyiniz buyurdu ve Allah Teâlâ onların kalblerine îmânı doldurdu : «Peygam­ber de îmân edenler de O'na indirilene inandı. Hepsi de Allah'a, me­leklerine, kitâblarına, peygamberlerine îmân etti. O'nun peygamberle­rinden hiçbirinin arasını tefrik etmeyiz. İşittik ve itaat ettik, affını di­leriz. Ey Rabbımız dönüş Sanadır, dediler... Sen Mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı yardım et bize.» âyetini indirdi.

Bu hadîsi Ebu Bekr İbn Şeybe tarîkıyla rivayet eden Müslim'de şu fazlalık vardır:

Kul: «Ey Rabbımız, unuttuk veya yanıldıysak sorumlu tutma bi­zi.» dediğinde Allah Teâlâ : «Öyle yaptım.» buyurdu. «Ey Rabbımız, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme.» dediğinde Allah Teâlâ : «Öyle yaptım.» buyurdu. «Ey Rabbımız, bize gücümüzün yetmiyeceğini yükleme.» dediğinde Allah Teâlâ :«Öyle yaptım.» buyur­du. «Affet bizi. Bağışla bizi. Sen Mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı yârdım et bize.» dediğinde Allah Teâlâ : «Öyle yaptım.» buyurdu.

Bu hadîsin yine İmâm Ahmed tarafından ve İbn Abbâs'dan riva­yet edilen bir diğer tarîki şöyledir :

Mücâhid'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir : îbn Abbâs'ınyanma girdim ve : Ey Ebu Abbâs, Abdullah İbn Ömer'in yanındaydım. Şu âyeti okudu ve ağladı, dedim. İbn Abbâs : Hangi âyeti? diye sordu. Ben: «İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla he­saba çeker.» âyetini, dedim. İbn Abbâs şöyle dedi:

Bu âyet indirildiğinde Rasûlullah (s.a.) in ashabım çok üzdü ve : Ey Allah'ın Rasûlü helak olduk (mahvolduk). Konuştuğumuz ve yap­tığımız şeylerden dolayı hesaba çekilsek haydi ne ise; ama kalplerimiz bizim elimizde değil ki, dediler. Rasûlullah (s.a.) da onlara : «İşittik ve itaat ettik, deyiniz.» buyurdu. Onlar da : «İşittik ve itaat ettik.» dedi­ler. Bu âyet-i kerîme'yi «Peygamber de îmân edenler de ona indirilene inandı... Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez. Ka­zandığı lehine yüklendiği aleyhinedir...» âyet-i kerîme'leri neshetti. On­ların kalblerinden geçenler affolundu ve ancak işlediklerinden sorumlu oldular.

İbn Cerîr der ki: Bana Yûnus'un... Saîd İbn Mercâne'den rivaye­tine göre o (bir gün) Abdullah İbn Ömer ile birlikte otururken Abdul­lah İbn Ömer : «Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. İçiniz­dekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker. Son­ra dilediğini bağışlar.» âyetini okumuş ve «Allah'a yemîn olsun ki şa­yet Allah Teâlâ bizi bununla muaheze ederse muhakkak helak oluruz.» deyip o kadar ağlamış ki hıçkırıkları işitilmiş. İbn Mercâne şöyle anla­tır : Kalkıp İbn Abbâs'a vardım ve ona îbn Ömer'in söylediklerini, âyeti okuduğunda ne yaptığını anlattım. Abdullah İbn Abbâs : Allah Ebu Abdurrahmân'ı bağışlasın. Yemîn ederim ki müslümanlar bu âyet in­diğinde Abdullah İbn Ömer'in hissettiklerini hissettiler de Allah Teâlâ bu âyetten sonra sûrenin sonuna kadar olmak üzere «Allah kimseye gü­cünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.» âyetini indirdi, deyip şöyle devam etti: «Şu vesvese, müslümanlarm güç yetireceklerinden değildi. Sonunda iş Allah'ın verdiği hükme vardı ki, söz ve fiillerden kazandık­ları lehine, aleyhine kazandıkları da aleyhinedir.»

İbn Cerîr der ki: Bana Müsennâ'nın... Sâlim'den rivayetine göre babası «İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla he­saba çeker.» âyetini okumuş ve gözleri yaşarmış. Onun bu yaptığı İbn Abbâs'a ulaştığında şöyle demiş : Allah Ebu Abdurrahmân'a merhamet eylesin. O aynen Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabının (bu) âyet nazil ol­duğunda yaptıklarım yapmış. Onu kendisinden sonraki: «Allah kim­seye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.» âyeti neshetmiştir.

Bütün bu hadîslerin İbn Abbâs'a varan kanallardan rivayetleri sa­hihtir. İbn Abbâs'tan sabit olduğu gibi İbn Ömer'den de sabit olmuş­tur. Buhârî der ki: Bize İshâk'm... Hz. Peygamber (s.a.) m ashabın­dan birisinden —öyle sanıyorum İbn Ömer'dir— rivayetine göre O, «riçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de...» âyetini kendisinden son-

raki âyetin neshettiğini söylemiştir. Aynı şekilde Ali, İbn Mes'ûd, Kâ'b el-Ahbâr, Şa'bî, Nehaî, Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî, İkrime, Saîd İbn Cübeyr ve Katâde'den de bu âyetin kendinden sonraki âyetle men-sûh olduğu rivayet edilmiştir.

Kütüb-ü Sitte'de bir cemâatin Katâde tarîki ile Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

«Konuşmadıkları ya da işlemedikleri sürece Allah Teâlâ ümmeti­min kalbinden geçen şeyleri bağışlamıştır.»

Buhâil ve Müslim'de Süfyân İbn Uyeyne tarîki ile... Ebu Hürey­re'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Allah Teâlâ buyurdu ki: «Kulum bir kötülük yapmaya niyetlen­diğinde bunu onun aleyhine yazmayınız. Eğer onu işlerse bir kötülük olarak yazınız. Bir iyilik yapmaya niyet eder de işlemez ise onu bir iyi­lik olarak; eğer işlerse on iyilik olarak yazınız.» Hadîsin İsmâîl İbn Ca'-fer tarîki ile sadece Müslim tarafından rivayetinin lafzı ise şöyledir :

«Allah Teâlâ buyurdu ki: «Kulum bir iyilik yapmaya niyet eder de yapmazsa bunu, ona bir iyilik olarak; eğer yaparsa bunu onun için on iyilikden yediyüz katına kadar olmak üzere yazarım. Bir kötülük yapmaya niyet eder de işlemez ise bunu, onun için yazmam, eğer iş­lerse tek bir kötülük olarak yazarım.»

Abdürrezzâk diyor ki: Bize Ma'mer'in... Ebu Hüreyre'den, onun da Rasûlullah (s.a.) dan rivayetine göre o, şöyle buyurmuştur:

«Allah Teâlâ buyurdu ki: «Kulum bir iyilik yapmayı gönlünden geçirdiğinde, işlemediği sürece onu bir iyilik olarak yazarım. Bir kötü­lük yapmayı gönlünden geçirdiğinde onu işlemediği sürece bağışlarım. Eğer işlerse onu bir misliyle yazarım.»

Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdular:

Melekler: «Ey Rabbım, Senin kulun bir kötülük işlemek istiyor.» derler. Allah Teâlâ bunu en iyi gören olduğu halde : «Onu gözetin; eğer işlerse bunu onun hakkında misli ile yazın. Ama terkederse bunu onun için bir iyilik olarak yazın. Çünkü bunu ancak Benim için terketmiş-tir.» buyurur.

Rasûlullah (s.a.) buyurdular ki: «Kişinin İslâm'ı güzel olduğun­da, işlemiş olduğu her bir iyilik, onun için on mislinden yediyüz katmakadar yazılır. Bir kötülüğü ise misli ile yazılır. Allah'a kavuşuncaya kadar bu böylece devam eder.»

Süheyl'in babasından, onun da Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) in ashabından bir kısmı gele­rek ona şöyle sordular: «Biz içimizde bizden birinin söyliyemiyeceği (söylemenin kendisine zor geleceği) şeyler buluyoruz.» Rasûlullah (s.a.): «Onu gerçekten buldunuz mu? (Hissettiniz mi?)» diye sordular. Onlar, evet deyince şöyle buyurdular: «Bu, apaçık (sarih) îmândır.»

Yine Müslim Muğîre tarîkıyla Abdullah'dan rivayet ediyor ki o şöyle demiştir : Rasûlullah (s.a.) a vesveseyi sordular. O da : «Bu apa­çık îmândır.» buyurdular.

Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'dan rivayetle «İçinizdekini açıkla-sanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker.» âyet-i kerîme'-sinin neshedilmediğini söyler. Allah Teâlâ kıyamet günü yaratıkları topladığında : «İçinizde gizleyip de meleklerimin muttali' olmadığı şey­leri size haber vereyim.» buyuracak. Mü'minlerinkini haber verecek ve içlerinden geçirdiklerini bağışlayacak. «Allah sizi onunla hesaba çeker.» âyetinin anlamı işte budur. Şek ve şüphe sahiplerine gelince; onların da içlerinde gizledikleri yalanlamayı onlara haber verecek. «Sonra di­lediğini bağışlar, dilediğini azâblandırır.» Ve «Fakat kalblerinizin ka­zandığı dolayısıyla sizi hesaba çeker.» âyetlerinin anlamı işte budur.

Avfî ve Dahhâk da buna yakın bir ibare ile rivayet etmişlerdir.

Mücâhid ve Dahhâk'dan bunun bir benzerini İbn Cerîr rivayet et­miştir.

Hasan el-Basrî'den rivayet edildiğine göre o, bu âyetin muhkem olup, neshedilmediğini söylemiştir. Bu görüşü tercih eden îbn Cerîr'e göre hesaba çekilme, mutlaka azâb edilmeyi gerektirmez. Çünkü Allah Teâlâ hesaba çekip, bağışlayabilir, hesaba çekip, azâblandırabilir. İbn Cerîr'in bu görüşüne delil, bu âyeti zikrederken getirmiş olduğu şu ha-dîs-i şeriftir:

Bize İbn Beşşâr... Safvân İbn Muhriz'tien rivayet etti ki o şöyle demiştir: Biz Abdullah İbn Ömer ile birlikte Kâ'be'yi tavaf ederken bir adam onun karşısına gelerek : Ey İbn Ömer, içten geçen düşünceler konusunda Rasûlullah (s.a.) dan ne işittin? diye sordu. İbn Ömer şöyle cevap verdi: Rasûlullah (s.a.) in: «Mü'min Azîz ve Celîl olan Rabbı-na yaklaşır. O da kuluna merhamet buyurarak günâhlarını sayar ve şöyle buyurur: «Bunları biliyor musun?» Kul:- «Rabbım, biliyorum.» der. Bu iki kere olur ve nihayet Allah'ın ulaşmasını dilediğine varılınca şöyle buyurur : «Bunları dünyada iken senin için gizledim. İşte bu gün de yine senin için bağışlıyorum.» Ve Allah o kulun iyiliklerinin yazılıolduğu sayfayı, ya da kitabı sağından verir. Kâfir ve münafıklara ge­lince; herkesin gözü önünde çağırılırlar ve : «İşte Rablarına karşı ya­lan söyleyenler, bunlardır. Dikkat ediniz; Allah'ın la'neti zâlimleredir» denilir.»

Bu hadîs-i şerîf Buhârî ve Müslim ile başka kitaplarda müteaddit tarîklarla Katâde'den rivayetle tahrîç olunmuştur.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ali İbn Zeyd'den, onun da babasından rivayet ettiğine göre o, şöyle demiştir: Hz. Âişe'ye «İçiniz-dekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker.» âyetini sordum. Şöyle dedi: «Bunu Rasûlullah (s.a.) a sorduğumdan bu tarafa bana hiç kimse sormamıştı. Bu, Allah'ın kulu ile sözleşmesi-dir. Ona bir humma, bir felâket, bir meşakkat isabet eder, malının pek az bir bölümünü gömleğinin yenine koyar, (onu da- kaybetmiş sanıp) araştırır ve ona yanar. Sonra onun böğrü ile koltuğunun altında bu­lur. En sonunda tıpkı kızıl altının ateşten arınıp çıkması gibi mü'min de günâhlarıdan arınıp çıkar.»

Tirmizî ve İbn Cerîr, Hammâd İbn Seleme tarîki ile böyle rivayet ederler. Ancak Tirmizî: Bu hadîs garîbtir, sadece Hammâd İbn Seleme tarîkıyla bilmekteyiz, demektedir. Ben de derim ki; Hammâd İbn Sele-me'nin şeyhi Ali İbn Zeyd İbn Ced'ân zayıf bir râvîdir ve rivayetlerin­de garîblikler vardır. O bu hadîsi babasının hanımı (üvey annesi) Ümeyye Bint Abdullah'dan o da Âişe'den rivayet etmektedir. Ve onun kitaplarda Hz. Âişe'den başkaca bir rivayeti de yoktur. [68]

İyi bil, Allah seni muvaffak kılsın. İnsanların akıllan; renkleri ve şekilleri gibi farklı farklıdır. Beyaz insanların beyazlıkta birleştiklerini, ancak hiçbirinin beyazlığının diğerinin beyazlığına benzemediğini gö­rürsünüz. Bütün insanların iki gözü, bir burnu, kaşları ve ağzı vardır. Ama basit biçimde birbirine benzeyen hiçbir insan yoktur. Gerçekte hepsi birbirinden ayrıdır. İnsanların hepsi akıl sahibi bulunmakla be­raber, aklî yetenekleri ve isti'dâtları bakımından birbirinden ayrılırlar. O kadar değişik akıllar vardır ki, bilginlerin elinde her birini tasnife tâbi tutacak bir âlet yoktur. Ailah bölgeleri de muhtelif yaratmıştır. Her toprak, ancak kendi kâbiliyyeti nisbetinde bitki yetiştirir. Bazı bitki ancak suyun altında yetişir. Şeker kamışı ve pirinç, nilüfer ve benzerleri gibi. Bazı bitki kayanın yüzünde yeşerir... Allah her'bölgeye değişik bitkiler yetiştirme kâbiliyyeti vermiştir. Sözgelimi Fransa'da830, Avusturya'da 601, Mısır'da 430 tür bitki yetişmektedir.  (...)

Allah Teâlâ hikmeti gereği, her şeyi ihtiyâç nisbetinde vermiştir. Hava azdır. Su ondan da az, bitki ondan da az, maden ve metaller ise yiyeceklerden daha azdır. Değerli cevherler diğerlerinden daha azdır. Müthiş bir kuvvete sahip olan radyum tabiatta çok az bulunur. Buna göre diyoruz ki; Allah Teâlâ insan türünü, fıtrattan uyarınca bedenî işlere tahsis etmiştir ve bunların sayılan çoğunluktadır. Bunlar da ken­di aralarında bölümlere ayrılırlar. Kim daha çok düşünebiliyorsa sa­yısı daha azdır. Nitekim maharet isteyen teknik bilgiler de böyledir. Ma­denler içerisinde radyum ne kadar az ise; bilginler, filozoflar, peygam­berler de insanlar arasında o kadar azdır. Allah Teâlâ her şeyin bir ölçüsü olmasını istemiş: Akılların da birbirinden farklı olmasını murâd etmiştir. (...)

Müslümanlar için gereken bilgi, iki kısımdır. Bir kısmı farz-ı ayn, diğeri de farz-ı kifâyedir. Farz-ı kifâye; bütün İslâm ümmetine farz olan ve hepsi terkettiği takdirde cezayı gerektiren, bilgi türüdür. Buna karşılık ümmetin içerisinde bazı kişiler bu bilgileri elde ederse diğer­lerinden sorumluluk kalkar. Farz-ı ayn ise namaz, oruç, hacc gibi kişi­lere teker teker farz olan ibâdetlerdir. Matematik, geometri, astrono­mi, tabiat ilimleri, metalürji, botanik, jeoloji, insan ilimleri, ışık, man­yetik alan, ısı, elektrik gibi riyâzî bilgiler ile kitâb, sünnet, icmâ' ve kı­yas gibi usûl adı verilen dînî ilimler ve fürû' adı verilen ahlâkî şer'î ilim­ler, tasavvuf ve fıkıh gibi ilimler farz-ı kifâyedir. Lügat, sarf, nahiv, be­yân, bedî', maânî, hat, imlâ, inşâ, kıraat ve harflerin mahreci, Kur'an tefsiri, hadîs gibi ilimler ise başlangıç ilimleri olarak kabul edilir. Şu halde dînî ilimlerin usûl, fürû', başlangıç ve tamamlayıcı olmak üzere tasnifi mümkündür. Dikkat edin; sarf, nahiv gibi başlangıç bilimleriy­le uğraşıp ta dînî fazîletleri ve İslâmî mükemmellikleri elde etmemiş olan kimseler; balta, kazma" gibi âletlere sahip olup da onlan olduğu yerde bırakıp, toprağı işlememiş olan kimselere benzerler. Saban ve bu­harlı makinalar, su motorları tarımın yapılabilmesi için gerekli olan âletlerdir. Ama bunlar tanm ürünü elde etmek için kâfî değildir. Bu âletler gibi gramer, sarf, nahiv, belagat ilimleri de ancak dînî ilim­lerin başlangıcıdır. Dînî ilimler değildir. İyi bil ki; Allah Azze ve Celle, insanlara sıcak, soğuk, yırtıcı hayvan, hırsız ve benzeri düşmanlar mu­sallat etmiştir. Böylece insanlar yün örmek, çadır dokumak zorunda kalmışlardır (...). İnsanlık ilerledikçe, medeniyet geliştikçe, insanın ihtiyâçlan da artmıştır. Eskiden tabiî bir hayat yaşadığı için gıda olarak meyve ve ağaç yapraklan, giyim olarak hayvan derileri, konut olarak mağaralar ona yetiyordu. Onun tabiatında saklı bulunan duygular, ak­lının yardımıyla bu hayatın düzen, okul, bilgi olmadan elde edilebile­ceğini öğretmişti. Dünyada yaşamak için, bundan daha fazla bir şeye gerek duymuyordu. İnsanlar kentlere yerleşince durumları değişti, bir takım sorumluluklar ve görevler üstlendiler. Yapma ve yontma işleri gelişti. Özellikle günümüzde yüzlerce, binlerce ihtiyâç alanları doğdu. Görmüyor musunuz eskiden deveyle, merkeble, katırla veya gemiyle yapılan yolculukların yerini bu gün buharlı araçlar, koca bir kent gibi akıp giden büyük transatlantikler, demir yollan, denizaltılar ve uçak­lar aldı. Bütün bunlar telgraf hatlarını gerektirdi. Manyetik ve elektro­niğin doğmasını sağladı.

Eskiden annenin çocuğunu yetiştirmek için sütle beslemesi yeter­liyken, bu gün medeniyet yeni problemler doğurdu. Şehirlerde hava kirliliği başladı, insanlar topluca yaşamak zorunda kaldılar. Ahlâk bo­zuldu .eğitim ve öğretim doğdu. İlim, san'at ve ma'rifet gereği duyul­du. Ve herkes kendi gücü nisbetinde özel işler yapmak zorunluluğunu hissetti. Hail ve akd ehli olan kişilerin İslâm ümmetini, kendi halleriy­le başbaşa bırakmaya haklan yoktur. Onlann, milletin ihtiyâcını kar­şılayacak şekilde, muhtelif bilimlerde ve san'atlarda mahir kişiler ye­tiştirmeleri gerekir. Sözgelimi bizim ülkemiz Mısır, zavallı ve geri bir ülkedir. Avrupa'da yeni gelişen teknikleri bilmemekte, bu yüzden de fakîr ve geri kalmaktadır. Hukuk, İslâm Fıkhı ve avukatlık alanında eleman pek çoktur. Diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi Mısır'da da halk kendi haline terkedilmiştir. Hukuk fakülteleri ve dînî enstitüler pek çoktur. Bunlar diğer ilim dallannın aksine, halkın ihtiyâcının çok üstünde eleman yetiştirmektedirler. Şer'î ve aklî bilgilere sahip her bil­ginin günlük hayatını tamamlamak, kişiliğini korumak ve bedenini güçlendirmek için ticâret, marangozluk, demircilik, elektronik gibi bazı san'atlan öğrenmesi gerekir. Atış, güreş ve benzeri sporlar önemli işler olmalıdır.              

Pekiyi, fıkıh ilmi bütün müslümanlara farz değil mi? Elektronik ve gramer, tren makinistliği ve gemi kaptanlığı gibi onu da niçin farz-ı kifâye olan ilimlerden sayıyorsun? diyebilirsiniz. Ben derim ki; biz, bil­ginlerin farz-ı ayn konusundaki ihtilâflarım bırakalım. Çünkü onlar bir noktada ittifak edememişlerdir. Tevhîd bilginleri diyorlar ki, farz-ı ayn olan bilgi bizim ilmimizdir. Fıkıh bilginleri kendi ilimlerinin, tef-sîrciler kendi ilimlerinin, hadîsçiler kendi ilimlerinin, tasavvufçular kendi ilimlerinin farz-ı ayn olduğunu söylüyorlar. Ebu Tâlib el-Mekkî de İslâm'ın temel esâslannı öğreten ilmin, farz-ı ayn olduğunu bildirmek­tedir. Gerçeği söylemek gerekirse her ferdin hem kendini, hem de aklını ve dinini muhafaza etmesi gerekir. İnsanın kendisini koruması, tabiat yoluyla gerçekleşmektedir. Zîrâ elbise giymeyecek olursa sıcaktan veya soğuktan rahatsız olacaktır. Ev yapmayacak olursa felâketlere ma'rûz kalacaktır. Kaldı ki biz, kendini korumayan kişiyi kendisini koruması için zorlanz. Kendini öldürmek isteyen veya aşın sarhoş olan kimseyi, kendi nefsini koruması için teşvik ederiz. Kişinin mükellef olduğu ko­nular, yapması ve yapmaması gereken şeylerdir. İnançlar Allah'a ve Rasûlüne îmân ile İslâm kaideleridir. Ki Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından korunmak zorundadır. Fıkıh ilmine gelince İslâm bilgin­lerinin en çok meşgul oldukları ilim budur. Nitekim bu konuda İmâm Gazzâli şöyle diyor: Yaralama, hadler ve borçlanmalar, düşmanlıkla­rın ayırd edilmesi ve benzeri konular, yönetim kurallarıyla ilgili ku­rallar olup, toplumların heveslerine kapılarak tartıştıkları hususları kontrol etmek için konmuş esâslardır. Fakîh; halkın yönetilmesinde hü­kümdarın uyması gereken kuralları gösteren öğretmenidir. Bu ise ger­çekte din ve dünyanın bekçiliği demek olur ki din dünya ile tamamla­nır. Öyleyse İslâm'da fıkıh, kanun ilmidir ve kanunn kulların ve ül­kenin korunması için konur. Öyleyse görülüyor ki; fıkıhta namaz, oruç, zekât, helâl ve haram konulan birbirinden ayrılan konular değildir. Bü­tün bu konularda fakîhin görüşü uhrevî değil, dünyevîdir (...).

Yukarda fıkıh ilminin ülkenin yönetimini kontrol için konmuş ol­duğunu zikrettim ve dedim ki; Mısır'da yetişen öğretmenlerin çoğun­luğu bu ilimde gelişmişlerdir. Câmi'ül-Ezher'de bu ilim okutulmakta­dır. Buna bağlı olarak Dimyat, Reşîd Zekâzık, İskenderiye, Asyot gibi şehirlerde binlerce talebe, şer'î okullarda ve resmî hukuk fakültelerin­de, Fransa'nın ülkemizde kurmuş olduğu hukuk mekteplerinde fıkh'ı okumaktadırlar. Bu okulların bir tek amacı vardır; o da toplumu yö­netmek. O halde bir başka ifâdeyle İslâm hukuku ve usûlü fetva ve mahkemeler için öğrenilmektedir. Mahkemede Fransız kanunu, usûlü uygulanmaktadır. Bu okullara giden öğrenciler mal ve makam elde et­mek için bu okullara koşmaktadırlar. Halbuki Mısır halkı ilim ve san' atlarda geri, zavallı bir topluluktur. San'atlarda geriliğimiz çok açıktır. Çünkü her şeyde Avrupa'ya muhtacız. Hattâ bir kısım zengin hanım­ların tarakları Fransız, terzileri Fransız, hizmetçileri Fransız, dadıları Fransızdır. Teknikteki gerilik bütün müslümanları huzursuz kılan ne­denlerin başında gelir. Pozitif bilimlere gelince; biz bu konuda da çok geriyiz. Biyoloji, Zooloji, Botanik, Metalürji, Astronomi dersleri lisele­rimizde yoktu. Ancak geçen yüzyılın başında okullarımıza bu dersler kondu... Müslümanlar Avrupa'da çok gelişmiş olan harp tekniklerin­den posta, telefon, telgraf, zirâat metodlarmdan çoğunu bilmemekte­dirler. Ülkemiz cehaletin kara bulutlan altındadır. Diğer İslâm ülke­leri de bu konuda pek farklı değildir. Ama her şeye rağmen hukuk ve fıkıh dalında en çok öğrenci yetiştirmekteyiz. Gerek bu bilimlere faz­lasıyla dalmak, gerekse öteki teknik ve pozitif bilimleri terketmek hail ve akd ehli olanlara haramdır. Aksine aklı başında olan hail ve akd ehlinin «Allah herkese ancak taşıyacağı kadar yük verir» kavliy-le amel etmeleri gerekir. Belirli gruplann bu ilim ve tekniklere tahsisedilmesi icâbeder. Yoksa milletin kendi haline terkedilmesi haramdır ve bundan dolayı ceza vardır. Bunun cezasını dünyada rüsvâylıkla çe­keriz. Firenkler bizi cehaletimiz yüzünden ezerler. Âhirette de dura­ğımız cehennem olur. Orası ne kötü duraktır. (...)

Ey müslümanlar; gençler sizin gözbebeğinizdir. Onlar bir şey oku­yorlar ama ne okuduklarını biliyor musunuz? Kimya, fizik, ve benzeri konulardan ufak tefek şeyleri öğreniyorlar. Bunlar bu ilimlerin sonuç­ları değil, başlangıçlarıdır. Ve öğrendikleri şeyler de; hiçbir acı doyurup semirtmeyen atıntılardır. Tabiat güzelliklerini, bitki nizâmını, hayvan türlerini, dünyanın hârikalarım, gökyüzünün güzelliklerini, manzara­ların güzelliklerini öğrenmiyorlar. İlmi zevk ve sevinçle okumuyorlar. İsteyerek eğitim görmüyorlar.

Ey müslümanlar, ey Mısırlılar, sizin dininiz güzelliğe davet eder, tabiatı anlamaya davet eder... İmâm Gazzâlî İhyâ'da diyor ki: Siz fa-kîhe liân, zihâr ve remy gibi hususları sorsanız size ciltlerce .detaylı bilgiler verir. Bu verdikleri ince ma'lûmâtın üzerinden asırlar geçer de ona kimse ihtiyâç duymaz. İhtiyâç duyulacak olursa ülkede o ihtiyâcı giderecek kişiler pek çoktur. Buna karşılık bu öğrencilerin eline zahmet­lere katlanmış olmaktan başka bir şey geçmez. Kendisine bu konuda başvurulduğunda, din ilmi ve farz-ı kifâye olduğu için fıkıhla meşgul oluyorum, der. Hem kendini hem de başkalarını bu öğrendiği konuda aldatır. Zeki kişi bilir ki, maksadı farz-ı kifâye ile ilgili ilâhî bir emri yerine getirmek olsaydı, farz-ı kifâyeden önce farz-ı ayn'a başvururdu. Kaldı ki bundan önce pek çok farz-ı kifâye bulunmaktadır. Nice yerler var ki zımmiler doktorluk yapmaktadırlar. Halbuki ahkâmıyla ilgili tıbbî konularda zımmîlerin şehâdetleri caiz değildir. Ne var ki onunla uğraşan bir kişiyi göremiyorum. Ama herkes fıkıh ilmine dalıyor. Özel­likle hilâfiyât ve «debiyâta. Ülke, olaylara fetva veren fakîhlerle dolup taşmış durumda. Dinde fakîh olanlar, yığınlarca insanin yerine getir­diği farz-ı kifâyeyle meşgul olup ta, kimsenin yapmadığı konuları ihmâl hususunda nasıl bir ruhsat elde etmişlerdir? Bunun bir başka sebebi mi var? Yegâne sebebi; tıb yoluyla evkaf ve onların vasiyyetlerini elde ederek yetîm mallarının gözeticiliğini, hüküm ve kadılık makamını elde ederek akrânlanm geçmenin mümkün olmayışıdır. Ne yazık ki din ilmi, kötü bilginlerin aldatmacası sonucu yıkılmıştır. Yardım Allah'tan dilenir. Rahmanı kızdıran ve şeytânı sevindiren bu gururdan bizi kur­tarması için Allah'a sığınırız.

Ben de bu gün diyorum ki; ey imâm, senin bu kitabı te'lif ettiğin zamandan bu yana 900 sene geçmiş bulunuyor. Müslümanlar hâlâ uy-kudalar. İslâm ülkelerinin başında yer alan Mısır hâlâ senin İslâm'ı bı­raktığın dönemdeki hâli yaşıyor. Mısır'daki dînî bilimler enstitüleri hâ­lâ aynı gaflet içerisinde. Hukuk ve hâkimlik mekteplerinden başka okullara, kimse gitmiyor. Maksad üstün gelmek, avukat olmak, hâkim olmak. Öbür san'atlara ve bilimlere gelince, çok az eleman yetişiyor. Hele aramızda seçkinleri hiç yok. Avrupa bu konuda öîüürücü araçları ezici gereçleriyle bizi fersahlarca geçmiş. Buna rağmen bizim okulla­rımızda eğitim sadece sözden ibaret. Gençlerde ilim ve araştırma aşkı yok. Okullarımız rûhdan yoksun durumda. İşte yabancı sömürgesi altı­na düşmemizin sebebi bu.

Gazzâlî'nin dediği gibi, ülke fakîhlerle dolup taşıyor da bir tabîb yok. Ve müslümanları uyaran Gazzâlî din elden gidiyor, niçin gidiyor? Çünkü ülkede milletin ihtiyâçlarını karşılayan kimseler yok ondan, diye ekliyor. Ben de bugün diyorum ki; ey müslümanlar fırsat kaçıyor, ey İmâm Gazzâlî müslümanlar hâlâ senin bıraktığın yerde duruyorlar. Fakîhler, Kur'an hafızları dolup taşıyor memlekette. Elektronik, meta­lürji bilginlerine gelince bunlar bizim ülkemizde değil, Avrupa'da yaşı­yorlar. Ey imâm, sen din kayboldu diyorsun. Ben de sana diyorum ki; benim ülkemin halkının çoğunluğu bunun dinen yasak olduğunu dahî bilmiyor. Bizim dinimizin modern harb san'atlarını terketmeyi, demir yolu yapımını bırakmayı, metalürji vb. ilimleri öğrenmemeyi haram saydığım dahî kabul etmiyor. Halkın çoğunluğu fıkıh ilmi gibi, bu ko­nularda da ilmin farz olduğunu bile düşünmüyor. Daha ötesini de söy­leyeyim : Çinli bir bilgin, oradaki İslâm âlimlerinin çağdaş bilimlerin Kur'an'a aykırı olduğunu iddia ettiğini söyledi. Bu nedenle Çin'deki müslümanlar, putperestlerden çok geri kalmışlar. Onların nazarında İslâm, ilme engel teşkil ediyormuş. Oradaki müslümanların sayısı yet­miş milyona ulaşıyor. Bana bir seferinde Hindistan'dan Cemâleddin is­minde bir devlet adamı geldi, coğrafya, tarih ilmiyle uğraşmanın caiz olup olmadığı hususunda benden fetva istedi. Ben de bu ilimlerin farz-ı kifâye olduğunu söyledim. O, benim ülkemin bilginleri bu ilimleri ya­sakladı, dedi. Bu yıl Tunus'lu bir bilginle karşılaştım» O dedi ki; bazı bilginler fıkıh ilminden başka bir ilimle uğraşmaya gerek yok diyor­lar. İnsanın gözüyle ulvî âlemlere bakması yeterlidir, bilgiye ihtiyâç yoktur, diyorlar. İslâm günümüzde her zamankinden daha zayıf du­rumda.

İşte bu sebeple ben, elinden gelen herkesten bu konuda düşünüp taşınmasını, aklıyla doğruyu bulup müslümanlar için vâcib olan ilim­leri öğrenerek devlet adamlarına göstermelerini istiyorum. Söyledik­lerimizden din ilimlerinin yalnızca fıkha hâs olmadığı açığa çıkmıştır. Bütün ilimler ve san'atlar, insan hayatı denilen bir tek ağacın dalları durumundadırlar. Bugün içinde bulunduğumuz durum eski yanlış an­layışlardan kaynaklanmıştır, öyleyse din eğitimi veren kurumların öğ­retim programlan bizim dediğimiz şekilde değişsin. Modern okulların programlan da değişsin. [69]

 

285 — Peygamber de, îmân edenler de O'na indirilene inandı. Hepsi de Allah'a, meleklerine,   kitâblanna,   pey­gamberlerine imân etti. O'nun peygamberlerinden hiçbi­rinin arasını tefrik etmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Affını di­leriz, ey Rabbımız. Dönüş Sana'dır, dediler.

286 — Allah, kimseye gücünün yeteceğinden fazlasınıyüklemez. Kazandığı lehine, yüklendiği aleyhinedir. Ey Rabbımız, unuttuk veya yanıldıysak sorumlu tutma bizi. Ey Rabbımız, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbımız, bize gücümüzün yetmeyece­ğini yükleme. Affet bizi, bağışla bizi. Sen Mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı yardım et bize.

 

îmân ve Mükellefiyet

 

Buhârî der ki: Bize Muhammed İbn Kesîr'in... İbn Mes'ûd'dan, onun da Rasûlullah (s.a.) dan rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuşlardır :

«Kim Bakara sûresinin sonundan iki âyeti bir gecede okursa bu iki âyet kendisine yeter.»

İmâm Ahmed diyor ki: Bize Hüseyn'in... Ebu Zerr'den rivayet et­tiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Bana Arş'ın altındaki hazînelerden Bakara sûresinin sonları veril­di ki, bunlar benden önce hiçbir peygambere verilmemiştir.»

Müslim diyor ki: Bize Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe'nin... Abdullah'dan rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir :

Rasûlullah (s.a.), mi'râca çıktığında Sidret'ül-Müntehâ'ya vardı. O, yedinci göktedir; yerden yükselen her şey oraya ulaşır ve orada sak­lanır, alınır. Üstünden inen, düşen şeyler de oraya ulaşır ve orada tu­tulur, alınır. Allah Teâlâ : «O zaman Sidre'yi bürümekte olan buruyor­du.» (Necm, 16) buyurmaktadır. O, altından bir yatakdır. Orada Rasû­lullah (s.a.) a üç şey verildi: «Beş vakit namaz, Bakara sûresinin son­ları, ümmetinden Allah'a hiçbir şeyle şirk koşmamış olanların cehen­nemin yakıcı azabım gerektiren günâhlarının bağışlanması.»

İmâm Ahmed diyor ki: Bize İshâk İbn İbrâhîm el-Râzî'nin... Ukbe İbn Âmir el-Cühenî'den rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muşlardır :

«Bakara sûresinin sonundan iki âyeti oku. Muhakkak ki onlar ba­na Arş'ın altındaki hazîneden verilmiştir.»

Bu hadîsin isnadı hasendır, fakat tahrîç edilmemiştir.

İbn Merdûyeh diyor ki «Bize Ahmed İbn Kâmü'in... Huzeyfe'den rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Bizim insanlara üstünlüğümüz üç şey iledir: Bana, Bakara sûre­sinin sonundaki bu âyetler Arş'ın altındaki bir hazîneden verilmiştir. Benden önce hiç kimseye bunlar verilmedi, benden sonra da hiç kim­seye verilmeyecek.»

İbn Merdûyeh diyor ki: Bize AbdülbâkUbn Nâfî'nin... Ali'den ri­vayet ettiğine göre o, şöyle demiştir :

«İslâm'ı anlayıp da Âyet el-Kürsî ve Bakara sûresinin sonlarını okumadan uyuyan hiç kimse görmedim. Bunlar peygamberinize Arş'ın altındaki bir hazîneden verilmiştir.»

Ebu îsâ el-Tirmizî der ki: Bize Bündâr... Nu'mân İbn Beşîr'den, ri­vayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Allah Teâlâ gökleri ve yeri yaratmadan ikibin yıl önce bir kitap yazdı, ondan iki âyet indirerek Bakara sûresini bunlarla bitirdi. Bir evde üç gece bunlar okunmaz ise oraya şeytân yaklaşır.»

Sonra Tirmizî, bu hadîsin garîb bir hadîs olduğunu söyler.

Aynı hadîsi Hammftd îbn Seleme'den Müstedrek'inde rivayet eden Hâkim, Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu, fakat Buhârî ve Müslim'in bu hadîsi tahrîç etmediklerini söylemektedir.

İbn Merdûyeh der ki: Bize Abdurrahmân İbn Muhammed İbn Medîn'in... İbn Abbâs'dan rivayet ettiğine göre o, şöyle demiştir:

«Rasûlullah (s.a.) Bakara sûresinin sonunu ve Âyet el-Kürsî'yi okur, güler ve : «Bu ikisi Rahmân'ın Arş'ın altındaki hazinesindendir.» buyurur : «Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür.» (Nisa, 123). «Ve insan için, çalıştığından başkası yoktur. Ve onun çalışması ilerde gö­rülecektir.» (Necm, 39-40) âyetlerini okuduklarında da «İnnâ Lillâhi ve İnnâ İleyhi Râciûn» buyurur ve boyun eğerlerdi.»

İbn Merdûyeh diyor ki: Bize Abdullah İbn Muhammed İbn Kûfî'-nin... Mâ'kıl İbn Yesâr'dan rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

«Arş'ın altından bana, Fatiha ve Bakara sûresinin sonlan verildi...

Abdullah İbn îsâ İbn Abdurrahmân İbn Ebu Leylâ'nın... İbn Ab-bâs'tan rivayetine göre o şöyle demiştir :

«Cibril Rasûlullah (s.a.) m yanında bulunduğu bir sırada yukar­dan bir ses işitti. Cibril gözünü göğe çevirerek (kaldırarak) : «Bu, gök­ten açılan bir kapıdır, hiç açılmamıştı.» dedi. Ondan bir melek indi ve Rasûlullah (s.a.) a gelerek :

«Müjdeler olsun, senden önce hiçbir peygambere verilmemiş olan iki nûr sana verildi: Bunlar Fatiha ve Bakara sûresinin son âyetleri. Onlardan bir harf okumazsın ki sana verilmemiş olsun.»

Bu hadîsi Müslim ve Neseî rivayet etmişlerdir.

Bu hadîs-i şerif daha önce Fâtiha'nın faziletlerinde de geçmişti.

«Peygamber... ona indirilene inandı.» âyet-i kerîme'si Rasûlullah (s.a.) in bu îmânını haber vermektedir.

İbn Cerîr der ki: Bize Bişr'in... Katâde'den rivayet ettiğine göre o, şöyle demiştir : Bize anlatıldığına göre, Rasûlullah (s.a.) a bu âyet nazil olunca : «Ona îmân etmek yaraşır.» buyurmuşlardır.

Âyet-i kerîme'deki «îmân edenler» kısmı, «Peygamber» e atfedilmiş ve sonra bütününden haber verilerek : «Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitâblarına, peygamberlerine îmân etti. O'nun peygamberlerinden hiç­birinin arasını tefrik etmeyiz.» buyurulmuştur. Mü'minler Allah'ın bir tek, Samed olduğuna, ondan başka İlâh ve Rab olmadığına îmân eder­ler. Bütün peygamberleri, Rasûlleri, Allah'ın kullan olan peygamberle­re ve Rasûllere gökten indirilen kitâblan tasdik ederler. Bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek suretiyle, onlardan hiçbirinin arasını ayırmazlar. Bir kısmı, diğer bir kısmının şeriatını Allah'ın izniyle nes-hetmişse de, hattâ şeriatı kıyamet kopuncaya kadar devam edecek ve ümmetinden bir grubun hak üzere kalacağı, peygamberlerin sonuncusu Muhammed (s.a.) in şerîatıyla diğerlerinin şeriatları nesholunmuş olsa dahî, onlara göre peygamberlerin hepsi de doğrudur, iyidirler, doğru yoldadırlar, hayır yoluna delâlet ve irşâd edicidirler.

Onlar: «(Ey Rabbımız, senin sözünü) işittik (anladık) ve itaat ettik. (Onun gereğince amel ettik ve gereğini yerine getirdik) affını dileriz ey Rabbımız.» derler.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Harb'in... İbn Abbâs'tan riva­yetine göre o, «Peygamber de îmân edenler de ona indirilene inandı... Ey Rabbımız, dönüş Sanadır, dediler.» âyet-i kerîme'si hakkında şöyle demiştir : «Allah Teâlâ da : «Sizi bağışladım,  (affettim)» buyurur.»

İbn Cerîr der ki: Bize İbn Humeyd'in... Câbir'den rivayet ettiği­ne göre o şöyle demiştir :

«Rasûlullah (s.a.) a «Peygamber de, îmân edenler de ona indirilene inandı... Ey Rabbımız dönüş Sanadır, dediler.» âyeti kerîme'si nazil olunca Cibril: «Allah Teâlâ seni ve ümmetini övdü. İşte, sana verile­cek.» dedi. O da : «Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yük-lemez... Kâfirler güruhuna karşı yardım et bize.» diye istekde bulundu.

«Allah, kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.» Bu, Allah Teâlâ'mn yaratıklarına lutfundan, acımasından ve onlara ihsanda bulunmasındandır. «İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker.» âyet-i kerîme'si nazil olduğunda sahabe-i kirâm'ın korkularını kaldıran da bu âyet-i kerîme'dir. Yani Allah Teâlâ hesaba çekecek ve soracaktır ama, sadece kişinin terkedebileceği (yap­mama gücünün kendisinde bulunduğu ve buna rağmen yaptığı) şey­lerden dolayı azâblandıracaktır. Kişinin def'edemiyeceği vesvese ve için­den geçirdiği şeylere gelince; bunlarla mükellef tutulmayacaktır. Kötü vesveseden hoşlanmamak da imândandır.

«(Hayırdan) kazandığı lehine, (kötülükten) yüklendiği de aleyhi­nedir.» Bu da teklif altında bulunan ameller hakkındadır.

Sonra Allah Teâlâ icabet edeceği garantisiyle birlikte, kendilerine irşâdda bulunduğu ve öğrettiği şekilde kullarının kendisinden isteme­lerini bildirerek şöyle demelerini emretmektedir: «Ey Rabbımız, unut­tuk (unutarak bir farzı terkettik, ya da aynı şekilde bir haram işledik, ya da şer-i şerife uygun şeklini bilmediğimizden bir amelin doğrulu­ğunda hatâ ettik) veya yanıldıysak sorumlu tutma bizi.»

Daha önce Müslim'in Sahîh'inde rivayet edildiğini söylediğimiz Ebu Hüreyre hadîsine göre, Allah Teâlâ bu isteğe karşı: «Evet»; İbn Abbâs hadîsine göre de : «Öylece yaptım.» buyuracaktır.

İbn Mâce'nin Sünen'inde, İbn Hibbân'ın Sahîh'inde, Taberânî ve İbn Hibbân'ın İbn Abbâs'tan rivayet ettiklerine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

«Allah Teâlâ, ümmetimden hatâ, unutma ve zorlandıkları şeylerin günâhlarını kaldırmıştır.»

«Ey Rabbımız, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme.» Her ne kadar gücümüz yetse bile, bizden önce geçen üm­metlere ağır yükler yüklediğin gibi bizi de zor amellerle mükellef tut­ma, öyle zor ameller ki Sen, rahmet peygamberi olan, peygamberin Mu-hammed'i göndermiş olduğun kolay, hoş görülü, Hanîf dini ile bunları kaldırmak üzere göndermiştin.

«Ey Rabbımız, bize gücümüzün yetmiyeceği (teklifler, musibetler, belâlar) yükleme (bizi gücümüzün yetmiyeceği şeylerle imtihan etme.)»

İbn Ebu Hâtim'in rivayet ettiğine göre «Ey Rabbımız, bize gücümü­zün yetmeyeceğini yükleme.» âyet-i kerîme'si hakkında Mekhûl şöyle demiştir: «Bu, eşi (kocası ya da karısı) olmamak ve şiddetli cima' ar­zusu.»

Bu duaya karşı Allah Teâlâ «Evet» bir diğer hadise göre ise «Öyle yaptım.» buyuracaktır.

«(Bildiğim ve seninle aramızda olan husus ve hatâlarımızı) affet. (Bizimle.kulların arasında olan suçlarımızı) bağışla. (Kullarını bizim günâhlarımıza ve çirkin amellerimize muttali' kılma. Acı, merhamet et bize. (Gelecekte Senin tevfikin ile bizi başka günâhlara düşürme.)»

Bunun içindir ki şöyle demişlerdir: «Günahkâr kişi üç şeye muh­taçtır : Kendisi ile Allah arasında olan şeylerde Allah'ın kendisini af­fetmesine, onu kullarından gizleyerek (günâhını örterek) kullan ara­sında rezîl etmemesine, Allah'ın kendisini koruyarak benzer bir günâha tekrar düşürmemesine.»

Hadîste daha önce de geçtiği üzere Allah Teâlâ bu duâ'ya da: «Evet»; bir diğer hadîste de : «öyle yaptım.» diye icabet buyuracaktır.

«Sen Mevlâmızsın (bizim velîmiz, sahibimiz ve yardımcımız Sen­sin; Sana tevekkül ettik. Ancak Senden yardım istenilir ve Sana tevek­kül edilir. Bizim ancak Seninle güç ve kuvvetimiz vardır. Senin dinini, Senin birliğini ve risâletini inkâr eden, Senden başkasına kulluk eden, Sana şirk koşan kâfirler güruhuna karşı bize yardım et. (Dünyada ve âhirette bizleri onlara karşı muzaffer kıl.)»

Allah Teâlâ bu duaya da: «Evet»; Müslim'in İbn Abbâs'tan riva­yet ettiği bir hadîs-i şerifte de: «öylece yaptım.» diye icabette bulu­nacaktır.

İbn Cerîr der ki: Bize Müsennâ İbn İbrahim'in... Ebu İshâk'dan rivayet ettiğine göre Muâz (r.a.) bu sûreyi bitirdiğinde : «Amîn» derdi.

Vekî'de Süfyân kanalıyla... Muâz İbn Cebel'den rivayetine göre o, Bakara sûresini bitirince «âmin!» derdi. [70]

 

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/890-895.

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/895-898.

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/899-903.

[4] Reşîd Rızâ, Tefsir el-Menâr, II, 375 – 377.

[5] Reşîd Rızâ, Tefsir el-Menâr, II, 379 – 380.

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/905-921.

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/921-924.

[8] Ebu Ali el-Tabressî, Mecma'ül-Beyân, I, 329.

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/926-928.

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/926-928.

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/933-937.

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/937-942.

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/942-945.

[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/945-948.

[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/948-951.

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/952-962.

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/963-966.

[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/967-971.

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/976-978.

[20] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/978-979.

[21] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/979-981.

[22] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/982.

[23] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/983-985.

[24] Âlûsî, Ruh el-Meânî; II, 175 -176.

[25] Şevkânî, Feth'ül-Kadîr, I, 267.

[26] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/988-989.

[27] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/997

[28] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/997-1008

[29] Muhyid­dîn İbn el-Arabî, Tefsir el-Kur'an el-Kerîm, I, 142 -143.

[30] Kâdî Beydâvî, Envâr'üt-Tenzîl, I, 396.

[31] Hâzin, Lübâb, I, 399.

[32] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1023-1026

[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1027.

[34] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1030-1032.

[35] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1032-1034.

[36] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1034-1036.

[37] Kâdî Beydâvî, Envâr'üt-Tenzîl, I, 412.

[38] Tantâvî, Cevheri, Tefsir el-Cevâhir, I, 257.

[39] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1038-1040.

[40] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1043-1044.

[41] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1045.

[42] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1046-1047.

[43] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1048-1052.

[44] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1055-1057.

[45] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1057-1063.

[46] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1063-1068.

[47] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1069-1072.

[48] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1072-1078.

[49] Aristoteles, Politika, Kitap 1.  bölüm  10.

[50] Platon, Kanunlar, Kitap V.

[51] Keynes, J. M. Theory of Interest, Money and Employement, 351-352.

[52] Hechschner, E. F. - «Mercantilism», cilt, II, 200.

[53] Discourse on Trade, 27, 29, 167 ve önsöz.

[54]Marshall, Principls, 534.

[55] Enver İkbâl Kureşî, Faiz Nazariyesi ve İslâm, 22-30.

[56] Keynes, Genel İktisâd Teorisi, 221.

[57] Marshall, Ekonominin Prensipleri, 581.

[58] Enver İkbâl Kureşî, Faiz Nazariyesi ve İslâm, Türkçe çev. Salih Tuğ, 37 - 47, İst. – 1966.

[59] Report of the Royal Comission on Agriculture in India.

[60] Darling,  M.L. «The Punjab Peasants in Prosperity and  Debt. Oxford University Press.

[61] Report of ^Toint Select Committee, H.M.S.O. London, 1925.

[62] Bu naklettiğimiz  ifade Sir  Mackenzie  Chalmers'in  mezkûr Joint Select  Committee huzurunda söylediği sözlerdir.

[63] Naklettiğimiz bu rakamlar «Evils of Money Lending» adını taşıyan mezkûr Iiverpool
Committee'nin hazırladığı rapordan ahnmışır.

[64] Daily Herald, 6 Ağusos 1930.

[65] Enver İkbâl Kureşî, Faiz Nazariyesi ve İslâm, 133 – 140.

[66] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1118-1125.

[67] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1125-1126.

[68] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1127-1132.

[69] Tantâvî Cevheri, Tefsir el-Cevâhir, I, 280-290.

[70] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 3/1138-1142.

Free Web Hosting