Allah'a ve Sizden Olan Ülü'l-Emr'e İtaat2

Tâğût'un Hükmüne İtaat Edenler4

Peygamber'e İtaat Etmedikçe Mü'min Olamazsınız.5

Allah'a Ve Peygambere Îtâat Edenler7

İzahı22

Kasıdlı Öldürme Suçunun Hükümleri22

1 — Öldürülen Canlı Bir İnsan Olmalıdır22

2 — Öldürücü Fiil, Suçludan Sâdır Olmalıdır.27

Kasıdlı Öldürmenin Cezaları31

Kasda Benzer Öldürme. 42

Hatalı Öldürme. 46

Cihâd ve Ganimet49

Mücâhidlerin Derecesi51

Cihâd ve Hicret52

Seferde Namaz. 54

İzahı57

Savaşta Namaz. 58

İzahı60

Namaz ve Cihâd. 61

İzahı62

İnsanın Kâinattaki Yeri Ve İbâdet Vazifesi62

Namazın İslâm Dinindeki Yeri:62

Diğer Dinlerde «Namaz». 64

a- Yahudiler64

b- Katolik Hıristiyanlar:65

c- Protestanlar:66

d- Hindular66

Allah'ın Hükmü. 68

İzâhı70

Kötülük, Günâh ve Hatâ. 71

Hidâyetten Dönenler72

Şirkin Çeşitleri73

İzahı75

Allah Herşeyi Kuşatır75

İzahı79

Kadın Haklan. 79

Karı - Kocanın Anlaşması Daha Hayırlıdır81

İzahı83

Göklerin ve Yerin Mülkü Allah'ındır84

Münafıklar86

Münafıkların Karakteri87

Münafıkların Oyunu. 87

Kâfirleri Dost Edinmeyin. 89

Allah'ın Affı90

Allah île Peygamberlerinin Arasını Ayıranlar91

Ehl-i Kitabın Tavrı92

Meryem Oğlu Îsâ Mesih'in Sonu. 93


59 — Ey îmân edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emîr sahiblerine itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz Allah'a ve âhiret gününe inanmışsanız onun hallini Allah'a ve rasûlüne bırakın. Bu; hem hayırlı hem de netice itibariyle daha güzeldir.

 

Allah'a ve Sizden Olan Ülü'l-Emr'e İtaat

 

Buhârî der ki: Bize Sadaka İbn el-Fadl'ın... îbn Abbâs'tan rivaye­tine göre o : «Ey îmân edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Bu âyet Rasûlullah (s.a.) in bir seriyyede göndermiş olduğu Abdullah İbn Huzâfe îbn Kays îbn Adiyy hakkında nazil olmuştur.

îbn Mace dışındaki diğer muhaddisler de bu hadîsi Haccâc İbn Mu-hammed el-A'ver kanalıyla tahrîc etmişlerdir. Tirmizî ise, hadîsin hasen, garîb olduğunu, sadece İbn Cüreyc kanalıyla gelen rivayetini bildikle­rini kaydetmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Muâviye'nin... Ali'den rivayetine göre; o şöyle demiştir : Rasûlullah (s.a.) bir seriyye (askerî birlik) gön­derip başlarına ansârdan birisini başkan tayîn etti. Yola çıktıklarında başkanlan bir konuda onlara kızarak: Allah Rasûlü (s.a.) bana itaat etmenizi emretmedi mi? dedi. Onlar, evet dediler. Bunun üzerine : Bana odun toplayın, deyip ateş istedi ve bununla toplanan odunlan ateşleye­rek : Size kesin olarak söylüyorum ki; bu ateşin içine mutlaka girecek­siniz, diye emretti. Topluluk ateşe girmeye kalkışınca içlerinden bir genç : Siz ateşten kaçarak Allah'ın Rasûlüne sığındınız. Rasûlullah (s.a.) a varıncaya kadar bunu yapmayın (ateşe girmeyin). Şayet o gir­menizi emrederse bu takdirde girin, diye müdâhelede bulundu. Rasûlul­lah (s.a.) a dönerek olayı kendisine haber verdiler. Şöyle buyurdu : Şa* yet ona girmiş olsaydınız ebediyyen ondan çıkmayacaktınız. İtaat ancak iyiliktedir. Hadîsi Buhârî ve Müslim sahihlerinde A'meş kanalıyla tah-rîc etmişlerdir.

Ebu Dâvûd da şöyle rivayet eder : Bize Müsedded'in... Abdullah îbn Ömer'den, onun da Rasûlullah'dan naklettiğine göre; o, şöyle buyur­muştur : Sevdiği ve hoşlanmadığı konularda müslüman kişiyi dinleyip ona itaat etmek; o, bir kötülükle emretmediği sürecedir. Bir kötülüğün yapılması emredildiğinde; bunu dinleme de, itaat etme de yoktur. Ha­dîsi Buhârî ve Müslim de Yahya el-Kattân kanalıyla tahrîc etmişlerdir.

Ubâde tbn Sâmit'den nakledildiğine göre; o şöyle demiştir: Hoşu­muza giden ve gitmeyen konularda, zorluk ve kolaylık anlarımızda Ra­sûlullah (s.a.) a onu dinleyip itaat etmek üzere biat ettik. Herhangi bir işte onun ehli olanla münâkaşa da etmeyecek idik. Şöyle buyurdu: Allah katından bir burhanınız varken onda açık bir küfür görme haliniz müstesnadır. Hadîsi Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir. Enes'den rivayet edilen diğer bir hadîs-i şerifte Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyur­muşlardır :

Başı kuru üzüm gibi (siyah) bir habeşli köle dahi sizin üzerinize emîr olsa; dinleyip itaat ediniz. Hadîsi Buhârî rivayet etmiştir. Ebu Hüreyre'den rivayete göre o şöyle demiştir:

Dostum (Allah Rasûlü) bana, kolları kesik Habeşli bir köle bile olsa dinleyip itaat etmemi tavsiye etti. Hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Ümm el-Husayn'dan rivayete göre; o, Allah Rasûlü'nü veda haccın-daki hutbesinde şöyle buyururken işitmiş :

Sizi Allah'ın kitabı ile idare eden bir köle dahi sizin üzerinize vâll yapılsa; onu dinleyip itaat ediniz. Hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Yine onun değişik lafızla olan bir rivayetinde : Kollan kesik Habeşli bir kö­le... buyurulmuştur.

İbn Cerîr der ki: Bana Ali İbn Müslim et-Tûsî'nin... Ebu Hürey-re'den naklettiğine göre; Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır : Benden sonra size bir takım kişiler vali olacaklardır. İyi olanlar iyilikleriyle sizi idare edecek, günahkar olanları günahkârlıklarıyla sizi idare edecektir. Onların hakka uyan her bir işinde onları dinleyip itaat edin ve arkala­rından gidin. Eğer iyilik yaparlarsa; hem onlara hem size sevâb vardır. Eğer kötülük yaparlarsa size sevâb, onlara ceza vardır.

Ebu Hüreyre'den rivayete göre; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş­lardır : İsrâiloğullanm peygamberler idare etmiştir. Bir peygamber öl­düğünde peşinden bir peygamber gelmiştir. Benden sonra ise peygam­ber gelmeyecek bir çok halîfe gelecektir. (Ashâb) Ey Allah'ın Rasûlü, (bu konuda) bize ne emredersiniz? diye sordular. En öncekilere bîat edi­niz. Sonra ondan sonrakilere. Onlara haklarını veriniz.. Muhakkak ki Allah Teâlâ onların güdümüne verdiklerinden kendilerini sorguya çe­kecektir, buyurdular. Hadîsi Buhârî ve Müslim tahrîc etmişlerdir.

İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle bu­yurmuşlardır :

Kim emîrinden hoşlanmayacağı bir şey (davranış) görürse sabret­sin. Zîrâ cemâatten bir karış ayrılan kimse; câhiliyet Ölümü ile ölmüş olur. Hadîsi Buhârî ve Müslim tahrîc etmişlerdir.

İbn Ömer'den rivayete göre o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyu­rurken işitmiş : Kim itaatten elini çıkarırsa kıyamet günü hiçbir delil (hüccet) i olmadığı halde Allah'a kavuşur. Kim de boynunda bir biy'at olmaksızın ölürse câhiliye ölümü ile ölmüş olur. Hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Yine Müslim'in Abdurrahmân'dan rivayetine göre; o şöyle de­miştir : Mescide girdim ve Abdullah îbn Amr İbn el-Âs'i Kâ'be'nin göl­gesinde oturur gördüm. İnsanlar onun etrafında toplanmışlardı. Onla­rın yanına giderek oturdum. Şöyle diyordu: Biz Allah Rasûlü ile bir­likte bir seferde idik. Bir yerde konakladık. Kimimiz çadırını kuruyor, kimimiz ok atıyor, kimimiz henüz hayvanının üzerindeydi. Bu sırada Allah Rasûlü'nün habercisi şöyle nida etti: Toplarım namaza (namaz için toplanın). Allah Rasûlü'nün yanında toplandık. Şöyle buyurdu­lar : Benden önce hiç bir peygamber yoktu ki; ümmetine hayırlı oldu­ğunu bildiği her bir şeye onları iletme ve onlara kötü olduğunu bildiği şeylerin kötülüğünden de onları sakındırma hakkı olmasın. Sizin bu üm­metinize gelince; bu ümmetin afiyet üzre olması evvelindedir. Sonunda musibetler, sizin hoşlanmayacağınım şeyler ve birbiri içine girmiş fit­neler gelecektir. Bir fitne geldiğinde ınü'min: îşte benim helakim, di­yecek. O fitne açılıp da bir başkası geldiğinde mü'min yine : İşte benim helakim diyecek. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete girmeyi sevi­yorsa, Allah'a ve âhiret gününe îmân eder olduğu halde ölümüne kavuş­sun. İnsanlara, kendisine davranılmasım istediği gibi davransın. Kim de elini uzatıp ihlas ile bir imâma biat ederse, gücü yettiği kadar ona itaat etsin. Şayet bir diğeri (bir diğer imâm yani devlet başkanı) çıkar da onunla mücâdeleye kalkarsa; onun boynunu vurunuz. Râvî anlatmaya şöyle devam eder : Ona yaklaştım ve dedim ki: Allah için söyle, bunları Allah ftasûlünden işittin mi? Elleriyle kulaklarını ve kalbini göstererek: İki kulağım işitti ve kalbim onu ezberledi, diye cevâb verdi. Ben kendi­sine : Amcanın oğlu Muâviye bize, mallarımızı aramızda bâtıl yollarla yemememizi, birbirimizi öldürmemizi emrediyor. Halbuki Allah Teâlİ: «Ey îmân edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı nzâ ile gerçekleştirdi­ğiniz ticâret yolu hâriç; bâtıl yollarla yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah sizin için Rahîm olandır.» (Nisa, 29) buyuruyor, de­dim. Bir süre sustuktan sonra şöyle dedi: Allah'a itaat olan konularda ona itaat et, Allah'a isyan olan konularda ona isyan et.

Bu konudaki hadîsler pek çoktur.

İbn Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Hüşeym'in... Süddî'den naklettiğine göre; o, «Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.» âyeti hakkında .şöyle demiştir: Allah Rasûlü, Hâlid İbn el-Velîd'in başkanlığında bir seriyye gönderdi. İçle­rinde Ammâr İbn Yâsir de vardı. Üzerlerine gönderildikleri kavme doğ­ru yürüdüler. Onların yakınına ulaşınca gecelediler. O kavme bir câsûs gelerek durumu onlara haber verdi. Bir kişi dışında hepsi kaçtılar. Ka­lan kişi, ailesine emrederek eşyalarını topladı, sonra gece karanlığı al­tında yürümeye başlayarak Hâlid'in karargâhına geldi. Ammâr İbn Yâ-sir'i sordu. Ammâr yanma gelince : Ey Ebu Yakzân (Ammâr İbn Yâ-sir'in künyesi) ben müslüman oldum. Allah'dan başka ilâh olmadığına, Muhammed'İn O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ettim. Kavmim sizin geldiğinizi işitince kaçtı ,ben ise kaldım. Benim müslüman olmam şayet yarın bana fayda vermeyecekse kaçayım, dedi. Ammâr: Bilakis bu sana fayda verir, kal, diye cevâb verdi o da kaldı. Sabah olunca Hâ­lid hücum edip o kişiden başka hiç kimseyi bulamadı. Onu yakalayıp malını aldı. Bu haber Ammâr'a ulaşınca o; Hâlid'e gelerek : Bu adamı bırak, o müslüman olmuştur ve benim emânım altındadır, dedi. Hâlid : Sen ne hakla onu kurtarıyorsun? dedi ve münâkaşa ederek Hz. Peygam-ber'e geldiler. Hz. Peygamber Ammâr'ın emânım geçerli kılarak, bîr daha bir emîre rağmen emân vermekten onu men'etti. Hâlid ve Ammâr Al­lah Rasûlü'nün yanında tartışmaya devam ettiler, Hâlid: Ey Allah'ın Rasûlü, şu kollan kesik kölenin bana hakaret etmesine müsâade mi ede­ceksin? dedi. Allah Rasûlü de : Ey Hâlid, Ammâr'a hakaret etme. Kim Ammâr'a hakaret eder ve onu kızdınrsa Allah da ona kızar, kim Ammâr'a la'net ederse Allah da ona la'net eder, buyurdular. Ammâr kızarak kalktı (çıktı). Hâlid onun peşinden giderek, elbisesinden yakaladı ve ondan özür diledi. O da kendisinden hoşnûd oldu. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.» âyet-i kerîme'sini indirdi.

Hadîsi İbn Ebu Hatim de Süddî kanalıyla mürsel olarak rivayet etmiştir. Bu hadîsin bir benzerini İbn Merdûyeh, Hakem kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir.

İbn Abbâs'tan naklen Ali îbn Ebu Talha; «Sizden olan emir sahip­lerine de itaat edin.» âyet-i kerîme'sinden din ve fıkıh âlimlerinin kas- -tedildiğini söylemiştir. Mücâhid, Atâ, Hasan el-Basrî ve Ebu'l-Âliye de aynı görüşte olup bu âyette âlimlerin kastedildiğini söylemişlerdir. Aye­tin zahiri ise —en doğrusunu Allah bilir ya— âyetin, emîr ve âlimlerden bütün emir sahipleri hakkında genel olduğudur. Nitekim başka âyet­lerde de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Rabba kul olanlar ve bil­ginler onları günâh söylemelerinden ve haram yemelerinden vazgeçir­meye çalışmalı değiller miydi?» (Mâide, 63), «Şu halde bilmiyorsanız bilgi sahiplerine sorun.» (Nahl, 43).

Müttefekun aleyh olan ve Ebu Hüreyre'den rivayet edilen sahîh bir hadîste, Allah Rasûlü şöyle buyurmuşlardır: Bana itaat eden Allah'a itaat etmiştir. Bana karşı gelip isyan eden de Allah'a isyan etmiştir. Be­nim emîrime itaat eden bana itaat etmiştir. Benim emirime isyan eden de bana isyan etmiştir.

Bunlar, âlimlere ve emirlere itaati içeren emirlerdir. Bunun ipin Allah Teâlâ : «Allah'a itaat edin.» buyuruyor ki; bundan maksad O'nun kitabına uymaktır. «Peygambere itaat edin.» buyuruyor ki; bundan maksad, o'nun sünnetine sarılmaktır. «Sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.» buyuruyor ki; emirlerin Allah'a itaat olan konularındaki emirlerine itaat edilecek; değilse Allah'a isyan olan konulardaki emir­lerine itaat edilmeyecektir. Daha önce geçen sahîh bir hadîste : İtaat ancak İyiliktedir, buyurulduğu üzre Allah'a isyan olan konularda ya­ratıklara itaat yoktur. İmâm Ahmed der ki: Bize Abdurrahmân'ın... İmrân İbn Husayn'dan, onun da Hz. Peygamber'den naklettiğine göre; Rasûlullah (s.a.) :

Allah'a isyan olan konuda itaat yoktur, buyuruyor.

«Eğer bir şeyde çekişirseniz —Allah'a ve âhiret gününe inanmışsanız— onun hallini Allah'a ve peygambere bırakın.» âyet-i kerîme'si hak­kında Mücâhid ve seleften bir çoklaıi şöyle demişlerdir : Bunların halli­ni Allah'ın kitabına ve Rasûlü'nün sünnetine bırakın.

Allah Teâlâ'nın bu emri delâlet ediyor ki; insanların gerek dinin usûlüne ve gerekse fürûuna dâir ihtilâfa düştükleri her husus, Allah'ın kitabına ve sünnete bırakılacaktır. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i ke-rîme'de: «İhtilâfa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Al­lah'a mahsûstur.» (Şûra, 10) buyuruyor ki Allah kitabının ve Rasûlü-nün sünnetinin verdiği hükümle sıhhatine şehâdet ettikleri şey haktır, gerçektir. Bu hak ve gerçeğin dışındakiler de ancak sapıklık olabilir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Allah'a ve âhiret gününe inanmışsanız.» buyurmuştur. Yani husûmetleri ve bilmediklerinizi Allah'ın kitabıyla Rasûlünün sünnetine bırakarak aranızda ihtilâf konusu olan şeylerde onları hakem kılın. «Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanmışsanız.» Âyet-i kerîme'nin bu kısmı; ihtilâf konularında kitâb ve sünnetin ha­kemliğine başvurarak bu konuda onlara dönmiyenlerin, Allah'a ve âhi­ret gününe inanmamış olduklarına delâlet eder.

Allah Teâlâ : «Bu hayırlıdır.» buyuruyor ki; Allah'ın kitabı ve Ra­sûlünün sünnetini hakem kılmak ve ihtilâfı halletmede bunlara müra­caat etmek daha hayırlıdır. «Hem de netice itibariyle daha güzeldir.» Süddî ve bir çokları âyet-i kerîme'nin bu son kısmını «netice itibariyle daha güzeldir.» şeklinde anlamışlardır. Mücâhid İse «Karşılık ve mü­kâfat yönüyle daha güzeldir.» şeklinde anlamıştır ki, bu doğruya daha yakındır.[1]

 

60  — Sana indirilene ve senden önce indirilenlere; inandıklarını iddia edenleri görmedin mi?   Küfretmeleri emrolunmuş iken Tâğût'un önünde muhakeme edilmele­rini isterler. Halbuki şeytân, onları uzak bir sapıklıkla sap­tırmak istiyor.

61  — Onlara: Allah'ın indirdiğine ve peygambere ge­lin, denilince; münafıkların senden büsbütün uzaklaştık­larım görürsün.

62  — Kendi işledikleri yüzünden başlarına bir musî^ bet geldiğinde, nasıl hemen sana geldiler de; gayemiz sa­dece bir iyilik etmek ve ara bulmaktan ibaret idi, diye ye­min ediyorlar.

63  — Onlar öyle kimseler ki; kalblerindekini Allah bi­lir. Sen onlara aldırma da öğüt ver haklarında te'sirli söz­ler söyle.

 

Tâğût'un Hükmüne İtaat Edenler

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'de Rasûlullah'a ve daha önce geçen peygamberlere inzal olunanlara îmân ettiğini İddia etmekle birlikte, ih­tilâfların çözümünde Allah'ın kitabıyla Rasûlünün sünnetinden başka şeyleri hakem kılmak isteyenleri kötülemekte ve onların bu davranış­larını hoş karşılamamaktadır. Bu âyet-i kerîme'nin nüzul sebebi olarak zikredilenlere göre; bu âyet, ansârdan biri ile bir yahûdî hakkında nazil olmuştur. İhtilâfa düşmüşler ve Yahûdî: Benimle senin aranda Mu-hammed hakemdir, derken öteki de: Benimle senin aranda Kâ'b İbn Eşraf hakemdir, demiştir. Bir görüşe göre ise, bu âyet-i kerîme; zahiren müslüman olup da câhiliyye hâkimlerini hakem kılmak isteyen bir grup münafık hakkında nazil olmuştur. Başka görüş ve rivayetler de vardır. Ancak âyet-i kerîme hepsi hakkında genel olup, kitâb ve sünnetten yüz çevirerek bunların dışındaki bâtılları hakem kabul eden herkesi kötüle­mektedir. Âyetteki «Tâğût»tan bu kasdedilmektedlr. Allah Teâlâ : «Tâ­ğût'un önünde muhakeme edilmelerini isterler...» buyurmuştur.

Allah Teâlâ: ((Onların (münafıkların) senden büsbütün uzaklaş­tıklarını görürsün.» buyuruyor. Onlar, büyüklenerek inkâr edenlerin yüzçevirmeleri gibi senden yüzçevirip uzaklaşırlar. Allah Teâlâ müşrik­lerden haber vererek, şöyle buyuruyor: «Onlara: Allah'ın indirdikleri­ne uyun, denilince; hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola (dîne) uyarız, derler.»  (Lokrnân, 21).

Bunlar ve diğerleri (müşrikler ve münafıklar) Allah Teâlâ'nın: «Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Rasûlüne... çağırıldık­ları zaman; mü'minlerin sözü, sadece; işittik ve itaat ettik, demekten ibarettir...» (Nûr, 51) buyurduğu mü'minlerin zıddına hareket ederler. Allah Teâlâ münafıkları zemmetme (kötüleme) sadedinde : «Kendi işle­dikleri yüzünden başlarına bir musibet geldiğinde...» buyuruyor. Yani günâhları sebebiyle başlarına gelen musibetlerde takdir, onlan sana sü­rükleyip getirdiği zaman onlar nasıl hemen sana geldiler ve bu musi­betler yüzünden nasıl sana muhtaç oldular. Allah Teâlâ; onların duru­mu hakkında devamla şöyle buyuruyor : «Nasıl hemen sana geldiler de; gayemiz sadece bir iyilik etmek ve ara bulmaktan ibaret idi, diye yemîn ediyorlar.» Senden özür dileyerek : Senden başkasına gitmek ve senden gayrisi Önünde muhakeme edilmemizi istemekten gayemiz; sadece iyilik etmek ve ara bulmaktan; yani bu muhakeme edilmenin sıhhatine inan­dığımızdan değil, sırf idare ve yapmacık kabilinden İdi, diye yemîn edi­yorlar. Allah Teâlâ şu âyet-i kerîme'de de onlardan haber vererek: «Kalblerinde hastalık olanların : Bize bir felâket gelmesinden korkuyo­ruz, diyerek onlara koştuklarını görürler... Onlar, içlerinde gizledikle­rinden dolayı pişman olurlar.» (Mâide, 52) buyuruyor.

Taberânî diyor ki: Bize Ebu Zeyd Ahmed îbn Zeyd'in... İbn Abbâs'-tan naklettiğine göre; o şöyle demiştir : Ebu Berze el-Eslemî kâhin olup ihtilâf ettikleri konularda Yahudiler arasında hüküm verirdi. Müslü­manlardan bir kısmı ihtilâflarında ona gidince Allah Teâlâ : «Sana in­dirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri gör­medin mi?... Gayemiz sadece bir iyilik etmek ve ara bulmaktan ibaret İdi, diye yemîn ediyorlar.» âyetlerini indirdi.

Allah Teâlâ : «Onlar öyle kimseler ki; kalblerindekini Allah bilir.» buyuruyor. İnsanların böyleler! münafıklardır ve Allah onların kalble­rindekini iyi bilir de bu yüzden onlan cezalandırır. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. Ey Muhammed, sen de onlar hakkındaki bu bilgi ile yetin. Allah Teâlâ onların içlerini ve dışlarını çok iyi bilendir. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ elçisine : «Sen onlara aldırma.» Kalblerinde olanlardan ötü­rü onlara kızma. «Ve onlara öğüt ver.» Kalblerindeki nifak ve gizli kö­tülüklerden onları nehyet. «Haklarında te'sîrli sözler söyle.» Seninle on­lar arasındaki konularda belîğ ve te'sîrli sözler, onlan kötülüklerden alakoyacak sözlerle onlara nasihat et.[2]

 

64  — Biz, hiç bir peygamberi   Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir gaye ile göndermedik. Onlar kendi­lerine yazık ettikleri zaman, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ye peygamberleri de onlara mağfiret dileseydi elbette Allah'ı Tevvâb ve Rahim olarak bulacaklardı.

65  — Hayır, Rabbina andolsun ki; aralarında çekiş­tikleri şeylerde seni hakem ta'yin edip sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan İftendilerini tamamen teslim etmedikçe îmân etmiş olmaz­lar,

 

Peygamber'e İtaat Etmedikçe Mü'min Olamazsınız.

 

Allah Teâlâ: «Biz, hiçbir peygamberi itaat edilmekten başka bir gaye ile göndermedik.» buyuruyor ki; peygamberi kimlere göndermişse onların bu peygambere itaat etmesini farz kılmıştır. «Allah'ın izniy­le...» kısmı hakkında Mücâhid şu açıklamayı getirir: Benim iznim ol­madan hiç kimse ona itaat etmez. Yani benim, îmâna muvaffak kıldık­larım dışında hiç kimse ona itaat etmez. Bu âyet: «Hani Allah size va'-dinde doğru çıkmıştı da O'nun izni ile onları doğruyordunuz.» (Âl-i İm-rân, 152) âyeti gibidir. Yani bu, O'nun emri, takdiri, dilemesi ve sizi onlara musallat   kılmasıyladır.

Allah Teâlâ : «Onlar kendilerine yazık ettikleri zaman, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve peygamberleri de onlara mağfiret dile­seydi elbette Allah'ı Tevvâb ve Rahîm olarak bulacaklardı.» buyurarak isyan edenleri ve günahkârları doğru yola İletiyor. Onlara gösterdiği yol şudur: Onlardan bir hatâ ve isyan vuku' bulduğu zaman, Allah Rasû-lüne gidip onun katında Allah'tan mağfiret dileyecek, Allah Rasûlün-den kendileri için Allah'tan bağışlama dilemesini isteyeceklerdir. îşte böyle yaptıkları takdirde Allah Teâlâ onların tevbelerini kabul edecek, onlara acıyacak ve onları bağışlayacakdır. Bunun için Allah Teâlâ : «Elbette Allah'ı Tevvâb ve Rahîm olarak bulacaklardı.» buyurmuştur.

İçlerinde eş-Şâmil isimli eserin müellifi Şeyh Ebu Nasr îbn es-Sab-bâğ'ın bulunduğu bir grup âlim Utbâ'dan şu meşhur hikâyeyi naklederler ; Utbâ şöyle anlatmıştır : Hz. Peygamber (s.a.) in kabri yanında otu­ruyordum. Bir bedevî gelerek: Selâm sana ey Allah'ın Rasûlü, Allah Teâlâ'nm : »Onlar kendilerine yazık ettikleri zaman, sana gelip Allah'­tan mağfiret dileseler ve peygamberler de onlara mağfiret dileseydi el­bette Allah'ı Tevvâb ve Rahîm olarak bulacaklardı.» buyurduğunu işit­tim. İşte günâhlarımdan mağfiret dileyerek ve Rabbıma benim hakkım­da şefaatte bulunmanı isteyerek sana geldim, dedi ve şu şiiri söyledi:

«Ey yeryüzündeki efendilerin en hayırlısı ve en büyüğü; onların güzel kokularıyla yeryüzünün alçak ve yüksek yerleri hep güzelleşmiş­tir.

Senin bulunduğun kabre benim nefsim feda olsun. Orada iffet, ora­da cömertlik ve şeref vardır.»

Sonra Bedevi ayrılıp gitti ve bana bir uyku hali geldi. Rü'yâmda Hz. Peygamberi (s.a.) gördüm. Şöyle buyurdular: Ey Utbâ, Bedevi'ye var ve Allah'ın kendisini bağışladığını ona müjdele.

Allah Teâlâ: «Hayır, Rabbına andolsun ki; aralarında çekiştikleri şeylerde; seni hakem ta'yîn etmedikçe îmân etmiş olmazlar.» buyurarak kendi şerefli, mukaddes zâtına yemînle ifâde buyuruyor ki, bütün iş­lerde Allah Rasûlünü hakem ta'yîn etmedikçe hiç kimse gerçekten îmân etmiş olmaz. Onun verdiği hüküm gizli ve açık her zaman bağlanılması vâcib olan hak ve gerçektir. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ : «Sonra hak­larında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan ken­dilerini tamamen teslim etmedikçe îmân etmiş olmazlar.» buyurmuş­tur. Yani seni hakem ta'yîn ettiklerinde; içlerinden sana itaat ederler. İçlerinde senin verdiğin hükme karşı herhangi bir sıkıntı duymazlar. İç ve dışlanyla bu hükme uyarlar. Bir karşı koyma, bir müdâfaa ve mü­nâkaşa olmaksızın bütünüyle bu hükme teslim olurlar. Nitekim bir ha-dîs-i şerifte şöyle Duyurulmuştur: Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; arzusu benim getirdiğime tâbi olmadıkça hiç biriniz gerçekten îmân etmiş olmaz.

Buhârî der ki: Ali İbn Abdullah'ın... Urve'den naklettiğine göre; o şöyle demiştir: Zübeyr bir adamla Harre adı verilen yerdeki bir su yolu hakkında çekişmişti. Hz. Peygamber (s.a.) : Ey Zübeyr sula, sonra suyu komşuna gönder, buyurdu. Zübeyr'in hasmı olan ansârî: Ey Al­lah'ın elçisi, halanın oğlu olduğu için mi böyle? deyince Allah Rasûlü (s.a.) nün yüzünün rengi değişti ve şöyle buyurdu : Ey Zübeyr sula, son­ra duvara dönünceye kadar suyu tut, hapset. Sonra da suyu komşuna gönder. Böylece ansârî kendisini öfkelendirince Hz. Peygamber Zü­beyr'in hakkını açık bir çözümle tâm olarak vermiş oldu. Halbuki daha önce her ikisi için de daha uygun olan bir duruma işaret buyurmuş­lardı. Zübeyr der ki: İşte; «Hayır, Rabbına andolsun ki; aralarında çe­kiştikleri şeyde seni hakem ta'yîn etmedikçe... îmân etmiş olmazlar.» âyeti bu konuda nazil olmuştur. Bu hadîsi İmâm Buhârî Sahîh'inin Ki-tâb'üt-Tefsîr, Kitab'üş-Şürb ve Kitab'üs-Sulh bölümlerinde rivayet et­miştir. Hadîs mürsel gibi görünüyorsa da, mânâ itibariyle muttasıl bir hadîstir.

Aynı hadîsi bu şekliyle İmâm Ahmed de mürsel olarak rivayet et­miştir.

Hadîsin isnadı Urve ve babası Zübeyr arasında kopuktur. Çünkü o, babasından işitmemiştir. Bilâkis kardeşi Abdullah'dan bu hadîsi İşitmiş-tir. Ebu Muhammed Abdurrahmân İbn Ebu Hatim de bu hadîsi tefsirin­de şöyle nakleder: Bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ'nm... Zübeyr İbn el-Avvâm'dan rivayetine göre; o, Harre'deki bir su yolu konusunda Allah Rasûlü ile birlikte Bedir'de bulunmuş, ansârdan birisiyle hasımlaşmış-lardı. Her ikisi de bu su yolundan hurmalıklarım suluyorlardı. Ansârî: Suyu serbest bırak gitsin, dediyse de Zübeyr bunu kabul etmedi. Allah Rasûlü: Ey Zübeyr, sula, sonra komşuna gönder, buyurunca ansârî kızarak : Ey Allah'ın Rasûlü, halanın oğlu olduğu için mi? dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlünün yüzü değişti ve : Ey Zübeyr, sula, sonra su duvara dönünceye kadar suyu hapset, buyurdu. Böylece Allah Rasûlü Zübeyr'in hakkını tâm olarak vermiş oldu. Halbuki bundan Önce Allah Rasûlü Zübeyr'e, hem ona ve hem de ansârîye daha uygun olan bîr görüş bildirmişti. Ansârî Allah Rasûlünü öfkelendirince açık bir hüküm halinde Zübeyr'e hakkını tâm olarak vermiş oldu. Zübeyr der ki: Öyle sanıyorum ki «Hayır, Rabbma andolsun ki; aralarında çekiştikleri şey­lerde seni hakem ta'yîn edip sonra haklarında verdiğin hükümden do­layı içlerinde bir sıkıntı duymadan kendilerini tamamen teslim etmedik­çe îmân etmiş olmazlar.» âyet-i kerime'si işte bu hâdise hakkında nazil olmuştur.

Hadîsi Neseî de bu şekliyle İbn Vehb'den naklen rivayet etmiştir. İmâm Ahmed ve bir grup hadîsi Leys'ten rivayet eder ve Abdullah İbn Zübeyr'in Müsned'inde mevcuttur, derler. İmâm Ahmed de hadîsi Ab­dullah îbn Zübeyr'in Müsned'inde zikretmiştir. En doğrusunu Allah Teâlâ bilir. Garîbtir ki, Hâkim Ebu Abdullah en-Neysâbûrî bu hadîsi îbn Şihâb'm yeğeni kanalıyla Abdullah İbn Zübeyr'den, o da Zübeyr'-den rivayet etmiş ve : İsnadı sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim tahrîc etmemişlerdir, demiştir. Ben, Zührî'den gelen bir isnâd ile bu hadîsi rivayet eden ve Abdullah İbn Zübeyr'i zikreden hiç kimseyi bilmiyorum. Ancak onun kardeşi oğlu (Zührî'nin kardeşinin oğlu) hâriç. O ise Züh­rî'den rivayetinde zayıftır.

Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki: Bize Muhammed İbn Ali'­nin... Seleme'den —Ebu Seleme ailesinden bir kimsedir— rivayetine göre; o şöyle demiştir : Zübeyr bir konuda bir adamla Allah Rasûlü huzûrunda hasımlaştı da Allah Rasûlü Zübeyr'in lehine hükmetti. Adam: Halası oğlu olduğu için onun lehine hükmetti, deyince: «Hayır, Rabbı-na andolsun ki; aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem ta'yîn edip sonra haklarında verdiğim hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duy­madan... îmân etmiş olmazlar.» âyeti nazil oldu.

İbn Ebu Hatim şöyle diyor : Bize babamın... Saîd îbn el-Müseyyeb' den naklettiğine göre, o, «Hayır, Rabbına andolsun ki... îmân etmiş olmazlar.» âyet-i kerîme'si hakkında şöyle demiştir: Zübeyr îbn el-Av-vâm ve Hâtib tbn Ebu Beltea hakkında nazil olmuştur. Bir su hakkında çekişmişler ve Allah Rasûlü önce yukarda olanın, sonra aşağıda olanın sulaması hükmünü vermişti. Bu hadîs mürsel olmakla birlikte Zübeyr ile hasımlaşan ansârî'nin ismini verdiğinden faydadan hâlî değildir.

Âyetin nüzul sebebi olarak zikredilen ve gerçekten garîb diğer bir olay: İbn Ebu Hatim der ki: Kıraat yoluyla Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ'-nın... Ebu'l-Esved'den rivayetine göre, o şöyle demiştir : İki adam Allah Rasûlü huzurunda hasımlaştılar da Allah Rasûlü aralarında hükmetti: Aleyhine hüküm verilen kişi: Bizi Ömer İbn Hattâb'a gönder, dedi. Allah Rasûlü de: Ona gidiniz, buyurdu. İkisi Hz. Ömer'e varınca; on­lardan birisi: Ey Hattâb'm oğlu, Allah" Rasûlü bunun aleyhine ve be­nim lehime hükmetti. O, bizi Ömer'e gönder dedi, Rasûlullah da bizi sana gönderdi, dedi. Ömer'in : Böyle mi? sorusuna öteki evet diye cevâb verince, Ömer : Ben sizin yanınıza gelip aranızda hüküm verinceye ka­dar yerinizden ayrılmayın, dedi. Ömer, kılıcını kuşanmış olarak ikisinin yanına geldi ve Bizi Ömer'e gönder, diyene vurarak onu öldürdü, öteki arkasını dönerek Rasûlullah (s.a.) in yanma kaçtı ve : Ey Allah'ın el­çisi, Allah'a yemîn ederim ki, Ömer arkadaşımızı öldürdü. Şayet mü-dâhele etseydim beni de öldürürdü, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) : Ömer'in bir mü'mini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım, buyurdu da Allah Teâlâ : «Hayır, Rabbına andolsun ki; aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem ta'yîn etmedikçe... îmân etmiş olmazlar.» âyetini indirdi. Böy­lece o kişinin kanı heder edilirken onu öldürmesinden dolayı Hz. Ömer de temize çıkarıldı. Ancak bunun bir sünnet olarak yerleşmesini Allah Teâlâ hoş görmeyerek: «Şayet onlara : Kendinizi feda edin, yahut: Memleketinizden çıkın, diye emretmiş olsaydık, pek azı müstesna bunu yapmazlardı. Kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler elbet­te bu; haklarında çok hayırlı ve daha sağlam olurdu.» (Nisa, 66) âye­tini indirdi. Hadîsi İbn Merdûyeh îbn Lehîa kanalıyla Ebu'l-Esved'den rivayet etmiştir. Ancak hadîs garîb ve mürsel olup îbn Lehîa zayıf bir râvîdir. En doğrusunu Allah bilir.

Hadîsin diğer bir kanaldan rivayeti şöyledir : Hafız Ebu îshak İbra­him îbn Abdurrahmân İbn İbrâhîm îbn Dihyem tefsîr'inde der ki: Bize Şuayb tbn Şuayb'ın... Utbe îbn Damre'den, onun da babasından rivâyetine göre; iki adam Hz. Peygambere gelerek hasımlaştılar. Allah Ra-sûlü hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen : Razı olmam, deyince arkadaşı: Ne istiyorsun? dedi. O da : Ebu Bekr es-Siddîk'a gi­delim, dedi ve ona gittiler. Lehine hüküm verilen Ebu Bekir'e : Biz Hz. Peygambere gidip hasımlaştık ve benim lehime hükmetti, dedi. Ebu Be­kir : İkiniz de Hz. Peygamber (s.a.) in verdiği hüküm üzre olacaksınız, (ikiniz de Allah Rasûlünün hükmüne uyacaksınız) dedi. Ancak (aleyhi­ne hüküm verilen) arkadaşı razı olmayarak : Ömer îbn el-Hattâb'a gi­delim, dedi ve Ömer'in yanına vardılar. Lehine hüküm verilen Ömer'e : Biz Hz. Peygambere vararak hasımlaştık. O, benim lehime, bunun aley­hine hükmetti. Bu, razı olmayıp reddetti, dedi. Ömer'in sorusu üze­rine (aleyhine hüküm verilen) durumun böyle olduğunu söyledi. Ömer evine girdi ve elinde çekilmiş kılıcı olarak tekrar çıktı. Kılıcıyla razı ol­mayı reddedenin başına vurarak onu öldürdü. Bunun üzerine Allah Teâ-lâ: «Hayır, Rabbına andolsun ki; aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem ta'yîn edip... îmân etmiş olmazlar.» âyetini indirdi.[3]

 

66  — Şayet onlara: Kendinizi feda edin, yahut; mem­leketinizden çıkın, diye emretmiş olsaydık, pek azı müstes­na bunu yapmazlardı. Kendilerine öğüt verilen şeyleri ye­rine getirseydiler elbette bu; haklarında çok hayırlı ve pâ-yidâr olma açısından daha sağlam bir hareket olurdu.

67  — O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükâ­fat verirdik.

68  — Ve şüphesiz onları doğru yola eriştirirdik.

69  — Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse; işte onlar, şehîdler ve sâlihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaş­tır onlar.

70-— Bu büyük lütuf Allah'tandır. Allah, her şeyi bi­lici olarak kafidir.

 

Allah'a Ve Peygambere Îtâat Edenler

 

Allah Teâlâ, bu âyetlerde haber veriyor ki; insanların çoğu yapa-gelmekte oldu klan kötülükleri yapmakla emredilselerdi bunlan işle­mezlerdi. Zîrâ onlann kötü tabiatları, emirlere karşı gelme temâyü-lündedir. Bu, vuku' bulmuş ya da vuku' bulmamış olsun Allah Teâlâ'-mn ilmi dahilindedir. Olacaklar hakkındaki durum o halde nasıldır? Bunun içindir ki, Allah Teâlâ : «Şayet onlara : Kendinizi feda edin, ya­hut; memleketinizden çıkın, diye emretmiş olsaydık pek azı müstesna bunu   yapmazlardı.» buyurmuştur.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Müsennâ'nın... Ebu îshâk es-Sübey'î'-den naklettiğine göre; o şöyle demiştir : «Şayet onlara : Kendinizi feda edin, yahut; memleketinizden çıkın, diye emretmiş olsaydık pek azı müs­tesna bunu yapmazlardı...» âyeti nazil olunca; bir adam : Şayet biz em­redilmiş olsaydık mutlaka yapardık. Bizi bundan affeden Allah'a ham-dolsun, dedi. Bu, Hz. Peygambere (s.a.) ulaşmca şöyle buyurdu: Üm­metimden öyle insanlar vardır ki; îmân, onlann kalblerinde muhkem dağlardan daha sağlamdır.

İbn Ebu Hatim şöyle diyor : Bize Ca'fer tbn Münir'in... Hasan'dan naklettiğine göre; o şöyle demiştir : «Şayet onlara : Kendinizi feda edin, diye emretmiş olsaydık pek azı müstesna bunu yapmazlardı.» âyeti na­zil olunca, Hz. Peygamber (s.a.) in ashabından bazıları: Rabbımız böyle yapsaydı (emretseydi) biz mutlaka yapardık, dediler. Bu, Hz. Peygam-ber'e ulaşınca şöyle buyurdu: Ehlinin kalblerinde îmân, muhkem dağ­lardan daha sağlamdır.

Süddî diyor ki: Sabit tbn Kays İbn Şemmâs ve bir Yahûdî karşı­lıklı övünüyorlardı. Yahûdî: Allah'a yemîn ederim ki; Allah bize katli (öldürmeyi) farz kıldı da biz kendilerimizi öldürdük, deyince, Sabit: Allah'a yemîn ederim ki; Allah bize: Kendinizi feda edin (öldürün), diye farz kılsaydı biz de mutlaka öldürürdük, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Hadîsi İbn Ebu Hâtİm rivayet etmiştir.

Yine İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Âmir İbn Abdullah İbn Zübeyr'den naklettiğine göre; o şöyle demiştir : «Şayet onlara : Ken­dinizi feda edin, yahut; memleketlerinizden çıkın, diye emretmiş olsay­dık; pek azı müstesna bunu yapmazlardı.» âyeti nazil olunca; Allah Ra-sûlü (s.a.) şöyle buyurdular : Şayet (bu âyet) inseydi bir kölenin anne­sinin oğlu da kölelerden olurdu. (?)

Bize babamın... Şureyh İbn Ubeyd'den naklettiğine göre; o şöyle demiştir : Allah Rasûlü : «Şayet onlara : Kendinizi feda edin, diye emretmiş olsaydık...» âyetini okuduktan sonra eliyle Abdullah îbn Revâ-ha'yı işaret ederek: Şayet Allah Teâlâ bunu onlara farz kılsaydı bu —İbn Revâha'yı kasdediyor— o az kimselerden olurdu, buyurdu.

Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Kendilerine öğüt verilen şeyleri ye­rine getirseydiler...» buyuruyor. Yani kendilerine emredilenleri yapıp yasaklananları terketseydiler «Haklarında çok hayırlı olurdu.» emredi­lenleri yapmaları, yasaklananları terketmeleri emre karşı gelme ve ya­saklananları işlemekten çok daha hayırlı olurdu. «Payidar olma açısın­dan daha sağlam bir hareket olurdu.» âyetin bu kısmı hakkında Süddî şöyle diyor: Tasdik bakımından daha sağlam bir hareket olurdu.

Allah Teâlâ • «O takdirde katımızdan büyük bir mükâfat olmak üze­re onlara cenneti verirdik. Ve şüphesiz onları (dünya ve âhiret de) doğru yola eriştirirdik.» buyurmuştur.

Daha sonra Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : «Kim Allah'a ve Pey­gambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın nimetine eriştirdiği peygam­berler, sıddîkler, şehîdler ve sâlihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar.» Kim Allah'ın ve elçisinin emrettiklerini yapar, Allah ve elçisinin yasakladıklarını terkederse, işte Allah Teâlâ o kişiyi şerefli evinde otur­tur ve onu peygamberine, sonra rütbece onlardan sonra gelenlere —ki bunlar da sıddîkler, şehîdler, genel olarak mü'minler olup içleri ve dış­lan temiz sâlih kişilerdir— komşu yapar.

Daha sonra Allah Teâlâ onları överek : «Ne iyi arkadaştır onlar.» bu­yurmuştur. Buhârî der ki: Bize Muhammed îbn Abdullah İbn Havşeb' İn... Âişe'den naklettiğine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle derken işittim : Hiçbir peygamber yoktur ki; hastalandığında dünya ile âhiret arasında muhayyer bırakılmış olmasın. Allah Rasûlü vefat ettiği hastalığında; Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, Sıddîkler, şehîdler ve sâlihlerle birlikte, buyurduğunu işittim ve anla­dım ki, muhayyer bırakılmıştı.

Hadîsi Müslim de Şu'be kanalıyla Sa'd İbn İbrahim'den rivayet et­miştir. Allah Rasûlünün üç defa «Ey Allah'ım, Refik-i A'Iâ'da.» buyurup sonra vefat buyurduğu hakkındaki hadîs ile bu hadîs-İ şerîf aynı an­lamdadır.

Bu âyet-i kerîme'nin nüzul sebeplerinden bir diğeri : İbn Cerîr der ki: Bize İbn Humeyd'in... Saîd İbn Cübeyr'den naklettiğine göre; o, şöyle demiştir : Ansârdan bir adam Allah Rasûlüne üzüntülü bir şekilde gelmişti. Allah Rasûlü kendisine : Ey falan kimse, ne oldu ki seni üzün­tülü görüyorum? buyurdular. O kişi: Ey Allah'ın Peygamberi, bir konu beni düşündürüyor, dedi. Allah Rasûlü'nün : Nedir o? diye sorması üze­rine : Biz (şimdi) sana gelip gidiyoruz, yüzüne bakıyoruz ve seninle bir­likte oturuypruz Yarın sen peygamberlerle birlikte yükseleceksin ve biz sana ulaşamayacağız, dedi. Allah Rasûlü ona bir cevâb vermediler.

Cibril: »Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler... ile birliktedirler.» âyetini getirin­ce; Allah Rasûlü o kişiye haber göndererek kendisini müjdeledi.

Bu hadîs Mesrûk, İkrime, Âmir eş-Şa'bî, Katâde, Rebî' İbn Enes'-den de mürsel olarak rivayet edilmiş olup isnadı en güzeldir.

Yine îbn Cerîr der ki: Bize Müsennâ'nın... Rebî'den rivayetine göre o; «Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse...» âyeti hakkında şöyle de­miştir : Hz. Peygamber (s.a.) in ashabı şöyle konuştular: Biz; Hz. Pey­gamber (s.a.) in cennette kendisine uyup doğrulayan mü'minlerden de­rece bakımından daha üstün olduğunu biliyoruz. Cennette toplandık­larında; bir kısmı diğerlerini nasıl görecekler? Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'yi indirdi. Râvî şöyle devam eder : Allah Rasûlü şunu demek istedi: (Cennette) yüksek derecelerde olanlar; kendilerin­den daha aşağıda olanlara inip gelecekler. Cennet bahçelerinde topla­nacaklar. Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri hatırlayıp onu övecek­ler. (Yüksek) derecelerde olanlar onların yanma inip isteyip arzu ettik­leri şeyleri kendilerine getirecekler (ya da haber verecekler). Onlar bir bahçede nimetler içinde olacaklar.

Bu hadîsin Ebu Bekr İbn Merdûyeh tarafından merfû* olarak ri­vayeti şöyledir : Bize Abdurrahîm İbn Muhammed İbn Müslim'in... Hz. Âişe'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Bir adam Hz. Peygambere (s.a.) gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü; sen, bana kendimden, ailemden ve çocuğumdan daha sevgilisin. Ben evde olup da seni hatır­ladığımda, sabredemez gelir sana bakarım. Ölümü ve senin ölümünü hatırladım ve bildim ki; sen cennete girdiğinde peygamberlerle birlikte yükselecek (yüksek derecelerde bulunacak) sin. Eğer ben cennete gi­rersem seni göremeyeceğimden korkarım. Allah'ın Rasûlü (s.a.) bu ki­şiye «Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın nime­tine eriştirdiği peygamberler, sıddîkler, şehîdler ve sâlihlerle birlikte­dirler. Ne iyi arkadaştır onlar.» âyet-i kerîme'si nazil oluncaya kadar cevâb vermediler.

Bu hadîsi Hafız Ebu Abdullah el-Makdisî «Sıfat'ül-Cenne» kitabın­da Taberânî kanalıyla... Abdullah İbn İmrân el-Âbidî'den rivayet etmiş ve; isnadında bir zayıflık olduğunu sanmıyorum, demiştir. Allah en doğrusunu bilir.

îbn Merdûyeh de şöyle diyor: Bize Süleyman İbn Ahmed'in... İbn Abbâs'tan naklettiğine göre; bir adam Hz. Peygambere (s.a.) gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü, seni o kadar seviyorum ki, seni evde hatırladığımda bu bana zor ve ağır geliyor. İsterdim ki, seninle aynı derecede olayım, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) ona cevâb vermedi ve Allah Teâlâ bu âyeti in­dirdi. Hadîsi bu şekliyle İbn Cerîr de İbn Humeyd'den, Cerîr'den, Atâ'-dan, Şa'bî'den mürsel olarak rivayet etmiştir. Müslim'in Sahîh'inde Hikl İbn Ziyâd kanalıyla... Rabîa İbn Kâ(b el-Eslemî'den rivayet edildiğine göre; o, şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) in yanında gecelemiş, ona abdest suyunu ve ihtiyâçlarını getirmiştim. Bana; iste, buyurdular. Ben de: Ey Allah'ın Rasûlü, cennette seninle birlikte olmayı diliyorum, de­dim. Ya başka? buyurdular. Ben, sadece bu dedim. O halde bu konuda çok secde etmek suretiyle bana yardımcı ol, buyurdular.

îmâm Ahmed der ki: Bize Yahya ibn İshâk'ın... Amr İbn Mürre el-Cühenî'den rivayetine göre; o şöyle demiştir : Bir adam Allah Rasûlü (s.a.) ne gelerek : Ey Allah'ın elçisi, Allah'dan başka ilâh olmadığına ve senin O'nun elçisi olduğuna şehâdet ettim. Beş vakit namazı kıldım. Malımın zekâtını verdim ve Ramazân ayında oruç tuttum, dedi. Allah Rasûlü : Kim bu minval üzere ölürse ve anne babasına karşı gelmemiş­se; kıyamet gününde peygamberler, sıddîkler ve şehîdlerle şöyle şöyle­dir, buyurup iki parmaklarını işaret buyurdular. Hadîsi sadece İmâm Ahmed rivayet etmiştir.

Yine îmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Hâşim'in kölesi Ebu Saîd'in... Sehl îbn Muâz İbn Enes'den, onun da babasından rivayetine göre; Allah Rasûlü şöyle buyurmuşlardır; Kim Allah yolunda bin âyet okursa; kı­yamet günü inşâallah peygamberler, sıddîkler, şehîdler ve sâlihlerle bir­likte yazılır. Onlar ne iyi arkadaştırlar.

Tirmizî'nin Süfyân es-Sevrî kanalıyla... Ebu Saîd'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Doğru ve emîn tüccar peygamberler, sıddîkler ve şehîdlerle beraberdir. Hadîsi bu şekliyle ri­vayet eden Tirmizî sonra şöyle der : Bu, hasen bir hadîs olup, sadece bu tarîkdan bilmekteyiz. Hadîsin isnadında bulunan Ebu Hamza'nm ismi Abdullah İbn Câbir olup Basralı bir hadîs şeyhidir.

Bütün bu hadîslerden müjdece daha büyük olanı sahîh hadîs kitap­larında, müsned'lerde ve başka eserlerde sahabeden bir grup tarafından mütevâtir kanallarla rivayet edilen şu hadîs-i şeriftir: Allah Rasûlü (s.a.) ne, bir kavmi sevip de onlara kavuşamayan bir adamın durumu, sorulduğunda, kişi, sevdiği ile beraberdir, buyurdular. Enes der ki: Müs­lümanlar bu hadîs-i şerîf ile sevindikleri kadar hiç sevinmemişlerdi. Enes'den rivayet edildiğine göre; o, şöyle demiştir: Ben Allah Rasûlü (s.a.) nü seviyorum. Ebubekir ve Ömer'i de seviyorum. Onların amelleri gibi amellerim olmasa, da Allah'ın beni onlarla birlikte dirilteceğini umarım.

İmâm Mâlik İbn Enes der ki: Safvân İbn Süleym'in... Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır : Cennet ehli kendilerinden üstte bulunan köşklerde kalanları araların­daki mesafenin büyüklüğünden dolayı doğudan veya batıdan ufukda kaybolan büyük yıldızı gördükleri gibi göreceklerdir. Ey Allah'ın elçisi, bunlar peygamberlerin yerleri olup onlardan başkası bu derecelere ulaşamayacak mı? diye sordular. Evet, nefsim kudret elinde olana yemîn ederim ki, bunlar Allah'a îmân etmiş ve Rasûlleri doğrulamış kimse­lerdir, buyurdular. Hadîsi Buhârî ve Müslim Sahîh'lerinde Mâlik'den rivayetle tahrîc etmişlerdir. Hadîsin lafzı Müslim'indir.

îmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Fezâre'nin... Ebu Hüreyre'-den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Cennet ehli, cennette birbirlerini —dereceleri birbirinden çok farklı olduğu için— ufukta doğan, ya da batan büyük bir yıldız gibi göreceklerdir. Ey Allah'ın Rasûlü, onlar peygamberler mi? diye sordular. Evet, nefsim kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki, onlar Allah'a îmân etmiş, Rasûlleri doğrulamış kavimlerdir, buyurdular. Hafız Ziya el-Makdısî: Bu, Buhârî'nin şartlarına uygun bir hadîstir, demiştir ki, en doğrusunu Allah bilir.

Hafız Ebu el-Kâsım Taberânî, el-Mu'cem el-Kebîr'inde şöyle demek' tedir: Bize Ali İbn Abdülazîz'in... İbn Ömer'den naklettiğine göre; o, şöyle demiştir: Habeşistan'dan bir adam Allah Rasûlü'ne (bir şeyler) sormak üzere gelmişti. Allah Rasûlü kendisine: Sor, anlatayım, buyur­dular. Adam: Ey Allah'ın Rasûlü, siz şekillerde, renklerde ve peygam­berlikte bizden üstünsünüz. Senin îmân ettiğine îman eder, senin ame­lin gibi amel işlersem ben de seninle birlikte cennette olur muyum? diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.) : Evet, nefsim kudret elinde olan Allah'a ye­mîn ederim ki; cennette siyahların (zencilerin) nuru bin yıllık yoldan parlayacaktır, buyurdular. Râvî şöyle devam eder: Allah Rasûlü (s.a.) sonra şöyle buyurdular: Kim La İlahe İllallah derse bu, Allah katında onun için bir ahid olur. Kim de Sübhânallah ve bihamdihî (Allah'ı tes-bîh eder ve O'na hamdederim) derse, bununla onun için yüzyirmidört-bin hasene (sevâb) yazılır. Bir adam: Bundan sonra biz nasıl helak oluruz ey Allah'ın Rasûlü? diye sordu. Allah Rasûlü cevaben şöyle bu­yurdular : Kıyamet günü kişi, ameliyle gelecektir. Birinin Öyle ameli olacak ki; bu ameli bir dağın üzerine konsa dağa ağır gelecek. Allah'ın nimetlerinden bir nimet gelecek ve Allah rahmeti ile uzanıvermese o amelin tamamını bitiriverecek. Bunun üzerine : «İnsanın üzerinde uzun bir devirden öyle bir zaman geçmiştir ki, o anılmaya değer birşey bile değildi.» (İnsan, 1) âyeti nazil oldu. Habeşli bunun üzerine şöyle konuş­tu : Benim gözlerim cennette senin gözlerinin gördüğünü görecek mi? Allah Rasûlü; buna evet, diye cevâb verdiler de adam o kadar ağladı ki sonunda vefat etti. İbn Ömer der ki: Allah Rasûlünün (s.a.) bu adamı mezarına elleriyle indirdiğini gördüm. Hadîs garîb olup ifâdelerinde gâ-riblik vardır ve senedi de zayıftır.

Allah Teâlâ : «Bu büyük lütuf Allah'tandır.» buyuruyor ki; bu lü­tuf, onların amelleri mukabili olmayıp, Allah katından ve O'nun rahmetindendir. «Allah herşeyi bilici olarak kâfidir.* O hidâyete ve tevfîke hak kazananlan çok iyi bilicidir.[4]

 

71  — Ey îmân edenler, korunma tedbîrinizi alın da si­lâhlanarak, birlikler halinde veya toptan seferber olun

72  — Aranızda pek ağır davranacak olanlar da var. Size bir musibet geldiği takdirde: Allah bana gerçekten lütfetti de onlarla beraber bulunmadım, der.

73  — Şayet Allah'ın büyük bir nimetine mazhar olur­sanız; andolsun ki, sizinle bir dostluk ve tanışıklığı yokmuş gibi: Keski onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarıya erişseydim, der.

74  — O halde dünya hayatını âhirete satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Allah yolunda savaşan kimse öldü-rülse de, gâlib gelse de Biz, ona büyük bir mükâfat vere­ceğiz.

 

Allah Teâlâ mü'min kullarına; düşmanlarına karşı korunma ted­bîri almalarını emrediyor. Bu, gerek silâh hazırlama ve gerekse Allah yolunda seferber olmak, sayı ve hazırlıkları çoğaltmak suretiyle hazır­lanmayı gerektirir.

Âyet-i kerîme'deki kelimesi topluluklar, fırkalar ve seriyyeler halinde, demektir. İbn Abbâstan naklen Ali İbn Ebu Talha «Birlikler halinde seferber olun.» kışınım muhtelif seriyyeler halinde; «Toptan seferber olun.» kısmını da bütününüz-seferber olun, şeklinde anlamıştır.

Aynı görüş Mücâhid, İkrime, Süddî, Katâde, Dahhâk, Atâ el-Horasânî, Mukâtil İbn Hayyân ve Hıısayf el-Cezerî'den de rivayet edilmiştir.

Mücâhid ve birçoklarından rivayete göre; «Aranızda pek ağır dav­ranacak olanlar da var.» âyet-i kerîme'-si münafıklar hakkında nazil olmuştur. Mukâtil İbn Hayyân «Pek ağır davranacak olanların» cihâd-dan geri kalacaklar olduğunu söylemiştir.

Bu kişiler kendileri yavaş davrandıkları gibi, başkalarını da cihâda gitmekten ağır davranmaya teşvik edebilirler. Nitekim Abdullah İbn Übeyy îbn Selûl böyle yapmıştır. Kendisi cihâddan geri durduğu gibi, insanları da cihâda çıkmaktan alıkoymaya çalışırdı. Bu izah İbn Cü-reyc ve îbn Cerîr'e aittir. Bunun içindir ki; Allah Teâlâ münafıklardan haber vererek, onların cihâddan geri durmalan hakkında şöyle buyu­ruyor : Allah'ın hikmeti gereği düşman size gelip de şehîd olma ve öl­dürülme gibi «bir musibet size geldiği takdirde : Allah bana gerçekten lütfetti de onlarla beraber (harpte) bulunmadım, der.» Bunu Allah'ın kendisi üzerine nimetlerinden sayar ve öldürüldüğü takdirde şehîdlik ya da sabır ecirlerinden neler kaybettiğini bilmez. «Şayet Allah'ın, (yar­dımı, zafer ve ganimet gibi) büyük bir nimetine mazhar olursanız; an-dolsun ki, sizinle bir dostluk ve tanışıklığı yokmuş (sizin dininizden de­ğilmiş) gibi: Keski onlarla beraber olsaydım da ben de (onlarla bir­likte bana da bir pay ayrılması ve bir pay elde etmem şeklinde) büyük bir başarıya erişseydim, der.» Zaten onun en büyük maksadı ve mura­dının son mertebesi de budur.

«O halde (seferber olan mü'minler) dünya hayatını âhirete sa­tanlarla (küfürleri ve imansızlıkları sebebiyle dinlerini az bir dünya malı mukabili satanlarla) Allah yolunda (Allah için) savaşsınlar. Allah yolunda savaşan kimse öldürülürse de, gâlib gelse de Biz, ona büyük bir mükâfat vereceğiz.» Allah yolunda savaşan kimseler, Öldürülseler ya da gâlib gelip ganimet alsalar da; onlar için Allah katında büyük sevâb ve bol ecir vardır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde yer alan bir hadis-i şerife göre; Allah Teâlâ kendi yolunda savaşan mü-câhid'i şayet ölürse cennete koymayı, ya da çıkmış olduğu evine ecir ve ganimete nail olmuş bir şekilde döndürmeyi tekeffül etmiştir.[5]

 

75  — Size ne oluyor da: Rabbımız, halkı zâlim olan şu şehirden bizi kurtar, katından bize bir sahip gönder, bir yardımcı yolla, diyen; zavallı çocuklar, erkekler ve kadın­lar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?

76  — îmân edenler Allah yolunda savaşırlar. Küfür edenler ise, Tâğût yolunda harbederler. O halde şeytânın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytânın hilesi zayıftır.

 

Allah Teâlâ îmân eden kullarını kendi yolunda cihâda (savaşma­ya) ve Mekke'de kalmak zorunda olan zayıf erkek, kadın ve çocukları kurtarmak için çalışmaya teşvik ediyor. Ve buyuruyor ki: «(Onlar Rabbımız, halkı zâlim olan şu şehirden bizi kurtar... derler.» Bu âyet-i kerîme'de «Nice kasabaları yok ettik ki, onlar, seni sürüp çıkaran kasa­badan daha kuvvetli idiler.» (Muhammed, 13) âyetinde olduğu gibi Mekke şehri kaydedilmektedir.

Allah Teâlâ âyet-i kerîme'de bu şehri «Halkı zâlim olan» şeklinde niteleyip orada bulunan zavallı ve zayıfların sözlerini şöyle nakledi­yor : «Katından bize bir sahip gönder, bir yardımcı yolla.»

Buhârî der ki: Bize Abdullah İbn Muhammed'in... İbn Abbâs'tan naklettiğine göre o: Ben ve annem (âyet-i kerîme'de belirtilen) zaval­lılardan idik, demiştir. Yine Süleyman İbn Harb kanalıyla... îbn Mü-leyke'den nakledildiğine göre; İbn Abbâs: «Ancak erkek, kadın ve ço­cuklardan çaresiz kalan... zavallılar müstesnadır.» (Nisa, 98) âyetini okuduktan sonra: Ben ve annem Allah Teâlâ'nın özrünü kabul ettikle­rinden idik, demiştir.        

Sonra Allah Teâlâ: «îmân edenler Allah yolunda savaşırlar, küf­redenler ise tâğût yolunda harbeder.» buyuruyor ki, îmân edenler Al­lah'a itaat ve O'nun rızâsını kazanma yolunda harbederler. Kâfirler ise, şeytâna itaat yolunda savaşırlar. Sonra Allah Teâlâ : «O halde şey­tânın'dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki, şeytânın hilesi zayıftır.» sözü ile mü'minleri, düşmanlarıyla savaşa teşvik etmektedir.[6]

 

77  — Kendilerine: Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin, denilmiş olanlara bakmaz mısın? Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca içlerinden bir grup Al-lah'dan korkar gibi, hattâ daha şiddetli bir korku ile insan­lardan korkuyorlar. Bunlar: Ey Rabbımız, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bırakaydın, dediler. Onlara de ki: Dünyanın geçimi azdır. Âhiret ise, müttakîler için elbet daha hayır­lıdır. Ve kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız.

78  — Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde da­hi olsanız ölüm sizi bulacaktır. îmân etmeyenlere bir iyilik gelirse : Bu Allah'tandır. Bir kötülük erişirse de: Bu senin yüzündendir, derler. De ki: Hepsi Allah tarafındandır. Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyor­lar?

79  — Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık ta kendindendir. Seni İnsanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şâhid olarak Allah yeter.

 

İslâm'ın başlangıcında ve mü'minler Mekke'de iken namazla, ze­kâtla emredilmişlerdi. Zekâtın her ne kadar ölçüleri verilmemiş ise de içlerinden fakîr olanlara yardımcı olmakla emrolunmuşlardı. Belli bir zamana kadar müşrikleri af ve müsamahayla karşılamaları ve sabret­meleri de emredilmişti. Düşmanlarından kurtulabilmeleri için kendi­lerine savaşın emredilmesini istiyor ve bu istekle tutuşuyorlardı. Hal­buki bir çok sebepten dolayı durum buna müsait değildi. Meselâ düş­manlarının sayıca çokluğu yanında onlar henüz azdılar. Müşriklerin memleketindeydiler. Orası yeryüzünün en şerefli yeri olup, haram bir belde idi. Dolayısıyla orada savaşla emredilmesi başlangıçta uygun de­ğildi. Onlar ancak kendilerinin bir ülkesi, cemâati ve yardımcıları ol­duktan sonra Medine'de cihâd ile emredildiler. Bununla birlikte şid­detle istemiş oldukları şeyle emredilince, bazıları bundan feryâd ile in­sanlarla (müşriklerle) karşı karşıya gelmekten müthiş bir şekilde kork­tular ve «Ey Rabbınıız, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bırakaydın?» dediler. Yani onu farz kılmayı ilerdeki bir zamana te'hîr edeydin. Zîrâ onda kan dökme, oğul­ların yetîm, kadınların dul kalması ihtimâli vardır, dediler. Bu âyet-i kerîme: «îmân etmiş olanlar: (Cihad hakkında) keski bir sûre indi­rilmiş olsaydı, derler» «Derken muhkem bir sûre indirilir de orada mü-câhede zikrolununca...»  (Muhammed, 20) âyeti ile aynı anlamdadır..

îbn Ebu Hatim der ki: Bize, Ali İbn Hüseyn'in... îbn Abbâs'tan naklettiğine göre; Abdurrahmân tbn Avf ve onun bazı arkadaşları Mek­ke'de Hz. Peygambere gelerek : Ey Allah'ın nebisi, biz müşrikler iken izzet ve şeref içindeydik; îmân ettiğimizde ise, zelîl (perişan) kimseler olduk, dediler. Allah Rasûlü: Ben, affetmekle emrolundum, kavimle (müşriklerle) savaşmayınız, buyurdular. Allah Teâlâ peygamberini Me­dine'ye intikâl ettirdikten sonra; o'na savaşmayı emretti de geri dur­dular. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Kendilerine ellerinizi savaştan çe­kin... denilmiş olanlara bakmaz mısın?» âyet-i kerîme'sini inzal bu-yordu.

Hadîsi; Neseî, Hâkim ve Ibn Merdûyeh, Ali îbn Hasan İbn Şakîk kanalıyla rivayet etmişlerdir.

Süddî'den rivayetle Esbât şöyle demiştir: Onlara sadece namaz ve zekât yüklenmiştir. Allah Teâlâ'dan kendilerine savaşmayı farz kılma­sını istediler. Savaşma onlara farz kılınınca da «İçlerinden bir grup, Allah'dan korkar gibi, hattâ daha şiddetli bir korku ile insanlardan kor­kuyorlar. Bunlar: Ey Rabbımız, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi yakın bir geleceğe —ki bu da ölümdür— kadar geri bi-rakaydın, dediler.» Allah Teâlâ da bunlara cevaben «Onlara de ki: Dün­yanın geçimi azdır. Âhiret ise, müttakîler için elbette daha hayırlıdır.» buyurdu.

İbn Cerîr'in Mücâhid'den rivayetine göre ise; bu âyetler Yahudiler hakkında nazil olmuştur.

Allah Teâlâ: «Onlara de ki: Dünyanın geçimi azdır. Âhiret ise, müttakîler için elbette daha hayırlıdır.» buyuruyor ki; müttakî olan kişinin âhireti dünyasından daha hayırlıdır.

Allah Teâlâ : «Ve kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız.» buyu­ruyor ki; siz, amellerinizin karşılığını tâm olarak alacaksınız, demek­tir. Bu, onları (inananları) dünya üzüntülerine karşı bir teselli, âhirete Özendirme ve cihâda teşviktir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Hişâm'dan naklettiğine gö­re Hasan, «Dünyanın geçimi azdır.» âyetini okur ve şöyle derdi: Bu âyet ölçüşünce ona sahip olan kula Allah rahmet etsin. Öncesiyle, son-rasıyla ve bütünüyle dünya bir süre uyuyan ve rü'yâsında sevdiklerinin bir kısmım görerek sonra uyanan kişi gibidir.

Allah Teâlâ : «Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır.» buyuruyor. Mutlaka Ölüme gideceksiniz ve sizden hiç kimse ondan kurtulmayacaktır. Nitekim Allah Teâlâ başka âyet-i kerîme'lerde de şöyle buyurur: «Yeryüzünde bulunan her şey sonludur.» (Rahman, 26); «Her canlı ölümü tadacaktır.» (Âl-i îmrân, 185); «Senden önce hiçbir insanı ebedî kılmadık.» (Enbiyâ, 34). Bu âyetlerden murâd; herkesin mutlaka ölecek olmasıdır. Bundan onları hiçbir şey kurtaramayacaktır. îster Allah yolunda savaşsın, ister sa­vaşmasın. Onun için kesin bir ecel ve belirlenmiş bir son (gaye) var­dır. Nitekim kendi yatağında Ölen Hâlid İbn Velîd şöyle demiştir: Şu şu savaşlarda bulundum. Organlarımda ok ve kılıç yarası olma--yanı yok. Ama işte ben yatağımda ölüyorum. Korkakların göz# aydın olsun.» Allah Teâlâ : «Sağlam (güçlü, yüksek) kaleler içinde dahi olsa­nız ölüm sizi bulacaktır.» buyuruyor. Âyetteki  burçlar,

kelimesini Süddî, gökteki burçlar ile tefsir etmişse de bu görüş zayıftır. Sıhhatli olan görüşe göre, bunlar sağlam kalelerdir. Yani sakınma ve korunma, ölüme çâre değildir.

Burada ibn Cerîr ve îbn Ebu Hatim, Mücâhid'den naklen şu hikâ­yeyi zikrederler: Bizden öncekilerden bir kadının doğum sancısı tut­muş ve hizmetçisine kendisine bir ateş getirmesini emretmişti. Hiz­metçi dışarı çıktığında kapıda duran bir adam gördü. - O kişi: Kadın ne doğurdu? diye sordu. Hizmetçi, kız olduğunu söyleyince, şöyle dedi: Bu kız yüz adamla zina edecek, hizmetçisi onunla evlenecek ve Ölümü bir Örümcek yüzünden olacak. Hizmetçi hemen geri dönerek kızın kar­nını bıçakla yardı ve kaçıp gitti. Kızın öldüğünü sandı. Kızın annesi onun karnını dikti ve o da iyileşerek büyüdü, memleketinin en güzel kadını oldu. Hizmetçi gidebildiği kadar gitti. Denizlerde dolaştı, çokça mal kazanarak memleketine döndü ve evlenmek istedi. İhtiyar bir ka­dına : Bu ülkenin en güzel kadını ile evlenmek istiyorum, dedi. îhtîyâr kendisine: Burada falan kadından daha güzeli yok, deyince de; onu bana iste, dedi ve kadın onu istemeye gidince; kız bunu kabul etti. Adam onun (kızın) yanına girince; adam kızın çok hoşuna gitti ve durumunu, nereden geldiğini sordu. Adam da durumunu ve kaçmasıyla İlgili olan hikâyesini anlattı. Kız : îşte ben o kızım, diyerek, bıçak yerini ona gös­terdi. Adam bunu kabullenerek dedi ki: Şayet sen o kız isen mutlaka şu iki şeyi bana bildirmelisin : Birisi sen yüz adamla zina ettin. Kız:

Evet bir şeyler oldu. Ama sayılarını bilmiyorum, dedi. Adam : Onlar yüz­dür, diyerek şöyle devam etti: İkincisi sen mutlaka bir örümcek yüzün­den öleceksin. Adam onu bundan (örümcekle ölmekten) korumak üze­re kendisi için sağlam ve muhteşem bir saray yaptı. Onlar bir gün orada iken tavanda bir örümcek göründü. Adam kıza örümceği gösterdi­ğinde : Beni sakındırdığın şey bu mu? Allah'a yemîn ederim ki onu mutlaka ben öldüreceğim, dedi ve örümceği tavandan indirdi. Kız örümceğe yönelerek ayağının baş parmağı ile ona basıp öldürdü. Örüm­ceğin zehirinden bir parça sıçrayarak tırnağı ile eti arasına girdi ve ayağı karararak eceli bu yüzden oldu.

«îmân etmeyenlere bir iyilik gelirse...» âyetindeki iyilik anlamına gelen kelimesini; bolluk, meyveler, ekinler ve çocuklar­dan ibaret rızık olarak tefsîr etmişlerdir. Bu tefsir İbn Abbâs, Ebu'1-Âli-ye ve Süddî'nin tefsirlerine uygundur. «Bu Allah'tandır. Bir kötülük erişirse de bu senin yüzündendir, derler.» Âyet-i kerîmedeki kelimesi; kıtlık, kuraklık, meyve ve ekinlerde noksanlık, çocukların, hayvanların ve başka şeylerin ölümü olarak tefsîr edilmiştir. Ebu'l-Âliye ve Süddî bunlar arasındadır. Böyle kimseler kendilerine bir kötülük eriştiğinde; «bu senin yüzündendir» derler. Yani bütün bunlar senin yüzünden, sana ve senin dinine uymamız sebebiyledir, derler. Nitekim Allah Teâlâ, başka bir âyet-i kerîme'de Firavn'ın kavminden haber ve­rerek şöyle buyuruyor : «Onlara bir iyilik geldiğinde : Bu bizim içindir, dediler. Şayet kendilerine bir fenalık gelirse, Mûsâ ile beraberindekilere uğursuzluk yüklerlerdi.»  (A'râf, 131)

Başka bir âyet-i kerîme'de de Allah Teâlâ «İnsanlardan Allah'a bir harf üzere ibâdet edenler vardır.» (Hacc, 11) buyurur ki, zahiren is­lâm'a girmiş ve fakat gerçekte ondan hoşlanmayan münafıklar böy­ledir. Onlara bir kötülük geldiğinde bunu Hz. Peygambere uymuş ol­malarına isnâd ederlerdi.

Bu âyetin tefsirinde Süddî şöyle diyor: Âyette geçen kelimesi; bolluk anlamındadır. Atlan, hayvanları ve koyunları yavrula-dığında, durumları güzel olduğunda ve kadınları erkek çocuklar doğur­duğunda : «Bu Allah'tandır derler.» Onlara bir kötülük erişirse de —âyetteki kelimesi kuraklık ve mallarındaki zarar anla­mındadır.— Bunu Hz. Muhammed'in, uğursuzluğu sayarak : «Bu senin yüzündendir, derler.» Onlar derler ki: «Dinimizi terketmemiz ve Mu-hammed'e uymamız yüzünden bu belâ bize gelmiştir.» İşte bunun üze­rine Allah TelHâ : «De ki: Hepsi Allah tarafındandır.» buyuruyor. Her şey, Allah'ın kaza ve kaderi iledir. O'nun kaza ve kaderi iyi ve günah­kâr, mü'min ve kâfir hakkında geçerlidir.

«De ki: Hepsi Allah tarafındandır.» âyeti hakkında İbn Abbâs'tan naklen Ali îbn Ebu Talha şöyle der : Burada iyilik ve kötülük kasdedil-mektedir. Hasan el-Basrî de böyle demiştir.

Şek ve şüpheden, anlayış ve ilmin noksanlığından, bilgisizlik ve zul­mün çokluğundan neş'et eden böyle bir sözü söyleyenler hakkında Allah Teâlâ: «Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar.» buyuruyor.

«De ki: Hepsi Allah taraf ındandır.» âyeti hakkında rivayet edilen garîb bir hadîs şöyledir : Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr diyor ki: Bize Seken İbn Saîd'in... Amr îbn Şuayb'dan, onun babasından, onun da dedesin­den rivayetine göre; o şöyle demiştir : Allah Rasûlünün yanında oturu­yordum. Ebubekir ve Ömer iki grup ile geldiler, yüksek sesle konuşu­yorlardı. Ebubekir Allah Rasûlünün yalanına, Ömer de onun yakınına oturdu. Allah Rasûlü : Sesleri niçin yükselmişti? diye sorduklarında, bir adam ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Ebubekir de : Ey Allah'ın Rasûlü, iyilik­ler Allah'tan, kötülükler kendimizdendir, dedi. Allah Rasûlü: Sen ne dedin ey Ömer? diye sordular. Ömer de*: İyilikler ve kötülükler Allah Teâlâ'dandır, dedim diye cevâb verdi. Allah Rasûlü şöyle buyurdular: Bu konuda ilk konuşan Cebrâîl ve Mikâîl'dir. Ey Ebubekir, Mikâîl senin dediğin gibi dedi. Ey Ömer Cebrâîl de senin söylediğin gibi söyledi Biz ihtilâfa düşüyoruz, gök ehli de ihtilâfa düşüyor. Gök ehli ihtilâfa dü­şerse, yer halkı da ihtilâfa düşer. Mikâîl ve Cebrâîl, İsrafil'in hakem­liğine başvurdular da o aralarında iyilik ve kötülüklerin Allah'dan ol­duğuna hükmetti. Sonra Allah Rasûlü Ebubekir ve Ömer'e dönerek: Aranızdaki hükmümü iyi belleyin, şayet Allah Teâlâ kendisine isyan edilmemesini isteseydi İblîs'i yaratmazdı, buyurdular. Şeyhülislâm Ta-kiyyuddîn Ebu el-Abbâs îbn Teymiyye bu hadîsin ma'rifet ehlinin itti­fakıyla uydurma olduğunu söylemiştir.

Sonra Allah Teâlâ elçisine hitaben ve bir cevap olmak üzere bü­tün insanları kasdederek şöyle buyuruyor: «Sana gelen her iyilik Al­lah'tandır. (Allah'ın fazlından, nimetinden, lutfundan ve rahmetinden-dir.) Sana gelen her fenalık ta kendindendir. (Senin tarafındandır, se­nin amelindendir.)» Başka bir âyet-i kerîme'de de Allah Teâlâ şöyle bu­yuruyor : «Başınıza gelen bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yü­zündendir. Bununla beraber O, çoğunu affeder.»  (Şûra, 30).

Süddî, Hasan el-Basrî, tbn Cüreyc ve İbn Zeyd «Sana gelen her fenalık da kendindendir.» âyetini; senin günâhındandır, şeklinde anla­mışlardır. Katâde de «Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da kendindendir.» âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: Sana gelen her ceza, ey Ademoğlu senin günâhın yüzündendir. Devamla Ka­tâde şöyle der: Bize anlatıldığına göre; Allah Rasûlü şöyle demiştir: Kişiye gelen diken batması, ayak sürçmesi ve damar çatlaması ancak bir günâh sebebiyledir. Allah'ın bağışladığı ise pek çoktur. Katâde'nin mürsel olarak rivayet ettiği bu hadîs-i şerif sahîh-i Buhârî'de muttasıl olarak rivayet edilir. Buhârî'de şöyle buyuruluyor : Nefsim kudret elin­de olan Allah'a yemîn ederim ki; mü'min kişiye bir üzüntü, bir dert ve zahmet geldiğinde, hattâ bir diken battığında; Allah Teâlâ bunu onun hatâlarına bir keffâret kılar.

Ebu Salih de «Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da kendindendir.» âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: Sana ge­len her fenalık da kendi günâhın yüzündendir. Ve bunu senin aleyhine takdir eden de Benim. Bu görüşü İbn Cerîr rivayet etmiştir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Ammâr'm... Mutarrif îbn Abdullah'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Kaderden ne istiyor­sunuz? Nİsâ süresindeki «îmân etmeyenlere bir iyilik gelirse bu Allah'­tandır; bir kötülük erişirse bu da senin yüzündendir derler.» âyeti size yetmiyor mu? Yani gelen kötülük sendendir. Allah'a yemîn ederim ki; kadere havale olunmadılar, emredildiler ve ona gideceklerdir, Kaderiy-ye ve Cebriyye'ye red makamında olmak üzere bu; sağlam, kuvvetli bir sözdür ve izahı başka bir yerde gelecektir.

Allah Teâlâ : «Seni insanlara peygamber olarak gönderdik.» buyu­ruyor ki; sen (Ey Rasûlüm) onlara Allah'ın kanunlarım, sevip hoşnûd olduğunu ve hoşlanmadığı hususları tebliğ edip ulaştıracaksın. «Buna şâhid olarak Allah yeter.» Onun seni elçj olarak gönderdiğine Allah ye­ter. Seninle onlar arasında şâhid O'dur. Senin onlara tebliğ ettiğin, se­nin onlara ulaştırdığın hak karşısında küfür ve inatlarından sana ver­dikleri cevâbı en iyi bilen de O'dur.[7]

 

80  — Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüzçevirirse; Biz, seni onlara bekçi göndermedik.

81  — Sana; peki, derler. Yanından ayrıldıktan sonra da içlerinden bir grup sana söylediklerinin hilâfına gecele­yin plân kurarlar. Allah gece tasarladıklarını yazıyor. On­lara aldırış etme. Allah'a güven. Vekîl olarak Allah yeter.

 

Allah Teâlâ; bu âyet-i kerîme'de kulu ve elçisi Muhammed'e itaat edenin Allah'a itaat etmiş olacağını; o'na isyan edenin de Allah'a is­yan etmiş olacağını haber veriyor. Bunun yegâne sebebi, Hz. Peygam­berin kendi arzusuyla konuşmaması, konuştuğunun da ancak kendisine vahyedilenden ibaret oluşudur. îbn Ebu Hatim der ki; Bize Ahmed İbn Sinan'ın... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Allah Rasûlü şöyle buyur­muşlardır : Bana itaat eden; Allah'a itaat etmiş, bana isyan eden de; Allah'a isyan etmiştir. Emîre (başkana) itaat eden, bana itaat etmiş; emîre isyan eden de bana isyan etmiştir. Bu hadîs A'meş'den rivayet­le Buhârî ve Müslim'de zikredilmiştir.

Allah Teâlâ : «Kim de yüz çevirirse; Biz, seni onlara bekçi gönder­medik.» buyuruyor ki; burada Allah Teâlâ elçisine, bundan dolayı sana bir vebal yoktur, sana düşen sadece tebliğ etmektir. Sana uyan mutlu olup kurtulur. Onun için meydana gelen ecrin bir misli aynı zamanda sanadır. Kim de senden yüz çevirirse, kaybetmiş ve hüsrana düşmüş olur. Onun durumundan sen sorumlu değilsin, demek istemiştir. Nite­kim bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulur: Kim Allah'a ve elçisine isyan ederse o sadece kendine zarar vermiş olur.

«Sana peki derler...» âyet-i kerîme'sinde Allah Teâlâ, münafıkların Allah Rasûlüne itaat ve muvafakat izhâr ettiklerini haber veriyor. «Ya­nından ayrıldıktan sonra da içlerinden bir grup sana söylediklerinin hi­lâfına geceleyin plân kurarlar. Allah onların gece tasarladıklarını ya­zıyor.» Yani Allah Teâlâ bunları biliyor ve kullarının yaptıklarını bilen, kullarının yaptıklarını yazmakla görevli meleklerine emrettiği üzere bu yaptıklarını onların aleyhine yazıyor. Bu tehditteki mânâ şudur: Allah Teâlâ, onların kendi aralarında gizleyerek konuştuklarını, Allah Ra­sûlüne isyan ve muhalefete dâir geceleyin söz birliği ettiklerini iyi bil­mektedir. Onlar; her ne kadar elçisine itaat ve muvafakat ızââr etseler de gizlice, geceleyin yaptıkları bu işten dolayı onları cezalandıracaktır. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur : «Allah'a da, peygam­bere de inandık ve itaat ettik, derler.» (Nûr, 47).

Allah Teâlâ : «Onlara aldırış etme,» buyuruyor ki; elçisine onlara müsamahalı davranmasını, onlara yumuşaklıkla muamele etmesini, on­ları cezalandırmamasını, durumlarını İnsanlara açıklamamasını ve aynı zamanda onlardan korkmamasını emrediyor. «Allah'a güven. Vekîl ola­rak Allah, yeter.» buyuruyor. Kendisine güvenen ve dayananlara dost ve yardımcı olarak Allah, yeter.[8]

 

82  — Onlar hâlâ Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecek­ler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelseydi, mu­hakkak ki içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulur­lardı.

83  — Kendilerine güven ve korkuya   dâir bir haber geldiğinde; onu yayarlar. Halbuki o haberi peygambere veya mü'min kumandanlara götürselerdi; onlar, ondan ne gibi netice çıkaracaklarını bilirlerdi. Eğer üzerinizde Al­lah'ın nimet ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, muhakkak şeytâna uymuş gitmiştiniz.

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'de kullarına Kur'an'ı iyice düşünme­lerini emrediyor. Ondan yüz çevirmekten, onun belagattı lafızlarını ve muhkem mânâlarını, uygun düşmeyecek şekilde yorumlamaktan da men'ediyor. Kur'an'da hiçbir ihtilâfın ve zıtlığın bulunmadığını haber veriyor. Çünkü o, Hakîm ve Halım olan Allah tarafından indirilmiştir. Hak'dan indirilmiş bir gerçektir. Bunun için Allah Teâlâ : «Onlar hâlâ Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?» buyurduktan sonra «Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelseydi —münafık ve müşriklerin câ­hillerinin içlerinden söyledikleri gibi uydurma olsaydı— muhakkak ki, içinde birbirini tutmayan birçok şeyler (bir çok zıtlıklar ve ihtilâflar) bulurlardı.» buyuruyor. Yani bu Kur'an ihtilâftan salimdir. O, Allah katındandır. Nitekim Allah Teâlâ, «Onlar hâlâ Kur'an'ı gereği gibi dü­şünmeyecekler mi?» buyurduktan sonra «Eğer o, Allah'tan başkası ta­rafından gelseydi —münafık ve müşriklerin câhillerinin içlerinden söy­ledikleri gibi uydurma olsaydı— muhakkak ki, içinde birbirini tutma­yan birçok şeyler (bir çok zıtlıklar ve ihtilâflar) bulurlardı.» buyuru­yor. Yani bu Kur'an ihtilâf tan-salimdir. O, Allah katındandır. Nitekim Allah Teâlâ, ilimde derinleşenlerden bahsettiği bir âyet-i kerîme'de onların: «Ona inandık, hepsi Rabbımiz katındandır.» dediklerini kay­deder. Yani onun muhkemi de, müteşâbihi de hak ve gerçektir. Bunun için onlar, müteşâbihleri muhkemlere döndürür de hidâyete ererler.

Kalblerinde eğrilik olanlar ise muhkemleri müteşâbihlere döndürüp sa­pıtırlar. Bunun için Allah Teâlâ ilimde derinleşenleri övüp, kalblerinde eğrilik olanları da zemmetmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Enes İbn İyâz'm... Amr İbn Şuayb'dan, onun babasından, onun da dedesinden naklettiğine göre; dedesi şöyle demiştir: Ben ve kardeşim, bana kırmızı develerim olmasından daha sevimli gelen bir mecliste oturmuştuk. Ben ve kardeşim geldik ve bir de baktık ki kapılarından birinde Allah Rasûlü'nün ashabından bir grup var. Onların arasına girerek ayırmaktan hoşlanmadığımız için on­lardan ayrı bir yere oturduk. Kur'an'dan bir âyeti zikrederek onun hak­kında münâkaşaya başladılar ve sesleri yükseldi. Bunun üzerine Allah Rasûlü öfkeli bir şekilde çıktılar. (Mübarek) yüzleri kızarmıştı. Onların üzerine toprak atarak şöyle buyurdular: Ey kavim, yavaş olunuz. Siz­den önceki ümmetler peygamberlerine muhalefet etmeleri ve kitâbların bir kısmım diğer bir kısmına vurmaları yüzünden helak oldular. Kur*an, bir kısmı diğer kısmını yalanlamak üzere inmemiştir. Bilakis bir kısmı diğer bir kısmını doğrular. Ondan bildiğinizle amel edin, bilmediğinizi de bir bilene götürün.

Yine İmam Ahmed bu hadîsi Ebu Muâviye kanalıyla... Amr İbn Şuayb'dan, o babasından, o da dedesinden kendi isnâdıyla şöyle rivayet eder: Bir gün insanlar kader hakkında konuşurlarken Allah Rasûlü (s.a.) çıktılar. Öfkeden yüzleri nar gibi kızarmıştı. Onlara şöyle bu­yurdular : Size ne oluyor da Allah'ın kitabının bir kısmını diğer bir kıs­mına vuruyorsunuz? Sizden Öncekiler işte bununla helak oldular.

Hadîsin bir benzerini İbn Mâce'de Dâvûd İbn Ebu Hind kanalıyla rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdurrahmân İbn Mehdî'nin... Abdul­lah İbn Amr'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Bir gün erkenden Allah Rasûlünün yanına gitmiştim. Biz otururken iki kişi bir âyet üze­rinde ihtilâfa düştüler de sesleri yükseldi. Bunun üzerine Allah Rasûlü : Sizden önceki ümmetler ancak kitâb hakkındaki ihtilâfa düştükleri için helak oldular, buyurdu. Hadîsi Müslim ve Neseî de Hammâd İbn Zeyd kanalıyla rivayet etmişlerdir.

Allah Teâlâ : «Kendilerine güven veya korkuya dâir bir haber gel­diğinde onu yayarlar.» âyeti kerîme'sinde işler gerçekleşmeden onları haber vererek belki de sıhhatli olmadıkları halde yayanları hoş karşıla­mamaktadır. İmâm Müslim Sahîh'inin mukaddimesinde şöyle demek­tedir: Bize Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe'nin... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: Duyduğu her şeyi rivayet etmek, kişiye yalan olarak yeter. Hadîsi Ebu Dâvûd Sünen'inin «Kitab'ül-Edeb» bölümünde müsned olarak; Müslim ve Ebu Dâvûd da mürsel olarak rivayet etmişlerdir.

Buhârî ve Müslim'de Muğîre İbn Şu'be'den rivayete göre; Allah Ra-sûlü dedikoduyu yasaklamışlardır. Yani insanların söylediği sözler hak­kında sağlamlığını öğrenmeden, düşünmeden ve açıklığa kavuşturul­madan çokça konuşan kimseyi bundan men'etmiştir. Ebu Davud'un Sü-nen'inde zikredildiğine göre; Allah Rasûlü şöyle buyurmuşlardır : (Doğ­rusu bilmeden) şöyle şöyle diyorlar, demek kişinin ne kötü bineğidir. Sahîh bir hadîste de şöyle buyurulur: Kim yalan olduğunu bile bile bir sözü naklederse, o da yalancılardan birisidir.

Burada Ömer tbn el-Hattâb'ın müttefekunaleyh olan hadîsini de zikredelim: Kendisine Allah Rasûlü'nün hanımlarını boşadığı haberi geldiğinde; hemen evinden ayrılıp mescide gelmiş ve orada insanların bu konuda konuştuklarını görmüş. Sabredemeyerek Allah Rasûlü'nün huzuruna girmek için izin istemiş ve efendimize sormuştu: Hanımla­rını boşadm mı? Allah Rasûlü, hayır diye karşılık verince, Ömer Allahû Ekber demişti. Hadis uzun uzadıya zikredilmiştir. Müslim'deki rivaye­tinde ise şunlar vardır: (Ömer anlatıyor) Ben: Onları boşadın mı? diye sordum. Allah Rasûlü hayır buyurunca; ben mescidin kapısında durdum ve yüksek sesimle: Allah Rsûlü (s.a.) hanımlarını boşamadı, diye bağırdım ve «Kendilerine güven veya korkuya dâir bir haber gel­diğinde onu yayarlar. Halbuki o haberi peygambere veya mü'min ku­mandanlara götürselerdi onlar, ondan ne gibi netice çıkaracaklarını bilirlerdi.» âyeti nazil oldu. Bu işi işte ben netîce olarak çıkarmıştım

(.....................)

îbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha «Pek azınız müstesna, muhakkak şeytâna uymuş gitmiştiniz.» âyetiyle îmân edenlerin kasde-dildiğini söylemiştir. Ma'mer kanalıyla Katâde'den rivayetle Abdürrez-zâk da bu âyette herkesin kasdedildiğini söylemiştir.[9]

 

84  — Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden so­rumlusun, îmân edenleri de savaşa teşvik et. Umulur ki; Allah küfredenlerin şiddet ve baskısını önler. Allah'ın kah­rı da, cezası da pek şiddetlidir.

85  — Kim iyi işte aracılık ederse, ondan kendisine bir pay ayrılır. Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, o kö­tülükten kendisine bir pay vardır. Allah her şeye hakkıyla kadir ve nazır'dır.

86  — Size bir selâm verildiği zaman; ondan daha iyi-siyle selâm verin. Veya aynısıyla mukabele edin. Muhak­kak ki Allah, her şeyin hesabını arayandır.

87  — Allah ki O'ndan başka ilâh yoktur. Geleceğinden şüphe olmayan kıyamet günü sizi mutlaka toplayacaktır. Allah'dan daha doğru sözlü kim olabilir?

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'de elçisi Hz. Muhammed'in bizzat savaşa katılmasını emtefflyoT. Kto w$M geri torum bunun IÎ2. Pey­gambere bir zararı yoktur. Bunun içindir ki «Sen ancak kendinden so­rumlusun.» buyurmuştur.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ebu İshâk'dan rivayetine göre; o şöyle demiştir : Berâ İbn Âzib'e sordum : Kişi yüz düşmanla kar­şılaşır ve savaşırsa Allah Teâlâ'nın «Kendinizi ellerinizle tehlikeye at­mayın» (Bakara, 195) âyetinde sözünü ettiğim kimselerin arasına girer mi? Berâ dedi ki: Allah Teâlâ Peygamberi (s.a.) ne; «Allah yolunda sava§. Sen ancak kendinden sorumlusun. îmân edenleri de savaşa teş-vîk et.» buyurmuştur. Hadîsi tmâm Ahmed de Süleyman îbn Dâvûd kanalıyla... Ebu îshâk'dan rivayet etmiştir. Bu hadîste Ebu İshâk şöyle demiştir: Berâ'ya sordum : Müşriklere hücum eden kişi, eli ile kendini tehlikeye atanlardan mıdır? O, hayır dedi. Çünkü Allah Teâlâ elçisi (s.a.) ni göndermiş ve «Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden so­rumlusun.» buyurmuştur. Bu, ancak nafaka husûsundadır.

Hadîsi İbn Merdûyeh de Ebu Bekr İbn Ayyaş ve Ali îbn Salih kana­lıyla... Berâ'dan rivayet etmiştir. Daha sonra İbn Merdûyeh şöyle de­miştir: Bize Süleyman İbn Ahmed'in... Berâ'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Hz. Peygamber'e «Allah yolunda sava§. Sen ancak ken­dinden sorumlusun. îmân edenleri de savaşa teşvik et.» âyeti nazil olunca; ashabına: Rabbım bana savaşı emretti, savaşınız, buyurdular. Bu hadîs garîbtir.

Allah Teâlâ'nın : «îmân edenleri de savaşa teşvik et.» buyruğu; pey­gamberine, îmân edenleri savaşa teşvik etme ve savaş esnasında onları cesaretlendirme emridir. Nitekim Allah Rasûlü, Bedir savaşında safları düzeltirken şöyle buyurmuşlardı; Genişliği göklerle yer kadar olan cen­nete kalkınız.

Bu konuda teşviki içeren bir çok hadîs vârid olmuştur. Bunlardan Buhârî'de Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Allah Ra­sûlü şöyle buyurmuşlardır: Kim Allah'a ve elçisine îmân eder, namazı kılar, zekâtı verir ve ramazânı oruçlu geçirirse; ister Allah yolunda hicret etsin, isterse doğduğu yerde otursun; Allah'ın onu cennete koyması ken­disi için bir haktır. Ey Allah'ın Rasûlü, bunu insanlara müjdelemiyelim mi? diye sordular. Allah Rasûlü şöyle buyurdu : Cennette yüz derece vardır ki; Allah Teâlâ bunları Allah yolunda savaşanlar için hazırlamış­tır. Her iki derece arasında gökle yer arası mesafe vardır. Allah'tan iste­diğiniz zaman Firdevs'i isteyiniz. Muhakkak ki o, cennetin ortası ve en yücesidir. Onun üstü Rahmanın arşıdır ki cennet ırmakları oradan kaynar. Aynı hadîs Muâz, Ebu Derdâ ve Ubâde'den de rivayet edil­miştir.

Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre; Allah Rasûlü : Ey

Ebu Saîd, kim Rabb olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber ola­rak Muhammed'i kabul edip hoşnûd olursa; cennet kendisine vâcib olur, buyurdular. Bundan çok hoşlanan Ebu Saîd; bunları bana tekrarlar mısın ey Allah'ın Rasûlü? dediğinde; Allah Rasûlü tekrarlayıp sonra şöyle buyurdular: Bir diğeri daha var ki Allah Teâlâ onunla kulu cen­nette yüz derece yükseltir. Her iki derece arasındaki mesafe gökle- yer arasındaki mesafe kadardır. Ebu Saîd el-Hudrî: O nedir ey Allah'ın Ra­sûlü? diye sordu. Allah Rasûlü : Allah yolunda cihâddır, buyurdular. Hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Allah Teâlâ «Umulur ki Allah küfredenlerin şiddet ve baskısını ön­ler.» buyuruyor. Burada Allah Teâlâ; peygamberine şöyle sesleniyor: Ey Rasûlüm, senin onları savaşa teşvik etmen, onların hikmetlerini düşmanlarla mücâdeleye, İslâm beldesini ve halkını müdâfaaya, mu­kavemete ve sabra yöneltir.

Allah Teâlâ : «Allah'ın kahrı da cezası da pek şiddetlidir.» buyu­ruyor. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyuruyor: «Eğer Allah di-leseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat kiminizi kiminizle denemek ister.»  (Muhammed, 4).

Allah Teâlâ : «Kim iyi işte aracılık ederse ondan kendisine bir pay ayrılır.» buyuruyor. Kim yapılmasından dolayı hayır meydana gelecek bir işi yapmaya çalışırsa; bundan dolayı kendisine bir pay vardır. «Kim de kötü bir işte aracılık ederse, bu kötülükten kendisine bir pay var­dır.» Çalışması ve niyyeti ile husule gelecek işten dolayı ona bir günâh vardır. Sahîh bir hadîste Allah Rasûlü şöyle buyurmuşlardır : «Şefaat ediniz ki ecre nail olasınız. Allah Teâlâ peygamberinin dilinden diledi­ğine hükmeder.»

Mücâhid İbn Cebr bu âyetin insanlardan bir kısmının diğer bir kıs­mına şefaatleri hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

Allah Teâlâ: «Allah her şeye hakkıyla kadir ve nazırdır.» buyuru­yor. Âyet-i kerîmedeki ( £jl. ) kelimesini İbn Abbâs, Atâ, Atiyye, Katâde ve Matar el-Varrâk; muhafaza edicidir, şeklinde anlarken; Mü­câhid, şâhiddir, der. Ondan gelen diğer bir rivayette de hesaba katladır, şeklinde anlamıştır. Saîd İbn Cübeyr, Süddî ve İbn Zeyd ise bu kelime­yi; güç yetiricidir, diye anlamıştır. Abdullah İbn Kesîr; en güzel şekliy­le idare edicidir, diye anlamış; Dahhâk da; rızık vericidir, şeklinde tefsir etmiştir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Abdullah İbn Revâha'dan rivayetine göre; bir adam kendisine «Allah her şeye hakkıyla kadir ve nazırdır.» âyetini sormuştu. O, şöyle cevab verdi: Her insana ameli miktarmca rızık vericidir.

Allah Teâlâ : «Size bir selâm verildiği zaman; ondan daha iyisiyle selâm verin veya aynıyla mukabele edin.» buyuruyor. Size bir müslüman selâm verdiğinde; ona onun verdiği selâmdan daha üstünüyle mukabele edin veya onun verdiği selâmın misliyle mukabelede bulunun. Burada ziyâde mendûb, aynıyla mukabele ise farzdır.

İbn Cerîr der ki: Bize Mûsâ îbn Sehl'in... Selmân el-Fârisî'den naklettiğine göre; o şöyle demiştir : Bir adam Hz. Peygambere gelerek : Allah'ın selâmı senin üzerine olsun ey Allah'ın Rasûlü dedi. Allah Rasû­lü : Allah'ın selâm ve rahmeti senin üzerine olsun, buyurdu. Sonra bir diğeri gelerek: Allah'ın selâm ve rahmeti senin üzerine olsun ey Al­lah'ın elçisi, dedi. Rasûlullah (s.a.) ona : Allah'ın selâmı, rahmeti ve be­reketleri senin üzerine olsun, buyurdular. Sonra bir diğeri gelerek : Al­lah'ın selâmı, rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Allah Rasûlü de kendisine : Senin de üzerine olsun, buyu-runca adam, kendisine : Ey Allah'ın peygamberi, anam ve babam sana feda olsun. Sana falan falan kişiler gelerek selâm verdiler. Sen de on­lara bana verdiğin cevaptan daha fazlasıyla cevap verdin, dedi. Allah Rasûlü: Sen bize bir şey bırakmadın ki. Allah Teâlâ: «Size bir selâm verildiği zaman ondan daha iyisiyle selâm verin, veya aynıyla mukabele edin.» buyuruyor. Biz de sana aynı ile mukabele ettik, buyurdular.

Bu hadîsin delâletine göre; «Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketleri sizin üzerinize olsun.» şeklinde selâm verildiğinde; buna verilecek cevab-da fazlalık yoktur. Şayet bundan daha fazlası konulmuş olsaydı, elbette Allah Rasûlü bunun üzerine ziyâdede bulunurdu.

İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed îbn Kesîr'in... İmrân İbn Husayn'dan rivayetine göre; bir adam Hz. Peygambere gelerek : Allah'ın selâmı sizin üzerinize olsun, diye selâm verdi. Allah Rasûlü, selâmını aldı ve adam oturdu. Allah Rasûlü : «On» buyurdular. Sonra bir diğeri geldi ve : Allah'ın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun, diye selâm verdi. Allah Rasûlü onun selâmını aldı ve o da oturdu. Hz. Peygamber: «Yir­mi» buyurdular. Sonra bir diğeri gelerek; Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun, diye selâm verdi. Allah Rasûlü onun da se­lâmını aldı ve o kişi de oturdu. Allah Rasûlü «Otuz» buyurdular.

Hadîsi Ebu Dâvûd da Muhammed İbn Kesîr'den rivayet etmiştir. Aynı hadîsi aynı kanaldan Tirmizî, Neseî ve Bezzâr da tahrîc etmişler ve Tirmizî; Hasendir, bu yönden garîbtir, demiştir. Aynı konuda Ebu Saîd, Ali ve Sehl İbn Huneyf den de hadîs rivayet edilmiştir, demiştir.

Bezzâr : Bu hadîs Hz. Peygamberden değişik şekillerde rivayet edil­mişse de isnadı en güzel olanı budur, demiştir. İbn Ebu Hatim de şöyle diyor : Bize Ali İbn Harb'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o şöyle de­miştir : Mecûsî bile olsa, Allah'ın yaratıklarından sana kim selâm ve­rirse onun selâmına karşılık ver. Zîrâ Allah Teâlâ: «Ondan daha iyi-siyle selâm verin veya aynıyla mukabele edin.» buyurmuştur.

Katâde ise «Daha iyisiyle selâm vermenin» müslümanlara; «Ay­nıyla mukabelenin» de zimmet ehline âit olduğunu söylemiştir. Ancak bu açıklama şüphelidir. Daha önce de hadîste geçtiği gibi maksad; ken­disine verilen selâmdan daha güzeli ile mukabele etmektir. Müslüman; selâmda meşru kılman miktarın en üst seviyesine çıktığında; ona, ver­diği selâmın aynı ile mukabelede bulunulur. Zimmet ehline gelince; on­lara selâm ile başlanılmaz. (Müslümanlar onlara ilk selâm verenler ol­maz.) Ve onlara ziyâdede de bulunulmaz. Bilakis Buhârî ve Müslim de İbn Ömer'den rivayet edilen ve Allah Rasûlü'nün : Size Yahûdî selâm verdiğinde ancak, belâ, musibet senin üzerine olsun, diye selâm verir. Sen de; Senin de üzerine olsun, diye cevap ver, buyurduğu hadîs gere­ğince; onlara aynı ile mukabelede bulunulur.

Müslim'in Sahîh'inde Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü şöyle buyurmuşlardır :

Yahûdî ve Hıristiyanlara ilk selam veren siz olmayınız. Onlara bir yolda rastladığınızda onları yolların en darına mecbur bırakınız.

Süfyân es-Sevrî, ...Hasen el-Basrî'nin : Selâm sünnet, selâma kar­şılık vermek ise farzdır, dediğini nakleder. Hasen el-Basri'nin bu sözü âlimlerce genelde kabul edilen görüştür ki selâma karşılık vermek vâ-cibtir. Kişi yapmadığı takdirde günahkâr olur. Zira Allah Teâlâ'rım : «Ondan daha iyisiyle selâm verin, veya aynı ile mukabele edin.» emrine karşı gelmiş olur. Nitekim bu konu onun rivayet ettiği bir hadîste de belirtilmiştir.

Allah Teâlâ'nın: «Allah ki ondan başka ilâh yoktur.» kavli, onun bütün yaratıkların ilâhı olmada tek ve yegane olduğunu bildirmekte ve yemin mânâsı taşımaktadır. Zîrâ Allah Teâlâ bundan sonra : «Gelece­ğinde şüphe olmayan kıyamet günü sizi mutlaka toplayacaktır.» buyur­maktadır. Buranın başındaki «Lâm harfi» yemine bir hazırlıktır. Dola­yısıyla «Allah ki ondan başka ilâh yoktur.» kavli Allah Teâlâ'nın ilkleri ve sonları bir yerde toplayacağını, her amel işleyeni ameli ile mükâfat­landırıp, cezalandıracağını haber vermekte ve yemini içermektedir.

Allah Teâlâ: «AUah'dan daha doğru sözlü kim olabilir?» buyuru­yor ki; sözünde, haberinde, müjdesinde ve tehdidinde ondan daha doğ­ru hiç kimse yoktur, ondan başka ilâh ve onun dışında Rabb yoktur.[10]

 

88  — Size ne oluyor ki münafıklar hakkında iki fır­kaya ayrıldınız? Allah onları yaptıklarından dolayı başa-şağı etmiştir. Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimse için, asla yol bula­mazsın.

89  — Kendileri küfrettikleri gibi, sizin de küfretme­nizi isterler. O halde onlar, Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer yüzçevirirlerse: bul­duğunuz yerde onları yakalayıp öldürün ve onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinin.

90  — Ancak sizinle kendileri arasında bir anlaşma bu­lunan bir millete sığınanlar ve sizinle savaşmaktan veya kendi milletleriyle harbetmekten bunalarak size başvuran­lar müstesnadır. Allah dileseydi; onları size musallat eder­di de sizinle savaşırlardı. Eğer sizden uzak durur, savaş­maz ve size barış teklif ederlerse, Allah onlara dokunma­nıza izin vermez.

91  — Diğerlerinin de sizden ve kendi milletlerinden güvende olmayı istediklerini göreceksiniz. Fitneciliğe ça­ğırıldıklarında ona can atarlar. Eğer sizden uzak durmaz­lar, barış teklif etmezler ve sizinle savaşmaktan geri dur­mazlarsa; onları tutun ve bulduğunuz yerde öldürün, işte onların aleyhlerine, size apaçık ferman verdik.

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'lerde mü'minlerin münafıklar hakkın­da ikiye bölünmelerini hoş karşılamıyor. Bu âyetin nüzul sebebinde ih­tilâf edilmiştir. İmâm Ahmed der ki: Bize Behz'in... Zeyd İbn Sâbit'den naklettiğine göre; Allah Rasûlü Uhud'da (savaşa) çıktı. Onunla bera­ber çıkanlardan bazıları geri döndüler. Bu geri dönenler hakkında Al­lah Rasûlünün ashabı ikiye ayrılmıştı. Bir grup onları öldürelim der­ken; diğer bir grup hayır diyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Size ne oluyor ki münafıklar hakkında iki fırkaya ayrıldınız?» âyetini in­dirdi de Allah Rasûlü (s.a.) : O (Medîne) temizdir. Ve ateşin gümüşün kirini giderdiği gibi o da pislikleri giderir.» buyurdular. Bu hadîsi Bu-hârî ve Müslim, Şu'be'den rivayetle Sahîh'lerinde tahrîc etmişlerdir.

Muhammed İbn İshâk İbn Yessâr'ın Uhud vakasında zikrettiğine göre; o günde Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl ordunun üçte biriyle geri dön­müştü. O, üçyüz kişi ile geri dönünce Hz. Peygamberin yanında yedi-yüz kişi kalmıştı.

İbn Abbâs'tan rivayet ile Avfî şöyle der : Bu âyet Mekke'de müslü-man olduklarını söyleyen ve müşriklere yardımcı olan bir kavim hak­kında nazil olmuştur. Onlar ihtiyaçlarını gidermek üzere Mekke'den çıkmışlardı. (Kendi aralarında) : Eğer Muhammed'in ashabına rast­larsak; onlardan bize bir zarar gelmez, diyorlardı. Onların Mekke'den çıktıklarını mü'minler haber alınca içlerinden bir grup: Haydi binin korkakların üzerine gidip onları öldürün. Zîrâ onlar size karşı düşman­larınıza yardımcı oluyorlar, demişti. İçlerinden bir grup da : «Sübhâ-nallah, sizin söylediğiniz gibi söyleyen bir kavmi mi öldüreceksiniz? Memleketlerini terketmemeleri ve hicret etmemeleri sebebiyle kanlan ve malları helâl mi kılınacak? demiş ve ikiye bölünmüşlerdi. Allah Ra-sûlü onların yanında olup bu iki gruptan hiç birini menetmemişti. Bu­nun üzerine Allah Teâlâ : «Size ne oluyor ki münafıklar hakkında iki fırkaya ayrıldınız?» âyetini indirdi. Hadîsi İbn Ebu Hatim rivayet et­miştir. Bu hadîse yakın bir hadîs-i şerîf Ebu Seleme İbn Abdurrahmân, İkrime, Mücâhid, Dahhâk ve başkalarından da rivayet edilmiştir.

Sa'd İbn Muâz'ın oğlundan rivayetle Zeyd îbn Eşlem şöyle demiş­tir : Bu âyet-i kerîme îfk hadisesinde Allah Rasûlü minbere çıkıp Ab­dullah îbn tjTbeyy hakkında konuştuğu zaman, Evs ve Hazrecin onun hakkındaki söyleşileri üzerine nazil olmuştur. Bu hadîs garîbdir. Başka nüzul sebepleri de zikredilmiştir.

Allah Teâlâ : «Allah onları yaptıklarından dolayı başaşağı etmiştir.» buyuruyor ki; Allah Teâlâ onları geri çevirmiş ve hatâya düşürmüştür. İbn Abbâs, âyetteki f M__Sji ) kelimesini; onları düşürmüş, başa­şağı etmiştir, şeklinde anlarken, Katâde; onları helak etmiştir, Süddî de; sapıklığa düşürmüştür, şeklinde anlamışlardır.

Allah Teâlâ : «Allah onları yaptıklarından dolayı başaşağı etmiştir.» buyuruyor ki; onların yaptıkları şey; isyan etmeleri, Allah Rasûlüne muhalefet etmeleri ve bâtıla uymalarıdır.

Allah Teâlâ : «Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyor­sunuz? Allah'ın saptırdığı kimse için sen asla yol bulamazsın.» buyu­ruyor ki; onlar için hidâyete hiçbir yol yoktur ve onları kurtarıp hidâ­yete götürecek kimse de bulunamaz.

Allah Teâlâ: «Kendileri küfrettikleri gibi onlarla müsavi olasınız diye sizin de küfretmenizi isterler.» buyuruyor ki; siz ve onlar müsâvî olasınız diye, sizin için sapıklık dilerler ve isterler. Bu da ancak size olan düşmanlık ve kinlerinin şiddetinden dolayıdır. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ : «O halde onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar, içle­rinden dost edinmeyin. Eğer yüzçevirirlerse —İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî'ye göre; hicreti terkederlerse, Süddî'ye göre ise; küfürlerini açığa vururlarsa— bulduğunuz yerde yakalayıp, onları Öldürün ve onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinin.» buyuruyor ki; sizler onları dost edinmeyin ve bu durumda devam ettikleri sürece düşmanlarınıza karşı onlardan yardım beklemeyin. Sonra Allah Teâlâ bunlardan bazılarını istisna ederek: «Ancak sizinle kendileri arasında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar... müstesnadır.» buyuruyor. Ancak sizinle, araların­da barış veya zimmet anlaşması bulunan bir kavme sığınanlar müstes­nadır. Onların hükmünü; anlaşmalı olduğunuz kavmin hükmü gibi yapınız. Bu açıklama Süddî, İbn Zeyd ve İbn Cerîr'e aittir.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Sürâka İbn Mâlik el-Müd-lecî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü Bedr ve Uhud'-da gâlib gelip civarlarında bulunanlar, müslüman olduğunda; Sürâka şöyle dedi: Allah Rasûlü'nün kavmim Müdleç oğulları üzerine Hâlid İbn Velîd'i göndermek istediğini duydum. Ona (Allah Rasûlü'ne) gide­rek : Sana nimetini hatırlatırım, dedim. (Orada bulunanlar) sus, dedi­ler. Allah Rasûlü de : Bırakın onu, ne istiyorsun? diye sordular. O (Sü­râka) , şöyle dedi: Kavmim üzerine (asker) göndermek istediğini duy­dum. Ben, onlarla mütâreke yapmanızı istiyorum. Şayet senin kavmin müslüman olursa onlar da İslâm'a girerler. Eğer müslüman olmazlar­sa, kavminin kalbi onlara karşı sert ve haşîn olmasın. Allah Rasûlü (s.a.) Hâlid İbn Velîd'in elini tutarak: Onunla git ve istediğini yap, buyurdular. Hâlid de onlarla Allah Rasûlüne karşı başkalarına yardım etmemeleri, Kureyş müslüman olursa onlarla birlikte müslüman olma­ları şartıyla barış yaptı. Allah Teâlâ da: «Kendileri küfrettikleri gibi onlarla müsavi olasınız diye sizin de küfretmenizi isterler... onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinin.» âyetini indirdi. Bu hadîsi, Ham-mâd İbn Seleme kanalıyla... rivayet eden İbn Merdûyeh; Allah Teâlâ : «Ancak sizinle kendileri arasında anlaşma bulunan bir millete sığı­nanlar... müstesnadır.» âyetini indirdi ve onlara ulaşanlar onlarla bir­likte ve onların anlaşmasına bağlı oluyordu, demektedir ki bu; sözün-akışına göre daha uygun bir açıklamadır.

Hudeybiye barışı hakkında Buhârî'nin Sahîh'inde şöyle denilir: Kureyş ile yapılan barış ve ahde girmek isteyenler oraya giriyor, Mu-hammed ve ashâbiyla yapılan barış ve ahde girmek isteyen ve seven­ler de onların barış ve ahdine giriyordu.

İbn Abbâs'tan rivayete göre; bu âyet: «Haram olan aylar çıkınca artık müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün.» (Tevbe, 5) âyeti ile nes-hedilmiştir.

Allah Teali : «Bunalarak size başvuranlar müstesna.» buyuruyor ki; bunlar daha önce zikredilen ve kendileriyle harpten istisna edilen­lerden başka bir gruptur. Bunlar, kalbleri (gönülleri) bunalmış olarak harbe gelenlerdir. Sizinle harp etmeyi gönülleri istememektedir. Sizinle beraber kavimlerine karşı harbetmek de onlar için kolay değildir. Ne sizin lehinizde ne de aleyhinizdedirler. «Allah dileseydi onları size mu­sallat ederdi de, sizinle savaşırlardı.» Onlar; sizden uzak durur, sa­vaşmaz ve size banş teklif ederlerse; Allah onlara dokunmanıza izin vermez.» Onlar bu halde oldukları sürece, sizin onlarla savaşmaya hak­kınız yoktur. Nitekim Bedir günü Hâşim oğullarından bazıları müşrik­lerle birlikte gelmişler ve istemeye istemeye savaşta hazır bulunmuş­lardı. Abb&ö da bunlar arasındaydı. İşte o gün Hz. Peygamber (s.a.) Abbâs'ın öldürülmesini yasaklamıştır.

Allah Teâlâ : «Diğerlerini de sizden ve kendi milletlerinden güven­de olmayı istediklerini göreceksiniz.» buyuruyor ki; bunlar da dış gö­rünüşü itibariyle biraz önce geçenler gibidir. Ancak bunlann milletleri diğerlerininkinden başkadır. Zîrâ bunlar münafıklar olup, Hz. Peygam­ber (s.a.) ve ashabına müslüman olarak görünüyorlardı. Bununla kan­larını, mallarını ve zürriyyetlerini onların yanında emniyette kılmak istiyorlar. Maamafih onlar içlerinden, kâfirlerle birlikte çalışıyorlar. On­ların yanında emniyette olmak için onların ibâdet ettiklerine tapıyor­lardı. Bunlar, içlerinden onlarla birlikte idiler. Nitekim Allah Teâlâ baş­ka bir âyet-i kerîme'de : «Şeytânları ile başbaşa kalınca da : Biz, sizinle beraberiz... derler.» (Bakara, 14) buyurduğu gibi burada da: «Fitneci­liğe çağırıldıklarında ona can atarlar.» buyurmaktadır. Süddî'nin söy­lediğine göre; buradaki fitne şirktir. İbn Cerîr'in Mücâhid'den naklet­tiğine göre; bu âyet-i kerîme Mekke ehlinden bir grup hakkında nazil olmuştur. Allah Rasûlüne gelmişler ve gösteriş için müslüman olarak Kureyş'e dönmüşler, tekrar putların önünde eğilmişlerdi. Bununla hem orada, hem burada emniyet içinde olmak istemişlerdi. Allah Teâlâ da şayet ayrılıp barış yapmazlarsa onlarla savaşı emretmişti. Bunun için­dir ki, Allah Teâlâ : «Eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve sizinle savaştan geri durmazlarsa, onları tutun ve bulduğunuz yerde öldürün. İşte onların aleyhlerine, size apaçık ferman verdik.» buyur­muştur.[11]

 

92  — Bir mü'min'in, diğer mü'min'i hatâ dışında öl­dürmesi olur şey değildir. Bir mü'minT yanlışlıkla öldüre­nin bir mü'min köleyi azâd etmesi ve öldürülenin ailesi ba­ğışlamadıkça ona teslim edilmiş bir diyet ödemesi gerekir. Öldürülen mü'min; düşmanınız olan bir topluluktan ise, mü'min bir köle âzâd etmek gerekir. Şayet sizin ile kendi­leri arasında andlaşma bulunan bir topluluktan ise, ailesi­ne verilecek bir diyet ve mü'min bir köle âzâd etmek gere­kir. Bunları bulamayan kimsenin Allah tarafından tevbesi-nin kabulü için iki ay ardarda oruç tutması gerekir. Allah Alîm, Hakim olandır.

93  — Kim de bir mü'mini kasten öldürürse onun ce-zâsi; içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, la'net etmiş ve büyük bir azâb hazırlamıştır.

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmelerde bir mü'minin hiçbir şekilde mü'­min kardeşini Öldürme hakkı olmadığını haber vermektedir. Nitekim Buhârî ve Müslim'de İbn Mes'ûd'dan rivayet edildiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Allah'dan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın elçisi olduğuma şehâdet eden müslüman bir kişinin kanı ancak şu üç. şeyden biri ile helâldir: Bir nefis mukabili olması, evli iken zina etmesi ve dinini terkederek (müslüman) cemâatten ay­rılması. Bu üçten birisi vuku' bulduğunda dahi tebea'dan hiç kimsenin onu öldürmeye yine de hakkı yoktur. Bu hak, ancak imâmın (devlet

başkanının) ya da onun vekîlinindir. Bazıları derler ki: ( ifû^. V\    ) kavli istisnamı münkatı'dır.

Bu âyetin nüzul sebebinde ihtilâf edilmiş olup Mücâhid ve birçok­ları şöyle diyorlar: Bu âyet Ebu Cehil'in ana bir kardeşi olan Ayyaş İbn Ebu Rabîa —ki anneleri Esma Bînt Muharribe'dir— hakkında nâzil olmuştur. Ayyaş; müslüman olduğundan dolayı kardeşi (Ebu Cehil) ile birlikte kendisine işkence eden bir adamı —ki bu da Hârîs İbn Ye-zîd el-Âmirî'dir.— öldürmüştü. Yaptığı işkencelerden dolayı Ayyaş ona kötü hisler beslemişti. Haris müslüman olmuş ve hicret etmişti. Ancak Ayyâş'ın bundan haberi yoktu. Mekke'nin fethi günü Ayyaş onu gördü­ğünde, onu hâlâ eski dini üzre sanarak hücum etmiş ve öldürmüştü. İş­te bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirmiştir.

Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de şöyle diyor: Bu âyet Ebu'd-Derdâ hakkında nazil olmuştur. O, bir adamı öldürmek için kılıcını kal­dırmış ve kılıcı ona doğru indirirken altta kalan kişi İslâm kelimesini (müslüman olmak için gerekli olan kelimeleri) söylemişti. Buna rağmen Ebu'd-Derdâ o kişiyi öldürmüştü. Bu olay Hz. Peygamber (s.a) e anla­tılınca; Ebu'd-Derdâ : O, bu kelimeleri sadece korunmak için söylemiş­ti, demiş, Allah Rasûlü de kendisine : Kalbini mi yardın? buyurmuş­lardı.

Allah Teâlâ : «Bir mü'mini yanlışlıkla öldürenin bir mü'min köleyi âzâd etmesi ve öldürenin ailesi bağışlamadıkça ona teslim edilmiş bir diyet ödemesi gerekir.» buyuruyor ki yanlışlıkla öldürme halinde bu ikisi vâcibtir. Bunlardan birisi yanlışlıkla bile olsa işlemiş olduğu bü­yük günâhı için keffâret vermesidir. Bunun şartı da mü'min bir köleyi âzâd etmektir. Burada kâfir bir köle azâd etmek yeterli görülmüyor. İbn Cerîr'in rivayetine göre; İbn Abbâs, Şa'bî, İbrâhîm en-Nehaî ve Hasan el-Basrî: îmân şartı olduğundan dolayı küçük (çocuk) kölenin âzâd edilmesi yetmez, demişlerdir. Yine Abdürrezzâk kanalıyla,.. Katâde'-den rivayete göre, çocuğun âzâd edilmesi bu konuda yeterli değildir.

İbn Cerîr'in tercih ettiği görüşe göre ise; âzâd edilecek kölenin müs­lüman ana babadan doğmuş olması yeterlidir. Değilse olmaz. Cum-hûr'un görüşüne göre ise; küçük veya büyük olsun, müslüman kölenin âzâd edilmesi keffâret olarak sahihtir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk'ın... Abdullah İbn Abdul-lah'dan, onun da ansârdan birinden nakline göre; o, siyâhî bir câriye getirmiş ve şöyle demişti: Ey Allah'ın Rasûlü, benim bir mü'mini âzâd etme borcum var. Şayet bu cariyeyi mü'min sayarsanız, onu âzâd edece­ğim. Allah Rasûlü cariyeye: Allah'dan başka ilâh olmadığına şehâdet eder misin? diye sordular. Kadın; evet, dedi. Benim Allah'ın elçisi ol­duğuma şehâdet eder misin? diye sordular. Kadın; evet, dedi. Ölüm­den sonra dirilmeye inanır mısın? diye sordular. Kadın; yine evet, dedi. Allah Rasûlü de : Onu âzâd et, buyurdular. Bu hadîsin isnadı sahîh olup sahabenin isminin belirtilmemiş olması (sıhhatine) zarar vermez.

Mâlik'in Muvatta'ında, Şafiî ve İmâm Ahmed'in Müsned'lerinde, Müslim'in Sahîh'inde, Ebu Dâvûd ve Neseî'nin Sünen'lerinde Hilâl İbn Ebu Meymûne kanalıyla... Muâviye îbn el-Hakem'den rivayet edildiğine göre; o, bu zenci cariyeyi getirdiğinde Allah Rasûlü (s.a.) cariye­ye : Allah nerede? diye sormuş. O da : Gökte, diye cevâb vermiş. Ben kimim? sorusuna da câriye: Sen, Allah'ın elçisisin, diye cevâb vermiş. Bunun üzerine Allah Rasûlü : Onu âzâd et, muhakkak ki o, mü'mindir, buyurmuşlardı.

Allah Teâlâ : «Öldürülenin ailesi bağışlamadıkça ona teslim edil­miş bir diyet ödemesi gerekir.» buyurur ki; katil ile öldürülenin ailesi arasındaki ikinci vâcib budur. Bu ödeme onların yakınlarım kaybetme­lerine bir karşılıktır. Bu diyetin beşe bölünerek ödenmesi gerekir. Nite­kim İmâm Ahmed ve Sünen Sahiplerinin Haccâc İbn Ertât kanalıy­la... îbn Mes'ûd'dan rivayetlerine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) yanlışlıkla (hatâ ile) öldürmenin diyeti olarak; yirmi (adet) iki yaşma girmiş dişi deve, yirmi (adet) İki yaşma girmiş erkek deve, üç yaşına girmiş yirmi tane deve, dört yaşım tamamlamış yirmi erkek deve ve dört yaşma girmiş yirmi dişi deve olarak hükmettiler.

Hadîsin lafzı Neseî'nindir. Tirmizî ise şöyle der: Hadîsi sadece bu yönden merfû' olarak biliyorum. Bu hadis Abdullah'dan mevkuf olarak rivayet edilmiştir. Keza hadîs bir gruptan da rivayet edilmiştir.

Diyetin dörde bölünerek verilmesinin vâcib olduğu da söylenmiştir. Bu diyet katilin kendi malına değil, baba tarafından olan akrabaları üzerine vâcibtir. Şafiî, —Allah ona rahmet eylesin— şöyle diyor: Allah Rasûlü (s.a.) nün diyetin baba tarafından olan akrabalar üzerine ola­cağına hükmettiği konusunda bir muhalifin olduğunu bilmiyorum... İmâm Şafiî'nin işaret ettiği bu husus, birçok hadîste sabittir. Bunlar­dan birisi Buhârî ve Müslimde Ebu Hüreyre'den rivayet edilmiştir ki; bu hadîste Ebu Hüreyre şöyle diyor : Hüzeyl kabilesinden iki kadın dö­vüşmüş, biri diğerine bir taş atarak hem onu, hem de karnındaki (ço­cuğu) öldürmüştü. Bunlar, Allah Rasûlü'nün huzuruna gelerek hasım-laşmışlar ve Allah Rasûlü (kadının karnındaki) cenînin diyetinin bir köle veya câriye olmasına, kadının diyetinin ise baba tarafından akra-bâlarınca ödenmesine hükmetmişti.

Buna göre; yanlışlıkla ve kasden (genelde öldürmede kullanılma­yan bir şeyle) öldürmenin hükmünün; diyetin vâcib olması konusunda, sırf yanlışlıkla Öldürmenin hükmü gibi olmasını gerektirir. Ancak bu durumda diyet, aradaki benzerlikten dolayı kasden öldürmenin diye­tinde olduğu gibi üçe bölünerek verilir.

Buhârı'nin Sahîh'inde Abdullah İbn Ömer'den rivayet edilen bir hadîste o, şöyle demiştir : «Allah Rasûlü (s.a.) Hâlid İtin Velîd'i Hüzey-me oğullan üzerine göndermişti. Hâlid, onları Islanma çağırdığında; müslüman olduk, demeyi becerememişler ve sâbiî olduk, sâbiî olduk, demeye başlamışlardı. Hâlid de onları öldürmeye girişmişti. Bu olay, Allah Rasûlü (s.a.) ne ulaştığında ellerini kaldırarak: Ey Allah'ım, Halid'in yaptıklanndan sana suçsuzluğumu iletirim, buyurmuş, Ali'yi gön­dererek ölülerin ve köpeklerinin yiyecek yediği kaplarına varıncaya ka­dar Hâlid'in telef ettiği mallarının fidyelerini verdirmişti. Bundan an­latıldığına göre devlet başkanının veya vekilinin yaptığı hatalar beyt'ül -mâl'den ödenir.

Allah Teâlâ : «öldürülenin ailesi bağışlamadıkça...» buyuruyor ki; diyetin Öldürülenin ailesine teslim edilmesi gerekir. Ancak onlar bağış­larlarsa diyet vâcib değildir.

Allah Teâlâ: «Öldürülen mü'min, düşmanınız olan bir topluluk-tan ise; mü'min bir köle âzâd etmek gerekir.» buyurmuştur ki; öldü­rülen mü'min olmakla birlikte dostları (ailesi) ehl-i harb olan kâfirler-den ise onlara diyet verilmez. Sadece katilin, mü'min bir köle âzâd et­mesi gerekir.

Allah Teâlâ : «Şayet sizin ile kendileri arasmda andlaşma bulunan bir topluluktan ise; ailesine verilecek bir diyet ve mü'min bir köle âzâd etmek gerekir.» buyuruyor ki; şayet öldürülenin dostları (ailesi) zim­met ehli, ya da anlaşmalı bulunan bir halktan ise; öldürülenin diye* tini onların almaya hakkı vardır. Şayet öldürülen mü'min ise diyetin tâm olması gerekir. Âlimlerden bir gruba göre; kâfir de olsa hüküm aynıdır. Öldürülenin kâfir olması halinde müslümana ödenen diyetin yarısı, ya da üçte biri olması gerektiği söylenmiştir. Nitekim bu konu genişçe anlatılmıştır. Bu durumda katilin mü'min bir köle âzâd etmesi de vâcibtir.

Allah Teâlâ : «Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tev besinin kabulü için iki ay ardarda oruç tutması gerekir.» buyurur ki; iki ay arasında iftar edeceği (oruçsuz geçireceği) günler olmayacak ve her iki ayı da sonuna kadar oruçlu geçirecektir. Hastalık, hayız, ya da nifâs gibi bir özrü olmaksızın İftar edecek olursa yeniden başlar. Se­fer durumunda ihtilâf edilmiş olup sefer halinde orucu kesip kesmeye­ceği hakkında iki görüş bulunmaktadır.

Allah Teâlâ : «Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay ardar­da oruç tutması gerekir. Allah Alîm, Hakîm olandır.» buyuruyor ki; bu yanlışlıkla öldürenin tevbesidir. Âzâd edecek bir şey bulamadığında peş-peşe İki ay oruç tutar. Oruç tutmaya gücü yetmeyen kişi hakkında ih­tilâf edilmiştir. Acaba bunun altmış yoksulu yedirmesi, zıhâr keffâre-tinde olduğu gibi vacip midir, değil midir? Bu konudaki iki görüşten birine göre, altmış yoksulu doyurmalıdır. Nitekim zıhâr keffâretinde bu, açık olarak konulmuş ve fakat burada açıkça zikredilmemiştir. Zîrâ makam; tehdîd ve korkutma makamıdır. Altmış yoksulu doyurma bir çeşit kolaylık ve ruhsat olduğu için burada zikredilmesi uygun düşmez­di. İkinci görüşe göre ise; yedirip içirmeye dönülmez. Zîrâ, şayet vâcib olsaydı, burada beyân edilmesi gerekirdi.

Allah Teâlâ : «Allah Alîm, Hakîm olandır.» buyuruyor ki; bunun tefsiri daha önce defalarca geçmiştir.

Allah Teâlâ yanlışlıkla öldürmenin hükmünü beyân ettikten son­ra kasden Öldürmenin hükmünü beyâna başlayarak : «Kim de bir mü'-mini kasden Öldürürse...» buyuruyor ki; büyük günâhı işleyen için bu, şiddetli ve kuvvetli bir tehdîddir. Allah'ın kitabında bir çok âyette bu, Allah'a şirk koşma ile birlikte zikredilmiştir. Nitekim aşağıdaki ve bun­lardan başka birçok âyette durum böyledir: «Onlar ki Allah'ın yanın­da başka bir tanrıya tapıp yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar.» (Fürkân, 68), «De ki: Gelin, Rabbınızın size ne­leri haram kıldığını ben söyleyeyim; O'na hiçbir şeyi şirk koşmayın.» (En'âm, 151).

öldürmenin haram kılındığına dâir hadîsler gerçekten çoktur. Bun­lardan birisi Buhârî ve Müslim'de îbn Mes'ûd'dan rivayet edilen şu ha-dîs-i şeriftir: Allah RasûlÜ  (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

Kıyamet günü insanlar arasında verilecek hükümlerin ilki, kanlar hakkında olacaktır. Ebu Davud'un Amr İbn el-Velîd îbn Abde el-Mısrî kanalıyla Ubâde İbn Sâmit'ten rivayet ettiği bir hadîste de Allah Ra-sûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Haram olan bir kanı dökmedikçe mü'min; Allah'a itâata koşar ve sâlih durumdadır. Haram bir kanı dök­tüğünde ise yorulur, kalır. Diğer bir hadîste : Allah katında dünyanın yok olması, müslüman bir adamın öldürülmesinden daha hafiftir, bu-yuruluyor. Başka bir hadîste : Gökler ve yer ehli müslüman bir adamın öldürülmesinde birleşseler, Allah Teâlâ onların tümünü ateşe sokar, buyurulurken; diğer bir hadîste de : Bir müslümanın öldürülmesine ya­rım kelimeyle bile olsa yardım eden kişi, kıyamet günü iki gözü arasına «Allah'ın rahmetinden ümîdi kesik.» yazılmış olarak gelecektir, buyu-rulmuştur.

îbn Abbâs, —Allah ondan razı olsun— bir mü'min'i kasden öldü­renin tevbesinin mümkün olmadığı görüşündeydi.

Buhârî der ki: Bize Âdem'in... İbn Cübeyr'den naklettiğine göre; o, şöyle demiştir: Küfe halkı (îbn Abbâs'ın bu görüşte olup olmadığı konusunda) ihtilâf ettiler. Ben îbn Abbâs'a giderek kendisine bunu sor­dum. Şöyle dedi: Bu âyet, «Kim de mü'mini kasden öldürürse onun cezası; içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir» son nazil olan âyettir ve onu hiçbir şey neshetmemiştir.

Hadîsi Buhârî, Müslim ve Neseî muhtelif kanallardan olmak Üzere Şu'be'den rivayet etmişlerdir.

Ebu Dâvûd; hadîsi Ahmed tbn Hanbel'den rivayet etmiştir. Şöyle "ki: İbn Mehdî'nin... İbn Abbâs'tan rivayet ettiğine göre o: «Kim de bir mü'mini kasden öldürürse onun cezası; içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir.» âyeti hakkında: Onu hiçbir şey neshetmedi. «Onlar ki, Allah'ın yanında başka bir tanrıya tapıp yalvarmazlar.» (Fürkân, 68) âyeti hakkında da; şirk ehli hakkında nazil oldu, demiştir.

îbn Cerîr der ki: Bize İbn Humeyd'in... Saîd İbn Cübeyr'den nak­lettiğine göre; o, şöyle demiştir: İbn Abbâs'a: «Kim de bir mü'mini kasden öldürürse onun cezası; içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir.» âyetini sordum. Kişi, İslâm'ı ve İslâm'ın hükümlerini bilir (kabul eder) sonra kasden bir mü'mini öldürürse; cezası cehennem olup ona tevbe yoktur, dedi. Bunu Mücâhid'e söyledim. Pişman olan müstesnadır, dedi.

Yine İbn Cerîr der ki: Bize İbn Humeyd'in... Salim îbn Ebu Ca'd'-den naklettiğine göre; o, şöyle demiştir : Gözleri kör olduktan sonra İbn Abbâs'ın yanındaydım. Ona bir adam gelerek şöyle seslendi: Ey Abdul­lah İbn Abbâs, bir mü'mini kasden öldüren kişi hakkında ne dersin? tbn Abbas : «Onun cezası içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, la'net etmiş ve büyük bir azâb hazırlamıştır.» diye ce-vâb verdi. Adam : Tevbe eder, sâlih ameller işler, sonra da hidâyete erer­se ne dersin? deyince; İbn Abbâs şöyle dedi: Anası ağlasın, tevbe ve hidâyet ona nereden gelsin ki? Nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemîn ederim ki; Peygamberimiz (s.a.) den şöyle dediğini işittim : Bir mü'mini kasden öldürenin anası ağlasın, (öldürülen mü'min) kıyamet günü Rah-mân'm arş'ı önünde sağ veya sol eliyle kanlar akan boyun damarlarını; sol eliyle yani diğeriyle de katilini yakalamış olarak gelecek ve şöyle diyecek: Sorun şuna, beni niçin öldürmüş? Abdullah'ın nefsi kudret elinde olan (Allah) a yemîn ederim ki; bu âyet nazil olmuş ve peygam­berimiz (s.a.) ruhunu teslim edinceye kadar onu hiçbir âyet neshet-memiş, ondan sonra bir burhan da nazil olmamıştır.

İmam Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer'in... Salim İbn Ebu Ca'd'dan, onun da İbn Abbâs'tan naklettiğine göre; bir adam îbn Abbâs'a gelerek: Bir adamı kasden öldüren kişi hakkında ne dersin? diye sormuştu. O: «Cezası içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir...» âyetini okuduktan sonra şöyle dedi: Bu âyet son nazil olan âyetler içinde nazil oldu ve Allah Rasûlü (s.a.) vefat edinceye kadar onu hiçbir âyet neshetmedi. Allah Rasûlü (s.a.) nden sonra ise vahiy inmemiştir. Adam: Eğer tevbe eder, îmân eder, sâlih ameller işler sonra hidâyete ererse ne dersin? diye sorduğunda; İbn Abbâs şöyle dedi: Tevbe ona nereden gelsin ki? Ben Allah Rasûlü (s.a.) nün şöyle buyurduğunu işit-miştim : Bir adamı kasden öldürenin anası ağlasın. (Öldürülen kişi) kı­yamet günü arş'm önünde sağ veya sol eliyle katilini; sağ veya sol eliyle boyun damarlarından kan akar olduğu halde başını tutmuş olarak gelecek ve şöyle diyecek: Ey Rabbım, sor kuluna beni niçin öldürmüş?...

İbn Ebu Hâtim'in naklettiğine göre; seleften Zeyd îbn Sabit, Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Ömer, Ebu Seleme İbn Abdurrahmân, Ubeyd îbn Umeyr, Hasan, Katâde ve Dahh&k îbn Müzâhim kasden adam öl­dürenin tevbesinin kabul olmayacağı görüşündedirler. Bu konuda bir çok hadîs-i şerîf vârid olmuş olup, bunlardan birisini Hafız Ebu Bekr tbn Merdûyeh tefsirinde şöyle zikreder: Bize Da'lec İbn Ahmed'in... Abdullah İbn Mes'ûd'dan, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetine göre; Rasûlullah şöyle buyurmuşlardır: Öldürülen, kıyamet günü (bir eliyle) katiline yapışmış, diğer eliyle başını tutmuş olarak gelir de : Ey Rabbım, sor şuna, beni niçin öldürmüş? der. Katil: (Ey Rabbım) İzzet ve şeref Senin için olsun diye onu öldürdüm, der. Bunun üzerine Allah Teâlâ : O (İzzet ve şeref) Benimdir, buyurur. Bir diğer maktul, katiline yapışmış olarak gelir ve: Rabbım, sor şuna beni niçin öldürmüş? der. Katil: îzzet ve şeref falancanın olsun diye onu öldürdüm, diye cevâb verir. Allah Teâlâ : O (İzzet ve şeref) onun değildir, buyurur da günâhı ona yüklenir ve yetmiş güz (sene) cehenneme inmeye devanı eder.

Hadîsi Ebu Bekr îbn Merdûyeh, Neseî'den İbrâhîm İbn el-Mu'temir kanalıyla... Mu'temir îbn Süleyman'dan rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Safvân İbn isa'nın... Muâviye —Allah ondan razı olsun— den naklettiğine göre; o, şöyle demiştir: Allah Ra-sûlü (s.a.) nün: Kâfir olarak ölen veya bir mü'mini kasden öldürenin dışında her bir günâhı Allah'ın bağışlaması umulur, buyurduklarını işit­tim. Hadîsi, Neseî de Muhammed İbn el-Müsennâ kanalıyla Safvân îbn îsâ'dan rivayet etmiştir.

İbn Merdûyeh der ki: Bize Abdullah îbn Ca'fer'in... Ebu'd-Derdâ" dan rivayetine göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işit­miş : Müşrik olarak ölen veya bir mü'mini kasden öldürenin dışında Allah Teâlâ'nın her günahı bağışlaması umulur. Hadîs bu kanaldan rivayetinde gerçekten garîb olup mahfuz olan rivayeti bundan bir ön­ceki Muâviye rivayetidir. En doğrusunu Allah bilir.

Yine İbn Merdûyeh'in Bakiyye îbn Velîd kanalıyla... İbn Ömer'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetine göre Rasûlullah şöyle bu­yurmuştur : Kim bir mü'mini kasden öldürürse; Allah Teâlâ'yı inkâr etmiş (Allah'a küfretmiş) olur. Bu hadîs de münker olup, isnadı hak­kında çok şey söylenmiştir.

İmâm AhmeoVder ki: Bize Nadr'ın... Ukbe İbn Mâlik el-Leys'den ri­vayetine göre; o şöyle demiştir : Hz. Peygamber (s.a.) bir seriyye (askerî birlik) gönderdi. Bunlar bir kavme saldırdılar. O kavimden bir adam kaçtı. Seriyye'den birisi; kılıcını çekmiş olarak onun peşine düştü. Kav­min içinden kaçan kişi; ben müslümanım, dediyse de onun söylediğine bakmayarak vurdu ve öldürdü. Haber Allah Rasûlü (s.a.) ne ulaşınca bu konuda ağır sözler söyledi ve bu da katile ulaştı. Allah Rasûlü (s.a,) hutbe okurken katil: Allah'a yemîn ederim ki söylediği sözleri sadece öldürülmekten kurtulmak için söylemişti, dedi, Allah Rasûlü hem on­dan ve hem de onun tarafından olan insanlardan yüzünü çevirerek hut­besine devam buyurdu. Katil tekrar : Ey Allah'ın Rasûlü, söylediği söz­leri sadece Öldürülmekten kurtulmak için söylemişti, dedi. Allah Rasûlü yine ondan ve onun tarafındaki insanlardan yüzünü çevirerek hutbe­sine devam buyurdu. Adam sabredemeyerek üçüncü defa : Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemîn ederim ki o, bunları sadece Öldürülmekten kur­tulmak için söylemişti, dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü yüzünde hoş­nutsuzluk ifadesiyle ona dönerek üç defa : Muhakkak ki Allah Teâlâ bir mü'nıini öldürenden yüzçevirmiştir, buyurdu. Hadîsi Neseî de Süley­man İbn Muğîre'den rivayet etmiştir.

Halef ve selef âlimlerinin cumhurunun görüşü ise şöyledir : Katilin kendisi ile Rabbı arasındaki hususlarda tevbesi vardır, (makbuldür). Şayet tevbe eder, rücû' eder, boyun eğer ve sâlih ameller işlerse; Allah onun kötülüklerini iyiliklere çevirir. Öldürülenin karanlığım giderir de onu istediğinden hoşnutlukla vazgeçirir. Allah Teâlâ : «Onlar ki, Al­lah'ın yanında başka bir tanrıya tapıp yalvarmazlar... Ancak tevbe eden, inanıp sâlih amel işleyenlerin, işte onların Allah kötülüklerini iyi­liklere çevirir.» (Furkân, 68 - 70) buyurur ki; bu, neshedilmesi ve müş­riklere hamledilmesi caiz olmayan bir haberdir. Bu âyetin mti'minlere hamledilmesi ise zahirin tersine olup delile muhtaçtır. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de de : «De ki: Ey kendi nefis­lerine karşı haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kes­meyin.» (Zümer, 53) buyurur ki; bu âyet küfür, şirk, şüphe, nifak, öl­dürme ve fısk, ya da bunların dışındaki bütün günâhlar hakkında umû­mîdir. Her kim neden dolayı tevbe etmiş olursa olsun Allah Teâlâ onun tevbesini kabul eder. Yine başka bir âyet-i kerîme'de de: «Allah ken­disine ortak koşmayı bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağış­lar.» (Nisa, 48) buyuruluyor ki; bu âyet de şirkin dışında bütün gü­nâhlar hakkında umûmî olup, bu sûrede bu âyetten Önce ve sonra ümîdi kuvvetlendirmek üzere zikredilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Buhârî ve Müslim'de zikredilen İsrâiloğullarma âit bir habere göre; birisi yüz kişiyi öldürmüş sonra bir âlime : Benim için tevbe var mı? diye sormuştu. O da : Seninle tevbe arasına kim girebilir? diye cevâb ve­rerek ona, Allah'a ibâdet edilen bir memleketin yolunu göstermiş, o da oraya doğru yola çıkmıştı. Yolda öldüğü zaman kendisini rahmet me­lekleri almıştı. Müteaddid defalar zikrettiğimiz gibi şayet bu, İsrâiloğul-ları hakkında vuku' bulmuşsa evleviyyetle bu ümmet hakkında da tevbenin makbul olması gerekir. Zîrâ Allah Teâlâ onların üzerine konulmuş olan yükleri, mükellefiyetleri bizden kaldırmış ve peygamberimizi mü­samahalı hanîf dini üzre göndermiştir. «Kim de bir mü'mini kasden öldürürse onun cezası; içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir.» âyet-i kerîmesine gelince; Ebu Hüreyre ve seleften bir grubun söylediğine göre eğer Allah Teâlâ cezâlandmrsa bu takdirdeki cezası budur. Bu açıkla­mayı îbn Merdûyeh, Muhammed İbn Cami el-Attâr kanalıyla... Ebu Hü-reyre'den merfû' olarak rivayet etmiştir. Ancak bu, sıhhatli değildir. Bu ifâdenin mânâsı: «Şayet cezalandırılacak olursa cezası budur.» şek­linde olup, her günâh hakkındaki tehdîd bu kabildendir. Muvâzene ya da düşürme (ihbât) görüşlerine sâhib olanların söylediğine göre; bu cezanın kendilerine ulaşmasına işlemiş oldukları sâlih ameller engel olmuş olabilir. Tehdîd babında söylenecek sözlerin en güzeli de budur. Allah Teâlâ doğruyu en iyi bilendir.

Katilin ateşe gireceği noktasından hareket edersek bu, —İbn Abbâs ve onun görüşünde olanların söylediğine göre— kendisi için tevbe olma-masındandır. Cumhûr'un kavline göre ise, kendisini bundan kurtaracak sâlih amelleri olmamasından dır. Ama orada ebedî kalması sözkonusu

değildir; âyetteki kelimesi, uzun süre kalma anlamında­dır. Rasûlullah (s.a.) m birçok hadîsinde vârid olduğu üzere; kalbinde îmândan bir zerre miktarı olan kimse; mutlaka ateşten çıkacaktır. Muâ-viye'nin hadîsine gelince ki; burada: Kâfir olarak ölen veya bir mü'-mini kasden öldürenin dışında Allah'ın her günâhı bağışlaması umulur, denilmektedir. Buradaki kelimesi tereccî içindir. Her iki şe­kilde tereccî'nin nefyedilnıesi durumunda, bunlardan birinden vuku' nefyedilmiş olmaz ki, bu da zikrettiğimiz deliller ışığında kati yani Öl­dürmedir. Kâfir olarak ölen kimsenin ise, kesinlikle bağışlanmayacağı­na dâir açık nass vardır. Öldürülen kişinin kıyamet gününde katilden hakkını istemesine gelince bu; insanların hukukundan bir hak olup tevbe ile sakıt olmaz. Bu konuda öldürülen kişiyle malı çalınan, malı gasbedüen, iftira edilen ve diğer İnsan haklan arasında fark yoktur ve bunların tevbe ile düşmeyeceği, tevbenin sıhhatli olabilmesi İçin bu hakların kendilerine mutlaka ödenmesi gerektiği ve şayet ödenmesi mümkün olmaz ise kıyamet gününde İsteneceği konusunda icma* var­dır. Ancak cezalandırmanın vuku' bulması bu hakların istenmemesini gerektirmez. Bu durumda katilin sâlih amelleri olabilir. Bunların bir kısmı öldürülene çevrilir ve sonra ona Allah'ın fazlından bir ecir (mü­kâfat) verilir ve o da cennete girer. Ya da Allah Teâlâ öldürülen kim­seye bu öldürülmüş olmasına karşılık olmak üzere cennet köşkleri, ni­metleri, cennette derecesini yükseltme ve benzeri şeylerle fazlından di­lediğini bağışlar. Allah Teâlâ en iyi bilendir.

Kasden öldürmenin dünyada ve âhirette ayrı ayrı hükümleri var­dır. Dünyada; öldürülenin ailesinden katil üzerine tasallutu sözkonu-sudur. Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme'de : «Kim zulmedilerek öldürülür-se; gerçekten biz, onun velîsine bir hak tanımışızdır.» (îsrâ, 33) buyu­ruyor ki; öldürülenin ailesi şu üç konuda muhayyer bırakılmıştır: Ya öldürme, ya affetme, ya da kırk hâmile deve, otuz adet dört yaşını ta­mamlamış erkek deve, otuz adet dört yaşına girmiş dişi deve olmak üze­re üçe bölünmüş halde ağır diyet alma. Nitekim bu konu, ahkâm kitap­larında anlatılmıştır.

İmamlar; köle âzâd etme keffâreti, ya da peşpeşe iki ay oruç tutma veya altmış yoksulu doyurma şeklinde bir keffâretin gerekip gerekme­yeceği konusunda aynen hatâ ile öldürmenin keffâretinde olduğu gibi iki görüşe sahiptirler. Şafiî ve ashabı ile âlimlerden bir grup keffâretin gerekeceğini söylemişlerdir. Zîrâ hatâ ile (yanlışlıkla) öldürmede kef-fâret gerekiyorsa; kasden öldürmede bu, evleviyyetle gereklidir ve bu konuyu yemîn-i gamûs'un keffâretine benzeterek bu konuda kasten terkedilen namazlar hakkında verilen hükümle görüşlerini kuvvetlen­diriyorlar. Yanlışlıkla olduğunda ise, bu konuda zâten ittifak etmiş­lerdir.

İmâm Ahmed'in ashabı ve diğerleri ise şöyle demişlerdir: Kasden öldürme; keffâretlendirilmeyecek kadar büyüktür ve bunda keffâret yoktur. Yemîn-i gamûs da böyledir. Bu iki şekil ile kasden terkedilen na­mazlar arasını ayırmaya imkân yoktur. Onlar; kasden terkedilmiş bile olsa namazların kazasının vâcib olduğu görüşündedirler.

Kasden öldürmede keffâretin vâcib olduğu görüşünde olanlar, İmâm Ahmed'in rivayet ettiği şu hadîs-i şerîf'e dayanmaktadırlar: Bize Ârim İbn Fadl'ın... Vasile İbn Eska'dan rivayetine göre; o şöyle demiştir: Süleym oğullarından bir grup Hz. Peygamber (s.a.) e gelerek : Bizim bir arkadaşımız ateşi (cehenneme girmeyi) gerektiren bir iş işledi, demiş­lerdi. Allah Rasûlü şöyle buyurdular: Bir köle azâd etsin. Allah Teâlâ âzâd edilen kölenin her bir uzvu karşılığında onun bir uzvunu ateşten kurtarır.

İmâm Ahmed der ki: Bize İbrahim İbn İshâk'ın... Garîf ed-Dey-lemî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Biz, Vasile îbn Eska'a gide­rek; bize Allah Rasûlü (s.a.) nden duyduğun bir hadîs rivayet et, dedik. Şöyle konuştu: Bizden cehennemlik olmasını gerektiren bir iş yapmış olan Dir arkadaşımız hakkında Allah Rasûlü'ne gitmiştik. Bir köle âzâd ediniz. Allah Teâlâ o kölenin her bir uzvu mukabilinde onun bir uzvunu ateşten âzâd eder, buyurdular.

Hadîsi Ebu Dâvûd ve Neseî de İbrahim İbn Ebu Able kanalıyla ri­vayet etmişlerdir. Ancak Ebu Davud'un Garîf ed-Deylemî'den rivâyetin-deki lafzına göre Garîf ed-Deylemî şöyle demiştir: Vasile îbn el-Eska'a vardık ve : Bize içinde fazlalık ve noksanlık olmayan bir hadîs rivayet et, dedik. Kızarak : Sizden biri evinde mushaf asılı dururken Kur'an okur da eksiltip, fazlalaştırır mı? dedi. Allah Rasûlünden işittiğin bir hadîs istemiştik, dedik. O da şöyle dedi: Öldürmek suretiyle kendi­sine ateşi vâcib kılmış olan bir arkadaşımız hakkında Allah Rasûlü (s.a.) ne gitmiştik. Şöyle buyurdular: Ondan (onun yerine) bir köle âzâd ediniz. Allah Teâlâ kölenin her bir uzvu mukabilinde onun bir uz­vunu ateşten âzâd   eder.[12]

 

İzahı

 

Kasıdlı ve hatalı öldürme konusu; İslâm Ceza hukukunun en önemli konularıdır. Öldürme ve kısas üzerinde hassasiyetle duran İs­lâm; beşerî hukuk sistemlerinin hiçbirinde rastlanmayan esâslar ge­tirmiştir. Bu esâsları detaylı olarak etüd- etmiş olan Abdülkâdir Ûdeh kasıdlı ve hatalı öldürmenin ahkâmını şöyle açıklıyor ;

 

Kasıdlı Öldürme Suçunun Hükümleri

 

İslâm hukukunda kasıdlı öldürme suçunun hükümleri üçtür :

a) Öldürülen kişi canlı bir insan olmalıdır.

b) Öldürme suçlunun kendi fiilinin neticesi olmalıdır.

c) Suçlu öldürmeyi kasdetmelidir.

İslâm hukukunda kasıtlı öldürme suçlarının rüknü olarak kabul edilen bu esaslar, Mısır ceza kanunu ve diğer beşerî hukuk sistemlerinin esâs olarak aldıkları rükünlerin aynıdır.

 

1 — Öldürülen Canlı Bir İnsan Olmalıdır

 

Bir canlıya yönelmiş bulunan öldürme suçu tabîatı itibarıyla canlı varlıklara tecâvüz anlamını taşır. Bunun için İslâm hukukçuları buna cana saldırı adını vermişlerdir. Binâenaleyh suçun gerçekleşmesi için saldırıya uğrayan kişinin insan olması gerekir, ayrıca öldürme suçu­nun işlendiği anda hayatta bulunması îcâbeder. Meselâ canlı bir hayvanı öldürmek üzere ateşli silahım boşaltan birisi, kasıdlı öldürme suçun­dan sorumlu olmaz. Ancak bir hayvanı telef etme suçundan sorumlu olur. Keza ölü bir insanın öldüğünü bilmeden öldürmek kasdıyla kar­nını yaran veya başını vücûdundan koparan kimse onun katili olarak kabul edilmez. Çünkü ölüm fiili, onun eyleminin neticesinde ortaya çık­mamıştır. Ayrıca işlediği suç, canlının ölümünden sonra vuku' bulmuştu ki, canlının ölümünden sonra onu tekrar öldürmek imkânı mevcut de­ğildir. Veya bir başka ta'bîrle işlediği fiil mümkün olmadığından dolayı bir kişi kasıdlı öldürme suçundan sorumlu tutulamaz. Ancak bir ölüye saygı göstermediği ve mahremiyetini çiğnediği için cezalandırılır.

İslâm hukukunda ittifakla kabul edilmektedir ki, ölüm fiili muhak­kak ölüme sebeb olan bir fiil olsa, ancak hayatta kalabilmesi ve hayatını sürdürebilme imkânı da mevcut olsa meselâ karnını yarsa veya bağır- • sağını deşse ve ikinci kişi de boynunu koparsa bu vak'ada katil ikinci­sidir. Çünkü hayatı ortadan kaldıran veya hayat hükmünde olan du­rumu yokeden kişi ikincisidir. İslâm Hukukçuları bu hâdiseye delil ola­rak Hz. Ömer (r.a.) in bir vak'asını naklederler. Şöyle ki, Hz. Ömer (r.a.) yaralanınca yanına doktor girer ve ona süt içirir. Yavaş yavaş katılaş­maya başlar. Doktor onun ölmek üzere olduğunu anlar ve halka vasiyet et, der. Hz. Ömer de vasiyet eder ve hilâfetin şûra ehline kalması gerek­tiğini belirtir. Bunun üzerine ashâb-ı güzîn onun vasiyyetini icmâ' ile kabul ederler. Şu halde yaralanan kişinin hayatta kalma ihtimâli bu­lunduğu müddetçe onu ikincisi öldürmüş sayılır ve katil odur. Tıpkı iyi­leşmesi mümkün olmayan bir hastayı öldürmek gibi.

Fakat birinci suçlunun fiili, tecâvüze konu olan kişiyi hayat hük­münde olan durumdan çıkarmışsa, meselâ bağırsaklarını koparmış ve tamamen dağıtmışsa ikinci şahıs ta gelip onu kesmişse bu noktada İslâm hukukçuları ihtilâf etmişlerdir. Bir grup, katilin birinci kişi ol­duğunu kabul etmektedir. Zîrâ birinci şahıs, maktulü öldürecek bir hale getirmiştir. Binâenaleyh onun durumu artık mutlak mânâda ölünün durumu gibidir. Ancak bu duruma düşen kişinin konuşmaktan âciz. idrâkini yitirmiş seçme yeteneğini kaybetmiş olmasını şart koşmakta­dırlar. Eğer muntazam bir sözle konuşmuşsa onun bu konuşmasını iste­mek gibi.

Diğer bir grup ise, katilin ikinci şahıs olduğunu kabul etmektedir­ler. Çünkü cam çıkmak üzere olan kişi, hayatta olmasa bile hayatta hükmündedir. Ruhunu teslîm etmediği sürece başkasına vâris olabilir. Vasiyet edecek kişi, ondan önce ölecek olursa ona vasiyet etmesi caiz­dir. Keza konuşabilecek güçte olur da müslüman olduğunu izhâr eder­se, müslümanlığ'ı kabul edilir ve müslüman olan vârislerinin mirasına hak kazanır. Şu halde o, ya canlıdır ya ölüdür. Bunun dışında bir başka değerlendirme sözkonusu olamaz. Ruhunu teslîm etmediğine göre ölü olduğu söylenemez.. Öyleyse ne kadar yaralanmış olursa olsun, o kişi canlıdır. Binâenaleyh ona herhangi bir şey yapan kişi, yaptığı fiiliyle ölümünü çabuklaştırmıştır. Ve o kişi, kasıtlı katildir.

Anne karnındaki cenîn; hiçbir şekilde canlı insan olarak kabul edi­lemez, îslâm hukukunda cenîn için «bir bakımdan canlı bir bakımdan cansız» ta'bîri kullanılır. Binâenaleyh cenîni öldüren kişi, kasıdlı katil olarak kabul edilemez. Sadece özel bir türden kati suçunu işlemiş olarak değerlendirilir ve ona husûsî bir ceza verilir. Bu konudan ilerde söze-deceğiz. Mısır ceza kanunu da bu hususta İslâm hukukuna uymaktadır. Çünkü ceza kanununa göre ana karnındaki bir cenîni öldürme için ka­rarlaştırılmış bulunan ceza uygulanmaz. Bunun yerine 260. maddede ve hâmile kadınların hamlini iskât başlıklı 2. ve 3. bentteki cezalar uy­gulanır.

Tecâvüze uğrayanın (suça konu olanın) cinsiyetinin, dininin, renginin, yaşının, türünün, zayıflığının veya sağlıklı olmasının kasıdlı olarak öldürülmüş kabul edilmesi için hiçbir te's'îri yoktur. Binâenaleyh maktulün yabancı veya suçlunun bağlı bulunduğu devletin vatandaşı olması arasında fark yoktur. Keza katilin dinine veya bir başka dine mensûb olması, mütedeyyin olup olmaması, siyah veya beyaz olması, Arap veya Arap olmayan bir kavimden olması, küçük veya büyük ol­ması, erkek veya dişi olması, güçlü veya zayıf olması, hasta veya sağ­lam olması arasında hiçbir fark yoktur. Keza maktul hasta ise, hasta­lığının basit veya öldürücü olması şifâyâb olmasının mümkün olup ol­maması gibi hususların hiçbir önemi yoktur. Binâenaleyh herhangi bir insanı —nasıl olursa olsun— öldüren kişi kasıdlı katil olarak kabul edilir. İsterse katil maktulü dayanılmaz acılarından kurtarmak için öldürmüş olan bir doktor olsun. Neticede bir insanı öldüren kişi, kasıdlı katildir.

Maktulün cüssesinin mevcut olması, kat] suçunun işlenmiş olarak kabul edilmesi için şart değildir. Kati vak'asmın gerçekleştiğine dâir deliller bulunduğu sürece dâvanın açılabilmesi için maktulün vücûdu­nun ortada bulunması şartı yoktur.

Bu anlattığımız hususlarda İslâm hukukuyla Mısır ceza hukuku arasında bir ayrılık mevcut değildir. Mısır ceza kanunu, bu birinci rük­nün mevcudiyeti için saydıklarımızın dışında bir şart araştırmaz. Ancak İslâm hukuku, bu sayılanların dışında maktulün ma'sûm olmasını yani kanının heder sayılmamış bulunmasını şart koşar.

İslâm hukukuna göre ma'sûmiyetin esâsı müslümanlık ve emândır. Emân sözünün muhtevası içerisine cizye, sözleşme, barış andlaşması gibi akidlerin hepsi girer. Buna göre müslüman, zimmî ve müslüman-larla sözleşmiş bulunan kimseler, barış andlaşması yapmış olanlar, İs­lâm devletinin topraklarına emân ahdiyle girmiş bulunanlar, —isterse İslâm devletine savaş açmış bulunan bir devletin vatandaşı olsun emân ahdine hâiz bulunduğu sürece— ma'sûm sayılır. Bir devletin topraklan içerisine girme izninin verilmesi, izin sona erinceye kadar emân ahdi sayılır. İşte bu saydıklarımızın tümü İslâm hukukuna göre ma'sûmdur. Yani malları ve kanlan mübâh değildir. Herhangi bir kişi kasıdlı olarak bunları Öldürecek olursa, katili kasıdlı öldürme suçundan sorumlu tu­tulur. İmâm Mâlik'in, Şafiî'nin ve Ahmed îbn Hanbel'in görüşü budur.

İmâm A'zam Ebu Hanîfe'ye göre ma'sûmiyetin esâsı İslâmiyet değildir. Ona göre kişi; bulunduğu yerine ma'sûmiyeti, İslâm'ın dokunul­mazlığı ve emân ahdiyle ma'sûrndu*. Binâenaleyh İslâm diyânnda ya­şayan kişiler dâr'ül-İslâm'da bulunudklan sürece ma'sûmdurlar. Kay­nağını Müslümanlann kuvvet ve topluluğundan alan İslâm'ın dokunul­mazlığına hâiz bulunanlar ma'sûmdurlar. Dâr'ül-Harb ahâlisi ise ma'-sûm değildir. Çünkü onlar, İslâm devletine karşı muhârib durumunda­dırlar. Eğer dâr'ül-Harb'te bir müslüman varsa onun müslüman olması; müslüman kuvvetler içerisine dâhil olmamış bulunduğu için, ma'sûmiy-yet kazandırmaz.

Ebu Hanîfe'nin görüşü ile diğer imamların görüşü arasındaki fark şuradan gelmektedir: Ebu Hanîfe'ye göre; dâr'ül-Harb'teki bir müslü-manın öldürülmesi cezaî müeyyide konusu olamaz. Çünkü o, ma'sûm değildir. Diğer imamlara göre ise cezalandırılır. Çünkü o, müslüman olmakla ma'sûmiyet kazanmıştır. Kanı ve cam haram'dır. Ve dâr'ül-îslâm dışında yaşamasının hiçbir Önemi yoktur.

Ma'sûmiyetin esâsı İslâm ve emân olduğuna göre bu hükmün da­yandığı esâs ortadan kalkınca ma'sûmiyet de ortadan kalkar. Binâena­leyh müslüman irtidâd etmekle, müste'men veya muâhid emânının sona ermesiyle veya ahdini bozmakla kanları heder sayılır. İslâm devleti ile muharebe halinde bulunan devletin vatandaşları için asla ma'sûmiyet sözkonusu değildir. İslâm devletiyle muhârib durumda olan devletin vatandaşlarına İslâm hukuku ıstılahında harbî adı verilir. Harbinin as­lında kanı hederdir. Ancak emân dileyip kendisine emân verilmesiyle muvakkat olarak —emân süresince— kanı ma'sûm olur. Ayrıca muhârib olan devletin vatandaşı; bağlı bulunduğu devlet İslâm devletiyle söz­leşme yapıp muvakkat olarak harb haletini ortadan kaldırınca veya zim­met akdi yapıp İslâm devletinin zimmeti altına girinci harbînin kanı ma'sûm sayılır. Şu halde ma'sûmiyet barış akdine veya zimmet sözleş­mesine bağlıdır.

Emânın son bulması ve irtidâdla ma'sûmiyetin ortadan kalkması evli kişinin zinası, yol kesmek ve kasıdlı öldürmek gibi bazı suçların iş­lenmesiyle ma'sûmiyet ortadan kalkar. Bunlar sayıca bellidirler. Ebu Hanîfe'ye göre isyan suçunu işlemekle de ma'sûmiyet zail olur. İsyan; devletin düzenine ve kanunlarına karşı çıkıp, düzeni yürüten ve kanunu tatbik edenlere baş kaldırmaktır. İslâm hukukunda âsîlere, bâgîler adı verilir. Bu suçların her birisi üzerinde dururken, bu nokta üzerinde birer birer tafsilâtlı bilgi vereceğiz.

Kişinin ma'sûmiyeti ortadan kalkınca kanı heder sayılan kişileri öldürenlere, âmme kuvvetlerinin görevini üstlenmek suçundan dolayı ceza verilebilir. Yoksa katil olarak ceza verilemez. Dört mezhebte de kuvvetli olan görüş budur.

Harbî: İslâm devletiyle savaş halinde bulunan bir devlete mensûb olan kişidir, tcmâ-i Ümmet'le harbînin kanı heder sayılır. Binâenaleyh onu öldüren, kasıdlı katil olarak kabul edilemez. Sadece kendisini âmme kuvvetlerinin yerine koyarak onların yapması gereken bir fiili yaptığı için ceza verilebilir.

Harbî, savaş alanında veya savaş alanı dışında nefs-i müdâfaa du­rumunda Öldürülürse hiçbir şekilde ceza vârid olmaz. İslâm hukuku­nun bu hükmü, beşeri hukukun hükümleriyle tamamen uyuşmaktadır. Eğer harbî savaşta müslüman topraklarda yakalanır veya esîr edilirde yakalanan yahut esîr eden kişi veya bunların dışında bir başka şahıs tarafından öldürülürse, İslâm hukuku hükümlerince katleden kişi katil olarak kabul edilip muaheze olunmaz. Çünkü aslında harbînin kanı mü-bâhtır. Mübâh olması da harbî oluşundadır. Dolayısıyla onun yakalan­ması veya esîr edilmesi kendisine ma'sûmiyet kazandırmaz ve harbî sıfatını değiştirmez. Yakalandıktan veya esîr edildikten sonra da kanı mübâh olarak kalır. Binâenaleyh böyle bir kişiyi öldüren kimse, kanı mü­bâh olan birisini öldürmüştür ve kanı mübâh olan birisinin öldürülme­sinden dolayı da mes'ûliyet terettüb etmez. Ancak daha önce de belirt­tiğimiz gibi katil olarak değil, âmme kuvvetlerinin görevini üstlenmiş olarak cezalandırılabilir. İslâm hukukunun bu hükmü, beşerî hukukun hükmüne muhaliftir. Çünkü beşerî hukuk, her zaman kati fiilini ka­sıdlı öldürme olarak kabul eder ve böyle değerlendirerek cezalandırır. Ancak pratikte vukûbulan, bu teorik şekilden farklıdır. Pratikte mahke­meler, suçlunun ve suça konu olan kişinin şartlarını değerlendirir ve suçluyu imkân nisbetinde hafîf bir cezaya çarptırırlar. Şu halde beşerî hukukun teorik olarak benimsediği fikir değil ama pratikte benimsediği tatbikat İslâm hukukuyla bir noktada uyuşmaktadır. Sadece aradaki ih­tilâf suça verilen hukukî şekil konusundadır. Beşerî hukuk, bu tür suç­lan kati olarak kabul eder. Beşerî hukuk hâkimlere, suçlunun ve suçun durumunu nazar-ı i'tibâra alarak cezayı hafifletme hakkı verir. Bunun gibi İslâm hukuku da devlet yöneticilerine bu tür kati fiillerine ta'zîr cezası verme veya vermeme yetkisi tanımıştır. Çünkü âmme kuvvetle­rinin vazifesine tecâvüz, ta'zîri gerektiren suçlardandır. Binâenaleyh devlet yöneticileri bu tür suçlan isterlerse hafîf, isterlerse ağır ceza­larla cezalandırabilirler.

Dinini değiştiren müslüman, mürted olur. Binâenaleyh gayr-i müs-lim dinini değiştirirse mürted sayılmaz, İslâm hukukuna göre mürtedin kam hederdir. Binâenaleyh mürtedi bir kişi öldürürse kasıdlı öldürme suçundan sorumlu tutulamaz. İster tevbeye davet etmezden önce öldür­müş olsun, ister davet ettikten sonra. Çünkü mürted; mürted olduğu müddetçe ona yapılan hareketler heder olarak kabul edilir.

Aslında mürtedi öldürme yetkisi, âmme kuvvetlerine aittir. Eğer âmme kuvvetlerinin izni olmadan herhangi bir kişi, onu öldürürse yanlış hareket etmiş olur ve âmme kuvvetlerinin görevini üstlenmiş olur. Bu­nun için de kendisine ta'zîr cezası verilir. Ancak kati fiilinden dolayı cezâlandırılamaz. Dört mezheb fukahâsımn görüşü budur. Sadece Mâ­liki mezhebinde muhalif bir görüş vardır. Buna göre mürted, irtidâd etmekle ma'sûmiyetini kaybetmektedir. Ancak Mâliki mezhebinde bu görüşe mensûb olanlar, mürtedi öldürene ta'zîr cezası verilmesini ve kan sahihlerine de devlet hazînesinden diyet ödenmesini gerekli görürler Onlann delili şudur : Mürted öldürülmeden önce tevbeye davet olunur. İrtidâd ettikten sonra kâfir sayılacağından onu öldüren kişi, öldürül^ mesi yasak olan bir kâfiri öldürmüş olarak kabul edilir. Binâenaleyh ona devlet hazînesinden diyet Ödenmesi îcâb eder. Zîrâ mürtedin ma­lına vâris olan devlet hazinesidir. Onun için diyeti ödemesi gereken de devletin hazînesi olmalıdır. Bu görüşü benimseyenler, mürtedin irtidâd etmekle ma'sûmiyetinin yıkıldığım ancak kâfir olmakla ma'sûmiyet kes-bettiğini kabul etmektedirler ki bu, açıkça tenakuzdur. Çünkü onlara hemen şunlar söylenecektir: Mürted müslüman olduğu sürece ma'sû-miyet sahibidir. Kâfir olunca ma'sûmiyet zail olur ve kâfir kişinin ma'-sûmiyeti yoktur. Kâfire ma'sûmiyet kazandıran husus, onun emân ve­ya zimmet ahdiyle İslâm devletiyle sözleşme yapmış olmasıdır. Mürted ise, bunların hiçbirisinin içerisine dâhil olmaz. Binâenaleyh kâfir ol­duktan sonra ma'sûm saymak imkânı yoktur.

Beşerî hukuk, bu noktadan İslâm hukukundan ayrılır. Çünkü be­şerî hukuk, din değiştirmeyi cezalandırmaz. îslâm hukukuyla beşerî hukuk arasındaki bu ayrılığın esâsı; her iki sistemin dayandığı te­mellere racîdir. Beşerî hukuk, din dışı esâslara dayanır. Binâenaleyh o, kendi mantığı gereği olarak din değiştirmeyi cezalandırmaz. İslâm hu­kuku ise, İslâm dinin esâslarına dayanır ve tabiatı îcâbı, üzerine dayan­dığı dini değiştiren kişiyi cezalandırması îcâbeder. Mısır ceza kanunu-da; alındığı beşerî hukuk sistemlerinin izlediği yolu izlemiş ve mürtede hiçbir ceza vaz'etmemiştir. Ceza kanununda bir hükmün bulunmaması irtidâdın mübâh olması ve cezâlandırılamayacağı anlamına gelmez. Çünkü irtidâd, İslâm hukuku hükümlerince ölüm cezasıyla cezalandırıl­ması gereken bir suçtur. İslâm hukuku, müslüman olan halk arasında hâlen carîdir. Birinci cildimizde beyân ettiğimiz gibi beşerî hukuk tara­fından neshedilmesi veya lağvedilmesi imkânı yoktur. Binâenaleyh şu anda Mısır'da mürted birisini öldüren kişi, katil olarak değerlendirile­mez. Çünkü o, şeriatın mübâh karşıladığı bir fiili işlemiş ve kendisine tanıdığı bir hakkı kullanmış olmaktadır.

Herhangi bir şahıs, Allah tarafından ölüm cezası verilmiş bulunan had suçlarından birisini işlerse kanı heder sayılır. Bu suçu işlediği an­dan itibaren ma'sûmiyeti ortadan kalkar. Çünkü suç mahalli, Allah'ın koyduğu hudûdtan bir haddir. Had ise, aslında suçun işlendiği anda tatbîki gereken bir cezadır. Te*hîr veya umursamazlık kabul etmez. Ayrıca cezanın durdurulması ve affı ihtimâli mevcut değildir. Had cezasını ge­rektiren bir suçu işlemiş bulunan kişinin ma'sûmiyeti; hakkında hüküm verildiği günden itibaren değil, suçu işlediği günden itibaren kalkar. Çünkü ma'sûmiyetin ortadan kalkmasının esâsı, suç işlemektir. Yoksa ceza hükmünün verilmesi değildir. Binâenaleyh evli bir zânînln cezası, recm yani taşla öldürülmedir. Eğer bir kişi bu suçu işlerse, o suçu işle­diği andan itibaren kam heder sayılan kişiler safına girer. Binâenaleyh bir diğer kişi gelir onu Öldürürse, öldürülmesi mübâh olan bir şahsı öl­dürmüş sayılır ve zînâ ettiğini kesin delillerle isbât imkânı bulunduğu müddetçe onu öldürene kati cezası verilemez. Ama zina ettiği isbât edi­lemezse, bu takdirde onu öldüren kişi katil olarak kabul edilir ve ka-sıdlı öldürme suçu için takarrür etmiş bulunan cezaya çarptırılır. Şayet zina ettiği sabit olursa öldüren kişi tümüyle cezadan kurtulamaz. Çün­kü o, bu takdirde âmme kuvvetlerinin yapması gereken bir fiili kendi üstüne almış ve başkasının vazifesine tecâvüz etmiş sayılır, âmme kuv­vetlerinin görevini üstlenmekten cezalandırılabilir.

Evli kimsenin zinası gibi, ölüm veya hem Ölüm hem de asılma ce­zası verilen yol kesicilik suçunu işleyenlerin durumu da aynıdır. Böyle bir suçu işleyen kişi suçu işlediği andan İtibaren ma'sûmiyetini yitirir ve kanı heder sayılır. Binâenaleyh onu öldüren kişi, öldürme suçundan değil âmme kuvvetlerinin görevini üstlenmek suçundan cezalandırılır.

Had suçlarından; evli olup zina eden, dinden dönen ve yol kesen kişiye Allah tarafından takdîr olunan bir ceza olarak, ölüm cezası ve­rilir.. Bunların dışındaki suçlara ise ölüm cezası verilmez.

Kısas cezası olarak ölüm, Allah'ın koyduğu bir haddir. Ancak bu haddin tatbik yetkisi ferdlere bırakılmıştır. Onun tatbik hakkı Allah'a veya topluma âit değil ferdlere aittir. Bunun için biz; zina, irtidâd ve yol kesme gibi cezasının tatbik hakkı Allah'a veya topluma bırakılmış bulunan suçlarla, ferdlere bırakılmış olan kısas suçu arasında ayırım yaptık.

Kısası gerektiren öldürme suçunu işlemiş olan kişinin ma'sûmiyeti zail olur ve suçu işlediği andan itibaren kam heder sayılır. Ancak bu­radaki heder, nisbî bir hederdir. Katilin kanı sadece maktulün sahible-rine aittir. Diğerlerine göre ma'sûmiyeti bakîdir. Binâenaleyh kan sa-hiblerinden birisi onu öldürürse, kasıdlı kati suçundan cezâlandınlanıaz. Çünkü kan sahibleri îslâm hukukuna göre katilden kısas hakkım biz­zat alabilirler. Tabiî katil fiili düşmanlıkla ve zulümle işlenmişse. Çün­kü bu hususta yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«Kim de zulmedilerek öldürülürse, Biz onun velîsi için bir yetki kıl-mışızdır.» Ama o kişiyi kan sahibi olmayan birisi öldürürse, öldüren ka­sıdlı öldürme suçundan olur. Çünkü birinci katil yani kısas uygulanacak kişi, ikinci katil için kanı ma'sûm olan bir kişidir. Ancak kan sahibleri için ma'sûmiyeti yoktur. Bu hususta birinci cildde «hakların kullanılması ve vazifenin îfâsı» konusundan sözederken etraflıca ma'-lûmât vermiştik.

Meşru' yollara başvurmadan düzeni değiştirmek veya ihtilâle da­vet etmek, bu konuda kuvvet kullanmak isyandır. îsyâna davet eden­lere îslâm hukukunda (bâğîler) âsîler adı verilir. Ayrıca kâim olan dü­zeni destekleyen gruba da ehl-I Adi adı verilir. Âsîlerin durumu, ihtilâf konusudur. Mâlik, Şafiî ve Ahmed Ibn Hanbel âsîlerin ehl-i adi ile savaş halinde olmaları veya ehl-i adl'e saldırmaları veya ehli adl'in malına tecâvüz etmeleri hali dışında ma'sûm olduklarını kabul etmektedirler. Ebu Hanîfe ise, asîlerin hiçbir şekilde ma'sûm olmadıklarını dolayısıyla kanlarının heder sayılacağını ve isyan etmekle ma'sûmiyetlerinin orta­dan kalkacağını kabul etmektedir. Bu görüş uyarınca âsîyi öldüren kişi, kasıdlı öldürme cezasıyla cezalandırılmaz. Sadece âmme kuvvetlerinin görevini üstlenmek suçundan sorumlu tutulur. Harp halinde ise, îslâm hukukçularının ittifakıyla öldüren kişi suçlu sayılmaz. İmam Mâlik, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'e göre ise, âsîyi savaş veya nefs-i müdâfaa hali dışında öldüren kişi, kasıdlı katil olarak kabul edilir ve cezalan­dırılır.

Hakkında kati cezası verilen herhangi bir suça ek olarak bir başka suç işlememekle cezası had veya kısas değilse ma'sûmiyet zail olur. Çünkü had ve kısas suçlarının dışında suçu ve cezayı affetme hakkı dev­let yöneticilerine verilmiştir. Binâenaleyh onları anında öldürmek ge­reği yoktur. Şu halde kesin olarak ölüm cezası verilemeyen suçlar, ma'­sûmiyeti ortadan kaldırmaz ve hakkında ölüm cezası verilse bile suçlu­nun kam heder sayılmaz. Çünkü devlet yöneticisinin son anda cezayı affetmesi mümkündür.

Bu noktada beşerî hukukla îslâm hukuku muvafıktır. Beşerî hu­kuk; hakkında i'dâm hükmü verilse bile suçluyu ma'sûm kabul eder. Sadece beşerî hukukla îslâm hukuku birbirinden bu hükmün bütün suçlara ta'mîm edilmesi konusunda ayrılır. Ayrılığın esâsı şuna dayan­maktadır. İslâm hukukuna göre had ve kısas suçlan; af kabul etmeyen ve cezanın te'hîrine müsâade etmeyen suçlar olarak kabul edilir. Bu ise, hakkında kati cezası verilmiş bulunan suçlan işleyen kişilerin, suçu iş­ledikleri andan itibaren kanlannın heder sayılmasını gerektirir. Çünkü onları, o anda cezalandırmak vâcib ve kesindir. Beşerî hukuk ise, bütün suçlarda affı kabul eder. Binâenaleyh cezanın anında verilmesi gereği kalmaz. Aynı durum îslâm hukukunda haddi ve kısası gerektiren suç-lann dışında kalan fiiller için de variddir. Beşerî hukuk mantığı, hakkın­da i'dâm hükmü çıktıktan sonra bile suçluyu ma'sûm saymayı gerek­tirir. Çünkü suçlunun her zaman affı mümkündür.

Suçlunun ma'sûmiyet ânının bilinmesinin büyük önemi vardır. Çünkü suçlunun mes'ûliyetinin ta'yîni tecâvüze uğrayanın halinin bilinmesine bağlıdır. Eğer tecâvüze uğrayan kişi kanı ma's'ûm olan birisi ise, suçlu, onun katlinden sorumludur. Eğer ma'sûm değil de kanı heder sayılan birisiyse sorumluluğu yoktur.

Ma'sûmiyet vaktinin ta'yîni konusunda ihtilâf vardır. Ebu Hanîfe ma'sûmiyet vaktinin, fiilin işlendiği vakit olduğunu kabul eder. Suça konu olan kişi, suçu işlendiği anda ma'sûm ise suçlu fiilinden sorum­ludur, aksi takdirde sorumlu değildir. Meselâ bir kişi, müslüman olan birisini öldürmek kasdıyla yaralasa yaralı bilâhere irtidâd eder ve ölürse yaralayan kişi öldürme suçundan sorumlu tutulmaz. Sadece ma'sûm bir kişiyi yaralama suçundan sorumlu olur. Ebu Hanîfe'nin delili şudur: Suçlunun fiiliyle değil kati fiilinin meydana gelmesiyle katiden sorumlu olması gerekmektedir. Suçlunun fiilinin kati olarak kabul edilmesi ancak maktulün Ölmesiyle mümkün olabilir. Maktulün hayatını kaybetmesi ma'sûm olmadığı bir anda vukûbulmuştur. Bir nâenaleyh o anda öldürmek, kanı heder olan birisini öldürmek de­mektir.

îmâm Ebu Yûsuf ve Muhammed ise ma'sûmiyet anının hem fiilin işlendiği hem de Ölümün vukûbulduğu an olması gerektiği görüşün­dedir. Onlara göre fiilin katil ve maktul ile alakası vardır. Çünkü ka­tilin fiilinin te'sîri maktulün hayatını kaybetmesiyle belirmektedir. Binâenaleyh ma'sûmiyetin her iki vakitte toplanmış olduğunu kabul etmek gerekir. Aslında Ebu Hanîfe'nin delilini kabul edecek olursak onunla diğer iki imâmın görüşü arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü Ebu Hanîfe delilinde ölüm vaktine dayanmakta ve suçlunun mes'ûli-yetini reddetmektedir. Çünkü suçlunun fiilinin ölüm haline dönüştüğü yani tecâvüze uğrayanın öldüğü vakitte maktul ma'sûm değildir. Bu görüşüyle Ebu Hanîfe, fiilin ve ölümün vaktini birlikte nazar-ı itibâre almaktadır ki, Ebu Yûsuf ve Muhammed'in dediği de bundan farklı değildir. îmâm Züfer ise ma'sûmiyet vaktinin ölüm vakti olduğunu kabul eder.

İmâm A'zam Ebu Hanîfe ile Ebu Yûsuf ve Muhammed (kurşun veya ok) atmadaki ma'sûmiyet vaktinin ta'yîninde farklı görüşlere sahihtirler. Ebu Hanîfe'ye göre ma'sûmiyet vakti, isabet vakti değil atma vaktidir. Ebu Yûsuf ve Muhammed'e göre ise ma'sûmiyet vakti, atma vakti değil isabet vaktidir. Ebu Hanîfe'nin delili şudur: Suç­lunun sorumluluğu işlediği fiile terettüb eder. Onun fiili atmaktır. Atmanın ötesindeki neticeler onun kudreti tahtinde değildir. Eğer tecâvüze uğrayan kişi, atma anında ma'sûm ise suçlu katil olur. İmâm Ebu Yûsuf ve Muhammed'in delili ise şudur : Asıl itibâr edilecek vakit, tecâvüze uğrayanın helak olduğu vakittir ki, atılan şeyin İsabet anıdır.

Eğer telef olma fiili ma'sûm bir mahalde vukûbulmuşsa suçlu cezayı haketmiştir. Eğer telef olma anında suça konu olan mahal ma'sûm değilse ceza yoktur. Buna göre bir kişi bir başkasına kurşun sıksa, kurşun sıkılan kişi kurşunun sıkılmasından sonra ve isabet almazdan önce irtidâd etse Ebu Hanîfe'ye göre sorumludur. Çünkü kurşunun sı­kıldığı anda maktul ma'sûmdur. İmâm Yûsuf ve Muhammed'e göre sorumlu değildir. Çünkü kurşunun isabet ettiği anda ma'sûm değildir. Şafiî, Haribelî ve Mâlikîler ise ma'sûmiyet vaktinin, fiilin ve ölü­mün vukûbulduğu vakitler olduğu görüşündedirler. Ancak her üç mezhebin fakîhleri de atma anındaki, ma'sûmiyet vaktinin ta'yîni konusunda ihtilaflıdırlar. Bazıları atma anını ma'sûmiyet vakti ola­rak kabul ederken, diğer bir kısmı da vurma anım ma'sûmiyet vakti olarak kabul etmektedirler.

Şafiî mezhebi fakîhleri tecâvüze uğrayanın ma'sûm veya heder olması halinin değişmesini şöyle bir kaideye bağlayarak açıklamış­lardır :

Başlangıçta tazmin edilemeyen her yaralama, neticede halin de­ğişmesiyle tazmin olunur duruma gelemez. Her iki halde de tazmin olunur durumda bulunan yaralama, neticedeki tazmin olunan duru­ma göre değerlendirilir. Buna göre bir kişi harbî veya mürted olan birisini yaralasa harbî veya mürted bilâhere müslüman olur ve müs-lüman olduktan sonra o yaralamadan dolayı Ölürse yaralayana mesu­liyet yoktur. Çünkü yaralama, tazmîn olunmayan bir anda vakûbul-nıuştur. Yani heder olarak kabul edilmiştir. Heder olarak kabul edilene vukûbulan fiilden dolayı ceza yoktur. Eğer bir müslüman, müslüman iken yaralanır, yaralandıktan sonra irtidâd eder ve bu yaradan ölürse; suçlu, ancak yaralamadan sorumludur. Ölümü ise hederdir. Çünkü fiil, irtidâddan sonra ölüm haline inkılâb etmiştir. Mürtedin öldürül­mesi ise cezayı gerektirmez. Eğer irtidâd ettikten sonra kişi; bu du­rumda öldürmüş olsaydı yine öldürmekten sorumlu olmazdı. Bazı fa-kîhlere göre yaralanan ölümden sorumlu olmadığına göre yaralama­dan da sorumlu olmaması gerekir.

 

2 — Öldürücü Fiil, Suçludan Sâdır Olmalıdır.

 

Suçun ikinci rüknünün tahakkuk edebilmesi için kati olayının suçlunun fiilinin neticesinde meydana gelmesi ve fiilin öldürücü ol­ması şarttır. Eğer kati olayı suçluya nisıbet edilmesi mümkün olmayan bir fiilin neticesi ise, yahut ta suçlunun fiili öldürücü bir fiil değilse suçluyu katil  olarak kabul etmek mümkün olmaz..

Bir fiilin kati olarak kabul edilebilmesi için muayyen bir nev'i bu­lunması şart. değildir. Fiil vurma olabilir. Yaralama olabilir, kesme olabilir, yakma olabilir, boğma olabilir, zehirleme olabilir ve daha buna benzer fiiller olabilir. Öldürücü fiil suçludan bir defa da, uzun veya kısa süreler içerisinde tedâvî ederek zuhur etmiş olabilir.

Örf gereğince her âletin kullanıldığı bir yer vardır. Öldürücü fiil­lerde her fiilin meydana gelmesini sağlayan bir âlet veya vâsıta bu­lunur. Öldürücü fiilin bu âlet ve vâsıta olmaksızın sudûru mümkün değildir. Öldürücü vâsıta ve âletler kuvvet ve zaaf bakımından olduğu gibi kullanılışı, vücûda etkisi ve vücûdun onunla etkilenmesi bakımın­dan da farklı şekillerde olabilir. Bunun için İslâm hukukçularının ek­seriyeti öldürücü vâsıta ve aletlerin değişikliğine ve te'sîrlerine göre farklılık arzetmesinden dolayı hüküm ve şartlarını da farklı şekillerde sıralamışlardır. Şimdi bu hususta İslâm hukukçuları arasındaki deği­şik görüşleri açıklamaya çalışalım.

İmâm Mâlik, öldürücü fiilde veya öldürme âletinde özel şartlar aramaz. Ona göre : İnsanın tokat, tekme, silah, taş, sopa veya diğer şeylerle kasıdlı olarak vurduğu darbe sonucunda meydana gelen ölüm darbeye uğrayan kişi öldüğü takdirde kasıdlı ölüm sayılır. İnsan bazı şeyleri yapmayı kasdeder ama öldürme kasdi gütmez. Meselâ iki kişi güreşir, biri diğerini yıkar veya iki kişi taş atar yahutta eğlence kasdıyla birisi diğerinin ayağına çelme takar, o da düşer ve ölür. İşte bu gibi hallerin hepsi de hatalı öldürmedir. Buna öldürme denemez. Çünkü suçlu fiili kasdetmektedir ama öldürmek için değil oyun mak­sadı ile. Şayet öldürmek kasdıyla yapar, kızgınlıkla karşısındakine yak­laşır ve öldürürse, yahut ayağına çelme takar düşürür ve adam öldü­rürse hatalı öldürme değil kasıdlı öldürme olur.

Mâliki mezhebinin meşhur kitabı El-Müdevvene'nin ifâdesi böyle. Buradan anlaşılıyor ki, öldürücü fiil veya vâsıtada Mâlikîlere göre özel şartlar tekme veya tokat genellikle öldürücü nitelikte değildir. Tekmeyi veya toka ti yiyen kişi öldüğü takdirde umumiyetle kasıdlı öl­dürme olarak değerlendirilmez. Sopayla, veya çelme takarak yahut gü­reşerek veya taş atarak ölüm halleri de böyledir. Bütün bu hallerde ölümün, kasıdlı ölüm olarak kabul edilebilmesi için suçlunun fiilini öldürme kasdıyla olmasa bile düşmanlık kasdıyla işlemiş olması şarttır. Aksi takdirde kasıdlı ölüm olarak değerlendirilemez.

Bazı Maliki fakîhler buna rağmen kasıdlı öldürmeyi şöyle ta'rîf etmektedirler: Nev'i ne olursa olsun genellikle öldürücü olan bir âletle veya sıkma ve boğma gibi öldürücü yollarla nefsin telef edilme­sidir. Bu ta'rîften anlaşılıyor ki, bazı Mâliki fakîhleri öldürücü âletin umumiyetle öldürücü nitelikte olmasını gerekli görmektedirler.

Diğer bir kısım Mâlikî fakîhler ise, öldürme âleti ister genellikle öldürücü olan —kılıç gibi— bir âlet olsun veya öldürücü olmayan —sopa gibi— bir âlet olsun ölüm kaaıdli olarak vukûbulduğu takdirde fiili kasıdlı öldürme olarak kabul etmektedirler. Kasıdlı öldürme fiilini değerlendirirken şart koştukları şey; fiilin sadece uslandırma veya oyun ve eğlence tadıyla vukûbulmuş olmamasıdır. Bu görüş; îmâm Mâlik'in katli kasıdlı ve hatalı olmak üzere ikiye ayırıp, bunun dışında bir ayırım kabul etmeyen görüşüyle tamamen uyuşmaktadır. İmâm Mâlik'e göre, (öldürücü) fiil ya kasıdlıdır veya hatalıdır. Bunun dı­şında üçüncü bir şık yoktur. Genellikle öldürücü olmayan bir âletle —sopa gibi— meydana gelen Öldürme fiilini, suçlunun öldürme kasdı ve fiili ortada iken hatalı öldürme olarak değerlendirmek imkânı bu­lunamaz.

îmâm Şafiî ve Ahmed îbn Hanbel, kati olayının genellikle öldü­rücü bir vâsıta ile vukûbulmasıni şart koşarlar. Onlara göre isterse Öldürücü olan âlet sopa ve taş gibi ezici yanlan bulunmasın, öldürücü olarak kabul edilen bir âletle vukûbulan ölüm kasıdlı öldürmedir. Eğer öldürücü âlet, genellikle ölüme sebeb olmayacak bir âletse; bu takdir­de kati, kasıdlı öldürme değil kasda benzer öldürmedir. Onlara göre kati aletleri üç türlüdür:

a) Tabiatı itibarıyla hep öldürücü olan kati aletleri... Kılıç, bıçak, ok, zehirli iğne, tabanca, tüfek, çöp ve demir sopa gibi...

b) Tabiatı itibâriyla çoğu kerre Öldürücü olan amma hep Öldürücü olarak kabul edilmeyen aletler: Kırbaç, küçük sopa gibi...

c) Tabiatı itibarıyla çok az kerre öldürücü olan âletler: Tekme, tokat ve zehirleyici olmayan iğne gibi...

Tabiatı itibarıyla çoğu kere veya ender olarak öldürücü olan bir âlet, bazı hallerde büyük bir ihtimâlle ölüme sebeto olabilir.

Tecâvüze uğrayanın hastalıklı olması, küçüklüğü veya öldürücü bir noktasına isabet ettirmek gibi... Bir âletin çoğunlukla öldürücü olup olmadığını bilmek için diğer şartları nazar-ı i'tibâra almadan sa­dece âletin kendisine bakmamız yetmez. Bilakis hem öldürücü âleti nazar-ı i'tibâra almalı hem de fiilin işleniş şeklini ve şartlarını, öldü­rülenin halini ve fiilin öldürülenin bedenindeki yerini ve te'sîrini araş­tırmamız îcâbeder.

Bu unsurlardan birisini veya tümünü hesaba katınca âlet genel-lilke öldürücü nitelikte ise, fiil kasıdlı öldürmedir. Bu unsurlardan bir kısmını veya tümünü nazar-ı i'tibâra almakla beraber âlet, öldürücü âlet değilse fiil kasda benzer öldürmedir. Meselâ kırbaçla, küçük sopayla vurmalar genellikle öldürücü olmaz. Pek çok kerre öldürür ise de umumiyetle öldürücü nitelikte değildir. Ama şiddetli sıcaklıkta veya şiddetli soğuklukta sopa veya kırbaçla dövmek, küçük çocuk­ları, yaşlıları hastalan ve güçsüzleri gerek küçük sopa ile gerek­se kırbaçla dövmek, öldürücü bir noktaya vurmak, umumiyetle öldü­rücü neticeler doğurur. Öldürücü bir yere vurmamakla beraljer vurulur vurulmaz Ölüme sebeb olan veya ölümle neticelenecek acı ve elemlere neden olan ve izler bırakan vurmalar da böyledir. Öldürme vâsıtası ender olarak öldürücü nitelikteyse —zehirli olmayan iğne gibi—ve öldürücü noktaların dışında aşın derecede şırınga edilmişse veya boğaz, mesane ve diğer hassas noktalar gibi öldürücü yerlere vu-rulmuşsa, yahut iğnenin vurulması o anda ölüme sebeb olmuşsa, bu gibi hallerde de öldürücü olmayan vâsıta, öldürücü olarak kabul edilir. Anında ölüm hali ihtilaflıdır. Bazıları bunu kasıdlı Öldürme olarak kabul ederken, bazıları kasda benzer öldürme olarak kabul etmekte­dirler. Zîrâ, farazi olarak âlet öldürücü bir noktaya isabet etmediği sürece umumiyetle öldürücü olarak kabul edilmez. Fiilin şartlan, şekJİ veya ölenin durumu, fiili umumiyetle öldürücü olarak kabul edilmez. Fiilin şartlan şekli veya ölenin durumu, fiili umumiyetle öldürücü ni­teliğe sokmak için yeterli sebebler değildir. Keza ölümle neticelenen yara ve bereler bırakmak, acı ve elemler vermek de aynı şekildedir.

İmâm A'zam Ebu Hanîfe Şafiî ve Ahmed îbn Hanbel'in öldürücü âlette koştuklan şartlardan daha çok şartlar koşar. îmâm A'zam da Şafiî ve Ahmed tbn Hanbel gibi öldürücü âletin çoğunlukla öldürücü nitelikte olmasını, onlardan ayrı olarak Öldürücü âletin ölüm için ha­zırlanmasını şart koşar. Ona göre birinci şart, ikinciyi geçersiz hale getiremez. İmâm A'zam'a göre ister demirden, ister bakırdan, ister tahtadan, ister bunlann dışında kılıç bıçak, ok, ibre ve benzeri âletler olsun, ister bu âletlerin gördüğü yaralama vurma ve ezme işini gören ateş, cam parçası, mızrak ve benzeri türlerden olsun, insan vücudunda iz bırakan yaralayıcı veya delici her alet öldürücüdür. İmâm A'zam Ebu Hanîfe'den nakledilen bir diğer rivayete göre; yaralayıcı veya de­lici olmasa da demirden sopa, terazi mili, baltanın arka kısmındaki kurşun, bakır ve benzeri madenlerden olan aletler de öldürme için ha­zırlanmış âlet ta'rîfi içine girer.

Bir rivayete göre öldürücü âletin, ister yaralasın ister yaralama­sın, demirden veya demir hükmünde olan madenlerden olması gerekir. Bir önceki rivayete göre ise, ister demirden olsun, ister demirden baş­ka şeylerden olsun yaralayıcı veya delici olması gerektir. İmâm A'zam Ebu Hanîfe'den kuvvetle rivayet edilen görüş budur.

Öldürücü âlet umumiyetle öldürücü nitelikte bulunur ve öldürme için hazırlanmış olursa —kılıç veya talsanca gibi— fiil İmâm A'zam Ebu Hanîfe'ye göre kasıdlı öldürmedir. Eğer âlet genellikle öldürücü olmakla beraber yaralayıcı veya delici değilse, o zaman fiil kasda ben­zer öldürmedir. Şayet alet kırıcı ve incitici bir aletse —'büyük taş ve odun gibi— yine fiil kasda benzer öldürmedir. İmâm A'zam Ebu Ha­nîfe'ye göre; vuranın niyeti öldürme olsa bile aşağıda sayacağımız öldürme şekilleri, kasıdlı öldürme olarak kabul edilmez. Sadece kasda benzer öldürme olarak kabul edilebilir:

a) Suçlu, küçük bir sopa veya taşla yahut tekme ile genellikle öl­dürücü olmayacak şekilde öldürmeyi kasdeder de darbeleri ardarda devam etmezse, vukûbulan ölüm kasda benzer öldürmedir. Çünkü bu­rada öldürücü âlet değildir. Ayrıca öldürme için de hazırlanmamıştır, îmâm Mâlik'e göre ise bu tür öldürme kasıdlı öldürmedir. İmâm Mâlik ayrı bir şart ta gözetmez. İmâm Şafiî ve Ahmed îbn Hanbel'e göre ise öldürme fiilinin şekli, şartı, öldürülenin hali, isabet eden nokta ve öl­dürücü âletin ölenin cisminde bıraktığı izler, âleti genellikte öldürücü niteliğe girdirecek şekilde ise, bu tür öldürme kasıdlı Öldürme olarak kabul edilir.

b) Suçlu, genellikle öldürücü olmayan bir âletle öldürmeyi kas-detse ve tecâvüze uğrayan kişi ölünceye kadar darbelerini ardarda de­vam ettirse, bu öldürme tarzı da Ebu Hanîfe'ye göre kasıdlı öldürme olarak kabul edilmez. Çünkü suçlunun kullandığı âlet, genellikle öl­dürücü nitelikte ve öldürme kasdıyla hazırlanmış değildir. îmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed îbn Hanbel'e göre ise bu tür öldürme kasıdlı öldür­medir. İmâm Mâlik'e göre fiil, sırf düşmanlık kasdıyla işlendiği için kasıdlı ölüm olarak kabul edilir. İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'e göre ise; fiil, ölenin ölümüne kadar ardarda devam ettiği ve kullanılan âlet genellikle öldürücü olduğu için bu şekildeki öldürme fiili kasıdlı öldürmedir. Onlara göre daha önce de belirttiğimiz gibi âletin çoğun­lukla öldürücü nitelikte olması fiilin kasıdlı öldürme olması için yeter­lidir.

c) Suçlu genellikle öldürücü nitelikte olan ağır bir âletle öldürme­yi kasdetse, meselâ yaralayıcı ve delici olmayan kasaraların tokmağı veya büyük taş yahut ta büyük copla öldürmek isterse, Ebu Hnîfe'ye göre bu da kasıdlı ölüm olarak kabul edilemez. Çünkü öldürücü âlet her ne kadar umumiyetle öldürücü nitelikte ise de, öldürme için hazır­lanmamıştır. Binâenaleyh fiil kasıdlı öldürme olarak kabul edilemez.

İmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel ise, bu tür öldürmeyi kasıdlı öldürme olarak kabul ederler. Hanefî mezhebine mensûb fakîh-lerden Ebu Yûsuf ve İmâm Muhammed de İmâm Mâlik, Şafiî ve Ah­med îbn Hanbel'in görüşünü benimseyerek Ebu Hanîfe'ye muhalefet etmekte ve bu tür öldürmeyi kasıdlı öldürme olarak kabul etmektedir­ler. Hanefî mezhebinde kuvvetli olan görüş de bu iki imâmın görüşü­dür.

İmâm Ebu Yûsuf ve Muhammed'in diğer üç mezheb imamına uy­maları onlardan birisinin görüşünü benimseyip de Ebu Hanîfe'nin gö­rüşünü reddetmeleri manasına gelmez. îmâm Muhammed ile Ebu Yûsuf diğer üç mezheb imâmıyla Ebu Hanîfe'nin kaidesine bağlı olarak muvafakat etmişlerdir. Şöyle ki, İmâm A'zam Ebu Hanîfe'ye göre öldürücü âlet, umumiyetle öldürücü nitelikte olmalı ve öldürme için hazırlanmalıdır. İmâm Ebu Yûsuf ve Muhammed'in görüşü işte İmâm A'zam'ın bu temel kaidesine uymaktadır. Şöyle ki; onlar, ağır öldürücü vâsıtaları öldürme fiili için hazırlanmış bir âlet olarak değerlendir­mektedirler. Çünkü bu tür vâsıtalar, umumiyetle öldürme için kulla­nılır ki, bu kullanış onların öldürücü âlet niteliğini kazanmalarına se-beb olmuştur. Bu hal, o âletlerle vukûbulan öldürmelerin Ebu Hanî-fe'nin kaidesine göre kasıdlı Öldürme olarak kabulünü gerektirir. Gö­rülüyor ki, İmâm Muhammed ve Ebu Yûsuf'un İmâm A'zam'a muha­lefet ederek diğer üç imâmla birleşmeleri, temelde üç mezheb imamı­nın görüşlerini kabul etmekten doğmamakta, öldürme için kullanılan âletin değerlendirilmesinden doğmaktadır. Yani yine kendi imamla­rının kaidesine riâyet ederek ona karşı çıkmaktadırlar.

İmâm Mâlik'le diğer üç mezheb imâmı arasındaki ihtilâfın esâsı, İmâm Mâlik'in kasda benzer öldürmeyi kabul etmemesine dayanır. Ona göre Allanın kitabında sadece kasıdlı ve hatalı öldürme hükümleri var­dır. Bunun dışında üçüncü bir hüküm yoktur. Üçüncü bir hükmün varlığım söyleyenler nassın üstünde birşey söylemektedirler. Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de kasıdlı ve hatalı öldürmeye dâir nass vardır, bunun ötesinde hiçbir nass yoktur. Nitekim Nisa sûresinde şöyle buyurul-maktadır:

«Bir mü'min'in, diğer mü'min'i hatâ dışında öldürmesi olur şey değildir. Bir mü'min'i yanlışlıkla öldürenin, bir mü'min köleyi âzâd etmesi ve öldürülenin ailesi bağışlamadıkça ona teslim edilmiş bir di­yet ödemesi gerekir. Öldürülen mü'min; düşmanınız olan bir toplu­luktan ise, mü'min bir köle âzâd etmek gerekir. Şayet sizin ile kendi­leri arasında andlaşnıa bulunan bir topluluktan ise ailesine verilecek bir diyet ve mü'min bir köle âzâd etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay ardarda oruç tutması gerekir. Allah Alîm, Hakîm olandır.»

. «Herkim bir mü'mini kasden öldürürse onun cezası içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazâb etmiş, la'net etmiş ve onun için büyük bir azâb hazırlamıştır.»

İmâm Mâlik'e göre, kasıdlı öldürme; düşmanlık kasdıyla işlenen —hangi tür öldürücü âlet kullanırsa kullarısın— ve Ölümle neticelen­miş olan her fiildir. Eğer fiil; oyun, eğlence yahut da te'dîb kasdıyla işlenirse fiil, oyun, eğlence ve te'dîb kaidelerinin dışına çıkmadığı ve oyun, eğlence ve tedîb için hazırlanan âletlerle icra. olunduğu takdirde hatalı öldürme olarak kabul edilir. Ama bunun dışına çıkarsa kasıdlı öldürmedir.

Öldürmeyi, kasıdlı ve hatalı olarak ikiye ayırmanın tabiî neticesi olarak; suçlunun, fiili düşmanlık kasdıyla yapmış olmasını dikkate alıp bunun ötesinde öldürme için kullanılan âleti dikkate almamak gerekir. Zîrâ öldürücü âlette bazı şartların aranması, (genellikle öl­dürücü olmak, öldürme için hazırlanmış bulunmak gibi) küçük sopa ve kırbaç gibi genellikle öldürücü olmayan âletle meydana gelen ka-sıdlı fiillerin hepsinin (ardarda da olsa) hatalı olarak kabul edilme­sini gerektirir. Keza öldürme için hazırlanmamış olan âletlerle meyda­na gelen kasıdlı fiillerin de —bir insanı duvardan düşürmek, yardan atmak veya büyük bir sopa ile dövmek gibi— hatalı öldürme olarak kabul edilmesi îcâbeder. Ki böyle bir görüş serdeden olmamıştır. Şu halde öldürmeyi kasıdlı ve hatalı olarak ikiye taksim etmenin tabu neticesi olarak İmâm Mâlik, öldürücü âlette herhangi bir şart ara­mamak zorunda kalmıştır. Âlet ister genellikle öldürücü olsun, ister çoğunlukla veya ender olarak öldürücü olsun, fiil düşmanlık kasdıyla ve kasden işlendiği takdirde kasıdlı öldürmedir. Hattâ bu ikili taksim, öldürme kasdının bile şart koşulmamasını gerektirmektedir, çünkü öldürme kasdının şart koşulması, çoğu kerre kasıdlı öldürme halleri­ni hatalı öldürme haline çevirir ki, aslında durum hiç de böyle değil­dir.

Diğer mezheb imamları ise Öldürmeyi kasıdlı, kasda benzer ve ha­talı öldürme olarak üçe ayırırlar. Onların kasda benzer öldürme ko­nusunda dayandıkları delilleri Rasûlullah (s.a.) in yukarda bahsetti­ğimiz hadîs-i şerifleridir. Bu taksimin tabiî neticesi olarak kasıdlı öl­dürmeyle kasda benzer öldürme arasındaki fiillerin nev'inin tefriki gerekir. Üç mezheb imâmı bu iki tür arasındaki tefrikte, ayıncı bir özelliğe sahib bulunan unsuru dikkate almışlardır ki, o da öldürme kas-dıdır. Binâenaleyh suçlu, öldürmeyi kasdederse fiil kasıdlı öldürme­dir. Kasdetmezse kasda benzer öldürmedir. Ancak üç mezheb imâmı da suçlunun öldürme kasdmın anlaşılmasının kendini alâkadar eden bir husus olduğunu, suçlunun niyetine bağlı bulunduğunu .ye onun dı­şında birisinin bunu anlamasının çok zor olduğunu görmüşler, haricî bir delil bulunmadan bu durumun dâima su götürür olduğunu mü­şahede etmişler, haricî bir delil ile ancak şüphenin ortadan kalkaca­ğını görmüşler ve bu yüzden de suçlunun öldürme kasdının bulunup bulunmamasının sübûtu için sadece niyetini yeterli görmemişler, bu­nun yanısıra kullandığı âletin ve vâsıtanın mâhiyetini araştırmayı şart koşmuşlardır. Suçlunun kullandığı âlet niyetini ve suç kasdını ortaya koyan bir unsur, niyetini açıklayan haricî bir delildir. İşte bu delili belirlemek isteyince, üç mezheb arasındaki ihtilâf ortaya çıkmıştır. İmâm Şafiî ve Ahmed ibn Hanbel'e göre Öldürme kasdının delili, ge­nellikle öldürücü nitelikte olan bir âlet ve vâsıtanın kullanılmasıdır. İmâm A'zam Ebu Hanîfe'ye göre, öldürme kasdının dışa yansıyan de İlli, genellikle öldürücü olan bir vâsıta ve âletin kullanılması ve ayrı­ca bu vasıta ve âletin öldürme için hazırlanmış olmasıdır.

Yukarıdanberi yaptığımız açıklamalardan Öldürme kaselinin iki şekilde tesbît olunacağım belirtebiliriz.

a)  Suçun işlenmesinde kullanılan âlet yoluyla

b) İtiraf ve şâhidlerin şehâdeti gibi normal delillerle.

Ne var ki, birinci yolla öldürme kasdı sabit olmadan hiçbir şekil­de kasdın sabit olduğunu değerlendirmek mümkün değildir. Zîrâ ikin­ci yolla gelen bütün isbât şekilleri meşkuk olarak kabul edilir. Ancak öldürmede kullanılan vâsıta ve âlet yoluyla kasdın sübûtü kesinlik ka­zanırsa şüphe zail olur. Öldürücü bir âlet kullanılmasıyla öldürme kasdmın var kabul edilmesi, reddi mümkün olmayan bir delil ve ke­sin bir karine değildir elbette. Suçlu, öldürücü âleti öldürme kasdıyla kullanmadığını isbât edebilir. Eğer savunmasında bunu isbât ederse, kasıdlı öldürmenin varlığı ortadan kalkar ve fiil kasda benzer öldür­me olarak kabul edilir.

îmâm Şafiî ve Ahmed ibn Hanbel ile İmâm A'zam Ebu Hanîfe arasındaki ihtilâfın esası, kasıdlı katli ta'yîn konusundaki farklı gö­rüşlerine istinâd eder. İmâm A'zam Ebu Hanîfe kasıdlı öldürme suç­larında kasdın sonuna kadar mevcudiyetini gerektirdiğini öne sür­mektedir. Böylece kasıdlı kati olduğu hiç şüpheye mahal kalmadan açıkça ortaya çıkmış olur. Çünkü Allanın Rasûlü: Katlin karşılığı kı­sastır, buyurmuştur. Kısas şartı her türlü kayıttan mutlak olarak vâ-rid olur. Mutlak kasıd ise, her bakımdan tamamen mevcut olan ka­sıttır veya hiçbir şüphenin bulunmadığı kasıttır. Ortada kasdın mev­cudiyetine dâir bir şüphe varsa, kasdın bütünüyle vâki' olduğu kabul edilemez. Zîrâ kasıdla kasda benzer hal arasındaki fark, sadece öldür­me kasdıdır. Öyleyse kasdın ortaya çıkabilmesi için ortada şüphenin bulunmaması gerekir. Şüphe ise ancak, öldürmenin umumiyetle öldü­rücü ve öldürme için hazırlanmış bir âletle vukûbulması halinde vâ-rid olamaz. Çünkü öldürme için hazırlanmış ve umumiyetle öldürü­cü olan bir âletin öldürme fiilinde kullanılması, suçlunun hiçbir ihti­mal ve şüpheye mahal bırakmayacak derecede maksadını ortaya çı­karır. Böyle bir öldürme 'fiilinde kasıd her yönde mevcûd olduğu fiil kasıdlı öldürme olarak kabul edilir. Bunun için Ebu Hanîfe, bir veya iki darbe ile ve Öldürme kasdıyla vukûbulan öldürmeleri, kasıdlı öl­dürme olarak kabul etmemiş kasda benzer öldürme olarak kabul et­miştir. Çünkü bir veya iki darbe ile normal olarak öldürme kasdının vürûdu sözkonusu değildir. Sadece tehdîd veya uslandırma kasdı gü-dülmüştür. İşte bu normal değerlendirme kasıdda bir şüphenin mev­cudiyetine delildir. Kasıdda şüphe mevcut olunca, kasıdlı öldürme du­rumunun varlığı sözkonusu olamaz.   Keza İmâm A'zam Ebu Hanîfe artlarda ve sürekli olarak vurma ile vukûbulan ölümleri de kasda ben­zer öldürme olarak değerlendirmektedir. Zîrâ ölümün meydana gel­mesi için tek başına bir veya iki darbenin yeterli olması muhtemeldir. Bunun gerisindeki darbelere ihtiyâç kalmaz. Bir veya iki darbe ile ölüm yukarda belirtildiği gibi kasıdlı öldürme olarak kabul edilmediğine göre —çünkü bununla uslandırma veya te'dîbin kasdolunma ihtimâli vardır— Ebu Hanîfe genel kaide olarak ihtimâl halinde şüphenin vârid olduğunu, şüphe vârid olunca da kasıdlı öldürmenin sözkonusu ola­mayacağını ve bu nedenle fiilin kasıdlı öldürme olarak değerlendirile­meyeceğini öne sürmektedir.

İmâm A'zam Ebu Hanîfe'ye göre, genellikle öldürücü olmakla beraber öldürme için hazırlanmamış olan bir âletle vukûbulan ölüm­lerde bu durum; kasdın bulunmadığına delildir. Çünkü ona göre aslo-lan, her fiilin o fiili gerçekleştirmek için hazırlanan âletle yapılma­sıdır. Binâenaleyh o fiilin gerçekleşmesi için hazırlanan âletle yapıl­mamış olan fiil, failin bu fiili bizzat kasdetmemiş olması ihtimâlini ortaya çıkarır ki, ihtimâl durumu şüpheyi celbeder, şüphe ise kasıdlı Öldürmenin varlığından sözetmeyi imkânsız kılar.

İmâm Şafiî ile Ahmed ibn Harîbel, nev'i ne olursa olsun kullanı­lan âletin genellikle öldürücü olmasını kasıdlı öldürme için yeterli gö­rürler. Onlara göre âletin genellikle öldürücü olması, kati kasdının bulunduğuna delil, te'dîb ve uslandırma kasdının bulunmadığına işa­rettir. Failin öldürme kasdının mevcudiyetine bu da eklenince kasid bütünleşmiş olur ve şüphe durumu ortadan kalkar, binâenaleyh fiilin kasıdlı öldürme olarak değerlendirilmesi gerekir.

Bu esâsa dayanarak İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel, küçük sopa ile bir veya iki kere vurmayı âlet genellikle öldürücü nitelikte ise, kasıdlı öldürme olarak kabul etmektedirler. Öldürülenin şartları veya fiilin vukûbulduğu mahal ve diğer durumlardan dolayı âletin genel­likle öldürücü hüviyette bulunması mümkündür. Ayrıca İmâm Şafiî ve Ahmed îbn Hanbel kuvvetli ve devamlı vurmayı da kasıdlı kati olarak kabul etmişlerdir.

Çünkü âletin devamlı olarak kullanılması çoğunlukla Öldürücü olmasına vesiledir. İmâm Şafiî ve Ahmed ibn Hanbel, umumiyetle öl­dürücü nitelikte olan, delici ve yaralayıcı hüviyette olmayan ağır maddelerle vukûbulan öldürmeleri kasıdlı öldürme olarak kabul eder­ler. Çünkü bu vâsıtaların umumiyetle öldürücü ve bunu kullanmanın kati maksadına delil olduğunu öne sürerler. Suçlunun niyetinde gizli olan kasıd esasıyla bu âletin kullanılması da birleşince kasıd tamam­lanmış olur ve ortada şüphe durumu kalmaz.

İmâm Ebu Yûsuf ve Muhammed, delici ve yaralayıcı olmayan taş ve odun gibi ağır vâsıtalarla vukûbulan öldürmeler konusunda Ebu Hanîfe'ye muhalefet ederler ve bu tür vâsıtalarla öldürmeyi kasıdlı öldürme olarak kabul ederler. Yukarda belirttiğimiz gibi Ebu Hanîfe bunu kasda benzer öldürme olarak kabul etmekteydi. İmâm Ebu Yû­suf ve İmâm Muhammed'in delilleri şudur: Yaralayıcı ve delici olma­yan ağır odun ve taşla vurmak çoğunlukla öldürücü niteliktedir. Öl­dürme kasdı olmadan böyle vâsıtalarla vurmak kullanıla gelen usûl değildir. Binâenaleyh suçlunun böyle bir vâsıtayı kullanmış olması, onun öldürme için hazırlanmış bir âlet kullandığını gösterir, dolayı­sıyla bu vâsıtayı kullanması çoğunlukla öldürücü olan ve öldürme için hazırlanmış bir âleti kullandığına ve öldürme kasdının bulundu­ğuna delildir. Kasıdda şüphe bulunmadığı için ve kasdın bütün un­surlarıyla mevcut olmasından dolayı bu tür öldürmeyi kasıdlı öldür­me olarak kabul etmek gerekir.

Beşerî hukuk bilginlerinin görüşleri çoğunlukla İslâm hukukçu­larının yukarda belirttiğimiz görüşlerinden ayrı değildir. Beşerî hu­kuk bilginleri de aynen İslâm hukukçuları gibi öldürücü fiille öldür­me âleti arasında ayırım yapmaktadırlar. Hiçbir iz bırakmadan vukû­bulan öldürmelerde kullanılan âletin öldürücü nitelikte olmasını be­şerî hukuk bilginleri de şart koşarlar. Zîrâ bu şartın bulunmaması suç­lunun kullandığı âletle suçun vukuunu imkânsız hale getirir.

Beşerî Hukuk bilginleri, öldürme için kullanılan âletin genellikle öldürücü nitelikte olmaması, ender veya bazı kerreler öldürücü olma­sı halinde değişik görüşler serdetmektedirler. Meselâ birisine tokat veya tekme atan veya kuvvetli bir sopayla vuran yahutta öldürmek kasdıyla ama öldürücü olmayan yerlerine vurup yaralayan kişinin du­rumu konusunda hukukçular değişik görüşler serdederler. Bazıları fiil ölümle netîcelenmemişse, kasıdlı öldürmeye başlangıç olarak kabul etmezler. Çünkü onlara göre kasıdlı katl'ın mevcudiyeti için katilin niyeti tek başına yeterli değildir.

Ayrıca katide kullanılan âletin genellikle öldürücü nitelikte ol­ması îcâbeder. Yaralama veya vurma nâdir olarak veya bazı kerreler öldürebilirse tokat ve tekme, hafif dövme ve Öldürmeyecek yerleri ya­ralama böyle değildir. Binâenaleyh bu durumda 'beşerî hukuk bilgin­lerinin bir kısmı, vurma ve yaralamayı âdî dövme olayı olarak ka­bul etmektedirler. Diğer bir kısmı ise, bu gibi fiillerin katle başlan­gıç olarak kabul edileceğini, çünkü tekrarı halinde çoğunlukla öldü­rücü olacağını öne sürerler. Eğer vurma, yaralama veya öldürücü ol­mayan noktalara saldın üstüste devam ederse saldırıya uğrayanın öl­mesi muhtemeldir. Birinci grubun görüşü basit vurmalarla sürekli vurmalar konusunda Ebu Hanîfe'nin görüşüne uymaktadır. Ağır vâ­sıtalarla vurmalar konusunda ise, Ebu Yûsuf ve Muhammed'in görüsüne uymaktadır. Çünkü bu grubtan olanlar, suçlunun kullandığı öl­dürme âletinin yapısına bakmakta, fiilin tekrarını, şartlarına, tecâvü­ze uğrayanın halini ve üzerinde bıraktığı izleri nazar-ı i'tibâra alma­maktadırlar. İkinci grubun görüşleri ise bütünüyle İmâm Şafiî ve Ah-med ibn Hanbel'in görüşüne ve daha çok da İmâm Mâlik'in görüşü­ne uymaktadır. Ancak buradaki ittifak, sadece kati vâsıtasına mün­hasırdır, sorumluluğu münhasır değildir.

Vurma ve basit yaralamaların neticesinde ölüm hâdisesi vukûbu-lursa, Fransız hukukçularının çoğunluğu bu fiili, ölümle sonuçlanan vurma olarak kabul etmektedirler (vurma ve yaralamadan doğduğu kesin olduğu takdirde). Fakat maktulün önceden tutulduğu bir has­talığın, bilâhare yakalandığı bir illetin yahut da tedavîyî ihmâl etme­sinin neticesinde ölümün vukûbulması kesinlik kazanırsa, suçlu sade­ce vurmadan sorumlu tutulur, ölümden sorumlu tutulmaz. İsterse ölen kişi, vurma ve yaralamanın te'sîriyle ölmüş olsun. Çünkü bu gö­rüşü benimseyen hukukçulara göre ölüm, doğrudan doğruya suçlu­nun fiilinin neticesinde vukûbulmuş değildir. Yani suçlunun fiili, ölü­mü doğuran sebeb değil arızî bir sebebtir. Bu görüş tamamıyla Ebu Hnîfe'nin bilumum kasıdlı öldürme konusundaki görüşüne uyduğu gibi, Ebu Yûsuf ve Muhammed'in delici ve yaralayıcı olmayan ağır vâsıta­larla öldürme konusundaki görüşüne uymaktadır.[13]

 

Kasıdlı Öldürmenin Cezaları

 

İslâm hukukunda kasıdlı öldürmenin cezası birden çoktur. Ka­sıdlı öldürmenin bir aslî bir de tebaî (bağlantılı) olmak üzere iki tür cezası vardır. Aslî cezalar şunlardır :

a) Kısas,

b) Diyet,

c) Ta'zîr,

d) Ve bir görüş uyarınca keffâret,

Tebaî (asla bağlı) olarak verilen cezalar ise, ikidir:

a) Mirastan mahrumiyet,

b) Vasiyetten mahrumiyet.

Kısas : İslâm hukukunda kasıdlı öldürme suçu işleyen kişiye kı­sas cezası uygulanır. Kısas demek misliyle mukabele demektir. Yani, suçluyu işlediği fiilin aynıyla cezalandırmaktır. Öldürme suçunda'mis­liyle mukabele yine öldürmedir. Kısas cezasının verilmesi için öldür­me fiilinin önceden planlı suçun eşlik etmesiyle etmemesi arasında bir fark yoktur. Kasıdlı öldürme fiilinin cezası her halükârda kısasdır.

Ancak harabe (çatışma) hali müstesnadır, ölümle birlikte hırsızlık durumu da mevcut olursa, bu takdirde verilecek ceza hem öldürme, hem de asılmadır. Ancak burada verilen ceza suçluyu kasıdh katil olarak değerlendirmekten neş'et etmemekte yol kesici ve savaş çıkar­tıcı olarak değerlendirilip cezalandırılmaktadır.

Diyet ve ta'zîr cezalan İse, kısas cezasına bedel olarak verilir. Bi­nâenaleyh, meşru' sebeblerden her hangi birisiyle kısas yapmak müm­kün olmazsa, onun yerine diyet ve buna ilâve olarak, teşri' yetkisini hâiz kurullar uygun görürse tâzîr cezası verilir. Keza, diyet cezası da yine normal sebeblerden her hangi birisi dolayısıyla mümkün olmaz­sa yerine ta'zîr cezası verilir. Sadece diyet cezasının bedel olarak geç­mesiyle, ta'zîr cezasının diyetin yerine geçmesi halinde aradaki fark şuradandır: Ta'zîr cezası zaman zaman kısas cezasına bedel olarak, zaman zaman da aslî cezası kısas olan ama kısas uygulanamadığı için yerine diyet cezası gereken cezalara bedel olarak verilir. Demek ki ta'zîr cezası, hem kısas hem de diyet cezasına bedel, diyet cezası ise, sadece kısasa bedel olarak verilir.

Diyetin kısasa bedel olarak değerlendirilmesinin neticesinde iki durum ortaya çıkar:

a) Hâkim bir fiile iki cezayı birlikte veremez. Ancak fiiller bir­den fazla olursa, bunları birleştirerek cezalandırmak caizdir. O kişi­ye, bazı fiillerinden dolayı kısas, diğer bazı fiillerinden dolayı da di­yet cezası verilir. Meselâ, bir kişi bir başka kişiyi kasıdlı olarak öldü­rürse, ona ancak kısas cezası verilebilir. Ama kısas cezası vermek im­kânı olmazsa; ya ta'zîr cezasıyla birlikte diyet, yahut sadece diyet ce­zası verilir. Eğer diyet cezası vermek de mümkün olmazsa, sadece ta'­zîr cezası verilebilir. Bir kişi iki şahsı birden Öldürürse, ölenlerden bi­risinin ölmesine karşılık kısas cezası ikincisinin öldürülmesine karşı­lık kısas cezası vermek imkânı kalmadığı için diyet ve ta'zîr cezası verilir. Eğer, kısas ve diyet cezası vermek mümkün olmazsa, sadece ta'zîr cezası verilir. Neticede adama verilen hüküm, kısas diyet ve ta'­zîr cezalan olur. Hulâsa, ikinci ceza; birinci cezaya bedel olarak ve­rilmişse, aslî ve bedelî cezaların birleştirilmesi caiz olmaz. Ancak, iki. aslî cezayı veya iki bedel cezasını cem' etmek caizdir. Meselâ hem di­yet, hem de ta'zîr cezasını birleştirmek mümkündür. Çünkü her ikisi de kısas cezasına bedeldir. Kısas cezasıyla keffâret cezasını da birleş­tirmek mümkündür. Çünkü, her ikisi de aslî cezadır. Eğer ortada ak-Ien, şer'an bir engel yoksa, aslî ceza ile bedelî cezayı birleştirmek de caizdir.

Kısasın asıl, diyet ve ta'zîrin bedel cezası olduğunun kabul edil­mesi neticesinde; hâkimin ancak aslî ceza vermek imkânı olmadığı takdirde bedel cezası verebileceği ortaya çıkar. Kısası önleyen meşru' bir sebeb varsa, kısas cezası yerine bedeli ceza verilir. Böyle bir engel yoksa aslî cezanın verilmesi vâcibdir.

Kısas'a engel olan hususlar :

Kasıdlı öldürmenin ilk ve aslî cezası kısasdır. Suçun rükünleri mevcûd olduğu müddetçe, suçluya kısas cezası vemek îcâb eder. An­cak, kısas cezasını vermeyi önleyen bir sebeb varsa, durum değişir. Kısas hükmünü önleyen sebebler üzerinde ittifak edilmiş değildir. Hepsinde de ihtilâf vardır. Hukukçuların ekseriyeti bir kısmını kabul ederken, bazıları da bir kısmını kabul etmemektedir, ki aşağıda bun­ları açıklayacağız.

Kısası engelleyen birinci mania, maktulün, katilin bir parçası ol­masıdır. İmâm A'zam, Şafii ve Ahmed maktulün, katilin bir cüz'ü ol­ması halinde kısas hükmünün mümtenî' olacağı görüşündedirler. Mak­tul, katilin çocuğu olduğu takdirde bir cüz'ü sayılır. Binâenaleyh, baba, evlâdını kasıdlı olarak öldürürse, kısas cezası uygulanmaz. Çünkü, Al­lah'ın Rasûlü : Baba çocuğundan dolayı tutuklanamaz. Sen ve malın babanındır, buyurur. Birinci hadîs kısası açıkça men'etmekte, ikinci­si, açıktan açığa men'etmemekle beraber umûmî hükmünden men'etti-ği anlaşılmaktadır. Çünkü, çocuğun, babanın malı olarak değerlendi­rilmesi, her ne kadar gerçek manâda bir mülkiyeti isbât etmez ise de, kısası durduracak bir şüphe olarak kabul edilir. Ve İslâm hukukunda «hadlerin şüphelerle durdurulacağı» gerçeği bir umûmî kaidedir.

Çocuk babasını veya annesini öldürürse İslâm hukukunun umûmî kaideleri uyarınca, kısas hükmü uygulanır. Çünkü, husûsî hüküm; umûmî hükümden sadece ana ve babayı çıkarmıştır. İslâm hukukçu­ları ana ve babayla çocuklar arasındaki bu farklı hükmün nedeni ola­rak şunu göstermektedirler: Çocuğun korku ve sindirilmeye ihtiyâcı babadan daha çoktur. Çünkü, baba ve anne çocuğunu bir menfaat karşılığı olarak ve kendisi için değil, içten gelen bir duyguyla sever­ler. Çünkü çocuk babanın hâtırasını canlandırır. Bu ise, baba ve an­nenin çocuğun hayatına karşı son derece titiz olmalarını îcâb ettirir. Çocuk ise, baba ve annesini onlar için değil, kendisi için sever. Yani çocuk, anne ve babasına gördüğü fayda mukabilinde muhabbet bes­ler. Bu ise, baba ve annesinin hayatını titizlikle korumasını gerektir­mez. Çünkü, anne ve babanın malı, onların ölümünden sonra kendi­sine kalacaktır. Kendi nefsine karşı olan sevgisiyle, anne ve babası­nın hayatım muhafazaya karşı göstereceği titizlik çatışır.

Diğer bazı İslâm hukukçuları ise, hükümdeki bu ayrılığın nedeni olarak şunu gösterirler: Anne ve baba çocuğun dünyaya gelmesine sebeb olmaktadırlar. Çocuk ise, onların yok olmasına sebeb olamaz. Bu görüş, İslâm hukukçularının bazıları tarafından derinlikten uzak olarak  nitelendirilmiştir.   Çünkü,   baba  kızıyla  zina  ettiği  takdirde recmolunur. Binâenleyh, onu dünyaya getirmeye sebeb olduğu halde, zina etmesi kendisinin dünyadan giderilmesine sebeb olmaktadır. Ger­çekte ise, babanın veya annenin yok olmasının sebebi, kız veya oğlan çocuğu değil, babanın veya annenin işlemiş oldukları suçtur.

Üç İslâm mezhebine göre, anne ve baba terimine anne ve baba tarafından yukarılara doğru çıkan bütün cedler girer. Çocuk ve evlâd teriminin içine de aşağıya kadar giden bütün nesiller girer. Baba de­nince, babanın babası, anne denince de annenin babası ve bütün de­deler girerler. Çocuk deyince de, torunlar, torunların torunları ve en alta kadar bütün küçükler dâhil olur.

Annenin hükmü de babanın hükmü gibidir. Bir anne çocuğunu öldürürse, ona kısas hükmü uygulanmaz. Çünkü, âyet-i kerîme'de «vâlid» denilmektedir ki, bu doğuran anlamına gelir. Anne de çocu­ğu doğurandır. Binâenaleyh hüküm bakımından baba ile anne müsa­vidir. Kaldı ki, anne daha çok ihsana muhtaçtır. Öyleyse anneye kı­sas hükmünün uygulanması gayr-i mantıkîdir. İmâm Ahmed'in amel edilmeyen bir başka görüşüne göre, anne çocuğunu öldürse, öldürü­lür. İmâm Ahmed bu görüşünü şu nedene dayandırır: Annenin çocuk üzerinde velayet hakkı yoktur. Öyleyse, çocuğunu öldüren anne de öl­dürülür. Ancak bu görüşe hemen şöyle karşılık verilebilir: Kısasın engellenmesi konusunda velayetin olup olmaması söz konusu değil­dir. Çünkü, babanın da büyük çocuk üzerinde velayet hakkı kalma­dığı halde, kısas hükmü tatbik edilmez.

Nine de anne hükmündedir. İster baba tarafından olsun ister anne tarafından ninenin hükmü aynen dedenin hükmü gibidir. Anne ve baba çocuklarıyla din ve hürriyet konusunda ister müsavi olsun, is­ter ayrı düşüncede olsun, kısas hükmü uygulanmaz. Çünkü, kısas hükmünün uygulanmayışının esâsı babalık ve annelik şerefidir ve bu şeref ister aynı dinden olsun, isterse olmasın her zaman için mevcut­tur. Meselâ, kâfir olan bir baba, müslüman olan evlâdım öldürse, veya bir köle hür olan çocuğunu öldürse, babalık şerefinden dolayı kısas hükmü tatbik edilmez. İmâm Ahmed'in, jöne amel edilmemiş olan bir başka görüşüne göre, baba çocuğundan dolayı öldürülemediği gibi, ço­cuk da babasından dolayı öldürülemez. Bu görüş, hemen şöylece red­dedilebilir. Eğer babanın evlâdından dolayı öldürülemeyeceğine dâir husûsî hüküm bulunmamış olsaydı, her ikisinin umûmî şer'î hüküm­ler muvacehesinde öldürülmeleri îcâb ederdi. Kaldı ki, çocuk için baba herhangi bir yabancıyla kıyaslanmayacak hürmet hakkına hâizdir. Çocuk yabancı bir kişiyi öldürdüğü zaman kısas uygulanacağına göre, babasını öldürdüğü takdirde, bu hükmün uygulanması daha evlâdır

İmâm Malik ise, diğer üç mezheb imamına muhalefet ederek, ev­lâdını te'dîb kasdıyla dövüp de babanın öldürdüğüne dâir şüphesi vârid olmadıkça veya kati olarak öldürmek istediği sabit oldukça, öldü­rüleceği görüşünü serdeder. Babanın öldürme, kasdı, çocuğunu ağır şekilde dövmesi, yahut karnını yarması, yahut bir uzvunu koparması ile sabit olur. Bu davranışları te'dîb kasdı gütmeyip, öldürmek istedi­ğinin delilidir, binâenaleyh bu fiillerinden ötürü katlolunur. Fakat bir baba, evladını te'dîb kasdıyla döver, boğazını sıkar veya kılıcıyla çar­par, yahut demir bir çubukla vurur çocuk ölürse kısas hükmü tatbik olunmaz. Çünkü babanın evlâdına karşı besleyeceği babalık şefkati ve sevgisi tabiatı itibarıyla, bir babanın evlâdının evlâdını öldürme kas-dının mevcudiyeti konusunda şüphe îrâs eder. Bu ise hadlerin durdu­rulması için yeterli bir sebeptir. Bu takdirde kısas yerine, ağırlaştırıl­mış diyet hükmü verilir.

El-Müdevvene adlı eserde belirtildiği gibi, kasıdlı öldürmede —ha­talı öldürme değil— baba tarafından akrabalara hiçbir sorumluluk yükletilemez.

Aslında hatalı öldürmenin diyeti ağırlaştırılmış diyet değil, hafîf-leştirilmiş diyettir. Ağırlaştırılmış diyet ise, kısas cezasının yerine ge­çen, yani kasıdlı öldürme suçuna uygulanan cezanın bedeli olan bir cezadır. Acaba; İmâm Mâlik, fiili kasıdlı olarak değerlendirmiş ve Al­lah'ın Rasûlü'nün «şüphelerle hadleri durdurunuz» sözlerine uygun olarak, şüphe durumu vârid olduğu için, kısası durdurmuş ve kısas yerine ağırlaştırılmış diyet hükmünü mü uygun görmüştür? Yoksa fiili hatalı öldürme olarak değerlendirmiş ve suçun şenâatmdan dola­yı diyetin ağırlaştırılmasını mı istemiştir? Tercih olunan görüş, İmâm Mâlik'in, fiili kasıdlı olarak kabul edip biraz sonra açıklayacağımız gibi mevcud şüpheden dolayı, kısası durdurduğu noktasındadır. Bu­nunla beraber fiili hatâ olarak değerlendirmiş olduğunu, ancak iğ­rençliğinden dolayı suçu ağırlaştırdığını söylemek mümkündür. Diye­tin ağırlaştırılması halinde, annenin hükmü de babanın hükmü gibi­dir. Dede ve nine de anne ve baba gibidir. Çocukları ve torunlar da aynı çocuklar gibidir.

Üçüncü bir görüş de şöyle demektedir: İmâm Mâlik kasda ben­zer öldürmeyi ancak bu gibi hallerde kabul etmiş ve bu fiili kasda ben­zer öldürme olarak değerlendirmiştir. Maliki mezhebinde bu görüşün de dayanağı bulunmakla beraber, Mâlikîler tarafından hükme setoeb olarak serdedilmiş olduğu söylenebilir. Şüphesiz ki, Mâliki mezhebi­nin prensiblerine, ilk iki görüş daha uygun ve yakındır.

Yeri gelmişken, şüpheli hallerde hadlerin durdurulması kaidesi­nin öldürme suçunun tatbikatıyla ilgili biraz bilgi vermemiz faydalı olacaktır. Şüpheli hallerde hadlerin durdurulması "kaidesi uyarınca, suçlunun fiilinde veya kasdında mevcut bulunan her şüphenin neti­cesinde, suç; haddi gerektiren bir suç ise had durdurulur. Ve suçluya had cezasına bedel olarak ta'zîr cezası verilir. Bu şekilde had ce­zalarında kaidenin tatbiki kolaydır. Ancak öldürme suçlarında kaide­nin tatbiki mümkün olmakla beraber nâdirdir. Hemen hemen tatbik edilmemektedir. Vakıa, tatbiki şekilde, mânâdadır. Çünkü kati fiili bir çeşit olmakla beraber kasıdlı kati, kasda benzer kati, hatalı kati gibi muhtelif nev'ilere ayrılır. Kasıdlı katl'de fiilde şüphe mevcut olunca, şüpheyle haddi durdurmak mümkün olmaz. Çünkü, şüphe vârid olun­ca fiil hatalı kati veya yaralama fiili olur. Eğer, şüphe kasıdda vârid-se, fiil, kasda benzer katl'dir. Böylece kati fiilinin çeşitli adlar alarak şekillenmesi, haddi durdurma hâdisesinin tatbikini Önler. Keza fiil, kasda benzer öldürme fiili olursa, şüphe ya fiilde olacaktır, ya da ka­sıdda. Eğer fiilde veya kasıdda şüphe olursa fiil hatalı öldürme ve ya­ralama olarak kabul edilir. Şayet şüphe, hatalı öldürmede vârid olur­sa, fiil hatalı yaralama olarak kabul edilir. Şu halde, öldürmedeki şüp­he öldürmenin nevini daha aşağıdaki bir yere indirmekte ve hadd daha aşağı bir hüküm ile geçiştirilmektedir. Demek ki, bu durumda kaide, ma'nen tatbik olunmakta fakat şeklen tatbik olunamamakta­dır. Mâliki mezhebine göre ise, kaidenin tatbikine yer yoktur. Çünkü, Mâlikîler Ölümü, hatalı ve kasıtlı öldürme diye iki çeşit olarak kabul ederler. Kasıdlı öldürme olarak kabul edilmeyen öldürmeler hatalı öl­dürme olarak kabul edilir. Şüphe kasıdda veya fiilde vârid olursa, kati hatalı öldürme veya yaralama olarak kabul edilir.

Leys İbn Saad ve Zührî, kocayı, babaya kıyâs etmektedir. Çocuk ve malı —Rasûlullah'ın hadîsi uyarınca— babanın mülküdür. Karı da kocanın nikâh akdiyle mülküne girdiğine göre, o cariyeye benzemekte­dir. Binâenaleyh cariyede mülk şüphesi vârid olduğu için, kısas tat-bîk olunamadığı gibi, karıya da kısas tatbik olunamaz. Ancak, cum-hûr-u fukahâ ve özellikle dört mezheb imâmı bu görüşe asla itibâr et­mezler. Dört mezheb imamına göre, eşlerden her biri ötekinden ayn iki şahsiyet olarak kabul edilir. Birbirlerini Öldürmeleri halinde, tıpkı yabancıları öldürmede olduğu gibi sorumluluk yüklenmiş olurlar ve öldürülürler. Kocanın karıya mâlik olduğu görüşü ise, asla doğru de­ğildir. Karı, hürdür. Koca ancak kocalık haklarını kullanmak yetki­sine sahiptir. Bu bakımdan o, kiralanmış bir nesneye benzer. Kaldı ki, nikâh koca tarafından karıya akdolunduğu gibi, kan tarafından da kocaya akdolunmaktadır. Çünkü, nikâh ile beraber, koca onun ba-cısıyla evlenmeme akdi yapmakta ve onun dışında dörtten fazla ka­dın almama hakkı vermektedir. Birleşme hakkı konusunda kadından istenen şey, kocadan da istenmektedir. Sadece kocanın kadın üzerin­de Allah'ın verdiği bir hak olarak hâkimiyet hakkı vardır. Bu da ona verdiği malı, nafaka ve mihirden dolayıdır. Eğer bu durum bîr şüphe ise, îrâs olunan bu şüphe tek taraflı değil, iki taraflı olur.

Kısasa mâni' olan ikinci engel, maktul suçluya denk olmalıdır.

İmâm Mâlik, Şafiî ve Hanbel, maktulün katile denk olmasını şart koşarlar. Eğer denk değilse, kısas hükmü mümtenî olur. Maktu]; katile, katil; maktule hürriyet ve islâmiyet dışında denk olarak ka­bul edilir. Eğer, hürriyet ve İslâmiyet konusunda denk iseler müsâvî olarak kabul edilir ve aralarındaki diğer farklara bakılmaz. Kişisel ol­gunluk ve organların selâmeti şeref ve haysiyet bakımından bir üstün­lük, bir eşitlik şartı yoktur. Uzuvları sağlam olan; uzuvları eksik biri tarafından öldürülebilir. Sağlıklı; hasta tarafından öldürülebilir veya bunun tersi de olabilir. Küçük büyüğü, güçlü güçsüzü, cahil âlimi, deli akıllıyı, me'mûr âmiri, dişi erkeği ve benzer şekilde birbirlerini öldür­me olabilir. İslâm hukukçuları arasında, erkeğin erkeği, kadının ka­dını öldürmesi arasında bir fark yoktur. Çünkü yüce Allah : «Hüre hür, köleye köle, kadına kadın» diye buyurmuştur. Ancak, İslâm hukukçu­ları bu âyetin tefsirinde değişik görüşlere sahiptirler. Kimilerine göre, âyet-i kerîme, nev'in hükmünü ele almıştır. Bir nev'i diğer bir nev'iyi öldürdüğü zaman, o nev'e dâir hüküm koymuştur. Ancak, iki nev'iden birisi diğerini öldürdüğü takdirde bu konuya temas etmemiştir. Bu­nun için İslâm hukukçuları bu konuda iki ayrı görüşe sahiptirler. Bi­rinci görüş taraftarları (bu Hz. Ali'den nakledilen bir rivayettir) ka­dını Öldüren erkeğin öldürülüp sahiplerine yan diyet verileceğine kâni'dirler. Bu grubun delili; nass'ın ancak, nev'in nev'i öldürmesi ha­linde hüküm vaz'ettiğini ve bunun dışında bir hüküm vaz'etmediğidir. Kadının diyeti, erkeğin diyetinin yarısıdır. Binâenaleyh kadını Öldü­ren erkek Öldürülür ve geriye kalan yarısı için öldürülen kişiye diyet ödenir. Eğer, kadının sahipleri isterlerse erkeği öldürmezler ve ondan kadının diyetini alırlar.

Bir kadın bir erkeği öldürürse, maktulün sahipleri isterlerse, ka­dını öldürürler ve yan diyet alırlar, isterlerse öldürmezler ve tâm di­yet alırlar.

İmâm Kurtubı der ki: Ebu Ömer bu görüşe ek olarak demekte­dir ki, kadın erkeğe denk olmazsa ve Allah Rasûlünün «müslümanla-nn kanlan birbirine denktir» hadîs-i şerîfi'nin hükmü altına girmez­se, kendisiyle denk olmayan bir kadın yüzünden bir erkek, niçin öldü­rülecektir? Ayrıca ulemânın, diyetle kısasın birleşemeyeceği konusun­daki icmâ'a rağmen, hem yan diyet, hem de öldürme nasıl olur? Di­yetin kabulü katilin ölümünü haram kılar ve kısası engeller.

İkinci görüş taraftarları ise, kadına mukabil erkeğin, erkeğe mu­kabil kadının öldürüleceği görüşündedirler. Dört mezheb imamının görüşü de bu merkezdedir. Ve delil olarak yüce Allah'ın : «Hür'e hür», âyeti celîle'si ile, Allah Rasûlünün «müslümanların kanlan birbirine denktir»  hadîs-i şerîfi'ni   serdetmektedirler.   Allah'ın   Rasûlü Yemen halkına farzları ve sünnetleri bildiren bir mektub yazmış ve bu mek-tubda erkeğin ve kadının iki ayrı şahsiyet olduklarını ve her birinin diğerine karşı iftira etmesi halinde katlolunacağını, iki erkek gibi ka­dının erkeğe, erkeğin kadına mukabil öldürüleceğini bildirmiştir. An­cak kısasla beraber, başka bir şey gerekmez. Çünkü, vârid olan kısas-dır. Kısasda niyetlerin değişik olmasına itibâr yoktur. Çünkü, bir kişi için bir topluluk öldürülür, hıristiyan mecûsı için dinleri değişik olmasına rağmen öldürülür. Keza, değerler fazla olmasına rağmen, bir hür bir köle için öldürülür.

Şia'nın Zeydiyye koluna mensûb olanlara göre de, bir kadın er­keği Öldürürse, erkeğe karşılık kadının öldürülmesi gerekir ve bunun ötesinde bir şey yapılmaz. Bir erkek kadını öldürürse, kadına karşı­lık erkek öldürülür ve erkeğin vârislerine yan diyet verilir. Kısas; an­cak bir hükmü iltizâm etmeleri şartıyla vâcibdir.

Kısasın uygulanabilmesi için denklik katil tarafında değil mak­tul tarafında olmalıdır. Eğer maktul katile denk değilse, kısas müm­kün olmaz. Meselâ, katil müsiüman, maktul kâfir olursa, veya katil hür maktul köle olursa, kısas mümtenî olur. Katilde denklik şartı yok­tur. Eğer katil maktule denk değlise, bu; kısası önlemez. Çünkü denk­lik şartı üstünün daha aşağıdan birisine mukabil öldürülmesini önle­mek için konmuştur. Yoksa, aşağıdan birisinin üstüne mukabil öldü­rülmesi için değil. Meselâ, bir kâfir bir müslümam Öldürürse veya bir köle hür birisini öldürürse, aralannda denklik olmamasına rağmen, onlar da öldürülürler. Çünkü buradaki eksiklik, katilde değil maktul­dedir. Bu eksiklik, küfür, kölelik, farklılık ise, hürriyet ve müslüman-hktır.

a) Hürriyet: îmâm Mâlik, Şafiî ve Hanbel, hürr'ün köleye mu­kabil öldürülemeyeceği görüşündedirler. Çünkü, Allah Rasûlünden şöyle bir hadîs rivayet olunmuştur: «Hürr'ün köleye mukabil öldürül­meyeceği bir kaidedir» veya bir kölenin, köleliği dolayısıyla eksik sa­yılacağını ve hür'e denk olmayacağını kabul ederler. Onlara göre hür­riyet; suçluda değil, maktulde lâzımdır. Eğer tecâvüze uğrayan hür, suçlu köle ise, suçluya kısas uygulanmaz.

İmâm A'zam ise, hürlerle köleler arasında hiçbir fark olmadığını ve her ikisine de karşılıklı olarak kısas uygulanacağını kabul eder. Kısasda hürriyet şartını ileri sürmez. Ona göre, ister hür köleyi Öl­dürsün, isterse köle hürr'ü öldürsün, her iki halde de suçluya kısas yapmak gerekir.

îmâm A'zam, istisnaî olarak efendinin kölesine karşı öldürüleme-yeceğini söyler.

Şayet maktul, katilin kölesi ise veya katilin, kısasa mâlik oldu­ğu şüphesi varsa, Rasûlullah (s.a.) m «Ne baba evlâdından dolayı, ne de efendi kölesinden dolayı kısas olunur» fermanına binâen katile kı­sas uygulanmaz. Kısas uygulanmamasının sebebi şudur: Şayet kısas gerekecek olsaydı —kısas hakkına tüm olarak sahip ise— efendiye ge­rekecekti ki, bu hadîs uyarınca onun ne lehinde ne de aleyhinde kısas hükmü verilebilir. Eğer efendi kısasa tüm olarak sahip değil se kıs­men sahib ise bu takdirde de kısas uygulanamaz. Çünkü kısas bölün­mez bir bütündür, bir kısmının uygulanıp bir kısmının uygulanma­ması mümkün değildir. Kısasa mâlik olma durumu vârid ise, şüphe söz konusu olduğu için kısas uygulanmaz. Çünkü kısas olunan kısım­da vârid olan şüphe, haddi önleyici bir unsurdur. Fakat köle, efendi­sini öldürürse kısas uygulanır. Zîrâ kısas emri umûmî bir emirdir ve bu umûmî emrin istisnası sadece baba ve efendidir. Bu açıklamalar­dan ortaya çıkıyor ki, İmâm A'zam Ebu Hanîfe, efendinin kölesi kar­şısındaki durumunda diğer imamlarla müttefik, geriye kalan konu­larda ise muhaliftir.

Diğer bazı fukahâ da, efendi kölesini öldürdüğü takdîrde kısas uygulanması gereğine inanırlar. Nehaî ve Dâvûd, efendinin kölesini öldürmesi halinde onun da öldürüleceği görüşündedirler. Çünkü Al-lahın Rasûlünden şu hadîsi rivayet ederler: Kim kölesini öldürürse, biz de onu öldürürüz. Kim kölesinin kulağını keserse, biz de onun ku­lağını keseriz.

Hürle kölenin denkliği konusunda İslâm hukukçularının görüşle­rinin hülâsası budur. Bu görüşleri serdederken, İslâm hukukunun bu noktayla ilgili düşüncelerini ortaya koymak istedik. Biliyoruz, kölelik günümüzde ortadan kalkmış durumdadır. Artık ne efendi vardır, ne de köle. Ve Öyle sanıyoruz ki, yeryüzünde köleliğin ibtâline çalışan ve bu noktada teşvik eden ilk sistem İslâm hukuk sistemidir.

b) İslâmiyet:

Müslümanm gayr-i müslim'i öldürmesi.

İmâm Mâlik ve Şafiî'ye göre, bir müslüman bir kâfiri öldürdüğü takdîrde nasıl olursa olsun katlolunmaz. Çünkü, kâfir müslümana denk değildir. Ama kâfir bir müslümam öldürdüğü takdîrde, müslü­mana mukabil kâfir öldürülür. Çünkü bu şekildeki ölüm, bir alt de­recede olanın bir üst derecede olanı öldürmesidir. İmâm Mâlik ve Şafiî, cizye ödeseler bile, bu hükmün zimmîlere tatbik edileceği görü­şündedirler. Onlara göre, İslâm'ın hükümleri zimmîlere de uygulanır. Delilleri ise şudur: İslâm'da kısasın vâcib olmasının şartı denkliktir. Küfür ise bir büyük eksikliktir. Eğer, bir tarafda kâfir bir tarafta müslüman varsa, müsavat ortadan kalkmıştır ve kısas vücûbu müm­kün olmaz. Çünkü Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:

Müslümanların kanları birbirine eşittir. Onlardan en aşağılarda olanlar ahidlerini yerine getirirler. Ve bir mümin bir kâfire mukabil öldürülemez.

Aslında küfür; kişinin kanım mübâh kılar, ancak zimmet sözleş­mesinin yapılması, bu mübâhiyeti ortadan kaldırır. Nasıl bir müslü-man; kâfir bir müste'mene karşılık öldürülemezse, zimmîye mukabil de öldürülemez.

İmâm A'zam ise, müslümanın zimmîye mukabil, zimmînin de müslümana mukabil öldürüleceği görüşündedir. O demektedir ki, kı­sas hükmünü bildiren nass, umûmî olarak vârid olmuştur. Allah Kita­bında «Size öldürmelerde kısas farz kılındı.»

«Ve onda (Tevrat'ta) onlara yazdık ki, cana can...»

«Kim de zulmedilerek öldürülürse biz onun velîsi için bir yetki kılmışızdır.» buyurmaktadır. Görülüyor ki bu nass'lar, umûmî olarak varid olmuştur. Hiç bir ölü ve can arasında fark yoktur. Kim bu nass-lann tahsîs veya takyîd olunduğunu iddia ederse, bu iddia delilsizdir. Allah Teâlâ kitabında «Sizin için kısasda hayat vardır, ey akıl sahib-leri» buyurmaktadır. Zimmîye karşılık müslümanın katledilmesinde, müslümana karşı müslümanın katledilmesinde, kısasdaki hayatiyet gerçeği daha derin olarak tezahür etmektedir. Çünkü müslümam, zimmîyi öldürmeye sevkeden hususiyet, kızdığı anda dinî düşmanlığı olacaktır. Böyle bir tahriki önleyecek mühim bir engelin bulunması lâzımdır. Bunun için zimmîyi öldüren müslümana kısas hükmünün farz olması, kısastaki hayatiyet manasını gerçekleştirmek bakımından son derece manidardır.

îmâm Mâlik ise, İmâm A'zam'dan farklı olarak şöyle düşünmek­tedir : Bir müslüman bir zimmîyi aldatarak öldürürse, müslümanın katli gerekir. Aldatma malım almak için yanlış bir yere sürükleme ve benzer şekillerde olabilir.

Bir kişiyi malını almak için aldatarak bir yere götürüp öldürmek, İmâm Mâilk'e göre bir nev'i harabe şeklidir. İmâm Şafiî Hanbel ve Ebu Hanîfe ise, bu görüşü benimsemezler. Onlar hileli öldürmenin özel bir durumu olduğunu kabul ederler. Hileli öldürme eğer öldür­menin şartlan bulunursa, kasıdlı öldürme olarak kabul edilir ve kısas uygulanır. İmâm Mâlik hileli öldürmeyi, harabe suçuna kıyâs ediyorsa da diğer imamlar bunu kabul etmezler.

Keza, diğer imamlar Rasûlullah'dan nakledilen ve bir kâfire kar­şı bir mü'mine kısas uygulandığını belirten rivayeti hüccet olarak gös­tererek, Rasûlullah'm : Ben sözümü yerine getirmeye daha çok mec­bur olan biriyim, buyruğunu öne sürerler. Onlar; bir kâfire karşılık bir mü'min, andlaşması olmayana karşılık, andlaşması olan öldürül­mez, hadîsini kâfirden murâd, müste'mendir ve andlaşmalı da mü'mi­ne ma'tûftur diye yorumlarlar. Hadîs'e kâfire karşılık mü'min ve kâfire karşılık andlaşmalı birisi Öldürülemez, diye mânâ vermektedirler. Keza, zimmînin ma'sûm olmasının şüpheli olduğunu, şüphenin de kısası ortadan kaldıracağını söyleyenlere şu karşılığı vermektedir­ler : Zimmînin kanı haramdır, zimmînin zimmet ahdi kâim olduğu sürece mübâh olmaz. Ve zimmet ahdi yapmış olan zimmînin durumu, İslâm olarak kâim olan müslümamn durumu gibidir. Hem küfür ge­niş anlamda kanı mübâh kılmaz. Kanı mübâh kılan küfür, harbe ve-sîle olan küfürdür. Harbe bâis olmayan zimmînin küfrü kanını helâl kılmaz. Keza, dinde müsavat; kısasın şartı değildir. Eğer bir zimmî di­ğer bir zimmîyi öldürür ve sonra da müslüman olursa, kısas hükmü uyarınca, müslüman olan zimmî öldürülür. Halbuki aralarında din bakımından bir müsavat yoktur. Nitekim bu hususta Hz. Ali şöyle der: Zimmîler cizye vermekle kanlarının bizim kanımız gibi, malları­nın bizim malımız gibi ma'sûm olmasını istemektedirler. Binâenaleyh onların kam ve malı müslümamn kanı ve malı gibi ma'sûmdur. Buna göre bir müslüman, bir zimmînin malını çalarsa eli kesilir. Eğer, zim­mînin malının ma'sûm olduğunda bir şüphe bulunsaydı çalanın eli ke­silmezdi. Nitekim müste'men'in malının çalınmasında el kesilmez. Çünkü mal cana bağlıdır. Malın durumu canın durumundan daha az ehemmiyetlidir. Hırsızlıktan dolayı el kesildiğine göre, öldürmeden dolayı kısas uygulanması daha evlâdır. Çünkü söylediğimiz gibi can, maldan daha önemlidir.

Ebu Hanîfe'nin görüşü, çağdaş, beşerî hukuk bilginlerinin görü­şüyle uyuşmaktadır. Çağdaş hukuk bilginleri de, din ayrılığından do­layı ceza farklılığını kabul etmezler. Mısır yasaları da, zimmî ve müslü­man ayrımı yapmaksızın her ikisine aynı hükümleri tatbîk etmek­tedir.

Ebu Hanîfe'ye göre, bir müslüman müslüman olmuş, fakat dâr'ül-harb'den dar'ül-İslâm'a hicret etmemiş olan bir harbîyi öldürürse, kı­sas uygulanmaz. Çünkü, katil her ne kadar bir müslümanı öldürmüş ise de maktul dâr'ül-İslâm ahâlîsinden değil, dâr"ül-harb ahâlîsinden-dir. Binâenaleyh, dâr'ül-harb halkından olması, ma'sûmiyeti konusun­da şüphe îrâs eder. Çünkü, müslüman olduğu halde dâr'ül-îslâm'a hic­ret etmeyip de dâr'ül-harb'de kalan kişi kâfirlerin hâkimiyetini önem­siyor demektir. Bir kavmin hâkimiyetini önemseyen ve büyüten kişi Allah Rasûlünün diliyle, her ne kadar onların dinine mensûb olmasa da onların kavminden sayılır. Binâenaleyh o kavmin yurttaşıdır. Bu durum ise, bir şüphe ortaya çıkarmaktadır. Keza, iki müslüman dâr'ül-harb'de ticâret veya esaretle bulunsalar ve biri diğerini öldürse, kı­sas hükmü tatbîk olunmaz. Çünkü ortada şüphe durumu vâriddir ve hükmün tatbiki imkânı  yoktur.  Fakat, diğer üç imâm, kati vak'ası, ister dâr'ül-harb'de olsun, ister dâr'ül-İslâm'da, ve maktul ister hicret etmiş olsun ister etmemiş, kısasın uygulanacağı'görüşündedirler.

Kâfirin başkasını öldürmesi: Zimmî bir müslümam öldürürse, buna karşılık öldürüleceği ittifakla kabul edilir. Zîrâ, Ebu Hanîfe'ye göre, katil olan zimmî, umûmî nass'lann hükmü içine dâhil olmakta­dır. Diğer üç imâma göre arada farklılık olmakla beraber katil öldü­rülür. Ancak farklılık katilin aleyhine işlememektedir. Bilindiği gibi katil ile maktul arasında bir farklılık var ise ve bu farklılık zimmî-nin aleyhinde ise kısas durdurulmaz. Müslümamn aleyhinde ise dur­durulur. Zimmînin harbîyi öldürmesi suç olarak kabul edilmez. Çün­kü harbî demek, kanı mübâh kişi demektir.

Ebu Hanîfe'ye göre, müste'men'e karşılık zimnüye kısas uygulan­maz. Çünkü müste'men'in ma'sûmiyeti mutlak değil muvakkattir. Dar'ül-İslâm'daki ikâmeti süresine bağlıdır. Aslında müste'men dar'ül-harb halkından bir kişidir. Dar'ül-İslâm'a girişi bir sebebden ötürü­dür ve tekrar aslî yurduna dönecektir. Bunun için ma'sûmiyeti şüp­helidir, îmâm Ebu Yûsuf'a göre ise, kâtl fiilinin işlendiği zaman ma1-sûmiyet mevcut olduğu için kısas uygulanır ve öldürülür. Ebu Hanî-fe'ye göre ise, kıyâs yapılarak müste'men'e karşılık müste'men öldü­rülür, îmâm Mâlik, Şafiî ve Hambel'e göre, birbirini öldüren kâfirler ayırım gözetilmeksizin öldürülürler. Binâenaleyh, her hangi bir kitâ-bî'yi, mecûsî veya müste'meni öldüren zimmî de Öldürülür. İsterse ara­larında din farkı bulunsun.

Bu şartın yeri, suçluların birden fazla olması halindedir. Suçlu tek başına olunca, suçu ister mübâşereten işlesin, isterse teşebbüben işlesin sorumlu bizzat kendisidir. Ama, birden fazla olursa içlerinden birisi bizzat suçu işleyecek kimisi onlara yardımcı olacak, kimisi de suça teşvik edecektir. Dört mezheb imâmmca ittifakla kabul etmek­tedirler ki, suçlulardan her biri bizzat suçu işledikleri takdirde, bir­den fazla olmaları herbirine ayrı ayrı kısas hükmünün tatbîk edilme­sini önlemez. Her ne kadar kısasda eşitlik gereği var ise de, bu fiilde olup suçluların veya tecâvüze uğrayanların sayısında şart değildir. Bir topluluk birleşerek bir kişiyi öldürürse, onlara kısas uygulanması hakkın icâbıdır. Çünkü, öldürme vak'alan genellikle topluca işlenir. Topluca işlenen cinayet vak'alarına kısas hükmü uygulanmasaydı, kı­sası tatbîk etme imkânı kalmazdı. Çünkü, başkasını öldürmeyi plan­layan kişi» kısasdan kurtulabilmek için etrafına birçok kişiyi toplar ve böylece suçu işler ve kısasdan kurtulmuş olurdu. Halbuki kısasda-ki gaye hayatın devamı ve öldürmenin önlenmesidir. Allah kitâb-ı ke-rîm'inde: «Kısasda sizin için hayat vardır ey akıl sahipleri, ta ki ko-runasınız» buyurmaktadır.

Ahmed ibn Hanbel'den nakledilen bir rivayete göre, suçlular birden fazla olduğu takdirde kısas sakıt olur yerine diyet îcâb eder. İbn Zübeyr ve İbn Sinin'e göre ise, katillerden birisi öldürülür ve diğer­lerinden de paylarına düşen diyet alınır. Bu görüşü serdedenlerin de­lili şudur: Yüce Allah kitabında: «Cana can» ve «hür bir kişiye hür bir kişi» buyurmaktadır. Buna göre, bir cana karşı bir candan fazlası alınamaz. Binâenaleyh, birden fazla kişi toplanarak bir kişiyi öldü­rürse, birisine kısas diğerine diyet îcâb eder.

Dört mezheb imâmı; topluluk, ferdi öldürdüğü takdirde, kısas uygulanması konusunda ittifak etmişlerse de, öldürmeye yardım veya teşvik konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bu konuda ihtilâfa sebeb olan dört mesele vardır:

a) Elbirliği ile öldürmeye yardım etme,

b) Maktulü tutup katilin öldürmesini sağlama,

c) Öldürmeyi emretme,

d) Öldürmeye zorlama.

a) Elbirliği ile öldürme halinde yardımcı olmak : İmâm A'zam'a göre, elbirliğinden maksat önceden anlaşmadır, diğer imamlara göre ise, bunun önceden anlaşma adını alabileceğini ve elbirliği manasına gelmeyeceğini, elbirliğinden maksadın da öldür­me suçunu işlemek için önceden ittifak olduğunu yukarıda zikretmiş­tik. Bu iki durum arasındaki fark şuradan ileri gelmektedir. Önceden ittifak halinde, suçu doğrudan doğruya işleyenler —tek başına fiil­leri öldürücü olmasa da— katil olur. Topluca işlenen fiillerin neticesi ölüm olduğu takdirde suça fiilen iştirak edenlerin hepsi katildir..; Elbirliği bu demektir. Önceden anlaşmada ise, topluca öldürme ko­nusunda şartlarını açıkladığımız gibi, ancak fiilen iştirak eden katil olarak kabul edilir.

Her iki halde de, suça fiilen iştirak edenlerin birden fazla olması durumunda katillere kısas uygulanacağı ister önceden öldürme konu­sunda ittifaktan doğmuş olsun, ister beklenmeyen bir buluşma ile gerçekleşmiş bulunsun, farksızdır. Asıl ihtilâf edilen konu, suçlularla ittifak edip de vak'ada hazır bulunmayan veya suçun işlenmesine yardımcı olup da, bizzat suça katılmayan kişilerin durumudur. îmâm A'zam, Şafiî ve Hanbel'e göre; kısas hükmü, yalnız bizzat suça karı­şana verilir. Suça bizzat iştirak etmeyene de ta'zîr cezası verilir. îmâm Mâlik'e göre, ise, kısas hükmü hazır bulunup da bizzat karışmayana ve yardımcı olup da bizzat iştirak etmeyene de uygulanır. Kapıyı tu­tan veya ölümü sağlayan kimse gibi. Suçlularla ittifak edip fiilde ha­zır bulunmayan kişiye ise, tercih olunan görüş uyarınca ta'zîr ce­zası verilir. Suça yardımcı olan veya suç işlenirken hazır bulunan ki­şinin cezalandırılabilmesi için, kendisinden yardım istenince yardı­ma koşacak veya arkadaşlarından birisi bizzat suçu işlemezse, kendisinin onu bizzat işleyecek nitelikte olması şarttır. Şu halde, kısasın uygulanabilmesi için elbirliği eden kişinin bizzat fiil işlemese de hâ­dise mahallinde veya hâdise mahallinin yakınında olması şarttır. Bu takdîrde bizzat ölüm fiilini işlemesi şartı yoktur.

tbn Teymiye'nin fetvalarında, bu değişik hallere dâir misâller verilir. Bu misâllerden birisi şöyledir. Topluca bir kitle nıa'sûm bir kişiyi (öldürülmesi haram olan birisini) öldürmeye iştirak ederse, içlerinden hepsi bizzat adamın öldürülmesine mübaşeret etmişlerse, hepsine birlikte kısas vâcib olur. Ama bir kısmı bizzat fiili işle­miş, bir kısmı da ona bekçilik etmiş ve yardımcı olmuşsa, bu konuda iki görüş vardır. Birisine göre kısas ancak mübaşire uygulanır. Ki bu görüş, Ebu Hanîfe, Şafiî ve Hanbel'in görüşüdür. İkincisine göre ise, hepsine kısas uygulanır. Bu görüş İmâm Mâlik'in görüşüdür. İbn Teymiye'nin fetvâlannda şöyle bir örnek de verilir: Bir kişinin çocuk­ları babalarını öldürme konusunda yabancı kişilerle anlaşır ve fiile iştirak ederlerse, hepsinin birlikte Öldürülmesi caizdir. Fakat, fiili biz­zat işlemiş olan mübaşirin cezası bütün mezheb imamlarının ittifakı ile fiili bizzat işlememiş olup da, işlenmesine yardımcı olmuş olan (adamı eve sokan ve kapıları kapayan kimse gibi) in öldürülmesi ko­nusunda iki görüş vardır. İmâm Mâlik'e göre, hepsinin öldürülmesi şarttır. îbn Teymiye'nin fetvâlarındaki bir başka misâl de şöyledir : Bir kimse ma'sûm bir kişiyi öldürmesi için bir adama belirli bir mik­tarda mal vaad ederse, ve adam da bu mal mukabilinde söylenen kişi­yi öldürürse, vaad olunan kişinin öldürülmesi îcâb eder. Vaad edilen kişiye de, sindirici bir ceza verilmesi ve böylelikle başkalarına örnek olması gerekir. Bazı fakîhlere göre, onun da öldürülmesi îcâb eder.

Bir kişi bir adamı tutar, ikinci bir kişi de gelir onu öldürürse, tutan kişinin adamın öldürülmesi kasdıyla tutmadığı veya üçüncü şahsın gelip onu öldüreceğini bilmediği takdirde mes'ûliyeti yoktur. Ama tutan kişi adamı öldürme kasdıyla tutmuşsa ve üçüncü kişi de gelip ötdürmüşse, bizzat öldürme fiilini işleyene kısas uygulayıp öldü­rüleceği konusunda ihtilâf yoktur. Ancak, öldürme fiilini bizzat işle-meyip tutmuş olan kişinin durumu ihtilaflıdır. Aşağıda bu farklılıkla­rı açıklayacağız.

İmâm Mâlik; tutan kişinin maktulü katilin öldürülmesi için tut­ması ve üçüncü şahsın tuttuğu kişiyi öldüreceğini farketmesi halinde kısas uygulanarak öldürülmesi görüşündedir. İmâm Mâlik'e göre tu­tan kişi, adamı tutmakla ölümüne sebep olmuştur. Bazı fakîhler ise, tutan kişinin Öldürülmesi için şu şartı ileri sürmektedirler. Eğer onun tutması olmasa, üçüncü şahsın gelip adamı öldürmesi mümkün olma­malıdır. Ancak bazı fakîhler bu şartı ileri sürmezler.

Şayet  tutan kişi,  adamı  kovalayanın   normal  bir darbe ile dövmesi için tutarsa, yahut kovalayan kişinin adamı öldürmek istediği­ni bilmezse (kovalayanın öldürücü bir âlet taşıdığını görmemiş olabi­lir) veya tutulanın öldürülmesi, tutanın tutmasına bağlı değilse, bu takdirde tutan kişiye kısas değil, ta'zîr cezası verilir.

îmâm Mâlik, birisini öldürmek konusunda delâlet ve onun delâ­leti olmadığı takdirde maktulün öldürülmesi imkânının bulunmadığı vak'aları da buna ilhak etmektedir.

Ebu Hanîfe ve Şafiî ise; tutan kişi, katilin öldürme kasdıyla ko­valadığım ve öldürüleceğini bilerek dahi tutsa, ta'zîr cezasıyla ceza­landırılacağı görüşündedir. Çünkü, onlara göre, kovalayan kişinin fiili mübaşeret, tutarunki ise tesebbübdür. Bu olayda mübaşeret hali te-sebbüb haline gâlib olmuş ve tesebbübü etkisiz kılmıştır. Ayrıca se-beb, mülcî bir sebeb değildir.

Hanbelî mezhebinde ise iki görüş vardır. Birinci görüş uyarınca, tutan kişiye kısas uygulanır. Çünkü, o adamı tutmamış olsaydı, kova­layan kişi adamı yakalayıp öldüremeyecekti. Şu halde öldürme fiili ikisinin fiilinin birleşmesi sonucu meydana gelmiştir. Binâenaleyh ikisi de fiilde ortaktırlar ve her ikisine de kısas uygulamak îcâb eder. Her ne kadar kovalayan kişinin fiili mübaşeret, tutan kişinin fiili te­şebbüs ise de, öldürme olayının vukuuna ikisi birden iştirak etmiş ve fiilleri birbirine denkleşmiştir. Bu görüş, Mâliki mezhebinin görüşüne uymaktadır ki, HanbeJî mezhebinde pek kuvvetle tercîh olunmamış­tır.

İkinci görüş taraftarları ise, tutan kişinin ölünceye kadar hap-solması fikrindedirler. Onlar ibn Ömer'in, Allah'ın Rasûlünden nak­lettiği şu hadîse istinâd etmektedirler : Bir adam bir adamı tutar ve başkası da onu öldürürse, öldüren kişi öldürülür ve tutan kişi hapso-lunur. Çünkü o, tutmakla adamı ölüme mahkûm etmiştir. Hz. Ali de, fiilen bu hükmü tatbik etmiştir, katilin öldürülmesine, tutanın da ölünceye kadar hapsolunmasına hükmetmiştir.

Bu görüş taraftarlarından bir kısmı, hapis süresinin ölünceye kadar olmayıp yöneticilerin takdirine bağlı olduğunu ileri sürmüş­lerdir. Çünkü, hapis cezası bir nev'i ta'zîr cezasıdır ve haci cezası de­ğildir. Hapis cezasını had değil ta'zîr cezası olarak değerlendirsek, ikinci görüş Hanefî ve Şafiî mezhebinin görüşüne uyar. İslâm hukuk­çuları tutmayı geniş anlamda kabul eder ve sadece elle tutmaya inhi­sar ettirmezler. Tutmak terimiyle maktulün çıkamayacağı bir yere tı­kanıp bırakılması ve hiçbir şekilde karşı koyamayacak şekle sokul­masını kasdederler. Bir kişi birisini öldürmek için kovalar, üçüncü bir kişi tutar ve adamın ayağını keser, bilâhare kovalayan da gelip ada­mı öldürürse, bu takdirde üçüncü kişi adamın kaçmasını Önlemek ve kovalayanın tutmasını sağlamak için ayağını kesmişse, öldürmeye taalluk eden suç da tutan kimsenin hükmüne tâbidir. Çünkü, fiiliyle adamı hapsetmiş ve Ölüme mahkûm etmiştir. Bundan sonra da, ka-sıdlı ayak koparma suçundan sorumlu tutulur.

İslâm hukukçuları öldürmeyi emretmekle öldürmeye zorlamak arasında fark gözetirler. Öldürme emrinde, emredilen kişi suçu işle­meye zorlanmış olmaz. Ve suçu kendi iradesiyle yerine getirmiş olur. Herne kadar suçu işlemek için emir almışsa da bu emrin kendi irâ­desi üzerinde bir etkisi yoktur. Emreden kişi, emredilenin üzerinde hakimiyeti olabilir. Babanın küçük çocuğuna emretmesi gibi. İdareci­nin emri altında bulunan kimseye emretmesi de böyledir. Emreden kişinin emrolunan kişi üzerinde bir etkisi olmayabilir de. Bu durum­da emir, suçu işlemek hususunda sadece teşvik anlamı taşır. Bu hal­lerin her birisinin ayn ayrı hükmü vardır.

Emrolunan kişi, çocuk veya deli gibi mümeyyiz olmayan birisi ise, imâm Mâlik Şafiî ve Hanbel, emredene »kısas hükmünün uygu­lanması görüşündedir. Her ne kadar emrolunan kişi öldürme fiilini bizzat işlemişse de, öldürmeye sebeb olmuş emrolunan emredenin bir âleti durumuna gelmiştir. îmâm A'zam ise, emredene, kısas hükmü­nün uygulanmasını kabul etmez. Çünkü, âmir, öldürmeyi bizzat yap­mamış, sadece sebeb olmuştur. Ebu Hanîfe'ye göre, mütesebbibe kısas hükmü uygulanmaz.

Emrolunan kişi, âkil ve baliğ birisi ise ve emredenin onun üze­rinde hiçbir etkisi yoksa, İmâm Mâlik, Şafiî ve Hanbel, emrolunana kısas uygulanacağı, emredene de ta'zir cezası verileceği görüşündedir­ler. İmâm Mâlik, emreden katil anında hazır bulunursa, kısas uygu­lanacağı görüşündedir ki, bu görüşü elbirliği konusundaki görüşüne uymaktadır. Ona göre, emreden katil anında hazır bulunmamışsa, ta'zîr cezası vermek gerekir. Öldürme anında emredenin hazır bulun­masını öldürmeye yardım olarak değerlendirmek îcâb eder. Çünkü, İmâm Mâlik'e göre, Öldürmeye yardım eden kişiye de kısas uygulanır.

Emrolunan kişi âkil baliğ biri ise ve emreden kişinin de üzerin­de etkisi ve hâkimiyeti var ise şayet emrine itaat etmezse, (öldürüle­ceğinden korkuyor ise) emrolunana ve emredene kısas uygulanır. Çün­kü, bu durumda emir ikrah sayılır. Eğer emrolunan emredenin emri­ne itaat etmediği takdirde öldürüleceğinden korkmazsa, sadece emro­lunana kısas uygulanır, emredene ise ta'zîr cezası verilir. Yalnız bu durumda, emrolunamn işlediği fiilin haksız olduğunu bilmesi şarttır. Ama emrolunan işlediği fiilinin haklı olduğunu kabul ederse, kısas emrolunana değil, emredene uygulanır. Çünkü, bu takdirde, emrolu­nan emre itâatta ma'zûrdur. Tabiî, bu durum vâlî veya hükümdar gibi, emir hakkına hâiz bulunan bir kişi tarafından verilmiş ise söz konusudur. Ama, emir verme hakkına hâiz olmayan birisi tarafından verilmişse kısas; emredene değil, emrolunana îcâb eder. Çünkü, emro-lunanın emre itaat etme mecburiyeti yoktur. Hem emredenin öldür­me emri vermek yetkisi dâhilinde değildir. Hükümdar ve yöneticinin durumu ise, bundan farklıdır. Onun öldürme emri verme hakkı vardır ve bu emre itaat Allah'a isyan olmadığı takdirde vâcibdir.

Bu konuda İmâm Ahmed'in görüşü, İmâm Mâlik'in görüşüyle ta­mamen ittifak halindedir.

Şafiî'nin görüşü de bunlara uymakla beraber Şafiî mezhebinde emrin ikrah sayılması halinde, me'mûrun durumu ile alâkalı iki gö­rüş vardır. Birinci görüş, taraftarları, âmire kısas hükmünün uygula­nacağını, me'mûra uygulanmayacağını ileri sürerlerken, ikinci görüş taraftarları —ki doğru olanı da budur— her ikisine birlikte kısas hük­münün uygulanacağını Öngörmektedirler.

Ebu Hanîfe'ye göre, ikrah halinde, sadece âmire kısas hükmü uy­gulanır. Ona göre me'mûr, âmir için bir âlet durumundadır. O âleti dilediği gibi hareket ettirir. Binâenaleyh âmir; kendi emriyle öldürme fiiline mübaşeret etmiş gibidir. Eğer emir ikrah olmazsa, âmire kısas hükmü uygulanmaz. Çünkü, o bizzat öldürme fiiline iştirak etmemiş­tir. Eğer âmir ikrah edici durumda değilse, kısas hükmü me'mûra uy­gulanır. Ancak emirin emir verme yekisi olmayan birinden çıkmış olması şarttır. Emir verme yetkisine sahip birisinden sâdır olmuşsa me'mûra kısas uygulanmaz. Me'mûr, emrin haksız olduğunu bilse bile kısas yoktur. Çünkü me'mûrun durumu 'bir şüphe îrâs eder, şüphe ise kısası önler.

Kitabımızın birinci cildinde, ikrah konusunda yeterli ma'lûmat vermiştik. Burada sözü tekrarlamak niyetinde değiliz. Ancak, konumu­zun gereği olarak ikrah olunan ve ikrah edenin cezalandırılmasının nev'i üzerindeki fukahâ'nın görüşünü özetlemekle yetineceğiz.

İmâm Mâlik, Hanbel ve Şafiî mezhebinden sahih olan görüşe göre, kısas; hem ikrah edene hem de ikrah edilene birlikte uygulanır. Çün­kü, ikrah eden kişi genellikle öldürücü olan bir fiile âlet olmaktadır. İkrah edilerek mübâşereten fiili işlemiş olan kişi ise, maktulü zulmen öldürmektedir ve öldürmekten maksadı kendi nefsinin bekâsını sağ­lamaktır. Bu durum zorlanan kişinin birisini öldürüp yemesi gibidir. İkrahın mücbir olduğunu söylemek doğru değildir. Çünkü, ikrah olu­nan kişi öldürmekten imtina' edebilir. Ama o, kendi nefsinin bekâsı­nı sağlamak için imtina' etmemektedir.

İmâm A'zam ve İmâm Hanbel'e göre, ise ikrah eden kişiye kısas îcâb eder, ikrah olunana îcâb etmez. Çünkü, Allah'ın Rasûlü, buyur­maktadır : Benim ümmetimden hatâ unutma ve zorlandıkları şey kalkmıştır. Bir şeyin affedilmesi demek, o şeyin gereği olan şeylerin de affedilmesi demektir. Hadîsin zahiri ikrah sonucu yapılan fiillerin affolunacağına delâlet etmektedir. Ve bir mânâda ikrah eden kişinin katil olacağını anlatmaktadır. Aslında, fiili işleyen her ne kadar şek­len katil ise de, ma'nen katil ikrah eden kişidir. Çünkü, ikrah oluna­rak öldürme fiilini işleyen kişi, ikrah edenin bir âleti durumundadır. Ve o âletini dilediği gibi hareket ettirme kudretine hâizdir. Bu görüş Şafiî mezhebinde zayıf olan görüşe uymaktadır.

İmâm Züfer, ise sadece mübâşerin (ikrah olunarak fiil işleyenin) öldürüleceğini, hakîkî katilin o olduğunu, kabul etmektedir.

İmâm Ebu Yûsuf ise, ikrah edilene de ikrah edene de kısas hük­münün uygulanamayacağı görüşündedir. Çünkü, ikrah eden kişi ölü­me sebebiyet vermektedir. Bilindiği gibi mütesebbibe kısas hükmü uy­gulanmaz. İkrah eden kişiye tatbik edilmediğine göre, ikrah neticesi fiili işleyene kısas hükmünün tatbik edilmemesi daha doğru olur.

Fail ile şerîk arasında ayırım :

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, İslâm hukukçuları, suçu doğ­rudan doğruya işleyenle, suça ittifak eden, yardımcı olan veya teşvik eden kişi arasında bir ayırım yapmamaktadırlar. Mübaşir suçu tek ba­şına veya başkasıyla işleyen yahut da suçu oluşturan fiillerden birini icra eden kişidir. Yine İslâm hukukçuları tarafından ittifakla kabul edilmiştir ki, mübâşerin cezası kısasdır. Mübaşir ile birlikte, yardım eden, ittifak eden veya teşvik eden, yani suça iştirak eden kişinin du­rumuna gelince, onlar da aynı durumdadır. Teşvik eden veya suçun işlenmemesinde iştirak edenin cezası İmâm Mâlik'in dışındaki imam­lara göre ta'zîr cezasıdır. Suça yardımcı olanın cezası ise, İmâm Mâ-lik'e göre kısas, diğer imamlara göre de ta'zîrdir.. Mısır ceza kanu­nunda, öldürme olayında suça iştirak edenlerle aslî faillerin cezasını birbirinden ayırmaktadır. Mısır ceza kanununun 352. maddesine göre failine i'dâm hükmünü gerektiren kati olayına iştirak eden kişilere ya i'dâm cezası verilir, yahut da müebbet ağır çalışma cezası. Yani, Mısır ceza kanunu faille, suça iştirak eden arasında ayırım yapmak­tadır. Ve ikisini aynı şekilde görmemektedir. Bu konuda İslâm hukuk­çularının görüş açısı da budur.

Mısır ceza kanununun bu konudaki hükmü İslâm hukukçularının görüşlerinin tatbikinden ibarettir. Kanun i'dâm hükmüne cevaz ver­diğine göre, ta'zîr cezaları da i'dâm cezalarının zımnında kendiliğin­den mevcûd olur.

Yukarda gördük ki, katillerin birden fazla olması halinde kasıdü öldürme suçuna kısas cezasının hükmolunmasım önleyecek bir neden yoktur. Ancak failler arasında kasıtlı öldürme nisbet edilemiyen birisi bulunabilir.. Meselâ birisi yamlarak maktule vurur, kasıtlı olarak vuranların fiiliyle yanılarak vuranın fiili maktulün ölümüne vesile ola­bilir.

İşte, bu gibi hallerde failler arasında İslâm şeriatının prensibleri uyarınca kısas cezasının tatbik edilmesi mümkün olmayan kimseler de bulunabilir. Çocuklar ve deliler gibi. Hatalı yahut küçük yahut deli suçlulardan birisinin kısas cezasının affedilmesi diğer faillerin duru­muna te'sîr eder ve onların da kısasdan affolunmalarına sebeb olur mu? İşte bu noktaları aşağıda açıklamaya çalışacağız. Faillerden biri­sine veya birkaçına kısas hükmünün uygulanamaması, iki durumda söz konusudur. Üçüncü bir durum yoktur.

a) Kısasın uygulanmaması ya fiildeki bir nitelikten dolayıdır, ya da faildeki bir nitelikten dolayıdır.

b) Fiildeki bir nitelikten dolayı kısasın mümkün olmaması.

Failin fiili, kısası gerektiren bir fiil olmazsa kısas hükmünü ver­mek mümkün olmaz. Meselâ, fail; fiilini hatalı olarak veya kasda ben­zer bir şekilde icra eylemişse, fiilindeki bir nitelikten dolayı veya fiilin kısası îcâb ettirmediğinden ötürü, kısas hükmü mümkün olmaz.

İslâm hukukçuları bu durum karşısında iki fırkaya ayrılırlar.

Bir kısmı fiilinin kısası gerektirmediği gerekçesiyle faillerden bi­risine kısas hükmünün uygulanmaması halinde, diğer faillere de fiil­leri isterse hatâ ile kasdın birleşmesi gibi kısası gerektiren bir fiil ol­sun, kısas hükmünün uygulanamayacağı görüşündedirler. Bilindiği gibi, hatalı olarak fiil işleyenlere uygulanmaz. Çünkü fiili kısas hük­münü gerektirmez. Kasıdlı olarak işleyene ise kısas uygulanır, zîrâ ka-sıdh öldürmenin cezası kısastır. Ama, kasıdlı fail ile hatalı fail bir vak'ada birleşirse, hatalı faile kısas hükmünün uygulanmamasıyla ka­sıdlı failden de kısas hükmü sakıt olur. Çünkü, hatalı failin fiilinin; ölüm olayına vesile olması ihtimâl dahilindedir. Belki de ölüm olayı­nı gerçekleştiren kasıdlı fiilidir. İşte bu ihtimâlin bulunması bir şüp­hedir, «şüphelerle hadleri durdurunuz» kaidesinin uygulaması netice­sinde, kasıdlı katiden de haddin durdurulması îcâ,t eder. Hanefi, Şafiî ve Mâliki mezhebinde tercih olunan görüş budur.

a) Diğer bir kısım fakîhlere göre de, failin fiili gerektirmediği için, kısas cezasını faillerden birisine veya bir kısmına uygulamanın; fiilleri kısası gerektiren diğer suçluların kasıdlı olarak kati fiiline işti­rak ettikleri sürece müstahak oldukları kısas cezasına etkisi olamaz. Onlara kısas hükmünün uygulanması gerekir. Çünkü herkes kendi fiilinden sorumludur. Bir kişinin fiili bir başkasına te'sîr edemez. Bu görüş Mâlikî ve Hanbelî mezhebinde kuvvet kazanmamış olan görüş­tür.

Birinci grub hatalıyla kasıdlmın birlikte olduğu bir olaya uygu­ladığı kaideye ittifak etmiş, hatâh kişinin ortağına kasıdlı da olsa kı­sas hükmünü uygulamamak   konusunda jttifâk   etmişlerdir.   Ancak, bunun ötesinde aralarında görüş farklılığı vardır. Bu görüş farklılığı ise kaidenin tatbikinden gelmektedir. Başka değil, bir kısım îslâm hu­kukçuları, ortaklardan birisinin cezalandırılmadığı her cezaya kaideyi tatbik ederken, —ki bunlar Hanefî fakîhleriyle diğer mezheblerin bazı tasrihleridir— bir kısmı da affolunamn fiilinin kasıdsız olması halin­de bu kaidenin tatbikini öngörmektedirler. Şayet, fiil kasdıysa, kaide­nin intibak etmeyeceğini kabul etmektedirler.

b) Failin bir niteliği dolayısıyla kısas hükmünün uygulanma­ması :

Bu durum birinci yoldan şu noktada ayrılır. Burada kısas fiildeki nitelikten dolayı değil faillerden birisindeki bir nitelik dolayısıyla tat­bik olunamamaktadır. Failde bulunan bu nitelik yüzünden şer'an kı­sas hükmünün uygulanmaması gerekir. Bunun örneği, babanın bir ya­bancıyla birlikte çocuğunu öldürmeye iştirak etmesidir. Böyle bir vak'ada baba kâim olan babalık niteliği dolayısıyla oğlunun öldürme suçundan dolayı kısas hükmüne çarptınlamaz. Bir başka örnek de, kısas hükmünü uygulama, yahut da, kendi nefsini savunma için bir başkasının elini koparmaktır. Eli kopanlan kişiye, üçüncü bir kişi sal­dırarak ölümüne sebeb olur, bu vak'ada kısas hükmü uygulayan veya nefsi müdâfâda olan kişiye kısas hükmü tatbik olunamaz. Çünkü, mü­dâfaa ve kısas niteliği vardır. Şer'an bu nitelikler dolayısıyla kısas hükmünü uygulamak mümkün değildir.

Bu durumda verilecek hüküm konusunda da fukahâ arasında ih­tilâf vardır. Ebu Hanîfe'ye göre, ortaklardan birisinin hakkında kısas hükmünün verilmemesi diğerleri hakkında da kısas hükmünün ve­rilmemesini îcâb ettirir, çünkü, kısasdan muaf olan suçluların öldür­me fiilini gerçekleştirme ihtimâli vardır. Bu ihtimâl ise şüphedir, bi­lindiği gibi şüphe hadleri kaldırır. Binâenaleyh, kısas îcâb eden diğer ortaklara da kısas uygulanamaz.

Hanbelî mezhebinde İmâm Ahmed'den rivayet edilen kuvvet ka­zanmamış bir görüş vardır ki, buna uyar. Mâlikî mezhebinden bazı fakîhler de bu görüştedirler.

İmâm Şafiî, Hanbelî ve Mâlikî mezhebinden bazı fakîhler ortak­lardan birisinin kısasdan muaf tutulmasının diğerlerine kısasın tat­bikini önleyemeyeceği görüşündedirler. Çünkü, kısas faillerden biri­sine has bir özellikten dolayı mümkün olmamaktadır ki, bu özellik ortaklardan bir başkasında bulunmamaktadır. Binâenaleyh bu özellik bulunmadığı sürece, muafiyet hakkı onlara kadar ulaşmaz. Bu görü­şü benimseyen fukahâ, çocuk ve deli konusunda değişik fikirler ser-detmişlerdir. Bazıları çocuk ve delinin suç ortağının kısas hükmüne tâbi olmayacağını öne sürmektedirler. Bu görüşü serdedenler, çocu­ğun ve delinin fiiline bakmaktadırlar. Fukahâ'nın ekseriyeti arasında ittifakla kabul edilmiştir ki, çocuğun ve delinin kasıdlı fiili hatâ ola­rak kabul edilir. Madem ki onların fiili, hatâ olarak tavsif olunmak­ta, hatâ halinde de kısas uygulanmamaktadır, öyleyse, onlarla birlik­te suça iştirak eden kişi de hatalı olarak kabuledilen suçluların hük­müne tâbidir. Dolayısıyla kısas hükmü uygulanamaz. Bu görüş, fiildeki niteliği, faildeki niteliğe galip getirmektir. îkinci grup ise Şafiî'nin gö­rüşünü kabul etmekte ve demektedir ki, çocuğun ve delinin kasdı kasıt­tır. Ve onlann kısasdan muaf tutulmasının esâsı failin niteliğidir. Öy­leyse onlarla birlikte suça iştirak edenlerin bu nitelikten istifâde et­meleri mümkün değildir. Üçüncü bir grub ise, şerikin fiilini nazar-ı i'tibâra almayı öngörmektedir. Eğer, şerikin fiili kasıdlı fiil ise, ona fiiline bakmadan ve ortağının niteliğini nazar-ı itibâra almadan kasıtlı fail cezası vermek îcâb eder.

Diğer imamların hâricinde, îmâm A'zam, tesebbüben katide kı­sas hükmünün verilemeyeceği görüşündedir. Ona göre kısas; mübaşe­ret yoluyla işlenen bir fiildir. Öyleyse, kısas hükmünün uygulandığı fiilin mübaşeret yoluyla işlenmiş olması gerekir. Çünkü, kısas hük­münün esâsı, fiilde mübaşerettir. (Denklik ve benzerlik).

Öyleyse, Ebu Hanîfe'ye göre, kısas yerine diyet vermek gerekir. Ancak, İmâm A'zam'ın dışındaki diğer üç imâm, tesebbüben katile mü­başeretten kati arasında bir fark gözetmemektedirler. Onlara göre her ikisi de kati vak'asıdır ve kısas cezasının verilmesi gerekir. Üç imâmın bu görüşü, Mısır kanunlarıyla da, diğer beşerî hukuk prensib-leriyle de uyuşmaktadırlar.

Kan sahibi meçhul olmalıdır.

Maktulün sahibi meçhul olursa, Ebu Hanîfe'ye göre, kısas hükmü gerekmez. Çünkü, kısasın vücûbiyeti kısasın ifâsını istemeye bağlıdır. Meçhul olan birisinin böyle bir şeyi istemesi ise mümkün değildir. Bi­nâenaleyh, mümkün olmayan bir şeye cevâb vermek de mümkün de­ğildir.

Diğer imamlar ise, bu noktada Ebu Hanîfe'ye muhaliftirler. Öl­dürme fiili dâr'ül-harbde olmamalıdır:

Öldürme fiili dâr'ül-harb'de olursa, Ebu Hanîfe'ye göre kısas ge­rekmez. Ancak Ebu Hanîfe, şu iki durum arasında fark gözetir. Mak­tul dür'ül-harb ahâlîsinden çlup, müslüman olmuş fakat dâr'ül-îslâm'a hicret etmemiş ise, durum farklıdır. Maktul, dâr'ül-îslânVdan olup, izinle ticâret için yahut da mecburî olarak esirlik gibi, dâr'ül-harb'e gitmek zorunda kalmışsa, durum daha farklıdır. Birincide katile ceza verilemez. İkincide, eğer ticâret için gitmişse diyet cezası verilir. Esa­ret halinde ise üzerinde hiçbir şey gerekmez. İmâm Muhammed ve Ebu Yusuf bu konuda İmâm A'zam'a muhalefet ederler. İki durum arasındaki farklılığın esası şuradan gelmektedir: Birincide ma'sûmiyet şüphe îrâs eden bir konudur. Maktul her ne kadar müslüman ise de dâr'ül-harb ahâlîsindendir. Çünkü âyet-i kerîme'de açıkça buyrul-maktadır ki: «Eğer o size düşman olan bir kavimden ve mü'min bir kişi ise...» Şu halde maktulün dâr'ül-harb ahâlîsinden olması ma'sû-miyetine şüphe îrâs etmektedir ve kâfirlerin kuvvetini önemseyerek İslâm diyarına hicret etmemiş bulunmaktadır. Bir kavmin hâkimiyeti­ni önemseyen kişi Rasûlullah'ın söylediği gibi, onun dininden olmasa da, onların milliyetine mensûb sayılacağından, müslümanlığı onu ma'süm kılmaz. Çünkü, Ebu Hanîfe'ye göre müslümanlık, tek başına ma'sûmiyet elde etmek için yeterli değildir. İslâm'ın yanı sıra, İslâm diyarının garantisi altına girmek şarttır. İkinci durumda ise, kısas gerekmez. Çünkü, hâdise müslümanların velayeti altında bulunmayan bir mahalde cereyan etmiştir. Ebu Hanîfe'ye göre, had cezalarında hükmün tatbiki için olayın vuku' bulduğu anda ifâ kudretinin müm­kün olması şarttır.

Mâlik, Şafiî ve Ahmed ibn Hanbel ise, maktul ister dâr'ül-İslâm ahâlîsinden olsun, ister dâr'ül-harb ahâlîsinden olsun, ister dâr'ül-harb'den hicret etmiş bulunsun, ister etmemiş bulunsun, maktulün müslüman olduğunu bilerek onu öldürürse katilin de kısas tatbik edi­lerek öldürülmesi gerektiği görüşündedirler. Çünkü onlara göre, katil İslâm olarak ma'sûmiyet kazanmış birisini zulmen öldürmüş bulun­maktadır.

Kısas cezası mutlaka icra edilmesi lâzım olan bir cezadır. Ancak, kan sahibi affederse, kısas tatbik olunmaz. İslâm hukukçuları arasın­da ittifakla kabul edilmektedir ki, kan sahibinin katile kısas hükmü­nü uygulama veya diyet mukabili, yahut da bedelsiz olarak affetme yetkisi vardır. Ancak İslâm hukukçuları, kan sahiplerinin kısası affet­mesi halinde diyeti alıp almayacağı hakkında ihtilâf etmişlerdir. İmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe'ye göre, kan sahibinin affı, suçluya diyet ödemek mecburiyetini getirmez. Ancak, suçluyu affetmek mukabilin­de diyet vermeyi kabul ederse müstesna, İmâm Şafiî ve Ahmed ibn Hanbel'e göre ise, kan sahibinin kısas hakkını affetmesi halinde suç­lu diyet vermeye zorlanır. İsterse af onun rızâsı hilâfına olsun. Ara­daki ihtilâfın sebebi şudur: İmâm Malik ve İmam A'zam, kısasın ay­nen vâcib olduğu görüşündedirler. Halbuki İmâm Şafiî ve Hanbel kı­sasın aynen vâcib olmadığını, vacibin kısas veya diyetten birisi oldu­ğu görüşüne sahip olmalarıdır: Kan sahibinin ta'yîn hakkı kendisine aittir. İsterse kısas hükmünün uygulanmasını ister, isterse katilin rızâj sına dayalı olmaksızın, diyet alır. Veya diyete mukabil ta'zîr cezasını kabul eder.

Kısasın yerini diyet ve ta'zîr cezalarım kabul etmenin neticesin­de iki önemli sonuç ortaya çıkar ;

a) Hâkim bir fiilden dolayı hem ceza hem de onun bedelini bir-leştiremez.  İster bedel  olarak konan ceza aslî ceza olsun, ister aslî cezanın yerine geçen bedeli ceza olsun. Çünkü bedel ile bedel oluna­nı birleştirmek değiştirmek fiilinin tabiatına aykırı düşer. Ancak, iki bedel cezayı veya iki aslî cezayı birleştirmek caizdir. Meselâ, bir öl­dürme suçu işleyen kişiye hem kısas hem diyet, yahut da, hem kısas hem ta'zîr cezası verilemez. Çünkü, diyet ve ta'zîr cezalarının her iki­si de kısasın yerine geçen bedelî  cezadır.   Ve bu cezalar   ancak esâs ceza hükmünün tatbiki mümkün olmadığı zaman verilir. Binâenaleyh, kısas hükmünü tatbik etmek mümkün olmazsa diyet ve ta'zîr cezala­rını topluca veya teker teker vermek caiz olur. Çünkü, ikisi de kısas cezasına bedel cezalardır. Ayrıca, her ikisi de aslî ceza olan kısas ve keffâret cezalarını birleştirmek mümkün ve caizdir.

b) Bu umûmî kaide kalmak kaydıyla, bedel ve aslî cezaların arala­rını birleştirmek de caizdir. Şöyle ki, fiiller birden fazla olur ve hük-molunan bedel cezası, hükmolunan aslî cezaya bedel olarak verilmez. Üç kişiyi öldürmüş olan birisine birini öldürmekten dolayı kısas hük­mü, ikinciyi öldürmekten dolayı diyet hükmü  verilirse ve kısası uy­gulamak mümkün olmadığı için diyete hükmolunmuşsa, meselâ, mak­tul katilin çocuğu ise, üçüncü şahsı öldürmekten dolayı da, kısas ve diyet hükmü vermek mümkün olmadığı için, ta'zîr cezası verilmişse, meselâ, maktulün velisi katili mutlak mânâda affetmişse, bu gibi hal­lerin hepsinde kısas diyet ve ta'zîr cezaları birleştirilebilir ve umûmî kaide bozulmuş olmaz. Çünkü, bu vak'ada birinci kısas cezası aslî ce­zadır. İkinci ve üçüncü cezalar ise, bedelî cezalardır. Aslî ceza ile be­delî cezanın birleşmesi caiz olmuştur, çünkü, hükmolunan cezalardan birisi diğerinin yerine geçmemiştir. Bilâkis, bedelî olarak verilen ceza, hükmolunmamış olan bir cezayı temsil eder.

Katil bir kişi olursa, yaralıların birden fazla olması halinde yu-kardaki değişik iki görüş arasındaki farklılığın önemi ortaya çıkar. İmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe'ye göre, bir kişi bir topluluğu öldürürse kısas olarak o da öldürülür. Öldürmenin ötesinde başka bir şey ge­rekmez. İster suçlu topluluğu bir kerede Öldürmüş olsun, isterse teker teker öldürmüş olsun. İster kan sahiplerinin hepsi katilin öldürülme­sini istesin, ister bir kısmı öldürülmesini istesin, ister bir kısmı da di­yet taleb etsin. Kan sahiplerinden birisi acele davranıp diğerleri görüş­lerini açıklamadan önce, suçluyu öldürürse, diğerlerinin kısas hakkı sakıt olur ve diyet îcâb etmez, işte bu hüküm kısasın aynen vâcib ol­ması gerektiğini belirten kaide tatbikinden ibarettir. Zîrâ hepsinin ortak olan hakkı kısasdır. Binâenaleyh suçlu öldürüldüğü zaman hep­si de haklarını eksiksiz almış olmaktadırlar. Ve bunun dışında hiçbi­risinin diyet taleb etmeye hakkı kalmaz. Zîrâ, kan sahiplerinden birisi kısas hükmünün tatbikini isterse, diğerlerinin kısastan vazgeçme­lerinin bir önemi yoktur. Ancak, diyet, kısas hükmünün tatbîki müm­kün olmadığı hallerde kısasa bedel olarak îcâb eder ve burada kan sa­hiplerinden birisi kısası talep ettiği sürece kısasın imkânsızlık duru­mu bahis konusu olamaz. Zîrâ kısas mahallî nisbetle birdir.

İmâm Şafiî ise, kan sahiplerinin haklarının birbirine müdâhale edemeyeceği görüşündedir. Eğer suçlu, birden fazla öldürdüğü kişi­leri teker teker Öldürmüşse, önce öldürülmüş olanın kısası uygulanır. Zîrâ onun öncelik hakkı vardır. Eğer birincinin hakkı af ile sakıt olur­sa ikincinin kısas hakkı uygulanır ve bu böylece sonuncuya kadar de­vam edip gider. Eğer, kan sahiplerinden birinin isteği yerine getirilir­se, diğerlerinin diyet hakkı bakî kalır. Çünkü, kısas hükmü onların rı­zâsı alınmadan tatbik olunmuştur. Binâenaleyh onların hakkı diyete inkilâb eder. Ve bu vak'a katilin ölmesi vak'asında olduğu gibi değer­lendirilir. Katil öldürdüğü kimseleri bir kerede öldürmüş veya hangi­sini önce hangisini sonra öldürdüğünü ayırmak mümkün değilse, o za­man kan sahipleri arasında kur'a çekilir. Ve kur'a kime isabet eder­se onun kısas hakkı tatbîk olunur. Kan sahiplerinden birini diğeri­nin önüne geçirecek bir hak bulunmadığı için kur'a ile böyle bir ön­celik hakkı kazanılmış olur. Eğer, kendisine isabet eden kişi katili af­federse, kur'a geri kalanlar arasında tekrarlanır. Çünkü, hepsinin hak­kı eşittir. Kısas hakkı kur'a yoluyla kan sahiplerinden birisine sabit olur fakat bir başkası ondan Önce davranarak kısas hükmünü tatbîk ederse hakkını kullanmış olur. Ancak, kendinden daha önce hak sa­hibi olanın önüne geçmekle kötü bir davranış, yapmış olur.

Savaş halinde bir topluluğu öldüren muharibin hükmünde, Şâfü fakîhleri arasında ihtilâf vardır. Başlıcalarma göre, hüküm yukarda-ki gibidir. Yani muharebe dışında topluca öldürmenin hükmüne tâbi­dir. Bazı fakîhlere göre ise, hepsine mukabil olarak o da öldürülür. Çünkü, muharebe halinde öldürmüş olanın hakkı Allah'a aittir ve Al­lah'ın bu hakkı af ile sakıt olmaz. Binâenaleyh burada cezalar iç içe girerler. Ama insanoğlunun hakkı söz konusu ise, bu takdirde tedahül bahis konusu değildir.

Hanbelî mezhebi de, Şafiî mezhebiyle bu konuda müttefiktir. On­lar sadece kan sahiplerine katili öldürme konusunda itham hakkı ta­nımakla ayrılırlar. Kan sahiplerinin ikisi veya daha fazlası katili öl­dürmek konusunda ittifak ederse, katil öldürülür ve başkaları için bunun dışında bir hak söz konusu olmaz. Ama kan sahiplerinden bir kısmı kısası bir kısmı da diyeti isterse, kısası isteyenlere mukabil öl­dürülür, geriye kalanlara da diyet verilir. Hanbelî'lerin bu husûsdaM görüşü şuna dayanmaktadır: Kısas mahalli olan katile kısasla bera­ber mümkün olmayan bazı haklar taalluk etmiştir. Kısas hakkına hâiz bulunanlar, kısas mahallinde haklarım kullanmakla yetinirlerse, o da bununla yetinmiş olur. Bu düşüncenin temeli şudur. Madem ki, kısas hakına sahip bulunanlar, kısasla yetinmişlerdir, bunun dışındaki hak­larından vazgeçmiş olmaktadırlar.

Bir kişi bir adamın elini keser, sonra da bir başkasını öldürürse, eli kesilen de, kesilme sonucu ölürse, el kesen ve ölüme sebep olan kişi, her ikisinin de katilidir. Binâenaleyh önce öldürdüğü adamın kısası tatbik olunur. Çünkü, öldürme kesmeden önce olmuştur. Ve eli kesilenin ölmesi ancak sirayetle, yani bilâhare cereyan etmiştir. Binâ­enaleyh öbürünün önceliği vardır. Fakat, eli kesilenin kısas hakkının uygulanması mümkün ise, ve Öldürmekle kısas hakkı ortadan kalkı­yorsa, ölmezden evvel eli kesilenin kısas hakkı alınır. Yani, katilin eli kesilir. Eli kesilen kan sahibi, Şafiî, ve Hanbel'e göre, yan diyet alır. Hanefî ve Mâlikîlere göre ise, hiçbir şey alamaz. Eli kesilenin elinin kesilmesi ölüme sebep olmazsa önce el kesme kısası uygulanır. İster­se katil el kesmeden Önce olsun isterse sonra... Bu konuda İmâm A'zam, Şafiî ve Ahmed ibn Hanbel müttefiktirler. İmâm Mâlik ise, her hal ü kârda adamın öldürülmesine ve elinin kesilmesine taraftar de­ğildir. Ona göre ölümle, bir organ telef olmaktadır ve kısas mahalli­nin yok olması kısası sakıt eder. Elin kesilmesi katilden sonraya kal­ması halinde de hüküm aynıdır.

Bütün bunlarda vârid olan ihtilâfın esâsı kasıdlı öldürmede ge­rekli olan cezadaki ihtilâfa müsteniddir. Daha önce de söylediğimiz gibi, İmâm A'zam ve Mâlik, kısasın aynen vâcib olduğu görüşünde­dirler. Ve maktulün kan sahiplerinin hakkı, suçluyu diyete mecbur etmez. Ancak suçlu buna razı olursa başka. İmâm Şafiî ve Hanbel ise, kasıdlı öldürmeye ceza olarak kısas veya diyetten birisini gerekli gör­mektedirler. Kan sahipleri bu iki cezadan birini seçmeye me'zûndur-lar. Suçlunun muvafakatine gerek yoktur.[14]

 

İslâm hukukunda kasıdlı öldürmeye benzeyen kati olayları için de farklı hükümler vardır. Bu konuda Üdeh şöyle diyor:

 

Kasda Benzer Öldürme

 

Daha önce kasda benzer öldürme konusunda ihtilâf olduğunu be­lirtmiştik.

İmâm Mâlik, ölümün iki bölümde mütâlâa edileceğini kabul et­mekte ve bunların da kasıd ve hatalı olarak ifâdelendirilebileceğini belirtmektedir. Ona göre, bu şıkkın dışında ayrı bir şey söyleyen kişi, nassm üzerine yeni bir şey eklemiş demektir. İmâm Mâlik bu görü­şünü desteklemek için demektedir ki: Kur'an-ı Kerîm'de, sadece kasıdlı ve hatalı öldürmeden bahseden hüküm bulunmakta ve bunun dı­şında bir hüküm bulunmamaktadır : «Kim de bir mü'mini kasıdlı ola­rak öldürürse»

«Hatâ ile olması müstesna bir mü'minin diğer bir mü'mini öldür­mesi olur şey değildir»

Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed ibn Hanbel ise, kasda benzer öldür­meyi kabul ederek öldürme fiilini, kasıdlı öldürme, hatalı öldürme, kasda benzer öldürme diye üçe ayırmaktadırlar. Bu görüşlerini des­tekleyici delil olarak da, Allah Rasûlünün şu hadîs-i şerîfi'ni bildir­mektedirler : Dikkat edin, kasıddaki hatâ dolayısıyla Öldürmede, sopa, kırbaç ve taşla öldürmede yüz deve diyet vardır.

Keza bu iki İmâm: Hz. Ömer'in, Ali'nin, Osman'ın, Zeyd ibn Sâ-bit'in, Ebu Mûsâ eJ-Eş'arî'nin, Muğîre'nin, kasda benzer öldürmeyi ka­bul ettiklerini ve onların görüşüne sahabeden kimsenin muhalefet et­mediğini belirtmektedirler. Ayrıca, kasdın suçlunun niyetine bağlı bu­lunduğunu, niyetleri de ancak Allah'ın bileceğini, hükümlerin niyet­lere göre değil, zahire göre verilebileceğini öne sürmekte, niyetin en açık delilinin öldürme için kullanılan âlet olduğunu ifâde etmekte-d'rler. Binâenaleyh, bir kimseye genellikle öldürücü nitelikte olan bir âletle vuran kişi, o âletin genellikle kullanıldığı gaye için verilen ceza­ya çarptırılır. Yani, öldürme kasdına hükmolunur. Genellikle öldürü­cü olmayan bir âletle başkasını döven kişinin hükmü hatâ ile kasıd arasında değişmektedir. Kasda benzemektedir; çünkü, kişi vurmayı kasdetmiştir, hatâya benzemektedir, çünkü, genellikle öldürücü olma­yan bir âletle vurmuştur. Genellikle öldürücü olmayan bir âletle vur­mak, suçlunun öldürme kasdınm bulunmadığının delilidir.

İşte, bu nedenle sözünü ettiğimiz üç mezheb imâmı bu tip öldür­melere kasda benzer öldürme adını vermişlerdir. Zîrâ, suçlunun fiili her bakımdan kasıdlı öldürmeye benzemekte, ancak, öldürürken güt­tüğü maksat bakımından kasıdlı öldürmeden ayrılmaktadır. Farazi olarak, kasıdlı öldürmek isteyen kişinin maktule öldürmek kasdıyla saldırması gerekir. Kasda benzer öldürme fiilini işleyen kişi ise, mak­tule öldürmeyi düşünmeden sırf tecâvüz kasdıyla saldırmaktadır.

Şu halde kasıdlı öldürmeyle kasda benzer öldürme arasındaki fark, suçlunun niyetidir. Suçlunun niyetinin delili ise, suçu işlerken kullan­dığı âlettir. Binâenaleyh, her iki öldürme fiili arasında çok yakın ben­zerlikler bulunmaktadır. Bu yüzden birisine kasıdlı öldürme adı ve­rilirken, diğerine kasda benzer öldürme adı verilmektedir.

Hanefî fakîhleri kasda benzer öldürmeyi şöyle ta'rîf etmektedir­ler :

Sopa ile, değnekle, kırbaçla, taşla veya elle, yahut da bunların dışında ölüme sebeb olan bir vâsıtayla, kasıdlı olarak vurmaktır. Böyle bir fiilin iki anlamı olmak gerekir. Birincisi kasıd anlamı. Çünkü, failin vurmayı kasdettiği kabul edilmektedir. İkincisi ise, hatâ anlamı taşır, çünkü, failin öldürme kasdı mevcut değildir. Şu halde, bu fiilin sureti bakımından suçlu fiili kasdettiği için, suç kasıdlı fiil haline benzemektedir.

Şafiî mezhebi imamları ise kasda benzer öldürmeyi şöyle ta'rîf etmektedirler:

«Fiilde kasıd, öldürmede hatâ olan fiildir.» Yani, öldürme kasdı güdülmediği halde, sonu öldürmeyle biten fiillerdir. Bazı Şafiî fakîh-leri ise, kasda benzer öldürmeyi şöyle ta'rîf ederler : «Genellikle öldü­rücü olmayan bir âletle isabet ettirmeyi kasdedip, isabet alan kişinin ölmesidir.» Bu fiil, kasıdlı öldürme fiili olarak cezâlandırılamaz. Çün­kü, suçlu öldürme maksadı gütmemiştir. Şafiî'lerin ekseriyeti ise, kas­da benzer öldürme ta'rîfinde şu hususların bulunması gerektiğinde müttefiktirler. Kasda benzer öldürmede, genellikle öldürücü olmayan bir âlet kullanılmalı, belirsiz dahi. olsa, fiil veya şahıs kasdedilmiş ol­malıdır.

Hanbelîler ise, kasda benzer öldürme fiilini şöyle ta'rîf etmekte­dirler :

«Genellikle öldürücü olmayan bir âletle suçu kasdedip öldürmek­tir. Kişi tecâvüzü ya düşmanlık kasdıyla yapar, yahut da te'dîb mak­sadıyla yapar, fakat fiilinde aşın gider. Sopa, kırbaç, küçük taş, el ve benzeri şeylerle vurmak, hafîf suya itmek, veya damda duran bir ço­cuğun yahut bunağın yanında bağırarak düşürmek, yahut da aklını yitirmesine vesîle olmak gibi fiiller kasda benzer fiillerdir. Suçlu bu­rada vurmayı veya diğer fiilleri kasdetmekte, fakat öldürmeyi kas-detmemektedir. Kasda benzer öldürme fiiline kasıdlı hatâ, yahut ha­talı kasıd gibi adlar da verilir. Çünkü, burada, hem kasıd, hem de hatâ birleşmektedir. Suçlu fiili kasdetmekte, ancak öldürmede hatâ etmektedir.»

Yukarda anlatılanlardan ortaya çıkıyor ki, kasda benzer öldür­me fiilinin içine, suçlunun düşmanlık kasdıyla işlediği ancak öldür­me kasdı gütmediği fiillerin tümü girer. İslâm hukukundaki kasda benzer öldürme terimi, beşerî hukuktaki ölümle sonuçlanan vurma veya dövme ta'bîrine tekabül eder. Fakat İslâm hukukunun kasda ben­zer öldürme terimiyle ifâde ettiği gerçek, beşerî hukukun ölümle so­nuçlanan vurma veya dövme ta'bîrinin ifâde ettiğinden mantık bakı­mından daha şahindir. Çünkü, kasda benzer ta'bîrinin içine vurma, ya­ralama, zehirli maddeler verme, boğma, öldürücü' gıda yedirme, yak­ma, yuvarlama, suya atma ve öldürme kasdı güdülmeden yapılan bü­tün ölüm şekilleri girer. Kasda benzer öldürmede   suçlunun  öldürme niyeti yoktur, ama saldırı niyeti vardır. Öldürme ta'bîrinin içine ölüm­le sonuçlanan her fiil girer.

İslâm hukukçularının bu ta'bîri seçmeleri, adım saydığımız muh­telif saldırı ve işkence türlerinin hepsine delâlet etmesi içindir. Binâe­naleyh bu ta'bîr başarılı bir seçmedir. Beşerî hukukda ifâde edilen ölümle sonuçlanan vurma ve dövme ta'bîrinin içerisine el veya başka başka her hangi bir âletle yapılan dövme ve vurma fiilleri girer ama bunun dışında yukarda saydığımız, boğma, yakma, yuvarlama, suya atma ve diğer saldırı şekilleri girmez. Nitekim Mısır hukukçuları, bu ta'bîrin kapsamının geniş olmadığını ve bunun bir eksiklik olduğu­nu itiraf etmektedirler.

Kasda benzer öldürmenin rükünleri:

Kasda benzer öldürmenin rükünleri üçdür :

a) Suçlu, tecâvüze uğrayanın  ölümüne vesile  olan fiili işlemiş olmalıdır.

b) Suçlu, öldürme fiilini düşmanlık kasdıyla yapmış olmalıdır.

c) Fiille ölüm arasında sebebiyet bağlantısı bulunmalıdır.

Bu rüknün oluşabilmesi için, suçlunun ne şekilde olursa olsun (vurma, yaralama veya bunun dışında saldın ve işkence nev'ilerin-den birisiyle veyahut boğma, yakma ve öldürmek kasdıyla yaralayıcı veya zehirli maddeleri vermek gibi) tecâvüze uğrayanın ölümüne ve-sile olan fiili işlemesi şarttır.

Vurma ve yaralamada suçlunun belirli bir âlet kullanması şart değildir.

Hattâ, tekme, tokat, ısırma ve boğma gibi hiçbir vâsıta kullan­madan fiil oluşabilir. Sopa, kılıç, balta, bıçak, ok, mızrak, keskin veya kör, yaralayıcı veya delici bir âlet kullanılarak işlenebilir. Keza, taş, kurşun ve ok atılarak ayı gibi yırtıcı bir hayvanı üzerine saldırtarak veya köpek gibi evcil bir hayvanı üzerine kışkırtarak işlenebilir.

Fiilin tecâvüze uğrayanın vücûdunda maddî bir iz bırakmasıyla, hayatım etkileyen psikolojik bir te'sîr icra etmesi arasında fark yok­tur. Bir insana kılıç veya tabanca çekerek korkutup ölümüne sebeb olmak, bir insanı uçurumun kenarına götürüp ordan atarak dehşetin­den ölmesine vesile olmak, hâmile bir kadım korkutarak çocuğunu düşürmesine sebeb olmak veya çocuk aldırılmasına zorlayarak ölümü­ne sebeb olmak arasında bir fark yoktur. İsterse, suçlunun fiili tecâ­vüze uğrayanın vücûdunda doğrudan doğruya maddî bir iz bırakma­sın, mütecaviz kasda benzer kati suçundan sorumlu tutulur.

Bu konuda Mısır kanunları ile Fransız yasaları, İslâm hukukuna uymaz. Ancak hukukçuların ekseriyeti bu gibi hallerde cezaî müeyyi­deyi uygulamamanın büyük bir eksiklik olduğunu belirtmektedirler. İngiliz yasaları ise, bu gibi fiillere aynı şekilde ceza uygular.

Şafiî ve Hanbelî mezhebinde, ölüm, doğrudan doğruya suçlunun mübâşereten işlediği fiilinin sonucu olmasa da, kasda benzer kati su­çundan sorumlu tutulmasını önleyici hiç bir engel yoktur. Meselâ bir kişi kılıcını kınından çıkararak, yahut silahını göstererek veya korku­tucu başka bir âleti izhâr ederek bir başkasının peşine düşülen kişi de korkarak kaçarken —bir yardan düşerek, bir tavanın altında kala­rak, suda boğularak, ateşte yanarak, tökezleyip düşerek veya bir ku­yuya, bir çukura düşerek— ölse bütün bu vak'alarda kovalayan kişi —fiili her ne kadar doğrudan doğruya öldürücü değilse de— kasda benzer katil olarak kabul edilir. Sadece hükmün genel ve sınırlı ola­rak kabulünde Hanbelîlerle Şafiîler arasında ihtilâf vardır ki, biz bunu yukarda açıklamıştık.

Bu durumda tecâvüze uğrayanın ma'sûm olması şarttır. Eğer ma'-sûm olmazsa fiil öldürme suçu olarak kabul edilemez. Sadece âmme kuvvetlerinin, yani zabıta ve adliyenin işine müdâhale etmiş olarak kabul edilir. Biz ma'sûmiyet konusunda kasıdlı öldürmeden söz eder­ken etraflı açıklamalarda bulunduk. Ancak kasıdlı öldürme konusun­da zikredilmesi gereken kimseler anlatıldığından, burada onların dı­şında kalanları açıklamak istiyoruz. Bunlar, kasıdlı öldürme suçunun îcâbı olmayan ve durumları heder sayılan kimselerdir. Hırsız el kesil­mesini gerektiren bir hırsızlık yapınca, evli olmayan yânî, zina suçu İşleyince, iftira ve içki suçunu işleyince, cezârun tatbiki ile ilgili ko­nular heder sayılırlar. Binâenaleyh, el kesilmesini gerektiren hırsızlık suçu işleyen hırsızın elini koparan, bu koparma suçundan sorumlu tu­tulmaz, sadece hırsızın elinin kesilmesini vazife olarak almış olan in­faz kuvvetlerinin görevlerine tecâvüz etmiş olarak kabul edilir. Keza, evli olmayan zânîye sopa vuran, içki ve iftira suçunu işlemiş olan­ları cezalandıran bu sopa fiilinden dolayı cezalandırılmaz, ancak bu görevi yapmakla yükümlü infaz kuvvetlerinin görevini üstlendiğin­den dolayı cezalandırılır. Bu fiilleri işlemenin mübâh oluşunun set>ebı ise, Dunların affa cevaz vermeyen had cezalan olmasındandır. Bilin­diği gibi had cezası affedilemez veya geciktirilemez. Toplumun bu ce­zalan tatbik etmesi vazifesidir ve tatbikinden her fert mes'ûldür. Te­câvüze uğrayanın kanı, küllî olarak heder olduğu takdirde mesele ko­laydır. Ama, şu anda zikrettiğimiz gibi, had cezası ölümü gerektirme­yen cüz'î heder şeklinde olursa ve bir kişi had cezasını tatbik ederken tecâvüze uğrayan ölecek olursa, fiil, kasıdlı kati olarak mı değerlen­dirilir, yoksa kasda benzer kati olarak mı?

Hırsızın elini koparmak:

Elinin kesilmesi îcâb eden bir hısızlık fiili işlemiş olan hırsızın, kesilmesi gereken uzvu ma'sûm değildir. Geriye kalan uzuvlan ise ma'-sûmdur. Keza canı da ma'sûmdur. Şu halde bir insan hırsızın üzerine saldırır ve kesilmesi gereken elini ayağını koparırsa ma'sûm olma­yan bir uzvunu kopardığı için, yaptığı bu hareketten dolayı cezalan­dırılmaz. Ahmed İbn Hanbel'e göre, koparma fiilinin hırsızın elinin koparılmasına dâir hüküm verilmezden önce veya sonra olmasında bit fark yoktur. Yeter ki, hırsızın hırsızlık yaptığı sabit olsun. AncaK Ahmed ibn Hanbel dâvasının açılmış olmasını şart koşar. Eğer, dâva açümamışsa, hırsızın kolunu koparan kişi kol koparma suçundan do­layı sorumlu olur. Şayet, kolu koparılan kişinin hakkında şâhidler şa­hadet ederler ve hâkim de şâhidlerin doğru söyleyip söylemediklerini araştırmak için hükmünü vermemişse, şâhidlerin adaleti ve dürüstlüğü sabit olunca, hırsızın kolunu koparan kişiye ceza verilmez. Ama, şâhid­lerin adaleti sabit olmazsa kasıdlı olarak ma'sûm bir eli koparma su­çundan sorumlu olur. İmâm Şafiî de İmâm Hanbel'in görüşündedir.

İmâm Mâlik ve İmâm A'zam ise, koparma fiilinin hükümden sonra olmasını şart koşarlar. Eğer, koparma fiili hükümden sonra ise, kopar­madan dolayı bir sorumluluk yoktur. Sadece âmme kuvvetlerinin vazi­fesine tecâvüz etmiş olmaktan mes'ûl olur. Fakat koparma fiili hüküm­den önce ise, koparan kişi koparmaktan mes'ûl olur.

Koparma fiili, koparılan kişinin ölümüne sebeb olursa; koparan kişi, koparmaktan mes'ûl olmadığı şartlarda Ölümden de mes'ûl olmaz. Ama koparmaktan mes'ûl olursa, kasıdlı öldürmekten de mes'ûl tu­tulur.

Koparmaktan mes'ûl olmayınca ölümden de mes'ûl olmamanın de­lili şudur : Ölüm hali, elin ve ayağın koparılmasından ortaya çıkmıştır. Koparma fiili ise bir vecîbedir. Hadleri tatbik etmek vecîbe olduğundan ve te'hîre tahammülü bulunmadığından, zaruretler haddin tatbikinden doğan neticeleri müsamaha ile karşılamayı gerektirmektedir. Ki, hadle­rin tatbik edilmemesi durumu doğmasın.

Ebu Hanîfe'ye göre, bu durumla kısas arasındaki fark şuradan gel­mektedir : Kısas; kısas yapan kişinin üzerine düşen bir vecîbe değil, bir haktır. Kişi bu hakkım kullanmakta muhayyerdir. İsterse uygular, is­terse affeder. Hattâ, affetmesi daha uygundur. Bilindiği gibi hakkın kullanılması selâmet şartlarına bağlıdır. Vecibenin yerine getirilmesi ise, selâmet şartına bağlı değildir. Şurası bir gerçektir ki, haklan ikâme etmek için toplum adına görevlendirilmiş özel görevliler bulunsun.

Sorumluluk için fiilin tecâvüze uğrayanının ölümüne vesile olması şarttır. Ölümün fiilin neticesinde hemen vukûbulmasıyla, sonra vuku bulması arasında bir fark yoktur. Tecâvüze uğrayan, sorumluluk ko­nusu olan fiilden dolayı ölmez iyileşirse, suçlu, dövme, yaralama veya koparma suçlarından dolayı cezalandırılır. Eğer tecâvüze uğrayanın bir uzvunu koparmış, veya kullanamaz hale getirmişse, suçlu bu neticeden dolayı sorumlu tutulur ve cezalandırılır. Bu prensibin tatbikatında beserî hukukla İslâm hukuku uyuşmaktadır. Beşerî hukuk, ölümle sonuç­lanmayan dövmelerde suçluyu, ölümle sonuçlanan dövmeye başlangıç suçundan dolayı mes'ûl tutmaz. Sadece, tecâvüze uğrayanın durumu­nun aldığı şekle göre, dövme veya zarar verme suçundan sorumlu tutar.

Fiilin suçlu tarafından doğrudan doğruya işlenmesiyle (tecâvüze uğrayana sopa ile vurması ve taş atması gibi) fiili doğrudan doğruya işlemeyip, ona sebeb olması (üzerinebir köpeği kışkırtıp ısırtarak ölümü­ne sebeb olması veya yolda bir çukur kazıp çukura düşürerek Ölümüne vesile olması) arasında bir fark yoktur. Gerek mübaşeret ye gerekse te-sebbüb hallerinde suçlu kasda benzer öldürme suçundan mes'ûldür. Ebu Hanîfe'ye göre, kasıdlı öldürmelerde olduğu gibi, kasda benzer öl­dürmelerde, mübâşereten öldürmenin cezasıyla, tesebbüben öldürmenin cezası arasında bir fark yoktur.

Kasıdlı öldürme konusunda, mübaşeret ve tesebbüb ile ilgili olarak belirtilen mesele ve şartlara dâir tüm kaideler kasda benzer öldürme konusuna da intibak eder. Mübaşeret ve sebebiyet durumunun birden fazla olması, toplu öldürme, anlaşarak öldürme, ta'kîb ederek öldürme, mübaşeret haliyle sebebiyet halinin birleşmesi gibi konularda, kasıdlı öldürmelerdeki kaidelerin hepsi kasda benzer öldürmelerde de carîdir. Biz bu hususta yukarda gerekli bilgiyi verdiğimiz için, burada işaret etmeyi lüzumlu bulmuyoruz.

Bir kimsenin bir başkasında, parmak, el, ayak veya kulak gibi her hangi bir uzvu koparmak konusunda kısas hakkı olsa, o kişi kısas sa­hibi için hakkı olan konuların içerisinde ma'sûm sayılmaz. Ancak kısas hakkı olan kişinin benzer uzuv dışında bir uzvu koparmaması şarttır. Aksi takdirde kasıdlı koparma suçundan sorumlu olur. Eğer benzer uzvu (koparılan uzva kısas olarak koparılması îcâb eden uzuv) koparırsa so­rumlu tutulmaz, sadece âmme kuvvetlerinin görevlerini üsîenmekten ve kısasda acele davranmaktan mes'ûl olur. Ama kısasa hak kazanmış kişi değil de bir başkası koparacak olursa koparma suçundan sorumlu olur. Zîrâ koparılan uzuv onun için ma'sûmdur.

Kısas hakkı olan kişi, kısası uygulayarak birisinin uzvunu koparır­sa, bu kısas uygulamasından o kişi ölürse kısası uygulayan kişi kasda benzer öldürme suçundan sorumlu olmaz. Çünkü, ölen kişi kısasın tat­biki mübâh bir fiilin neticesinde ölmüştür. İmâm Mâlik, îmâm Şafiî, İmâm Ahmed, İmâm Ebu Yûsuf ve İmâm Muhammed'in görüşü budur.

İmâm A'zam ise, kısas hakkını uygulayan kişinin kasda benzer su­çundan sorumlu olacağı görüşündedir. Birinci grubun delili şudur. Ölüm, me'zûn olunan bir fiilden doğmuştur ve suç olarak kabul edilemez. Çün­kü, izin verilen bir konuda doğan bir neticeden sorumluluk olmaz. Zîrâ, mübâh bir şeyden neş'et eden netice de mubahtır. Ebu Hanîfe'nin delili de şudur: Me'zûn olunan fiil, kısas sahibinin mümasil bir uzvu kopar-masıdır. Ve bu onun hakkıdır, ama hakkını kullanırken hakkını aşarak, kısas yapılan kişinin ölümüne sebeb olmaktadır. Bunun için fiilinden sorumludur.

Suçlunun işlediği fiil kendisi için yasaklanmış olmalıdır. Eğer suçlu hakkı olan veya vazifesi (üzerine vecîbe) olan bir fiili işlerse, ve bu fiil ölümle neticelenirse, mes'ûliyet; hakkın hududuna hak sahiplerine ve hakkı yüklenen şahısların, durumuna göre değişir. Aşağıda; te'dîb hak­kını, doktorluk hakkını, sportif oyunları, kısas hakkını, ta'zir, hırsız­lık ve had cezasını anlatırken bu noktayı açıklayacağız.

Suçlu fiili kasıdlı olarak yapmalıdır :

Suçlu tecâvüze uğrayanı öldürmek kasdı gütmeden ölüme sebeb olan fiili kasdetmelidir. İşte kasıdlı öldürmeyle, kasda benzer öldürme arasında biricik aymm buradadır. Kasıdlı öldürmede suçlu tecâvüze uğ­rayanı, vurmayı ve öldürmeyi kasdeder. Kasda benzer öldürmede ise, suçlu tecâvüze uğrayana vurmayı kasdeder, fakat öldürmeyi kasdetmez. Şu halde, her iki suç arasındaki ayırıcı çizgi suçlunun maksadıdır. Suçlu öldürmeyi kasdederse fiil kasıdlı öldürmedir. Suçlu, öldürmeyi kasdet­mez, sadece fiili kasdederse, fiil kasda benzer öldürmedir. Suçlunun ni­yetini gösteren delil, her şeyden önce öldürme için kullandığı vasıtadır. Eğer âlet, genellikle öldürücü ise, suçlunun öldürmek kasdı gütmediğini başka bir delille isbât edemediği takdirde fiil kasıdlı katidir. Alet ge­nellikle öldürücü nitelikte değilse, suçlu kati fiilini kasdetmiş olsa bile, fiil katle benzer öldürmedir. Çünkü fiil, ancak öldürücü olan bir âletle yapılabilir. Şayet kullanılan âlet öldürmeye elverişli değilse, öldürme niyeti yok demektir.

Kullanılan âletlerden sonra, suçlunun kasdını gösteren diğer delil­ler; şahidlerin şahadetiyle kendi itirafıdır. Kasda benzer öldürme suçu hatalı öldürme suçundan failinin kasdı ile tefrik olunur. Kasda benzer Öldürme suçunda, fail fiili öldürme kasdıyla değil saldın kasdıyla iş­ler. Hatalı öldürme suçunda ise, fail fiili saldın kasdıyla işlemez veya fiil failin ihmâli ve ihtiyatsızlığı neticesinde ve maksatsız olarak vu-kûbulur.

Kasda benzer öldürmede suçlu; ihtimâli kasdından dolayı sorum­ludur. Çünkü, suçlu, hâdiseyi irtikâb ederken tecâvüze uğrayanı Öldür­mek niyetinde değildir. Ve hâdisenin Ölümle sonuçlanmasını da bek­lememiştir. Fakat, suçlu fiilinin neticesi değerlendirilerek öldürme su­çundan ötürü sorumlu tutulur. Çünkü fiilinin ölümle neticeleneceğini tahmin etmesi gerekirdi.

Kasda benzer öldürme vak'alarında suçlunun ölüme vesile olan fiili, muayyen bir şahıs için kasdetmesiyle, gayr-i muayyen şahıs için kas-detmesi arasında İslâm hukukçularına göre bir fark yoktur. Her iki halde de fail sorumludur. Ve fiili ölümle sonuçlanırsa, kasda benzer öl­dürme suçundan dolayı cezalandırılır.

Suçlu muayyen bir kişiyi kasdeder ve hatâ ederek başka birisine isabet ettirirse (Meselâ, bir kişiye taş atar fakat attığı kişiye isabet ettiremez ve başka birisine isabet ettirirse, yahut, bir şahsın Zeyd ol­duğunu zannederek atar, fakat attıktan sonra onun Amr olduğu ortaya çıkarsa) suçlu tecâvüze uğrayanın ölümü halinde hatalı Öldürmeden so­rumlu tutulur. Bu gibi hallerde kasda benzer öldürme hali söz konusu olmaz. Hanefî ve Şafiî mezhebinin görüşü budur. Hanbelî mezhebinden bazı fakîhlerin görüşleri de bu merkezdedir. Ancak diğer bir kısım fa-kîhler suçlunun, kasdettiği fiilin yasak olması halinde kasda benzer öl­dürme suçundan sorumlu tutulması gerektiği noktasındadır. Suçlunun kasdettiği fiil yasak değilse, bu takdirde hatalı öldürme suçundan so­rumlu tutulur.

Tecâvüze uğrayan şahıs Ölümle sonuçlanan fiile izin verir de fiil ölümle neticelenecek olursa, Ebu Hanîfe, suçlunun kasda benzer öldür­me suçundan sorumlu olduğu görüşündedir. Ona göre suçlu, öldürmeye değil yaralamaya me'zûndur. Tecâvüze uğrayan öldüğüne göre, fiil yaralama olarak değil, kati olarak cereyan etmiş bulunmaktadır. Bu görüşüne İmâm Yûsuf ve Muhammed muhalefet ederler. İmâm Şafiî ve İmâm Hanbel de muhalif görüştedirler. Onlara göre bu durumda suçluya bir sorumluluk yoktur. Kasıdlı öldürme konusunu açıklarken bu husûsda yeterli bilgi vermiştik.

Suçluyu fiili işlemeye sevkeden faktörlerin hiçbir değeri yoktur. Suçluyu fiili işlemeye sevkeden sebebler ister değerli olsun ister değersiz, ne suç ne ceza üzerinde bir te'sîri olamaz. Çünkü, had cezasının, tahfifi, durdurulması ve affı caiz değildir.

Fiille ölüm arasında sebebiyet rabıtası bulunmalıdır :

Suçlunun işlediği fiille ölüm arasında sebebiyet rabıtası bulunması şarttır. Yani fiil, ölümün doğrudan doğruya ilk sebebi, yahut da ölme sebeblerinden birisi olmalıdır. Suçlunun fiiliyle ölüm arasında bir rabıta bulunmazsa suçlu tecâvüze uğrayanın ölümünden sorumlu olamaz. Sa­dece yaralama ve dövme suçundan sorumlu tutulur.

Suçlunun fiilinin ölümün vukuunda ilk sebeb olması kâfidir. İster­se ölümün vukuu için diğer sebebler birbirine yardımcı olsun. Meselâ, ilâcın ihmâl edilmesi, yahut yanlış kullanılması, yahut tetâvüze uğra­yanın zaafı veya hastalığı gibi sebebler ölümüne sebeb olsa da, suçlu­nun fiilinin ölüm hâdisesinin vukuunda ilk sebeb olması yeterlidir. Ka­sıdlı Öldürmeden söz ederken, bu noktada yeterince bilgi verdik. Orada söylediklerimiz bütünüyle buraya a"a uymaktadır.

Mısır ceza hukuku Fransız hukuk sistemine muhalif olarak İslâm hukukunun izini ta'kîb eder. Mısır temyiz mahkemesi maktulün bir başka darbenin isabetliyle Ölmesini, her türlü ihtiyat tedbîrini almak mecburiyetinde bulunduğu halde uzun süre, iyileştirici tedbîri almaya­rak durumunun kötüye gitmesine neden olmasını hafifletici bir unsur kabul etmemiştir. Keza, Mısır temyiz mahkemesi; ihtiyarlık za'fiyeti nedeniyle aldığı darbeden doğan zehirlenme neticesinde meydana gelen ölüm olayında da aynı hükmü önermiştir. Vurma ile ölüm arasında se­bebiyet bağlantısı bulunmayışını öne süren sanığın iddiası kabul edil­memiştir. Madem ki, sanıktan vâki' darbe, direkt veya endirekt olarak nihâî neticenin doğumunda neden olmuştur, binâenaleyh, sanık fiilin­den doğan bütün neticelerden sorumludur ve bu neticeleri tahmin et­mese dahi, ihtimâli kasıd suçundan mes'ûl tutulur. Çünkü, kanunen sanığın bu neticeleri tahmin etmesi îcâb eder.

 

Hatalı Öldürme

 

«Bir mü'min'in, diğer mü'min'i hatâ dışında öldürmesi olur şey de­ğildir. Bir mü'min'i yanlışlıkla öldürenin bir mü'min köleyi azâd et­mesi ve öldürülenin ailesi bağışlamadıkça ona teslim edilmiş bir diyet ödemesi gerekir. Öldürülen mü'min; düşmanınız olan bir topluluktan ise, mü'min bir köle âzâd etmek gerekir. Şayet sizin ile kendileri ara­sında andlaşma bulunan bir topluluktan ise, ailesine verilecek bir di­yet ve mü'min bir köle âzâd etmek gerekir. Bunları bulamayan kim­senin Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay ardarda oruç tut­ması gerekir. Allah Alîm, Hakîm olandır.»

Bazı İslâm hukukçuları hatânın bir çeşit olduğunu kabul ederken bazılan da iki çeşit olduğunu belirtmektedirler. İki kısım olduğunu ka­bul edenler bunu şöyle ifâde etmektedirler :

a) Mahzâ hatalı öldürme,

t>) Hatalı öldürme anlamına gelen öldürme.

Mahzâ hatalı öldürme, suçlunun fiili kasdedip şahsı kasdetmeme-sidir. Suçlu fiili kasdetmiş, ancak tahmininde veya fiilinde yanılmıştır. Fiilde hatâya misâl, bir av hayvanına atarken bir insana isabet ettir­mektir. Failin tahmininde hatâ ise, kanını heder sandığı kişiye atıp, kanı ma'sûm olan birisini öldürmektir. Veya hayvan zanniyle silahını ateşleyip, bir insanı öldürmektir.

Hatalı öldürme anlamına gelen öldürme ise, suçlunun fiili ve şahsı kasdetmediği hallerdir. Yani, suçlu, ölüme sebeb olan fiili işlemeyi ve tecâvüze uğrayan kişiyi öldürmeyi kasdetmemektedir. Bu tür hatalı öl­dürme fiili bazen doğrudan doğruya suçludan sâdır olur, bazen de suçlu fiile sebeb olur. Birinciye örnek, yanında yatan birisinin üzerine yuvar­lanıp ölmesine sebeb olmaktır. Bir başkasının üzerine yüklemek ister­ken, düşen eşyanın altında kalan kişinin ölmesi de buna örnektir. İkinciye misâl ise, bir çukur kazıp bir başka insanın o çukura düşerek öl­mesi. Veya duvarını yıkık bırakıp düşen taşlarla geçenlerden birisinin ölmesi, yahut, yola su akıtıp, geçenlerden birisinin ayağı kayarak düş­mesi ve hayatını kaybetmesi halidir. Hatâyı bölümlere ayırmayan fa-kîhler, her iki kısma giren fiilleri tek bir başlık altında toplarlar. Şu halde iki grub arasındaki fark, bölme ve tertîb bakımındandır. Bunun dışında bir ayrılık yoktur.

Hatâyı taksim edenleri böyle bir bölümlemeye sevkeden sebeb; öyle sanıyoruz ki, mahzâ hatâ ile, hatâ mânâsında öldürme anlarında fiilin tabiatında mevcûd olan farklılıktır.

Mahzâ hatâ olan fiilde; suçlu fiili kaydetmektedir. Ama hatâ mânâ­sına olan fiilde, fiili kasdetmemektedir. İkinci kısmı mübâşereten Öl­dürme ve tesebbüben öldürme diye taksim etmenin nedeni ise, mübâşe­reten öldürmede keffâretin gerekip, tesebbüben öldürmede, keffâretin gerekmemesidir. Keffâret taabbüdî bir cezadır veya ceza ile ibâdet ara­sında değişen bir cezadır. Ancak müslümana verilebilir, gayr-i müslim'e verilemez.

İslam hukukunda yer alan hatâ ile ilgili hükümler bütünüyle beşerî hukukla uyuşur. Hukukçular her ne kadar hatâyı bölümlere ayırma­makta, tek bir başlık altında toplamakla yetinmekte iseler de, (bazı İslâm hukukçularının yaptıkları gibi) Hatâ olarak değerlendirdikleri fiiller, İslâm hukukçularının zikrettikleri tasniflerden farklı bir hüviy-yet arzetmez.

İslâm hukukçularının verdikleri misâlleri inceleyenler, görürler ki, suçlunun işlediği veya terk ettiği fiil ihmâlin, eksikliğin, ihtiyatsızlığın, tedbirsizliğin, düşüncesizliğin, yahut da şerîat'ın veya âmme kuvvetle­rinin emirlerine muhalefetin neticesi ise, sonucundan sorumlu olur. Binâenaleyh İslâm hukukundaki, hatâ ile ilgili suçların cezası, beşerî hukuk da, özellikle Mısır ve Fransız hukuklanndaki esâsın aynıdır. Aşağıda, İslâm hukukçularının hatâya misâl olarak verdikleri örnekleri açıklarken bu görüşümüzü destekleyici bölümleri göreceğiz.

Genellikle İslâm hukukçuları, hatâda suçlunun sorumluluğuna hü­küm verdikleri iki genel kaide üzerinde yürümektedirler. Biz, bu iki genel kaideyi uygulayarak bir kişinin hatalı veya hatasız olduğuna ka­râr verebiliriz.

a) Birinci kaide şudur: Başkasına zararı erişen herşeyi yapan veya sebeb olan kişi, ondan sakınması mümkün ise doğacak neticeden sorumlu tutulur. Kişi eğer ihmâl etmemiş, tedbîrini eksik almamış ve dar görüşlülük etmemişse sakınma imkânını kullanmış sayılır. Ama sa­kınma imkânı yoksa, hiç bir anlamda mes'uliyet de olamaz.

b) İkinci kaide şudur: Suçlunun işlediği fuTşer'an mübâh olma­yan bir fiil ise ve fail zorlayıcı bir neden olmadan o fiili işlemişse, gereksiz yere tecâvüz etmiş olduğundan işlediği fiilin neticesinden sorum­ludur. İster işlediği fiilin neticesinden kaçınmak imkânı olsun, ister ol­masın...

Yolda odun taşıyan birisinin odunu düşer ve oradan geçen birisinin ölümüne sebeb olursa, o kişi öldürmekten sorumludur. Çünkü, isterse, tedbîr alıp başkasına zarar vermeyi önlemek imkânına sahiptir. Ama o, ne tedbîr almış ne de böyle bir sonucu önleme yoluna başvurmuştur. Fakat, yolda yürürken bir insanın ayağından kalkan tozlar bir başka insanın gözüne girer ve adamın gözü kör olursa, yürüyen kişi toz kal­dırmaktan sorumlu tutulamaz. Çünkü, yürürken tozun kalkması kaçı­nılması mümkün olmayan hallerdendir.

1- Bir hayvanı sürerek bir insanı ezdiren, üzerine bastıran veya çarptıran kişi bu fiillerinin neticesinden mes'ûldur. Çünkü, hayvanını gemleyerek veya halkı ikâz ederek çiğnenmelerini ve çarpılmalarını önle­yebilir. Fakat, hayvanın tekme atmasını, işemesini, pislemesini ve sal­yasını akıtmasını önlemek mümkün değildir.

2- Bir hayvan, ayağıyla veya kuyruğuyla bir insana çarpsa ve o insan bu çarpmadan yaralanıp ölse, yahut da bir hayvanın idrarı, dış­kısı ve salyası bir insanın elbisesini kirletip, mahvetse yahut da hayvan bir  insana çarpsa, insan düşüp yaralansa, binenin, sürenin ve çekenin mes'ûliyeti yoktur. Çünkü, isabet sebebi kaçınılması mümkün olmayan bir şeydir. Bu konuda Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmaktadır : Hayvanın ayağı ile basmasında mes'ûliyet yoktur.

3- Hayvanın yürürken çıkardığı toz, toprak, küçük taş ve ben­zeri şeylerden mes'ûliyet yoktur. Çünkü, bunlardan kaçınmak mümkün değildir. Büyük taş atması haline gelince, bunda da sorumluluk vardır. Çünkü, hayvan ancak hızlı ve şiddetli yürüdüğü zaman ayağından taş fırlayabilir ve kalabalık yerlerde bundan kaçınmak imkân dahilindedir.

4- Bir kişi hayvanın halkın gelip gittiği genel yollardan birisin­de de durdursa ve bir insanı öldürse onu durduran kişi ölümden dolayı mes'ûldur. Hayvan ister ayaklarıyla çiğneyerek, ister çarparak, ister ezerek, ister basarak, öldürmüş olsun, farksızdır. Keza, onu durduran kişi, hayvanın bevli, pisliği veya salyası ile verdiği zararlardan da mes'ûldur, ister binili olsun, ister olmasın, farksızdır. Ve zararı tazmîn etmek mecburiyetindedir. Çünkü, halkın gelip gittiği yolda hayvan dur­durmak şer'an müsâade edilmeyen bir şeydir. Yol, halkın gelip geçmesi için yapılmıştır. Durmak, zaruret gereği değilse, gayr-i zarurî olarak yapılmış demektir. Gayr-i zarurî olarak yapılmış olan şeylerden de do­ğacak neticeler tazmîn olunur. İster bu neticelerden sakınmak imkân dâhilinde olsun ister olmasın, netice değişmez. '

5- Hayvanını umûmun mülkü olmayan bir yere bağlayan kişi hayvanın ön ve arka ayaklarıyla, verdiği zararlardan sorumludur. Çünkü mülkü olmayan bir yere hayvanını bağlamakla hududu tecâvüz etmiş demektir.

6- Hayvanını kendi mülkünde -bağlı tutan kişi, hayvanının ver­diği zararlardan mes'ûl değildir. Ancak ön ve arka ayağıyla, binilmiş iken vermiş olduğu zararlar tazmin edilir. Şayet durduğu yer; umûmun gelip geçtiği mahallerde hayvanların durması için tahsis olunmuş bir yer ise veya hayvanlara ayrılmış bir park ise, burası kendi mülkü gibi­dir. Hayvanını istediği gibi, durdurmak serbestisine sahiptir.

7- Bir kişi hayvanını kaçırsa veya hayvan sahibinin isteği ol­madan elinden çıkıp gitse, hayvanın yaptığı hallerden sahibi mes'ûl değildir. Çünkü, efendimiz şöyle buyurmaktadır: Hayvanların yarala­masında mes'ûliyet yoktur. Kaldı ki, sahibinin hayvanın kaçmasında bir dahli yoktur ve bunu önlemek imkânına da sahip değildir.

8- Balkonunu yola taşıran, yolun üstüne oluğunu uzatan, dük­kân yapan, yolun üstüne taş, ağaç veya başka bir şey koyan kişi bundan doğacak neticeden sorumludur. Meselâ yoldan geçen birisi bunlara ta­kılır veya onlar üzerine düşerse ve ölürse, yahut su dökülen yolda biri­sinin ayağı kayar ve oradan geçen birisinin üzerine düşer, Öldürürse

tim m ÛUrUnÛZm 0g tlfffin hSJi mesÜdür. Çünkü yaptığı tecâvüz yoluyla ısrardır, binâenaleyh tecâvüz yoluyla doğurduğu zararları izâle etmek mecburiyetindedir.

9- Bir kişi evinde veya kendi arazîsinde ateş yakar ve havanın fazla esintili olması nedeniyle ateş başkasının evine veya arazîsine sira­yet ederse ihtiyatsızlığı ve basiretsizliği nedeniyle yakmış olduğu kısmı tazmin etmek durumundadır.

10- Bir kişi kendi arazîsini sularken suyu fazla kaçırır ve kom­şusunun arazîsine zarar verirse, yahut kendi arazîsinde bir yarık olup oradan akar ve komşusunun arazîsine dalarsa, basiretsizliği ve kusuru sebebiyle verdiği zararı tazmin etmek mecburiyetindedir.

11- Bir kişi yolu sular ve sulamada aşın giderse, bu aşırılığını tazmin etmek zorundadır.

12- Bir kişi son derece ihtiyatlı ve tedbirli olur da beklenmeyen bir hâdise zuhur eder veya bir yıldırım düşer ve bunun üzerine damdan herhangi bir şey düşer ve oradan geçen bir insanı öldürür veya bir şeyi mahvederse, o kimseye mes'ûliyet ve ceza gerekmez.

İşte îslâm hukukçularının hatâ konusunda verdikleri örneklerden bazıları. Bunlardan anlaşılıyor ki, hatâ, işlenen fiilin mübâh olmasıyla mübâh olmaması arasında değişik mâhiyet arzetmektedir. Eğer işlenen fiil mübâh ise, mes'ûliyet; ihmâle, ihtiyatsızlığa, tedbirsizliğe ve eksik­liğe dayanmaktadır. Ama işlenen fiil mübâh değilse mes'ûliyet, mü­bâh olmayan fiili işlemeye istinâd etmemiştir. İsterse fiili işleyen kişi­den hiçbir kusur sâdır olmasın. İşte İslâm hukukunun hatâda mes'û­liyet konusunda dayandığı prensibler. Mısır ceza kanununun Fransız ceza kanunundan alınan Mısır yasalarına göre muhtelif şekillerde, ihti­yatsızlık, ihmâl ve dikkatsizlik sonucu işlenen ve işaretlere, levhalara uymamaktan doğan suçlarda mes'ûliyet vardır. Ancak bu son halde eksiklik şartı aranmamaktır.

Hatalı öldürmenin rükünleri: Hatalı öldürmenin üç rüknü vardır :

a) Fiil, tecâvüze uğrayanın ölümüne sebeb olmalıdır.

b) Fiil, suçlunun hatâsı neticesi vukûTbulmalıdır.

c) Hatâ ile ölüm arasında sebebiyet bağlantısı bulunmalıdır. I — Fiil tecâvüze uğrayanın ölümüne sebeb olmalıdır :

Hatalı öldürmenin tahakkuku için ölüm fiilinin, suçlunun sebe­biyet verdiği bir şeyden sudur etmesi şarttır. Suçlu, fiili ister kasdetsin, isterse ihtiyatsızlığı ve ihmâli neticesi kasdetmeksizin vukû'bulsun fark­sızdır. Bir av hayvanına ateş edip insana isabet ettirmek, yanında yatan çocuğun üzerine yuvarlanıp ölümüne sebep olmak arasında bir fark yoktur.

Fiilin belirli bir nev'iden olması şart değildir. Meselâ, illâ yaralama şeklinde olması diye bir kayıt yoktur. Ölüme sebeb olan her hangi bir fiil olabilir. Bir insanla karşılıklı müsademe, birşeyin çarpışması, yolda ayağı kaydırmak, kuyu kazıp içine düşürmek, sıcak suyu üzerine dök­mek, birisini ateşe atmak, derin bir suya düşürmek, veya bir duvarın altında bırakmak ve daha benzeri fiiller arasında bir fark yoktur.

Fiil doğrudan doğruya fail tarafından işlenebileceği gibi, failin se­beb olması da mümkündür. Birisi yolun üzerine su döker, yahut da muz veya kavun kabuğu atar, bir başka kişi bilmeyerek üzerine basar ve ayağı kayarak yaralanıp ölürse, o suyu döken veya kabuğu atan kişi bu ölümden mes'ûldür. Bir kişi kuyu veya çukur kazar, çevresinde gelip geçenlerin düşmesini önleyecek bir tedbîr almaz, birisi de gelip bun­lardan herhangi birisine düşer ve ölürse, kişi ölümden sorumludur.

Fiil müsbet olabilir. Meselâ, balkonundaki bir taştan kurtulmak için her hangi bir kişiye isabet ettirmek kasdı gütmeksizin taşı atan bir kişinin attığı taş geçen birisine isabet eder ve ölümüne sebeb olabilir. Keza terk fiili de olabilir. Kudurmuş köpeği yolda bırakır ve oradan geçen bir insanı köpek ısırır, ölümüne sebeb olur, yahut, yıkılmak üzere olan eğik duvarı olduğu gibi bırakır, oradan geçen bir insanın üzerine yıkılır ve ölümüne sebeb olur.

Ölüm vâsıtası maddî olabileceği gibi ma'nevî de olabilir. Hâmile bir kadına iğrenç bir koku serpip hamlini düşürmesine ve ölmesine sebeb olmak gibi. Bir hayvana iz'âc edici bir avazla bağırıp, o çığlıktan kor­karak endişeye düşen bir insanın ölümüne sebeb olmak gibi, bütün bu ve benzeri olaylarda katil; hatalı katil olarak kabul edilir.

Hatalı "fiilin oluşabilmesi için, fiilin Ölüme vesile olması şarttır. Hâ­disenin vukuundan hemen sonra ölmekle bir müddet sonra ölmek ara­sında bir fark yoktur. Eğer tecâvüze uğrayan kişi ölmezse, fiil, canın dı­şında kalan (ölümle neticelenmeyen) hatalı bir suç olarak değerlen­dirilir.

Mübaşeret, sebebiyet, -şart, mübaşeretin birden fazla olması, sebe­biyetle mübaşeretin bir birinin içinde bulunması ve peşpeşe öldürme gibi konularda kasıdlı öldürme konusunda zikrettiğimiz kaidelerin hepsi hatalı öldürme konusuna da intibak eder.

Suçlunun, fiilden mes'ûl olabilmesi için, tecâvüze uğrayanın ma'-sûm olması gerekir. Ma'sûmiyet konusunu kasıdlı ölüm suçundan söz ederken etraflıca anlattığımız için burada aynca ele almıyoruz.

Fiil, suçlunun hatâsı neticesi vukû'bulmalıdır.

Hatâen işlenen suçları diğer genel suçlardan ayıran en büyük esâs hatâ unsurudur. Hatâ unsuru bulunmayınca, hatalı fiilden dolayı mes'û-liyet de doğmaz. Hatâ durumu; ancak bir fiilin veya terkin, suçlunun doğrudan doğruya veya dolaylı olarak istemediği neticelerin doğması halinde vârid olur. Suçlu, fiili ister kasdetsin, ister kasdetmesin. Her iki halde de netice şerîat'm prensiblerine ve âmme kuvvetlerine muhale­fetten veya tedbirsizlikten vukû'bulmaktadır.

Bizatihi tedbirsizliğin veya emirlere muhalefetin bulunmadığı hal­lerde ceza bulunmaz. Ancak tedbirsizlikten, emir veya hükümlere mu­halefetten zarar doğarsa mes'ûliyet vardır, zarar doğmazsa yoktur.

İslâm hukukunda hatânın ölçüsü tedbirsizliktir. Tedbirsizlik der­ken, düşünülebilecek her türlü tedbirsizlik; ihmâl, ihtiyatsızlık, dikkat­sizlik, lâubalilik, aşırılık ve benzeri bütün eksiklikler girer.

Emir ve hükümlere muhalefet, İslâm şeriat ve hükümlerine muha­lefet olduğu gibi kanunlara, lâyihalara ve teşrî* yetkisine sahip mües­seselerin çıkardığı buyruklara da muhalefettir. İster tedbîr alma imkânı bulunsun ister bulunmasın muhalif kişiye sorumluluk terettüb eder. Sadece, mes'ûliyetin terettübü için bir zararın mevcut olması şarttır.

Hatânın belli bir nisbette ve büyüklükte olması şart değildir. Suç­lunun hatâsının büyük veya küçük olması arasında bir fark yoktur. Ha­tânın işlenmesi sorumluluk .doğurur, kişi hatâsının neticesine katlan­mak mecburiyetindedir. Netîce, hatânın büyüklüğü ve küçüklüğü ile değişmez. Çünkü İslâm hukukunda hatalı öldürme suçunun cezası sı­nırlıdır. Bunu azaltmak veya çoğaltmak, durdurmak veya affetmek âmme kuvvetlerinin yetkisi dâhilinde değildir. Binâenaleyh, tecâvüze uğ­rayan kişi, uğradığı zararı tazmin etmeyi taleb edemez. Mahkeme suç­luyu berâet tetirirse zararın tazmini düşünülemez. Çünkü, zarar suç­lunun hatâsı neticesi zuhur etmemiştir.

II- Hatâ ile ölüm arasında sebebiyet bağlantısı bulunmalıdır:

Suçlunun sorumlu tutulabilmesi için suçun hatâ sonucu olarak or­taya çıkması lâzımdır. Öyle ki; bu hatâ, ölümün sebebi olmalıdır, ölüm­le hatâ arasında sebebiyet bağlantısı bulunmalıdır. Sebebiyet bağlan­tısı bulunmazsa suçluya sorumluluk yüklenemez.

ölüm hâdisesinin doğuşuna kötü tedavi, tecâvüze uğrayanın sih-hatınm bozulması, yaşının küçüklüğü, bünyesinin zayıflığı gibi diğer faktörler neticeye yardımcı olsa bile, suçlu sorumlu olur. Keza, hatalı fiile birden fazla kişiler iştirak etmiş olsa, her failin sebebiyetle dâhil olma nisbetleri nazar-ı i'tibâra alınmaksızın bir faile nisbet edilen isabet bizatihi öldürücü olduğu veya ölüm halini gerçekleştirmekte pay sahibi bulunduğu takdirde, fail Ölümden sorumlu tutulur, ölüm ister doğru­dan doğruya hatânın neticesi olsun. Meselâ elindeki tabanca ile oyna­yan birisinin tabancası ateş alarak yanlışlıkla maktule isabet edip öl­dürmesi gibi, ister doğrudan doğruya hatânın neticesi olmasın düşman­lık kasdıyla bir çukur kazıp, kenarına taş yığmak ve maktulün o taşlara basarak ayağının kayması sonucu çukura düşüp ölmesi gibi, her iki şe­kilde de sebebiyet rabıtası mevcut olduğundan suçlu sorumlu olur.

Sebebin zinciri uzasa ve netice bir kaç halka öteye gitse de örfen, suçlu işlediği fiilin neticelerinden sorumlu olduğu takdirde hatâdan da mes'ûl olur. Kasıtlı öldürme konusunda söz ederken sebebiyet bağlantısı üzerinde uzun uzadıya durduk. Orada söz konusu olan hususlar bura­da da tekrarlanabilir.

Bir kişinin veya birçok kişinin hatâya iştirak etmesi suçluyu ka-sıdlı öldürme sorumluluğundan kurtarmaz. Sadece cezayı hafifletir. Çün­kü, maktule karşı ödenecek diyet, suçların sayısına göre takdir olunur. Açtıkları yaralara göre değil. Meselâ, üç kişi bir dördüncü kişinin ha­talı ölümüne iştirak etseler, verilecek diyet herbirine diyetin üçte biri olarak takdir olunur. Teker teker açtıkları yaraların cesameti nazar-ı i'tibâra alınmaz. Madem ki öldürme fiilini işlemekte ortaklaşa hareket etmişlerdir, ödeyecekleri diyet de ortaklaşa olacaktır.

Maktul katil ile birlikte hatâya iştirak ederse, maktulün iştirak payı nisbetinde ceza hafifletilir. Çünkü, maktul; de katille birlikte ha­tâya iştirak etmiş ve kendi ölümüne yardımcı olmuştur. Meselâ, dört ki­şi bir kuyu kazmaya iştirak etseler, dördü birlikte kuyuya düşse ve iç­lerinden birisi ölse, geriye kalan üç kişinin ödeyeceği diyet, normal di­yetin dörtte biridir. Meselâ, on kişi bir kaldıraçla bir cismi kaldırıp at-salar, attıkları cisim hatalı olarak tekrar dönüp kendilerinin üzerine düşse ve içlerinden birisi ölse, geriye kalanların herbirine normal diye­tin dokuzda biri düşer. Arta kalan onda bir diyet ise, maktulün iştirak ettiği hatânın mukabilidir. Nitekim Hz. Ali, böyle bir vak'a üzerine şu hükmü vermiştir: On kişi bir hurma ağacını kaldırırlar, ağaç içle­rinden birisinin üzerine düşerek birinin Ölümüne sebeb olur. Hz. Ali, geriye kalanların herbirine diyetin dokuzda birini ödettirir. Onuncusu ise, öldürülenin payına düşen miktardır. Çünkü, maktul kendi kendi­sinin ölümüne yardımcı olmuştur.

İslâm, hukukçuları müsademe konusunda ihtilaflıdırlar. Bazıları, müsademeye girişenlerden herbirinin fiilinden dolayı tâm olarak ceza­landırılması gerektiği görüşündedirler. Diğer bir kısmı da, ölümün iki tarafın müsademesi neticesinde vukû'bulduğunu ve cezalarının da ikiye bölüumesi gerektiğini ileri sürerler.

İslâm hukukçularının serdettikleri ikinci görüş, Mısır ve Fransız mahkemelerinin benimsedikleri görüşe uyar. Maktul hatâya iştirak ederse, cezaî sorumluluktan kendisini kurtarmaz ama, tazminata te'sîr eder ve cezayı hafifleştirir.

Ölüm olayı isterse doğrudan doğruya suçlunun fiilinin neticesi ol­sun, suçlu fiilde mütesebbib olduğu sürece sebebiyet rabıtası var kabul edilir. Meselâ, bir kişi tabancasıyla oynarken tetiğe basıp hatalı olarak bir inşam öldürse, ölen insanın ölümünden mes'ûldür. Keza, bir kişi yol üstüne bir çukur kazmak üzere bir işçiyi tutsa, geçenlerden birisi ge­lip o çukura düşerek ölürse, işçi mal sahibinin emrinde ücretle çalıştığı ve çalışmakta olduğu yerin kendi patronunun olmayıp, başkasına âid olduğunu bilmediği için katil işverendir. Bir kişi hayvanı götürürken hayvan kudurur, bir şahsı ısırır ve o şahıs da kudurmuş hayvanın ısır­ması sonucu ölürse, katil o hayvanı götüren kişidir.[15]

 

94 — Ey îmân edenler, Allah yoluna koyulduğunuz zaman, iyice araştırın. Size selâm verene; dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek; sen mü'min değilsin, deme­yin. Allah katında çok ganimetler vardır. Önce siz de öyleydiniz de Allah size lütfetti. Onun için iyice araştırın. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdârdır.

 

Cihâd ve Ganimet

 

îmâm Ahmed der ki: Bize Yahya İbn Ebu Bükeyr'in... İbn Abbas'-tan naklettiğine göre; o, şöyle demiştir : Süleym oğullarından bir adam Hz. Peygamber (s.a.) in ashabından bir gruba rastladı. Koyunlarını güdüyordu ve onlara selâm verdi. Onlar: Bu, sadece bizden korunmak için selâm verdi, diyerek üzerine yürüdüler ve onu öldürerek koyunla­rını Hz. Peygamber (s.a.) e getirdiler. Bunun üzerine : «Ey îmân eden­ler, Allah yolunda cihâda çıktığınız zaman iyice araştırın...» âyeti nazil oldu.

Hadîsi tefsir babında rivayet eden Tirmizî; bu, hasen bir hadîstir, demiştir. Bu konuda Üsâme îbn Zeyd'den de bir hadîs rivayet edil­miştir.

Hadîsi Ubeydullah İbn Musa, kanalıyla rivayet eden Hâkim; İsnadı sahihtir, fakat Buhârî ve Müslim rivayet etmemişlerdir, der.

Hadîsi İbn Cerîr de Ubeydullah İbn Mûsâ ve Abdurrahîm İbn Sü­leyman kanalıyla İsrail'den rivayet etmiştir. Tefsirinden ayrı olarak ki­taplarından birinde hadîsi sadece Abdurrahmân kanalıyla rivayet et­tikten sonra da şöyle demiştir : Bu, bize göre senedi sıhhatli bir haber­dir. Diğerlerinin mezhebine göre ise sağlam olmıyabilir. Bunun se­beplerinden birkaçı şöyledir: Hadîsin Semmâk'den rivayeti şüphelidir. Âyetin kimin hakkında nazil olduğu da ihtilaflı olup bazıları Muhallem İbn Cessâme hakkında, diğer bazıları Üsame İbn Zeyd hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Başka görüşler de ileri sürülmüştür.

Ben de derim ki: Bu, garîb ve çeşitli yönlerden kabut edilemeyecek bir sözdür. Şöyle M; Hadîsin Semmak'den rivayeti sabit olup büyük­lerden birçokları bu hadîsi ondan rivayet etmişlerdir. İkinci olarak; îk-rime, sahîh hadîs kitâblannda hüccet kabul edilmiştir. Üçüncü ola­rak; hadîs, bu kanaldan başka bir kanal ile İbn Abbâs'tan rivayet edil­miştir. Nitekim Buhârî der ki: Bize Ali tbn Abdullah'ın... İbn Abbâs'­tan rivayetine göre o : ((Size selâm verene; dünya hayatının geçici men­faatlerine göz dikerek; sen mü'min değilsin, demeyin.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Bir adam sürüsü ile birlikteydi. Müslümanlar ona ka­vuştuğunda; Allah'ın selâmı üzerinize olsun, dedi. Onlar da onu öldü­rerek sürüsünü aldılar. Bunun üzerine: «Size selâm verene., sen mü'­min değilsin, demeyin.» âyeti nâzü oldu. Hadîsi îbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim, Süfyân İbn Uyeyne kanalıyla rivayet etmişlerdir. Muhallem İbn Cessâme'nin kıssasına gelince; İmâm Ahmed der ki: Bize Ya'kûb'un... Abdullah İbn Ebu Hadred —Allah ondan razı olsun— den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) bizi İdam (bir yer adı) a gönderdi. Müslümanlardan bir grubla çıktık. İçlerinden Ebu Katâde Haris İbn Rattî ve Muhallem İbn Cessâme îbn Kays da vardı. İdam vâ-dîsine vardığımızda devesi üzerinde ve yanında bir miktar eşyası ile süt kabı bulunan Âmir İbn Azbat el-Eşcaî bize uğradı. Yanımıza geldi­ğinde bize selâm verdi. Biz de onu yakaladık. Aralarında olan bir şey­den dolayı Muhallem İbn Cessâme onun üzerine hücum ederek Öldürdü, devesini ve eşyasını aldı. Rasûlullah (s.a.) a vardığımızda kendisine du­rumu haber verdik de bizim hakkımızda : «Ey îmân edenler, Allah yo­lunda cihâda çıktığınız zaman iyice araştırın... Muhakkak ki Allah yap­tıklarınızdan haberdârdır.» âyeti nazil oldu. Hadîsi bu şekliyle sadece İmâm Ahmed rivayet etmiştir.

İbn Cerîr der ki: Bize Vekî'in.., İbn Ömer'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) Muhallem İbn Cessâme'yi bir seriy-yeye göndermişti. Âmir İbn el-Azbat onlara uğrayıp kendilerini İslâm selâmıyla selâmladı. Aralarında câhiliye devrinden bir kin vardı. Muhallem ona bir ok atarak öldürdü. Haber Allah Rasûlü (s.a.) ne ulaştığın­da; Uyeyne ve Akra bu konuda konuştular. Akra : Ey Allah'ın Rasûlü, bu gün konuldu ve yarın değiştirdi, dedi. Uyeyne ise: Benim kadınla­rımın tattığı acıyı onun kadınları tadmcaya kadar Allah'a yemîn ede­rim ki hayır, dedi. Muhallem iki bürde içinde geldi ve kendisinin ba­ğışlanması için Allah Rasûlü (s.a.) nün huzurunda oturdu. Allah Ra­sûlü (s.a.) : Allah seni bağışlamasın, buyurdular. Bunun üzerine göz­yaşları bürdelerine dökülürken kalktı gitti. Aradan yedi gün geçmişti ki öldü. (Götürüp) defnettiler. Ancak yer kendisini dışarı attı. Hz. Peygamber (s.a.) e gelerek bunu anlattıklarında şöyle buyurdu: Yer sizin arkadaşınızdan daha şerli olanı kabul etmiştir. Ancak Allah Teâlâ (bununla) size öğüt vermek istemiştir. Sonra onu götürüp bir dağ yamacına attılar ve üzerine de taşlar koydular. (Bunun üzerine) «Ey îmân edenler, Allah yolunda cihâda çıktığınız zaman iyice araştırın...» âyeti nazil oldu.

Buhârî der ki: İbn Abbâs'tan rivayetle Habîb îbn Ebu Amre şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) Mikdâd'a : Mü'min bir kişi; inanmış bir kavimle birlikte olduğunda îmânım gizliyordu. îmânını açığa vurdu sen de onu öldürdün. Bundan Önce sen de Mekke'de îmânını gizliyordun, bu­yurmuşlardır.

Buhârî bu hadîsi, Muhtasar ve Muallak olarak bu şekilde zikretmiş­tir. Hadîsi uzun ve mevsûl olarak Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr şöyle rivayet eder : Bize Hammâd İbn Ali el-Bağdâdî'nin... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) bir seriyye göndermişlerdi. İçlerinde Mikdâd İbn el-Esved de bulunmaktaydı. (Üzerlerine gönde­rildikleri) kavme vardıklarında, oniarı dağılmış buldular. Sadece ya­nında çok mal bulunan bir adam ayrılmayıp kalmıştı. O da: Allah'dan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim, dedi. Mikdâd ise üzerine yürüyüp onu öldürdü. Arkadaşlarından birisi Mikdâd'a: Allah'dan başka ilâh olmadığına şehâdet eden bir adamı mı öldürdün? Allah'a yemîn ederim ki, bunu Hz Peygamber (s.a.) e anlatacağım, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) nün yanına geldiklerinde : Ey Allah'ın Rasûlü, bir adam Allah'dan başr ka ilâh olmadığına şehâdet ettiği halde Mikdâd onu öldürdü, dediler. Allah Rasûlü : Bana Mikdâd'ı çağırın buyurarak; ey Mikdâd, Allah'tan başka ilâh yoktur, diyen bir adamı mı öldürdün? Yarın kelime-i tevhîd ile senin durumun nasıl olacak? buyurdular. Allah Teâlâ da : «Ey îmân edenler, Allah yolunda cihâda çıktığınız zaman iyice araştırın. Size se">-lâm verene; dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek; sen mü'­min değilsin, demeyin. Allah katında çok ganimetler vardır. Önce siz de Öyleydiniz. Allah size lütfetti. Onun için iyice anlayın.» âyetini in­dirdi de Allah Rasûlü (s.a.) Mikdâd'a: Mü'min bir adam, inanmayan bir kavimle beraber olarak îmânını gizliyordu. îmânını açığa vurdu sen

de onu Öldürdün. Bundan önce Mekke'de sen de îmânını gizliyordun, buyurdular.

Allah Teâlâ : «Allah katında çok ganimetler vardır.» buyuruyor ki; sizin göz diktiğiniz dünya hayatının menfaatlanndan onlar daha hayır­lıdır. O dünya menfaatleri ki; sizi, selâm veren, îmânını açıklayan birini öldürmeye sevketmiştir. Siz, onun îmânından gafil oldunuz da, dünya hayatının menfaatlarma göz dikerek onu yapmaeıklıkla ve korunma ile itham ettiniz. Halbuki Allah katındaki helâl ganimetler sizin için onun -malından çok daha hayırlıdır.

Allah Teâlâ: «Önce siz de Öyleydiniz. Allah size lütfetti.» buyuru­yor ki; siz de bu durumunuzdan önce îmânını kavminden gizleyen bu kişi gibiydiniz. Nitekim bu durum biraz önce geçen merfû' hadîste de zikredilmiştir. Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyur­muştur : «Hatırlayın ki bir zamanlar siz, yeryüzünde azlıktınız, zayıf sayılırdınız.»  (Enfâl, 26).

Bu açıklama Saîd İbn CÜbeyr'in mezhebi olup Sevrî... Saîd İbn Cü­beyr'den nakleder ki; o: «Önce siz de öyleydiniz.» âyet-i kerîme'sini; müşrikler içinde siz de îmânınızı gizliyordunuz, şeklinde tefsir etmiştir.

Abdürrezzâk'ın... Saîd îbn Cübeyr'den naklettiğine göre; o, «Önce siz de öyleydiniz.» âyet-i kerîme'si hakkında : «Bu çobanın îmânını giz­lemek istediği gibi, siz de îmânınızı gizliyordunuz, demiştir.

Bu görüş, îbn Cerîr tarafından da tercih edilmiştir. İbn Ebu Hatim ise şöyle demektedir : Kays'dan, Sâlim'den, Saîd îbn Cübeyr'den naklen zikredildiğine göre; o, «Önce siz de öyleydiniz.» âyet-i kerîme'sini; mü'-minler değildiniz, şeklinde açıklamış; «Allah size lütfetti» âyeti hakkın­da da şöyle demiştir : Allah sizin tevbenizi kabul etti. Üsâme İbn Zeyd; Allah'dan başka ilâh yoktur, diyen hiç kimseyi bu adamdan sonra Öl-dürmemeye yemin etmiş ve bu konuda Allah Rasûlü (s.a.) nden her­hangi bir azarlamaya da muhâtab olmamıştır.

«Onun için iyice anlayın.» âyeti bundan önce geçen kısmı kuvvet­lendirmektedir. Saîd îbn Cübeyr'in söylediğine göre «Muhakkak ki Al­lah, yaptıklarınızdan haberdârdır.» âyeti bir tehdîd ve vaîd'dir.[16]

 

95  — Mü'minlerden özürsüz olarak   yerlerinde otu­ranlar ile Allah yolunda malları ve canlan ile cihâd eden­ler bir değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihâd eden­leri derece bakımından üstün kıldı. Bununla beraber Al­lah, her ikisine de güzelliği vaad etmiştir. Fakat Allah, ci­hâd edenlere; oturanların üzerine büyük bir mükâfat ver­miştir.

96  — Kendi katından dereceler, mağfiret ve rahmet vardır. Ve Allah; Ğafûr'dur, Rahîm'dir.

 

Mücâhidlerin Derecesi

 

Buhârî der ki: Bize Hafs İtan Ömer'in... Berâ'dan rivayetine göre; «Mü'nıinlerden yerlerinde oturanlar ile...» âyeti nâzü olduğunda; Al­lah Rasûlü (s.a.) Zeyd'i çağırdı ve o da âyeti yazdı. îbn Ümm Mektûm gelerek a'mâlığmdan şikâyet ettiğinde; Allah Teâlâ: «Özürsüz olarak yerlerinde oturanlar...» âyetini indirdi."

Muhammed îbn Yûsuf'un... Berâ'dan rivayetine göre; o, şöyle de^ mistir : «Mü'minlerden yerlerinde oturanlar ile... cihâd edenler bir de­ğildir.» âyeti nazil olduğunda; Hz. Peygamber (s.a.) ; Falanı çağır, bu­yurdular. O da yanında divit, levha ve kürek kemiği ile geldi. Allah Ra­sûlü : «Mü'minlerden yerlerinde oturanlar ile Allah yolunda mallan ve canlarıyla cihâd edenler bir değildir.» yaz, buyurdular. Hz. Peygamber (s.a.) in arkasında Îbn Ümm Mektûm vardı. Ey Allah'ın Rasûlü, ben körüm, dedi de bu âyetin yerine : «Mü'minlerden Özürsüz olarak yerle­rinde oturanlar ile Allah yolunda cihâd edenler bir değildir.» âyeti nâzü oldu.

Yine Buhârî şöyle diyor: Bize îsmâîl Îbn Abdullah'ın... Zeyd îbn Sâbit'den rivayetine göre; o, şöyle haber vermiştir: Allah Rasûlü bana, bu âyeti yazdırırken a'mâ olan îbn Ümm Mektûm gelerek : Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ederim ki; cihâda gücüm yetseydi mutlaka cihâd ederdim, dedi. Allah Teâlâ elçisi (s.a.) ne vahiy indirdi. Onun dizi benim dizim üzerindeydi. O kadar ağırlaştı ki dizimin kırılacağından korktum. Sonra açıldı da Allah Teâlâ: «Özürsüz olarak yerlerinde oturanlar...» âyetini indirdi. Hadîsi sadece Buhârî rivayet etmiş, Müslim ise zikret-memiştir. Bu hadîsi yine Zeyd İbn Sâbit'den İmâm Ahmed şöyle rivayet eder: Bize Süleyman İbn Davud'un... Zeyd İbn Sâbit'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) nün yanında oturuyordum. Birden ona vahiy geldi de kendisini bir sükûnet (durgunluk) kaplayı-verdi. Onu sekînet kapladığında dizi dizim üzerine düştü. Allah'a yemîn ederim ki; Allah Rasûlü (s.a.) nün dizinden daha ağır hiçbir şey görmedim. Sonra açıldı ve: Ey Zeyd yaz, buyurdu. Bir kürek kemiği al­dım ; «Mü'minlerden yerlerinde oturanlar ile Allah yolunda cihâd eden­ler bir değildir... Fakat Allah, cihâd edenlere; oturanların üzerine büyük bir mükâfat vermiştir.» yaz, buyurdu. Ben bunu kürek kemiği üzerine yazdım. İbn Ümm Mektûm —ki kör idi— cihâd edenlerin faziletini işi­tince ; Ey Allah'ın Rasûlü, kör ya da benzeri durumda olup da cihâda güç yetiremiyenlerin durumu ne olacak? dedi. Zeyd anlatmaya şöyle devam eder: O, sözünü henüz bitirmişti ki, Hz. Peygamber (s.a.) i ye­niden sekînet kapladı ve dizi dizim üzerine düştü. Birinci seferde ol­duğu gibi ağırlığını hissettim. Sonra açıldı ve bana: Oku, buyurdu. Ben de : «Mü'minlerden yerlerinde oturanlar ile Allah yolunda cihâd edenler bir değildir.» şeklinde okudum. «Mü'minlerden Özürsüz olarak yerlerinde oturanlar...» buyurdular. Ben de bunu âyete ilâve ettim. Al­lah'a yemîn ederim ki; kürek kemiği üzerinde bulunan yarıktaki bu ilâveye hâlâ 'bakar gibiyim.»

Hadîsi Ebu Dâvûd da Saîd İbn Mansûr kanalıyla Zeyd İbn Sâbitf-den rivayet etmiştir.

Abdürrezzâk der ki: Bana îbn Cüreyc'in... İbn Abbâs'tan rivayeti­ne göre; o : «Mü'minlerden yerlerinde oturanlar»ın Bedr'e katılmayan­lar; diğerlerinin de Bedir savaşma çıkanlar olduğunu haber vermiştir. Hadîsi rivayette Buhârî tek kalmış olup Müslim de yoktur. Tirmizî'nin Haccâc kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre ise; o, şöyle demiştir : «Mü'minlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar...»dan maksad Bedir'e katılmayarak yerlerinde oturanlardır. Diğerleri de Bedir'de bu­lunanlardır. Bedir harbi ile ilgili âyet nazil olunca Abdullah îbn Cahş —ya da Ebu Ahmed İbn Cahş— ve İbn Ümm Mektûm : Ey Allah'ın Ra­sûlü, biz körüz. Bize ruhsat var mı? dediler. Bunun üzerine; «Mü'min­lerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar... bir değildir.» âyeti nazil oldu. Allah Teâlâ cihâd edenlerin derecesini oturanlardan üstün kılmış­tır. Bunlar, özürsüz olarak yerlerinde oturanlardır. «Allah, cihâd eden­lere; oturanların üzerine büyük bir mükâfat vermiştir.» Mü'minlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanların dereceleri üzerine cihâd edenle­rin derecelerini yükseltmiştir.'

Hadisin lafzı Tirmizî'nin olup o: Bu, hasen bir hadîstir ve bu ka­naldan rivayeti garîbtir, demiştir.

Allah Teâlâ'mn : «Mü'minlerden yerlerinde oturanlar ile Allah yo­lunda cihâd edenler bir değildir.» kavli önce mutlak idi. Bununla bera­ber inen bir vahiy ile «özürsüz olarak» kısmı nazil olunca bu; körlük, aksaklık ve hastalık gibi cihâdı terketmeyi mübâh kılıcı özür sahipleri için Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd edenlere müsâvî öhna konusunda bir çıkış yolu oldu. Sonra Allah Teâlâ; cihâd edenlerin yerlerinde oturanlardan daha üstün olduklarını haber veriyor —ki îbrt Ab-bâs'ın dediğine göre— yerlerinde oturanlar, özürsüz olarak kalanlardır. Bunun böyle olması gerektiğine Buhârî'de Züheyr îbn Muâviye Ana­lıyla Enes'den rivayet edilen şu hadîs-i şerîf delâlet etmektedir. Bu ha­dîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır : Medine'de öyle kavim­ler var ki, siz bir yol yürüdüğünüzde, bir vâdîyi katettiğinizde onlar bu hususta sizinle beraberdirler. Ey Allah'ın Rasûlü, ama onlar Medine'de değiller mi? dediklerinde; evet, onları özür. hapsetmiştir, buyurdular. Hadîsi îmâm Ahmed de Muhammed îbn Ebu Adiyy kanalıyla Enes'den rivayet ederken; Buhârî muallak olarak zikretmiştir. Hadîsi Ebu Dâvûd şöyle rivayet eder: Hammâd tbn Seleme'nin... Enes îbn Mâlik'ten rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Siz Medine'de öyle kavimler bıraktınız ki; siz bir mesafe yürüdüğü­nüzde, bir nafakada bulunduğunuzda, bir vâdîyi katettiğinizde onlar bu hususta sizinle birliktedirler. Ey Allah'ın Rasûlü, onlar Medîne'de iken nasıl bizimle birlikte olurlar? dediler. Allah Rasûlü de : Onları özür hap­setmiştir, buyurdular.

Allah Teâlâ : «Bununla beraber Allah, her ikisine de cenneti (ve bol mükâfatı) vaad etmiştir.» buyuruyor ki bu; cihâdın farz-ı ayn değil, farz-ı kifâye olduğuna delâlet eder.

Bundan sonra Allah Teâlâ: «Fakat Allah, cihâd edenlere; oturan­ların üzerine büyük bir mükâfat vermiştir.» buyurarak; onlara yüce cennetlerin odalarında dereceler, günâh ve hatâlarının bağışlanması,-üzerlerine rahmet ve bereketlerin yağması gibi ihsanlarda bulunduğu­nu haber veriyor, ve: «Kendi.katından dereceler, mağfiret ve rahmet vardır. Ve Allah; Ğafûr'dur, Rahîm'dir.» buyurur.

Buhârî ve Müslim'de Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edilen bir ha­dîs-i şerîf'te Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

Cennette yüz derece vardır ki, Allah Teâlâ bunları kendi yolunda cihâd edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arasında gökle yer ara­sındaki kadar mesafe vardır.

A'meş... Abdullah İbn Mes'ûcTun şöyle dediğini nakleder: Allah Rasûlü: Kim bir ok eriştirdrse bunda onun için bir derece vardır, bu­yurdular. Bir adam : Ey Allah'ın Rasûlü, derece nedir? dedi. Allah Ra­sûlü de şöyle buyurdular: O, senin annenin eşiği değildir. îki derece arası yüz yıldır.[17]

 

97  — Melekler; nefislerine zulmedenlerin   canlarını aldıkları zaman : Ne yapıyordunuz? deyince; biz yeryüzün -de zayıf düşürülmek istenmiş kimselerdik, diyecekler. Me­lekler de: Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydi-niz? diyecekler. Onların varacakları yer cehennemdir. Dö­nülecek yer olarak ne kötüdür orası.

98  — Ancak erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz ka­larak bir yol bulamayan zavallılar müstesnadır.

99  — Umulur ki Allah onları affetsin. Ve Allah; Afüvv, Ğafûr olandır.

100  — Her kim Allah yolunda hicret ederse; yeryü­zünde bereketli yer ve genişlik bulur. Allah'a ve Rasûlüne hicret ederek evinden çıkan kimseye ölüm gelirse; onun ecrini vermek Allah'a düşer. Ve Allah Ğafûr'dur, Rahim'-dir.

 

Cihâd ve Hicret

 

Buhâri der ki: Bize Abdullah îbn Yezîd el-Mukrî... İbn Abbâs'tan rivayet etti ki; müslümanlardan bir grup müşriklerle beraberdiler. Bu ise, Allah Rasûlüne karşı olan müşriklerin çok görünmesine sebep olu­yordu. Atılan bir ok gelip onlardan birine isabet ederek öldürdü. Ya da birinin boynuna vurdu ve öldürdü. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Melekler, "kendilerine yazık edenlerin canlarını aldıkları zaman...» âyetini indirdi. Hadîsi Leys de Ebu'l-Esved'den rivayet etmiştir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ahmed îbn Mansûr er-Remâdî'nin... îbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Mekke halkından bir kavim müslüman olmuştu ve müslümanlıklannı gizliyorlardı. Bedir gü­nü müşrikler onları beraberlerinde çıkardılar ve onlardan bazısı yara­lanıp (öldü). Müslümanlar: Bu arkadaşlarımız müslüman idiler, de­diler ve bu kendilerine zor geldi de onlar için bağışlanma dilediler. Bu­nun üzerine : «Melekler kendilerine yazık edenlerin canlarını aldıkları zaman...» âyeti nazil oldu. Bu âyet müslümanlardan kalanlara yazıldı ve bildirildi ki; onlar için özür yoktur. Râvî devamla şöyle anlatır : On­lar (hicret etmek üzere) çıktıklarında müşrikler kendilerine kavuşup aralarına fitne saldılar. Bunun üzerine: «İnsanlardan öyleleri vardır ki; inanmadıkları halde; Allah'a ve âhiret gününe inandık, derler.» (Bakara, 8) âyeti nazil oldu.

îkrime şöyle diyor: Bu âyet Mekke'de müslüman olduklarını söy­leyen Kureyş'ten bazı gençler hakkında nazil olmuştur. Ali îbn Ümeyye İbn Halef, Ebu Kays îbn Velîd İbn Mugîre, Ebu'l-Âs İbn Münebblh İbn el-Haccâc ve Harîs İbn Zem'a bunlardandır.

Dahhâk da şöyle der: Bu âyet Allah Rasûlü ile birlikte hicret et­meyip Mekke'de kalan bazı münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bun­lar Bedir günü müşriklerle birlikte çıktılar ve ölenler içinde bunlar da öldü. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme genel olarak dinini yaşama imkanı olmadığı ve hicrete gücü yettiği halde müşriklerin arasında kalanlar hakkında nazil olmuştur. Bu kişi icmâ' ile nefsine zulmetmiş, haramı işlemiş sayılır. Bu âyet-i kerîme'nin metni de onların kendilerine yazık ettiklerini ve haram işlediklerini bildirmektedir İd; bu âyette Allah Teâlâ: Melekler (hicreti terketmek suretiyle) kendilerine yazık eden­lerin canlarını aldıkları zaman: Ne yapıyordunuz (Niçin hicreti terke-derek burada kaldınız?) deyince; biz, yeryüzünde zavallı kimselerdik (yerde gitmeye ve memleketten çıkmaya güç yetiremezdik.) diyecekler. Melekler de: Allah'ın yeri geniş değil miydi? cevâbını verecekler.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Muhammed İbn Dâvûd İbn Süfyân'ın... Semûre İbn Cündeb'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle bu­yurmuşlardır : Kim müşrikle birleşir ve onunla birlikte oturursa onun gibidir.

Süddî der ki: Abbâs, Akîl ve Nevfel esîr olduklarında; Allah Rasûlü Abbâs'a: Kendin ve kardeşinin oğlu yerine fidye ver, buyurdular. Ab­bâs : Ey Allah'ın Rasûlü, senin kıblene namaz kılmadık mı? Senin şe-hâdetini getirmedik mi? deyince; Allah Rasûlü; Ey Abbâs, siz hasım-laştınız, size de hasım olundu, buyurdular ve : «Allah'ın yeri geniş değil miydi?...» âyetini okudular. Hadîsi İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

Allah To&lk: «Ancak erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalarak bir yol bulamayan zavallılar müstesnadır.» buyuruyor ki; bu âyet ile AUah Teâlâ, müşriklerin ellerinden kurtulmaya gücü yetmediği için hicreti terkeden kişilerin özürlerini kabul buyurmuş oluyor. Şayet bil­diklerine güç yetirebilselerdi o yola girerlerdi. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ : «çaresiz kalarak bir yol bulamayanlar...» buyurmuştur. Âyet­teki kelimesini Mücâhid, tkrime ve Süddî; yol olarak tefsir etmişlerdir.

Allah Teâlâ: «işte Allah'ın onları affetmesi umulur.» buyuruyor ki; Allah Teâlâ onların, hicreti terketmek suretiyle kazanmış oldukları günâhlarından vazgeçecektir. Allah Teâlâ hakkında kullanılan kelimesi bir çeşit kesinlik ifâde etmektedir ki, Allah Teâlâ: «Ve Allah, Afûvv, Ğâfûr olandır.» buyurmuştur.

Buhârî der ki: Bize Ebu Nuaym'm... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir": Allah Rasûlü (s.a.) yatsı namazını kılarlarken (rükû'dan doğruluklarında); Allah, kendisine hamdedeni işitir, dedik­ten sonra secdeye varmadan önce: Allah'ım; Ayyaş îbn Ebu Rebîa'yı kurtar, Allah'ım; Seleme îbn Hişâm'ı kurtar, Allah'ım; Velîd îbn Ve-lîd'i kurtar, Allah'ım; mü'minlerin zavallılarım kurtar. Allah'ım; Mudar üzerine baskım şiddetlendir. Allah'ım; onlara Yûsufun seneleri gibi (kıtlık) seneleri ver, diye duâ buyurdular.

îbn Ebu Hatim der ki :Bize babamın... Ebu Hüreyre'den rivaye­tine göre; o, şöyle demiştir -.Allah Rasûlü (s.a.) selâm verdikten sonra kıbleye dönerek şöyle buyurdular: Allah'ım, Velîd îbn Velîd'i, Ayyaş îbn Ebu Rebîa'yı, Seleme İbn Hişâm'ı ve kâfirlerin ellerinden kurtul­mak için çaresiz kalarak bir yol bulamayan müslümanlann zavallıla­rını kurtar, buyurdular.

îbn Cerîr der ki: Bize Müsennâ^mn... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) Öğle namazının peşinden şöyle duâ buyurur­lardı : Allah'ım; Velîd'i, Seleme îbn Hişâm'ı, Ayyaş îbn Ebu Rabîa'yı ve müşriklerin ellerinden kurtulmak için çâre ve bir yol bulamayan müslü­manlann zayıflarını kurtar.

Bu hadîsi te'yîd eden ve başka kanallardan rivayet edilmiş sahih hadîsler mevcûddur.

Abdürrezzâk der ki: Bize îbn Uyeyne'nin... îbn Abbâs'tan rivaye­tine göre, o; ben ve annem kadın ve çocuklardan olan zavallılardan idik, demiştir.

Buhârî der ki : Bize Ebu Nu'mân'ın... îbn Abbâs'tan rivayetine gö­re, o; annem, Allah Teâlâ'nın özrünü' kabul ettiklerinden idi, demiştir.

Allah Teâlâ: «Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde bereketli yer ve genişlik bulur.» buyuruyor ki; bu hicret ve müşriklerden ayrılma konusunda bir teşviktir. Mü'min nereye giderse gitsin, müş­riklerden (kurtulacağı) geniş yer ve korunacağı bir sığınak bulur.

(.......................)

îbn Abbâs; bir yerden başka bir yere gitmektir, de­miştir. Bu açıklama Dahhâk, Rebî' îbn Enes ve Sevrî'den de rivayet edilmiştir. Mücâhid ise; hoşlanmadığından uzak bir yer, şeklinde tefsir etmiştir. Süfyân İbn Uyeyne de bu kelimeyi; burçlar ile tefsir etmiştir. Zahir olan mânâya göre ise —ki en doğrusunu Allah bilir— bu kelime, kendisiyle korunulacak ve düşmanlardan kaçılıp kurtulunacak koru­naklı yer anlamındadır.

Âyet-i kerîme'deki «Genişlik» kelimesinden bir çokla­rının söylediğine göre nzık kasdedümektedir. Katâde bu görüşte olup «Yeryüzünde bereketli yer ve genişlik bulur.» âyeti hakkında o, şöyle demiştir: Allah'a yemîn ederim ki, sapıklıktan hidâyete, azlıktan zen­ginliğe kavuşur.

Allah Teâlâ : «Allah'a ve Rasûlüne hicret ederek evinden çıkan kim­seye, ölüm gelirse; onun ecrini vermek Allah'a düşer.» buyuruyor ki; bir kimse evinden hicret niyetiyle çıkar da yolculuk esnasında ölürse; onun için Allah katında, hicret edenin sevabı hasıl olur. Nitekim Bu-hârî, Müslim, diğer sahihler, Müsnedler ve Sünen'lerde zikredilen ve Yahya îbn Saîd el-Ansârî kanalıyla... Ömer İbn el-Hattâb'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

Ameller, niyyetlere göredir. Her kişi için niyet ettiği vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin de hicreti elde edeceği bir dünyalık, ya da evleneceği bir kadın ise hic­reti, ancak hicret ettiği şeyedir.

Bu, hicret ve her amel için genel bir hükümdür. Buhârî ve Müs­lim'de zikredilen bir hadîs-i şerife göre bir adam doksandokuz kişiyi öldürmüş sonra bir âbid ile sayıyı yüze tamamlamıştı. Sonra da bir âlime; kendisi için tevbe olup olmadığını sormuştu. Âlim: Senin ile tevbe araşma kim girebilir? diyerek ona kendi memleketinden Allah'a ibâdet edilen diğer bir memlekete gitmesini tavsiye etmişti. Memleke­tinden diğer memlekete muhacir olarak giderken ölüm onu yolda yaka­lamış ve rahmet melekleri ile azâb melekleri onun hakkında ihtilâfa düşmüşlerdi. Birinciler; tevbe etmiş olarak geldi, derken diğerleri; henüz ulaşmadı, diyorlardı. Onlara iki yer arasının ölçülmesi emredildi. Hangisine daha yakınsa ondan sayılacaktı. Allah Teâlâ birine yaklaş-tırılmasıru, diğerinden uzaklaştırılmasını emretti de hicret ettiği yere bir karış yakın buldular. Onu rahmet melekleri aldı. Diğer bir rivayette ise onun; kendisine ölüm geldiğinde; göğsü ile hicret etmekte olduğu yere doğru ilerlediği kaydedilmiştir.

îmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd îbn Harun'un... Abdullah İbn Atîk'den rivayetine göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş: Kim evinden Allah yolunda hicret etmek üzere çıkarsa —bu sırada Allah Rasûlü orta, işaret ve baş parmaklarını birleştirerek: Ne­rede cihâd edenler? buyurdular— ve hayvanından düşer de ölürse; onun ecri Allah üzerinedir. Kendisini bir hayvan sokar da Ölürse* onun ecri yine Allah üzerinedir. Ya da yatağında ölürse yine ecri Allah üze­rinedir.

Râvî der ki: Allah'a yemîn ederim ki; Allah Rasûlünden önce araptan hiç kimseden bu sözü duymamıştım. Kim de kendisine vurul­mak suretiyle olduğu yerde Öldürülürse; güzel bir dönüş kendisine vâ-cib olmuştur.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür*a'mn... Zübeyr İbn Avvâm'-dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hâlid İbn Hizam, Habeş ülke­sine hicret etti ve yolda onu bir yılan soktu, öldü. Onun hakkında : «Allah'a ve Rasûlüne hicret ederek evinden çıkan kimseye, ölüm gelirse; onun ecrini vermek Allah'a düşer. Ve Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.» âyeti nazil oldu. Zübeyr şöyle anlatır: Ben Habeşistan ülkesinde iken onun gelmesini gözlüyor ve bekliyordum. Onun vefatı haberi bana ulaştığın­da, bundan daha fazla beni üzen bir şey olmamıştı. Zîrâ akrabalarından ya da ailesinden bir kısmıyla Kureyş'ten hicret edenlerin sayısı bir kişi daha eksilmişti ve benim yanımda Esed îbn Abdüluzzâ oğullarından hiç kimse yoktu. Ondan başkasını da ummazdım.

Bu hadîs gerçekten garîbtir. Zîrâ bu hâdise Mekke'de olmuştur." Halbuki bu âyet, Medine'de nazil olmuştur. Şayet bu hâdise bu âyetin nüzul sebebi değilse bile herhalde Zübeyr, bu âyetin hükmünün baş­kalarıyla birlikte ona da şâmil olmak üzere nazil olduğunu kastetmek istemiştir. Allah en doğrusunu bilir.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize Abdullah İbn Cafer'in kölesi Süley­man İbn Davud'un... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Damre İbn Cündeb Allah Rasûlü (s.a.) nün yanına gitmek üzere çık­mıştı. Allah Rasûlü (s.a.) ne ulaşmadan önce yolda öldü. Bunun üze­rine; «Allah'a ve Rasûlüne hicret ederek evinden çıkan kimseye, Ölüm gelirse...» âyeti nazil oldu.

Yine İbn Ebu Hatim der ki: Bize Abdullah İbn Racâ'ın... Saîd İbn Cübeyr'den rivayetine göre; Ebu Damre —ya da Ebu Dumeyre— İbn Ays kör olup Mekke'de idi. «Ancak erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalarak bir yol bulamayan zavallılar müstesnadır.» âyeti nazil olunca; ben zenginim ve çârem de var, diyerek Hz. Peygamber (s.a.) e gitmek üzere hazırlandı. Ancak Ten'îm denilen yerde ölüm kendisine kavuştu da «Allah'a ve Rasûlüne hicret ederek evinden çıkan kimseye, ölüm ge­lirse...» âyeti nazil oldu.

Hafız Ebu Ya'lâ der ki: Biae İbrahim îbn Ziyâd'ın... Ebu Hürey-re'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Kim haccetmek üzere çıkar da ölürse; kıyamet gününe kadar ona hacc mü­kâfatı yazılır. Kim umre yapmak üzere çıkar da ölürse; kıyamet gü­nüne kadar ona umre yapmış mükâfatı yazılır. Kim de Allah yolunda savaşmak üzere çıkar da ölürse; kıyamet gününe kadar ona gâzî (Allah yolunda savaşan kişinin) mükâfatı yazılır. Bu hadîs bu kanaldan riva­yetinde garîbtir.[18]

 

101 — Yeryüzünde (sefere) koyulduğunuz zaman, kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız; na­mazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Şüphe yok ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.

 

Seferde Namaz

 

Allah Teâlâ bu ayet-i kerîme'de kelimesini; sefere çık­mak anlamında kullanmıştır ki; başka bir âyet-i kerîme'de de durum aynıdır. Orada şöyle buyurulur: «İçinizden hasta olacakları, Allah'ın lutfundan aramak üzere yeryüzünde dolaşacak kimseleri... Şüphesiz ki Allah bilir.»  (Müzzemmll, 20)

Allah Teâlâ : «Namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur.» buyu­ruyor ki; bu, Cumhûr*un bu âyetten anladığı üzre dört rek'âtli namaz­ların iki rek'at olarak kılınmasıyla miktarının azaltılması şeklinde ha-fîfletilmesidir. Cumhur bu konuda ihtilâf etmekle beraber bu âyeti yolculukta namazı kısaltmaya delil getirmişlerdir. Onlardan bir kısmı; yolculuğun, mutlak cihâd, hacc, umre, ilim talebi, ziyaret ve benzeri bir tâat için olmasını gerekli bulmuşlardır. Nitekim bu görüş İbn Ömer ve Atâ'dan rivayet edilmiş;  «Kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız.» kısmının zahirî mânâsına dayanarak kendisinden gelen rivayetlerden birinde Malik'den de aynı husus hikâye edilmiştir.

Bazıları da; bu yolculuğun, bir ibadet yolculuğu olması şart değil­dir, mübâh bir yolculuk olması gerekir, demişlerdir. Bu görüşlerine: «Her kim ki açlıktan darda kalırca günâha kaymaksızın bunlardan ye­meğe mecbur kalırsa...» (Mâide, 3) âyetini delil getirmektedirler. Bu âyet; yolculukta haddi aşmamak şartıyla mecbur kalırsa kişiye ölü etin1 yemeyi mübâh kılmaktadır. Bu, Şafiî, Ahmed îbn Hanbel ve diğei imamların görüşüdür.

Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe der ki: Bize Vekî'in... İbrahim'den riva­yetine göre; o, şöyle demiştir: Bir adam gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü, ben ticâret yapan birisiyim, Bahreyn'e gidip geliyorum, demiş. Allah Rasûlü de ona namazları iki rek'at olarak kılmasını emretmiş. Bu hadîs mürseldir.

Bazıları da mübâh veya haram olsun mutlak olarak yolculuğun ye­terli olduğunu söylemişlerdir. Hattâ yol kesmek ve yolu korkulu kılmak (yolda korku yaratmak) İçin çıkmış bile olsa mutlak olarak yolculuk bulunduğundan (namazları kısaltma) ruhsatı vardır, derler. Ayetin umûmî olmasından dolayı bu, Ebu Hanîfe —Allah ona rahmet etsin— Sevrî ve Davud'un görüşüdür. Cumhur ise onların görüşüne katılma­mıştır. «Kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız...» âyetine gelince; âyetin nüzûlündeki durum genelleştirümiş oluyor. Hicretten sonra İslâm'ın başlangıcında müslümanlann yolculuklarının çoğu kor­kulu idi. Onlar yola çıktıkları zaman, ya genel bir harbe, ya da özel bir askerî sefere çıkarlardı. Diğer kabîleler müslümanlarla harp halin­deydiler. Anlatılmak istenen mânâ genelleştirildiğinde veya bir hâdi­seye münhasır olduğunda bunun mefhûm-u muhalifi olmaz. Nitekim şu âyetlerde de durum böyledir: «İffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.» (Nûr, 33), «Gerdeğe girdiğiniz karılarınızdan ev­lerinizde bulunan- üvey kızlarınız size haram kılındı.» (Nlsâ, 23).

İmâm Ahmed der ki: Bize îbn İdrîsln... Ya'lâ îbn Ümeyye'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ömer îbn Hattâb'a sordum: Allah Teâlâ : «Sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız; namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur.» buyuruyor. Halbuki Allah Teâlâ insanları emîn kılmıştır. Ömer bana dedi ki: Se­nin şaştığına ben de şaştım ve bunu Allah Rasûlü (s.a.) ne sordum da : Bu, Allah'ın size bahşettiği bir sadakadır; onun sadakasını kabul ediniz, buyurdu.

Hadîsi Müslim ve Sünen sahipleri de bu veçhile rivayet etmişlerdir. Tirmizî: Bu hasen, sahîh bir hadîstir, derken; Ali İbn el-Medînî de : Ömer'den rivayet edilen bu hadîs sahihtir. Sadece bu kanaldan mahfuz olup senedinin ricali bilinen kimselerdir, demiştir.

Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe der ki: Bize Ebu Nuaym'ın... Ebu Han-zala el-Hazzâ'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: îbn Ömer'e yol­culuk namazını sorduğumda iki rek'at olduğunu söyledi. Ben; biz em-niyyette olduğumuz halde «Kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız...» âyeti nerede kalıyor? diye sordum. Allah Rasûlü (s.a.) nün sünnetidir, diye cevâb verdi.

İbn Merdûyeh der ki: Bize Abdullah tbn Muhammed İbn îsâ'nm... Ebu'l-Veddâk Cebr îbn Nevf'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: tbn Ömer'e yolculuktaki (namazın) iki rek'at oluşunu sordum. O; bir ruhsattır, gökten inmiştir. Dilerseniz onu reddedersiniz, dedi.

Ebu Bekr îbn Ebu Şeybe der ki: Bize Yezîd İbn Harun'un... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Biz Mekke ve Medine ara­sında emniyyette olup korkmaz iken, Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte (namazı) ikişer rek'at olarak kıldık.

Hadîsi Neseî de Muhammed İbn Abd'ül-A'lâ kanalıyla... Abdullah İbn Avn'dan rivayet etmiştir. Ebu Ömer îbn Abdülberr der ki: Hadîsi Eyyûb, Hişâm ve Yezîd îbn îbrâhîm de... İbn Abbâs'dan rivayet etmiş­lerdir.

Ben de derim ki: Tirmizî ve Neseî'nin Kuteybe kanalıyla... İbn Ab­bâs'tan rivayetlerine göre; Allah Rasûlü (s.a.) Medine'den Mekke'ye doğru (yola) çıkmışlar ve âlemlerin rabbından başka hiçbir şeyden kor­kulan olmadığı halde (namazları) ikişer rek'at' kılmışlardır. Hadîsi ri­vayetten sonra Tirmizî, bu hadîsin sahîh olduğunu söylemiştir.

Buhârî der ki: Bize Ebu Ma'mer*in... Enes'den rivayetine göre; o, şöyle dermiş : Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Medine'den Mekke'ye doğru (yola) çıktık. Medine'ye dönünceye kadar namazları ikişer rek'at olarak kıldılar. Râvî der ki: Mekke'de biraz ikâmet ettiniz mi? diye sordum. Enes: Orada on gün ikâmet ettik, dedi.

Hadîsi diğer hadîsçiler de muhtelif kanallardan olmak üzere Yahya İbn Ebu İshâk el-Hadramî'den rivayetle tahrîc etmişlerdir.

îmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'in... Harise İbn Vehb el-Huzâî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte öğle ve ikindi namazlarını —insanların en çok ve en emniyette oldukları— Minâ'da iki rek'at olarak kıldım.

Hadîsi İbn Mâce dışındaki muhaddisler değişik kanallardan ve Ebu İshâk es-Sübey'îden rivayet etmişlerdir. Muharî'nin lafzı şöyledir : Bize Ebu Velîd'in... Harise tbn Vehb'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: En fazla emniyyette olduğu halde Allah Rasûlü (s.a.) Minâ'da bize na­mazı iki rek'at olarak kıldırdılar.

Buhârî der ki: Bize Müsedded'in... Abdullah tbn Ömer'den riva­yetine göre; o, şöyle demiştir: (Yolculukta) Hz. Peygamber (s.a.) Ebu-bekir, Ömer ve halifeliğinin başlarında Osman ile birlikte namazı iki rek'at olarak kıldım. Sonra Osman namazı (dört rek'ate) tamamladı. Müslim de hadîsi Yahya İbn Saîd el-Kattân'dan rivayet etmiştir.

Buhârî der ki: Bize Kuteybe'nin... Abdurrahmân İbn Yezîd'den ri­vayetine göre; o, şöyle dermiş: Osman îbn Affân —Allah ondan razı olsun— bize Mina'da namazı dört rek'atlı olarak kıldırdı. Bu konu, Ab­dullah îbn Mes'ûd'a söylendiğinde, innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn de­dikten sonra; Minâda namazı Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte iki rek'at olarak kıldım, Ebubekir ile birlikte iki rek'at olarak kıldım. Ömer îbn Hattâb ile iki rek'at olarak kıldım, keski bu dört rek'attaki nasibim o iki rek'atlar kadar olaydı, dedi

Hadîsi, Buhârî, Sevrî kanalıyla A'meş'den rivayet etmiştir. Keza Müslim de değişik kanallardan —ki daha önce geçen Kuteybe kanalı bunlardandır— tahrîc etmiştir.

Bu hadîsler, açık bir şekilde korku durumunun namazın kısaltıl­ması için şart olmadığına delâlet etmektedir. Bunun içindir ki, âlimler­den bazıları: Burada namazı kısaltmaktan maksad; keyfiyyet bakımın­dan kısaltmadır, değilse kemmiyyet (rek'atların sayısı) bakımından değildir, demişlerdir. İlerde geleceği üzere bu görüş Mücâhid, Dahhâk ve Süddî'ye aittir. Bunlar İmâm Mâlik'in rivayet ettiği şu nadîse daya­nıyorlar : Salih İbn Keysân kanalıyla... Âişe —Allah ondan razı olsun— den rivayet edildiğine göre; o, şöyle demiştir: Yolculukta ve ikamette namaz ikişer rek'at olarak farz kılındı. Yolculuk namazı böylece kaldı da ikâmet halinde kılman namaz artırıldı.

Bu hadîsi Buhârî; Abdullah İbn Yûsuf'dan, Müslim; Yahya îbn Yahya'dan, Ebu Dâvûd; Ka'nebî'den, Neseî; Kuteybe'den ve bunların dördü de Mâlik'ten rivayet etmişlerdir.

Bunlar diyorlar l<i: Yolculuktaki namazda asıl, iki rek'at olduğu­na ve «Namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur.» Duyurulduğuna göre; burada kısaltmaktan maksadın kemmiyyet yönünden (rek'atlann miktarında) olduğu nasıl söylenebilir?

Delâlet yönünden bundan dıaha da açığı İmâm Ahmed'in rivayet ettiği şu hadîstir : Bize Vekî'in... Ömer —Allah ondan razı olsun— den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Muhammed (s.a.) in dilinden kısalt-masız ve tamâm olarak yolculuk namazı iki rek'at, ramazân bayramı iki rek'at ve cum'a namazı iki rek'attır.

Hadîsi bu şekliyle Neseî, İbn Mâce ve Sahîh'inde İbn Hibbân deği­şik kanallardan olmak üzere Zübeyr el-Yâmî'den rivayet etmişlerdir. Bu, Müslim'in şartlarına uygun bir isnâddır. Müslim de kitabının mu­kaddimesinde bu hadîsin İbn Ebu Leylâ kanalıyla Ömer'den rivayet edildiğini zikretmiştir. Bu durum gerek bu hadîste ve gerek başkala­rında açık olarak gelmiştir. İnşâallah doğru olan da budur. Gerçi Yah­ya îbn Maîn, Ebu Hatim ve Neseî, İbn Ebu Leylâ'nın Ömer'den hadîs işitmediğini söylemişlerdir. Bunun yanında Ebu Ya'lâ el-Mavsılî ve Sev-rî'den gelen kanallarla... Ömer'den rivayetler vaki' olmuştur, tbn Mâce ise bu hadîsi, Yezîd İbn Ebu Ziyâd İbn Ebu Sa'd kanalıyla... Ömer'den rivayet etmiştir. Allah en doğrusunu bilir.

Sahîh'inde Müslim, Ebu Dâvûd, Neseî ve İbn Mâce, Ebu Avâne el-Vaddâh îbn Abdullah el-Yeşkûrî kanalıyla... Abdullah İbn Abbâs'tan rivayet ediyorlar ki; o, şöyle demiştir: Allah; peygamberinizin dilinden namazı hazarda dört, yolculukta iki ve korku sırasında bir rek'at olarak farz kılmıştır. Nasıl ki, hazarda önce ve sonrasında (sünnet) namaz kı­lmıyorsa yolculukta da böylece namaz kılınır.

îbn Mâce de hadîsi Üsâme îbn Zeyd kanalıyla Tâvûs'tan rivayet etmiştir.

Bu hadîs İbn Abbâs'tan, —Allah ondan razı olsun— rivayetle sabit olup daha önce geçen ve namazın aslının iki rek'at olduğunu belirten Âişe hadîsine zıd değildir. Fakat hazardaki namazda ziyâdelik vuku' bulmuştur. Bu, böylece ortaya çıktıktan sonra şöyle denebilir: Hazar­daki namazın farziyyeti dört rek'attır. Nitekim îbn Abbâs da öyle söy­lemiştir. En doğrusunu Allah bilir. Fakat îbn Abbâs ve Âişe hadîsleri yolculuk namazının iki rek'at olup; bunun kısaltılmış olmayıp tâm ol­duğunda birleşmişlerdir. Nitekim bu husus Ömer —Allah ondan razı olsun— hadîsinde de açıkça belirtilmiştir. Durum böyle olunca «Namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur.» âyetinden maksad, korku nama­zında olduğu gibi namazın keyfiyyet bakımından kısaltılmayıdır. Bu­nun içindir ki, Allah Teâlâ «Kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız...» buyurmuş, sonra da «Sen onların içinde olup da na­mazlarını kıldırdığın zaman...» buyurmuş ve böylece kısaltmaktan mak­sadın ne olduğunu açıklamış, bunun niteliğini ve keyfiyyetini belirtmiş­tir. Yine bunun içindir ki, Buhârî «Korku namazı kitabı» bölümünü; «Yeryüzünde (sefere) koyulduğunuz zaman, kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız... şüphesiz Allah, kâfirlere hor ve hakîr edici bir azâb hazırlamıştır)) âyetleriyle başlatmıştır.

Dahhâk'dan rivayetle «Namazı kısaltmanızda size bir vebal yok­tur.» ayeti hakkında Cüveybir demiştir ki: Bu, savaş sırasındadır. Bi­nitti olan kişi, yüzü ne tarafa olursa olsun iki tekbîrle namaz kılar.

Süddî'den rivayetle: «Yeryüzünde (sefere) koyulduğunuz zaman, kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız, namazı kısaltma­nızda size bir vebal yoktur.» âyeti hakkında Esbât şöyle demiştir: Yol­culukta namazı iki rek'at kıldığında bu tamâmdır, kısaltma helâl de^ ğildir. Ancak kâfirlerin sana bir fenalık yapmasından korkarsan kısalt­ma bir rek'attır.

Mücâhid'den naklen «Namazı kısaltmanızda size bir sorumluluk yoktur.» âyeti hakkında îbn Ebu Necîh der ki: Allah Rasûlü (s.a.) ve ashabı Üsfân'da, müşrikler de Dacr^n'da idiler. Karşılaştıklarında Hz. Peygamber (s.a.) ashabına öğle namazını rükû', sücûd ve kıyamları İle ve tâm olarak dört rek'at kıldırmıştı. Müşrikler de onların eşya ve ağır­lıklarını yağmalamaya kalkmışlardı. Bu hadîsi Mücâhid, Süddî, Câbir ve İbn Ömer'den naklederek bu konudaki diğer görüşleri de zikrettik­ten sonra; doğru olan budur, demiştir.

İbn Cerîr der ki: Bana Muhammed İbn Abdullah İbn Abdülha-kem'in... Ümeyye îbn Abdullah îbn Halid tbn Üseyd'den naklettiğine göre o, Abdullah İbn Ömer'e : Biz, Allah'ın kitabında korku namazının kısaltılmasını buluyoruz da yolcu namazının kısaltılmasını bulmuyo­ruz, demiş. Abdullah da şöyle cevâb vermiştir: Biz peygamberimizi (s.a.) hangi ameli işlerken bulmussak onu yaparız. Korku namazı, kı­saltılmış olarak isimlendirilmiştir. Âyet bunun üzerine hamledilmiş olup yolcu namazının kısaltılmasına hamledilmemlştir. îbn Ömer bunu ka­bul etmiş ve yolculukta namazı kısaltmaya delil olarak Kur'an'ın met­nini değil, kanun koyucu (Hz. Peygamber) nun fiilini almıştır. Bundan daha açığı yine İbn Cerîr'in rivayet ettiği şu hadîstir : Bize Ahmed îbn Velîd el-Kuraşî'nin... Semmâk el-Hanefî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : İbn Ömer'e yolculuk namazını sordum. Şöyle dedi: O, kısalt-masız ve tâm olarak iki rek'attır. Kısaltma ancak korku namazındadır. Ben: Korku namazı nedir? diye sordum. Şöyle cevâb verdi: İmâm bir gruba bir rek'at kıldırır, sonra bunlar diğer grubun yerine; diğer grup da bunların yerine gelir ve imâm onlara da bir rek'at kıldırır. Böylece imâmın iki rek'atı, her bir grubun da birer rek'atı olmuş olur.[19]

 

İzahı

 

Namazı kısaltmak, onun bazı bölümlerini terk etmektir. Böylece namaz, kısaltılmış olur. Bazı rek'atlann terk edilmesi veya rükû', sü: cûd, teşehhüd için oturma gibi bazı rükünlerini terk etmek de kısalt^ madır. Bilginler, bu âyet üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları derler ki: Namazı kısaltmaktan maksad, bazı rek'atlannı terk etmektir. Bü da seferde kılman ve yalnızca dört rek'at olan namazların İki rek'ata indirilmesi şeklindeki kısaltılmış namazdır. Bazıları da demişlerdir ki: Burada kasd edilen husus, mutlak olarak korku namazı veya namazui şekillerinden bir şekildir ki; bu husus bir sonraki âyet-i kerîme'de açık­lanacaktır. Bazı -bilginler de, namazın rek'atlannın değil şeklinin kı­saltılmasının kasd edildiğini söylerler. Diğer bir grup da der ki: Kısal­tılmadan maksad, hem sayısının, hem de rükünlerinin kısaltılmasıdır.

Bugün genellikle müslümanlann kendilerine uydukları fakîhler derler ki: Namazı Josaltmak —cem' etmek ve Ramazân'da oruç yemek de böyledir— her seferde olmaz. Mutlaka uzun sefer olmalıdır. Bu uzun seferin en azı da Mâliki ve Şafiî'lere göre iki konak, Hanefî'lere göre üç konaktır. Bir konak ise, Hâşimî mili ile yirmidört mildir ki; yaya olarak bir günlük mesafedir. Veya yüklü hayvanlarla bu kadar-lık mesafedir. Bu konu üzerinde icmâ' edilmiş değildir... Bu husûsda sahîh bir hadîs de vârid olmamıştır. Eski fakîhler ve imamlar bu ko­nuda İhtilâf etmişlerdir. îbn el-Münzir Peth el-Bârî'de bu konuda; yir­mi değişik görüş zikretmiştir. Ramazân'da oruç bozmajc, lügat bakı­mından sefer adı verilebilecek her yolculuk İçin mubahtır. Âyetten an­laşıldığı şekliyle kısaltma da böyledir. Sünnet-i Seniyye'de bu mutlak ifâdeyi sınırlayacak bir kayıt yoktur... Java'dan Muhammed Abduh'a şöyle bir soru   soruldu : Hadîs-i  şerifte yer alan   «ey Mekke  halkı, Mekke'den Usfân'a ve Taife kadar olan dört bürdden daha aşağı me­safede namazınızı kısaltmayınız.» ifâdesine binâen sefer için bir me­safe ta'yîni mümkünmüdür değil midir? Dört bürd ise, Hâşimî mili ile kırksekiz mil eder. Buna-göre kilometre hesabı ile şer'an muteber olan mesafe ne kadar olabilir?

Muhammed Abduh, verdiği cevâbda dedi ki: Soranın zikrettiği ha­dîsi, Taberânî İbn Abbâs'dan nakletmiştir. Hadîsin isnadında yer alan Abdülvehhâb tbn Mücâhid İbn Cübeyr'in rivayeti hakkında İmâm Ah-med zayıf bir tarafı yoktur derken, Nevevî onun yalancı olduğunu söy­ler. Ezdî ise, ondan hadis rivayet etmenin doğru olmadığım belirtir. Mâ­lik ve Şâfü, bu hadîsi Abdullah İbn Abbâs'dan mevkuf olarak rivayet etmişlerdir. Eğer hadîsin Peygambere ulaştırılması sahîh değilse, delil olarak kullanılamaz. Enes' İbn Mâlik'e namazı kısaltmanın mesafesi sorulduğunda demiş ki; Hz. Peygamber üç mil veya üç fersah yola çı­kınca, iki rek'at namaz kılardı. İmâm Ahmed ve Müslim ile Ebu Dâvûd bu hadîsi Şu'be kanalıyla da rivayet ederler. Şu'be, fersah ve millerde şüphe eden râvîdir. Fukahâdan bazıları derler ki; dört mil, üç fersahın içinde yer alır, dolayısıyla daha fazlası için benimsenmesi, gerekir. Daha az olduğu görüşü ise, kesinlik kazanan görüştür. (.........)

Şöhret bulan rivayete göre, bir berîd dört fersahtır. Fersah üç mil­dir. Bir mil İse gözün alabildiği mesafedir. Çünkü kelime buradan alın­mıştır. Bu mesafeden sonra göz yanılır, görmez. Kıyas yoluyla gözün görebileceği mesafenin altıbin kulaç olduğunu, her'kulacınsa ondört parmak olduğunu söylemişlerdir. Parmak, yaygın ve mu'tedil parmak olacaktır. Bir parmak, altı arpa tanesi boyundadır. Arpa tanesi, dengeli ve yaygın olacaktır. Bazıları derler ki; Bu, insan  ayağıyla  onikibin

ayaktır. Fersah metre olarak beşbin beşyüz kırkbir metredir :  (.........)[20]

Ömer îbn Hattâb der ki: Yolcu namazı, iki rek'attır. Cum'a namazı iki rek'attır, bayram namazı iki rek'attır. Bu, Hz; Muhammed'in lisa­nıyla kısaltılmaksızın iamâmıdir. Ona iftira eden, kaybetmiştir. Bu hu­sus, Hz. Ömer'den sabittir. Hz. Peygambere biz emniyette olduğumuz halde (savaş korkusu bulunmadığı halde) namazı neden kısaltıyoruz? diye sorduğunda Hz. Peygamber ona, şöyle demiştir: Bu, Allah'ın size vermiş olduğu bir sadakadır. O'nun sadakasını kabul edin. Bu iki hadîs arasında bir çelişki yoktur. Çünkü Hz. Peygamber ona, bu Allah'ın size verdiği bir sadakadır, diye cevâb vermiştir. Bu, Allah'ın müsamaha ver­diği kolaylık değildir. Bu cevâb karşısında Ömer, âyette halktan bir ço­ğunun anladığı gibi sayı bakımından kısaltmanın bulunmadığını anla­mış ve yolcu namazı İM rek'attır, kısaltılmaksızin tamâmı budur, de­miştir. Buna göre âyette, namazın sayısını kısaltmanın mübâh olduğuna ve bunun yasaklandığına dair bir delalet yoktur. Namaz kılan istense kısaltır, isterse tamâmlar. Böyle bir delâlet yoktur. Rasûlullah (s.a.) seferlerinde ikişer rek'at namaz kılardı ve hiçbir zaman için dört rek'at kılmaimstı. Sadece korku namazında böyle kılmıştı. Enes der ki: Ben, Hz. Peygamberle Medine'den Mekke'ye gittim. O, biz Medine'ye dönünceye kadar iki rek'at namaz kıldırdı. Abdullah îbn Mes'ûd'a, Os­man İbn Affân'm Minâ'da dört rek'at kıldığı haberi ulaşınca; innâlillah ve innâüeyhi râciûn, biz Rasûlullah'la Minâ'da iki rek'at kıldık, Ebu-bekir'le Min&'d'a iki rek'at kıldık, Ömer'le ben iki rek'at kıldım. Benim hiçbir zaman dört rek'attan payım olmadı, demiştir... Abdullah İbn Ömer der ki: Ben Rasûlullah (s.a.) ile arkadaşlık ettim. O, seferde iki rek'attan fazla kılmazdı. Ebubekir, Ömer ve Osman da böyle yaptılar. Osman, hilâfetinin sonunda bunu dörde tamamladı. İşte aleyhindeki hareketlerin başlamasının sebeplerinden birisi de bu idi. Ve onun bu davranışı içür değişik yorumlar yapılmıştır.[21]

 

102 — Sen içlerinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silâh­larını da alsınlar. Secdeye vardıklarında onlar arkanıza geçsinler; kılmayan öbür kısım gelsin, seninle beraber kıl­sınlar. Tedbirli olsunlar, silâhlarını ^alsınlar Kâfirler size ansızın bir baskın vermek için silâh ve eşyanızdan gafil bulunmanızı arzu ederler. Yağmurdan zarar göreeekseniz veya hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanıza bir beis yoktur. Fakat dikkatli olun. Allah, şüphesiz alçaltıcı kâfir­lere bir azâb hazırlamıştır.

 

Savaşta Namaz

 

Korku namazının bir çok çeşitleri vardır. Düşman bazen kıble yö­nünde olabileceği gibi, bazen başka yönlerde de olabilir. Namaz dört rek'atlı, akşam namazında olduğu gibi üç rek'atlı, sabah ve yolculuk namazında olduğu gibi iki rek'atlı olabilir. Sonra bazan cemaatle kılı­nabileceği gibi harbin kızıştığı durumlarda cemaatle namaza güç yeti-rüemeyebilinir. Kıbleye karşı veya kıbleye dönmeden; yaya, ya da bi-nitli olarak tek başına kılınabilir. Sonra hem yürür ve hem de düşman­la vuruşurken namaz kılınabilir. Daha önce geçen İbn Abbas hadîsine dayanarak âlimlerden bazıları (bu durumlarda) namazın bir rek'at kılınacağım söylemişlerdir. Ahmed îbn Hanbel böyle der. Münzirî'nin «el-Havâşî» de naklettiğine göre; Ata, Câbir, Hasan, Mücâhid, Hakem, Katâde ve Hammâd bu görüşü paylaşmışlar; Tâvûs ve Dahhâk da bu görüşe zâhib olmuşlardır. Ebu Âsim el-Abbâdî de Muhammed İbn Nasr el-Mervezî'nin, korku halinde sabah namazının bir rek'at olarak kılına­cağı görüşünde olduğunu, nakletmiştir. İbn Hazm da bu görüşe katıl­mıştır. İshâk îbn Rahûye der ki: Karşılıklı çarpışma durumunda; îmâ ile kılacağın bir rek'at sana yeter. Şayet buna da güç yetiremezsen bir secde yeterlidir. Çünkü bu da; Allah'ı zikretmektir. Diğerleri, bir tek­bîrin yeteceğini söylemişlerse de herhalde bu; bir rek'at olmalıdır. Ni­tekim Ahmed İbn Hanbel ve ashabı bu görüşte olup aynı görüşü Câbir îbn Abdullah, Abdullah İbn Ömer, Kâ'b, bir çok sahâbî ve Süddî kabul etmişlerdir. Bu görüşü îbn Cerlr de rivayet etmiştir. Ancak bu görüşü rivayet edenler, bir tekbîrin yeterli olacağı konusundaki görüşü zahirî ile alarak rivayet etmişlerdir. Nitekim İshâk İbn Rahûye'nin mezhebi böyledir. Bu görüşe zâhib olan Emîr Abdülvehhâb İbn Buht el-Mekkî şöyle demiştir: Şayet tekbîre de güç yetiremez ise, kendi kendine olanı (yani niyeti) terk etmez. Bu görüşü Saîd îbn Mansûr Sünen'inde İs-mâîl İbn Ayyâş'dan, Şuayb İbn Dinar'dan rivayet etmiştir. En doğru­sunu Allah bilir.

Âlimlerden bazıları da; savaş özrüne binâen namazı geciktirme­nin mübâh olduğu görüşündedirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Ah-zâb (Hendek muharebesi) günü öğle ve ikindi namazlarını geriye bıra­karak ikisini birden güneş battıktan sonra kılmış; bunlardan sonra da akşam ve yatsıyı kılmışlardır. Bu olaydan sonraki Kurayza oğullan gü­nünde, orduyu onların üzerine göndermek üzere hazırladığında: Ku­rayza oğullarına ulaşmadan içinizden hiç kimse ikindiyi kılmasın, bu­yurmuşlardı. Onlar yolda iken ikindi namazı vakti gelmiş; içlerinden bir kısmı: Allah Rasûlü (s.a.) bizden sadece yürümeyi hızlandırmamızı istemiş; değilse namazı vaktinden sonraya bırakmamızı istememiştir, diyerek namazı vaktinde ve yolda kılmışlar; diğer bir bölümü ise, ikindi namazını geriye bırakarak güneş battıktan sonra ve Kurayza oğulları­nın yurdunda kılmışlardı. Allah Rasûlü (s.a.) bu iki gruptan hiç birine kızmamiştı. Biz bu konuyu «es-Sîre» kitabında ele alarak ikindi nama­zını vaktinde kılanların doğruya daha yakın hareket ettiklerini, di­ğerlerinin de ma'zûr olduklarını açıklamıştık. Cihâd ve la'netlenmiş Yahûdî grubundan ahdi bozanları muhasara altına almaları sebebiyle, namazı te'hîr etmiş olmaları onların ma'zûr görülmelerinin delilidir. Cumhur ise şöyle demektedir: Bütün bunlar korku namazıyla neshe-dilmiş, kaldırılmıştır. Korku namazı o sırada henüz nazil olmamıştı. Korku namazı nazil olunca; namazı geciktirme de bununla kaldırılmış oldu. Bu, İmâm Şafiî ve Sünen sahiplerinin rivayet etmiş oldukları Ebu Saîd el-Hudrî hadîsinde daha açıktır. Ancak Buhârî'nin Sahîh'inde «Kale Harblerinde ve Düşmanla Karşılaşmalarda Namaz Babı» bölü­münde rivayet ettiği şu hadîs gerçekten müşkildir : Evzaî der ki: Fetih hazır olup da namaza güç yetiremezlerse; herkes kendi kendine ve îmâ ile namaz kılar. îmâ ile namaza güç yetiremezlerse; savaşın duru­mu açıklığa kavuşuncaya veya emîn oluncaya kadar namazı te'hîr eder­ler ve iki rek'at olarak kılarlar. Eğer buna da güçleri yetmezse; sadece tekbîr onlara yeterli olmayıp emîn oluncaya kadar namazı te'hîr eder­ler. Mekhûl de bu görüştedir. Enes tbn Mâlik der ki: Şafak sökerken ve savaş kızışmış iken Tüster kalesi savaşında bulundum. Namaza güç yetiremediler de namazı ancak gün yükseldikten sonra kılabildiler. Biz namaz kılarken Ebu Mûsâ da bizimle beraberdi ve fetih bize nasîb oldu. Enes der ki: Bu namaz mukabilinde ne dünya ne de ondakiler beni se-vindiremezdi. Buhârî'nin zikrettikleri burada bitiyor. Bundan sonra Buhârî Ahzâb (Hendek savaşı) günündeki namazın tefsirine dâir olan hadîsi, sonra da Kurayza oğulları hâdisesinde ikindi namazını (Kuray­za oğullarına varmadan) ikindiyi kılmaları emredilen hadîsi zikreder ki, ona göre tercih edilen görüş bu gibidir. En doğrusunu Allah bilir.

Bu görüşe zâhib olanlar; görüşlerine Tüster fethi günü Ebu Mûsâ ve ashabının yaptıklarını delil getirirler. Bu hâdise meşhurdur. Ancak bu Ömer İbn Hattâb'm halifeliğinde vuku' bulmuştur ve ne Hz. Ömer'in, ne de sahabeden birinin bunu hoş karşılamadığı rivayet edilmemiştir. En doğrusunu Allah bilk. Bunlar diyorlar ki: Korku namazı Hendek muharebesinde meşru' kılınmıştır. Çünkü siyer ve Meğâzî âlinıleriyle diğer âlimlerin Cumhurunun kavline göre Zât'ür-Rikâ gazvesi Hendek'­ten öncedir. Bu, Muhammed İbn îshâk, Mûsâ İbn Ukbe, Vâkidî, onun kâtibi Muhammed İbn Sa'd, Halîfe İbn Hayyât ve başkalarınca zikre­dilmiştir. Buhârî ve başkaları da Zât'ür-Rikâ'nm Ebu Mûsâ hadîsine dayanılarak, Hendek harbinden sonra; Hayberden önce olduğunu söy­lemişlerdir. En doğrusunu Allah bilir. Müzeni, Kadı Ebu Yûsuf ve İb­rahim İbn îsmâîl İbn Uleyye'nin korku namazının Hendek günü Hz. Peygamberin namazı geciktirmesi ile neshedilmiş olduğunu söylemeleri gerçekten garîb ve şaşırtıcıdır. Şurası muhakkaktır ki; Hendek harbin­den sonra korku namazına delâlet eden hadîsler sabit olmuştur. O gün­de namazın te'hîrinin Mekhûl ve Evzafnin söylediklerine hamledilmesi daha kuvvetli ve doğruya daha yakındır. Yine de en doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ: «Sen onların içinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman...» buyuruyor ki; burada Hz. Peygambere hitâb ile korku na­mazında sen onlara imâm olarak namaz kıldırdığında... denilmektedir. Bu, birinci durumdan farklıdır. Zîrâ hadîsin delâleti üzre; orada nama­zın tek başına, yaya ve binitli olarak, kıbleye dönülerek veya dönülme-yerek bir rek'at'e indirilmesi söz konusudur. Sonra cemâatle ve bir imâ­ma uyarak kılman namazın durumu zikredilmiştir. Cemaatta bir çok iyiliğin bulunması nedeniyle —bu âyet-i kerîme'yi delil getirerek— ce­mâatin vâcib olduğu görüşüne zâhib olanlar ne güzel delil getirmiş oluyorlar. Şayet vâcib olmasaydı; buna cevaz verilmezdi. «Sen onların içinde olup da...» âyetini delil getirerek ondan sonra bu sıfatın ortadan kalktığını söyleyip, korku namazının Hz. Peygamberden sonra neshe­dilmiş olduğunu söyleyenlerin istidlali zayıftır. Burada onlara : «Onla­rın mallarından sadaka al ki bununla onları temizleyip arıtmış olasın. Ve onlara duâ et. Senin duan şüphesiz ki onlar için bir sükûnettir.» (Tevbe, 103) âyetini delil getirerek zekât vermek istemeyenlere cevâb verilir. Onlar diyorlardı ki: Biz, zekâtımızı Hz. Peygamber (s.a.) den sonra hiç kimseye vermeyiz. Bununla birlikte sahabe onları reddet­miş, bu istidlallerini kabul etmemiş, onları zekât vermeye zorlayarak vermeyenlerle savaşmışlardır.

Bu namazın niteMğini anlatmadan önce âyet-i kerîme'nin nüzul se­bebini zikredelim:

İbn Cerîr der ki: Bize Müsennâ'ın... Ali —Allah ondan razı olsun— den rivayetine göre o şöyle demiştir: Neccâr oğullarından bir kavim Allah Rasûlü (s.a.) ne : Ey Allah'ın Rasûlü, biz yeryüzünde yolculuk yapıyoruz, nasıl namaz kılalım? diye sordular. Allah Teâlâ da : «Sefere çıktığınız zaman... namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur.» âyetini indirdi. Sonra vahiy kesildi. Bundan bir sene sonra Allah Rasûlü (s.a.) harbe çıktı ve öğle namazı kıldırdı. Müşrikler: Muhammed ve ashabı arkalarından size bir imkân ve fırsat verdiler. Onlara hücum etmeye­lim mi? dediler. Onlardan birisi de : Bunun peşinden onlar için bir diğer misli daha var, dedi ve Allah Teâlâ da iki namaz arasında ; «Kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız...» âyetlerini indirdi ve korku namazı (savaş halinde kılınacak namazın şekli) nazil oldu.

Bu hadisin sevkedilişi gerçekten garîbtir. Ancak Ebu Ayyaş Zeyd îbn Sâmit'den rivayet edilen §u hadîs-i şerîf bunun bazı kısımlarını des­teklemektedir :

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk'ın... Ebu Ayyâş'dan riva­yetine göre, o, şöyle demiştir : Biz Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Usfân'-da idik. Müşrikler bizi karşıladılar. Başlarında Hâlid îbn Velîd vardı. Onlar bizimle Kıble arasmda idiler. Hz. Peygamber (s.a.) bize öğle na­mazını kıldırdı. (Müşrikler) : Onlar bu halde iken haklarından gelsek ya, dediler. Ancak peşinden de: Şimdi onlara oğullarından ve nefisle­rinden daha sevimli olan bir namaz gelecek, dediler. Râvî der ki: Öğle ile ikindi arası Cibril: «Sen onların içinde olup da namazlarını kıldır­dığın zaman...» âyetlerini getirdi. Namaz vakti gelince Hz. Peygamber (s.a.) onlara emretti, silâhlarını aldılar. Bizi arkasında iki sâf olarak dizdi. Sonra sükû'a vardı, hepimiz rükû'a vardık. Rükû'dan başını kal­dırdı, hepimiz rükû'dan doğrulduk. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) arka­sındaki bir saf ile secdeye vardı. Diğerleri ayakta onları koruyordu. Onlar secde edip doğrulunca diğerleri oturdular ve yerlerinde secdeye vardılar.-Sonra bunlar diğerlerinin safına ilerledi ve öndekiler arkadaki safın yerine geçtiler. Sonra Allah Rasûlü rükû'a vardı ve hepsi rükû'a eğildiler. Rükû'dan doğrulduklannda hepsi birden rükû'dan doğruldu. Sonra arkadakiler ayakta kalıp kendilerini (onları) korurken, Allah Ra­sûlü (s.a.) ve arkasındaki halk secde ettiler. Onlar oturunca diğerleri de oturup secde ettiler. Sonra Allah Rasûlü, hepsi ile birlikte selâm verdi ve namazdan ayrıldı. Râvî der ki: Allah Rasûlü bu namazı biri Usfân'da, diğeri Selîm oğulları yurdunda olmak üzere iki kerre kıldırdı.

Bu hadîsi İmâm Ahmed, Ğundür'den, o Şu'be'den, o da MansûrMan rivayet etmiştir. Hadîsi Ebu Dâvûd Saîd İbn Miansûr'dan, o da Cerîr İbn Abdülhamîd'den; Neseî ise Şu'be ve Abdülazîz İbn Abdüssamed kanalıy­la Mansûr'dan rivayet etmiştir.

Bu hadîsin isnadı sahîh olup, diğer hadîsler bunu desteklemekte­dir. Bu cümleden olarak; İmâm Buhârî şöyle rivayet eder: Bize Hayve İbn Şureyh'in... İbn Abbâs'tan naklettiğine göre; o, şöyle demiştir : Hz, Peygamber (s.a.) namaza kalktı, insanlar da onunla birlikte namaza kalktı. Allah Rasûlü, tekbîr getirdi, insanlar da onunla birlikte tekbîr getirdiler. Rükûa vardığında; onlardan bir grup rükûa vardı. Secde et­tiğinde bir grup onunla birlikte secde etti. Sonra Allah Rasûlü ikinci rek'ata kalktı. Secde edenler kalkıp kardeşlerini korudular. Sonra diğer grup gelerek rükû' ve secdeye Hz. Peygamber ile birlikte var­dılar. Hepsi toptan namazda idiler. Ancak bir kısmı diğer bir kısmını koruyordu.

îbn Cerîr der ki: Bize tbn Beşşâr'ın... Süleyman el-Yeşkürî'den riva­yetine göre; o. namazı kısaltmanın hangi gün nazil olduğunu ya da o günün hangi gün olduğunu Câbir tbn Abdullah'a sormuştu. Câbir şöyle dedi: Şam'dan gelen bir Kureyş kervanını karşılamak üzere çık­mıştık. Biz bir hurmalıkta iken kavimden bir adam Allah Rasûlü (s.a.) ne gelerek: Ey Muhammed, dedi. Allah Rasûlü evet, buyurdu Adam: Benden korkuyor musun? diye sordu. Allah Rasûlü hayır, buyurdu. Adam : Seni benden kim koruyacak? diye sordu. Allah Rasûlü de : Beni senden Allah korur, buyurdu. Adam kılıcını çekti sonra onu tehdîd etti. Sonra Allah Rasûlü binitlere binilmesini ve silâhların alınmasını nida ettirdi. Daha sonra namaza çağrıldı. Allah Rasûlü (s.a.) bir grup ken­dilerini korurken, diğer bir gruba namaz kıldırdı. Arkasındakilere iki rek'at kıldırdı. Sonra arkasındakiler topukları üzere geri geri giderek, arkadaşlarının saflarında durdular. Diğerleri geldi ve Allah Rasûlü on­lara iki rek'at kıldırdı, selâm verdi. Arkaya geçenler onlan koruyordu. Hz. Peygamber böylece dört rek'at kılmış olurken kavmin namazları ikişer rek'at olmuştu. İşte o gün Allah Teâlâ namazların kısaltılmasını bildirerek mü'nıinlere silâhlarını almalarını emretti.

İmâm Ahmed der ki: Bize Süreyc'in... Câbir îbn Abdullah'dan ri­vayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Hasafe savaşçıla-nyla savaşıyordu. Onlardan Gavres îbn Haris adındaki birisi gelerek kılıcı ile Allah Rasûlü (s.a.) başına dikildi ve : Seni benden kim kurta­rır? diye sordu. Allah Rasûlü de : Allah, buyurdu. Adamın kılıcı elinden düştü ve Allah Rasûlü onu alarak; şimdi seni benden kim kurtarır? bu­yurdu. Adam : Alanların hayırlısı ol, dedi. Allah Rasûlü : Allah'dan baş­ka ilâh olmadığına, benim Allah'ın Rasûlü olduğuma şehâdet eder mi­sin? buyurdu. Adam; hayır, dedi. Fakat seninle harbetmiyeceğime ve seninle savaşan kavmimle beraber olmayacağıma sana söz veririm, de di. Allah Rasûlü onu serbest bıraktı da adam kavmine vararak : însan* \ann ©n hayırlısının yanından geldim, dedi. Namaz vakti gelince Allah Rasûlü (s.a.) korku namazı kıldırdı. İnsanları ikiye ayırmıştı: Bir grup düşmanın karşısında dururken diğer grup Allah Rasûlü (s.a.) ile bir-: likte namaz kıldılar. Yanında olan gruba Hz. Peygamber iki rek'at na­maz kıldırdı ve onlar çekilerek düşmanlarının karşısında olanların ye­rinde durdular. Düşmanlarının karşısında olanlar gelerek Allah Ra­sûlü (s.a.) ile birlikte iki rek'at namaz kıldı. Böylece Allah Rasûlü (s.a.) dört rek'at, topluluk da ikişer rek'at namaz kılmış oldu.

Hadîsi bu yönden sadece İmâm Ahmed rivayet etmiştir.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ahmed.îbn Sinan'ın... Yezîd el-Fakîr'-den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Câbir îbn Abdullah'a yolculuk­taki iki rek'atin kısaltılmış olup olmadığım sordum. Câbir İbn Abdul-, lah şöyle cevâb verdi: Yolculuktaki iki rek'at tamâmdır, (kısaltılmamistir.) Kısaltma savaş sırasında bir rek'attır. Biz bir keresinde Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte savaşta idik. Namaza kalkıldı. Allah Rasûlü (s.a.) onları ikiye bölerek bir yarısını kaldırdı, diğer grubu da düşma­nın karşısına koydu. Birinci gruba bir rek'at kıldırdı ve onlara iki sec­de yaptırdı. Sonra geriye kalanlar bunların yanma gelerek yerlerinde durdular. Bunlar da diğerlerinin düşmana karşı olan yerlerini aldılar. Gelenler kalkarak Allah Rasûlü (s.a.) nün arkasında durdular ve Allah Rasûlü onlara bir rek'at kıldırarak iki secde yaptırdı. Sonra Allah Ra-sûlti oturup selâm verdi. Hem arkasında olanlar, hem de diğerleri se­lâm verdiler. Böylece Allah Rasûlü .iki rek'at, toplulukta birer rek'at namaz kılmış oldu. Sonra Câbir : «Sen onların içinde olup da na­mazlarını kıldırdığın zaman...» âyetini okudu.

İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed ton Ca'fer'in... Câbir îbn Abdullah'dan rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) onlara korku na­mazı kıldırdı. Bir saf önünde, bir saf arkasında durdu. Allah Rasûlü ar­kasında olanlara iki secdeli bir rek'at kıldırdı. Sonra bunlar ilerleyerek arkadaşlarının yerinde durdular. Diğerleri de gelerek bunların yerinde durdular. Allah Rasûlü onlara da iki secdeli bir rek'at kıldırıp selâm verdi. Hz. Peygamber (s.a.) iki rek'at, onlar da bir rek'at kılmış oldu.

Hadîsi Neseî de Şu'be kanalıyla rivayet etmiştir. Hadîs Câbir'den gelen muhtelif kanallardan rivayet edilmiş olup başka bir kanaldan ve başka bir lafızla Müslim'in sahîh'inde de bulunmaktadır. Gerek sahîhde ve gerekse Sünen ve Müsned'lerde hadîsi Câbir'den büyük bir cemâat rivayet etmiştir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Sâlim'den, onun da baba­sından rivayetine göre; o, «Sen onların içinde olup da namazlarını kıl­dırdığın zaman...» âyeti hakkında şöyle demiştir: Bu, korku namazı­dır. Allah Rasûlü (s.a.), bir grup düşmanın karşısında dururken İki gruptan birine bir rek'at namaz kıldırdı. Sonra düşmanın karşısında olan grup geldi ve Allah Rasûlü (s.a.) onlara tiiğea* bir rek'atı kıldırdı ve onlara selâm-verdirdi. Sonra her bir grup kalkıp birer rek'at daha kıldılar.

Muhaddislerden bir cemâat bu hadîsi Ma'mer kanalıyla kitapla­rında rivayet etmişlerdir. Bu hadîs sahabeden bir cemâatten bir çok kanaldan da rivayet edilmiştir. Hafız Ebu Bekr îbn Merdûyeh bu ha­dîsin tarîklerini ve lafızlarını güzel bir şekilde zikretmiştir. İbn Cerîr de böyledir. İnşâallah bunları «el-Ahkâm el-Kebîr» kitabında zikrede­ceğiz. Güvenimiz Allah'adır.

Korku namazında silâh taşımanın emredilmesine gelince; âyetin zahirine göre âlimlerden bir grup bunun vâcib olduğunu söylemişler­dir. Şafiî'nin iki kavlinden biri böyledir. «Yağmurdan zarar görecekse-niz, veya hasta olursanız, silâhlarınızı bırakmanıza engel yoktur. Bunuınla beraber dikkatli olun.» âyeti de buna delâlet eder. Yani korku üzre olur ve silâhlara ihtiyâç duyarsanız külfet olmaksızın onları kuşa­nabilirsiniz. «Allah, kâfirlere hor ve hakîr edici bir azâb hazırlamıştır.»[22]

 

İzahı

 

Tantâvî Cevheri de şöyle diyor: Bu konuda bilginlerin görüşleri:

1- Müsâfir namazı; kısaltılnıaksızın tâm olarak iki rek'attır. Ab­dullah İbn Abbâs, Abdullah İbn Ömer, Câbir îbn Abdullah, Süddî ve Ebu Hanîfe'ye göre böyledir. Bu takdirde kısaltılması, rükû' ve secdelerin hafîfletilmesidir.

2- Müsâfir namazı esâs iki rek'at değil, kısaltılmış olarak iki rek'attır. Bu, Mücâhid'in, Tâvûs'un ve Şafiî ile Ahmed İbn Hanbel'in görüşüdür.

3- Mübâh olan her seferde kısaltmak caizdir. Şafiî, Mâlik, Ahmed İbn Hanbel ve Cumhûr'un görüşü budur.

4- Namazı kısaltmak ancak hacc, umre, cihâd veya Allah'a itaat için yapılan seferlerde caizdir.

5- Günâh için çıkılmış seferde namazı kısaltmak, caiz değildir. Ebu Hanîfe ve Sevrî, bu tür seferde de namazı kısaltmayı caiz görürler.

Hangi seferde namaz kısaltılacaktır?

1- Dâvûd ve Zahirî mezhebi mensûblan, uzun olsun kısa olsur her seferde namazı kısaltmanın caiz olduğunu söylerler. İmâm Mâlik' den de bu görüş rivayet edilir.

2- Evzaî, bir günlük sefer şartını öngörür.

3- Hasan ve Zührî, iki günlük sefer şartını ön görür.

4- Şafiî, iki gecelik yürüyüşü şart koşar. Bu da on altı fersah tutar. Her fersah üç mildir. Binâenaleyh Hâşimî mili ile kırksekiz mil mesafe gerekir. Hâşimî mili altıbin kulaçtır. Her kulaç, yayılan ve mu'tedil parmaklar ile yirmidört parmakdır. Bir parmak, altı arpa tâ nesidir. Bunlar da yayılan ve orta halli olacak.

5- Abdullah İbn Ömer, İbn Abbâs dört bürdlük mesafede namazı kısaltır ve orucu bozarlardı. Bu <ia daha Önce geçtiği gibi onaltı fersah eder. İmâm Mâlik, Ahmed îbn Hanbel ve İshâk'ın görüşü böyledir.

Sevrî, Ebu Hanîfe ve Küfe halkı üç günlük mesafeden daha az sü­rede namaz kısaltılmaz, derler. Görülüyor ki, Ebu Hanîfe şiddetli dav­ranmış, Dâvûd ve zahirî mezhebi mensûblan kolaylaştırmışlar, geriye kalanlar da ortak tavır takınmışlardır. Hz. Ömer (r.a.), Hz. Peygam­bere bu konuyu danıştığında, Rasûlullah'ın, bu Rabbuuzın size verdiği bir sadakadır onun sadakasını kabul edin, dediği rivayet edilir ki, bu rivayeti Müslim tahrîc etmiştir. Şafiî'ye göre, seferde namazı kısaltmak bir ruhsattır. Tamamlamak ise azimettir. Çünkü, «vebal yoktur» kavli tahfif ve ruhsat sadedinde kullanılır, azîmet sadedinde kullanılmaz. Ha-nefîler ise derler ki: Bu bir azimettir, ruhsat değildir. Hz. Ömer'in se­fer namazı kısaltılmaksızın Peygamberimiz Muhammed (s.a.) in di­linde tamı tamına iki rek'attır, kavline göre tamamlamayı caiz kabul etmezler.[23]

 

103  — Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, oturur­ken, yanlarınız üstü yatarken de Allah'ı anın. Emniyete ka­vuştuğunuzda; namazı dosdoğru kılın.   Namaz; şüphesiz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur.

104  — O (düşman olan) kavmi aramakta gevşek dav­ranmayın. Siz acı çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Halbuki siz, Allah'tan onların bekle­medikleri şeyleri bekliyorsunuz. Ve Allah Alîm, Hakîm olandır.

 

Namaz ve Cihâd

 

Başka namazlardan sonra meşru' ve teşvîk edilmiş olmakla bir­likte Allah Teâlâ bu âyette korku namazının peşinden Allah'ı çokça anmayı emretmektedir. Zîrâ namazın rükünlerindeki hafifletme ve başka namazlarda olmayan gidip gelme ve benzeri ruhsatlardan dolayı burada Allah'ı çokça anma emri apayrı bir anlam taşımaktadır. Allah Teâlâ haram aylar hakkında : «Onlarda kendilerinize zulmetmeyiniz.))

 (Tevbe, 36) buyumyor. Haram ayların dışında kişinin kendine zul­metmesi elbette yasaklanmıştır. Fakat bu aylardaki bu yasak bu ayla­rın büyüklüğü ve harâmlığı sebebiyle daha da anlamlıdır, Allah Teâlâ bunun içindir ki; burada da: «Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otururken, yanlarınız üstü yatarken de (diğer hallerinizde de) Allah'ı anın.» buyurmuştur.

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Emniyete kavuştuğunuzda (emniyete kavuşup korku bittiğinde ve sükûnet hâsıl olduğunda) na­mazı dosdoğru (tâm olarak, emredildiğiniz şekilde hadlerine, huşû'una, secdelerine, rükû'larına ve bütün şartlarına uymak suretiyle) kılın.»

«Namaz, şüphesiz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farz. olmuş­tur.» âyetindeki ( Çi^ ) kelimesini İbn Abbâs, farz şeklinde tefsir etmiştir. Aynı tefsir Mücâhid, Salim îbn Abdullah, Ali İbn el-Hüseyn, Muhammed îbn Ali, Hasan, Mukâtil, Süddî ve Atiyye el-Avfî'den de rivayet edilmiştir.

Abdürrezzâk'ın Ma'mer'den, onun Katâde'den rivayetine göre; İbn Mes'ûd, «Namaz, şüphesiz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Haccın vakti gibi namazın da bir vakti vardır.

Zeyd İbn Eşlem de bu âyet hakkında şöyle demiştir : Dağınık ve -değişik vakitlerde belli bir farz olmuştur. Bir yıldız geçince başka bir yıldız gelir. Yani bir vakit geçince diğer bir vakit gelir.

Allah Teâlâ : «O kavmi aramakta gevşek davranmayın.» buyuru­yor ki; düşmanlarınızı aramakta (peşlerinden gitmekte) zayıt davran­mayın, bu konuda gayretli olup onlarla savaşın ve onlar için her bir gözetleme yerinde oturun, demektir. Allah Tealâ : «Siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar.» buyuruyor ki; size nasıl yara ve öldürülme isabet etmişse aynı şey onların da başına gelmiştir: Başka bir Ayet-i kerîme'de de Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Eğer size bir yara dokunduysa şüphesiz o kavme de o kadar yara do­kunmuştur.» (Âl-i îmrân, 140).

Bundan sonra: «Halbuki siz Allah'tan onların beklemedikleri şey­leri bekliyorsunuz.» buyuruyor. Yara ve acılara dûçâr kalma bakımın­dan siz ve onlar eşitsiniz. Ancak siz Allah'tan sevâb, zafer ve destek­lenme bekliyorsunuz. Halbuki onlar böyle bir şey beklemiyorlar. O hal­de sizler cihâda onlardan daha lâyıksınız. Allah'ın kelimesini (dinini) doğrultmak ve yüceltmekte arzu ve isteğiniz daha şiddetli olmalıdır. «Ve Allah Alîm, Hakîm olandır.» Kaza ve kaderinde, şer'î ve kevnî hü­kümlerinden yerine getirip terkettiğinde O, hikmet ve' ilim sahibidir. Her durumda hamdedilen de O'dur.[24]

 

İzahı

 

İnsanın Kâinattaki Yeri Ve İbâdet Vazifesi

 

İnsan, kalb ve aklıyla, şeref ve özelliğiyle; kıyam, rükû', sücûd, Allah'a hamd etme, O'nu tenzih etme ve O'nu lisânına fütur gelmeden anma gibi ibâdetleri devamlı yapmaya yaratıkların hepsinden daha lâ­yıktır. Cenâb-ı Hakk'm özellikle insana bahşettiği lutuflar ilâhî itinâya mazhar oluşu ve bir sağanak yağmuru gibi üzerine yağan nimetler, bu ibâdetin kesilmemesini ve insanın, bu namazdan bir an olsun yüz çe­virmemesini, Cenâb*ı Hakk'ın şu sözüyle vasfettiği melekler gibi olma­sını icâb ettirir:

«Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur. O'nun huzûrundakiler kendisine ibâdet etmekten asla kibirlenmezler, yorulmazlar da. Onlar gece gündüz ara vermeyerek O'nu tesbîh (ve tenzih) ediyorlar.» (En­biyâ, 19-20).

Fakat insan, yeryüzünde Allah'ın halîfesi olarak seçildi. Bu makam için hazırlandı, kendisinde şehvetler yaratıldı, seçme yeteneği verildi ve ona duygular, şefkat ve istekler, sevgi ve merhametler, elem ve lezzetler verildi Bunların yanında ona, Allah'ı bilme kabiliyeti ve Allah'ın yer­yüzüne serpiştirdiği nimetleri, güç ve enerjileri kullanabilme istîdâdj verildi. Cenâb-ı Hakk'ın, meleklerden ayrı olarak husûsiyle insana eş­yanın ismini öğretmesi, yaratılışındaki bu istidada işaret ve onun yer­deki vekâletinin bir belirtisi, aynı zamanda hâkimiyet ve tasarruf hak­kının kendisine verildiği yer gezegeniyle irtibatını sağlayan anahtarlar­dan biridir.

Beş vakit namaz, Allah'ın (celle celâlühû) «Namaz, mü'minler üze­rine vakitleri belli bir farz olmuştur.» buyurarak ta'yîn ettiği, ayrıca Kur'an'da işaret buyurduğu vakitlerde edâ edilir. Namazların sayılı rek'atleri vardır, beş vakit namaz da devamlı ona göre kılınır.»Peygam­ber (s.a.) hayâtı boyunca, hattâ savaşlarda bile bu şekilde kılmıştır. Bu husustaki haber, hiç bir ümmetin ibâdetinde ve tarihin hiç bir dev­rinde görülmemiş kuvvete, nesilden nesile —bir gün bile ara verme­den, hattâ en nâzik ve kritik zamanlarda bile— tevatür yoluyla akta-nlagelmiştir.

Vakit ve rek'atlanyla bu beş vakit namaz; yalnız ruhların tabibi değil, aynı zamanda yaratıcısı olan Mûcid-i Hakîm'in koyduğu ruhî ve­cîbeler ve sıhhî devalardır. Öyleyse mutlaka onun hikmetine ye teşrî'İne îmân etmek ve boyun eğmek lâzımdır. Aynı şekilde namaza sımsıkı sa­rılmak ve vaktinde kılmak gerektir. Çünkü o vakitlerin sırrım, onlar­daki tecellîleri, inen rahmet ve bereketleri ve onlarda güneş ve yıldıza tapanlara, put ve ateşe ibâdet edenlere muhalif olarak, Allah için ya­pılan ibâdetlerin getireceklerini hiç kimse hakkıyla bilemez. İnsan ne­silleri ve akl-ı selîm; kendi cinslerinden olan aynı seviyedeki tabîb in­sanların; bâzı sınırlı tecrübe ve tahminlere dayanarak yaptıkları tav­siye, perhiz ve irşâdlanna öteden beri uyagelmiştir. Bir insanın tavsi­yesine bu derece uyulursa, hakîm olan : «Her şeye hilkatini veren sonra da yolunu gösteren» (Tâhâ, 50) Allah'ın emrine nü uyulmayacak. «Ya­ratıp duran (Allah) mı bilmeyecekmiş? O, lâtîfdir, her şeyden haber-, dardır.» (Mülk, 14)

Gece ve gündüz namazların tekerrüründe ve birbirlerinin ardından gelmelerinde; derin bir hikmet, ruhlar için bir gıda ve nefisleri Al-lah'dan gaflet etmekten koruma, aynı zamanda kalb ve ruha madde­nin hâkim olmasını önleme vardır. Veliyyullah Dihlevî her gece ve gündüz namazların tekrarı ve birbirlerini ta'kîb etmelerindeki hikmet hak­kında şöyle, der : Ümmet-i Muhammed'in işi, ancak sık şık nefsini kont­rol etmekle tâm ve mükemmel olur. Bunun için müslüman, namazı kıl­madan önce ona hazırlanmalı ve onu beklemelidir. Zâten kıldıktan sonra namazın zevkinin devam etmesi ve nurunun yağmasının kesil­memesi, namaz hükmündedir. Böylece vakitlerinin tamâmı değilse bile, ekserisi namazla meşgul olarak geçmiş olur. Tecrübe etmişizdir ki, gece kıyam etmek isteyen kimse hayvanca bir uykuya dalmaz. Gönlü dün­yalık bir şeye takılan, namaz veya virdini kaçırmak istemeyen biri de hayvanlaşmak (hayvanca uykuya dalmak) için soyunmaz. îşte Peygam­ber (s.a.) in: Uyumayıp döşekte sağa sola dönen kimse... sözünün sırrı budur. Allah'ın şu sözünün sırrı da aynıdır:

«(Öyle adamlar) vardır ki, onları ne bir ticâret, ne bir alışveriş Allah'ı zikretmekten alıkoymaz.»  (Nûr, 37)

 

Namazın İslâm Dinindeki Yeri:

 

Mutlaka teşrî'in hikmetine ve namazın, Allah'ın kullan üzerinde farzı olduğuna; dînin direği, müslümanlarla kâfirler arasında alâmet-i farika ve kurtuluşun şartı, îmânın bekçisi bulunduğuna inanmak ve boyun eğmek gerekir. Cenâb-ı Hak namazı, hidâyete ermenin ve takva sahibi olmanın temel şartı saymış ve şöyle buyurmuştur:

«Elif, Lâm, Mîm. Bu, O kltâbdır ki kendisinde hiç şüphe yoktur. (O) takva sahipleri için doğru yolun ta kendisidir, onlar ki gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızk olarak verdiğimizden infâk ederler.»  (Bakara. 1 - 4).

«Hakikat iyi temizlenen ve Rabbının adını zikredip de namaz kı­lan kimse umduğuna erişmiştir.» (A'lâ, 14 -15)

«Namaz kılanlar öyle değil. Onlar namazlarına devam edenler­dir.» (Meâric, 22 - 23)

«(Öyle mü'minler) ki onlar namazlarına devam ederler.» (Mü*-minûn, 9)

«Sizi cehenneme sokan nedir? (Günahkârlar) derler ki; biz, na­maz kılanlardan değildik.» (Müddessir, 42 - 43)

Münafıklar hakkında da şöyle buyurmuştur :

«Hakîkat, münafıklar Allah'a oyun etmek isterler. Halbuki O, kendi oyunlarını başlarına geçirendir. Onlar namaza kalktıkları vakit üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar.» (Nisa, 142)

Namaz; hür ve köleye, fakir ve zengine, hasta ve sağlama, mü-sâfir ve müsâfir olmayana mutlak surette ve devamlı olarak farzdır. Rüşdüne ermiş kimseden hiç bir hâl-ü kârda, hattâ harp meydanın­da bile sakıt olmaz. Muhtelif şartlarla ve muayyen vakitlerde farz olan oruç, zekât ve hac böyle değildir. Bunun içindir ki,  «Korku Namazı» meşru'kılınmıştır. (...)

Cenâb-ı Hak Rasûlüne hitaben şöyle buyurmuştur:

«Sana ölüm gelinceye kadar Rabbına ibâdet et.» (Hicr, 99) Kim, ma'rifetinin üstünlüğünden, yakîn ve müşahedeye ulaşmış olmasın­dan, İslâm.uğruna yaptığı güzel cihâd ve mücâdelelerinden veya geç­mişinden ve birçok eserlerinden ötürü bu farzın (namazın) kendisin­den düşeceğini sanırsa, kendisini büyük bir tehlikeye atmış olur.

Herhangi bir şeye güvenip namazı bırakanın hali, aynen gemi yol­cularından —faziletli ve hakîm (!) olan— birinin, gemideki lüzumlu bir tahtayı fuzûlî sayarak parçalaması veya can alıcı noktalardaki çi­vileri israf sanarak fodulluk yapıp onları sökmesi gibidir ki; bu hal, hem gemiye hem de kendisine felâket getirir ve korkunç faciaya se­bep olur.

Namazda, îman ve dînin selâmetinin sırrı, Allah'a ulaşmanın, İs­lâm dâiresinde kalmanın ve mü'minler dizisine eklenmenin hikmeti vardır ki; bunu ancak Allah bilir. Bâzı arifler buna şöyle bir misâl vermişlerdir:

Aklı başında zenginlerden birinin göz alıcı bir bahçesi vardı. Ölüm yaklaşınca, oğlunu çağırıp ona şöyle dedi: Bu bahçeyi, ağaç ve çiçek-leriyle, bitki ve otlanyia, hiç bir şey kesmeden, hiçbirine luzûm kalma­dı demeden olduğu gibi muhafaza etmeni tavsiye ederim. Çünkü hep­si bir sebebe dayalı ve hepsinin gizli bir faydası vardır. Adam ölüp iş çocuğuna intikâl edince, bir bitkiyi suyunu çekmiş ve kurumuş gördü. Kendisine göre bu bitki boş yere 4uruyor ve bahçenin güzelliğini bo­zuyordu. Tuttu onu kökünden söktü. Az sonra onun yerine bir yılan girdi ve bahçe sahibini soktu, o da derhal öldü. Geride kalan insanlar anladılar ki, o bitkinin kökü ve etrafındaki toprağı, yılan, çıyan ve bütün haşerât için bir barikat teşkil ediyormuş, onun bulunduğu yere haşerât glremezmiş.

Aynı şekilde; gaye ve neticelere ulaştığına güvenerek, namazın da o gayeler için farz .kılındığına ve onlara köprülük yaptığına inana­rak veya müslümanlara yaptığı bir hizmete, geçmişteki ibâdetlerinin çokluğuna, müslümanlar için büyük faydalar sağlayan işlerle meşguli­yetine veya uzun cihâd ve mücâdelelerine güvenerek namazı terke-den de; kendisini tehlikeye, amellerini yok olmaya, îmânım da kay­bolmaya mahkûm etmiş olur ve kurtların kapıp yediği, sürü ve çoban­dan ayrılmış koyuna döner.

Namaz, beşer cinsine has tabu ihtiyâçları karşılar. Namaz insandaki eksiklik, zayıflık ve isteme, sığınma, sarılma, duâ etme ve yalvarma ar­zularını karşılaması yanında, zengin ve kuvvetli, cömert ve kerîm, Rauf ve Rahîm, koruyan ve önleyen, veren ve bol bol saçan birinin eşiğine kendini atma isteğini de tatmin eder. Aynı zamanda vefakârlık ve şük­retme, sevgi ve şefkat, mütevazı' olma ve boyun eğme, kulluk ve zelîl olma isteklerini de karşılar. İnsan bu hususta aynen balık gibidir. Balık susuz yaşayamaz; sudan çıktı mı tekrar ona ihtiyâç hisseder. Suya dal­mak için can atar. îşte Peygamber (s.a.) in: Gözümün aydınlığı na­mazda kılınmıştır, sözüyle, müezzini Bilâl (r.a;) e söylediği: Namaza kamet getir de, bizi rahata kavuştur, sözünün mânâsı budur.

Namaz mü*min için; kimsesiz ve bîçâre yetîme açılan bir anne ku­cağından daha sıcak ve daha yakındır. Çocuk, terslenip azarlandığında, acıkıp susadığında veya korkup ürperdiğinde nasıl kendisini annesinin kucağına atarsa; namaz da aynı şekilde müslümanın sığınağı ve ken­disiyle Rabbı arasında uzanan, kopması mümkün olmayan, sanlabile-ceği yegâne iptir. O namaz ki; ruhun gıdası, yaranın yargısı, nefislerin devası, feryâd edenlerin ilk yardımı, korkanın emniyeti, zayıfın kuvveti ve silâhsızın silâhıdır. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuş­tur:

«Ey îmân edenler, bir de namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah (in yardımı) sabredenlerle beraberdir.» (Bakara, 238) Peygamber (s.a.) de netameli bir işle karşılaştığında namaza koşardı. Huzeyfe (r.a.) bu hususu şöyle anlatır:

«Peygamber (s.a.) i netameli bir iş sıkıştırdı mı namaz kılardı.» Ebu'd-Derdâ'nın rivayeti de şöyledir:

Fırtınalı bir gece oldu mu Peygamber (s.a.) mescide koşardı, fırtına dininceye kadar (da orada kalırdı). Semâda, ay veya güneş tutulması gibi bir hâdise oldu mu Peygamber (s.a.) namaza dururdu. Ortalık açı­lıncaya kadar (devam ederdi).

Ashâb-ı güzîn'in de durumu bundan farklı değildi; Ebu Davud'un Nadr'dan tahrîcine göre o, şöyle demiştir: Enes (r.a.) zamanında bir karanlık oldu. Ona gelerek: Ey Ebu Hamza, peygamber zamanında böyle şeyler başınıza gelir miydi dedim. Allah korusun, rüzgâr şiddet­lendi mi, kıyamet olabilir korkusuyla mescide koşardık, dedi.

Ashabın namaza olan. şevk ve aşkları, onu insan nefsinin sevdiği her şeyden üstün tutmaları ve namazın uğruna hayatlarını tehlikeye atmaları, müşriklerce bile bilinirdi. İmâm Müslim'in Câbir (r.a.) den rivayetine göre o, şöyle demiştir:

Rasûlullah'la birlikte Cüheyne'den bir grupla savaştık. Şiddetli şekilde çarpıştılar... (nihayet Câbir şöyle dedi) onlar dediler ki: Onla­rın (müslümanların) namaz vakitleri gelecek ki, namaz onlar için çoluk-çocukîanndan daha sevim'/idir.[25]

 

Diğer Dinlerde «Namaz»

 

tslâmiyetteki diğer namazlardan, şekillerinden, rûh ve hayattaki te'sîrlerinden bahsetmeden önce; İslâm'dan evvel gelip, zamanımıza ka­dar devam etmiş olan dinlerdeki namaza, inceleyici bir göz atmak ve onun, adı geçen dinlerdeki anlamını, hakîykatini, durumunu, ahkâm ve âdabını mümkün olduğu kadar öğrenmek yerinde olacaktır. Söz ko­nusu namazın özüne ve hakikatine; bir sürü görüşler, tefsirler, kıyâs ve tahminlerin içinden çıkıp ulaşmak, Islâmiyetteki namazlarda yap­tığımız gibi bütün detayları ve incelikleriyle tablolarını ortaya koya­bilmek cidden zor bir iştir, hattâ imkânsızdır. Fakat mutlaka karşılaş­tırmalı bir araştırma ve sağlam bir bilgiye dayanan hüküm de lâzımdır. İslâmiyeti, getirdiği ahkâm ve âdabı, bu dinin asırlar geçmesine, men-sûblannın çeşitli milletlerden olmasına rağmen nasıl aslını koruyup her türlü tahriften uzak kalabildiğini takdîr etmek İçin de bu (karşı­laştırmalı araştırma) şarttır.

 

a- Yahudiler

 

Yahudilik tarihinde namazın tesri' tarihçesi, ahkâmı ve durumu büyük bir kapalılık arzetmektedir. Bunun içindir ki, bütün asır ve ne­sillerde kılmagelen namaz için tek ve açık bir suret ortaya koymak zprdur. Çünkü Yahudilikte namaz, îslâmiyetteki namazın hilâfına, za­manla ve olaylar karşısında asliyetini kaybetmiş, büyük değişikliklere uğramıştır. Hâlen de yenileme ve geliştirme akımlarının te'sîri altın­dadır. Binâenaleyh bir araştırıcının, Yahudilik tarihinin derinliğine inip de; Yahudi Peygamberlerinin, hahamlarının ve fakîhlerinin kılmış ol­dukları namaz şudur, diyebilmesi güçdür. Biz burada, büyük bir Yahûdî bilgininin —ki Amerika Birleşik Devletleri'nde büyük bir Yahûdî Fa­kültesinde «Yahudilik Dini» kürsüsünün profesörüdür— konuyu özet­leyen sözlerini takdim ediyoruz. (Samuel S. Cohon, professor of Gevish Theology At The Hebrew Union College, Omcinnati, Ohio.) Samuel S. Cohon diyor ki:

«Tevrat'ta namazı emreden açık bir nass olmamakla beraber —çün­kü ahd-i kadîm'tie geleneksel ibâdetler hemen hemen kurbanlara mün­hasır idi— (Fakat daha evvelki kitaplara hâkim olarak gelen Kur*an, yahûdîlerde namazın olduğuna ve sâlih olanların onu muhafaza ettiği­ne delâlet eden hususları zikretmiştir. Nitekim Enbiyâ sûresinde İbra­him, İshâk ve Ya'kûb hakkında şöyle vârid olmuştur: «Onları emri­mizle1 yol gösterecek rehberler kıldık, kendilerine hayırlı işler yapmayı, dosdoğru namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize ibâdet edi­cilerdi.» Meryem sûresinde İsa'nın kendi hakkındaki sözü ise şöyledir: «Ben her nerede bulunursam mübarek kıldı. Bana, ben hayatta oldukça, namazı, zekâtı emretti.» Âl-i İmrân sûresinde de şöyle vârid olmuştur : «Ey Meryem huşu1 ile Rabbm dîvânına dur, secdeye kapan, (Allah'a) rükû' edenlerle beraber eğil (cemaatla namaz kıl.)» Anlaşılıyor ki ya-hûdîler, çok eskiden namazı bir kenara itmişler. Yine Meryem sûresin­de Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır : «İşte bunlar, Allah'ın kendileri­ne nimetler verdiği Peygamberlerden, Âdem'in zürriyetinden, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan, tbrâhîm ve İsmail'in neslinden, hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara çok esirgeyici (Al­lah'ın) âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. Son­ra, arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar, şehyet-lerine uydular. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasına uğrayacaklar­dır.») v Yahudiler duâ ve ibâdeti Allah'a.yaklaşma vesilesi telâkkî et­mişlerdir. Yahûdî Peygamberleri, bazen mistik bir hayat yaşamış, tevbe ve istiğfarla vakit geçirmişlerdir. Meselâ, Peygamber Yeremiyâ, hayâtm dağdağa ve külfetlerinden kaçıp tevbe ve tezellülle vakti geçirmiş, Bâbil sürgününde bulunan Yahudilere de ibâdet ve duâ yoluyla Allah'a yak­laşmalarını ve O'nun için nefislerini hazırlamalarım tavsiye etmişti. Mezmûrlann müellifleri de bu yolda devam etmişlerdir; bunların din­darlık ve takvaları, Yahudilikteki ferdî ve toplu olarak yapılan namaz­ları meydana getirmiş ve onları kendilerine has olan şekillerle klişeleş­tirmiştir.»

Tevrât'da namazın aslım araştıran Yahûdî hahamları, namaz mef­hûmunu «'Teşriiye» kitabında yer alan bir âyetten çıkarmışlardır. Bu âyette deniliyor ki: «Sen O'nu seversin, bütün kalbinle ve ruhunla O'na ibâdet edersin.» (Tesniye, 12, 10).

Duâ ve ibâdet anlamına gelen îbrânice kelimeler, Yahûdîlerdeki na­maza ve ondan kasd olunan mânâya delalet etmektedirler. Bu deyimle­rin en meşhuru «Tephillahndır ki, bunu «Goldziher» Hâkim olan Al­lah'a yalvarma ve O'na teslîm olma şeklinde tercüme etmiştir.

Ahbâr devrinde ferdî ve toplu namazlar; sabah, öğle ve gurûb vak­tinde olmak üzere üç vakitti. Heykel devrindeki dindarların yaptıkları da bu şekilde idiv Bu üç vakit namaz (duâ demek yerinde olur) ve üs-lûblan, cumartesi gününün üslûblan, yeni ay namazı, ilâve edilen mukaddes günler namazı, özel keffâret günü namazı; Heykel devrin­deki kurban ve diğer ibâdetlere denk sayılmıştır. -

Yahûdîlerdeki geleneksel ibâdet sistemi; namazda kadınla erke­ğin ayrı olmasını emrettiği gibi, başın örtülmesini, rükû' şeklinde eğil­meyi, (anlaşıldığına göre yahûdüerde secde yoktur. Kur'an-ı Kerîm on­ların namazından bahsederken rükû' ile yetinmiştir: «Rükû' edenlerle rükû' et.») muayyen namazlarda ayakta durmayı, «Amîdâh» ve «He-zekiel))in baş kısmı okunurken üç adım kadar namaz kılanın (duâ ede­nin) geri çekilmesini de îcâb ettirmektedir.

Sabah namazında (duasında) bir duâ atkısı «Tallıt» örtünülür. Sol pazu ile alına, muskayı andıran «Duâ kayışı» takılır ve bunu yap­mak onüç yaşını geçmiş erkekler için mutlaka lâzımdır. Keffâret gü­nünde, «ölümden sonra kefende kullandıkları» beyaz bir takke kulla­nılır. Yahudilikte, «Hepsi Allah'ın önünde eşittir» diye hahamlarla di­ğer namaz kılanların arasında fark gözetilmemiştir.

Yahûdîterdeki yenilikçi kuşak; ibâdette, ruha daha te'sîrli olur dü­şüncesiyle müziğe çok önem vermişler, hattâ her namaz için ayrı bir makam ve beste seçmişlerdir. Zevk ve estetik düşkünü bu kuşak; cisim hareketlerini azaltmış, kadın ve erkeklerin ayrı saf tutuşlarını kaldır­mış, baş örtmeyi ve özel elbise giymeyi lağvetmiştir. Bu kuşak, kutsal sayılan günler ve cumartesi gününün namazıyla iktifa edince, duâ ka­yışlarına ihtiyâç kalmamış; ayakta durmak, susmak ve baş eğmek gibi hususlar da çok mahdut olan özel zamanlarda yapılır olmuştur.

Yahudilikteki namaza (duâ) müziğin eklenmesi, namazın birçok bölüm ve maksatları için büyük bir cinayet olmuştur. Gerek reformcu­lar gerek muhafazakârlar, yahûdî olmayan müzisyenlerin koyduğu mü­zikler dolayısıyla ibâdetin ruhu olan huşû'dan ve hem kalb, hem de kalıpla Allah'a yönelmekten tamamen uzaklaşmışlardır. O müzikler ki, yahûdî sinagoglarım içten yıkmış ve ibâdet sistemlerini altüst et­miştir. (Judasm, A. Way of Ufe page : 298, 316-to-318-And-358-to-360.).

«Yahudilik Ansiklopedisi»ndeki «Yahûdîlerde Namaz» başlıklı yazı, yukarda anlatmaya çalıştıklarımıza ışık tutucu mâhiyette olduğu için ondan bazı pasajları alıyoruz : «Yahudiler Rablannın huzuruna çıkmak için lüzumlu hazırlıkla emrolunduğundan...» Yahudiler namazdan önce özel hazırlıklar yaparlardı. Dînine bağlı eski yahûdîler, bu hazırlıklar için tâm bir saatlerini harcar ve büyük bir itinâ ile cisimlerini yıkar­lardı. Ayrıca Üzeyr Peygamberin emrini yerine getirmek için de özel .namaz elbiselerini giyerlerdi.

«Namaz Duası», Kudüs'e dönülerek ayakta okunur. Bundan dolayı buna «Amîdâh» denilirdi.

Namaz (duâ) kılan kimsenin, yüksek bir sekide değil, alçak bir yer­de kılması lâzımdır; ayaklar da meleklerin yaptığı gibi birbirine bitişik ve doğru olmalıdır. Ellerini uzatmalı ve «Hâkim-i Mukaddes»e kaldır­malıdır. Başmı öne eğmeli, gönlünü yücelere bağlamalıdır. Duâ eden, hamd ve ta'zîm esnasında rükû'a varır ve bismillah diye kalkar.

«Amîdâh» dan sonra üç adım geriler, sonra sağa sola eğilir. Bu hal, eskiden pâdişâhlardan izin alma ameliyesine benzemektedir.

Cemaatla namaz, en azından on kişiyle kılınır. Namazın (duanın) umûmî bir yerde edası, son derece güzel sayılır. Genç kızlar hâriç, erkek ve kadınlara bu vâcibtir.

Namazdaki duâ ve tahmîdlerin, seksen peygamber devrinde ve yüz-yirmi sâlih kimse tarafından te'lîf edildiği ileri sürülür. Bu söz konusu duaların, insanlara sözlü olarak mı öğretildiği, yoksa yazı halinde mi tesbît olunduğu bilinmemektedir. Anlaşılan şudur ki; insanlar, bunları uzun bir müddet ezberlemiş ve dilden dile intikâl ettirmişlerdir. Bu hal Geonic zamanına kadar devam etmiştir.

Johannah'a göre, günde bir namaz kâfidir. Fakat diğer yahûdî ileri gelenlerine göre ise, oruç günlerinde dört, diğer günlerde üç defa na­maz kılınmalıdır.

Samuel ise şöyle der : «Gündüz kılınan üç namaz, gündüzün üç de­ğişikliğiyle ilgilidir. Bunlar da; güneşin doğma esnası, öğleyin ve gurûb zamanlarıdır.  (Jewİsh Encyclopaedia.)

 

b- Katolik Hıristiyanlar:

 

Dördüncü asırda İznik'te toplanan konsül («Din ve Ahlâk Ansiklo­pedisinde «Hıristiyanlarda Namaz» makalesini yazan yazar, Hz. isa'nın havralara gittiğini ve yahûdîlere namazlarında iştirak ettiğini, eski hı-ristiyan ileri gelenlerinin de aynı şeyi yaptığını, hıristiyanlıktaki iba­detin bu Uk hıristiyan neslinin hareketleri üzerine kurulduğunu, hıris­tiyan kilisesinin yahûdîlikle alâkasını kesmediğini, yahûdîliğin hıris­tiyan kiliseleriyle ilişkisini kestiğini ileri sürer.) Hıristiyanlıktaki na­mazı kabul ve tesbît etmiştir. Bugün dahi Vatikan, onun üzerinde rotüş ve değişiklikler yapıp Katolik hıristiyan âlemine göndermektedir. Aynı şekilde, ileri gelen kiliseler de onda (namazda) değişiklik yapabilmek­tedirler. Katolik kilisede yapılan geleneksel mistik namazdan bir örnek:

Papaz kiliseye girer, içerdekiler hürmeten ayağa kalkarlar. Na­maza (ibâdete) niyet ederek «Pederin, Oğulun ve Rûh'ül-kıidüs'ün is­miyle kilise Mezbahına ibâdete yöneliyorum» der. İşte burada papazla cemâat arasında, Allah'ı, takdîs ve O'na sena hakkında karşılıklı ko­nuşma cereyan eder.

Sonra papaz, günâhlarını itiraf ederek şöyle der : «Ben Kadîr olan Allah'a, Meryem-i Azrâ'ya, Mîkâîl meleğe, vaftizci Yahya'ya Allah'ın mübarek elçileri olan, Petrus ve Pavlos'a ve bütün hıristiyan azizlerine şehâdet eder ve itiraf ederim ki, ben gerek fikrî, gerek lisânî, gerek amelî yönden sayılamayacak kadar çok hatâ ve günâh irtikâb ettiın. Onları ben yaptım ve yalnız ben sorumluyum. Bundan dolayı Meryem-i Azrâ'dan, mübarek Mîkâîl'den, vaftizci Yahya'dan, Petrus ve Pavlos'-tan, bütün azizlerden ve siz kardeşlerimden, benim için, her şeyin sa­hibi Allah'a duâ etmenizi istirham ediyorum.»

Orada bulunan cemâat «âmîn» der ve aynı duâ ve isteği tekrarlar. Bu defa papaz, bu isteğe duâ ile karşılık verir, cemâat de «âmîn» der, sonra papazla cemâat arasında, umûm için dua, rahmet, selâmet ve mağfiret istemeler devam eder.

Sonra papaz Mezbah'a çıkar ve Allah'ın (kendi anladıkları mânâda) günâhları affetmesi için latince duâ okur, Mesîh ve kilisede hâtıraları bulunan azizler vasıtasıyla tevessül eder, sonra papaz: «Allah'ım bize merhamet et! Ey îsâ bize merhamet et!» der. Cemâat da «Ey îsâ, bize merhamet et!» diye iki defa tekrarlar, sonra papaz ve cemâat tekrar Allah'dan merhamet dilerler.

Kilisede ibâdet vakitlerinde okunan Gloria'ya gelince; bu, hamd ve senayı içine aldığı gibi, onda peder, oğul kelimeleri de tekrarlanır. Ay­rıca Hz. îsâ'nın Allah'ın kuzusu olduğu, kulların günahlarını affettiği, Allah'ın sağında oturduğu ifâde edilir ve tekrar O'ndan rahmet istenip O'nun herşeyin mâliki ve herşeyin yücesi olduğu dile getirilir.

Kitâb-ı Mukaddes'ten, papazın ta'yîn ettiği bir parça okunur ve cemâat ona hürmet olsun diye ayağa kalkar.

Katolik kilisesinde pazar günü yapılan haftalık namaz (ibâdet), diğerlerinden; durumun icâbına göre okunan bir hutbe ve inanç taze­lemekle, ayrılır. Bu esnada Hz. îsâ; Allah'ın biricik oğlu, Allah'tan ya­ratılma, bütün zamanlardan önce, rablann rabbı, nurun nuru, hak ilâh, pedere varlığında ortak, onunla herşey var oldu ve bizim kurtuluşumuz için semâdan indi... gibi sıfatlarla nitelendirilir. İşte o zaman, oradaki­ler diz çökerler. Bunlardan başka Hz. îsâ'nın, Rûh'ül-Kudüs ve Meryem-i Azrâ vasıtasıyla insan şeklinde göründüğü ifâde edilir. Böylece bu söz­ler; Hz. îsâ'nın ilâhlık sıfatlarını, çarmıha gerilmesini, dünyadaki ki­liselerin birliği meselesini ve onların hidâyet merkezi oluşlarını, vaftiz-cüiği, cesedlerin haşrini ve ba's-ü ba'd el-mevt'i... içine alır.

Namazı (ibâdeti), şaraplı kutsal ekmeği (Kominyon) yeme faslı ta'kîb eder. Bunun aslı şudur: Eskiden kiliseye gidenler, beraberlerin­de ekmek ve şarap götürürler ve kilisenin kurbanlığına takdim eder­lerdi. Papaz da ekmeği şaraba batırırdı. Bu ekmekle şarabın, Mesih'in kanıyla etine dönüştüklerine ve yiyenin de Hz. İsa'nın kanıyla etini ta­şıdığına inanırlardı. Mukaddes ekmek (Kominyon veya Evharistiya), Hz. îsâ'nın sağlığında yediği son yemeği temsil eder. Şimdi Evharistİ-ya'nın yerini, kiliseye gelenlerin Piskoposlara verdikleri paralar tutmak­tadır. Fakat âyini idare eden papazların, mutlaka bu kutsal ekmekten yemeleri ve mevcûdlara dağıtmaları lâzımdır.

Bütün bu ameliyeler kısa bir duâ ile bitirilir, işte o zaman namaz (âyin) biter ve cemâat dağılır.

 

c- Protestanlar:

 

Gerek Metodist, gerek Anglikan bölümleriyle Protestan kiliseleri, Katolik namazına (âyinine); günâh itirafı, tevbe, îmân tazeleme, temel inançları sağlamlaştırma, hamd ve sena, duâ ve İncil okuma gibi hususlarda uyar. Şu kadar var ki, üslûb ve lâfızlar kiliselerin karar­laştırdığı tarzdadır. Bunun da bazı özellikleri vardır.[26]

Protestan kiliseleri, kat'iyyen laünceyi kullanmazlar, ikincisi de, bütün duaları ayrı makam ve besteler haline sokmuşlardır. Adı geçen kiliselerin özelliklerinden biri; Allah anılırken sükûtun hâkim olması ve Hz. îsâ'yı tannlaştıran açık ifâdelerin kaldırılması, diğeri de; bâzı dualar esnasında sükût ve düşüncenin mevcudiyetidir. Koro halinde okunan geleneksel duâ örneği:

«Ey semavî Peder, sevginle bizi Sen yarattın; sevgin üzerine bizi Sen devamlı kıldın; Senin sevgin, bizi mükemmelleştirecek. Biz bütün acizliğimizle itiraf ediyoruz ki, Seni bütün kalbimiz ve ruhumuzla sev­medik, Mesîh îsâ'nın bizi sevdiği gibi biz birbirimizi sevmedik. Ruhla­rımızda -hâlâ hayat vardır, fakat bizim bencilliğimiz bizi Senden uzak-latşırdı. Biz kendimizi Senin mukaddes ruhundan mahrum ettik, Senin yardım ve desteğinden gaflet ettik, geçmişteki hatalarımızı bağışla, şim­diki durumumuzu düzelt ve ruhunla istikbâlde bizi irşâd et ki, Mevlâ-mız ve Efendimiz olan Mesîh îsâ vasıtasıyla hem bizim, hem yarattık­larının nefislerinde, halketmekliğin azameti tecellî etsin.»

Anglikan kilisesindeki namaza (âyine) gelince : Âyinden evvel onu ilan eden çanlar çalınır. İncil'den bir parça okunur ve inançla ilgili söz­ler bir manzum eser gibi terennüm edilir.

özel durumlarda kutsal ekmek (Kominyon) âyini yapılır. Anglikan kiilsesine tâbi olanlar, bu hâtırayı (kutsal ekmek) canlandırmakla ne­fislerini temizlediklerine, ruhlarını kuvvetlendirdiklerine inanırlar.[27]

 

d- Hindular

 

Hinduizm'deki namaza (Daha doğrusu âyine) gelince: En bariz karakteri; zaman ve mekânların, mezheb ve mevsimlerin değişmesiyle, üslûb ve sistemlerinde değişikliğin meydana gelmesi ve zikzaklı bir halde olmasıdır. Bu konuda etüd yapan kimse, kendisini çukurlu, tüm-sekli bir mağarada zanneder. îşte Hindistan'daki yaygın olan gele­neksel, dinî sistem ve inançların en belirgin vasfı budur. Bundan dola­yıdır ki, dinler üzerinde etüd yapan bilginler, Hinduizm'i dinî yönden tam ve mantıkî olarak ta'rîf etmekte büyük zorluklarla karşılaşmış­lardır.

Hinduizm dinindeki mecburî ibâdet çok zikzaklıdır : Şartlan derin, durumu kapalı, üslûb ve sistemi darmadağınıktır. Şekil ve i'tikâd bir­liği yoktur. Bundan dolayıdır ki, bu konuda araştırma yapan; ne bir kitap, ne de bu dine mensûb meşhur bir yazarın yazısında tatmin edici bir açıklama, bütün incelikleri içine alan bir tablo bulabilir. Belki de-, Hinduizm'e mensûb büyük bir bilginin ortaya koyduğu ve bizim nak­letmeyi uygun bulduğumuz tablo, Hindistan'da en büyük yeri tutan ve oradaki ibâdet şekillerinin çoğunu içine alanıdır.

Madras Üniversitesi'nde Felsefe bölümünün direktörü olan T.M.P., Mahadevan «Hinduizm Dininin Özeti —Outlines of Hinduism» (299 sayfalık bir eserdir. The Tana Limited, Bombay, India) kurumu 1956 da neşretmiştir. Hindistan Reisicumhuru Râdâ Krişnen bir takriz yaz­mıştır.) adlı kitabında, söz konusu dindeki mistik ibâdet sistemini ele alarak diyor ki:

Vişnu ve onun insan şeklindeki suretleri ve Şiva'nın Putları, ma'-bedlerde tapılan, âmmenin kabulüne mazhar olmuş olan putlardır. Fakat kuzeyde «Krişnannm, güneyde «Kartikaya»nın pek çok olan put­ları Hinduizme mensûb halkın taptığı ve onların şahsında tek tanrıyı müşahede ettikleri putlardır.

Hinduizm'in mensubu, tanrısını evindeki misafir gibi telâkki eder, ma'bede gittiğinde beraberinde «Krallar Kralına» takdim etmek üzere meyve ve çiçekler götürür. Bunlar da onun putuna karşı olan sevgi ve ta'zîmini temsil eder. Tapınma sistemi, gerçekte insanın misafirine veya bir krala yaptıklarını taklîdden başka bir şey değildir: Putuna hoş geldin der, onun için ayrı bir yer ayırır, ayaklarım yıkar, sandal (Hindistan'da yetişen güzel kokulu bir ağaç) ve pirinç takdîm eder ki, bu hareket takdir ve bağlılığı sembolize eder. Putlara ipten gerdanlık­lar takılır, alnına sandalın suda eritilmiş hamurundan sürülür, bu­hurdanlıkla tütsü verilir, fenerler yakılır ve etraflarında dolaştırılır, önlerine yemek konur, daha sonra tünbül (ağzı tadlandıran bazı kim­yevî maddeleri ihtiva eden ve misafire ikram edilen bir yaprak) takdîm edilir, kâfur yakılır, hediye olarak altun takdîm edilir. Sonunda tanrıya veya tanrılara veda edilir.

Ma'bedlerde tanrılara, krallara yapılan muamele yapılır; müzik ve şarkılarla uyandırılır, sembolik bir yıkamadan sonra kral-vârî bir elbise giydirilir, zînet ve çiçeklerle süslenir. Çeşitli renkteki ışıklıklar etrafla­rında döndürülür, muayyen vakitlerde yemek takdîm edilir, her gün bir kral gibi tahta oturtulur ki, kullarını, bakmak suretiyle şereflen­dirsin, şikâyetlerini dinlesin, rahmet ve nimetine onları garketsin. Bayram ve özel günlerde bir kral edasıyla gezmeye çıkarılır.

Bu tanrısal sahne, kapkaranlık ve usandırıcı hayâtlarından kurtu­lamayanları aldatmak ve avutmak için Hindistan'daki bütün ma'bet-lerde oynanır.[28]

Bir Avrupalı yazar olan Louisrenon «Hinduizm» adlı kitabında Hinduizm'in ibâdet şeklini, yukarıda anlatılandan biraz daha geniş ola-rak şöyle anlatır:

«Çok eski çağlarda heykellere tapınma bilinmezdi. Fakat taş yont­ma ve heykeltıraşlık san'atı ilerleyince, putlara tapınma adeti de yayıl­maya başladı. Zamanla put yapmak, onu mukaddes bir yere dikmek, ona canlı imiş gibi bakmak ve onu yağlayıp boyamak vazgeçilmez bir gelenek halini aldı.»

«Dinî hareketin başlangıcı ve esâsı ibâdettir. Dindar toplumlarda yaygın olan yolu da; «tapanın» tanrısını bir misafir gibi karşılaması, onu yıkayıp giydirmesi, süsleyip püslemesi, sonra ona yemek takdim et­mesi, onun etrafına kokular saçması, mum veya fener yakıp etrafında şarkı söyleyerek dolaşması şeklindedir. Bâzan putunu tantanalı bir şe­kilde dışarı çıkarır ki, böylece eski dinî efsânelerle halk efsâneleri ka­rışmış ve birleşmiş olur. Bu âdetler ma'betlerde toplu olarak icra edilir, ferdin de kendine hâs bazı vazifeleri vardır.»

«Bazı insanlar —belki de ezici bir çoğunluk— putlara bizatihi tan­rı gözü ile bakarlar ki, buna putperestlik denir. Bazıları da putları, mu­ayyen kıymetlerin sembolü telâkkî eder. Bunlara göre putlara yapılan tapınma ve takdis, bu manevî kıymetleri cisim haline getirmek ve sem­bolize etmekten başka bir şey değildir.»

«Âbid —özellikle dinine bağlı olursa— tapınmaya başlamadan ön­ce büyük bir hazırlık yapar : Yıkanır, temizlenir, yiyeceklerini oruç veya rejimle sınırlar, cisim ve parmakların özel durumlarını muhafaza eder, nefsine gem vurur ve tanrının nefsine hâkim olduğunu gösterir, sü­kûnet içinde mukaddes sözleri (Minter) tekrarlar. Bu Minter belki bir, belki yüz veya daha fazla kelime olabilir. Bu kelimeler uzayıp, söyleyen tekrarladı mı mesele tamâm demektir, artık sesin ve lâfzın önemi yok­tur, çünkü bu ikisi mücerred şekildir. Bir âdet olarak söylenen bu söz­ler, bazan hiç bir mânâ ifâde etmeyebilirler. Bazan da bu Minterler, tan­rının basit isimlerini ihtiva ederler: Râmrâm gibi. Bu tapınmalar, zihni bir noktada toplamaya yardım eder ve bunları yapanlar da, fer­din bu şekilde emniyet bulduğuna, ahidlerini yerine getirdiğine ve gü­nâhlarım affettirdiğine inanırlar.

«Şahsî ibâdet şekillerinden biri de mukaddes kitapları okumaktır. Daha fazlası da «Yog»da anlatılan özel bir yolla düşünceye dalmaktır. Bu tefekkür, bir nevî zühul ve benlikten sıyrılmayı doğurduğu gibi, ay­rıca ruhun sonsuzluk gerçeğine kavuşmasını da mümkün kılar. Bu ise, bütün Hind dinlerinin gerçek maksadı ve ana hedefidir.»

«Yapılması gereken ibadetler, aşağı yukarı ferdin evinde yapabile­ceği cinstendir. Ferd bunları; sabah, kuşluk ve akşam olmak üzere üç vakitte yapar. Birçokları da putlar ve geçmiş ataları için adaklar adar­lar.»[29]

Hindistan'ın çeşitli bölge ve muhtelif cemâatlanndaki ibâdet sis­temini araştıran kimse, bunların iki şeyde birleştiğini görür:

Birincisi: Müzik ve şarkı söylemeye son derece Önem verilmesidir ki, gerek evlerde gerek ma'bedlerde yapılan ibâdetler, şarkı ve çalgısız, özellikle el çırpmasız (bu, Gandi'nin her aksam yaptığı ibâdetinden ay­rılmaz bir parça idi. Onun ayrı bir usûlü vardı ki, adamları onu yeni misafirlere öğretirdi) hemen hemen yapılmaz. Müzik ve şarkı, Brah­manizm'in temel rükünlerinden biri sayılmıştır. Bu dinin bilgin ve filo­zofları; ibâdet edenleri —kadın ve erkek— duygulandırmak, aşka getir­mek için buna başvurmuşlardır. Tahrifata uğrayıp şirkin girdiği ve in­san tecrübesine dayanan bütün dinler, bu hususta Brahmanizm ile müş­terektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Câhiliyyet devri Arapları hakkında şöyle buyurmuştur : «Onların Beyt'teki namazları ıslık çalmak ve el çırpmak­tan ibarettir.» Bazılarının dediği gibi, her ne kadar bu neş'eli şarkılar, duygulu çalgılar ve tahrik edici alkışlar, his yönünden birşeyler ifâde ederse de, Allah'a ibâdetin îcâbı olan huşu' ve vakar yönünden pek çok zararı vardır.

Çeşitli zaman ve mekanlardaki ibâdet sistemlerinin birleştiği nok­tanın ikincisi: Putlara tapmak ve Hind felsefesi ile Hind dinlerinin puta tapmanın kıymeti ve faydalan üzerinde ısrar etmeleridir. Bu konuda etüd yapan kimse; Brahmanizm'in müceddidi ve ıslâh edicisi olan, onal-tıncı asırda yaşamış bulunan ve Hindistan'dan Budizm'i kovup Brah­manizm'i eski mevkî ve itibârına kavuşturan «Sankar Acharya» gibi bir adamın puta tapmayı savunmasına ve onu dinî zihniyetin gelişmesinde tabiî, bir merhale olarak kabullenmesine hayret etmekten kendini ala­maz. Bombay Üniversitesinin Hinduizm Araştırmaları kısmının direk­törü olan ve kendisi de bu dine mensûb bulunan Ghate «Din ve Ahlâk Ansiklopedisi» ndeki makalesinde şöyle der :

«Sankar Acharya, puta tapma düşüncesine karşı olmamış ve ona hücum etmemiştir, p, putları bir sembol olarak telâkki etmiş, aksine mistik sisteme (Ritualism), amel ve mükâfatı felsefesine çatmıştır. Fa­kat o (Sankar Acharya) âmme nezdinde kabul gören tanrıları savun­muş ve şöyle demiştir:

«Putperestlik, bizim tekâmül merhalelerimizden muayyen bir mer­halede tabiî bir ihtiyâcımızdır. Ne zaman ki, dinî rûh olgunlaşır ve er­ginlik çağına ulaşır, işte o zaman insan, putperestliğe ihtiyâç hisset­meyecek, yine o zaman sembol ve alâmetleri bir kenara atmak gereke­cektir.» (hEncyclopaedia of Religion and Ethics» 4th Edition, 1958 -Vol XI- Article - Sankar Acharya.)

Putperest olan filozof ve bilginler, buna ne kadar sembol ve geçici bir merhale gözüyle bakarlarsa baksınlar putperestlik; tevhîd inancı, Allah'a yalvarma ve ona karşı huşu' gösterme hususunda büyük cinâyet olmuştur. Çünkü puta tapanlar onlara-sİÖrt elle sarılmışlar, sıkıntı ve ihtiyâç anlarında onlara yalvarmış, bu şekilde yaşamış ve bu şekilde Ölmüşlerdir. Putperestlik merhalesini geçip nihâî hakikate ve bu tapın-malardaki gayeye —bu filozofların hayâl ettikleri gibi— ulaşan ve yal­nız Allah'a yalvarıp O'na ibâdet edenler, kırmızı kibrit ve Anka gibi hiç bulunmayan veya çok az bulunan cinsindendir bu memleket ve mil­letlerde... Belki de koskoca bir ülkeyi dolduran bir milletin içinde, böy-leleri parmak sayılarını bile geçmez. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hakk'ın İbrâhîm (a.s.) in ağzından belirttiği şikâyet, putperestler için tastamam doğrudur: «Rabbım, onlar insanlardan çoğunu sapıttı­lar.» Aslında bu putlar sapıttırmadılar ve onların dinî bir daveti de yoktur. Ancak onlar, kendilerine tapanların zihinlerini tam manâsıyla i§gâl edip ona hâkim olmuşlar ve onları bir olan Allah'a tapmaktan ala-koymuşlardır. Böylece onlar da Allah'a ibâdet etme saadetinden mah­rum olmuşlardır; bu ise, apaçık bir sapıklıktır.[30]

 

105  — Doğrusu Biz sana kitabı hak olarak indirdik ki; insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm ve­resin. Hâinlerin savunucusu olma.

106  — Ve Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir.

107  — Nefislerine hainlik etmiş kimseleri savunma. Allah, hainlikte direnen günahkârları sevmez.

108  — insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki Allah'ın razı olmayacağı sözü, geceleyin uydurup düzdükleri zaman da Allah onlarla beraberdir. Allah,"ya­pacakları her şeyi kuşatıcıdır.

109  — İşte siz öyle kimselersiniz ki; dünya hayatında onları savunuyorsunuz. Ama kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak? Yahut onlara kim vekil olacak?

 

Allah'ın Hükmü

 

Allah Teâlâ elçisi Muhammed (s.a.) e hitaben : «Doğrusu Biz sana kitabı hak olarak indirdik.» buyuruyor ki; bu kitâb Allah'dan gelen bir gerçektir. Haberlerinde ve isteklerinde o ancak hakkı içerir.

Allah Teâlâ: «İnsanlar arasında Allah'uı sana gösterdiği gibi hÜ-küm veresin diye Biz sana' kitabı hak olarak indirdik.» buyuruyor. Usûl âlimlerinden bazıları; Hz. Peygamberin içtihadı ile hükmetme hakkı bulunduğuna bu âyeti ve Buhârî ile Müslim de Hişâm İbn Urve kanalı ile... Ümmü Seleme'den rivayet edilen şu hadîsi delil getirirler : Bu ha­dîse göre Rasûlullah (s.a.) hâne-i saadetlerinin kapısında hasımların şamata yaptığını işitip yanlarına çıkmış ve şöyle buyurmuştur : Dikkat ediniz, ben ancak bir beşerim. Ben ancak işittiğime göre hüküm veri­rim. Olur ki sizden birinin delili diğerinden daha açık ve daha kuvvetli olur da; onun lehine hüküm veririm. Kimin lehine bir müslümanm hakkını hükmeder ve verirsem bu ancak ateşten bir parçadır. Onu di­lerse yüklensin, dilerse bıraksın.

İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'nin... Ümmü Seleme'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ansârdan iki kişi aralarında eski bir miras ko­nusunda Allah' Rasûlü (s.a.) ne gelerek hasımlaştılar.- İkisinin de delili (hücceti) yoktu. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: Siz hasımlar olarak bana geliyorsunuz. Ben, nihayet bir beşerim. Olur, ki bir kısmı­nızın delili diğerinden^ daha açık ve kuvvetli olur ve ben de işittiğime göre, aranızda hüküm veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkında bir şeyi (alarak) hükmedersem onu almasın. Zîrâ ben, ateşten bir parçayı ona kesip veriyorum. Kıyamet günü boynunda bir ateş maşasıyla o kişi gelecektir. Bunun üzerine her ikisi de ağlayıp her biri diğerine : Hakkım kardeşimindir, dedi. Allah Rasûlü de şöyle buyurdu: Madem ki böyle dediniz o halde gidiniz, paylaşınız, hakkı araştırınız, kur'alaşımz ve sonra da her bireriniz arkadaşıyla helâllaşsın.

Hadîsi Üsame İbn Zeyd'den rivayet eden Ebu Dâvûd'da şu fazlalık vardır : Bana vahiy gelmeyen hususlarda ben aranızda re'yimle hüküm veririm.

İbn Merdûyeh'in Avfî kanalıyla İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) in gazalarından birinde ansârdan bir grup bulundu ve içlerinden birinin zırhı çalındı. Ansârdan bir kişi töhmet altında tutuldu. Zırhın sahibi Allah Rasûlü (s.a.) ne gelerek: Zırhımı Ta'me îbn Übeyrîk çaldı, dedi. Hırsız bunu görünce zırhı aldı ve suçsuz bir adamın evine bıraktı. Sonra da ailesinden bazılarına: Ben zırhı kaybettim (veya sakladım) ve falancanın evine bıraktım. Onun yanında bulunacak, dedi. Onlar da geceleyin Hz. Peygamber (s.a.) e giderek: Ey Allah'ın peygamberi, arkadaşımız suçsuzdur. Zırhı çalan falandır. Bunu kesinlikle biliyoruz. Kardeşimizi insanların huzu­runda ma'zûr gör ve onu savun. Şayet Allah onu seninle korumaz ise helak olacak, dediler. Allah Rasûlü (s.a.) de kalkarak insanların huzu­runda onu temize çıkarıp ma'zûr gördü. Allah Teâlâ da: «Doğrusu Biz sana kitabı hak olarak indirdik ki; insanlar arasında Allah'ın sana gös­terdiği gibi hüküm veresin. Hâinlerin savunucusu olma. Ve Allah'dan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir. Nefislerine hain­lik etmiş kimseleri savunma...» âyetlerini indirdi. Peşinden de yalan­larım gizleyerek Allah Rasûlü (s.a.) ne gelenler hakkında: «İnsanlar­dan gizlerler de Allah'tan gizlemezler...» âyetlerini indirdi. Bu iki âyet ile de hainleri savunmak üzere yalanlarım gizleyerek Allah Rasûlü (s.a.) ne gelenler kastedilmektedir. «Kim bir kötülük yapar veya ken­dine zulmeder de...» âyetinde yalanlarını gizleyerek Allah Rasûlü (s.a.) ne gelenler : «Kim bir hatâ veya bir günâh işler de sonra onu bir suç­suzun üstüne atarsa; şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günâh yüklen­miş olur.» âyeti ile de hırsız ve hırsızı savunanlar kastedilmişlerdir.

Bu hadîsin sevkedilişi (siyakı) garîbtir. İfâdeleri muhtelif ve an­cak birbirine yakın olmak üzere; Mücâhid, îkrime, Katâde, Süddî, İbn Zeyd ve başkaları bu âyetin Übeyrik oğullan hırsızı hakkında nazil ol­duğunu zikretmişlerdir.

Bu olayı Muhammed İbn îshâk, uzun bir şekilde rivayet etmiştir. Bu âyetin tefsirinde Ebu îsâ et-Tirmizî Câmi'inde, İbn Cerîr de tef­sirinde der ki;'Bize Hasan İbn Ahmed îbn Ebu Şuayb Ebu Müslim el-Harrânî'nin... Katâde îbn Nu'mân —Allah ondan razı olsun— dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: İçimizde Übeyrik oğulları denilen Bişr, Büşeyr ve Mübeşşir ailesi vardı. Büşeyr münafık birisi olup Hz. Peygamber (s.a.) in ashabını hicveden şiirler söyler, bunları araplar-dan birine nisbet ederek : Falan şöyle şöyle dedi, falan şöyle şöyle dedi, derdi. Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabı bu şiiri duyduklarında: Allah'a yemin olsun ki; bu şiiri şu habîsden başkası söylememiştir, derlerdi Übeyrik oğulları hem câhiliye ve hem de İslâmî devrede ihtiyâç ve dar­lık içinde olan bir aile idi. Medîne'lilerin yiyecekleri ise hurma ve arpa idi. Birisi zengin olup da Şam'dan tüccarlar temiz, beyaz un getirdiğinde satın alır ve sadece kendisi yerdi. Ailesinin yiyeceği ise yine sadece hurma ve arpa olurdu. (Bir keresinde) yine Şam'dan Nabat'h tüccarlar gelmiş ve amcam Rifâa İbn Zeyd bir denk temiz, beyaz un satın alarak kendisine ait bir odaya koymuştu. Bu odada aynı zamanda silâh, zırh ve kılıç da vardı. Evin altından buraya girilerek oda aranmış, yiyecek ve silâh alınmıştı. Sabah olunca amcam Rifâa bana gelerek: Ey kar­deşimin oğlu, bu gece tecâvüze uğradık. Odamız araştırılmış, yiyecek ve silâhımız götürülmüş, dedi. Râvî devamla şöyle anlatır: Evde araş­tırdık ve sorduk. Bize: Bu gece Ubeyrik oğullarının ışıklarının yandı­ğını gördük. Öyle sanıyoruz ki sizin yiyeceklerinizden bir kısmı içindi, denildi.

Biz evde sorarken Übeyrik oğulları da: Allah'a yemîn olsun ki, bu iş ancak Lebîd İbn Sehl'in işidir, diyorlardı. Lebîd doğru ve iyi bir müslümandı. Lebîd bunu duyunca, kılıcım kuşanıp : Ben mi çalmışım? Allah'a yemîn ederim ki, ya bu hırsızlığı açıklığa kavuşturursunuz, ya da bu kılıç size karışır (bu işi kılıç halleder), dedi. Onlar da : Uzak dur ey adam, sen bu işin ehli değilsin. Biz evde sorduk ve onların bu işle ilgili olmadığında şüphe etmiyoruz, dediler. Amcam bana : Ey yeğenim, Allah Rasûlü (s.a.) ne gidip de bunu ona anlatsaydın, dedi. Bundan sonrasını Katâde şöyle anlatır : Allah Rasûlü (s.a.) ne giderek : Bizden kaba huylu bir aile amcam Rifâa îbn Zeyd'in bir odasım araştırarak silâh ve yiyeceğini aldılar. Silâhımızı bize geri versinler. Yiyeceğe gelin­ce; ona ihtiyâcımız yok, dedim. Hz. Peygamber (s.a.) de: Bunu emre­deceğim, buyurdular. Übeyrik oğullan bunu işitince, içlerinden Üseyr îbn Amr denilen birine gelerek bu konuda onunla konuştular. Ev hal­kından banları da bu konuda toplanıp gelerek : Ey Allah'ın Rasûlü, Ka-tâbe İbn Nu'mân ve amcası bizden doğru ve müslüman bir aileye dil uzatıp delilsiz ve isbâtsız olarak onlara hırsızlık isnadında bulundu, dediler. Katâde devamla şöyle anlatır: Hz. Peygamber (s.a.) e gelerek kendisiyle konuştum. Şöyle buyurdular: Doğruluk ve müslümanlıklan söylenen bir aileye delilsiz ve isbâtsız hırsızlık mı isnâd ettin? Döndüm ve bu konuda Allah Rasûlü (s.a.) ile konuşmamış olup, malımın bir kıs­mının benden çıkmış olmasını isterdim. Ancak Rifâa bana gelerek : Ey kardeşimin oğlu, ne yaptın? diye sordu. Ben de Allah Rasûlü (s.a.) nün bana söylediklerini kendisine aktardım. Allah yardımcımızdır, dedi. Çok geçmeden Kur*an'dan şu âyetler nazil oldu : «Doğrusu Biz, sana kitabı hak olarak indirdik ki; insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm veresin.. Hâinlerin (Übeyrik oğullarının) savunucusu olma. Ve Allah'dan (Katâde'nin söylediklerinden dolayı) mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah Ğafûr*dur, Rahîm'dir. (Allah'dan onlar için mağfiret düesey-din, Allah onları bağışlardı.) ... Kim bir günâh kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur ... Kim bir hatâ veya günâh işler de sonra bir suçsuzun üstüne atarsa —ki burada Lebîd hakkında söyledik­leri kastediliyor— şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günâh yüklenmiş olur. Eğer, Allah'ın lutfu ve rahmeti üzerinde olmasaydı... biz ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz.»  (Nisa, 106 -113)

Bu âyetler nazil olunca; silâh Allah Rasûlü (s.a.) ne getirildi ve o da bunu Rifâa'ya geri verdi.

Katâde devamla şöyle anlatır: Silâhı amcama götürdüğümde o, câhiliye devrinde ihtiyarlamış ve gözleri zayıflamış birisiydi. Onun müslümanlığını zayıf görüyordum. Silâhı kendisine getirdiğimde: Ey kardeşimin oğlu, bu (silâh) Allah yolunda (vakıftu-), dedi. Ve ben de anladım ki; müslümanlığı sahih imiş. Büşeyr hakkında âyet inince o da gidip müşriklere katıldı ve Sülâfe Bint Sâ'd îbn Sümeyye'nin yanına girdi. (Ona misafir oldu.) Allah Teâlâ da: «Kim, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra; peygambere karşı gelir, mü'minlerin yo­lundan başkasına uyup giderse onu döndüğü yolda bırakırız. Kendisini cehenneme koyarız. Ne kötü dönüş yeridir orası. Elbette Allah kendi­sine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimseye bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa çok uzak bir dalâlete düşmüş olur.» (Nisa, 115-116) âyetlerini indirdi. Bunun üzerine Hassan îbn Sâbit> Sülâfe'yi şiirle hicvetti de Sülâfe Büşeyr'in yükünü alarak başının üze­rine koydu ve onu götürüp vadiye attı. Sonra da : Bana Hassân'ın şiiri­ni hediyye ettin, sen bana hiçbir hayır getirmedin, dedi.

Hadîsin lafzı Tirmizî'ye aittir. Sonra Tirmİzî şöyle der: Bu, garîb bir hadîs olup bunu Muhammed İbn Seleme el-Harrânî'den başkasının müsned olarak rivayetini bilmiyoruz. Yûnus îbn Bükeyr ve bir çokları bu hadisi Muhammed îtin. İshâk'dan, Âsim İbn Ömer îbn Katâde'den mürsel olarak rivayet etmişler ve babasından, o da dedesinden rivayette bulunmamışlardır.

Hadisin bir kısmım îbn Ebu Hatim de Hâşim îbn Kasım el-Harrânf den, o da Muhammed îbn Seleme'den rivayet etmiştir. Hadîsi uzun bir şekilde îbn el-Münzîr de Muhammed îbn İsmâîl kanalıyla... Muham­med îbn Seleme'den rivayet eder.

Hadîsi Ebu Şeyh el-Isfahânî de tefsirinde Muhammed îbn Abbâs îbn Eyyûb ve Hasan İbn Ya'kûb kanalıyla... Muhammed îbn Seleme'den ri­vayet eder ve sonunda şöyle der : Muhammed İbn Seleme : Benden bu hadisi Yahya İbn Maîn, Ahmed îbn Hanbel ve îshâk İbn İsrâÜ işit­tiler, demiştir.

Hadîsi mânâ olarak ve ötekilerden daha tamâm bir şekilde, içindeki şiirle birlikte Hâkim Ebu Abdullah en-Neysâbûrî «Müstedrek»inde Ebu Abbas el-Asâmm kanalıyla... Muhammed îbn İshâk'dan rivayet eder ve bu; Müslim'in şartlarına göre sahîh bir hadîstir; ancak Buhârî ve Müs-. lim rivayet etmemiştir, der.

Allah Teâlâ: «insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler.» bu­yuruyor ki; bu, münafıklara karşı bir inkârdır. Onlar kabahatlerini, kendilerini kötü görmemeleri için insanlardan gizlemek isterler de gizli­liklerine ve kalblerinde olanlara muttali olduğu için Allah'a açıklarlar. Halbuki: «Allah'ın razı olmayacağı sözü, geceleyin uydurup düzdük­leri zaman da; Allah onlarla beraberdir. Allah yapacakları her şeyi ku­şatıcıdır.» Bu da onlar için bir tehdîd ve vaîddir.

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: «İşte siz öyle kimselersiniz ki; dünya hayatında onları savunuyorsunuz.» Yani bırak onları, dünyada açığa vurdukları, ya da zahir ile hükmeden hakimler yanında onların lehine açığa vurulanlarla yardım olunsunlar, zafer kazansınlar. Böylece Allah'a ibâdet ettiklerini sansınlar. Gizlilikleri bilen Allah'ın huzurun­da kıyamet günü onların yaptıkları ne olacak? Onların dâvalarını yü­celtme konusunda o gün onlara kim vekîl olacak? Ki hiç kimse o günde onlara vekîl olacak değildir. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ âyetin so­nunda : «Yâhud onlara kim vekîl olacak?» buyurmuştur.[31]

 

İzâhı

 

Bazıları, bu âyete dayanarak peygamberlerden günâh sudur etme­sinin, caiz olduğu görüşünü Öne sürmüşlerdir. Ve demişlerdir ki: Eğer Hz. Peygamberden günâh sâdır olmamış olsaydı, mağfiret dilenmesi is­tenmezdi. Onların tutundukları noktaya verilecek cevâb birkaç vecih iledir. Birincisi; Rasûlullah (s.a.) «hâinlere yardımcı olma», kavli ile yasaklanan fiili işlememiştir. Kavmin Tu'me'den vazgeçmesini isteyip, hırsızlık vak'asının yahûdîye aksetmesini dilediklerinden Rasûlullah (s.a.) Tu'me'den yana çıkmamış. Bu konuda durarak, semavî vahyin ve ilâhî emrin gelmesini gözetlemiş. Ve nihayet, bu âyet-i celîle nazil olmuş. Rasûlullah (s.a.); Tu'me'nin yalancı olduğunu, yahûdînın hır­sızlıktan uzak olduğunu bildirmiştir. Ancak Hz. Peygamber Tu'me'ye yardımcı olmak istemiştir ki; bunun açık sebebi onun müslüman olma­sıdır. İşte bu temayülünden dolayı Allah Teâlâ, ona mağfiret dilemesini emir buyurmuştur. İkinci vecih şudur: Tu'me'nin kavmi, Rasûlullah (s.a.) in huzurunda onun hırsızlık suçundan uzak olduğuna şahadet etmişler. Ancak Hz. Peygamberin elinde onların şahadetlerini çürüte­bilecek bir belge bulunmadığı için, yahûdînin hakkında hırsızlık hükmü­nü vermek istemiştir. Allah Teâlâ ona Tu'me'nin kavminin yalancı ol­duğunu bildirince; Hz. Peygamber karâr vermiş olsaydı, bunun hatalı bir karâr olacağını anlamıştı. Bunun için Allah Teâlâ, ma'zûr olmasına rağmen onun mağfiret dilemesini emretmiştir. Üçüncü vecih şöyledir; ihtimaldir ki; Allah Teâlâ, Tu'me'nin kavmine Tu'me'yi korumaları nedeniyle mağfiret dilemesi için Hz. Peygambere emretmiştir. Çünkü pey­gamber, peygamberlik öncesi bir günâh nedeniyle mağfiret dileyebile­ceği gibi ümmetinin işlemiş olduğu günahlar nedeniyle de mağfiret di­leyebilir. Dördüncü vecih şöyledir: Hz. Peygamberin derecesi, derece­lerin en üstünüdür. Makamı, makamların en şereflisidir. Onun derecesi üstün ve makimi yüce olduğu ve Allah Teâlâ'yı en mükemmel şekilde tanıdığı için; tehvîl yoluyla da olsa, unutarak da olsa veya dünya işle­rinden herhangi bir iş konusunda da olsa o'nun bu tür davranışları ken­di yüce mevkiine nisbetle günâhtır. Nitekim iyilerin iyilikleri, Allah'a yakın olanların kötülükleridir, diye söylenmiştir. Yani bu onların men­zil ve derecelerine nisbetle kötülük sayılır, demektir. Allah en iyisini bi­lendir.[32]

 

110  — Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah'dan mağfiret dilerse; Allah'ın Ğafûr ve Ra-hîm olduğunu görür.

111  — Kim bir günâh kazanırsa; bunu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Ve Allah Alîm, Hakim olandır.

112  — Kim bir hatâ veya bir günâh işler de sonra onu bir suçsuzun üstüne atarsa; şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günâh yüklenmiş olur.

113  — Eğer, Allah'ın lütfü ve rahmeti üzerinde olma­saydı; onlardan bir takımı seni saptırmaya çalışırdı. Hal­buki onlar kendilerinden başkasını saptıram azlar. Sana da bir zarar veremezler. Allah sana kitabı ve hikmeti indir­miş, bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lutfu çok büyüktür.

 

Kötülük, Günâh ve Hatâ

 

Allah Teâlâ kerem ve cömertliğini belirterek; hangi türden günâh işlenmiş olursa olsun Allah tevbe edenin tevbesini kabul edeceğini haber vermekte ve : «Kim bir kötülük yapar veya kendine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse; Allah'ın Ğafûr ve Bahîm olduğunu görür.•> buyurmaktadır.

îbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha bu âyet hakkında şöyle demiştir: Allah .Teâlâ bu âyette kullarına hilmini, affını, keremini, rahmetinin ve bağışlamasının genişliğini haber veriyor. Küçük ya da büyük olsun; kim bir günâh işler de «Sonra Allah'dan mağfiret dilerse» günâhları göklerden, yerden ve dağlardan büyük dahi olsa «Allah'ın Ğafûr ve Rahîm olduğunu görecektir.» Hadîsi İbn Cerîr rivayet etmiştir.

Yine îbn Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Müsennâ'nın... Ebu Vfiil'den rivayetine göre; Abdullah şöyle demiştir: İsrâiloğullarmdan bir kişi, bir günâh işlediğinde sabahleyin bu günâhının keffâretini ka­pısına yazılmış bulurdu. Birisine bir sidik bulaştığında onu keserle ke* serdi. Birisi dedi ki: Allah îsrâiloğullanna gerçekten hayır vermiş. Ab­dullah da şöyle dedi: Allah size onlara verdiğinden daha hayırlısını vermiş ve suyu size temizleyici kılmıştır. Allah Teâlâ: «Onlar ki fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar ve hemen günâhlarının bağışlanmasını dilerler.» (Âl-i îmrân, 135) ve : «Kim bir kötülük yapar veya kendine zulmedenle sonra Allah'dan mağ­firet dilerse Allah'ın Ğafûr ve Rahîm olduğunu görür.» buyurmuştur.

Yine İbn Cerîr der ki: Bize Ya'kûb'un Habîb îbn Ebu Sâbit'den riva­yetine göre o, şöyle demiştir: Bir kadın Abdullah ibn Muğaffel'e gele­rek zina eden, bu zinadan hâmile kalan, doğurduğu zaman da çocuğu­nu Öldüren bir kadının durumunu sordu. Abdullah İbn Muğaffel de: Onun için ne olsun? Ona ateş (cehennem) vardır, dedi. Kadın ağlaya­rak ayrıldı. Abdullah onu çağırıp : Senin durumunu şu ikiden biri ola­rak görüyorum, dedi ve «Kim bir kötülük yapar veya kendine zulme­der de sonra Allah'dan mağfiret dilerse; Allah'ın Ğafûr ve Rahîm oldu­ğunu görür.» âyetini okudu. Kadın gözlerini silerek gitti.

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdurrahmân îbn Mehdî'nin... Ebu Bekr —ki Ebu Bekr doğru söylemiştir— den naklettiğine göre; o, şöyle de­miştir : Allah Rasûlü (s.a.) : Günâh işleyen, sonra abdest alarak iki rek'at namaz kılarak bu günâhı için Allah'tan bağışlanma dileyen hiçbir müslüman yoktur ki bağışlanmış olmasın, buyurarak: «Kim bir kötülük yapar veya kendine zulmeder de...» ve «Onlar ki fena bir şey yaptık­larında veya kendilerine zulmettiklerinde...» (Âl-i îmrân, 135) âyetle­rini okudular.

Bu hadîs üzerinde daha önce (Âl-i İmrân sûresinin 135. âyetinin tefsirinde) konuşmuş ve hadîsi Sünen sahiplerinin rivayet ettiğini zik­retmiştik.

Hadîsi İbn Merdûyeh de başka bir kanaldan ve Hz. Ali'den şöyle rivayet etmiştir: Bize Ahmed İbn Muhammed İbn Ziyâd'ın... Ali'den rivayetine göre; o, Ebubekir es-Sıddîk'ı şöyle derken işitmiş: Ben Al­lah Rasûlünü şöyle buyururken işittim : Günâh işleyen hiç bir kul yok­tur ki; kalkıp güzelce abdest alsın, sonra namaz kılarak günâhından bağışlanma dilesin de Allah Teâlâ onu bağışlamasını kendi üzerine al­mış olmasın. Zîrâ Allah Teâlâ : «Kim bir kötülük yapar veya kendisine zulmeder de...» buyurmuştur.

Sonra îbn Merdûyeh bu hadîsi Ebân İbn Ebu Ayyaş kanalıyla... Ebu Bekr es-Sıddîk'tan rivayet etmişse de bu rivayetin isnadı sahîh de­ğildir.

Yine îbn Merdûyeh der ki: Bize Muhammed İbn Ali İbn Dih-yem'in... Ebu Derdâ'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Biz, Allah Rasûlü (s.a.) nün etrafında otururken o bir ihtiyâcı için kalkar da tek­rar geri dönmek isterse; nalınlarını, ya da üzerindeki eşyadan birisini meclisde bırakırdı. (Bir gün) kalktı ve nalınlarını bıraktı. Ebu Derdâ devamla şöyle anlatır: Allah Rasûlü Mr su kabı aldı. Ben de peşlerin­den gittim. Bir süre gittiler, ihtiyâçlarını görmemiş olarak döndüler ve şöyle buyurdular : Bana Rabbımdan gelen geldi; «Kim bir kötülük yapar veya kendine zulmeder de sonra Allah'dan mağfiret dilerse; Allah'ın Ğafûr ve Rahîm olduğunu görür.» dedi. Ben de bunu ashabıma müjde­lemek istedim. Ebu Derdâ der ki: Bundan önce nazil olmuş olan : «Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür.» (Nisa, 123) âyeti halka çok ağır gelmişti. Ben dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, şayet zina ede*, hırsızlık yapar, sojıra Rabbmdan bağışlanma dilerse bağışlanır mı? Evet, buyur­dular. Ben ikinci kere sordum, evet buyurdular. Üçüncü kere tekrar sordum. Yine evet, diyerek şöyle devam buyurdular: Zina eder, hır­sızlık yapar, sonra Allah'dan bağışlanma dilerse Üveymir'in —Ebu Dejs dâ'nın diğer bir ismidir— burnunun yere sürtülmesine rağmen Allah Teâlâ onu bağışlar. Râvî şöyle anlatır : Ebu Derdâ'nın parmağı ile bur­nuna vurduğunu gördüm.

Hadîs-i Şerîf bu kanaldan ve bu şekliyle gerçekten garîb olup, isna­dında zayıflık vardır.

Allah Teâlâ'nm : «Kim bir günâh kazanırsa; bunu ancak kendi aleyhine kazanmış olur.» âyeti «Yük yüklenen kimse başkasının yükü­nü taşımaz.»  (En'âm, 164) âyeti gibidir ki; hiç kimsenin suçu başkasınm üzerine olamaz. Herkesin kazandığı kendi aleyhinedir. Onun ye­rine bunu kimse yüklenemez. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ : «Ve Allah Alîm, Hâkim olandır.» buyuruyor.. Bu, O'nun ilminden, hikmetinden, adaletinden ve rahmetinden dolayıdır.

Allah Teâlâ : «Kim, bir hatâ veya bir günâh işler de sonra onu bir suçsuzun üstüne atarsa...» buyuruyor ki; daha önce hadîste geçtiği üze­re, Übeyrlk oğullan çirkin hareketleri ile Lebîd İbn Seni adındaki sâlih kişiyi töhmet altında bırakmışlardı. Diğerlerinin söylediğine göre ise bu, sâlîh kişi Zeyd İbn el-Semîn ismindeki bir Yahûdî idi. Yahudiler zâlim ve hâin olmakla birlikte, bu kişi suçsuzdu ve Allah Teâlâ, elçisini buna muttali' kılmıştı. Sonra bu azarlama ve suçlama hem onlar hakkında­dır, hem de onların hatâları gibi hatâlar işleyen, onların sıfatları gibi sıfatlarla nitelenmiş olan diğerleri hakkındadır ve geneldir. Bunların cezası aynen diğerlerinin de üzerine olacaktır.

Allah Teâlâ'nın: «Eğer Allah'ın lutfu ve rahmeti üzerinde olma­saydı; onlardan bir takımı seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar ken­dilerinden başkasını saptıramazlar, sana da bir zarar veremezler.» âyeti hakkında İmâm İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hâşim İbn Kasım el-Harrânî'nin... Katâde îbn Nu'mân'dan naklettiğine göre o, Übeyrik oğullan kıssasını zikretti. Allah Teâlâ : «Onlardan bir takımı seni sap­tırmaya çalışırdı. Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar, sana da bir zarar veremezler.» âyetini indirdi de bununla Useyr İbn Urve ve arkadaşlannı kastetti. Yani onlar Übeyrik oğullarını övüp on-lan sâlih ve suçsuz olmalanna rağmen itham etiıesi sebebiyle Katâde İbn Nu'mân'ı suçlamışlardı. Halbuki durum, onların Allah Rasûlü (s.a.) ne intikâl ettirdikleri gibi değildi. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ; elçisine durumu açıklayarak kesin hükmünü bildirdi. Sonra da Allah Teâlâ her durumda peygamberni te'yîd edip koruduğunu, endisine kitabı —ki bu Kur'an'dır— ve hikmeti —ki bu da sünnettir— indirdiği­ni haber vererek : (Bu âyetin nüzulünden Önce) «bilmediğini sana Öğ­retmiştir.» buyurmuştur, Başka âyet-i kerîme'lerde de Allah Teâlâ şöyle buyurur : «İşte böylece sana da buyruğumuzdan bir rûh vahyettik. Sen kitâb nedir, îmân nedir, bilmezdin... İyi bilin ki; işler sonunda Allah'a döner.» (Şûra, 52-53), «Sen; sana bu kitabın verileceğini ummazdın. Bu, ancak Rabbının bir rahmetidir.» (Kasas, 86). Burada da Allah Te­âlâ : «Allah'ın senin üzerindeki lutfu çok büyüktür.» buyurmuştur.[33]

 

114 — Onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi yahut ma'rûfu emretmeyi ve insanların arasını düzeltmeyi emreden başka. Kim Al­lah'ın rızâsını arayarak böyle yaparsa, Biz ona çok büyük bir ecir vereceğiz.

1İ5 — Kim, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, peygambere karşı gelir, mü'minlerin yolundan baş­kasına uyup giderse; onu döndüğü yolda bırakırız. Kendi­sini cehenneme koyarız. Ne kötü dönüş yeridir orası.

 

Hidâyetten Dönenler

 

Allah Teâlâ, insanların fısıldanmalarının (konuşmalarının) bir ço­ğunda hayır olmadığını; ancak sadaka vermeyi, yahut iyilik etmeyi ve insanların arasmı düzeltmeyi emreden fısıldanmalarının bundan hâriç olduğunu haber vermektedir. Nitekim îbn Merdûyeh'in rivayet ettiği bir hadîs şöyledir: Bize Muhammed tbn Abdullah îbn İbrahim'in... Ümmü Habîbe'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü: Âdemoğlunun bütün sözleri; iyilikle emretme, ya da kötülükten men'et-me dışında lehine değil, aleyhinedir, buyurdular. Râvîlerden Muham­med îbn Yezîd der ki: Bu hadîs ne kadar şiddetlidir. Bunun üzerine Süfyân şöyle dedi : Bu hadîsin şiddeti nedir ki? Onu bir kadın başka bir kadından rivayet etmiştir. Bu, peygamberiniz (s.a.) i gönderen Allah'ın kitâbındadır. Allah Teâlâ'nın kitabında : «Onların fısüdaşmalarırun bir çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi yahut ma'rûfu ve in­sanların arasını düzeltmeyi emreden başka.» buyurduğunu işitme­din mi? îşte bu, onun aynısıdır. Yine Allah Teâlâ'nın: «O gün rûh ve melekler saf halinde duracaklar. Rahmân'ın izin verdiğinden baş­kaları konuşamazlar. O da doğruyu söyler.» (Nebe*, 38) buyurduğunu işitmedin mi? Ya da Allah Teâlâ'nın kitabında: <rAsr'a andolsun ki; hiç şüphesiz insan hüsrandadır.» (Asr, 1) buyurduğunu işitmedin mi? îşte bu, onun aynısıdır.

Bu hadîsi Tirmizî ve îbn Mâce, Muhammed Îbn Yezîd İbn Huneys kanalıyla Saîd İbn Hassân'dan rivayet etmişlerdir. Ancak burada Süf­yân es-Sevrî'nin sözleri sonuna kadar zikredilmektedir. Sonra Tirmizî bu hadîsin garîb olduğunu ve sadece İbn Huneys kanalıyla rivayetinin bilindiğini söyler.         .

İmâm Ahmed der ki: Bize Ya'kûb'un... Ümmü Külsûm Bint Uk-be'den rivayetine göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) nün şöyle buyurduğunu işitmiş, : İnsanların arasını düzelten kişi yalancı değildir. Onun hayrı artar. —Ya da o hayır söylemiş olur— Ümmü Külsûm der ki: İnsanların söylediklerinden şu üçünün dışında böyle bir şeye ruhsat verdiğini işit­medim : Harpte, insanların arasını düzeltmede, kişinin karısı ve karının kocasıyla olan konuşmasında. Râvî der ki: Ümmü Külsûm Bint Ukbe Allah Rasûlü (s.a.) ne bîat eden muhacir kadınlardandı.

îbn Mâce dışında muhaddislerden bir cemâat, bu hadîsin benzerini muhtelif kanallardan olmak üzere Zührî'den rivayet etmişlerdir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Muâviye'nin... Ebu Derdâ'dan ri­vayetine göre; Allah Rasûlü: Size oruç, namaz ve sadakadan derece yönünden daha üstün bir amel haber vereyim mi? buyurdular. Evet, denilmesi üzerine: İki kişi arasını düzeltmektir. İki kişinin arasını bozmak ise dini kökünden söküp atmaktır, buyurdular.

Hadîsi Ebu Dâvûd ve Tirmizî de Ebu Muâvlye'den rivayet etmişler ve Tirmizî hadîsin hasen, sahih olduğunu söylemiştir.

Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Muhammed îbn Abdürra-hîm'in... Enes'den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.) Ebu Eyyûb'a: Sana bir ticâret göstereyim mi? buyurdular. Onun evet, demesi üze­rine de; şöyle buyurdular : Aralan bozulduğunda insanların arasını dü­zeltmeye koşar, birbirlerinden uzaklaştıklarında onların arasını yakın-laştırırsın. Bezzâr der ki: (Hadîsin senedinde bulunan) Abdurrahmân İbn Abdullah el-ömerî (hadîste leyyin) olup peşinden gidilmeyen ha­dîsleri rivayet etmiştir.

Bunun içindir ki Allah Teâlâ: «Kim (ihlâslı, temiz kalbli olarak) Allah'ın rızâsını arayarak (sevabını Allah Teâlâ'nın katından bekleye­rek) böyle yaparsa biz ona çok (bol, geniş ve) büyük bir ecir vereceğiz» buyurmuştur.

Allah Teâlâ : «Kim, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere karşı gelir...» buyuruyor. Kim Allah Rasûlü (s.a.) nün ge­tirmiş olduğu şerîat yolundan başkasına girerse o bir tarafta, şeriat bir tarafta olur. Zîrâ bu, kendisine hak ve gerçek açıkça belli olmuş ve or­taya çıkmış olduktan sonra kendisindeki bir kasıddan meydana gelmiş­tir. Allah Teâlâ : «Mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse...» bu­yuruyor ki bu, birinci sıfatın ayrılmaz bir parçasıdır. Fakat bazan ka­nun koyucunun açık emrine muhalefet olabileceği gibi, bazan da üm-met-i Muhammed'in ittifakını kesin olarak bildiği konularda, onların icmâ' ettikleri, birleştikleri bir konuda da olabilir. Zîrâ onlar (Muham­med Ümmeti) bir konuda birleştiklerinde hatâdan korunmuşlardır. Bu, onlara verilen bir şereften ve peygamberlerine bahşedilen ta'zîmdendir. Bu konuda bir çok sahîh hadîsler vârid olmuştur. Ve biz bunlann bir kısmını «Ehâdîs'el-Usûl» kitabında kaydettik. Âlimlerden, bunun mâ­nâca tevatür derecesinde olduğunu ileri sürenler vardır. İmâm Şafiî •—Allah ona rahmet etsin— de uzun uzun düşündükten sonra; bu âye­tin, icmâ'a muhalefetin haram olduğu konusunda delil olduğuna karâr vermiştir. Bu, istinbâtlarm en güzel ve kuvvetlilerindendir. Bununla birlikte bazıları bu delâleti uzak, müşkil görmüşlerdir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Onu döndüğü yolda bırakırız. Kendisini cehenneme koyarız. Ne kötü dönüş yeridir orası.» sözüyle bunları tehdîd ediyor. Kişi bu yola girdiğinde bundan dolayı onun günâhlarını arttırmak üze­re, girdiği yolu onun kalbinde güzelleştirip, süslemek suretiyle cezalan­dırırız. Başka âyet-i kerîme'lerde de Allah Teâlâ şöyle buyuıur: «Bu sözü yalanlayanları, Bana bırak! Biz onları kendilerinin bilmeyecekleri bir yönden derece derece azaba yaklaştıracağız.» (Kalem, 44). «Fakat onlar yoldan sapınca Allah da onların kalblerlni saptırmıştır.)) (Saff, 5), «Onları azgınlıkları içinde kör ve şaşkın bırakırız.» (En'âm, 110).

Burada Allah Teâlâ böyle kişilerin âhirette varacakları yerin ce­hennem (ateş) olacağım haber veriyor. Zîrâ kim ki, hidâyetten uzak­laşıp çıkarsa kıyamet günü onun cehennemden başka yolu olamaz. Nitekim başka âyetlerde de şöyle buyurulur: «Zulmetmiş olanları ve onların eşlerini toplayınız.» (Sâffât, 22), «Suçlular ateşi görürler de ona düşeceklerini anlarlar ama ondan kaçacak yer bulamazlar.» (Kehf, 53).[34]

 

116  — Elbette Allah kendisine şirk koşulmasını ba­ğışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimseye    bağışlar. Kim, Allah'a şirk koşarsa; çok uzak bir dalâlete düşmüş olur.

117  — Onu bırakıp da yalnız dişi putlara tapıyorlar. Aslında onlar inatçı şeytândan başkasma tapmıyorlar.

118  — Allah ona la'net etsin. O dedi ki: Celâl-in hakkı için, kullarından muayyen bir pay alacağım.

119  — Onları mutlaka saptıracağım, olmayacak ku­runtulara boğacağım. Onlara emredeceğim; davarların ku­laklarını yaracaklar, emredeceğim; Allah'ın yaratışım de­ğiştirecekler. Allah'ı bırakıp şeytânı   dost edinen kimse, şüphesiz açıktan açığa kayba uğramıştır.

120  — Şeytân onlara vaad ediyor, kuruntulara düşü­rüyor. Şeytânın kendilerine vaad ettikleri,   aldatmaktan başka bir şey değildir.

121  — Onların varacağı yer cehennemdir. Oradan ka* çacak yer de bulamayacaklardır.

122  — îmân edip, sâlih ameller işleyenlere gelince; Biz, onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyaca­ğız, îşte Allah'ın dosdoğru bir vaadi. Allah'dan daha doğru sözlü kim olabilir?

 

Şirkin Çeşitleri

 

Bu âyet-i kerîme hakkında : «Allah kendisine ortak koşmayı bağış­lamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.» (Nisa, 48) âyetinde ko­nuşmuş ve bununla ilgili hadîsleri de bu sûrenin başmda vermiştik.

Timizi; Saîd tbn İlâka kanalıyla... Hz. Ali —Allah ondan razı olsun— nin şöyle dediğini rivayet eder : Kur'an'da bana «Elbette Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz...» âyetinden daha sevimli baş­ka bir âyet yoktur. Tirmizî bu hadîsin hasen, garîb olduğunu söyle-mi|tir.

Allah Teâlâ : «Kim Allah'a şirk koşarsa; çok uzak bir dalâlete düşmüş olur.» buyuruyor ki; böyle bir kimse, hak yoldan başka bir yola girmiş, hidâyeti kaybetmiş, doğrudan uzaklaşmış, dünyada ve âhirette kendisini helak ederek nefsini zarara sokmuş, dünya ve âhiret saadetini kaçırmıştır.

«Onu bırakıp da yalnız dişi putlara tapıyorlar.» âyet-i kerîme'si hakkında İbn Ebu Hatim şöyle demiştir: Bize babamın... Ebu'l-Âliye'-den rivayetine göre; Übeyy îbn Kâ'b bu âyet hakkında : Her put ile bir­likte dişi bir cinnî vardır, demiştir.

Yine îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Âişe'den rivayetine göre; o: «Onu bırakıp da yalnız dişi putlara tapıyorlar.» âyetindeki kelimesinin; putlar, demek olduğunu söylemiştir. Bu görü­şün benzeri Ebu Seleme İbn Abdurrahmân, Urve İbn Zübeyr, Mücâhid, Ebu Mâlik, Süddî ve Mukâtil İbn Hayyân'dan da rivayet edilmiştir.

Dahhâk'dan rivayetle «Onu bırakıp da yalnız dişi putlara tapıyor­lar.» âyeti hakkında Ctyveybir şöyle demiştir : Müşrikler : Melekler, Al­lah'ın kızlarıdır. Biz onlara bizi Allah'a yaklaştırmaları için ibâdet edi­yoruz, derken ve onları Rablan edinerek "kız şeklinde tasvir ediyorlardı. Onları süslerlerdi. Sonra da melekleri kasdederek: Bunlar, ibâdet et­tiğimiz Allah'ın kızlarına benziyorlar, derlerdi.

Bu açıklama şu âyet-i kerîme'lere benzemektedir: «Ne dersiniz, Lât ve Uzzâ'ya?» (Necm, 19), «Onlar Rahmân'ın kullan olan melekleri de dişi saydılar.» (Zuhruf, 19), «Onunla cinler arasında bir neseb bağı kurdular...»  (Sâffât, 158-159). îbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu

Talha ve Dahhâk bu âyetteki kelimesinden ölülerin kasde-dildiğini söylemişlerdir.

Mübarek îbn Fudâle de Hasan'ın «Onu bırakıp da yalnız dişi put­lara tapıyorlar.» âyeti hakkında şöyle dediğini nakleder:

içinde rûh bulunmayan ölü her şeydir. Bu kuru bir ağaç, kuru bir taş da olabilir. Bu görüşü îbn Ebu Hatim ve îbn Cerîr de rivayet etmişler­dir. Ancak garîb bir açıklamadır.

Allah Teâlâ : «Aslında onlar; inatçı şeytândan başkasına tapmıyor­lar.» buyuruyor ki; bunu onlara emredip onlara süsleyip güzel gösteren şeytân'dır. Onlar gerçekte ancak İblîs'e ibâdet etmiş oluyorlar. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de de: «Ey Âdemoğulları, Ben size, Şeytâna tapmayın..,, diye ahdetmedim mi?» (Yâsîn, 60) Duyurulmuştur. Allah Teâlâ kıyamet gününde meleklerin, dünyada iken kendilerine ibâdet ettiklerini iddia eden müşrikler hakkında şöyle diyeceklerini haber vermektedir : »Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı. Çokları da onlara inan­maktaydılar.»  (Sebe', 41).

Allah Teâlâ : «Allah ona la'net etti.» buyuruyor ki; Allah onu kov­muş, rahmetinden uzaklaştırnuş ve komşuluğundan çıkarmıştır.

Allah Teâlâ : «O da dedi ki: Celâl'in hakkı için, kullarından muay­yen bir pay alacağım.» buyuruyor. Bu âyet hakkında Mukâtil îbn Hay-yân şöyle der : Her bin kişiden 999 u ateşe, biri de cennete gidecektir.

Allah Teâlâ şeytânın sözlerini hikâye ile şöyle buyuruyor : «Onları mutlaka (haktan) saptıracağım. Olmayacak kuruntulara boğacağım. (Tevbeyi terketmeyi onlara işleyeceğim, onlara ümitler hazırlayacağım. Geri bırakma ve geciktirmeyi onlara emredeceğim, onları kendilerinden gafil bırakacağım.) Onlara emredeceğim; davarların kulaklarını yara­caklar.» Buranın tefsirinde Katâde, Süddî ve başkaları şöyle derler: Burada davarların kulaklarının yarılarak bahîra ve sâibe' [35]ye alâmet ve işaret kılınması kaydedilmektedir.

«Emredeceğim; Allah'ın yaratışım değiştirecekle!.» kısmı hakkında îbn Abbâs şöyle demiştir: Bununla hayvanların kısırlaştınlması kas-dedilmektedir. Aynı açıklama îbn Ömer, Enes, Saîd Îbn Müseyyöb, îk-rime, Ebu lyâz, Ebu Salih, Katâde ve Sevrî'den de rivayet edilmiş olup bunun yasaklandığına dâir bir hadis de vârid olmuştur.

Hasan îbn Ebu'l-Hasan el-Basrî de bununla dövme yapmanın kas-dedîldiğini söylemiştir. Müslim'deki bir hadîse göre; yüzde dövme yap­ma (ve yaptırma) yasaklanmıştır. Bu hadisin bir rivayetinde ise bunu yapana Allah'ın la'net ettiği belirtilmiştir. İbn Mes'ûd'dan rivayet edi­len sahih bir hadîste o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ dövme yapan ve yaptıranlara, (yüzden) kılları yolan ve yolduranlara, güzellik için açılıp, saçılanlara, Allah'ın yaratışını değiştirenlere la'net etmiştir. İbn Mes'ûd sonra şöyle devam eder: Dikkat ediniz; ben,,Allah Rasûlü (s.a.) nün la'net ettiklerini la'netliyorum. Bu, Allah Teâlâ'nın kitâbındadır. Ve bununla: «Peygamber size ne verirse alın. Neden de sizi nehyederse ondan sakının.» (Haşr, 7) âyetini kasdetmiştir.

Kendisinden gelen rivayetlerin birinde İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, îbrâhîm «v-Nehaî, Hasan, Katâde, Hakem, Süddî, Dahhâk ve Atâ el-Ho-rasânî «Emredeceğim; Allah'ın yaratışını değiştirecekler.» âyetinden Allah Teâlâ'nın dininin kasdedildiğini söylemişlerdir. Buna göre bu âyet: «Öyle ise sen yüzünü hanîf (muvahhid) olarak dine, Allah'ın fıt­ratına çevir ki, Allah insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın ya­ratışında değişme yoktur.» (Rûm, 30 - 31) âyeti gibidir ki; bu durumda «Allah'ın yaratışında değiştirme yoktur.» kısmı emir olarak alınacak­tır. Buna göre mânâ: «Allah'ın yaratışım değiştirmeyiniz ve insanları yaratılışları üzere bırakınız» şeklinde olacaktır. Nitekim Buhârî ve Müs­lim'de Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Allah Ra­sûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

Her doğan fıtrat üzere doğar; ana-babası onu ya Yahûdîleştirir, ya Hıristiyanlaştırır, ya Mecûsîleştirir. Nitekim hayvan da. doğduğunda ayıpsız ve noksansız olarak doğar. Onda bir sakatlık ve noksanlık his­sederler mi? Müslim'de İyâz'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır : Allah Teâlâ buyurdu ki: Ben kul­larımı hanîfler olarak yarattım. Şeytânlar onlara geldi de dinlerinden çevirdi, Benim onlara helâl kıldığımı onlara haram kıldılar.

Allah Teâlâ: «Allah'ı bırakıp şeytânı dost edinen kimse şüphesiz açıktan açığa kayba uğramıştır.» buyuruyor ki; o kişi dünya ve âhireti kaybetmiştir. Bu, kapatılması ve telâfi edilmesi mümkün olmayan bir kayıptır.

«Şeytân onlara vaad ediyor, kuruntulara düşürüyor. Şeytânın ken­dilerine vaad ettikleri, aldatmaktan başka bir şey değildir.» âyeti va­kıayı haber vermektedir. Zîrâ şeytân, dostlarına dünyada ve âhirette kazanacaklarını vaad edip, onları bu hususta kuruntulara düşürür. O, bu konuda yalan söyler ve iftira eder. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ: «Şeytânın kendilerine vaad ettikleri aldatmaktan başka bir şey değil­dir.» buyurmuştur. Nitekim kıyamet günü şeytânın söyleyeceklerini Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de şöyle haber vermektedir: «İş olup bitince şeytân : Gerçekten Allah size sözün doğrusunu söylemiştir. Ben de size söz verdim, ama sonra caydım, sizi zorlayacak hiçbir gücüm de yoktur... dedi.» (îbrâhîm, 22)

Allah Teâlâ devamla şöyle buyuruyor : «Onların (şeytânın kendile­rine vaadini ve onun düşürdüğü kuruntuları, güzel bulanların hesaba çekileceği günde) varacağı yer cehennemdir. Oradan kaçacak (kaçıp kurtulacak ve sığınacak) yer de bulamayacaklardır.»

Sonra Allah Teâlâ mes'ûd ve müttakî kişilerin durumunu, onla­rın sonuçta kavuşacakları eksiksiz şerefi zikrederek şöyle buyuruyor: «îmân edip sâlih ameller İşleyenlere (kendilerine emredilen hayırları kalbleri doğrulayıp uzuvları işleyenlere, kendilerine yasaklanan kötülük­leri terkedenlere) gelince; Biz, onları altlarından ırmaklar akan cen­netlere koyacağız. (Orada diledikleri yer ve şekilde tasarrufta buluna­caklar.) Orada ebedî kalıcıdırlar. (Bu nimet sona ermeyecektir.) İşte Allah'ın dosdoğru bir vaadi. (Bu, Allah'ın bir vaadidir. Allah'ın' vaadi ise, gerçekten ve mutlaka vuku' bulacaktır.) Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?» (Söz ve haberi itibariyle O'ndan daha doğru hiç kimse yoktur. O'ndan başka ilâh, O'nun dışında Rab yoktur.)

Allah Rasûlü (s.a.) hutbesinde şöyle buyururlardı:    Sözlerin en doğrusu Allah kelânudır. Yolların en hayırlısı, Muhammed (s.a.) in yo­ludur. İşlerin en kötüsü sonradan ortaya çıkarılanıdır. Her sonradan ortaya çıkarılan da bid'attır. Ve her bid'a't sapıklık olup her sapıklık da ateşle sonuçlanır.[36]

 

İzahı

 

 

123  — Ne sizin kuruntunuzla, ne de kitâb ehli olanla­rın kuruntularıyladır. Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını görür. Ve kendisine Allah'dan başka ne bir dost bulabilir, ne de bir yardımcı.

124  — Erkek veya kadın her kim ki; mü'min olarak sâlih amel işlerse cennete girer. Ve kendilerine zerre ka­dar zulmedilmez.

125  — İhsan ederek kendini Allah'a teslim eden ve İb­rahim'in (tevhîd) dinine uymuş olandan daha güzel din sahibi kim olabilir? Allah ibrahim'i dost edinmiştir.

126  — Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ın­dır. Allah her şeyi kuşatıcıdır.

 

Allah Herşeyi Kuşatır

 

Katâde der ki: Bize anlatıldığına göre; müslümanlar ve ehl-i kitâb karşıhklı öğündüler de ehl-i kitâb : Bizim peygamberimiz sizin peygam­berinizden Öncedir. Kitabımız, sizin kitabınızdan öncedir. Biz, Allah katında sizden daha üstünüz, dediler. Müslümanlar da: Biz, Allah'a sizden daha lâyıkız; peygamberimiz, peygamberlerin sonuncusudur. Ki­tabımız 3a kendisinden önceki kitâblar hakkında hüküm vermiştir, de­diler de Allah Teâlâ : «Ne sizin kuruntunuzla, ne de kitâb ehli olanlann kuruntularıyladır. Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını görür... İhsan ederek kendini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in dinine uymuş olan­dan daha güzel din sahibi kim olabilir?» âyetini indirerek müslüman-ların hüccetlerini, kendilerine karşı öğünen diğer duı sahiblerininkin-den üstün kıldı.

Bu açıklama Süddî, Mesrûk, Dahhâk, Ebu Salih ve başkalarından da rivayet edilmiştir. Avfî de İbn Abbâs'm bu âyet hakkında şöyle de­diğini rivayet eder: Muhtelif dinlere mensûb olanlar, münâkaşa etti­ler de Tevrat ehli: Bizim kitabımız, kitâblann en hayırlısı, peygambe­rimiz peygamberlerin en hayırlısıdır, dediler. İncil sahipleri (İncil'e inananlar) de onlar gibi konuştu, Müslümanlar ise, şöyle dediler: İs­lâm'dan başka din yoktur. Kitabımız bütün kitâbları kaldırmıştır. Pey­gamberimiz peygamberlerin sonuncusudur. Siz de, biz de sizin kita­bınıza îmân ve bizim kitabımızla amel etmekle emrolunduk. Allah Teâ-, lâ, kulların arasında hüküm verdi de : «Ne sizin kuruntunuzla, ne de kitâb ehli olanların kuruntulanyladır. Kim kötü bir iş yaparsa cezâsım görür.» buyurdu ve dinler arasında hüküm vermede serbest bırakarak şöyle buyurdu : «İhsan ederek kendini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in dinine uymuş olandan daha güzel din sahibi kim olabilir? Allah İbra­him'i dost edinmiştir.»

Mücâhid der ki: Araplar : Biz, asla diriltilmeyecpk ve asla azâb-landırılmayacağız, dediler. Yahûdî ve Hıristiyanlar da : «Yahûdî ve Hı­ristiyan olanlardan başkası cennete girmeyecek.» (Bakara, 111), «Sa­yılı günlerden başka bize, asla ateş dokunmayacak.» (Âl-i İmrân, 24) dediler.

Bu âyetten anlaşıldığına göre; din, kişinin güzel bulması ve te­mennisi ile değildir. Herhangi bir şey de, kişinin mücerred onu iddia etmesiyle meydana gelmez. Allah'tan kendisini te'yîd eden bir burhan bulunmadıkça; haklı olduğunu söyleyen herkesin sözü de mücerred onun söylemesiyle dinlenip kabul edilmez. Bunun içindir ki, Allah Teâ-lâ : «Ne sizin kuruntunuzla, ne de kitâb ehli olanların kuruntulanyla­dır.» buyurmuştur. Yani sadece temenni ile; ne siz, ne de onlar kurtu­labilir. Bilakis mu'teber olan, Allah'a itaat ve O'nun şerefli elçilerinin diliyle koyduklarına uymaktır. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ; «Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını görür.» buyurmuştur. Başka bir âyet-i ke-rîme'de de şöyle buyurur : «Kim zerre kadar hayır yapmışsa, onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.» (Zilzâl, 7 - 8)

Rivayete göre; bu âyet nazil olduğunda sahabeden bir çoğuna çok ağır gelmişti. İmâm Ahmed der ki: Bize Abdullah îbn Nümeyr'in... Ebu Bekr İbn Ebu Züheyr'den rivayetine göre; o, şpyle demiştir : Bana ha-, ber verildiğine göre; Ebubekir şöyle demişti: Ey Allattın Rasûlü; «Ne sizin kuruntunuzla, ne de kitâb ehli olanların kuruntulanyladır. Kim kötü bir İş yaparsa; cezasını görür.» âyetinden sonra kötülük nasıldır; yaptığımız her kötülüğün cezasını görecek değil miyiz? Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular : Ey Ebubekir, Allah seni bağışla­mıştır. Hastalanmadın mı, zahmet ve meşakket çekmedin mi, üzülme­din mi, sana bir meşakkat ve zorluk değmedi mi? Ebubekir; evet, de­yince şöyle buyurdular : İşte bu, sizin cezâlandırılmanızdır.

Hadîsi Saîd İbn Mansûr da... İsmail İbn Ebu Hâlid'den rivayet et­miştir. Aynı hadîsi İbn Hibbân Sahîh'inde Ebu Ya'lâ kanalıyla... îs-mâîl îbn Ebu Hâlid'den; Hâkim ise Süfyân es-Sevrî kanalıyla İsmail'den rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdülvehhâb İbn Atâ'ın... İbn Ömer'den rivayetine göre; o, Ebubekir'i şöyle derken işitmiş : Allah Rasûlü (s.a.) : Kim kötü bir iş yaparsa; bunun cezasını dünyada görür, buyurmuşlar­dır.

Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki: Bize Ahmed îbn Hüşeym İbn Cüheyme'nin... Mücâhid'den rivayetine göre; Abdullah İbn Ömer, şöyle demiştir: Abdullah İbn Zübeyr'in asılmış olduğu yere bakın ve üze­rinden geçip gitmeyin. Râvî der ki : Çocuk unuttu ve birden İbn Ömer'in îbn Zübeyr'e bakarak üç kere Allah seni bağışlar, dediğini duydu. Son­ra şöyle devam etti: Allah'a yemin ederim ki; ben seni ancak çok oruç tutan, (geceleri) ihya eden ve akrabalarına çokça gidip gelen birisi olarak bilirim, Allah'a yemîn ederim ki; senin başına gelen şey yeter­lidir. Allah'ın bundan sonra sana azâb etmeyeceğini umarım. Daha sonra bana dönerek şöyle dedi: Ebubekir Sıddîk'ın şöyle dediğini işit­tim : Allah Rasûlü (s.a.) : Kim bir kötülük yaparsa bunun cezasını dün­yada görür, buyurdular.

Hadîsi Ebu Bekr el-Bezzâr da Müsned'inde Padl îbn Sehl'den, o da Abdülvehhâb îbn Atâ'dan muhtasar olarak rivayet etmiştir. Ebu Bekr el-Bezzâr, îbn Zübeyr'in Müsned'inde şöyle demiştir: Bize İbrâhîm İbn el-Müstemir el-Urûkî'nin... Hayyân îbn Bistâm'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: İbn Ömer ile birlikteydim. Asılmış olan Abdullah îbn Zübeyr'e' uğradı ve şöyle dedi: Ey Ebu Hubeyb, Allah sana merhamet etsin. Baban Zübeyr'i şöyle derken işittim: Allah Rasûlü (s.a.) : Kim kötü bir iş yaparsa; bunun cezasını dünyada ve âhirette görür, buyur­muşlardı. Hadîsi rivayetten sonra Ebu Bekr el-Bezzâr: Bu hadîsin Zü-beyr'den rivayetini sadece bu kanaldan bilmekteyiz, demiştir.

Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki: Bize Ahmed îbn Kâmil'in... Ebu­bekir Sıddîk'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ben Hz. Peygam­ber (s.a.) in yamndayken «Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını görür ve kendisine AUah'dan başka ne bir dost bulabilir, ne de bir yardımcı.» âyeti nazil oldu. Allah Rasûlü (s.a.) : Ey Ebubekir, bana nazil olan âyeti sana okuyayım mı? buyurdular. Ben de; evet ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Âyeti bana okuduğunda o kadar acı duydum ki sendeledim. Al­lah Rasûlü : Sana ne oluyor ey Ebubekir? buyurdular. Ben de şöyle de­dim : Babam anam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü, hangimiz kötü iş yapmaz? Biz yaptığımız her kötülüğün cezasını göreceğiz. Bunun üze­rine Allah Rasûlü (s.a.,) şöyle buyurdular : Ey Ebubekir, sen ve mü'min olan arkadaşların bunun cezasını dünyada göreceksiniz. Allah'a ka­vuştuğunuzda günâhlarınız olmayacaktır. Diğerlerine gelince; onların­ki toplanacak ve kıyamet günü bunların cezasını görecekler.

Hadîsi, bu şekliyle Tirmizî de Yahya îbn Musa ve Abd îbn Humeyd kanalıyla Ravh îbn Übade'den rivayet etmiş ve: Musa İbn Übeyde za­yıftır, İbn Sibâ'nm kölesi ise meçhuldür, demiştir.

Hadîsin Ebubekir Sıddîk'tan başka bir kanaldan rivayeti şöyledir: îbn Merdûyeh der ki: Bize Muhammed îbn Ahmed İbn îshâk el-Askerî'-nin... Mesrûk'tan rivayetine göre; Ebubekir : Ey Allah'ın Rasûlü, «Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını görür.» âyeti ne kadar şiddetlidir? demişti. Allah Rasûlü (s.a.) de şöyle buyurdular: Musibetler, hastalıklar ve üzüntüler dünyadaki cezadır.

Hadîsin başka bir kanaldan rivayeti şöyledir : İbn Cerîr der ki: Ba­na Abdullah İbn Ebu Ziyâd ve Ahmed İbn Mansûr'un... Ebu Bekr'den rivayetine göre; «Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını görür.» âyeti nazil olunca, Ebubekir: Ey Allah'ın Rasûlü, yaptığımız her şeyin cezasını görecek miyiz? demiş; Allah Rasûlü de: Ey Ebubekir, senin başına şu şu gelmedi mi? İşte o keffârettir, buyurmuşlardı.

Saîd İbn Mansûr der ki: Bize Abdullah İbn Vehb'in... Âişe'den rivayetine göre; bir adam «Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını görür.» âyetini okumuş ve : Biz her işle cezalandırılacak mıyız? O halde biz helak olduk, demişti. Bu, Allah Rasûlü (s.a.) ne ulaşınca şöyle buyur­dular : Evet. Mü'min kişi nefsine ve cesedine eziyet veren şeylerle dün­yada cezasını görür.

Hadîsin başka bir kanaldan rivayeti şöyledir : İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Âişe'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, ben Kur'an'daki en şiddetli âyeti biliyorum, demiş­tim. Allah Rasûlü : O nedir ey Âise? buyurdular. Ben de: «Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını görür.» âyetidir, dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdular: Dûçâr olacağı meşakkat ve sıkıntıya varıncaya kadar bu, mü'min kulun başına gelen musibetlerdir.

Hadîsi İbn Cerîr Hüşeym'den; Ebu Dâvûd da Ebu Âmir Salih îbn Rüstem el-Hazzâz'dan rivayet etmişlerdir.

Hadîsin başka bir kanaldan rivayeti şöyledir : Ebu Dâvûd et-Tayâ-lisî der ki; Bize Hammâd İbn Seleme'nin... Ümeyye Bint Abdullah'dan rivayetine göre; o, Hz. Âişe'ye «Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını gö­rür.» âyetini sormuş, Hz. Âişe de şöyle cevâb vermiş : Ben bunu Allah Rasûlü (s.a.) ne solduğumdan bu yana hiç kimse bu âyeti bana sor­mamıştı. Allah Rasûlü'ne sordum da şöyle buyurdu : Ey Âişe bu, kulun başına gelen humma, meşakkat ve darlık, diken gibi musibetler hak­kında Allah'ın kulu ile bîatlaşmasıdır. O kadar ki; kul bir malı koluna koyar da (bulamayarak) feryâd eder. Sonra onu cebinde bulur. Yine o derecede ki mü'min; günâhlarından, kırmızı altının demirci körüğün­den çıktığı gibi çıkacaktır.

Hadîsin başka bir kanaldan ve îbn Merdûyeh'ce rivayeti şöyledir: Bize Muhammed İbn Ahmed İbn İbrahim'in... Aişe'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) ne «Her kim kötü bir iş yaparsa; cezasını görür.» âyeti soruldu da şöyle buyurdu : Ölüm sırasında ruhu­nun çıkmasına varıncaya kadar, mü'min her şey ile mükâfâtlandınla-caktır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Hüseyn'in... Aişe'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), şöyle buyurmuşlardır: Kulun günâhları çoğalıp da onlara keffâret olacak bir şeyi bulunmadığında; onlara keffâret ol­mak üzere Allah Teâlâ onu üzüntüye dûçâr kılar.

Saîd İbn Mansûr der ki: Süfyân İbn Uyeyne kanalıyla.. Ebu Hü-reyre'den rivayete göre; o, şöyle demiştir: «Kim kötü pir iş yaparsa; cezasını görür.» âyeti nazil olunca bu, müslümanlara çok ağır gelmişti. Allah Rasûlü (s.a.) onlara şöyle buyurdular: Doğru olunuz ve yakına laştırınız; başınıza gelen bir meşakkat ve sıkıntıya, kendisine batan bir dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyde onun için bir keffâret vardır.

İmâm Ahmed hadîsi bu şekliyle, Müslim ve Neseî ise, Süfyân İbn Uyeyne kanalıyla rivayet etmişlerdir.

İbn Merdûyeh'in Ravh ve Mu'temer kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : «Ne sizin kuruntunuzla, ne de kitâb ehli olanların kuruntularıyladır. Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını gö­rür.» âyeti nazil olduğunda; ağladık ve üzüldük de: Ey Allah'ın Ra-: sûlü, bu âyet hiçbir şey bırakmadı, dedik. Allah Rasûlü şöyle buyur­dular : Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki; bu âyet nazil olduğu gibidir. Ancak ferah olunuz, yakınlaştınnız ve doğru olunuz. Ayağınıza batan dikene varıncaya kadar; sizden birine dünyada bir musibet geldiğinde Allah Teâlâ onu bir hatâsına keffâret kılar.

Atâ İbn Yesâr'ın Ebu Saîd ve Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; on­lar, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken İşitmişler : Kendisini üzen bir düşünceye varıncaya kadar; mü'minin başına gelen bir zahmet, bir acı, bir hastalık ve bir üzüntü onun kötülüklerine keffâret kılınır. Ha­dîsi Buhârî ve Müslim tahrîc etmişlerdir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya'nın... Ebu Saîd el-Hudrî'den ri­vayetine göre; bir adam Allah Rasûlü (s.a.) ne şöyle sormuş: Bizim başımıza gelen şu hastalıklar hakkında ne dersin? Bunlar mukabilinde bize ne vardır? Allah Rasûlü : Keffâretler vardır, buyurmuş. Adam : Ya az olursa? deyince; Allah Rasûlü: Bir diken, ya da daha fazlası (bile olsa) buyurmuş. Râvî devamla şöyle anlatır; Babam ölünceye kadar sıtmanın kendisini terketmemesi için duâ etti. Bununla birlikte ken­disini ne hacdan, ne umreden, ne Allah yolunda savaştan, ne de cemâ­atle farz namazdan alıkoydu. Ölünceye kadar ona bir insan dokundu­ğunda sıcaklığını hissederdi. —Allah ondan razı olsun—

Hadîsi sadece İmâm Ahmed rivayet etmiştir.

İbn Merdûyeh'in Hüseyn İbn Vâkıd kanalıyla... İbn Abbâs'dan ri­vayetine göre; Hz. Peygambere; ey Allah'ın Rasûlü, kim kötü bir iş ya­parsa cezasını görür mü? diye sorulmuş. Allah Rasûlü: Evet, kim de iyi bir iş yaparsa; on katı ile mükâfatlandırılır. Biri onuna gâlib gelen kişi helak olmuştur, buyurdular.

İbn Cerîr der ki: Bize İbn Vekî'in... Hasan'dan rivayetine göre; o, «Kim kötü bir iş yaparsa; cezasını görür.» âyetinde kâfirlerin kasde-dildiğini söylemiş ve sonra da : «Biz,' küfredenlerden başkasını cezalan­dırır mıyız?» (Sebe, 17) âyetini okumuş. Yine îbn Abbâs ve Saîd tbn Cübeyr'den rivayete göre; onlar, bu âyetteki «Kötü bir iş»i şirk ile tefsir etmişlerdir.

«Ve kendisine Allah'dan başka ne bir dost bulabilir, ne de bir yar­dımcı.» âyeti hakkında îbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha: Tevbe etmesi müstesna. Allah tevbesini kabul eder, demiştir.

Bu görüşü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

Doğru olan görüş ise —daha önce geçen hadîslere dayanarak'— bu­nun bütün ameller hakkında genel oluşudur. Bu, İbn Cerîr'in tercîh ettiği görüştür. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ : «Erkek veya kadın her kim ki, mü'min olarak sâlih amel işlerse; cennete girer...» buyuruyor. Allah Teâlâ kötülüklere ve­rilecek cezayı, kuldan, gerek bu dünyada —ki onun için en güzeli bu­dur— ya da âhirette-karşılığında ne hak etmişse alınacağını —bundan Allah'a sığınır; dünyada ve âhirette ondan afiyet, af ve müsamaha di­leriz.— zikrettikten sonra; îmân şartına bağlı olarak, erkek olsun, kadın olsun -kullarının sâlih amellerini kabul etmekteki ihsanını, keremini ve rahmetini beyân etmeye başlıyor. Onları cennetine koyacak, miktarı bile olsa, onların iyiliklerini eksiltmeyecektir. hur­ma çekirdeğinin ortasındaki benektir. Daha önce de geçtiği üzere çekirdeğin yarığında bulunan ipliktir. Hem nakîr, hem de fetîl hurma çekirdeğinde bulunur. hurma çekirdeğinde bulunan zar olup her üçü de Kur'an'da zikredilmiştir.

Allah Teâlâ : «Kendisini Allah'a teslim edenden... daha güzel din sahibi kim olabilir?» buyurur ki; bu kişi ameli sadece Rabbı için yap­mıştır, îmânla ve sevabını Allah'tan bekleyerek amel işlemiştir. Ve bu İrişi «İyilik yapandır.» Yani amelinde Allah'ın kendisi için koyduğu ka­nuna, Allah'ın elçisini gönderdiği hidâyet ve hak dine uymuştur. Bu ikisi onlar olmadan her amel edenin amelinin sahîh olmayacağı iki şarttır. Yani yapılan amel hâlis ve doğru olmalıdır. Hâlis olması; sadece Allah için olmasıdır. Doğru olması ise, şerîate uygun olmasıdır. Böylece yapılan işin zahiri uymakla, bâtını da ihlâs ile sıhhat kazanacaktır. Bu iki şarttan birisi bulunmadığında amel fâsid olur. İhlâsı kaybeden mü­nafık olur. Bunlar, insanlara gösteriş yapanlardır. (Şerîate) uymayan kişi ise; sapık ve câhildir. Bu iki şartı kendisinde toplandığında bu «Al­lah'ın kendilerinden yaptıklarının en güzelini kabul buyuracağı ve gü­nâhlarından vazgeçeceği» (Ahkâf, 16) mü'minlerin ameli olmuş olur. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «İbrahim'in (tevhîd) dinine uymuş olan­dan daha güzel din sahibi kim olabilir?» buyurmaktadır. Bunlar; Hz. Muhammed (s.a.) ile kıyamete kadar ona tâbi olanlardır. Nitekim başka âyetlerde de Allah Teâlâ: «Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlar, peygamber ve îmân edenlerdir.» (ÂH İmrân, 68), «Sonra sana: Muvahhid olarak İbrahim'in dinine uy. O, hiçbir zaman müşriklerden olmadı, diye vahyettik.» (Nahl, 123) buyurmaktadır. «Hanîf»; şirkten kendi kasdı ile uzaklaşan, onu bir basiret ile terkeden, bütünüyle hakka yönelen, hiçbir şeyin onu ondan çeviremeyeceği, hiçbir şeyin onu on­dan engelleyemeyeceği kişidir.

Allah Teâlâ: «Allah İbrahim'i dost edinmiştir.» buyuruyor ki; bu, ona tâbi olmaya teşvik kabîlindendir. Zîrâ o, kulların Allah'a yaklaşa­bilecekleri en üst dereceye ulaşmış olmakla, kendisine uyulan bir imâm, bir önder olmuştur. Muhakkak ki o, sevgi derecelerinin en üstünü olan dostluk derecesine ulaşmıştır. Bu da Allah Teâlâ'nın : «Ve sözünü ye-, rine getiren İbrâhîm'inkinde de...» (Necm, 37) âyetinde nitelediği gibi, Rabbına ibâdetinin fazlalığı ile olmuştur. Seleften bir çokları derler ki: O (İbrahim), Kendisine emredilenlerin tamâmını yapmış, kulluk ma­kamlarından her bir makamın hakkım tâm olarak vermiştir. Hiçbir önemli iş, önemsizinden, hiçbir büyüklük, küçüğünden onu alıkoyma-mıştır. Allah Teâlâ başka âyetlerde de şöyle buyurmaktadır: «Hani İbrahim'i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti. O, bunları ta­mamlayınca...» (Bakara, 124), «Muhakkak ki, tbrâhîm, başlıbaşına bir ümmetti, Allah'a itaat ederdi ve bir muvahhiddi. Hiçbir zaman için müş­riklerden olmamıştır...»  (Nahl, 120-121).

Buhârî der ki: Bize Süleyman îbn Harb'ın... Amr îbn Meymûn'dan rivayetine göre; Muâz Yemen'den geldiğinde, onlara sabah namazı kü-dmp namazda «Allah İbrahim'i dost edinmiştir.» âyetini okumuş ve kavimden bir adam da: İbrahim'in annesinin gözü aydın olsun, de­mişti.

Bazılarından rivayetle îbn Cerîr. tefsirinde şöyle anlatır: Allah Teâlâ'nın İbrahim'i «Halil» olarak isimlendirmesi şöyle olmuştur : Onun bulunduğu bölge halkının başına bir kuraklık gelmişti. İbrahim Musul —bazılarının söylediğine göre Mısır— halkından olan bir arkadaşına oradan ailesine yiyecek getirmek üzere gitmişti. Ancak orada ihtiyâcını gideremedi. Dönüşte ailesine yaklaştığında, kumluk bir arazîye uğradı ve : Hiçbir şey getiremeden dönüşüme ailemin üzülmemesi ve istedik­lerini onlara getirdiğimi sanmaları için, çuvallara şu kumdan doldur-sam, diye düşündü. Böyle de yaptı. Ancak çuvallardaki kumlar una dö­nüştü. Evine geldiğinde de yatıp uyudu. Ailesi kalkıp çuvalları açtıklar rında, un buldular ve ondan hamur yaparak ekmek pişirdiler. İbrahim uyandı ve ekmek yaptıkları unu sordu. Onlar : Dostunun yanından ge­tirmiş olduğun undan, dediler. O da: O, dostum Allah'tandır, dedi ve bunun üzerine Allah Teâlâ kendisini «Halil» olarak isimlendirdi.

Bu haberin hem sıhhati ve hem de vukuu şüphelidir. Netice olarak bu İsrailî bir haber olup doğrulanmaz da, yalanlanmaz da. Allah Teâlâ'­nın onu «Halîl» diye isimlendirmesi onun Rabbını çok sevmesinden ve Rabbının seveceği, hoşnûd olacağı ibâdetleri yapmasındandır. Bunun içindir ki; Buhârî ve Müslim'de Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edilen bir hadîs-i şerife göre; Allah Rasûlü (s.a.) onlara irâd etmiş olduğu son hutbelerinde şöyle buyurmuşlardır : Bundan sonra; ey insanlar, şayet yeryüzü halkından dost edinmiş olsaydım, Ebubekir îbn Ebu Kuhâfe'yi dost edinirdim. Ancak sizin arkadaşınız (kendisini kasdediyor) Allah'ın dostudur.

Cündeb İbn Abdullah el-Becelî, Abdullah îbn Amr îbn Âs ve Ab­dullah İbn Mes'ûd kanalıyla rivayet edilen bir hadîs-i şerifte de Allah Rasûlü (s.a.) : Allah, İbrahim'i dost edindiği gibi beni de dost edin­miştir, buyurmuşlardır.

Ebu Bekr.İbn Merdûyeh der ki: Bize Abdurrahîm İbn Muhammed İbn Müslim'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) nü beklemek üzere ashabından bir grup oturmuşlardı. Allah Rasûlü (s.a.) çıkıp onlara yaklaştığında; onların müzâkerede bu­lunduklarını işitti. Onlardan birisi şöyle diyordu : Şaşılacak şey, Allah Teâlâ yaratıklarından dost edinmiş. İbrâhîm O'nun dostudur. Bir di­ğeri : Bundan daha garibi Allah Teâlâ Mûsâ ile konuşmuş, derken bir diğeri: îsâ Allah'ın ruhu ve kelimesidir, demiş. Bir diğeri de: Allah Teâlâ Âdem'i seçmiştir, demişti. Allah Rasûlü (s.a.) onların yanma va­rıp selâm vermiş ve şöyle buyurmuş: Sizin sözünüzü ve İbrahim'in Allah'ın dostu oluşu hakkındaki hayretinizi işittim. Bu, böyledir. Mûsâ; kelimidir. îsâ; ruhu ve kelimesidir. Allah Âdem'i seçmiştir. Bunlar da böyledir. Dikkat edin; ben Allah'ın dostuyum ve öğünmem. Ben kıyamet günü hamd sancağını taşıyacağım. Yine öğünmem yok. Ben ilk şefaat edenim ve şefaati makbul olanların İlkiyim. Yine öğünmem yok. Cen­netin halkalarını hareket ettirecek (sallayıp çalacak) olanların ilkiyim. Allah Teâlâ açacak ve benim yanımda mü'minlerin fakirleri olduğu halde, beni oraya koyacak. Yine öğünmem yok. Kıyamet günü ilklerin ve sonların en şereflisi benim. Yine de öğünmem.

Bu şekliyle hadîs, garîb olup sahîh hadîs mecmualarında ve başka eserlerde bunun bazı kısımlarını te'yîd eden şâhidler vardır.

Katâde, îbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Dostluğun îbrâ-hîm'e, kelâmın Musa'ya ve (Allah'ı) görmenin Hz. Muhammed'e —Al­lah'ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun— âit olmasına mı şaşı­yorsunuz?

Hâkim Müstedrek'in'de bu hadîsi rivayet etmiş ve Buhârî'nin şart­larına göre sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîc etmemişlerdir, de­miştir. Bu hadîs Enes İbn Mâlik ile sahabe, Tabiî, Selef ve Halef imam­larının bir çoğundan da rivayet edilmiştir.

tbn Ebu Hatim der ki: Bize Yahya îbn Abdek el-Kazvînî'nin... Ubeyd tbn Umeyr'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : İbrâhîm (a.s.) insanları müsâfir ederdi. Bir gün müsâfir edecek insan aramak üzere çıkmış ve müsâfir edecek kimse bulamadan evine dönerken orada (ayakta) duran bir adam görmüştü. Ona: Ey Allah'ın kulu, evime iz­nim olmaksızın seni koyan nedir? diye sormuş, o da: Oraya onun sa­hibinin izniyle girdim, diye cevâblamıştı. İbrahim'in: Sen kimsin? so­rusuna; ben ölüm meleğiyim. Rabbım beni kullarından birine Allah'ın kendisine onu dost edindiğini müjdelemek üzere gönderdi, diye cevâb vermişti. İbrâhîm : O kimdir? Allah'a yemîn ederim ki; şayet onu bana haber verirsen ve o da en uzak memlekette bile olsa ona giderim. Ara­mızı ölüm ayırıncaya kadar ona komşu olurum, demişti. O; o kul sensin, deyince; İbrahim, ben mi? diye sormuş. Onun; evet, cevâbı üzerine de : Allah ne ile beni dost edindi? diye sormuş, melek de : Sen insanlara verir ve onlardan istemezsin, demişti.

Yine îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... İshâk îbn Yesâr'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ İbrahim'i dost edindi­ğinde onun kalbine bir korku koymuştu. Havada kuşun kanat çırpması işitildiği gibi onun da kalbinin çarpması uzaktan işitilirdi. Allah Ra-sûlü (s.a.) nün sıfatına dâir gelen haberlere göre; onun da göğsünden ağlamadan dolayı kazan tınlaması gibi bir ses işitilirdi.

Allah Teâlâ: «Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır.» buyuruyor. Her şey O'nun mülkü, kullan ve yaratıklarıdır. Onların hep­sinde tasarruf sahibi O'dur. O'nun kazasını geri çevirecek, O'nun hükmünü değiştirecek hiçbir şey yoktur. Büyüklüğü, gücü, adaleti, hik­meti; lütuf ve rahmetinden dolayı yaptığından sorulmaz.

Allah Teâlâ: «Allah her şeyi kuşatıcıdır.» buyuruyor. O'nun ilmi bunların tümünü kapsar. Kullarından hiçbir gizli şey O'na gizli kal^ maz. Göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey yahut ondan daha küçüğü veya daha büyüğü O'nun ilminden gizli değildir. Bakanın görebileceği ve göremeyeceği şeylerden bir zerre bile O'na gizli değildir.[37]

******************************************

 

İzahı

 

Allah İbrahim'i dost edindi. Onu kendisine seçti ve dostların dost­lar katındaki yüceliklerine benzer yüceliklerle onu tahsis etti. Saklan­ma noktasında onu izhâr etmesi, durumunu yüceltmek içindir. Ve onun bizatihi övülen olduğunu belirterek yüceltmek içindir... Denilir ki; Hz. İbrahim, bir kıtlık zamanında Mısır'daki bir dostuna bir misafir gön­derdi ve ondan yardım istedi. Dostu dedi ki; eğer İbrâhîin, kendisi için yardım isteseydi yardım ederdim, ama müsâfirleri için istiyor. Halbuki başımıza gelen çok ağır musîbet var. Çocuklar döndüler, yumuşak çölü geçtiler, insanlardan utanarak eşyaları doldurdular ve onu İbrâhîm Aleyhisselâm'ın evine getirdiler. Çuvalı bırakıp gittiler. Bir süre sonra İbrahim'e olaylar haber verildi. Bunun üzerine çok üzüldü. Bilhassa halkın kendisinin kapısında toplanıp da yemek istemelerinden rahatsız oldu. Gözünden yaşlar geldi. Sara çuvalların yanına vardı, bir de baktı ki en güzel hurilerden daha güzel kızlar ekmek yapıyorlar. Bir rivayette ise o, bu ekmeklerle halkı doyurdu. İbrahim Aleyhisselâm uyandı, ek­meğin kokusunu kokladı. İbrâhîm nerden buldunuz deyince; Sara, mı­sırlı dostundan, dedi. îbrâhîm; hayır, dostum Allah Azze ve Celle^en, dedi. Ve bunun üzerine Allah Teâlâ o'na halîl'im (dostum) sıfatını ver­di.[38]

 

127 — Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: Onlara dâir fetvayı size Allah veriyor. Kendilerine yazılmış olanı vermediğiniz ve nikâhlamayı istemediğiniz yetim kızlar hakkında, mağdur çocuklar hakkında ve ye­timlere insafla bakmanız hakkında kitabta sizlere okunan âyetler var. Hayır olarak ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilicidir.

 

Kadın Haklan

 

Buhârî der ki: Bize Ubeyd İbn İsmail'in... Âişe'den rivayetine gö­re; o, «Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar...» âyeti.hakkında şöyle demiştir: Bu, yanında yetîm olan kişidir. O, kızın velîsi, vârisi olup, kız, hurmaya varıncaya kadar onun malına ortak olmuştur. O kişi onu nikâhlamayı arzulamaz. Ancak kızın kendisine ortak olduğu malında; ortak olacak endişesiyle başka biriyle evlendirmekten de hoş­lanmaz, îşte bu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur.

Hadîsi bu şekliyle Müslim de Ebu Küreyb ve Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe'den, bu ikisi de Ebu Üsâme'den rivayet etmişlerdir.

İbn Ebu Hatim der ki: Muhammed İbn Abdullah İbn Abdülhakem kanalıyla... Urve îbn Zübeyr'den rivayete göre; Âişe şöyle demiştir: Bu âyetten sonra insanlar Allah Rasûlü (s.a.) nden onlar hakkında fetva istediler de Allah Teâlâ : «Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki onlara dâir fetvayı size Allah veriyor... Kitâbda sizlere okunan âyet­ler var.» âyetini indirdi. Hz. Âişe devamla şöyle anlatır : Allah Teâlâ'nın «Kitâbda sizlere okunan âyetler var.» buyurarak, zikrettiği; birinci âyet olan : «Eğer (kendileri ile evlendiğinizde) yetîm kızların haklarını gözetemiyeceğinizden korkarsanız; size helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olmak üzere nikâh edin.» âyetidir. (Nisa, 3)

Yine aynı isnâd ile Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre; o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ : «Nikâhlamayı istemediğiniz yetîm kızlar hak­kında...» buyuruyor ki; burada kişinin yanında bulunan, malı ve gü­zelliği az, yetîm kızdan kişinin yüz çevirmesi kaydedilmektedir. Onlar mal ve güzellikleri az olanlarından yüz çevirmeleri sebebiyle adaletle olması dışında mal ve güzelliklerine göz dikerek yetîm kadınları nikâh-lamaktan men'olundular.

Bu hadîsin aslı Buhârî ve Müslim'de Yûnus İbn Yezîd kanalıyla rivayet edilmiştir.

Burada basdedilen mânâ şudur : Bir kimsenin yanında bir yetîm kız bulunduğunda; onu evlendirmesi helâldir. Bazan onunla kendisi evlen­mek isteyebilir. Bu durumda onun emsali kadınların mehri miktarınca ona mehir vermesini Allah Teâlâ emretmiştir. Şayet böyle yapmazsa; başka kadınlara yönelmelidir. Allah Teâlâ onu varlıklı kılacaktır. Sûrenin başındaki (Nisa, 3) âyette kasdedilen mânâ budur. Bazan da; ya yetînı olduğa için veya çirkin olduğundan dolayı, kişi onunla evlen­mek istemeyebilir. Bu durumda Allah Teâlâ, o kişiyle yetîm kız arasın­daki mala ortak olacaklar korkusuyla başka kocalardan onu ayırmasını yasaklamıştır. Nitekim İbn Abbâs'tan rivayetle «Yetîm kızlar hakkın­da...» âyetiyle ilgili olarak Ali İbn Ebu Talha şöyle demektedir: «Câ-hiliye devrinde; birinin yanında yetîm kız olurdu da onun üzerine el­bisesini atardı. O böyle yaptığında hiç kimse ebediyyen onunla evlene-mezdi. Yetîm kız, güzel olur ve o kişi de onu severse onunla kendisi ev­lenir ve malını yerdi. Yetîm kız çirkin ise; ölünceye kadar diğer erkek­lerden onu men'eder ve öldüğünde de onun vârisi olurdu. Allah bunu haram kılarak bundan men'etti.

Allah Teâlâ : «Mağdur çocuklar hakkında... sizlere okunan âyetler var.» buyuruyor ki; câhiliyyet devrinde çocukları ve kızları vâris kıl­mazlardı. Allah Teâlâ nın: «Kendilerine yazılmış olanı vermediğiniz.» buyurması bundandır. Allah Teâlâ bunu yasaklamış; her pay sahibinin küçük ya da büyük olsun payını açıklayarak: «Erkeğe iki dişinin his­sesi kadardır.»  (Nisa, 11) buyurmuştur.

Saîd İbn Cübeyr ve başkaları da böyle söylemişlerdir. Saîd İbn Cü-beyr «Yetimlere insafla bakmanız hakkında kltâbda sizlere okunan âyet­ler var.» âyeti hakkında da şöyle demiştir : Mal ve güzellik sahibi oldu­ğunda tercih edip nikahladığınız gibi, güzelliği ve malı olmadığında da onu tercih edip nikahlayınız.

Hayırları işleme ve emirlere uymayı teşvik sadedinde olmak üzere Allah Teâlâ : «Hayır olarak, ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilicidir.» buyuruyor. Allah Teâlâ bunların hepsini bilir. Bunlara göre bol mükâ­fatı mutlaka verecektir.[39]

 

128 — Eğer kadın; kocasının serkeşliğinden veya yüz çevirmesinden endîşe ederse, anlaşma yoluyla aralarını bulmalarında kendileri için bir günâh yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır. Nefisler kıskançlığa meyyaldir. Eğer iyi davranır ve sakınırsanız; Allah işlediklerinizden haber­dârdır.

129  — Ne kadar isteseniz, yine de kadınlar arasında adalet yapamazsınız. Bari bir tarafa tamamen meyletme­yin ki; öbürünü askıdaymış gibi bırakmayasınız. Eğer arayı düzeltir ve haksızlıktan sakınırsanız; şüphesiz ki Allah Ğafûr, Rahîm olandır.

130  — Eğer ayrılırlarsa Allah, her birini nimetinin genişliği ile zengin kılar. Allah Vâsi', Hakîm olandır.

 

Allah Teâlâ; kan kocanın durumlarından bahsedip kanun koya­rak bu âyette erkeğin kadından yüz çevirmesi veya onunla birleşmesi veya ondan ayrılması durumundan bahsediyor.

Birinci durum; kadının, kocasının kendisinden nefret etmesi veya yüz çevirmesinden korkması halidir. Bu durumda kadının nafaka, gi­yim, barınak veya diğer haklarının bir kısmından veya tamâmından vazgeçme hakkı vardır. Koca bunu ondan kabul edebilir. Kocası lehine bu hakkından vazgeçmesi durumunda kadına; kadından bunu kabul etme konusunda da kocaya bir günâh yoktur. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ : «Anlaşma yoluyla aralarım bulmalarında kendileri için bir günâh yoktur.» buyurduktan sonra «Anlaşmak (ayrılıktan) daha ha­yırlıdır. Nefisler kıskançlığa meyyaldir.» buyuruyor. Münâkaşa halin­de anlaşma, ayrılıktan daha hayırlıdır. Bunun içindir ki, Şevde Bint Zem'a yaşlandığında Allah Rasûlü ondan ayrılmak istemiş ve o da gününü Âişe'ye bırakması ve Allah Rasûlü'nün de kendisini (nikâhı altmda tutması) şartıyla onunla anlaşmıştı. Allah Rasûlü bunu kabul buyurarak onu hali üzre bırakmıştı.

Bu konudaki rivayetleri zikredelim:

Ebu Dâvûd Tayâlisî der ki: Bize Süleyman İbn Muâz'ın... İbn Ab-bâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Şevde, Allah Rasûlü (s.a.) nün kendisini boşamasından korktu da: Ey Allah'ın Rasûlü, beni boşama ve günümü Âişe'ye ver, dedi. Allah Rasûlü de böyle yaptı ve: «Eğer kadın, kocasının serkeşliğinden veya yüzçevirmesinden endîşe eder­se...» âyeti nazil oldu. İbn Abbâs der ki: (Karı kocanın) üzerinde an­laştıkları her şey caizdir.

Tirmizî hadîsi Muhammed İbn el-Müsennâ'dan, Ebu Dâvûd et-Ta-yâlisî'den rivayet etmiş ve hasen'dir, garîbtir, demiştir.

Şafiî der ki: Bize Müslim'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; Allah Rasûlü vefat buyurduklarında dokuz hanımı varmış ve günlerini eşle­rinden sekizi arasında taksim ederlermiş.

Buhârî ve Müslim de Hişâm İbn Urve'nin babasından, onun da Âişe'den rivayetine göre; Hz. Âişe, şöyle demiş : Şevde Bint Zem'a yaş­lanınca, gününü Âişe'ye verdi. Rasûlullah (s.a.) Sevde'nin gününü ona (Âişe'ye) tahsis buyururlardı. Bu hadîsin benzeri Buhârî'nin sahîh'in-de Zührî kanalıyla... Âişe'den rivayet edilmiştir.

Saîd İbn Mansûr der ki: Bize Abdurrahmân İbn Ebu Zenâd'ın... Urve'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Teâlâ Şevde ve benzerleri hakkında «Eğer kadın kocasının serkeşliğinden veya yüz çevirmesinden endîşe ederse...» âyetini indirdi. Şevde yaşlanmış bir hanım idi. Allah Rasûlü (s.a.) nün kendisinden ayrılmasından korktu ve yerini kaybetmek istemedi. Allah Rasûlü (s.a.) nün Hz. Âişe'ye olan sevgisini ve onun Hz. Peygamberin yanındaki derecesini anlayarak Hz. Peygamber ile olan gününü Âişe'ye verdi. Hz. Peygamber (s.a.) de bu­nu kabul buyurdu.

Beyhakî der ki: Bu hadisi Ahmed İbn Yûnus, Hasan İbn Ebu Ze^ nad'dan mevsûl olarak rivayet etmiştir. Hadîsi aynı kanaldan Hâkim de Müstedrek'inde rivayetle şöyle demektedir: Bize Ebu Bekr îbn İs-hâk'm... Urve'den, onun da Âişe'den rivayetine göre; Hz. Âişe, şöyle demiş : Ey kızkardeşimin oğlu, Allah Rasûlü yanımızda kalma husu­sunda bizim hiçbirimizi diğerlerinden üstün tutmazdı. Bizi dolaşmadığı günler azdır. Gününü kendisine tahsis buyurduğuna ulaşıncaya kadar hanımlarından herbirine dokunmaksızm yaklaşır ve sonuncusunun ya­nında gecelerdi. Şevde Bint Zem'a yaşlanıp Allah Rasûlü (s.a.) nün ken­disinden ayrılacağından korktuğunda : Ey Allah'ın Rasûlü, benim gü­nüm Âişe'nindir, demiş ve Allah Rasûlü (s.a.) de bunu kabul buyur­muştu. Âişe devamla şöyle der : İşte bu konuda Allah Teâlâ : «Eğer ka­dın kocasının serkeşliğinden veya yüz çevirmesindne endîşe ederse...» âyetini indirdi.

Hadîsi Ebu Dâvûd da Ahmed İbn Yûnus'dan rivayet etmiştir. Hâr kim, hadîsin isnadının sahîh olduğunu ve Buhârî ile Müslim tarafın­dan tahrîc edilmediğini kaydeder.

İbn Merdûyeh de hadîsi Ebu Bilâl el-Eş'arî kanalından olmak üze­re Abdurrahmân İbn Ebu Zenâd'dan; Abdülazîz İbn Muhammed ed-De-râverdî kanalıyla da Hişâm İbn Urve'den muhtasar olarak rivayet et­miştir. En doğrusunu Allah bilir.

Ebu Abbâs Muhammed İbn Abdurrahmân «Mu'cem»inin başında der ki: Bize Muhammed İbn Yahya'nın... Kasım İbn Ebu Bezze'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Hz. Peygamber (s.a.) Şevde Bint Zem'a'ya talâkını (boşanmasını) göndermişti. (Boşanma haberi) kendişine geldiğinde; Hz. Âişe'nin yolu üzerinde oturarak, Allah Rasûlü'nü beklemiş ve onu görünce şöyle demişti: Kelâmım sana indiren ve ya­ratıkları üzerine seni seçen (Allah) adına söylerim beni (ric'î nikâhı ile) geri al. Zâten benim erkeklerle ilgili bir ihtiyâcım yok. Ancak kıyamet gününde senin eşlerinle birlikte dirilmek isterim. Allah Rasûlü de ona dönmüş, bunun üzerine Şevde : Günümü ve gecemi Allah Rasûîü (s.a.) nün sevgilisine verdim, demiştir. Bu hadîs garîb ve mürseldir.

Buharı der ki: Bize Muhammed İbn MukâtiTin... Âişe'd'en riva­yetine göre; o, «Eğer kadın kocasının serkeşliğinden veya yüz çevirme­sinden endîşe ederse...» âyeti hakkında şöyle demiştir: Bir kişinin eşi yanında bulunur. Adam ona fazlaca gitmez, ondan ayrılmak ister ve kadın: Benim durumum hakkında seni serbest bırakıyorum, der. İşte âyet bu hususta nazil olmuştur.

İbn Cerîr der ki: Bize îbn Vekî'in Âişe'den rivayetine göre o, «Eğer kadın kocasının serkeşliğinden veya yüzçevirmesinden endîşe ederse; anlaşma yoluyla aralarını bulmalarında kendileri için bir günâh yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Bir kadın, bir erkeğin yanında (nikâhı altında) olur da; kocası kendisine fazlaca yaklaşmaz, çocuğu olmaz ve kadınla sohbeti dıe yoktur. Bu durumda kadın: Beni boşama, benim durumum hakkında sen serbestsin, der.

Bana Müsennâ'nın... Urve'den rivayetine göre; Hz. Âişe, «Eğer ka­dın kocasının serkeşliğinden veya yüzçevirmesinden endîşe ederse...» âyeti hakkında şöyle demiştir: Adamın birisi yaşlanmış olur veya çir­kin iki karısı bulunursa yaşlı veya çirkin olanına fazlaca gitmez. Ka­dın da: Beni boşama, benim durumum hakkında sen serbestsin, der.»

Bu hadîsi başka bir şekilde Hişâm İbn Urve'den, onun babasından, onun da Âişe'den rivâyetiyle Buhârî ve Müslim'de mevcuttur. Hamd ve minnet Allah'a mahsûstur.[40]

 

Karı - Kocanın Anlaşması Daha Hayırlıdır

 

İbn Cerîr der ki; Bize İbn Humeyd ve İbn Vekî'in... îbn Sîrîn'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Bir adam Hz. Ömer (r.a.) e gelerek bir âyeti sordu. Hz. Ömer bundan hoşlanmayarak onu kamçısıyla döv­dü. Bir diğeri gelerek «Eğer kadın kocasının serkeşliğinden veya yüz­çevirmesinden endîşe ederse...» âyetini sordu. Hz. Ömer: Bu gibi şey­leri sorunuz, diyerek şöyle devam etti: Bir kadın bir erkeğin (kocası­nın) yanında bulunur da yaşlanır. Kocası çocuk isteyerek genç bir ka­dınla evlenir. İşte bu ikisinin üzerinde anlaştıkları şey caizdir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hasan el-Hesencânî'nin... Hâ-» lid îbn Ar'ara'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Bir adam Ali İbn Ebu Tâlib'e gelerek : «Eğer bir kadın kocasını terketmesinden veya yüz çevirmesinden endîşe ederse...» âyetini sordu. Hz. Ali şöyle dedi: Bix adamın yanında hanımı bulunur da çirkinliğinden, yaşlılığından, kötü huylu oluşundan veya pis oluşundan dolayı gözleri ondan çevrilir (onu sevmez). Kadın ondan ayrılmaktan hoşlanmaz ve mehrinin bir kısmın­dan vazgeçerse bu erkeğe helâldir. Kadın (kocasıyla birlikte olacakları) günlerinden onun lehine feragat ederse bunda da bir beis yoktur.

Ebu Dâvûd et-Tayâlisî, Şu'be'den, o da Hammâd İbn Seleme ve Ebu el-Ahvas'dan; İbn Cerîr ise İsrâîl kanalıyla Semmâk'den bu ha­dîsi rivayet etmişlerdir. Bu tefsir; aynı zamanda İbn Abbâs, Ubeyde es-Selmanî, Mücâhid İbn Cebr, Şa'bî, Saîd İbn Cübeyr, Atâ, Atiyye el-Avfî, Mekhûl, Hakem İbn Utbe, Hasan, Katâde ve imamlar ile selef­ten birçoğunun da tefsîri olup bu âyetten maksadın bu olduğuna dâir bir ihtilâf bilmiyorum. En doğrusunu Allah bilir.

Şafiî der ki: Bize İbn Uyeyne'nin Zührî'den, onun da İbn el-Mü-seyyeb'den rivayetine göre; Muhammed İbn Mesleme'nin kızı Râfî îbn Hadîc'in yanında (nikâhı altında) idi. Râfî onun yaşlılığından veya başka bir durumundan hoşlanmayarak boşamak istedi. O da : Beni bo­şama, bana uygun göreceğin kadar zaman (gece) ayır, dedi ve «Eğer kadın kocasının serkeşliğinden veya yüz çevirmesinden endîşe eder­se...» âyeti nazil oldu.

Hâkim de Müstedrek'inde bu hadîsi Abdürrezzâk kanalıyla... Saîd İbn el-Müseyyeb ve Süleyman İbn Yesâr'dan, bundan daha uzun olarak rivayet etmiştir.

Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî der ki: Bize Ebu Saîd İbn Ebu Amr'ın... Zührî'den rivayetine göre; Saîd İbn Müseyyeb ve Süleyman İbn Yesâr şöyle demişlerdir : «Eğer kadın kocasının serkeşliğinden veya yüz çevir­mesinden endîşe ederse...» âyetinde zikredilen kişinin hanımından yüz çevirmesi konusundaki sünnet şöyle idi: Kişi hanımından yüz çevirir ve başka birini ona tercîh ederse; onu boşamak isteyebilir, ya da gerek malından ve gerekse nefsinden ona bahşedeceği bir şey karşılığı yanın­da kalmasını teşvik edebilir. Kadın, onun yanında kalır ve boşamasın­dan hoşlanmaz ise; bu durumda o kadının tercîh ettiği şey hakkında bir günâh yoktur. Ona boşamayı teklif etmez ve malından kadının razı olacağı bir miktarı ona verme, gerek malından ve gerekse nefsinden ona ayıracağı miktar üzre yanında kalması konusunda anlaşırlarsa bu; erkek için doğru ve kadının bu konudaki anlaşması caiz olur. Saîd îbn Müseyyeb ve Süleyman «Anlaşma yoluyla aralarını bulmalarında ken­dileri için bir günâh yoktur. Anlaşmak" daha hayırlıdır.» âyetinde; Al­lah'ın zikretmiş olduğu anlaşmayı da kaydettiler. Bana anlatıldığına göre; Hz. Peygamber (s.a.) in ashabından olan Râfî İbn Hadîc el-Ansâ-rî'nin yanında bir kadın vardı. O yaşlanınca onun üzerine genç bir kızla evlendi ve bu genci ona tercîh etti. Râfî'in yaş'h hanımı kendisini boşamasını istedi. O da bir talâk ile onu boşadı. Sonra ona mühlet verdi İddetinin bitimine yakın ona döndü (ric'at). Yine genç hanımını ken­disi üzerine tercih edince tekrar boşamasını istedL O da ikinci bir talâk ile onu boşayarak kendisine mühlet verdi. Ve iddetin bitimine yakın tek­rar döndü (ric'at) ve genç hanımını ona tercih etti. Kadın tekrar tx> şamasını isteyince : Ne istiyorsun, senin için bir tek talâk kalmıştır. Sana verilen kadarıyla yetinip kalmak nu yoksa senden ayrılmamı mı istersin? dedi. Kadın: Hayır, kalmak istiyorum, dedi ve Râfi bu şekil­de onu alıkoydu. Bu, ikisinin anlaşması oldu. Râfi, tercih ettiği ayrı­calık şartıyla yanında kalmasına razı olduğundan bunda bir beis gör­memişti.

Bu hadisi bütünüyle Abdurrahmân İbn Ebu Hatim babasından... Saîd İbn el-Müseyyeb ve Süleyman İbn Yasâr'dan rivayet etmiş ve uzun şekliyle zikretmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

İbn Abbâs'tan rivayetle, Ali İtan Ebu Talha «Anlaşmak daha ha­yırlıdır.» âyetinde muhayyer bırakmanın; yani kocanın karısını, kal­makla ayrılmak arasında muhayyer kılmasının, kocanın onun üzerine başka birini tercih eder halde devamından daha hayırlı olduğunun kas-dedildiğini, söylemiştir.

Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre; karı-kocanın, kadının bazı haklarından koca lehine feragat etmesi; kocanın da bunu kabul etmesi şartıyla anlaşmaları bütünüyle ayrılmalarından daha hayırlıdır. Nite­kim Hz. Peygamber (s.a.) gününü Hz. Âişe'ye bırakması şartıyla Şevde Bii .t Zem'a'yı yanında tutmuş, ondan ayrılmamış ve hanımları içinde bırakmıştır. Bu davranışın meşru' ve caiz olduğunu ümmetine göster­mek için böyle yapmıştır. Onun hakkında en fazîletli olan da budur. Allah katında uyuşmak ayrılıktan daha güzel olduğu için Allah Teâlâ : «Anlaşmak daha hayırlıdır.» buyurmuştur. Boşanma Allah Teâlâ'ya çok sevimsiz gelir. Ebu Dâvûd ve İbn Mâce'nin Kesîr İbn Ubeyft kana­lıyla Abdullah İbn Ömer'den rivayetlerine göre; Allah Rasûlü (s.a.) :

Allah'a en sevimsiz gelen helâl boşamadır, buyurmuşlardır.

Bu hadîsi mânâ olarak ve mürsel halde Ebu Dâvûd da rivayet et­miştir.

Allah Teâlâ : «Eğer iyi davranır ve sakınırsanız Allah; işledikleri-rinizden haberdârdır.» buyuruyor. Kendilerinden hoşlanmadığınız (ka­dınlara) katlanır ve onların benzerlerine ayırdığınız kadar onlara da vakit ayırırsanız Allah Teâlâ bunu bilir ve bunun mukabilinde size en bol mükâfatı verir.

Allah Teâlâ : «Ne kadar isteseniz yine de kadınlar arasında adalet yapamazsınız.» buyurmuştur. Ey insanlar, kadınlar arasında bütün yön­leriyle eşit davranmaya asla gücünüz yetmeyecektir. Görünüşte bir gece birine, bir gece diğerine ayırmak suretiyle bir eşitlik meydana gel­se bile îbn Abbâs, Ubeyde es-Selmânî, Mücâhid, Hasan el-Basrî ve Dah-hâk İbn Müzahim'in de söyledikleri gibi; sevgide, şehvette ve cimâ'da mutlaka bir eşitsizlik olacaktır.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a'nın... İbn Ebu Müleyke'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: «Ne kadar isteseniz yine de kadın­lar anasında adalet yapamazsınız.» âyeti Hz. Âişe hakkında nazil ol­muştur. Hz. Peygamber (s.a.) onu diğerlerinden daha fazla severdi. Ni­tekim İmâm Ahmed ve Sünen sahiplerinin Hammâd îbn Seleme kana­lıyla Hz. Âişe'den rivayet ettikleri bir hadîste o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) kadınları arasında (geceleri) bölüştürür, bunda adaletli davranır, sonra şöyle derlerdi: Allah'ım, sahip olup (gücümün yettiği) hususlarda benim taksimim budur. Senin sahip olup benim sahip ol­madığım hususta —kalbi kasdediyor— beni levm etme.

Bu hadîsin lafzı, Ebu Davud'un olup isnadı sahihtir. Tiımizî ise şöyle der : Hadîsi Hammâd İbn Zeyd ve birçokları mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Bu, daha sahihtir.

Allah Teâlâ : «Bari bir tarafa meyletmeyin.» buyuruyor ki; onlar­dan birine meylettiğiniz takdirde bu meyletmede bütünüyle ileri git­meyiniz. «Ki öbürünü askıdaymış gibi bırakmayasınız.»

îbn Abbâs, Mücâhid, Saîd îbn Cübeyr, Hasan, Dahhâk, Rebî' îbn Enes, Süddî ve Mukâtil İbn Hayyân: Kocasız ve boşanmamış gibi bı­rakmayasınız, şeklinde anlamışlardır.

Ebu Dâvûd et-Tayâlisî şöyle der: Bize Hemmâm'ın... Ebu Hürey-re'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Ki­min iki karısı olur da onlardan birine meylederse; kıyamet günü iki ya­nından birisi düşük olarak gelir.

Hadîsi İmâm Ahmed ve Sünen sahipleri Hemmâm İbn Yahya'dan bu şekilde rivayet etmişlerdir. Tirmizî hadîsin Hemmâm tarafından müs-ned olarak rivayet edildiğini söyler. Hadîsi Hişâm ed-Destvâî, Katâde'-den rivayet etmiş ve bu hadîsin sadece Hemmâm tarafından merfû' ola­rak rivayet edildiğinin bilindiği söylenirdi, demiştir.

Allah Teâlâ: «Eğer arayı düzeltir ve haksızlıktan sakınırsanız; şüphe yok ki Allah Ğafûr, Rahîm olandır.» buyuruyor ki; bütün işle­rinizde doğru davranır, sahip olduğunuz hususlarda adaletle taksim yaparsanız, bütün durumlarınızda Allah'tan korkarsanız, kadınlardan bazısına meyletmeniz yüzünden meydana gelen (günâhı) Allah Teâlâ bağışlayacaktır.                                                 

Allah Teâlâ : «Eğer ayrılırlarsa Allah her birini nimetinin genişliği ile zengin kılar. Allah Vâsi', Hakîm olandır.» buyuruyor ki bu üçüncü durum olup ayrılık halidir. Allah Teâlâ haber veriyor ki (karı-koca) ay­rıldıklarında; Allah erkeği ayrıldığı eşinden daha hayırlısını ona vermek suretiyle; kadına da ayrıldığı eşinden daha hayırlısını vermek suretiyle müstağni kılar. «Allah Vasi', Hakîm olandır.» İhsanı geniş, nimeti bü­yük, bütün işlerinde, takdirlerinde ve kanun koymasında hikmet sahibi olandır.[41]

 

İzahı

 

«Kadınlar arasında adalete güç yetiremezsiniz.» Eşit davranmanız imkânsızdır. Onlar için gereken konularda, fazlalık veya eksikliğe hiç meyletmeden eşitsizlik imkânsızdır. Bunun için sizin üzerinizden tama­men adaletli davranmak görevi kaldırılmıştır. Bu konuda simden iste­nen sorumluluk; gücünüz yettiğince kendi kabiliyet ve takatinizi har­cadıktan sonra, yapabileceğiniz şeydir. Çünkü güç yetirilemeyen konu­da teklif yüklemek, zulüm hududuna dâhil olur ki, «Rabbın kullarına zulüm edici değildir.» Denildi ki: Bunun anlamı, sevgide âdil olmaktır. Hz. Peygamber (s.a.) in eşleri arasında günlerini taksim edip âdil dav­randığım ve; benim gücümün yettiği konuda paylaştırmam, budur. Se­nin sahip olup da benim sahip olmadığım şeyden dolayı beni sorumlu tutma, dediği nakledilir. Yani sevgiden sorumlu tutma, demektir. Çün­kü Hz. Âişe (r.a.) Hz. Peygamberin hanımları arasında en çok sevdiği hanımıydı. Denildi ki: Hanımlar arasında adaletli davranmak, son de­rece zor bir iştir. Bu zorluk o noktaya varmıştır ki; güç yetirilemeyeceği vehmi doğmuştur. Çünkü hanımlar arasında geceleri paylaştırmada, yiyecekte, sözleşmede, bakışta, iltifatta, iyi davranmada, şakada, oynaş­mada ve daha benzer sayısız konularda eşit davranmak, insan gücünün dışına çıkmak gibidir. Bu husus, bütün eşleri sevildiği zaman böyledir. Ya gönül içlerinden birine meyledecek olursa, o zaman «bütünüyle meyletmeyiniz.» Sevilmeyene zulmetmeyiniz, bütünüyle sıkıntı verme­yiniz, onların rızasını almadan taksimat yapmayınız. Yani kolaylık ve genişlik çerçevesi içerisinde bütünüyle meyletmekten kaçınmak gerekir.

(.........)  «Onu boşlukta bırakmış olursunuz.» Yani kocasız ve boşan-

mamış olarak boşlukta bırakmış olursunuz. Übey/in kırâetinde bu âyet hapiste bırakmış .gibi olursunuz, şeklin­dedir. Hadîste denir ki iki eşi olup ta içlerinden birine temayül göste­ren; kıyamet günü. iki yanından bir tarafı eğik olarak gelir. Rivayete göre Hattâb oğlu Ömer (r.a.) Rasûlullah'ın eşlerine bir mal göndermiş Hz. Âişe (r.a.) demiş ki: Ömer, bütün peygamber eşlerine mi böylesini gönderdi. Hayır demişler, Kureyş'li olanlara böylesini gönderdi, ötekilere başkasını. Hz. Âişe demiş ki: Babını kaldır, çünkü Rasûlullah (s.a.) bizim aramızda, malını ve canını dağıtmada adaletli davranırdı. Rasû­lullah (s.a.) geldiğinde kendisine bildirilince; o, hepsine aynı şekilde ver­miş. Muâzın iki eşi varmış, birinin yanında olduğu zaman ötekinin evin­de abdest almazmış. Her iki eşi de bir veba üzerine ölmüşler ve onların ikisini de birlikte bir kabre gömmüş.[42]

Bu bölüm, âyetin hükmü ile ilgili konudadır. Özet olarak'denile­bilir ki: Bir adamın iki veya daha fazla hanımı olursa günlerini onla­rın arasında eşit olarak paylaştırması vâcibtir. Paylaştırma işinde eşit davranmazsa, Allah'a isyan etmiş olur. Zulme uğramış olan kadının onun üzerinde hakkı vardır. Geceleyin yatmada, eşitlik şarttır. Birleşme konusunda şart değildir. Çünkü bu enerji ve kalbî temayüle dayanır. Bu konuda kendine mâlik olamaz. Eğer bir adamın bir hanımı bir de cariyesi varsa; hür kadına iki gece, cariyeye de bir gece ayırır. Eğer daha Önceki hanımlarının üzerine yeni bir hanım almışsa; o yeni hanımının yanında yedi gece kalabilir. Eğer yeni aldığı hanım bakire ise böyledir. Dul ise ona üç gece tahsis eder. Bu süreden sonra taksimi yeniler ve ara­larında eşit dağıtım yapar. Ancak koca bu eski hanımlarından ayrı ola­rak yeni hanımına tahsis ettiği geceleri, tekrar eski hanımlarına da ayır­maz. Yani bunu ta'vîz etmez. Buna Ebu Kılâbe'nin Enes İbn Mâlik'den rivayet ettiği şu hadîs-i şerif delâlet eder: Dul kadın üzerine bakire kadınla evlenen kimse; hanımının yanında yedi gece kalır ve ondan sonra gecelerini taksîm eder. Dul kadınla evlenmişse onun yanında üç gece kalır, sonra gecelerini taksîm eder. Bu, sünnettir. Ebu Kılâbe der ki: İsterseniz bu sözü Enes'in Hz. Peygambere kadar yükselttiğini söy­leyebilirsiniz. Nitekim Buhârî ve Müslim bunu Sahîh'lerinde tahrîc etmişlerdir. Kişi sefere çıktığında hanımlarından bir kısmını beraberin­de götürebilir. Ancak bu takdirde aralarında kur*a ile seçme yapması şarttır. Sefer süresince geçirdiği gecelerinin karşılığını, diğer hanım­larının yanında geçirmesi gerekmez.

Bir şehirde ikâmet süresi müsâfirlik müddetini aşmadığı sürece —sefer ne kadar uzun olursa olsun— diğer eşleri için sefer karşılığında gece tahsis etmesi gerekmez. Hz. Âişe'den rivayet edilen şu hadîs buna delâlet etmektedir. Hz. Âişe der ki: Rasûlullah (s.a.) sefere çıkmak İs­tediğinde eşleri arasında kur'a çekerdi. Hangisinin payına düşerse onunla beraber sefere çıkardi.Bu hadîsi Buhârî fazlalıkla tahrîc eder. [43]

 

131  — Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ın­dır. Andolsun ki biz; senden önce kendilerine kitâb veri­lenlere de, size de hep, Allah'dan korkun, diye tavsiye et­tik. Küfr ederseniz, muhakkak ki göklerde olanlar da yer­de olanlar da Allah'm'dır. Allah; Ganî ve Hamîd olandır.

132  — Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ın­dır. Vekil olarak Allah yeter.

133  — Ey insanlar, o dilerse; sizi götürür de yerinize başkalarını getirir. Allah buna kadirdir.

134  — Kim dünya mükâfatını isterse bilsin ki; dünya­nın da, âhiretin de mükâfatı Allah'ın katındadır. Allah Semi', Basîr olandır.

 

Göklerin ve Yerin Mülkü Allah'ındır

 

Allah Teâlâ bu âyetlerde, göklerin ve yerin sahibi olup her ikisin­de de kendisinin hâkim olduğunu haber veriyor. Ve : «Andolsun ki, biz senden önce kendilerine kitâb verilenlere de, size de hep, Allah'tan kor­kun diye tavsiye .ettik.» buyuruyor. Yani onlara; nasıl tek ve ortağı ol­mayan Allah'a ibâdet etmek suretiyle Allah'tan korkmayı tavsiye etmiş­sek, size de aynı şekilde tavsiyede bulunduk, buyurmuştur.

Allah Teâlâ: «Küfr ederseniz, muhakkak ki göklerde olanlar da yerde olanlar da Allah'ındır...» buyuruyor. Başka bir âyet-i kerîme'de d.e Mûsâ (s.a.)nm kavmine şöyle dediğini haber vermektedir: «Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz muhakkak ki Allah (hepinizden) müstağnidir...» (İbrâhîm, 8). Başka bir âyet-i kerîme'de de: «Küfredip yüz çevirmişlerdi. Allah ise hiç bir şeye muhtaç olma­dığım göstermişti. Allah Ğanî'dir, Hamîd'dir.» (Teğâbün, 6) buyuru­yor ki; Allah Teâlâ kullarından müstağnidir. Takdirinde kanun koyma­sında hamda lâyıktır.

Allah Teâlâ: «Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır.

Vekîl olarak Allah yeter.» buyuruyor ki; herkesi kazandığı ile değerlen­dirir. Her şeye gözetici ve şâhid O'dur.

Yine Allah Teâlâ : «Ey insanlar, o dilerse sizi götürür de yerinize başkalarını getirir. Allah buna kadirdir.» buyurur ki; O'na isyan etti­ğinizde sizi giderip, başkalarıyla sizi değiştirmeye elbette O'nun gücü yeter. Nitekim başka bir âyette de şöyle buyurur : «Eğer O'ndan yüz çe­virirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir, sonra da onlar sizin benzerleriniz olmazlar.» (Muhammed, 38). Seleften birisi der ki: Al­lah'ın emrini tutmazlarsa kullar Allah'a karşı ne kadar alçak ve de­ğersizdirler. Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme'de de : «İsterse sizi giderir ve yeni bir yaratık getirir. Bu, Allah'a göre güç değildir.» (Fâtır, 16 -17) buyurmaktadır.

Allah Teâlâ : «Kim dünya mükâfatını isterse bilsin ki; dünyanın da, âhiretin de mükâfatı Allah'ın katındadır.» buyuruyor ki; ey dünyadan başka düşüncesi olmayan kişi; dünya ve âhiretin sevabı Allah'ın katın­dadır. Bundan ve ondan istediğinde, Allah verir ve seni zengin kılar. Nitekim başka âyetlerde de şöyle buyurur: «İnsanlardan öylesi var­dır ki; Ey Rabbımız; bize dünyada ver, der. Onun âhiretten nasibi yok­tur. Kimi de: Ey Rabbımız; bize dünyada iyi hal ver, âhirette de iyi hal ver ve bizi ateş azabından koru, der. îşte onların kazandıklarından nasîbleri vardır.» (Bakara, 200-202), «Kim âhiret kazancını isterse; onun kazancını arttırırız...» (Şûra, 20), «Kim geçici dünyayı isterse, onun için oradan dilediğimiz kadar dilediğimiz kimseye hemen veririz... Bak nasıl onları birbirlerine üstün kıldık.»  (İsrâ, 18-21)

tbn Cerîr ise âyeti şöyle tefsir eder : îmân izhâr eden münafıklar­dan kim dünya mükâfatını isterse; bilsin ki dünyanın mükâfatı Al­lah'ın katındadır. (Bu da müslümanlarla birlikte onlar için kazanılan ganîmet ve benzeri şeylerdir.) Âhiretin de mükâfatı Allha'm katında­dır. Bu ise Allah Teâlâ'nın onlar için cehennem ateşinde hazırlamış olduğu cezadır. Böylece tbn Cerîr bu âyeti: «Kim dünya hayatına ve süsünü isterse... yapageldikleri zâten hep boş ve bâtıldır.» (Hûd, 15-16) âyeti gibi tefsir etmiş olmaktadır.

Bu âyetin mânâsının açık olduğu şüphe götürmez. Ancak birinci âyetin bununla tefsiri şüphelidir. Zîrâ Allah Teâlâ'nın : «Dünyanın da âhiretin de mükâlâtı Allah'ın katındadır.» kavli dünya ve âhirette hay­rın hazır bulunması lıusûsunda açıktır. Hem bu, hem öteki onun elin­dedir. Hikmeti kıt olan kişi sadece dünya için çalışmakla yetinmemeli; bilakis gayreti dünya ve âhirette yüce arzulara nail olmaya yönelmeli­dir. Bunların hepsinin dönüşü fayda ve zarar elinde olanadır —ki o da kendinden başka ilâh olmayan Allah'tır— İnsanlar arasında dünya ve âhirette mutluluk ve mutsuzluğu bölüştüren, birine ya da öbürüne hak kazanmaları yönüyle onlardakini bilerek, aralarında âdil davranan O'dur. Bunun İçindir ki, Allah Teâlâ : «Allah Sernî', Basîr olandır.» bu­yurmuştur.[44]

 

135 — Ey îmân edenler; kendiniz, ana-babanız ve ya­kınlarınız aleyhinde de olsa Allah için şâhid olarak adaleti gözetin. îster zengin, ister fakır olsun; onları Allah'ın ko­ruması daha uygundur. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer dilinizi büker veya yüz çevirirseniz; Allah, yaptıkları­nızdan haberdârdır.

Allah Teâlâ; îmân eden kullarına adalet üzere olmalarını emredi­yor. Ondan sağa ve sola sapmayacaklar, Allah için, ayıplayanın ayıpla­ması onları bundan alıkoymayacak, hiçbir şey onları bundan çevirme­yecek, bu konuda birbirlerine yardımcı olup, arka çıkacaklardır.

 

Allah Teâlâ : «Allah için şâhid olarak adaleti gözetin.» buyuruyor. «Şâhidliği Allah için yapın.» (Talâk, 2) âyetinde de belirtildiği üzere; şâhidliğin yerine getirilmesi Allah rızâsı için olmalıdır. îşte o zaman şâ-hidlik adaletli, gerçek, sıhhatli, tahrîfden, değiştirme ve gizlemeden kurtulmuş olur. Bunun içindir ki: «kendiniz aleyhine de olsa...» bu-yurulmuştur. Hattâ, zararı sana gelse bile şâhidlik yap. Bir iş hakkında sana sorulduğunda sana zararı dokunsa da doğruyu söyle. Muhakkak ki Allah Teâlâ kendisine itaat eden kimseleri rahatsız eden her durum­dan çıkarıp kurtuluşa erdirecektir.

Allah Teâlâ : «Ana-babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa...» bu­yuruyor ki; şâhidlik ana-baba ve yakınların aleyhinde dahi olsa bu hu­susta onları gözetme; onlara zararı dokunsa da şâhidlik yap. Zîrâ hak; herkese hâkim olup herkesten öncedir.

Allah Teâlâ: «İster zengin, ister fakîr olsun, onları Allah'ın koru­ması daha uygundur.» buyuruyor. Birisini; zengin olduğu için gözetme, diğerine; fakirliğinden dolayı acıma; Allah onların işini üzerine almış­tır. Allah Teâlâ onları senden daha çok düşünür ve onlara uygun olanı en iyi bilir.

Allah Teâlâ : «Adaletinizde heveslere uymayın.» buyuruyor. Heves­ler, asabiyyet ve insanların size olan kızgınlığı; işlerinizde adaleti ter-ketmeye sizi sevketmesin. Tersine hangi halde olursa olsun adalete ya­pışınız. Başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyrulur: «Ve bir toplu­luğa karşı olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adalet edin. O, takvaya daha yakındır.»  (Mâide, 8)

Bu kabilden olarak Hz. Peygamber (s.a.) Hayber ahâlîsinin meyve ve ekinlerini tahmin ve takdir etmek üzere Abdullah İbn Revâha'yı gönderdiğinde; kendilerine acıması için ona rüşvet vermek istediler de Abdullah şöyle dedi: Allah'a yemîn ederim ki, size yaratıkların en sevgilisinin yanından geldim. Siz, sayınızca maymun ve domuzlardan bana daha kötüsünüz. Onu sevmem ve size kızmam sizin hakkınızda beni adaletsizliğe sevketmeyecektir. Onlar da: Gökler ve yer işte bu­nunla ayakta durur, dediler. Hadîs-i şerîf müsned olarak Mâide sûresin­de tekrar gelecektir.

Allah Teâlâ : «Eğer dilinizi büker veya yüz çevirirseniz...» buyuru­yor ki; Mücâhid ile Seleften birçokları burayı; şâhidliği tahrif eder ve değiştirirseniz..., şeklinde anlamışlardır. kelimesi tahrif ve kasden yalan söylemektir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerî­me'de : «Onlardan bir güruh vardır ki, kitâbda... dillerini eğip büker­ler.» (Âl-i İmrân, 78) buyurmuştur. «Yüz çevirme» ise şâhidliği gizle­me ve terketmedir. Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme'de: «Onu gizleyenin kalbi günahkârdır.» (Bakara, 283) buyurmuştur. Allah Rasûlü (s.a.) de şöyle buyururlar: Şâhidlerin en hayırlısı kendisinden şâhidlik is­tenmeden önce gelip şahidlikte bulunandır. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ onları (şâhidleri) «Allah, yaptıklarınızdan haberdârdır.» sözü ile tehdîd buyurmuştur ki, bu sebeple onları cezalandıracaktır.[45]

 

136 — Ey îmân edenler; Allah'a, peygamberine, pey­gamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim Allah'ı, meleklerini, kitâblannı, peygamberle­rini, ve âhiret gününü inkâr ederse; şüphesiz derin bir sa­pıklığa düşmüştür.

 

Allah Teâlâ; îmân eden kullarına, îmânın bütün hükümlerine, şu'-belerine, rükünlerine ve temellerine girmelerini emrediyor. Bu, hâsıl olanı yeniden tahsîl anlamına değil, bilakis kâmil olanı daha müfeem-melleştirme, yerleştirme ve ona devam kabîlindendir. Nitekim mü'min her namazında : «Bizi, doğru yola ilet.» der M; bunun anlamı, bizi bun­da basiretli kü, bizim hidâyetimizi artır ve bizi bunda sabit kıl, demek­tir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyurur: «Ey îmân edenler; Allah'dan korkun ve peygamberine inanın.» (Ha-dîd, 28).

«Peygamberine indirdiği kitaba inanın.» âyetinde Kur'an kasde-dilmektedir. «Daha önce indirdiği kitaba inanın.» kısmındaki kitâb ise cins isim olup daha önceki kitâbların hepsi hakkında geneldir. Kur'an hakkında ( JJİ ) fiili kullanılmıştır. Zîrâ o kulların dünya ve âhiretleri hakkındaki ihtiyâçlarına göre ve olaylar üzerine parça parça inmiştir. Önceki kitaplar ise, bir bütün halinde inerdi. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ : «Daha önce indirdiği kitaba,..» buyurmuş, son­ra da : «Kim Allah'ı, meleklerini, kitâblannı, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse; şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.» buyur­muştur ki; böyleleri hidâyet yolundan çıkmış, doğruluktan ve adalet­ten bütünüyle uzaklaşmışlardır.[46]

 

137  — Doğrusu inanıp sonra küfredenleri, sonra ina­nıp tekrar küfredenleri, sonra da küfürleri artmış olanları; Allah bağışlamayacaktır. Onları doğru yola da eriştirme-yecektir.

138  — Münafıklara; kendilerine elem verici bir azâb olduğunu müjdele.

139  — Onlar ki mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edi­niyorlar. Onların tarafında izzet mi arıyorlar? Doğrusu iz­zet bütünüyle Allah'ındır.

140  — O, size kitâbda; Allah'ın âyetlerine küfredildi-ğini ve alaya alındığını işittiğimizde, onlar başka bir mev­zua intikâl edinceye kadar yanlarında oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz, diye bildirdi. Doğrusu Allah; münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplaya­caktır.

 

Münafıklar

 

Allah Teâlâ; îmâna gelip sonra dönen, sonra tekrar îmâna gelerek tekrar îmânından dönüp sapıklık üzere devam eden ve sapıklığı ölün­ceye kadar artanların ölümünden sonra; tevbesinin kabul olmadığım, Allah'ın onları bağışlamayacağını, içinde bulundukları durumdan çıkıp kurtulacak bir çıkış ve hidâyet yolu bulamayacaklarını haber veriyor ve: «Allah onları bağışlanrayacaktır. Onları doğru yola da eriştirme-yecektir.» buyuruyor.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... İkrime'den rivayetine göre İbn Abbâs «Sonra da küfürleri artmış olanları,..» âyeti hakkında şöyle demiştir : Ölünceye kadar küfürleri üzere devam edenleri, demektir. Mü-câhid de aynı açıklamayı getirmiştir.

İbn Ebu Hâtim'in Câbir el-Muallâ kanalıyla Âmir eş-Şa'bî'den ri­vayetine göre; Hz. Ali: Dinden dönen üç kere tevbe etmeye davet edi­lir, demiş ve : «Doğrusu inanıp, sonra küfredenleri, sonra inanıp, tekrar küfredenleri, sonra da küfürleri artmış olanları Allah bağışlamayacak-tır. Onları doğru yola da eriştirmeyecektir.» âyetini okumuştur.

Allah Teâlâ : «Münafıklara, kendilerine elem verici bir azâb oldu­ğunu müjdele.» buyuruyor ki; münafıklar bu niteliklerinden dolayı îmân etmiş, sonra küfretmiş ve kalbleri mühürleniniştir. Allah Teâlâ onları «mü'minler yerine kâfirleri dost edindikleri» sıfatıyla nitelemiştir. Ger­çekten onlar kâfirlerle birliktedirler. Onları sever, ve onlara sevgilerini gizlerler. Onlarla başbaşa kaldıklarında ise : «Biz sizinle beraberiz. Ken­dilerine muvafık olduğumuzu göstermek suretiyle mü'minlerle ancak alay edicileriz.» derler. Allah Teâlâ kâfirleri sevmelerinden dolayı onlan kınayarak :   «Onların tarafında izzet mi arıyorlar?» buyurmuştur.

Sonra Allah Teâlâ izzetin bütünüyle tek ve ortağı olmayan Allah'a ve kimin için izzet kılmışsa ona âit olduğunu haber veriyor. Nitekim başka âyetlerde de şöyle buyurulur: «Kim izzet istiyorsa, izzet bütünüyle Allah'ındır.»  (Fâtır, 10), «Oysa izzet Allah'ın, peygamberinin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar bunu 'bilmezler.» (Münâfikûn, 8).

Bu ifâdelerin maksadı; izzeti Allah katında istemeye, O'nun kul­luğuna, ilticaya, bu dünya hayatında ve şâhidierin dikildiği kıyamet gününde yardım ve zaferin kendilerine ait olduğu mü'min kullan cüm-leşine dâhil olmaya teşvikten ibarettir.

Burada İmâm Ahmed'in rivayet ettdği şu hadîs-i zikretmemiz uy­gun düşecektir: Bize Hüseyn îbn Muhammed'in... Ebu Reyhâne'den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

İzzet ve övünç arayarak kendisini dokuz kâfir ataya nisbet eden kişi; ateşte onların onuncusudur. Hadîsi sadece İmâm Ahmed rivayet etmiştir. Ebu Reyhâne Ezd kabüesindendir. Ansârdan olduğu da söy­lenmiştir. Buhârî'nin, kaydettiğine göre ismi Şem'ûn'dur diğerleri ise Şem'ûn olduğunu söylemişlerdir. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ: O, size kitâbda; Allah'ın âyetlerine küfredildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde; onlar başka bir mevzua intikâl edinceye kadar yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz, diye bildirdi, buyuruyor. Size ulaştıktan sonra nehyedileni işlediğinizde, Al­lah'ın âyetlerinin küfredilip alaya alındığı, noksan görüldüğü bir yerde onlarla birlikte oturmaya razı olduğunuzda ve bu konuda onlara ses çıkarmadığınızda; onların içinde bulunduğu duruma onlarla birlikte siz de ortak olmuşsunuz, demektir. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ : «Yoksa siz de (günâh işlemede) onlar gibi olursunuz.» buyurmuştur. Nitekim bir hadîste de şöyle Duyurulur : Kim Allah'a ve âhiret gününe inanmışsa içkinin dolaştırıldığı bir sofraya oturmasın.

Bu âyet-i kerîme'de nehyedilen konu daha önce inzal olunduğuna işaret edilen En'âm süresindeki âyet olup mekkîdir ve: «Âyetlerimizi çekişmeye dalanları gördüğün vakit onlardan yüzçevir.» (En'âm, 68) âyetidir. Mukâtil îbn Hayyân'm söylediğine göre bu Ayet;* En'âm sü­resindeki âyet ile neshedilmiştir. Yani «Yoksa siz de onlar gibi olur­sunuz.» âyeti «Allah'dan sakınanlara, onların hesabından bir şey yok­tur. Fakat bir nasihattir. Olur ki sakınırlar.» (En'âm, 69) âyeti ile neshedilmiştir.

Allah Teâlâ : «Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.» buyurmuştur ki, onlar; kâfirlerle küfürde ortak oldukları gibi Allah Teâlâ cehennem ateşinde ebedî kalma hu­susunda onları ortak edecektir. Ceza, azâb, bağlar ve zincirler, tatlı su değil, irin ve kaynar sular içmede onları ebedlyyet evinde bir araya ge­tirecektir.[47]

 

141 — Onlar hep sizi gözetleyip dururlar. Allah'tan size bir zafer gelince: Sizinle beraber değil miydik? der­ler. Kâfirlere zaferden bir pay düştüğü zaman da onlara: Size üstünlük sağlayarak mü'minlerden korumadık mı? derler. Kıyamet günü aranızda hüküm verecek Allah'tır. Allah, mü 'mirilerin aleyhinde kâfirlere, asla fırsat verme­yecektir.

 

Münafıkların Karakteri

 

Allah Teâlâ bu âyet-1 kerîme'de; münafıkların, îmân edenlerin mu­sibetlere dûçâr kalmalarını gözetlediklerini, güç ve kuvvetlerinin sona ermesini, küfrün onlara galebe çalmasını ve dinlerinin bitmesini gözet­tiklerini haber veriyor. «Allah'tan size (Allah'ın yardımı ve te'yîdi ile zafer ve ganimet elde etmek suretiyle) bir zafer gelince: Sizinle be­raber değil miydik? derler. (Bu sözleri İle îmân edenleri sevdiklerini göstermek isterler. Uhud günü olduğu gibi bazı zamanlarda îmân eden­lere galebe çalınması suretiyle) kâfirlere zaferden bir pay düştüğü za­man (ki peygamberler böyle durumlarda imtihan edilmiş ve neticede güzel âkibet onların olmuştur.) Onlara : Size üstünlük sağlayarak* mü'-minlerden korumadık mı? (Gizlice size yardım ettik, onları yalnız bı­rakmak suretiyle neticede siz onlara gâlib geldiniz,) derler.

Bu sözleri de onların, kâfirleri sevdiklerini ifâde etmektedir. Onlar hem inananlara ve hem de kâfirlere, onlarla birlikte pay alabilmek ve onların hilelerinden emin olabilmek için, yapmacık davranırlardı. Bu­nun yegâne sebebi ise, îmânlarının zayıflığı ve yakînlerlnin azlığı ol­muştur.

Allah Teâlâ : «Kayâmet günü aranızda hüküm verecek Allah'tır.» buyuruyor ki; ey münafıklar, Allah Teâlâ'nın İçinizdeki kötülükleri bilmesi ile kıyamet günü aranızda hüküm verecektir. Dünya hayatında görünüşte şer'î hükümlerin hakkınızda uygulanmasına kanmayın (al­danmayın). Muhakkak bunda Allah'ın bir hikmeti vardır. İçlerinizde-kilerin ortaya döküleceği, göğüslerde olanın yoklanacağı, kıyamet günü sizin görüşleriniz size asla fayda vermeyecektir.

Allah Teâlâ: «Allah, mü'minlerin aleyhinde kâfirlere asla fırsat vermeyecektir.» buyuruyor.

Abdürrezzâk der ki: Bize Sevrî'nin... Yüsey' el-Kindî'den rivaye­tine göre; o, şöyle demiştir : Bir adam Ali İbn Ebu Tâlib'e gelerek : Allah, mü'minlerin aleyhinde kâfirlere asla fırsat vermeyecektir.» âyeti nasıldır? diye sordu. Hz. Ali (r.a.) : Yaklaş, yaklaş, diyerek: «Kıyamet günü aranızda hüküm verecek, Allah'tır. Allah, mü'minlerin aleyhinde kâfirlere asla fırsat vermeyecektir.» dedi.

îbn Cüreyc'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Allah'ın, mü'­minlerin aleyhinde, kâfirlere asla fırsat vermemesi» nin kıyamet günü olacağını söylemiştir. Süddî de Ebu Mâlik el-Eşcaî'den rivayetle bura­da kıyamet gününün kasdedüdiğini söylemiştir. Süddî der ki: «Allah, mü'minlerin aleyhinde kâfirlere asla bir hüccet vermeyecektir.»

Müslümanların kâfirler üzerine musallat kılınmaları, köklerinin kazınması suretiyle Allah'ın, mü'minlerin aleyhinde kâfirlere asla fır­sat vermemesinin dünyada gerçekleşeceği de kasdedilmiş olabilir. Kâ­firler,- bazı zamanlarda bazılarına karşı zafer kazansalar bile neticede zafer ve güzel akıbet hem dünyada ve hem de âhirette müttakîler için olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ, başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle bu­yurmuştur : «Şüphesiz ki, Biz peygamberlerimize ve îmân edenlere dün­ya hayatında... mutlaka yardım ederiz.» (Ğâfir, 51).

Bu durumda bu âyet; münafıklara bir reddiye makâmındadır. On­lar, inananların devletinin sona ermesini gözetip beklemişler; kâfirler mü'minlere gâlib gelir ve onların kökünü kazırsa diye kâfirlere kendi nâm ve hesâblanna koşmuşlar ve kâfirlere karşı yapmacık dostluk gös­termişlerdi. Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurmuştur : «Kalb-lerinde hastalık olanların... onlara koşuştuklarını görürler... Onlar, iç­lerinde gizlediklerinden dolayı pişman olurlar.» (Mâide, 52).

Sahîh olan kavle göre âlimler; bu âyeti delîl getirerek müslüman bir kölenin, kâfirden satın alınmasını yasaklamışlardır. Zîrâ müslüman kölenin satın alınmasının sahîh olması durumunda, kâfirlerin onlara gâlib ve onları zelîl düşürmüş olduklarını kabul anlamı vardır. Bazıları ise, bu alış-verişin sıhhatine kail olmuşlar ve müslüman köle üzerinde kâfirin mülkiyyetinin derhâl izâlesinin gerekliliğini söylemişlerdir. Bun-da da delilleri «Allah, mü'minlerin aleyhinde kâfirlere asla fırsat ver­meyecektir.» âyet-i kerîmesidir.[48]

 

142  — Doğrusu münafıklar; Allah'a oyun etmeK is­terler. Oysa O, onların oyunlarını başlarına geçirir. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yapar­lar. Allah'ı pek az anarlar.

143  — Ne onlarladırlar, ne de bunlarla, ikisi arasında bocalayıp dururlar. Allah'ın saptırdığı kimseye yol bula­mazsın.

 

Münafıkların Oyunu

 

Allah Teâlâ'nm: «Allah'a ve inananlara oyun etmek isterler.» (Bakara, 9) âyeti daha önce geçmişti. Allah Teâlâ burada da : «Doğru­su münafıklar; Allah'a oyun etmek isterler. Oysa O, onların oyunlarını 'başlarına geçirir.» buyurmaktadır. Şüphesiz Allah Teâlâ oyun etmez. Zîrâ O, gizlilikleri ve gönülleri (kalblerde olanları) iyi bilendir. Fakat münafıkları bilgisizlikleri, ilim ve akıllarının azlığı sebebiyle; insanlar yanında işlerinin revaç bulduğu ve görünüşte şeriatın hükümleri, onlar üzerine uygulandığı gibi Allah katında kıyamet günü hükümlerinin aynı olacağını ve Allah katında işlerinin revaç bulacağım sanarak buna inanırlar. Nitekim Allah Teâlâ'nm haber verdiği üzere onlar, kıyamet günü doğruluk üzere olduklarına dâir Allah'a yemîn edecekler ve bu­nun Allah katında kendilerine fayda sağlayacağına inanacaklar. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Allah'ın onların hepsini ye­niden dirilteceği gün, size yemîn ettikleri gibi; O'na da yemîn ederler.» (Mücâdile, 18).

Allah Teâlâ: «Oysa O, onların oyunlarını başlarına geçirir.» bu­yurmaktadır. Onların azgınlık ve sapıklıklarını derece derece arttıran (onları sapıklık ve azgınlıklarında devam ettiren), onları bu dünyada haktan ve hakka ulaşmaktan uzak tutan ancak Allah'tır. Kıyamette de durum böyle olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ : «O gün M, erkek müna­fıklarla kadın münafıklar, îmân edenlere: Bekleyin, biz ışığınızdan faydalanalım, diyeceklerdir.» (Hadîd, 13) buyururken bir hadîs-i şerifte de: Kim yaptığı İşi insanlar görsün diye yaparsa Allah da kendisine böyle davranır. Kim mürailik yaparsa, Allah Teâlâ da kendisine böyle davranır. Allah Teâlâ, insanlara görünen şekliyle bir kulun cennete gönderilmesini emreder de onu döndürüp cehenneme koyar, buyurul-muştur. Allah bizi bu âkibetten korusun.

Allah Teâlâ : «Onlar namaza tenbel tenbel kalkarlar.» buyuruyor ki; amellerin en şereflisi, faziletlisi ve hayırlısı olan namazda münafıkların sıfatı budur. Onlar namaza kalktıklarında tenbel tenbel kalkarlar. Zîrâ onların namaz kılmaya niyyetleri yoktur. Onların buna îmânları ve haşyetleri de yoktur. Onun mânâsını da anlamazlar. Nitekim tbn Mer-dûyeh'in Ubeydullah İbn Zahr kanalıyla tbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Kişinin namaza tenbel olarak kalkması hoş görülme­miştir. Kişinin namaza güler yüzle, büyük bir istek ve sevinçle kalk­ması gerekir. Zîrâ o, Allah'a münâcâtda bulunmaktadır. Allah Teâlâ onun önündedir; onu bağışlayacak ve duâ ettiğinde ona icabet ede­cektir. Daha sonra îbn Abbâs :'«Onlar namaza tenbel tenbel kalkarlar.» âyetini okumuştur. Bu sözler îbn Abbâs'tan başka bir şekilde de rivayet edilmiştir. «Namaza tenbel tenbel gelirler.» (Tevbe, 54) âyetinde olduğu gibi; «Onlar namaza tenbel tenbel kalkarlar.» âyet-i kerîme'si onların dış görünüşlerindeki sıfatlarım ifâde etmektedir. Sonra Allah Teâlâ, on­ların içlerindeki bozukluklara dâir sıfatlarını zikrederek; «insanlara gösteriş yaparlar.» buyurmuştur. Onlarda ihlâs yoktur. Bunun içindir ki; insanların, kendilerini genellikle görmeyecekleri yatsı vaktindeki yatsı namazı ve alaca karanlıktaki sabah namazı gibi namazlardan hep geri kalırlar. Nitekim Buhârî ve Müslim'de zikredilen bir hadîs-i şerifte Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

Münafıklara en ağır gelen namaz; yatsı ve sabah namazlarıdır. On­larda olan (ecir ve sevab) ı bilselerdi, emekleyerek bile olsa o. ikisine gelirlerdi. îstedim ki, namazla emredeyim ve namaza durulsun. Sonra birisine emredeyim ve insanlara namaz kıldırsın da ben yanlarında odun desteleri olan kişilerle çıkayım ve namazda bulunmayanlara gi­deyim. Onların üzerlerine evlerini ateşle yakayım.

Bir rivayette de şöyle Duyurulmuştur: Nefsim kudret elinde olan (Allah'a) yemîn ederim ki; onlardan birisi yağlı bir kemik veya güzel iki parça bulacağını bilse namazda hazır bulunurdu. Evlerdeki kadınlar ve çocuklar olmasaydı, onların üzerine evlerini ateşle yakardım.

Hafız Ebu Ya'lâ der ki: Bize Muhammed İbn Ebu Bekr'in... Ab­dullah'tan rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), şöyle buyurmuşlardır: İnsanların kendisini göreceği yerde namazı güzel; yalnız kaldığında da kötü kılan kimse; bu hareketi ile Rabbını hafife almış olur.

Allah Teâlâ : «Allah'ı pek az anarlar.» buyuruyor ki; onlar, namaz­larında huşu' duymazlar, ne dediklerini bilmezler. Aksine onlar, na­mazlarında gaflet içinde olup boş şeylerle uğraşırlar ve bunda kendi­leri için dilenen hayırdan yüz çevirmiş durumdadırlar.

îmâm Mâlik'in Alâ İbn Abdurrahmân'dan, onun da Enes İbn Mâ-lik'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular : İşte mü­nafık namazı, işte münafık namazı, işte münafık namazı: Oturur, gü­neşi gözler. Güneş şeytânın iki boynuzu arasına geldiğinde (güneş bat­maya yaklaştığında) kalkar ve kısa kısa secdeli (kuşun gagasıyla yem toplaması gibi) dört rek'at kılar. Ve Allah'ı çok az zikreder.

Hadîsi Müslim, Tirmizî ve Neseî, İsmâîl İbn Ca'fer kanalıyla Alâ İbn Abdurrahmân'dan rivayet etmişler ve Tirmizî; hadîsin hasen, sahih olduğunu söylemiştir.

Allah Teâlâ : «Ne onlarladırlar, ne de bunlarla. İkisi arasında boca­layıp dururlar.» buyurmaktadır. Münafıklar îmân ile küfür arasında şaşırmış haldedirler. Görünüşleriyle ve içleriyle ne mü'minlefle, ne de kâfirlerle beraberdirler. Dış görünüşleri ile mü'minlerle; içlerinde ise kâfirlerle birliktedirler. Onlardan şüpheye düşenler de vardır. Bazen mü'minlere, bazan da kâfirlere meylederler. «Parlayınca ışığında yürür­ler. Sönüp de karanlık çökünce dikilip kalıverirler.» (Bakara, 20)

Mücâhid, «Ne onlarladırlar.» kısmından; Muhammed (s.a,) in as­habının; «Ne de bunlarla.» kısmından da; Yahudilerin kasdedildiğini söylemiştir.

İbn'Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Müsennâ'm... îbn Ömer'­den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayet ettiğine göre; Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuşlardır: Münafığın benzeri; iki sürü arasında şaşırmış koyun gibidir. Bir ötekine, bir berikine gider, gelir ve hangi­sine uyacağını bilmez.

Hadîsi sadece Müslim rivayet etmiştir. îbn Cerir bir keresinde de hadîsi Muhammed İbn Müsennâ'dan İbn Ömer'de mevkuf olmak üzere rivayet edip Hz. Peygambere ulaştırmamıştır.

Ben de derim ki: 'Bu hadîsi îmâm Ahmed, İshâk İbn Yûsuf kana­lıyla, İsmâîl îbn Ayyaş ve Ali îbn Âsim kanalıyla, Osman îbn Muham­med îbn Ebu Şeybe kanalıyla, Hammâd îbn Seleme kanalıyla, Sahr îbn Cüveyriye kanalıyla İbn Ömer'den merfû' olarak rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Halef îbn Velîd'in...   îbn Ubeyd'den, onun da babasından rivayetine göre; o, bir gün Mekke'de oturuyormuş. Abdullah îbn Ömer de onunla beraber imiş. Babası şöyle demiş: Allah Rasûlü (s.a.) : Kıyamet günü münafığın benzeri, iki koyun sürüsü ara­sındaki koyun gibidir. Sürünün biri gelse onu süser; diğeri gelse, onları da süser. İbn Ömer ise: Yalan söyledin, kavim babamı hayırla (ya da iyilikle) anar. Dostunuzun sizin söylediğiniz gibi olduğunu sanırım. Ancak Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğuna bizzat ben şâhid oldum: İki (koyun) sürüsü arasındaki koyun gibi, dedi. Diğeri: Her iki keli­me de (Rabîz ve Ğanem kelimeleri) aynıdır, deyince İbn Ömer: Ben bunu bu şekilde işittim, dedi.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd'in... Ebu Ca'fer Muhammed îbn Ali'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Ubeyd İbn Umeyr anlatıyor­du ve Abdullah İbn Ömer de yanında idi. Ubeyd İbn Umeyr şöyle dedi : Allah Rasûlü (s.a.) : Münafığın benzeri iki koyun sürüsü arasındaki koyun gibidir. Biri geldiğinde onları süser; diğeri geldiğinde onları da süser buyurmuştu. Abdullah İbn Ömer: Öyle değil, Rasûlullah (s.a.) : Sadece iki koyun sürüsü (Ğanemeyn) arasındaki koyun gibidir, bu­yurdu. Adam kızıp öfkelendi. îbn Ömer bunu görünce : Ben şayet böy­lece işitmemiş olsaydım bunu sana söylemezdim, dedi.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Mü'min, münafık ve kâfirin benzeri şu üç kişidir : Onlar bir vâdîye varınca; birisi yürür geçer. Sonra diğeri yürümeye başlar. Vâdînin yansına varınca; vâdînin başındaki ona ba­ğırır : Yazıklar olsun sana. Nereye gidiyorsun, helak olmaya mı? Baş­ladığın yere geri dön. Geçmiş olan da şöyle bağırır : Kurtuluşa gel. Vadi­nin ortasında olan bir ona, bir diğerine bakmaya başlar. (Bu arada) bir sel gelir ve onu boğar. (Vâdîyi) geçen mü'min; boğulan münafık «Ne onlarladırlar, ne de bunlarla. İkisi arasında bocalayıp dururlar.» kalan ise kâfirdir.

îbn Cerîr der ki : «Ne onlarladırlar, ne de bunlarla. İkisi arasında bocalayıp dururlar.» âyeti hakkında bize Bişr'in... Katâde'den rivayetine göre; o, şöyle demiş: Onlar gerçek mü'minler değillerdir. Şirkini açığa vurmuş, müşrikler de değildirler. Bize anlatıldığına göre; Hz. Peygam­ber (s.a.) mü'min, münafık ve kâfir hakkında şöyle bir misâl verirdi: Bir nehre giren üç kişi gibidir onlar; mü'min yürümeye başlar ve geçer. Sonra münafık yürür ve mü'mine ulaşmasına az kala; kâfir ona bağırır : Bana gel, ben senin durumundan korkuyorum. Mü'min de onu şöyle çağırır: Bana gel. Benim yanımda şunlar şunlar var. Ve yanında olan­ları sayıp döker. Münafık; ikisi arasında tereddüd edip dururken bir dalga gelir ve onu boğar. Münafık bu durumda devam edip dururken Ölüm kendisine gelinceye kadar şek ve şüphe içindedir. Yine bize anlatıldığına göre; Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyururdu : Münafığın ben­zeri iki koyun arasındaki koyun gibidir. Yüksek bir yerde bir koyun (sürüsü) görür, ona varır ve tanıyabilmek için yaklaşır da tanımaz. Sonra yüksek bir yerde başka bir koyun (sürüsü) görür, onlara varır ve tanıyabilmek için yaklaşır yine tanımaz.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Allah'ın saptırdığı (hidâyet yolundan çevirdiği) kimseye yol bulamazsın.» Allah Teâlâ başka âyetlerde de şöy­le buyurur : «Artık onu doğru yola erdirecek bir kılavuz bulamazsınız.» (Kehf, 17), «Kimi Allah saptınrsa; onu doğru yola götürecek yoktur.» (A'râf, 186). Allah Teâlâ'nın kurtuluş yolundan saptırdığı münafık­ları hidâyete erdirecek, içinde bulundukları durumdan onları kurtara­cak kimse olmadığı gibi, Allah Teâlâ'run hükmünü geri çevirecek kimse de yoktur. O, yaptıklarından sorulmaz. Ama onlar sorulacaklardır.[49]

 

144  — Ey îmân edenler, rnü'minleri bırakıp da kafir­leri dost edinmeyin. Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?

145  — Doğrusu münafıklar; cehennemin en alt taba-kasmdadırlar. Onlara yardımcı bulamazsın.

146  — Ancak tevbe edenler, ıslâh olanlar, Allah'a sa­rılanlar ve dinlerine Allah için bağlananlar müstesnadır. Onlar, mü'minlerle beraberdirler. Allah, mü'minlere bü­yük bir mükâfat verecektir.

147  — Şükredip îmân ederseniz; Allah size niçin azâb etsin? Allah Şâkir ve Alim olandır.

 

Kâfirleri Dost Edinmeyin

 

Allah Teâlâ mü'min kullarına; mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmelerini, onlarla sohbette bulunmalarını, arkadaş olmalarını, ih-lâslı davranmalarını, onlara sevgi ve dostluk hisleri beslemelerini, mü'-minlerin gizli hallerini onlara ifşa etmelerini yasaklıyor. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyrulur: «Mü'minler; mü'minleri bıra­kıp da kâf.'rleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile dostluğu kalmaz. Ancak onlardan sakınmanız müstesnadır. Allah, size ken­disinden korkmanızı emrediyor.»  (Âl-i îmrân, 28).

Bunun içindir ki burada da : «Allah'ın aleyhinize (sizi cezalandır­mak üzere) apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?)) buyurulmuştur.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; Kur'an-ı Kerîm'deki ( jiU- ) kelimelerinin hepsi hüccet (fer­man) anlamındadır.

Bu hadîsin isnadı sahîh olup Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî, Dahhâk, Süddî ve Nadr îbn Arabî de böyle söylemişlerdir.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Doğrusu münafıklar (işlemiş oldukları ağır küfürleri karşılığı olarak kıyamet günü) Cehennemin en alt ta-bakasındadırlar.»

Vâlibî'nin İbn Abbâs'tan rivayetine göre  kelimeleri ateşin en alt tabakası anlamındadır. Başkaları ise şöyle der­ler : Cennetin dereceleri olduğu gibi cehennemin de dereceleri vardır. Süfyân es-Sevrî'nin... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; o: «Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasındadır.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Üzerlerine örtülecek tabutlardadırlar. İbn Cerîr de Vekî ka­nalıyla... Süfyân'dan bu şekilde rivayet etmiştir. İbn Ebu Hatim, Mün-zîr İbn Şâzân kanalıyla... Ebu Hüreyre'den nakledildiğine göre; o, «Doğ­rusu münafıklar cehennemin en alt tabakasındadır.» âyeti hakkında şöyle demiştir: En alt tabaka bir takım evlerdir ki; kapıları onların üzerine örtülecek; alt ve üstlerinden yakılacaktır.

İbn Cerîr der ki: Bize İbn Beşşâr'ın... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, «Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasın­dadır.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Üzerlerine örtülüp kapatılacak ateşten tabutlardadırlar.

İbn Ebu Hâtim'in Ebu Saîd el-Eşecc kanalıyla... İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, «Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasın­dadır.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Onların üzerine kapanacak de­mirden tabutlardadırlar. Öyle örtülüp kilitlenecek ki nereden açıldığı bilinemeyecek.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Kasım İbn Abdurrahmân'-darr rivayetine göre; îbn Mes'ûd'a münafıklar sorulduğunda; şöyle demiş,: Ateşten tabutlara konulacaklar ve cehennemin en alt tabakasın da bunlar üzerlerine kapanacak.

Allah Teâlâ : «Onlara yardımcı bulamazsın.» buyuruyor ki; onları içlerinde bulundukları durumdan kurtaracak ve onlan elim azabtan çı­karacak kimse bulamazsın.

Sonra Allah Teâlâ, dünyada tevbe edenlerin tevbesini kabul buyu­racağını, tevbesinde ihlâslı ve amelinde dürüst olup bütün işlerinde Rabbına sarıldığı takdirde pişmanlığım kabul buyuracağını haber ve­rerek : «Ancak tevbe edenler, ıslâh olanlar, Allah'a sarılanlar ve din­lerine Allah için bağlananlar (az bile olsa sâlih amellerin kendilerine fayda vermesi için riyayı ihlâs ile değiştirenler) müstesnadır.» buyur^ muştur.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ'nın kırâet yo­luyla... Muâz İbn Cebel'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Dininde ihlâslı ol ki, az amel sana yeterli olsun.

«Onlar (kıyamet gününde) mü'minlerle beraberdirler. Allah, mü'-minlere büyük bir mükâfat verecektir.»

Sonra Allah Teâlâ; kendi dışındaki her şeyden müstağni olduğunu, kullarına günâhları yüzünden azâb edeceğini haber vererek şöyle bu­yuruyor : «Şükredip îmân ederseniz (amelleri düzeltir, Allah ve Rasû-lüne îmân ederseniz) Allah size niçin azâb etsin? Allah ŞâMr ve Alîm olandır.» Kim şükrederse şükrünü kabul buyurur. Kimin kalbi O'na îmân etmişse bunu bilir ve buna mukabil bol mükâfatlarla onu mükâ­fatlandırır.[50]

 

148  — Zulme uğrayanlarınla başka; Allah çirkin sö­zün alenen söylenmesini sevmez. Allah Semi', Alim olan­dır.

149  — Bir iyiliği açığa vurur veya gizler, yahut bir kö­tülüğü affederseniz; şüphesiz Allah; Afüvv ve Kadîr olan­dır.

 

Allah'ın Affı

 

İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan rivayetle «Allah çirkin sözün alenen söylenmesini sevmez.» âyeti hakkında şöyle diyor: Allah, bir kimsenin diğer birine —mazlum olması dışında— beddua etmesini sevmez. An­cak mazluma, kendisine zulmedene beddua etme ruhsatı vermiştir ki, bu da «Zulme uğrayanlannki başka,» sözüdür. Eğer sabrederse bu; onun için daha hayırlıdır.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Ubeydullah İbn Muâz'ın... Âişe'den riva­yetine göre; onun bir şeyi çalınmış ve ö da (hırsıza) beddua etmeye başlamıştı. Allah Rasûlü şöyle buyurdular : Onun (cezasını) hafifletme.

Hasan el-Basrî der ki: Ona beddua etmesin; Allah'ım ona karşı bana yardım et, hakkımı ondan al, desin. Başka bir rivayette de şöyle demiş: Kendisine zulmedene; onun hukukuna tecâvüz etmeksizin bed­dua etmesine ruhsat verilmiştir.

Bu âyetin tefsirinde Abdülkerim İbn Mâlik el-Cezerî der ki: O, sana söven ve senin de kendisine sövdüğün kişidir. Ancak «Kim zulüm gördükten sonra hakkını alırsa, aleyhine bir yol (kınama) yoktur.» (Şûra, 41) âyeti gereğince şayet o, sana iftira ederse; sen, ona iftira etme.

Ebu Dâvüd der ki: Bize Ka'nebî'nin... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Mazlumun hakkına tecâvüz olmadıkça karşılıklı sövüşen iki kişinin söyledikleri, onlardan ilk başlayan üzerinedir.

Abdürrezzâk der ki: Bize Müsennâ îbn Sabâh'm Mücâhid'den ri­vayetine göre; o, «Zulme uğrayanlannki başka, Allah çirkin sözün ale­nen söylenmesini sevmez.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Bir adam, bir adamı müsâfir eder ve onun müsâfirliğinin hakkını vermez. Müsâfir olan çıktığında insanlara haber verip: Falancaya müsâfir oldum da bana müsâfirliğimin hakkını vermedi, der. îşte çirkin sözün alenen söy­lenmesi budur. Ancak zulme uğrayanlar başka —ki bu da— diğerinin, müsâfirliğinin hakkını edâ etmemesi durumundadır.

Muhammed İbn İshâk der ki: îbn Ebu Necîh'in, Mücâhid'den riva­yetine göre; o, «Zulme uğrayanlannki başka, Allah çirkin sözün alenen söylenmesini sevmez.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Bu, öyle bir ki­şidir ki; bir başkasını konaklatıp müsâfir eder de, onu güzelce ağır­lamaz. Öteki de çıkıp : Beni iyi müsâfir etmedi, der. Başka bir rivayette ise şöyle demiş: O, biniti çevirilmiş müsâfirdir. Müsâfir, arkadaşı için çirkin sözü alenen söyler.

Bir çokları kanalıyla Mücâhid'den bu sözün benzeri rivayet edil­miştir. Neseî ve Tirmizî dışında bir cemâatin, Leys îbn Sa'd kanalıyla —Tirmizî'nin İbn Lehîa kanalıyla—... Ukbe İbn Âmir'den rivayetlerine göre; o, şöyle demiş : Biz: Ey Allah'ın Rasûlü, sen bizi gönderiyorsun da biz bir kavme vanyoruz-ve onlar -bizi müsâfir etmiyorlar. (Bize mü­sâfir yemeği vermiyorlar.) Bu konuda ne buyurursun? diye sorduk. Allah Rasûlü şöyle buyurdular : Bir kavme varıp indiğinizde onlar, müsafir için gerekeni size emrederlerse; onlardan kabul edin. Eğer bunu yapmazlarsa müsâfir için gerekli olan hakkı onlardan alın.

İmâm Ahmed der ki: Bize Muh&mmed îbn Ca'fer'in... Mikdâm Ebu Kerîme'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle bu­yurmuşlardır : Bir müslüman, bir kavme müsâfir olur da; müsâfir mahrum olarak sabahlarsa, o geceki müsafir yemeğini onun ekininden ve maundan alıncaya kadar her müslümanın müsâfire yardım etmesi bir haktır.                                            

Hadîsin bu kanaldan rivayetinde İmam Ahmed tek kalmıştır. Yine İmam Ahmed der ki: Bize Yahya îbn Saîd'in... Mikdâm Ebu Kerîme'­den rivayetine göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle*buyururken işitmiş : Müsâfirin gece (yemeği, ikramı-) her müslüman üzerine vâcibtir. Bir müsâfir kimin evinde (avlusunda) mahrum olarak sabahlarsa; bu, mü­sâfir lehine ev sahibi aleyhinde bir borçtur. Müsâfir dilerse yerine ge­tirilmesini ister, dilerse terkeder.

îmâm Ahmed bu hadîsi Ğunder, Ziyâde îbn Abdullah ve Vekî ka­nallarıyla Mansûr'dan da rivayet etmiştir. Aynı hadîsi Ebu Dâvûd da, Ebu Avâne kanalıyla Mansûr'dan rivayet etmiştir.

Bu ve benzeri hadîslere dayanarak İmâm Ahmed ve başkaları; mü­sâfir etmenin (müsâfire yemek vermenin) vâcib olduğu görüşüne zâ-hib olmuşlardır. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr'ın rivayet ettiği şu hadîs-i şerîf de bu kabildendir: Bize Amr îbn Ali'nin... Ebu Hüreyre'den riva­yetine göre; bir'adam, Hz. Peygamber (s.a.) e gelerek : Benim bir kom­şum-var ki bana eziyet veriyor, dedi. Allah Rasûlü ona şöyle buyurdu : Eşyanı çıkar ve yolun üzerine yığ (koy). Adam eşyasını aldı ve yolun üzerine attı. Oradan her geçen; ne oluyor sana? diye sorduğunda: Komşum bana eziyyet ediyor, diyor ve geçen de : Allah'ım, ona Ia'net et, Allah'ım onu rüsvây eyle, diyordu. (Eziyyet veren komşu) : Evine dön, sana bir daha asla eziyyet etmeyeceğim, dedi. Hadîsi Ebu Dâvûd da Kitâb'ül-Edeb de Ebu Tevbe Rebî' İbn Nâfî kanalıyla... Muhammed İbn Aclân'dan rivayet etmiştir.

Hadîsi rivayetten sonra, el-Bezzâr, şöyle der: Hadîsin Ebu Hürey­re'den sadece bu isnâd ile rivayetini bilmekteyiz. Ebu Cühayfe Vehb tbn Abdullah ve Yûsuf îbn Abdullah îbn Selâm da Hz. Peygamber'den rivayet etmişlerdir.

Allah Teâlâ : «Bir iyiliği açığa vurur veya gizler, yahut bir kötülüğü affederseniz; şüphe yok ki, Allah da Afûvv, Kadîr olandır.» buyuruyor. Ey insanlar, bir iyiliği şayet açığa vurur veya gizlerseniz veya size kö­tülük eden birini affederseniz; bunlar, sizleri Allah'a yaklaştıran ve O'nun katında sevabınızı bollaştıran şeylerdendir. Cezalandırmaya gücü yetmekle birlikte kullarını affetmek Allah Teâlâ'nm sıfatlarındandır. Bunun içindir ki:   «Allah Afüvv, Kadîr olandır.»  buyurmuştur.  Bir hadîste şöyle buyrulur : Hamele-i Arş Allah'ı tesbîh eder de bir kısmı: Bilgi üzerine bilginden dolayı Seni tesbîh ederiz, derler. Diğer bir kısmı da : Kudretinin üzerine affından dolayı Seni tesbîh ederiz, derler. Sahih bir hadîste de şöyle buyurulmuştur: Sadakadan dolayı mal eksilmez. Affı sebebiyle Allah, ancak bir kulun izzetini arttırır. Kim Allah için mütevâzi olursa, Allah o kişiyi yüceltir.[51]

 

150  — Doğrusu;  Allah'ı  ve  peygamberlerini  inkâr edenler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak iste­yenler, bir kısmına inanır, bir kısmını da inkâr ederiz, di­yerek bu ikisinin arasında bir yol tutmak isteyenler;

151  — îşte onlar; gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere alçaltıcı bir azâb hazırlamışızdır.

152  — Allah ve peygamberlerine imân edip onların birini diğerinden ayırmayanlara; işte onlara Allah mükâ­fatlarını verecektir. Allah Ğafûr, Rahim olandır.

 

Allah île Peygamberlerinin Arasını Ayıranlar

 

Allah Teâla kendisini ve peygamberlerini inkâr eden Yahûdî ve Hıristiyanlan tehdîd ediyor. Zîrâ onlar, îmânda Allah ile peygamberleri arasını ayırmışlar; peygamberlerden bazısına îmân ederken bazısını in­kâr etmişlerdi. Kendilerini buna sevkeden bir delil olmaksızın mücer-red, arzu ve alışkanlıklarıyla, babalarından gördükleriyle bu yola sap­mışlardır. Bunda mücerred heves ve asabiyyetlerinden başka dayanak­ları ve yolları yoktur. Yahudiler —Allah'ın la'netleri onların üzerine olsun— îsâ ve Muhammed (a.s.) in dışındaki peygamberlere inanmış­lar; Hıristiyanlar, peygamberlerin hepsine îmân etmiş, fakat peygam­berlerin sonuncusu ve en üstünü Muhammed (s.a.) i inkâr etmişlerdir. Sâmirîler ise, Mûsâ İbn İmrân'm halîfesi Yûşâ'dan sonra hiçbir pey­gambere îmân etmemişlerdir. Söylendiğine göre; Mecûsîler, Zeradüşt denilen bir peygambere îmân ederlerdi ki, sonra bunun şeriatını da inkâr etmişler ve peygamberleri aralarından kaldırılmıştı. En doğru­sunu Allah bilir.

Buradan maksad şudur : Peygamberlerden birini inkâr eden, diğer peygamberleri de inkâr etmiş sayılır. Allah Teâlâ'nın yeryüzü halkına göndermiş olduğu her peygambere îmân gerekir. (Onlardan) birinin peygamberliğini hased veya asabiyyetine veya kendi hevesine uyarak reddeden kişinin, peygamberlerden herhangi birisine îmânının şer'î bir îmân olmadığı açıktır. Zîcâ onun bu îmânı, bir maksad, bir heves ve asabiyyetten dolayıdır. Bunun için Allah Teâlâ: «Onlar ki; Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederler.» buyurup onları, Allah'ı ve peygamber­lerini inkâr etmekle nitelemiştir. «Allah ile peygamberlerinin arasını (îmânda) ayırmak isterler, bir kısmına inanır, bir kısmını da inkâr ede­riz, diyerek bu ikisinin arasında bir yol tutmak isterler.)) Daha sonra Allah Teâlâ, onlardan haber vererek : «işte onlar, gerçekten kâfir olan­lardır.» buyuruyor. Şüphesiz ki onlar, kendisine îmân ettiklerim söy­ledikleri şeyi inkâr etmektedirler. Zîrâ bu îmân, şer'î bir îmân değildir. Allah'ın elçisi olması hasebiyle gerçekten ona inanmış olsalardı burhan bakımından daha güçlü, delil bakımından daha açık olana ve benzerine de îmân etmiş olmaları, ya da onun peygamberliği hususunda gerçek­ten düşünmeleri gerekirdi.

Allah Teâlâ: «Kâfirlere alçaltıcı bir azâb hazırlamışızdır.» buyur­maktadır. Gerek peygamberin kendilerine getirdiği gerçekler üzerinde düşünmemeleri, ondan yüzçevirmeleri, kendileri için zarurî olmayan dünya menfaatlerini toplamaya yönelmeleri sebebiyle; gerekse Hz. Pey­gamberin peygamberliğini bildikten sonra, onu inkâr etmeleri sebe­biyle onu nasıl küçük görmüşlerse; Allah Teâlâ da onlara alçaltıcı bir azâb hazırlamıştır. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) nün zamanında Yahûdî hahamlarından bir çoğu böyle yapmışlardı. Zîrâ, onlar, Allah Teâlâ'nın ona büyük peygamberliği vermesini çekememişler, muhalefet etmişler, yalanlamışlar, düşman olmuşlar ve onunla savaşmışlardı. Allah Teâlâ da âhirette olan zilletle birlikte dünya zilletini de onlara vermiştir. Ni­tekim başka bir âyette de şöyle buyurulur: «Onların üstüne horluk ve yoksulluk vuruldu. (Dünyada ve âhirette) Allah'ın gazabına uğradı­lar.»  (Bakara, 61).

Allah Teâlâ : «Allah ve peygamberlerine îmân edip onların birini diğerinden ayırmayanlara...» buyuruyor ki; bununla Muhammed (s.a.) ümmeti kasdedilmektedir. Zîrâ onlar Allah'ın indirdiği her kitaba, Al­lah'ın gönderdiği her peygambere inanırlar. Başka bir âyette de Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır : «Peygamber de, îmân edenler de ona indi­rilene inandı. Hepsi de Allah'a, meleklerine... îmân etti.» (Bakara, 285).

Daha sonra Allah Tealâ onlara bol mükâfat, büyük sevâb ve güzel ihsanlar hazırladığını haber vererek şöyle buyuruyor: «îşte Allah, on­lara (Allah'a ve peygamberlerine inandıklarından dolayı) mükâfatla­rım verecektir. Allah (onlardan bazısının günâhları olursa bunlar için) Ğafûr, Rahîm olandır.»[52]

 

153  — Kitâb ehli senin kendilerine gökten bir kitâb indirmeni isterler. Musa'dan da bundan daha büyüğünü is­temişlerdi. Ve bize Allah'ı apaçık göster, demişlerdi. Zu­lümlerinden dolayı onları yıldırım çarpmıştı. Kendilerine bunca açık âyetler ve deliller geldikten sonra da buzağıya taptılar. Nihayet Biz bunu affettik ve Musa'ya apaçık bir hüccet verdik.

154  — Söz vermelerine karşılık Tur dağını üzerlerine kaldırdık. Ve onlara: Şehrin kapısından secde ederek gi­rin, dedik. Cumartesileri aşırı gitmeyin, dedik. Onlardan ağır bir te'mînât aldık.

 

Ehl-i Kitabın Tavrı

 

Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî, Süddî ve Katâde der ki: Tevrat'ın Musa'ya yazılı olarak indirilmesi gibi Yahudiler, Allah Rasûlü (s.a.) n-den kendilerine gökten bir kitâb indirilmesini istediler.

îbn Cüreyc de der ki: Onun kendilerine getirdiğini doğrulayıcı olmak üzere falana, falana ve falancaya Allah tarafından yazılmış say­falar indirmesini ondan (Hz. Peygamberden) istediler. Onlar bu sözlerini sırf bir inâd, küfür ve inkâr olarak söylemişlerdir. Nitekim onlardan önce de Kureyş bunun bir benzerini Hz. Peygamberden istemişti ki bu, îsrâ sûresinde şöyle zikredilmektedir : «Dediler ki: Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız.» (îsrâ, 90). Bu­rada ise Allah Teâlâ : «Musa'dan da bundan daha büyüğünü istemişler ve, bize Allah'ı apaçık göster, demişlerdi. Zulümlerinden (azgınlıkların­dan, sapıklıklarından, küfür ve inâdlanndan) dolayı onlun yıldırım çarpmıştı.» buyuruyor ki bu âyet; Bakara süresindeki: «Bir de hani siz: Ey Mûsâ, biz Allah'ı apâşikâr görünceye kadar sana inanmayaca­ğız, demiştiniz de bakıp dururken, sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra sizi ölü­münüzün arkasından, şükredesiniz diye yine diriltmiştik.» (Bakara, 55 - 56) âyeti ile tefsir edilmiştir.

Allah Teâlâ : «Kendilerine bunca açık âyetler ve deliller geldikten sonra da buzağıya taptılar.» buyurmaktadır. Mısır diyarında Mûsâ (a.s.) mn elinde ilzam edici deliller, açık âyetler gördükten' ve Allah Teâlâ, Allah düşmanı Firavun ve ordusunun bütününü denizde helak et­tikten sonra, çok geçmeden putlara tapan bir kavme vardılar ve Mûsâ (a.s.) ya: «Bize onların ilâhları gibi bir ilâh yap...». (A'râf, 138) de­diler. Hz. Mûsâ Allah'a münâcâtta bulunmak üzere gittikten sonra, onların buzağıya tapmaları kıssası A'râf ve Tâhâ sûrelerinde genişçe zikredilmiştir. Mûsâ dönüp de olanlar olduktan sonra, bunu yapıp icâd edenlerin tevbesini Allah şöyle kıldı: Onlardan puta tapmayanlar ta­panları öldüreceklerdi. Onlardan bir kısmı diğer bir kısmını öldürmeye başladı ve sonra Allah Teâlâ onları diriltti ki, bu anlamda olmak üzere Allah Teâlâ : «Nihayet Biz bunu affettik ve Musa'ya apaçık bir hüccet verdik.» buyurmaktadır.

Allah Teâlâ: «Söz vermelerine karşılık Tûr dağını üzerlerine kal­dırdık.» buyurmaktadır. Onlar Tevrat'ın hükümlerine sarılmaktan im­tina' ettiklerinde ve Mûsâ (a.s.) mn getirdiklerini kabul etmedikleri or­taya çıkınca; Allah Teâlâ, dağı onların tepesine dikip kaldırdı. Sonra mecbur bırakıldılar "da kabul edip secde ettiler. (Bu sırada dağ) başla­rına geçecek korkusuyla başlarının üzerine bakışıyorlardı. Başka bir âyette de bu hususta şöyle buyrulur: «Hani Biz dağı üzerlerine gölge­lik gibi kaldırmıştık da, onlar tepelerine düşecek sanmışlardı. Size ver­diğimizi kuvvet ve metanetle tutun...» (A'râf, 171).

Allah Teâlâ: «Ve onlara: Şehrin kapısından secde ederek girin, dedik.» buyurur. Söz ve fiil olarak kendilerine emredilenlere muhalefet ettiler. Onlara Beyt'ül-Kuds'ün kapısından secde ederek girmeleri em­redilmişti. Onlar : ( «lop- ) —Allah'ım cihâdı bırakmamız ve ondan yüzçevirmemiz ve nihayet Tîh çölünde 40 sene sürünmemiz sebebiyle işlediğimiz günâhlarımızı indir, (azalt).— diyorlardı. (Bu sefer ise) arkalan üzerinde sürünerek girdiler ve : «Bir arpa içinde bir buğday.» di­yorlardı.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Cumartesileri aşın gitmeyin, dedik.» Onlara cumartesiyi korumalarım, meşru' olduğu (kanun olarak kal­dığı) sürece Allah'ın kendilerine haram kıldığı şeylerden- sakınmala­rını tavsiye etmiştik. (Onlardan ağır (şiddetli) bir te'mînât da aldık.» Onlar ise muhalefet ettiler, isyan ettiler ve Allah Teâlâ'nın yasakladık­larını işlemek üzere hileler aradılar. Bütün bunlar A'râf süresindeki: «Onlara, denizin kıyısındaki o kasabanın durumunu sor...» (A'râf, 163) âyetinde genişçe anlatılacaktır.

Safvân İbn Assâl hadîsinde îsrâ süresindeki «Andolsun ki, biz Mû-sâ'ya dokuz tane apaçık âyetler verdik...» (İsrâ, 101) âyetinde gele­cektir. Orada şöyle denilmektedir: Ey Yahudilerin ileri gelenleri, cu­martesileri aşın gitmemelisiniz. (Cumartesi hakkında haddi tecâvüz etmemelisiniz.)[53]

 

155  — Sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberlerini haksız yere öldürmeleri, kalb-lerimiz perdelidir, demeleri yüzünden. Doğrusu Allah, kü­fürlerine karşılık onların kalblerini mühürledi de artık pek azı hâriç onlar inanmazlar.

156  — Küfretmeleri ve Meryem'e büyük iftirada bu­lunmalarından.

157 — Ve Allah elçisi Meryem oğlu İsa Mesih'i öldür­dük, demelerinden. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar.

Ancak onlara (îsâ'ya) benzer gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşerler. Ondan yana şüphe içindedirler. Bu hu­sustaki bilgileri ancak zanna dayanmaktan ibarettir. Onu gerçekten öldürememişlerdir.

158  — Bilâkis Allah, onu kendi katına yükseltmiştir. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.

159  — Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın. O da kıyamet günü aleyhle^ rinde şâhid olacaktır.

 

Meryem Oğlu Îsâ Mesih'in Sonu

 

Bu, onların la'netlenmelerini, kovulmalarını, hidâyetten uzaklaş­tırılmalarını gerektiren günâhlar cümlesindendir. Onlar kendilerinden alınan sözleri ve ahidleri bozmuşlar, Allah'ın âyetlerini yani onun hüc­cetlerini, burhanlarını, peygamberler elinde görmüş oldukları mucize­leri inkâr etmişlerdi.

Allah Teâlâ: «Peygamberleri haksız yere Öldürmeleri...» buyur­maktadır ki bu; onların Allah'ın peygamberlerine saldırmaları ve on­lara karşı suç işlemelerinin çokluğundandır. Onlar peygamberlerden büyük bir çoğunluğunu öldürmüşlerdi.

«Onlarm kalblerimiz perdelidir demeleri... âyeti hakkında İbn Ar> bâs, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Süddî, Katâde ve bir çokları şöyle demişlerdir: Onlar bu sözleriyle kalblerinin örtülü, perdeli oldu­ğunu kasdetmişlerdir. Bu, müşriklerin : «Bizi çağırdığın şeye karşı kalb­lerimiz kapalıdır.» (Fussilet, 5) demeleri gibidir. Bu âyetin mânâsının, şöyle olduğu da söylenmiştir : Onllar kalblerinin ilim için bir kap oldu­ğunu, kalblerinin ilmi içerdiğini ve kazandığını iddia etmişlerdir. Bu görüşü Kelbî, Ebu Salih'ten, o da îbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Bu açıklamanın bir benzeri de Bakara sûresinde geçmişti.

Allah Teâlâ: «Doğrusu Allah küfürlerine karşılık onların kalble-rini mühürledi.» buyuruyor. Birinci görüşe göre; kalbleri Allah'ın söy­lediklerini kavrayamadığı için sanki onlar, ona ma'zeret beyân etmek­tedirler. Zîrâ «onlarm kalblerini mühürledi.» buyuruyor. Birinci görüşe göre; kalbleri Allah'ın söylediklerini kavrayamadığı için sanki onlar, ona ma'zeret beyân etmektedirler. Zîrâ onların kalbleri perdeli ve ka­palıdır. Allah Teâlâ ise, bu sözü ile onların kalblerinin küfürleri sebe­biyle mühürlenmiş olduğunu bildirmektedir. İkinci açıklamaya göre ise; onların iddiaları her yönüyle onlara karşı tersine çevrilmektedir. Bu âyetin -benzeri hakkındaki açıklama yine Bakara sûresinde geç­mişti.

Allah Teâlâ : «Artık pek azı hâriç, onlar inanmazlar.» buyurmakta­dır. Onlar kalbleri küfür, azgınlık ve îmân yoksulluğu üzere devam et­mektedir.

«Küfretmeleri ve Meryem'e büyük iftirada bulunmalarından...» âyeti hakkında İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha şöyle demiş­tir : Yani onlar Meryem'e zina iftirasında bulundular. Bu görüşü Süddî, Cüveybir, Muhammed İbn îshâk ve birçokları paylaşmaktadır. Bu, âye­tin zahirinden de anlaşılmaktadır. Onlar gerek Meryem'e ve gerekse oğluna büyük iftirada bulunmuşlar ve Meryem'in zâni olduğunu, bu zinadan oğluna hâmile kaldığını ileri sürmüşlerdir. Bazıları ise bu fiilin o hayızlı iken olduğunu ilâve etmişlerdir. Kıyamete kadar devam ede­cek Allah'ın la'netleri onların üzerine olsun.

«Ve Allah elçisi Meryem oğlu îsâ Mesih'i öldürdük demelerin­den...» Onlar, kendisi için bu makamı (Allah'ın elçisi olma makamını) iddia eden kişiyi öldürmüştük, demelerindendir. Bu da onların bir is­tihzası kabîlindendir ki, müşrikler de şöyle demişlerdir : «Ey kendisine kitâb indirilen kişi, sen mutlaka delisin.» (Hicr, 6).

Yahudilerin —Allah'ın la'netleri, gazabı ve azabı onların üzerine olsun— haberlerinden olmak üzere anlatıldığına göre; Allah Teâlâ Mer­yem oğlu îsâ'yı hüccetlerle ve hidâyetle gönderdiğinde, Yahudiler Al­lah'ın ona peygamberlik ve parlat mucizeler vermesini çekemediler. Onun; anadan doğma körü, alacalıyı iyileştirmesi, Allah'ın izni ile ölü­leri diriltmesi, Allah'ın izni ile çamurdan 'kuş şekli yapıp, ona üfürme-siyle uçması, gözetlenen bir kuş olması ve bunlara ilâveten Allah'ın ona ikram ederek onun ellerinde icra ettiği diğer mucizeler bu cümleden­dir. Bütün bunlara rağmen onu yalanladılar, ona muhalefet ettiler ve bütün imkânlarıyla ona eziyyet etmeye çalıştılar. O kadar ki, Allah'ın peygamberi îsâ (s.a.) onlarla bir beldede oturamamış ve annesi ile bir­likte çok seyahat yapmıştır. Onlar bununla da yetinmediler ve o zaman-. daki Dinıaşk kralına o'nu jurnalladılar. Dimaşk vâlîsi yıldızlara tapan müşriklerden olup o dine sahip olanlara Yunan denirdi. Ona varıp de­diler ki: Beyt'ül-makdis'de bir adam var ki; bu kişi insanları fitneye düşürüyor, onları saptırıyor ve krala karşı tebasını kışkırtıyor. Kral buna öfkelenip Kudüs'teki naibine zikredilen bu kişiyi yakalamasını, çarmıha germesini, başına dikenler koymasını ve insanlardan onun eziyyetini kaldırmasını yazdı. Mektup Beyt'ül-Makdis valisine ulaşınca; emre uydu ve Yahudilerden bir grupla birlikte îsâ (a.s.) nın bulun­duğu eve gitti. îsâ (a.s.) arkadaşlarından bir grubun —sayıları oniki ve­ya onüç idi. Onyedi olduğu da söylenmiştir— içinde bulunuyordu. Gün­lerden cum'a olup cumartesi gecesi ikindiden sonraydı. Hz. îsâ'yı orada kuşattılar. Hz îsâ olanları hissedip ya onların yanına kendisinin çık­ması ya da onların kendi yanlarına girmesinden başka çâre olmadığını görünce arkadaşlarına şöyle dedi: Hanginiz benim benzerim kılmırsa o, cennette benim arkadaşımdır. Onlardan bir genç buna tâlib oldu. Ancak Hz. îsâ onu bu iş için küçük gördü de sözünü ikinci, üçüncü defa tekrarladı. Her seferinde de sadece o genç ortaya çıktı ve îsâ : Sen olsun, dedi. Allah Teâlâ ona Hz. isa'nın benzerliğini verdi de, sanki o îsâ oldu. Evin tavanından bir pencere açıldı. Hz. îsâ (a.s.) yi bir uyku hali kapladı ve o halde iken göğe yükseltildi (kaldırıldı). Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Allah buyurdu ki: Ey îsâ, seni öldürecek olan Benim. Seni kendime kaldırıp yükseltecek... olan da Benim.» (Âl-i İmrân, 55).

Hz. îsâ göğe kaldırılınca (evde bulunan) grup dışarı çıktı. Dışar-dakiler o genci görünce, îsâ sandılar ve onu geceleyin alıp astılar (çar­mıha gerdiler). Ve başına dikenler koydular. Yahudiler Hz. îsâ'nm asıl­masına çalıştıklarını ve buna sevindiklerini açığa vurdular ve Mesîh ile evde bulunup da onun göğe çekilmesine şâhid olanlar dışında Hıris­tiyanların bir çoğu" bilgisizliklerinden ve akıllarının azlığından bunu kabullendiler. Geriye kalanlar (diğer Hıristiyanlar) da Yahudilerin san­dığı gibi asılanın (çarmıha gerilenin) Meryem oğlu Mesîh olduğunu sandılar. Hattâ anlattıklarına göre; Meryem, çarmıha gerilenin altına oturmuş, ve ağlamıştı. Onun (çarmıha gerilenin) Meryem'le karşılıklı konuştuğu bile söylenmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Bunların hepsi yüce hikmetleri gereği, Allah'ın kullarını imtihanı cümlesindendir. Allah Teâlâ durumu Kur'an-ı Azîm'de açıklamış, beyân etmiştir. O Kur'an ki, mucizelerle, hüccetlerle ve açık delillerle te'yîd edilmiş, şerefli elçisine onu indirmiştir. Konuşanların en doğrusu, âlem­lerin Rabbı, gizliliklere ve gönüllerde bulunanlara muttali olan, gökler­de ve yerdeki gizlilikleri bilen, olan ve olacakları, olmayanın olması du­rumunda nasıl olacağını bilen AZlah Teâlâ (Kur'an-ı Kerîm'inde) şöyle buyurur : «Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Ancak onlara (îsâ'ya) benzer gösterildi. (Onun benzerini gördüler de, onu îsâ sandılar.) Onun hakkında ihtilâfa düşerler. Ondan yana şüphe içindedirler. Bu husus­taki bilgileri ancak zanna dayanmaktan ibarettir.» Burada Hz. îsâ'nın öldürüldüğünü iddia eden Yahudiler ve bunu kabullenen Hıristiyanla­rın câhilleri kasdedilmektedir. Hepsi bu konuda şüphe, hayret, sapıklık ve delilik içindedirler. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ: «Onu gerçekten öldürememişlerdir.» buyurmaktadır. Öldürülenin bizzat Hz. îsâ oldu­ğunu kesinlikle bilerek onu öldürmemişlerdir. Bu konuda onlar şüphe ve vehim içindedirler. '«Bilakis Allah onu kendi katında yükseltmiştir. Allah Azîz'dir, (onun tarafı sağlamdır, oraya ulaşılamaz ve onun kapı­sına sığmana zulmedilmez. Takdir buyurduğu şeylerin hepsinde ve ya­rattığı işlerin kazasında) Hakîm'dir.» (En yüce hikmet, kesin hüccet, büyük hükümranlık ve evveli bulunmayan (kadîm) emir O'nundur.)

İtan Ebu Hatim der ki: Bize Ahmed İbn Sinan'ın... İbn Abbâs'tan .rivayet ettiğine göre; o, şöyle demiştir: Aliah Teâlâ Hz. îsâ'yı göğe yükseltmek istediğinde; o, arkadaşlarının yanma çıktı. Orda havariler­den oniki kişi bulunuyordu. Onların yanına evde bulunan pınardan ba­şından su damladığı halde çıktı ve şöyle dedi : İçinizden birisi bana îmân ettikten sonra oniki kere beni inkâr edecek. Hanginizin üzerine benim benzerliğim atılsın da, benim yerime o öldürülsün ve benimle birlikte benim derecemde olsun? Yaşça küçük olanlarından bir genç kalktı. Hz. îsâ ona otur dedikten sonra, sözünü tekrarladı. Yine o genç kalktı ve Hz. îsâ ona otur diyerek sözünü tekrarladı. O genç yine kal­karak : Ben, dedi. Hz. îsâ da: Sen, işte o'sun, dedi de onun üzerine îsâ'nın benzerliği konuldu. Hz. îsâ, evdeki bir pencereden göğe yüksel­tildi. Yahudilerden gelen istek üzerine- onun benzerini alıp öldürdü­ler, sonra çarmıha gerdiler. Onlardan birisi Hz. İsa'ya îmân ettikten sonra oniki kere onu inkâr etti. Bu konuda (insanlar) üç fırkaya ayrıl­dılar. Bir grup: Allah dilediği sürece, bizimle birlikteydi. Sonra göğe çıktı, dediler. Bunlar yâkûbîlerdir. Diğer bir fırka ise : Allah'ın oğlu di­lediği sürece bizimle idi, sonra Allah onu kendisine yükseltti, dediler. Bunlar da Nesturi'lerdir. Üçüncü fırka ise: Allah'ın külü ve elçisi, di­lediği sürece bizimle idi. Sonra Allah onu kendine yükseltti, dediler ki, bunlar da müslümanlardır. Kâfir olan iki zümre, müslüman olan züm­reye gâlib geldiler ve onları öldürdüler. Allah Teâlâ îiuhammed (s.a.) i gönderinceye kadar İslâm gizli kaldı.

Bu hadîsin isnadı İbn Abbâs'a kadar sıhhatlidir. Bunun bir benzeri­ni Neseî Ebu Küreyb'den, o da Ebu Muâviye'den rivayet etmiştir. Selef­ten bir çokları Hz. İsa'nın Havarilere: Hanginizin üzerine benzerliğim konulur da benim yerime o öldürülürse, cennette benim arkadaşımdır, dediğini zikrederler.

îbn Cerir der ki: Bize îbn Humeyd'in... Vehb İbn Münebbih'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Hz. îsâ, yanında havarilerden onyedi kişi olduğu halde bir eve geldi. Onları burada muhasara ettiler. Muha­sara edenler onların yanına girince, Allah Teâlâ hepsini birden îsâ'nm suretine soktu. Onlara: Bize sihir yaptınız. Ya îsâ'yı bize açıklarsınız, ya da topunuzu öldürürüz, dediler. îsâ, arkadaşlarına : İçinizden kim bu gün kendisini cennet karşılığı satar? diye sordu. İçlerinden birisi; ben, dedi ve onların yanına çıkarak, ben îsâ'yım, dedi. Allah Teâlâ onu îsâ'nın suretine sokmuştu. Onu tutup öldürdüler ve çarmıha gerdiler. İşte onlara benzetilmesi buradan ileri gelmektedir. Onlar İsa'yı öldür­düklerini sandılar. Hıristiyanlar da onlar gibi onu, îsâ sandılar. Allah Teâlâ îsâ'yı o gün göğe yükseltti.

Bu hadîsin sevkedilişi gerçekten garîbtir.

İbn Cerîr der ki: Bu sözün bir benzeri yine Vehb'den rivayet edilmistir. Şöyle ki: Bana Müsennâ'nın... Vehb'den rivayetine göre o, şöyle diyor : Allah Teâlâ, Meryem oğlu îsâ'ya dünyadan çıkacağını haber ve­rip bildirdiğinde, ölümden korktu ve bu ona zor geldi. Havarileri çağırıp onlara yemek yaptı; bu gece bizde hazır olun. Benim size ihtiyâcım var, dedi. Geceleyin onun yanında .toplandıklarında, onlara akşam ye­meği çıkardı ve hizmet etti. Yemeği bitirince ellerini yıkamaya ve kendi eliyle onlara abdest aldırmaya, ellerini elbisesiyle silmeye başladı. Bu> nu onun için büyüklük sayarak hoşlanmadılar. Dikkat ediniz, bu gece benim yaptıklarımdan dolayı bana kim bir cevâp verirse, o benden de­ğildir, ben de ondan değilim, dedi. Bunu kabullendiler (sustular). Bütün bunları bitirince şöyle dedi: Bu gece yemekte size hizmet etmem ve ellerinizi ellerimle yıkamam sizin için bir örnek olsun. Siz, beni en ha­yırlınız olarak görüyorsunuz. Sizin bir kısmınız diğer bir kısmına bü-yüklenmesin ve benim sizin için kendimi feda etmem gibi sizin bazınız diğer bazıları için kendini feda etsin. Sizden bu gece yardımınızı iste­diğim, ihtiyâcıma gelince; benim için Allah'a duâ edeceksiniz ve eceli­min geciktirilmesini isteyeceksiniz. Duâ etmeye kalkıp buna ken­dilerini zorlamak istediklerinde; onları bir uyku kapladı da duaya güç yetiremediler. Hz. îsâ onları uyandırıyor ve : Sübhânallah —Allah'ı tes-bîh ederim— baha yardım edeceğiniz bir gecede sabredemiyor musu­nuz? diyordu. Onlar da : Allah'a yemîn ederiz ki, bize ne oldu bilmi­yoruz. Biz, gece sohbeti yapar ve bunu çoğaltırdık. (Ama) bu gece, ge­ce sohbetine gücümüz yetmiyor. Duâ etmek istediğimizde, duâ ile bi­zim aramıza bir şey giriyor, dediler. Hz. îsâ : Çoban giderilecek ve sürü dağılacak, diyerek buna benzer sözler söylemeye başladı. Bununla ken­disini kasdediyordu. Daha sonra: Gerçek şu ki, biriniz horoz üç kere Ötmeden önce beni mutlaka inkâr edecek, biriniz beni mutlaka az bir para mukabili satacak ve ücretimi yiyecek, dedi. Çıkıp dağıldılar. Ya-hûdîler onu arıyorlardı. Havarilerden birisi olan Şem'ûn'u yakaladılar ve; bu, onun arkadaşlarındandır, dediler. O da inkâr ederek : Ben onun arkadaşı değilim, dedi. Onu bıraktılar. Sonra onu başkaları yakaladı ve yine inkâr etti. Sonra horozun sesini işitip ağladı ve hüzünlendi. Sabah olunca, havarilerden birisi yahûdîlere gelip: Size Mesih'i gösterirsem bana ne verirsiniz? diye sordu. Ona otuz dirhem vereceklerini söyledi­ler. Onları aldı ve Hz. îsâ'yı gösterdi. Bundan Önce de onlara Hz. îsâ'nın benzeri gösterilmişti. Önu tuttular ve emîn olmak için iple bağladılar. Onu bir yandan sürüklüyor, bir yandan da; Sen ölüleri diriltir, şey­tânı kovalar, deliyi iyileştirirdin. Kendini bu iplerden kurtaramaz mı­sın? diyerek ona tükürüyor ve üzerine dikenler atıyorlardı. Nihayet onu, çarmıha gerecekleri ağacın yanına getirdiler. Allah Teâlâ da Hz. îsâ'yı kendine yükseltti. Onlar kendilerine gösterilen benzerini çarmıha ger­diler ve orada yedi gün kaldı.

Sonra Hz. îsâ'nın annesi ile îsâ (a.s.) nm tedâvî edip de Allah Teâ-lâ'nın deliliğini iyileştirdiği kadın, asılanın olduğu yere ağlayarak gel­diler. Hz. îsâ onlara gelerek : Neye ağlıyorsunuz? diye sordu. Onlar da : Sana ağlıyoruz, dediler. Hz. îsâ : Muhakkak ki, Allah beni kendisine yükseltmiştir. Bana hayırdan başka hiçbir şey gelmedi. Bu, onlara ben­zetilmiştir. Havarilere söyleyin. Falan falan yerde bana kavuşsunlar, dedi. O yerde onbir kişi Hz. îsâ'ya kavuştu. Hz. îsâ'yı satan ve onu Yahudilere göstereni kaybetmişlerdi. Arkadaşlarına onu sordu. Yap­tığına pişman oldu da, intihar etti ve kendini öldürdü, dediler. Hz. îsâ : Şayet tevbe etseydi Allah tevbesini kabul buyururdu, dedi ve sonra on­lara, onların peşinden gelen Yahya adındaki çocuğu sordu. O sizinle be­raberdi. Gidiniz, her insan kavminin dili ile konuşsun, onları korkutsun ve onlan bıraksın, dedi.

Bu hadîsin de ifâdeleri gerçekten garîbtir.

Sonra îbn Cerîr der ki: Bize İbn Humeyd'in ve Seleme'nin, îbn İs-hâk'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: îsâ'yı öldürmek üzere gön­derilen Isrâiloğullannın Kralı —ki. onlardan birisiydi— Dâvûd isminde biriydi. Onu Öldürmek üzere söz birliği ettiklerinde —bana anlatıldığı­na göre— Allah'ın kullarından hiçbirisi onun kadar korkmamış, onun kadar feryâd etmemiş ve bunu kendisinden uzaklaştırması için onun kadar Allah'a dua etmemiştir. O kadar ki —sandıklarına göre— Ey Al­lah'ım, eğer yaratıklarından birisinden bu kaderi çevireceksen onu ben­den çevir, demiş ve bunun üzüntüsünden dolayı derisinden kan fışkır­mıştı. Onu öldürmek üzere söz birliği ettikleri yere arkadaşlarıyla bir­likte geldi. Onlar, îsâ (a.s.) ile birlikte onüç kişi idiler. Onların yanına mutlaka gireceklerini anlayınca havarilerden olan arkadaşlarına —ki onlar oniki kişi olup Fatrus, Ya'fcûb îbn Zebedî, Yakûb'un kardeşi Yu-hannes, Endrâyîs, Fîlibş, Ebrasilmâ, Matta, Tomas, Ya'kûb İbn Halfiyâ, Tedâvesis, Ksâniyâ ve Yûdes Zekeriyyâ Yûtâ idiler— böyle dedi...

İbn Humeyd der ki: Seleme, îbn îshâk'ın şöyle dediğini nakleder: Bana ismi Sercis olan birisi daha zikredilmişti. îsâ (a.s,).,dıgında onüç kişi idiler. Onu hıristiyanlar inkâr etti. Çünkü îsâ'nın yerine yahûdîlere benzetilerek gösterilen o idi. Onikiden biri mi yoksa onüçüncü mü ol­duğunu bilmiyorum. Hıristiyanlar; yahûdılerin îsâ'yı çarmıha gerdi­ğini kabullendiklerinde onu (onüçüncü kişiyi) inkâr etmişler ve Mu-hammed (s.a.) in ona dâir getirmiş olduğu haberi de reddetmişlerdir. Eğer onüç idiyseler girdikleri yere îsâ ile birlikte ondört kişi olarak; eğer oniki iseler onunla birlikte onüç kişi olarak girmişlerdir.

İbn îshâk der ki: Daha önce Hıristiyan iken Müslüman olmuş bi­risi, bana şöyle anlattı: Hz. îsâ'ya Allah'dan: «Muhakkak seni kendi katıma yükselteceğim.» emri gelince o, şöyle dedi: Ey Havariler toplu­luğu, gelen topluluğa; benim suretime girdirilip de, benim yerime onu öldürmeleri karşılığında cennette benim arkadaşım olmayı hanginiz ister? Sercîs : Ben, ey Allah'ın Ruhu, dedi. Hz. îsâ ona : Benim yerime otur; dedi ve o da oraya oturdu. Hz. îsâ (a.s.) göğe yükseltildi. Yahudi­ler gelip onu (Sercîs'i) tuttular, çarmıha gerdiler. Çarmıha gerdikleri ve onlar için îsâ'ya benzetilen Sercîs idi. Hz. îsâ ile birlikte girdiklerin­de sayıları belli idi. Onları görmüşler ve saymışlardı. Onu yakalamak üzere girdiklerinde —iddia ettiklerine göre— fsâ'yı ve arkadaşlarını bulmuşlar, ancak sayıdan birini kaybetmişlerdi. İhtilâf ettikleri bu idi. îsâ'yı tanımıyorlardı. Yûdes Zekeriyyâ Yûtâ'ya; îsâ'yı göstermesi ve onu kendilerine tanıtması için otuz dirhem verdiler, o da yanına gir­diğimizde ben onu öpeceğim, dedi. Girdiklerinde îsâ yükseltilmişti. O da Sercîs'i îsâ'nın suretinde gördü ve onun îsâ olduğundan şüphe etme­yerek üzerine kapanıp öptü. Onlar da onu alıp çarmıha gerdiler.

Sonra Yûdes Zekeriyyâ Yûtâ, yaptığına pişman" olup iple kendini boğarak öldürdü. Hıristiyanlar içinde la'netlenmiş olup, Hz. îsâ'nın ar­kadaşlarından sayılanlardan birisiydi. Hıristiyanlardan bazıları Hz. îsâ'­ya benzetilenin Yûdes Zekeriyyâ Yûtâ olduğunu ve Yahudilerin onu ha­ça gerdiğini sanırlar. Haça gerilirken şöyle dermiş: Aradığınız ben de­ğilim. Sizi ona götüren benim. O zaman neler olduğunu en iyi Allah bilir.

Mücâhid'den naklen İbn Cerîr şöyle der: Hz. îsâ'ya benzettikleri bir adamı haça gerdiler. Allah Teâlâ, Hz. îsâ'yı göğe diri olarak yükseltti İbn Cerîr'in tercîh ettiği görüşe göre; Hz. îsâ, bütün arkadaşlarına ben­zetilmişti.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın. O da kıyamet günü aleyhle­rinde şâhid olacaktır.»

İbn Cerîr der ki: Bunun mânâsında müfessirler ihtilâf etmişlerdir. Bazıları şöyle der : Bunun anlamı; kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; Hz. îsâ'nın Ölümünden önce ona inanacak olmasın, şeklindedir. Bunlara göre Hz. îsâ; Deccâl'ı öldürmek üzere indiği zaman, hepsi onu tasdik edeceklerdir. Bütün dinler tek olacaktır ki, o da İbrâhîm (a.s.) in dini olan fıtrat dini İslâm olacaktır. Bu görüşü serdedenleri zikredelim:'

Bize îbn Beşşâr'm... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Kitâb eh­linden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Meryem oğlu îsâ'nın ölümünden önce, demektir. İbn Abbâs'ın bu görüşünü Avfî de rivayet etmiştir.

Ebu Mâlik de «Ölümünden önce ona inanacak olmasın.» âyeti hak­kında şöyle der: Bu, Meryem oğlu îsâ (a.s,) nın nüzulü sırasındadır. Ehl-i kitâb'tan ona îmân etmemiş hiç kimse kalmayacaktır.

îbn Abbâs'tan rivayetle Dahhâk «Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; Ölümünden önce ona inanacak olmasın.» âyetinde özellikle Yahûdîlerin; Hasan el-Basrî ise, Necâşî ve arkadaşlarının kasdedildiğini söyle­mişlerdir. Her iki görüş de îbn Ebu Hatim tarafından rivayet edil­miştir.

îbn Cerîr der ki: Bana Ya'kûb'un... Hasan'dan rivayetine göre, o, «Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın.» âyeti hakkında şöyle demiştir-: îsâ'nın ölümünden önce. Al­lah'a yemin ederim ki o, halen Allah katında diridir. Ancak indiği zaman hepsi bütünüyle ona îmân etmiş olacaktır.

tbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Cüveyriye îbn Beşîr'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Bir adamın Hasan'a: Ey Ebu Saîd, Allah Teâlâ'nın «Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın.» sözü hakkında ne dersin? diye sorduğunu işit­tim. O, şöyle cevâb verdi: İsa'nın ölümünden önce. Allah Teâlâ îsâ'yı (göğe) yükseltti. Kıyametten önce onu gönderecek olan da Allah'tır. İyi ve günahkâr (herkes) ona îmân edecektir. Katâde, Abdurrahmân tbn Zeyd İbn Eşlem ve birçokları da böyle söylemişlerdir. Doğru olan söz de —kesin delillerle inşâallah biraz sonra açıklayacağımız gibi— bu olsa gerektir. Güven ve tevekkülümüz Allah'adır.

tbn Cerîr der ki: Diğerleri ise, bu âyetin mânasını şöyle anlamak­tadırlar : Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; kendi ölümünden önce ona inanacak olmasın.» Bu görüşte olanlar; görüşlerini şöyle delillen-dirirler: Ölüm halindeki kişi, o sırada neyin hak ve gerçek, neyin de bâtıl olduğunu bilir. Çünkü ölüm kendisine gelen, kişi, son nefesini vermeden önce dini hususunda hak ile bâtılı birbirinden ayırdeder.

îbn Abbâs'tan rivayetle Ali îbn Ebu, Talha, «Kitâb erilinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın.» âyeti hak­kında şöyle der: îsâ'ya îmân etmedikçe hiçbir yahûdî ölmez.

Bana Müsennâ'nın... Mücâhid'den rivayetine göre; o, «Ölümünden önce ona inanacak olmasın.» âyeti hakkında şöyle demiştir : «Her kitâb ehli, ölümünden önce îsâ'ya îmân edecektir. îbn Abbâs der ki: Boynu vurulsa dahi îsâ'ya îmân etmedikçe nefesi çıkmaz. (Son nefesini ver­mez.)

Bize İbn Humeyd'in... îbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle de­miştir : Yahûdî, îsâ'nın Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet et­medikçe ölmez. Eceli silâh ile çabuklaştırılmış olsa bile.

Bana tshâk îbn İbrahim İbn Şehîd'in... İbn Abbâs'tan rivayet et­tiğine göre; o, «Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Bu âyet, Übeyy'in kırâetinde ( r*-*^* cM ) «ölümlerinden önce» şeklindedir. îsâ'ya îmân etmedikçe hiçbir Yahûdî asla ölmeyecektir. îbn Abbâs'a soruldu: Ya bir evin tepesinden düşerse ne olacak? Düşüşü sırasında söyler, diye cevâb verdi. Ya onlardan birinin boynu vurulursa, bu hususta ne der-

 

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1742-1747

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1748-1749

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1750-1754

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1755-1760

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1760-1761

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1762

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1763-1768

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1769

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1770-1772

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1773-1777

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/17778-1781

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1782-1792

[13] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1792-1811

[14] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1811-1835

[15] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 4/1835-1851

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1867-1870

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1871-1873

[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1874-1879

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1879-1884

[20] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1888-1889

[21] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1889-1890

[22] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1891-1897

[23] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1897-1898

[24] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1898-1899

[25] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1902-1906

[26] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1907-1912

[27] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1912

[28] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1912-1913

[29] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1913-1914

[30] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1914-1916

[31] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1917-1921

[32] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1921-1922

[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1923-1925

[34] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1926-1928

[35] Bahîra ve Sâibe kelimeleri hakkındaki açıklama Mâide Sûresi 103. ayette gelecektir

[36] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1929-1933

[37] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1938-1947

[38] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1947

[39] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1948-1949

[40] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1950-1952

[41] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1952-1956

[42] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1956-1957

[43] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1957

[44] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1958-1960

[45] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1960-1961

[46] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1962

[47] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1963-1965

[48] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1965-1966

[49] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1967-1971

[50] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1971-1973

[51] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1973-1976

[52] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1976-1978

[53] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1978-1980

Free Web Hosting