Hz. İsa'nın Yeryüzüne Tekrar İnmesi2

Kıyamet Alâmetleri3

Hz. Îsâ (A.S.) Nın Nitelikleri7

İzâhı8

Yahudilerin Zulümleri20

Peygamberler Kafilesi21

İzahı25

Ey İnsanlar Hz. Muhammed'e Uyun. 25

İzâhı25

Allah Üçtür Diyen Hıristiyanlar26

İzahı27

Hz. Îsâ Yalnızca Allah'ın Kuludur29

Allah'tan Gelen Nûr29

Mîrâs Île İlgili Fetva. 30


sin? diye sordular. Dili onu söyler (dili ile geveler), diye cevâb verdi.

Bütün bu hadîslerin İbn Abbâs'a varan senedleri sahihtir. Aynı gö­rüş sahîh olarak Mücâhİd, İkrime, Muhammed îbn Sîrîn'den de ri­vayet edilmiştir. Dahhâk, Cüveybir ve Süddî de böyle söylerler. Süddî bu görüşü İbn Abbâs'tan rivayetle Übeyy İbn Kâ'b'ın ( «Ölümlerinden önce...» kırâetini de nakleder.

İbn Cerîr der ki: Diğerleri ise, bu âyetin manâsım şöyle anlamış* lardır: Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; (kendisi) ölümünden önce Muhammed (s.a.) e inanacak olmasın. Bu görüşte olanları zikredelim :

Bana îbn el-Müsennâ'm... İkrime'den rivayetine göre; o, şöyle de­miştir : Ne bir Hıristiyan ne de bir Yahûdî, Muhammed (s.a.) e îmân etmedikçe ölmez. «Kitâb erilinden hiç kimse yoktur ki; Ölümünden önce ona inanacak olmasın.» âyetinden kasdedüen anlam budur.

Sonra İbn Cerîr şöyle der : Bu sözlerden en sahîh olanı, birincisidir. Hz. îsâ (a.s.) nın nüzulünden sonra ehl-i kitâb'tan ona inanmayan kim­se kalmayacaktır. îsâ (a.s.) nın Ölümünden önce hepsi ona îmân ede­cektir. Şüphesiz İbn Cerîr'in söylediği bu görüş, sıhhatli olan görüş­tür. Zîrâ âyetlerin akışına bakılırsa; burada Yahudilerin Hz. îsâ'nın öl­dürülüp çarmıha gerilmesi iddialarıyla, bilgisiz Hıristiyanların bunu kabullenmelerinin bâtıl olduğu anlatılmaktadır. Allah Teâlâ durumun böyle olmadığım, Hz. îsâ'ya başka birinin benzetilerek durumu bütün açıklığıyla anlayamadan onu öldürdüklerini, sonra Allah'ın onu ken­disine çekip yükselttiğini, onun Bakî, diri olduğunu, kıyamet günün­den önce ineceğini haber vermektedir. Hz. îsâ sapıklık mesîhini öldü­recek, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizye koyacaktır. Diğer din sahiplerinin hiç birisinin dinini kabul etmeyecek, ancak İslâm'ı ya da kılıcı (onlarla savaşı) kabullenecektir. Bu âyet-i kerîme o zamanda kitâb ehlinin hepsinin ona îmân edeceğini, onlardan bir kişinin bile onu doğrulamaktan geri kalmayacağım haber vermiştir. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ : «Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın.» buyuruyor. Bu, Yahudilerin ve onların görü­şünü kabullenen Hıristiyanların öldürülüp haça gerildiği zannında ol­dukları İsa'nın ölümünden öncedir.

Allah Teâlâ : «O da kıyamet günü aleyhlerinde şâhid olacaktır.» buyuruyor ki; o, göğe yükseltilmezden önce ve yeryüzüne inmesinden sonra onların amellerine şâhid olacaktır. Âyetin mânâsını «Her kitâb ehli îsâ'ya veya Muhammed (s.a.) e îmân etmeden ölmeyecektir.» şek­linde tefsir edenlere gelince; bu, vakıaya uygundur. Zîrâ can çekişme sırasında herkese daha önce bilgisiz olduğu şeyler tecellî edecek, o da îmân edecektir. Ancak (ölüm) meleğini görmüş ise bu, ona fayda verici bir îmân olmayacaktır. Nitekim Allah Teâlâ bu sûrede : «Kötülük­leri işleyip dururken ölüm gelip çatınca: Şimdi işte gerçekten tevbe ettim, diyenlerin... tevbesi kabul değildir.» (Nisa 18) buyururken; başka bir âyette de: «Baskınımızı görünce : Yalnız O'na inandık... dediler... Ve işte kâfirler burada hüsrana uğrayacaklardır.» (Ğâfir, 84 - 85) bu­yurmaktadır. Bu ifâde, İbn CerîrMn bu sözü reddetme sadedinde ser-dettiklerinin zayıflığına delâlet eder. O, şöyle demiştir: Bu âyetten maksad bu olsaydı, Muhammed'i ve Mesih'i inkâr edenlerden Muham-med'e veya Mesih'e îmân eden herkes onların dini üzere olur ve bu du­rumda da onun dininden olan akrabaları ona vâris olamazdı. Zîrâ sâdık (olan Allah Teâlâ.), onun ölümünden Önce ona inanacağını haber ver­miştir. İşte bu, iyi bir tercih ve açıklama değildir. Zîrâ îmânın fayda vermeyeceği bir durumdaki îmânı ile o kişinin müslüman olması ge­rekmez., İbn Abbâs'm şu sözünü görmez misin? Yüksek bir yerden yu-varlansa veya kılıçla (boynu) vurulsa veya onu bir yırtıcı hayvan par-çalasa dahi mutlaka İsa'ya îmân edecektir. Böyle durumlardaki îmân ise, fayda verecek değildir. Serdettiğimiz âyetlere göre bu îmân, sahi­bini küfürden çıkarıp îmâna sokmaz. En doğrusunu Allah bilir.

Kişi iyice düşünüp araştınrsa, bunun vakıaya uygun olduğu açıkça anlaşılır. Ancak âyetten bunun kasdedilmiş olması gerekmez. Bilakis âyette kasdediien bizim zikrettiklerimizdir. Buna göre Hz. îsâ (a.s.) nın varlığı, gökte hayatının halen devam etmekte olduğu ve kıyamet gü­nünden önce yeryüzüne ineceği anlaşılmaktadır. Hz. îsâ; haktan ve ger­çekten uzak, birbirine zıt ve tenakuz içinde sözler söyleyen Yahûdî ve Hıristiyanlan yalanlamak için inecektir. Yahudiler tefrite, Hıristiyan­lar da ifrata düşmüşlerdir. Yahudiler, ona ve annesine olan iftirâlarıyla onun değerini düşürmüşler, Hıristiyanlar ise, onda olmayanı kendisine nisbet ederek övgüde mübalağa etmişlerdir. Yahudilerin aksine onlar, Hz. îsâ'yı peygamberlik makamından rubûbiyyet makamına yükselt­mişlerdir ki, Allah Teâlâ hem onların, hem de bunların sözlerinden münezzehtir. Onların iddialarından mukaddestir. O'ndan başka ilâh yoktur.[1]

 

Hz. İsa'nın Yeryüzüne Tekrar İnmesi

 

Meryem oğlu İsa'nın âhir zamanda, kıyamet gününden önce gök­ten yeryüzüne ineceğine ve onun tek ve ortağı olmaksızın sadece Allah'a ibâdete davet edeceğine dâir vârid olan hadîsleri zikredelim ;

İmâm Buhârî —Allah ona rahmet eylesin— herkesçe kabule maz-har olmuş Sahîh'inin el-Enbiyâ bölümünde şöyle der: Meryem oğlu îsâ (a.s.) nm nüzulü babı:

Bize İshâk İbn İbrahim'in... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Al­lah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular : Nefsim kudret elinde bulunan (Allan) a yemîn ederim ki; Meryem oğlu aranıza adaletli hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye koyacaktır. Mal gelecek de hiç kimse kabul etmeyecektir. Nihayet bir secde dünyadan ve dün­yadaki şeylerden daha hayırlı olacaktır. Sonra Ebu Hüreyre şöyle ekler : Dilerseniz «Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; Ölümünden önce ona inanacak olmasın. O da kıyamet günü aleyhlerinde şâhid olacaktır» âyetini okuyunuz.

Hadîsi Müslim de Hasan el-Hulvânî ve Abd İbn Humeyd kanalıyla Ya'kûb'dan rivayet etmiş; Buhârî ve Müslim, Süfyân îton Uyeyne kana­lıyla Zührî'den tahrîc etmişlerdir. Buhârî ve Müslim aynı hadîsi Leys kanalıyla Zührî'den de rivayet etmişlerdir.

İbn Merdûyeh'in Muhammed îbn Ebu Hafsa kanalıyla... Ebu Hü­reyre'den rivayet ettiğine göre; Allah Hasûlü, şöyle buyurmuşlardır: Meryem oğlunun sizin hakkınızda adaletli bir hakem olması yakındır. O, Deccâl'i ve domuzu öldürecek, haçı kıracak, cizye koyacaktır. Mal akıp çoğalacak ve secde sadece âlemlerin Rabbı Allah'a mahsus ola­caktır. Ebu Hüreyre der ki : Dilerseniz, Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın, âyetini okuyunuz. Bu sözü Ebu Hüreyre üç kere tekrarlamıştır.

Bu hadîsin Ebu Hüreyre'den, başka bir kanalla rivayeti şöyledir: İmâm Ahmed der ki: Bize Bavh'm... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Allah Rasûlü, şöyle buyurdular : Meryem oğlu tsfi Ffwr er-Ravhâ'da hacc ve umre için ya da her ikisi için birden tehlil getirecektir. Bu ha-. dîsi Süfyân İbn Uyeyne, Leys İbn Sa'd ve Yûnus İbn Yezîd kanalıyla Zührî'den sadece İmâm Müslim rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd'in... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), şöyle buyurmuşlardır: Meryem oğlu îsâ ine­cek, domuzu öldürecek, haçı imha edecek ve onun için namazda topla-nılacaktır. Kabul edilmeyecek kadar kendisine mal verilecek ve harâc koyacaktır. Ravha'ya inecek ve oradan hacca gidecek, ya da umre ya­pacak veya her ikisini birleştirecektir. Bundan sonra Ebu Hüreyre : «Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanaca'k ol­masın.» âyetini okumuştur. Hanzala, Ebu Hüreyre'nin: «îsâ'mn Ölü­münden önce ona inanacaktır.» dediğini sanmıştır. Ancak ben, hep­sinin Hz. Peygamberin hadîsi mi, yoksa Ebu Hüreyre'nin söylediği bir kısmı var mıdır bilmiyorum.

Aynı hadîsi İbn Ebu Hatim de babası kanalıyla... Zührî'den riva­yet etmiştir

Hadîsin başka bir kanaldan rivayeti şöyledir : Buhârî der ki: Bize İbn Bükeyr'in... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: İmamınız sizden olduğu halde, Meryem oğlu Me-sîh aranıza indiğinde siz ne olacaksınız? hadîsi rivayette Ukayl ve Evzaî de ona tabî olmuşlardır. Hadisi, İmâm Ahmed de Abdürrezzâk kana­lıyla... Zührî'den rivayet etmiş; Müslim ise Yûnus, Evzaî ve îbn Ebu Zi'b kanalıyla tahrîc etmiştir.

Hadîsin başka bir kanaldan rivayeti şöyledir : İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.)f şöyle buyurdular: Peygamberler üvey kardeşlerdir. Anneleri değişik, dinleri birdir. Ben, Meryem oğlu îsâ'ya insanların en lâyıkiyim. Zîrâ benimle onun arasında (başka bir) peygamber yoktur. O inecektir. Onu gördüğünüzde tanırsınız : Kırmızı ve beyaza çalar renkte birisidir. Üze­rinde hafif san renkte iki elbise vardır. Kendisine yaşlık isabet etme­miş olsa bile, başından su damlar gibidir. Haçı kıracak, domuzu öldüre­cek, cizye koyacak, insanları İslâm'a davet edecektir. Onun zamanında Allah Teâlâ İslâm dışında bütün dinleri kaldıracak ve onun zamanın­da Mesîh Deccâl'i helak edecektir. Sonra yeryüzünde emniyyet hâsıl olacak da aslanlar develerle, kaplanlar ineklerle, kurtlar koyunlarla birlikte atlayacak, çocuklar yılanlarla oynayacak da onlara zarar gelme­yecektir. Hz. îsâ kırk sene kalacak, sonra vefat ederek müslümanlar onun üzerine (cenaze) namazı kılacaklardır.

Bu tıadîsi Ebu Dâvûd da Hüdbe İbn Hâlid'den, o da Hemmâm İbn Yahya'dan rivayet etmiştir. îbn Cerîr'in bu âyetin tefsirinde —ki ondan başkası bu âyetin tefsirinde bu hadîsi zikretmemiştir— Bişr îbn Muâz kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetinde şu fazlalık vardır : İslâm üze­rine nisanlarla harbedecektir.[2]

 

Kıyamet Alâmetleri

 

Müslim, Sahîh'inde der ki: Bana Züheyr İbn Harb'm... Ebu Hü­reyre'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), şöyle buyurmuşlardır: Rûm (lar) A'mâk, (veya Dâbik'a) ininceye kadar kıyamet kopmaya-caktır. Medine'den onlara karşı o günde yeryüzünün en hayırlıların­dan müteşekkil bir ordu çıkacak. Karşı karşıya tâm olarak dizildikle­rinde Rumlar:' Bizden esir olanlarla bizim aramızı serbest bırakın da onlarla harbedelim, diyecekler. Müslümanlar ise : Hayır, Allah'a yemîn ederiz ki; sizinle kardeşlerimizin arasını serbest bırakmayız, diye kar­şılık verecek ve harbedecekler. Onlardan üçte biri hezîmete uğrayacak ve Allah Teâlâ onların tevbesini asla kabul etmeyecek. (Bunlar harbte kaçanlardır.) Üçte biri ise Allah katında şehîdlerin en üstünleri olarak öldürülecek. Kalan üçte biri zafere kavuşacak ve asla aralarında fitne zuhur etmeyecek ve Kostantiniyye'yi fethedecekler. Ganimetleri ara­larında bölüştükleri sırada, kılıçlarını zeytin ağaçlarına asmış olacak­lar. Bu sırada şeytân onların içinden çıkıp : Muhakkak ki Mesîh (Deccâl) arkanızdan ailelerinize hücum etmiştir, diye bağıracak ve onlar da çıkaçaklar. Bu haber yalandır. Onlar Şam'a geldiklerinde (Deccâl) çıka­cak. Onlar harbe hazırlık yapıp saflarını düzeltirlerken namaz vakti gelip namaza kalkılacak ve Meryem oğlu îsâ'yı görünce tuzun suda eri­diği gibi eriyecek. Bıraksa yok oluncaya kadar kendi kendine eriyecek. Fakat Allah Teâlâ onları bunun eliyle katledecek de onların kanını onun kısa mızrağında onlara gösterecek.

Diğer bir hadîs-i şerîf: İmâm Ahmed der ki: Bize Hüşeym'in... tbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular: Mi'râc'a çıkarıldığım gece İbrâhîm, Mûsâ ve îsâ (a.s.) ile buluştum. Kıyamet hakkında müzâkerede bulunuyorlardı. Durumu İbrahim'e bı­raktılar. O: Bu konuda bende bilgi yok, dedi. Musa'ya tevcih ettiler, o da: Bu Konuda benim bilgim yok, diye cevâp verdi. Nihayet îsâ'ya yö­neldiler. Ve ondan cevâb beklediler, O da şöyle dedi: Onun vaktine ge­lince; onu Allah'dan başka hiç kimse bilmez. Rabbımm bana verdiği sözde muhakkak Deccâl çıkacaktır. Benim elimde iki dal olacak. Beni «görünce kurşunun eridiği gibi eriyecek. Beni görünce, Allah onu helak edecektir. O kadar ki; taş ve ağaç : Ey müslüman, benim altımda bir kâfir var, gel ve onu öldür, diyecek ve Allah onları helak buyuracak. Sonra insanlar, memleketlerine ve vatanlarına dönecekler. Bu esnada Ye'cûc ve Me'cûc çıkacak. Onlar yüksek yerlerden sür'atle inecekler ve onların memleketlerini çiğneyecekler. Neye rastlarlarsa helak ede­cekler, uğradıkları her suyu içecekler. Sonra insanlar onlardan şikâyet etmek üzere bana gelecekler de; ben, onların aleyhine Allah'a duâ ede­ceğim ve Allah Teâlâ onları helak buyurup Öldürecek. Neticede yeryü­zü, onların pis kokularıyla kokacak. Allah Teâlâ bir yağmur indirecek ve onların cesedlerini sürükleyip denize atacak. Rabbımın bana verdiği sözde; bütün bunlar, kıyamet gününün günü bitmiş ve ailesi gece mi, gündüz mü ne zaman birdenbire doğuruverecek diye bekleyen bir hâ­mile kadın gibi olduğu sırada vuku' bulacak.

Bu hadîsi İbn Mâce de Muhammed İbn Beşşâr kanalıyla... Avam îbn Havşeb'den rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd İbn Harun'un... Ebu Nadra'dan rivayet ettiğine göre; o, şöyle demiştir: Bir cuma günü mushafımızı, kendisininkiyle karşılaştırmak üzere Osman îbn Ebu Âs'a gittik. Cum'a vakti gelince, bize emretti guslettik. Sonra koku getirdi ve koku sürün­dük. Sonra da mescide gidip bir adamın yanına oturduk. Bize Deccâl'-den bahsetti, Osman îbn Ebu Âs gelince, (ona hürmeten) kalktık ve tekrar oturduk. Şöyle konuştu: Allah Rasûlü'nü şöyle buyururken işit­tim : Üç mısır (memleket) müslümanlann olacak : îki denizin birleş­tiği yerdeki memleket, Hîre'de' bir memleket ve Şam'da bir memleket. İnsanlar üç kere korkacaklar; insanlar arasında Deccâl çıkacak ve doğu tarafından gelecek. Onun ilk uğrayacağı memleket iki denizin birleştiği yerdeki olacak. O memleketin halkı üç bölük olacaklar : Bir bölüğü oturacak ve imtihan ediliyoruz; bakalım, kimdir bu? diyecekler. Bir bölüğü Bedevilere iltihâk edecek. Üçüncü bölük ise, onlardan sonraki memlekete sığınacaklar. Deceâl'in yanında üzerlerinde yeşil taylasân-lar (cübbe) olan yetmişbin kişi olacak. Onun yanındakilerin çoğunluğu, Yahûdî ve kadınlar olacaktır. Sonra o memlekete komşu olana gelecek; onun da ahâlîsi üçe bölünecek: Bir bölümü: İmtihan ediliyoruz, ba­kalım bu kimdir? diyecekler. Bir bölümü Bedevilere iltihâk edecek. Üçüncü bölüm ise, Şam'ın batısındaki onlara komşu olan memlekete sığınacak. Müslümanlar Efîk boğazına (Akabe yakınlarında bir yer) inecekler ve kendilerine âit bir sürüyü salıverecekler. Sürüleri ele ge­çecek de bu onlara çok ağır gelecek, şiddetli bir açlığa ve sıkıntıya dûçâr olacaklar. O kadar ki; onlardan birisi, yayının ipini yakıp onu yiyecek. Onlar bu halde iken seher vakti bir münâdî çıkıp : Ey insanlar, size imdat geldi, diye üç defa nida edecek. Bir kısmı diğer bir kısmına : Muhakkak ki bu, tok bir adamın sesidir, diyecekler.Meryem oğlu îsâ (a.s.) sabah namazı sırasında inecek ve onların emirleri (başkanları) îsâ'ya: Ey Allah'ın Ruhu, öne geç, namaz kıldır, diyecek ve emirleri öne geçip namaz kıldıracak. Namazı bitirince îsâ, kısa mızrağı alıp Decc&l'e doğru gidecek, Deccâl onu görünce, kursunun eridiği gibi eri­yecek ve îsâ mızrağını onun göğsüne saplayarak öldürecek de etrafın­dakiler hezimete uğrayacaklar. O gün onlardan hiç birisini gizleyecek bir şey bulunmayacak. O kadar ki ağaç bile; ey mü'min, bu kâfirdir, taş da; ey mü'min, bu kâfirdir, diyecektir. Bu hadîsi bu yönden sadece İmâm Ahmed rivayet etmiştir.

Ebu Abdullah Muhammed İbn Yezîd Mâce meşhur Sünen'inde der ki: Bize AH İbn Muhammed'in... Ebu Ümâme el-Bâhilî'den rivayet ettiğine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) bize hutbe îrâd bu­yurdular. Hutbesinin büyük çoğunluğunda DeccâTden bahsederek bizi ondan sakındırdılar. Onun sözlerinden bir kısmı şöyle idi : Allah Teâlâ'-nın Âdem (a.s.) neslini yaratmasından bu yana yeryüzünde Deccâl'in fitnesinden daha'büyük bir fitne olmamıştır. Allah Teâlâ hiçbir pey­gamber göndermemiştir ki; ümmetini Deccâl'den sakındırmış olmasın. Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Siz de ümmetlerin sonuncususu-nuz. Hiç şüphe yok ki o (Deccâl), sizin içinizden çıkacaktır. Eğer ben aranızda iken çıkarsa; ben, her müslümanın hüccetiyim. Şayet benden sonra çıkacak olursa; her bir kişi, kendi nefsinin hücceti olacaktır. Müs­lümanlar üzerine benim halîfem Allah'tır. Muhakkak ki o, Şam ve Irak arasındaki bir yoldan çıkacak, sağı ve solu fesada boğacaktır.

Ey Allah'ın kullan, ey insanlar; sebat üzere olun. Benden önce hiç bir peygamberin yapmadığı şekilde onu size vasfedeceğim. Ben pey­gamberim, diye söze başlayacak. Halbuki benden sonra peygamber yoktur. İkinci olarak ben Rabbınızım, diyecek. Halbuki ölmedikçe Rabbı-nızı göremeyeceksiniz. O şaşıdır, muhakkak ki Rabbınız asla şaşı değil­dir. Onun iki gözü arasında «Kâfir» yazılı olacak, okuma yazması olsun, ya da olmasın her mü'min onu okuyacak. Onun fitnelerinden birisi şu­dur : Onun yanında bir cennet ve bir cehennem olacak. Cehennemi cennet, cenneti de cehennemdir. Kim onun cehennemi ile imtihan edi­lirse, Alalh'tan yardım dilesin ve Kehf sûresinin başlarını okusun. O cehennem kendisine soğuk ve selâmet yeri olacaktır. Nitekim İbrahim'e de ateş böyle olmuştur. Diğer bir fitnesi de şudur; Bir bedevî'ye : Ba­banı ve ananı senin için diriltsem, senin Rabbın olduğuma şehâdet eder misin? diyecek, Bedevi evet, deyince; babası ve anası suretinde kendi­sine iki şeytân gösterilecek de bu iki şeytân : Ey oğulcuğum; ona uy, o senin Rabbmdır, diyecekler. Diğer bir fitnesi de şöyledir: Bir kişiye musallat olup onu öldürecek ve testere ile böldürecek de iki parça olarak atılacak. Sonra şöyle diyecek: Şu kuluma bakınız, şimdi onu dirilte­ceğim, sonra kendisinin benden başka bir Rabbı olduğunu sanacak. Allah Teâlâ onu diriltecek de'habîs (Deccâl) ona soracak : Senin Rabbın kimdir? O da şöyle cevâb verecek: Benim Rabbım Allah'tır. Sen de Allah'ın düşmanısın, Deccâlsin. Allah'a yemîn ederim ki; bu günden önce senin hakkında hiç bu kadar basiretli olmamıştım. Ebu -Hasan et-Tanâfisî der ki: Bize Muhâribî'nin... Ebu Saîd'den rivayetinde Allah Rasûlü: Bu kişi, cennette ümmetimin derece bakımından en yüksekte olanıdır, buyurmuşlardır.

Ebu Saîd : Allah'a yemîn ederiz ki, bu adamın Hattâb oğlu Ömer'­den başkası olacağını sanmazdık, deyip yoluna gitti.

Muharibi şöyle devam eder : Sonra Ebu Râfî'nîn hadîsine döndü ve şöyle dedi: Onun fitnesinden biri de şudur : Göğe yağmur yağdırmasını emredecek de yağmur yağacak. Yere bitki bitirmesini emredecek de o, bitki bitirecek. Onun fitnelerinden birisi de şudur: Bir mahalle uğra­yacak da onu yalanlayacaklar ve onların hayvanları hiç kalmamacasına helak olacak. Bir mahalle de uğrayacak ve onu doğrulayacaklar, o da göğe yağmur yağdırmasını emredecek; yağmur yağacak, yere bitki bi­tirmesini emredecek de yer, bitki bitirecek. O güne kadar olduğundan daha fazla olmak üzere hayvanları büyük ve semiz olacak. Böğürleri etli, memeleri süt dolu olacak. Yeryüzünde, Mekke ve Medîne dışında çiğnemediği ve gâlib gelmediği hiçbir yer kalmayacak. Onların yolla­rından birisine geldiğinde melekler, onu çekilmiş kılıçlarıyla karşılaya­caklar da Sebha'nm kesiştiği yerdeki (Sebha kavşağındaki) küçük kır­mızı tepelere inecek. Medîne halkını üç kere sarsacak da, hiçbir müna­fık kalmayıp çıkacak. Medîne, kiri kendisinden ateşin demir küfünü gi­derdiği gibi giderip atacak. Bu gün ihlâs sahiplerinin günü diye çağrı­lacak.

Ümmü Şüreyk dedi ki; Ey Allah'ın elçisi, o günde araplar nere­dedir? Allah Hasûlü şöyle buyurdular : Onlar az olup hepsi de Beyt'ül-Makdis'de olacaklar. İmamları sâlih bir ikisi olacak. İmamları onlara sabah namazını kıldırmak üzere öne geçtiği sırada, üzerlerine sabah vakti Meryem oğlu îsâ (a.s.) inecek. İmâm dönüp îsâ'nın insanlara na­mazı kıldırması için arkasına doğru yürüyecek de Hz. îsâ (a.s.) elini omuzlan arasına koyup: Öne geç ve namaz kıldır, bu namaza senin kıldırman için kıyam edildi, diyecek. Namaz bitince îsâ (a.s.) : Kapıyı açınız, buyuracak, açılacak ve arkasında Deccâl olacak. Deccâî'in ya­nında kılıçlarını kuşanmış yeşil taylesanlar giymiş, yetmişbin yahûdî bulunacak. Deccâl Hz. îsâ'ya bakınca, tuzun suda eridiği gibi eriyecek ve kaçmaya başlayacak. îsâ: Benim sana vuracağım bir darbe var ki; sen asla bunda beni geçemeyeceksin, deyip Lüdd eş-Şarkî (Şam veya Filistin'de bir yer) kapısında ona yetişerek öldürecek. Allah Teâlâ, Ya-hûdîleri bozguna uğratacak. Allah Teâlâ'nın yaratıklarından Yahudi'yi gizleyecek hiçbir şey kalmayıp Allah Teâlâ taş olsun, ağaç olsun, duvar olsun veya bir hayvan olsun —Ğarkade ismindeki dikenli ağaç hâriç, zîrâ o, onların ağaçlarından olup konuşmayacak— Allah Teâlâ konuşturacak da: Ey Allah'ın müslüman kulu, bu yahûdî'dir. Gel onu öldür, diyecek.

Allah Rasûlü devamla şöyle buyurdular: Onun günleri kırk sene­dir. Sene yarım yıl gibi, sene bir ay gibi, bir ay bir cum'a gibidir. Günlerinin sonuncusu bir şerare gibidir ki; sizden birisi sabahleyin Medine'nin bir kapısında olsa akşama öbür kapısına yetişemeyecek. Ey Allah'ın peygamberi, bu kısa günlerde nasıl namaz kılacağız? diye sor­dular. Allah Rasûlü : Bu uzun günlerde nasıl namaza güç yetiriyorsa-nız, onlarda da güç yetireceksiniz. (Onlarda da namazlarınızı kılabile­ceksiniz.) buyurdular ve sonra da namaz kıldılar.

Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular: Meryem oğlu îsâ ümmetin İçinde adaletli bir hakem ve adaletli bir imâm olacaktır. Haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye koyacak ve sadakayı terkedecektir. Bir koyun ve bir deve peşinden koşulmayacaktır. Düşmanlık ve karşılıklı öfkeler kalkacak, zehirli iğnesi olan her hayvanın zehirli iğnesi çıkarılacak, so­nunda çocuk elini yılan deliğine sokacak da ona zarar gelmeyecek. Bir kız çocuğu aslanı kaçırmaya çalışacak da aslan ona zarar vermeyecek. Kurt, sürü içinde onun köpeği gibi olacak. Kabın suyla doldurulduğu gibi yeryüzü barışla doldurulacak. Söz bir olacak ve sadece Allah'a ibâ­det edilecek. Harb her türlü ağırlıklarım (tahribatını) bırakacak. Ku-reyş mülkünü geri alacak. Yeryüzü gümüş bir tepsi gibi olup, bitki­lerini Âdem zamanındaki gibi bitirecek. O kadar ki; bir grup, bir üzüm salkımının başında toplanacak da, o bir salkım onlan doyuracak. Bir grup, bir tek narın yanında toplanacak da, o bir tane nar onları doyuraeak. Öküz, şöyle şöyle bir mal (çok maldan kinayedir) karşılığında olurken at dirhemciklerle satılacak. Ey Allah'ın elçisi, atı ucuzlatan nedir? diye soruldu. Harb için asla buna binilmeyecek, buyurdular. Öküzü pahalandıran nedir? diye soruldu. Bütün yeryüzü sürülüp eki­lecek, buyurdular.

«DeccâTin çıkışından önce, insanlara şiddetli bir açlığın isabet ede­ceği üç kıtlık senesi olacak. Birinci senede Allah Teâlâ, göğe yağmuru­nun üçte birini hapsetmesini, yeryüzüne de bitkilerinin üçte birini hab­setmesini emredecek. İkinci senede göğe, yağmurunun üçte ikisini, yer­yüzüne de bitkilerinin üçte ikisini habsetmesini emredecek. Üçüncü se­nede ise göğe, yağmurunun tamâmını habsetmesini emredecek de bir damla bile düşmeyecek. Yeryüzüne bütün bitkilerini hapsetmesini em­redecek de yeşil hiçbir şey dikilmeyecek. Allah'ın diledikleri dışında tır­naklılardan helak olmayan hiçbir şey kalmayacak. O zamanda insan­ları ne yaşatacak? diye soruldu. Şöyle buyurdular: Tehlîl, tekbîr, tes-bîh ve tahmîd. Bütün bunlar onlar için yiyecek yerine geçecek.

İbn Mâce der ki: Ebu Hasan el-Tanâfisî'yi şöyle derken işittim: Abdurrahmân el-Muhâribî'yİ; bu hadîs, her mürebbîye verilmeli ki; çpcuklar, kitabta bunu da bilsinler, derken işittim.

Bu şekliyle bu hadîs gerçekten garîbdir. Ancak bazı bölümlerini destekler mâhiyyette başka hadîsler vardır. Siyakı itibariyle bu hadîse benzeyen Nüvâs İbn Sem'ân hadîsini zikredelim:

Müslim îbn el-Haccâc Sahîh'inde der ki : Bize Ebu Hayseme Züheyr îbn Harb'm... Nüvâs îbn Sem'ân İbn el-Kilâbî'den, ayrıca Muhammed İbn Mihrân er-Râzî'nin... Nüvâs İbn SenVân'dan rivayetine göre o, şöyle demiştir : Bir sabah Allah Rasûlü (s.a.) Deccâl'i zikrettiler de, seslerini bazan alçaltıp bazan yükselttiler. Öyle ki; biz Deccâl'i bir hurmalıkta zannettik. Yanına varınca, bizim üzerimize bıraktığı te'sîri anlıyarak: Durumunuz, haliniz nicedir? diye sordular. Biz: Ey Allah'ın Rasûlü, sabahleyin Deccâl'i zikrettiğinizde sesinizi alçaltıp yükselttiniz. O ka­dar ki; biz, onu bir hurmalıkta sandık, dedik. Şöyle buyurdular: Dec-câl'den başkası sizin için beni daha çok korkutuyor. Şayet ben içüıiz-deyken Deccâl çıkarsa, sizi ona karşı müdâfaa edecek olan benim. Şayet ben aranızda yokken çıkacak olursa; kişi, ancak kendisini müdâfaa ede­cektir. Her müslümana bu konuda benim halîfem Allah'tır. O (Deccâl) gençtir, kıvırcık saçlı, patlak gözlüdür. Ben onu daha çok Abdüluzzâ İbn Katan'a benzetiyorum. Sizden kim ona yetişirse; ona karşı Kehf sûre­sinin başlarını okusun. O, Şam ve Irak arasında bir yolda çıkacak, sağ ve sola fitnesini yayacaktır. Ey Allah'ın kulları, sebat ve metanet üzere olunuz. Biz : Ey Allah'ın Rasûlü, yeryüzünde kalması ne kadardır? diye sorduk; Kırk gün. Bir günü; bir sene gibi, bir günü bir ay gibi, bir günü bir cum'a gibidir. Diğer günleri ise, sizin günleriniz gibidir, buyurdular.

Biz dedik ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bir sene gibi olan günde bir günlük namaz bize yeter mi? Allah Rasûlü : Hayır, onun miktarını siz ölçünüz, buyurdular. Biz: Ey Allah'ın Rasûlü, yeryüzündeki sür'ati nasıldır, ni­cedir? diye sorduk. Şöyle buyurdular : Arkasına rüzgârı almış yağmur gibidir. Bir kavme varacak ve onları davet edecek. Onlar da onanman ederek isteğine icabet edecekler. Göğe emredecek de yağmur yağacak, yere emredecek de bitki bitirecek. Hayvanları olduklarından daha uzun, memeleri süt dolu, böğürleri etli olarak dönecekler. Sonra bir kavme daha varip onları (kendi dinine) çağıracak. Onlar da, sözünü kabul etmeyecekler. Onlardan ayrılacak da onlar kıtlık içine düşecekler. Elle­rinde mallarından hiçbir şey kalmayacak. Harâb bir yere varıp; hazîne­lerini çıkar, diyecek. Oranın hazîneleri, anların erkek arının peşine düş­tüğü gibi onun peşine düşüp gelecekler. Sonra genç bir adamı çağırıp ona kılıçla vuracak ve onu bir ok atımı mesafede olmak üzere iki par­çaya bölecek. Sonra onu çağracak; o genç, yüzü açık ve güler olduğu halde gelecek. O, bu durumda iken Allah Teâlâ Meryem oğlu Mesîh (a.s.) î diriltecek ve iki elbise içinde Şam'daki beyaz minarenin yanma iki meleğin kanatlarına ellerini koymuş olarak inecek. Başını eğdiğinde (su) damlayacak, kaldırdığında ise ondan inci taneleri dökülecek. Onun nefesinin kokusunu alıp da ölmeyen kâfir kalmayacak. Nefesi ise, gö­zünün ulaştığı yere kadar ulaşacak, Deccâl'in peşine düşüp nihayet Lüdd kapısında ona yetişip öldürecek.

Sonra îsâ (a.s.), Allah Teâlâ'nın Deccâl'den koruduğu bir kavme varıp yüzlerini meshedecek ve onlara cennetteki derecelerini söyleye­cek. Hz. îsâ burada iken Allah Teâlâ, îsâ'ya şöyle vahyedecek : Ben öyle kullarımı çıkardım ki; hiç kimse, onlarla savaşa güç yetiremez. Kulla­rımı Tûr dağına sığındır. Allah Teâlâ Ye'cûc ve Me'cûc'u gönderecek de yüksek her yerden sür'atle inecekler. Onların ilkleri Taberiyye gölüne inip ondaki suyun hepsini içecekler. Sonuncuları da oraya uğrayıp; bir seferinde burada su vardı, diyecekler. Allah'ın peygamberi îsâ ve ashabı kuşatılacak da, o günde bir öküz başı onlara, bu gün sizin için yüz dl-nâra olduğundan daha hayırlı olacak. Allah'ın peygamberi îsâ ve as­habı Allah'a duâ edecekler de; Allah Teâlâ, onların boyunlarına musal­lat olacak kurtlar gönderecek ve bir tek kişinin ölümü gibi hepsi birden helak olacaklar.

Sonra Allah'ın peygamberi İsa ve ashabı yeryüzüne inScekler. Yer­yüzünde onların pis kokularının doldurmadığı bir karış yer bulamaya­caklar. Allah'ın peygamberi îsâ ve ashabı Allah'a duâ edecekler de; Allah Teâlâ, boynu, uzun develerin boynu gibi kuşlar gönderecek ve onları taşıyarak Allah'ın dilediği yere atacaklar. Sonra Allah Teâlâ, bir yağmur gönderecek ve hiçbir ev ondan kurtulamayacak da; bu yağmur, yeryüzünü ayna gibi tertemiz edinceye kadar yıkayacak. Sonra yeryüzüne; meyvelerini çıkar, bereketini geri getir, buyurulacak. O gün bir cemâat, bir nardan yiyecek ve omun kabuğu ile gölgelenecek. Allah Teâlâ sütü bereketlendirecek. O kadar ki; yeni doğurmuş bir deve, bin grup insan için yeterli olacak. Onlar bu halde iken Allah Teâlâ, güzel bir rüzgâr gönderecek ve onlan koltuk altlarından yakalayacak. Her mü'min ve müslümanın ruhu kabzolunacak ve insanların kötüleri bir­birleriyle eşşek döğüşü gibi tepişirlerken kalacaklar ve işte onların üzerine kıyamet kopacak.

Bu hadîsi, İmâm Ahmed ve Sünen sahipleri Abdurrahmân îbn Ye-zîd İbn Câbir kanalıyla rivayet etmişlerdir. İmâm Ahmed'in rivayetin­den olmdk üzere aynı hadîsi Enbiyâ sûresinde (Enbiyâ, 96) tekrar zik­redeceğiz.

Müslim, Sahîh'inde der ki: Bize Ubeydullah İbn Muâz îbn Muâz el-Anberî'nin... Ya'kûb îbn Âsim İbn Urve İbn Mes'ûd es-Sekâfî'den rivayetine göre; o, şöyle dermiş : Abdullah İbn Amr'dan işittim; bir adam ona gelerek: Kıyamet, şu ve şu zaman (ya da kişiler) üzerine kopacak diye bahsettiğin hadîs nedir? diye sordu. Abdullah îbn Amr Sübhânallah —veya Lâ İlahe İllallah, ya da buna benzer bir şey— dedi. Ve şöyle devam etti: Hiç kimseye asla hiçbir hadîs söylememeye azmet­miştim. Ben ancak şunu söyledim : Mutlaka sizler, az zaman sonra ev­leri yakan şöyle şöyle büyük bir iş göreceksiniz. Sonra Abdullah İbn Amr şöyle dedi: Allah Rasûlü (s.a.) : Ümmetim içinde Deccâl çıkıp 40 kalacak. 40 gün mü, 40 ay mı, 40 yıl mı bilmiyorum. Allah Teâlâ Mer-yemoğlu îsâ'yı gönderecek. O, Urve İbn Mes'ûd gibidir. Deccâl'in peşine düşüp onu helak edecek. Sonra insanlar, iki kişi arasında hiçbir düş­manlığın olmayacağı yedi sene geçirecekler. Bundan sonra Allah Teâlâ, Şam taraflarından soğuk bir rüzgâr gönderecek. Bu rüzgâr, yeryüzün­de kalbinde zerre ağırlığında bir hayır —veya îmân— bulunan hiç kim­seyi bırakmayıp ruhunu kabzedecek. O kadar ki; sizden birisi, bir dağın ortasına girmiş olsa bile rüzgâr oraya girip onun ruhunu kabzedecek. Abdullah îbn Amr şöyle devam etti: Allah Rasûlü (s.a.) nün şöyle bu­yurduğunu işittim : İnsanların kötüleri (kötülüğe, fesad -ve şehvetlerin peşine koşmada) kuş hafifliğinde, (düşmanlık ve birbirlerine zulümde) yırtıcı hayvanların rüyalarında kalacaklar. Hiçbir iyilik bilmeyecek, hiçbir kötülüğü hoş karşılamamazlık etmeyecekler. Şeytân onlara te-messül edip görünecek ve : İcabet etmiyor musunuz? diyecek de onlar : Bize ne emredersin? diyecekler. O, onlara putlara icabeti emredecek. Onlar böylece nzıklan bol* yaşayışları güzel durumda olacaklar. Sonra sûr'a üfürülecek ve onu işiten herkes, boynunun bir tarafını eğip diğer tarafını kaldıracak. Onu işiteceklerin birisi, develerinin havuzunu ça­murla sıvayıp ta'mîr eden birisi olacak. O ve (bütün) insanlar yıkıla­caklar. Sonra Allah Teâlâ çisenti —ya da gölge (bu şüphe râvî Nu'mân'darıdır.)— gibi bir yağmur gönderecek —veya indirecek—. Bu yağmur­dan insanların cesedleri bitecek, (veya bitirilecek). Sonra sûr bir kez daha üfürülecek de onlar bakışır oldukları halde kalkacaklar. Sonra: Ey insanlar; Rabbınıza geliniz, denilecek. Onları durdurunuz; onlar so­rulacaklardır. Sonra şöyle Duyurulacak: Ateşe gönderilecekleri çıkarı­nız. Sorulacak: Kaçtan (kaç kişiden ne kadar) ? Şöyle buyurulacak: Her binden dokuzyüzdoksandokuz. Râvî.der ki: «Gençler ihtiyar kılı­nacak. Bu, O gün baldırlar" açılır...» (Kalem, 42) diye işaret edilen gündür.

Hadîsi Müslim ve tefsirinde Neseî, Munammed İbn Beşşâr kanalıy­la... Nu'mân îbn Sâlim'den rivayet etmişlerdir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk'ın... Mücemma' İbn Câri-ye'den rivayet ettiğine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) nün : Meryem oğlu Mesîh, Deccâl'i iüdd kapısında —veya Lüdd'ün yanın­da— öldürecek, buyurduklarını işittim.

Yine îmâm Ahmed'in Süfyân îbn Uyeyne, Leys ve Evzaî kanalıyla... Mücemmâ' İbn Câriye'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) : Mer-yemoğlu, Deccâl'i  Lüdd kapısında öldürecektir, buyurmuşlardır.

Hadîsi Kuteybe'den, Leys'den rivayet eden Tirmizî; bu, sahîh bir hadîstir, deyip bu konuda İmrân İbn Husayn, Nâfi İbn Utbe, Ebu Berze, Huzeyfe İbn Useyd, Ebu Hüreyre, Keysân, Osman İbn Ebu Âs, Câbir, Ebu Ümâme, îbn Mes'ûd, Abdullah îbn Amr, Semûre İbn Cündeb, Nü-vâs îbn Sem'ân, Amr İbn Avf ve Huzeyfe îbn el-Yemân hadîslerinin de bulunduğunu belirtmiştir. Tirmizî'nin bu râvîlerin rivayetini zikret­mekten maksadı; bunlardan hem Deccâl'in ve hem de onu Meryem oğlu îsâ (a.s.) nın öldürülmesinin zikredilmesidir. Sadece Deccal'den bahseden hadîsler birçok râvî tarafından rivayet edilip yayılması sebe­biyle sayılamıyacak kadar fazladır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Süfyân'm... Huzeyfe îbn Useyd el-Ğıfâ-rî'den rivayet ettiğine göre; o, şöyle demiştir: Biz, aramızda kıyameti müzakere ederken Arafe'de Allah Rasûlü (s.a.) yanımıza gelerek şöyle buyurdular : Siz on alâmet görmedikçe kıyamet kopmaz : Güneşin batı­dan doğması, duman, Dâbbe, (Dâbbet'ül-Arz), Ye'cûc ve Me'cûc'ün çı­kışı, Meryem oğlu İsa'nın inmesi, Deccâl, biri Doğuda, biri Batıda ve biri de Arap yarımadasında olmak üzere üç yer batması, Aden çukurun­dan çıkacak bir ateş; bu ateş insanları sürecek, onlar nerede gecelerse onlarla birlikte geceleyecek ve onlar nerede uyurlarsa, onlarla birlikte uyuyacak.

Hadîsi Müslim ve Sünen sahipleri Fürât el-Kazzâz kanalıyla ri­vayet etmişlerdir. Yine Müslim bu hadîsi, Abdülazîz îbn Rafî* kanalıy­la... Huzeyfe İbn Üseyd el-Ğıfârî'den mevkuf olarak rivayet etmişti. En doğrusunu Allah bilir.

Ebu Hüreyre, tbn Mes'ûd, Osman îbn Ebu As, Ebu Ümâme, Nüvâs îbn Sem'ân, Abdullah İbn Amr îbn As, Mücemma, İbn Câriye, Huzeyfe İbn Useyd (R. Anhüm) rivâyetleriyle Hz. Peygamber (s.a.) den nakle­dilen bu hadîsler mütevâtir hadîslerdir.

Bu hadîslerde Hz. îsâ'nm ne şekilde ineceğine ve iniş. yerine delâlet vardır. İniş yeri Şam'da, hattâ Dimaşk'ın doğusundaki minarenin ya­nında olacaktır. Onun bu inişi, sabah namazı için ikâmette bulunuldu­ğu sırada olacaktır. Bu asırlarda (741 senesinde) Emevî camiinde, Hı­ristiyanlarca çıkarılan bir yangın sebebiyle —ki Allah'ın kıyamet gü­nüne kadar devamlı la'neft onların üzerine olsun— yıkılan minarenin yerine, yontma taştan beyaz bir minare inşâ edilmiştir. Yıkılan minare­nin taşlarının çoğu, Hıristiyanların mallarından imiş. Kuvvetle sanıl­dığına göre; Meryem oğlu îsâ (a.s.), bu minarenin üzerine inecek, do­muzu öldürecek, haçı kıracak, cizye koyacak ve Buhârî ile Müslim'de geçtiği üzere sadece İslâm'ı kabul edecektir. Bu, Hz. Peygamber (s.a.) in bunu haber vermesi, zihinlere yerleştirmesi, kesin nass olarak koyması ve o zamanda Dunu görmesidir. (Hz. îsâ inince) dayanakları kalka­cak, şübheleri zail olacak ve bunun içindir ki, Hz. îsâ (a.s.) ya uyarak ve onun elleriyle (onun sebebiyle) İslam dinine hepsi Diraen girecekler­dir. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ: «Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın.» buyurmuştur.

Bu âyet-i kerîme, «Şüphesiz ki o, beklenen saati bildirir.» (Zuhruf, 61) âyeti gibidir ki o, kıyametin yaklaşmasına bir delil ve işarettir. Zîrâ o Mesîh, Deccâl'in çıkışından sonra inecek ve Allah Teâlâ Deccâl'l onun elleriyle öldürecektir. Nitekim sahîh bir hadîste : Allah Teâlâ, şifâsını in­dirmediği hiçbir hastalık yaratmamıştır, buyurulmuştur. Allah Teâlâ yine onların günlerinde Ye'cûc ve Me'cûc'u gönderecek, onun duası be-reketiyle onları helak edecektir. Bir âyet-i kerîme'de Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Ye'cûc ve Me'cûc açılıp da her tepeden ve dereden bo­şandıkları vakit. Ve gerçek vaad yaklaştığı zaman...» (Enbiyâ, 96-97).[3]

 

Hz. Îsâ (A.S.) Nın Nitelikleri

 

Daha önce geçtiği üzere Abdurrahmân îbn Âdem kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur: Onu gördüğünüzde tanıyınız : Kırmızı beyaz arası bir adamdır. Üzerinde iki san elbise vardır. Ona bir ıslaklık isâ'bet etmediği halde başından (su) damlar gibidir. Nüvâs îbn Sem'ân hadîsinde ise şöyle buyurulmaktaydı: «Doğu Dimaşk'da iki elbise içinde beyaz minarenin yanına ellerini iki meleğin kanatlarına koymuş olarak inecektir. Başını eğdiği zaman.ba-şındian (su) damlayacak, kaldırdığında ise ondan inci dâneleri döküle­cektir. Onun nefesinin kokusunu bulup da ölmeyen kâfir kalmayacak.

Nefesi ise, gözlerin (.bakışlarının) ulaştığı yere kadar ulaşacaktır.

Buhârî ve Müslim'in Zütirî kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayet ettiklerine göre; Allah Rasûlü (s.a.), şöyle buyurmuşlardır: «Mi'râca çıkarıldığım gece; Mûsâ ile buluştum. —Ravî Hz. Peygamberin onu ni­telediğini söyler— Baktım ki; o —Öyle sanıyorum ki; ne garîb, dedi— bir adamdır, başı fazla kıvırcık değildir. Saniki uzak yerlerin insanla­rından gibidir. îsâ ile de buluştum —Hz. Peygamber (s.a.) onu da nite­ledi— ve dedi ki: Orta boylu, kırmızı birisidir. Sanki hamamdan çıkmış gibidir. İbrahim'i de gördüm. Çocuklarından ona en fazla benzeyen be­nim.

Buhârî'nin Mücâhid kanalıyla İbn Ömer'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular: Mûsâ, îsâ ve İbrahim'i gördüm. îsâ, kırmızı renkli olup kıvırcık saçlı, geniş göğüslü idi. Mûsâ, buğday be­nizli idi *ve düz saçlıydı. Sanki Zatt kabilesi (Arap ve Hindistan kabile^ lerinden birinin ismidir) insanlarından gibiydi.

Buhârî ve Müslim'in Mûsâ İbn Ukbe kanalıyla... Abdullah İbn Ömer'den rivayetlerine göre; Hz. Peygamber, insanlar arasında bir gün Mesîh Deccâl'i anlatarak şöyle buyurdular.: Muhakkak ki, Allah Teâlâ şaşı değildir. Dikkat ediniz, Mesîh Deccâl'in sağ gözü şaşıdır. Sanki onun gözü patlak üzüm tanesi gibidir. Allah Teâlâ, Kâ'be yanında rü'yâda bana gösterdi. Bir de gördüm ki, buğday benizli bir adanı var. Buğday benizli insanlardan gördüklerimizin en güzeli. Zülüfleri omuzları ara­sına girmiş, saçları taranmış, başından su damlıyor. Ellerini iki kişinin omuzlarına koymuş, Kâ'be'yi tavaf ediyor. Bu kimdir? diye sordum, Meryem oğlu Mesih'tir, dediler. Sonra onun arkasında saçları fazla kı­vırcık, sağ gözü şaşı bir adam gördüm. İbn Katan oğullarından gördük­lerime çok benziyordu. Ellerini bir adamın omuzlarına koymuş, Kâ'be'­yi tavaf ediyordu. Bu kimdir? diye sordum. Mesîh Deccâl'dir, dediler. Ubeydullah da Nâfi'den rivayetle Mûsâ İbn Ukbe'ye uymuştur.

Sonra Buhârî, Ahmed İbn Muhammed el-Mekkî kanalıyla... Sâ-lim'den, o da babasından rivayet eder ki; o, şöyle demiştir : Allah'a ye-mîn ederim ki; Hz. Peygamber (s.a.) îsâ için kırmızı dememiştir. Fakat o, şöyle buyurdu: Ben uykuda iken (rü'yâmda) Kâ'be'yi tavaf ediyor­dum. Birden buğday benizli, saçları düzgün bir adam gördüm. İki kişi arasında yürüyordu. Başından su damlıyordu. Bu kimdir? diye sordum, Meryem oğludur, dediler. Gittim ve dönüp baktım ki, kırmızı, iri, saçları kıvırcık, sağ gözü şaşı, gözü patlak üzüm tanesi gibi olan bir adam gör­düm. Bu kimdir? diye sordum. Deccâl'dir, dediler. İnsanların İbn Ka-tan'a benzerlikte en yakın olanıydı. Zührî der İd: Câhiliye devrinde helak olmuş Huzâa kabilesinden bir adamdı.

Bu hadîslerin hepsinin lafızları Buhârî'nindir. Allah ona rahmet ey­lesin. Daha önce geçtiği üzere Abdurrahmân İbn Âdem kanalıyla Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîste şöyle buyurulur: îsâ (a.s.) inisinden sonra yeryüzünde kırk sene kalacak, sonra vefat edecek ve müs-lümanlar onun üzerine (cenaze) namazı kılacaklar. Müslim'in riva­yet ettiği Abdullah îbn Amr hadîsine göre ise o (Hz. îsâ), yedi sene kalacaktır. En doğrusunu Allah bilir ama yeryüzünde kırk sene kala­cak demesinden maksad; onun, göğe çıkarılmazdan önce ve inmesinden sonraki kalmalarının toplamı bu olsa gerektir. Zîrâ sahîh bir hadîste belirtildiği üzere; göğe çıkarıldığında otuzüç yaşında idi. Cennet ehli­nin sıfatına dâir vârid olan bir hadîse göre, cennet ehli Âdem'in sure­tinde ve İsa'nın yaşı olan otuzüç yaşında olacaklardır. Îbn Asâkir'in bazılarından, Hz. İsa'nın yüzelli yaşında göğe çıkarıldığı, rivayetine gelince bu şâz'dır, garîbdir ve uzaktır. Hafız Ebu Kasım İbn Asâkir, tarihinde Meryem oğlu îsâ'nın tercüme-i hâlinde seleften bazılarından rivayetle şöyle zikreder : Hz. îsâ, Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte onun hücresine defnedilecektir. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ: «O da-kıyamet günü aleyhlerinde şâhid olacaktır.» buyuruyor ki, Katâde bu âyetin tefsirinde şöyle der: Allah'dan aldığı risâleti onlara tebliğ ettiği hususunda onların aleyhime şâhidlik yapa­cak ve Allah Teâlâ'ya kulluğunu ikrarda bulunacaktır. Bu, Allah Teâ-lâ'nın Mâide sûresi sonundaki: «Allah buyurmuştu ki: Ey Meryem oğlu îsâ, sen mi insanlara beni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh edi­nin, dedin?... Şayet bağışlarsan muhakkak ki Sensin Sen Azîz, Hakîm.» (Mâide, 116-118) kavli gibidir.[4]

 

İzâhı

 

(Onu öldürmediler, asmadılar sadece kendilerine benzetildi.» Ri­vayete göre Yahudilerden bir grup, Hz. îsâ'yı ve annesini esîr aldılar.

O da bunlar hakkında duâ etti. Duası üzerine Allah Teâlâ, onları do­muzlar ve maymunlar şekline döndürdü. Bunun üzerine Yahudiler, onu öldürmek için toplandılar. Allah Teâlâ kendisini göğe yükselteceğini ona bildirdi. Arkadaşlarına dedi ki: Hanginiz benim benzerim olmak ister, öldürülüp asılsın da cennete girsin? İçlerinden biri dedi ki, ben isterim. Allah Teâlâ. onu îsâ'ya benzetti, onu tutup astılar. Denildi ki: Bir adam Hz. îsâ'ya karşı iki yüzlülük yapıyordu. Hz. îsâ'yı öldürmek istediklerinde; o, ben size îsâ'yı gösteririm, dedi îsa/nın evine girdi, îsâ Aleyhisselâm göğe çekildi ve o münafık îsâ'nın şekline girdirildi. İçeri girdiler ve o münâfıkı îsâ zannederek öldürdüler. Denildi ki: Ya-hûdî Taytayus îsâ'nm olduğu eve girdi, o'nu bulamadı. Allah Teâlâ o'nu, îsâ'ya benzer duruma getirdi. Dışarı çılanca o, îsâ sanıldı tutulup öldürüldü. Peygamberler asrında bu.tür hârikalar uzak sayılamaz. De-riildi ki: Yahudiler, Hz. îsâ'yı öldürmek istediklerinde, Allah Teâlâ o'nu göğe yükseltti. Yahûdî hahamları halkın arasında fitne çıkmasından endîşe ederek bir insanı yakalayıp öldürdüler ve astılar. Halkı kandı­rarak, o'nun Mesîh olduğunu söylediler. Halk îsâ Aleyhisselâm'ı, çok az tanıdığı için adından başka o'nu bilmiyorlardı. Buradaki «benzetildi» ifâdesi, câr ve mecrûra isnâd edilmiştir. Sanki şöyle denmiştir: Lâkin îsâ Aleyh isselâm'la öldürülen arasında bir benzetme vâki1 oldu. Veya konuya isnâd edilmiştir. Bu görüş hiçbir kimsenin öldürülmediğini, sa­dece îsâ'nın öldürüleceği şeklinde korku saçıldığını ve halk arasında onun öldürülmüş olduğu şayiasının yayıldığını söyleyenlerin kavline göredir... Yani ehl-i kitâb'tan hiçbir kimse yoktur ki, cam çıkmadan. evvel îsâ Aleyhisselâm'a ve o'nun Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna inanmasın. îmân vakti, teklif vakti kalktığı için o zaman artık bulun­mayacaktır... Ve denildi ki, her iki zamîr de Hz. îsâ'ya gitmektedir. O zaman mânâ şöyle olur: Hz. îsâ'nın indiği zaman mevcûd olan ehl-i kitâb'tan herkes, ölümünden önce o'na inanacaktır. Rivayet edilir ki; Hz. îsâ, âhir zamanda gökten inecektir. Kitâb ehli herkes ,o'na ina­nacak ve hepsi de tek bir millet olarak İslâm milleti halinde birleşecek­tir. Allah, o'nun zamanında Deccâl'ı yok edecektir. Yeryüzüne emniyet yayılacak, yılanlar develerle, kaplanlar sığırlarla, kurtlar koyunlarla gezinecek çocuklar canavarlarla oynayacaktır. Hz. îsâ yeryüzünde kırk yıl kalacak, sonra öldürülecek ve müslümanlar o'nun namazını kılıp defn edeceklerdir. Denildi ki: Birinci zamîr, Allah'a râcîdir. Ve yine denildi ki, birinci zamîr, Hz. Muhammed'e râcîdir.[5]

Kitâb ehlinden Hz. îsâ konusunda tartışanlar; gerçekte onun du­rumundan şüphe içerisindedirler. Bu konuda kesin bir bilgileri olmadığı için, sürekli kararsızlık ve tereddüde düşerler. Onlar; yalnızca tahmin­ler peşinde koşmaktadırlar. Yani bazı ihtilaflı görüşleri diğerine tercih ettiren karineler peşinden gitmektedirler. Şek; iki hususu birlikte içeren iki konuda tereddüttür. Ferdlerinden herhangi bir ferde değil herkese şamil olan bir tereddüttür. Bu ifâde mantık bilginlerinin de dedikleri gibi, bilginin iki tarafı eşit olduğu ve birini diğerine tercih, etmek im­kânı bulunmadığı zaman kullanılır. Hz, îsâ konusunda tahminlerin pe­şinde koşanlar; sadece kendi arzu ve temâyülleriyle yahut belirli kari­nelere dayanarak tartışılan konuda belli bir görüşü tercih eden ferd-lerdir. Şek kelimesinin ıstılâhî mânâsı budur. Lügat bakımdan ise şek; bir tür bilgisizlik ve zihinde cereyan eden hâdiseler hakkında belirsiz düşüncelere sahip olmaktır. (.........) Arap dilinde şek; yakînin zıddıdır. Öyleyse bu ifâde mantıkçıların ıstılahına göre; zannı da şumûlü içe­risine alır. Zan, şüphenin iki tarafından birinin tercih edilmesidir. Hz. îsâ'nın aşılmasındaki şek; asılan o muydu ya da başkası mıydı konu­sundaki tereddüddür. Hz. îsâ konusunda ihtilâf eden ve şüpheye düş­müş olanlardan bir kısmı, asılanın Hz. îsâ olduğunu söylerken, bir kıs­mı da o'nun Hz. îsâ olmadığını söylemişlerdir. Hiçbirinin kesin bir bil­gisi yoktur. Sadece zan ve tahminlere uymaktadırlar. (.........)

«Kesinlikle onu öldürmemişlerdir.» Yani Meryem oğlu îsâ'yı kesin­likle öldürmüş değillerdir. Bizâbihî öldürülenin o olup olmadığı konusun­da kesin bir kanâata varmamışlardır. Çünkü onlar, Hz. îsâ'yı tam ola­rak bilemiyorlardı. Bugün Hıristiyanlarca güvenilir olan inciller; Hz. îsâ'yı zabıtalara teslim eden kişinin Yahûda İskariot olduğunu belirt­mektedirler. Yahûda, zabıtaya gösterdiği kişinin önündekinin mesîh Yesû olduğunu söylemiştir. O, gösterince zabıta da adamı yakalamıştır. Barnaba incil'i ise; askerlerin mesîh olduğunu zannederek Yahûda is-kariot'u yakaladıklarını açıklamaktadır. Çünkü o, Hz. îsâ'ya benzetil­miştir, denmektedir. Şu halde tartışmasız olan gerçek, askerlerin Hz. îsâ'nın şahsını kesin bir bilgi ile bilmemekte olduklarıdır. Bu sebeple denilmiştir ki: «Kesinlikle onu öldürmemişlerdir» kavlindeki zamirin bilgiye gittiğini belirtmişlerdir. Bu takdirde mânâ onların; bir bilgisi yoktur. Sadece tahminler peşinde koşmaktadırlar ve yakîn bir bilgiyle bilip tesbît ederek onu öldürmemişler. Yalnızca içine düştükleri tahmin­lerle yetinmişlerdir, demektir. (.........)

«Ehl-i kitâb'ta hiç kimse yoktur ki, muhakkak ona inanmış olma­sın.» Yani ehl-i kitâb'ta herkes Hz. îsâ'ya sahih bir îmânla inanacak ve onun Allah'ın kulu, rasûlü ve insanlar için bir mucizesi olduğunu kabul edecektir. «Ölümünden önce» yani bilinmeyen o kişinin Ölmesin­den önce. Bu ifâde nefiy içerisindeki nekre ifâde olduğu için umûm anlamına gelir. Ve mânâ özet olarak şöyle olur: Ehl-i kitâb'dan herkes öleceği zaman gerçek ona açıklanır. îsa ve diğer îmân konusundaki ha-kîkatlar zahir olur. O da sahîh bir îmânla Hz. îsâ'ya îmân eder. Yahûdî onun sâdık bir peygamber olduğunu, yalan söylemediğini bilir. Hıristi­yan da onun Allah'ın kulu ve rasûlü olduğunu; ne ilâh ne de ilâh'ın oğlu olmadığım öğrenir.

«Kıyamet günü o da bunların aleyhinde şahadet eder. Onların aleyhinde şahadet eder ve kendisinin durumu hakkında söylediklerini reddeder. Bu şahadetten bir kısmım Allah Teâlâ Mâide sûresinin sonun­da anlatmaktadır. Ve Hz. îsâ'nın; ben onlara; Allah'ın bana emrettiği gibi, benim de Rabbım sizin de Rabbmız olan Allah'a ibâdet edin, de­mekten başka bir şey söylemedim, diyeceğini bildirmektedir. Kendile­rinin arasında bulunduğum sürece onlara şâhid oldum demektedir. Belki de imtihan ve îmânı nedeniyle mü'mine, küfrü sebebiyle de kâ­fire şahadet edecektir. Çünkü o, insanlığa peygamber olarak gönderil­miştir. Her peygamber kavmine şahadet edecektir. (,........)

Bazıları da derler ki: Bu âyetin mânâsı şöyledir; ehl-i kitâb olan herkes Hz. îsâ'nın ölümünden önce Hz. îsâ'ya inanacaktır. Bu görüş, Hz. îsâ'nın ölmediğini ve ölümünden önce göğe çekildiğini söyleyen gö­rüşe dayanmaktadır. Ve bunlar, Allah Teâlâ'nın «seni öldürüp kendim yükselteceğimi), kavlini te'vîl etmektedirler. Bu kanâatta olanlar, bura­daki umûmî nefyin Hz. îsâ'mn nüzulü sırasında canlı olanlara tahsis et­mek zorunluluğunu duyacaklardır. Bu takdirde onlar şöyle mânâ ver­mektedirler : Ehl-i kitâb'tan Hz. îsâ'mn gökten yeryüzüne indiği za­manda hayatta olan herkes ona muhakkak inanıp tâbi olacaktır.

Âyetten anlaşılan birinci mânâdır. Burada belirtilen tahsisin ise, hiçbir delili yoktur. Karine teşkil edecek şekilde Kur'an'da buna da­yalı hiçbir nass da mevcûd değildir. Bu konuda vârid olan haberler âyeti tefsir sadedinde vârid olmamıştır. Buna karşılık zihne ilk gelen ve beliğ nazımdan anlaşılan mânâyı te'yîd edici birçok hadîs vârid ol­muştur. (.........)

Hz. îsâ'nın asılması meselesi; tarihde pek çok benzeri olan mese­lelerden bir meseledir. Krallar ve idareciler, öldürür ve asarlardı. Bu konuda Roma'lıların katılığı, yahûdîlerin taassubu pek meşhurdur. Ya-hûdîler Yahya ve Zekeriyyâ peygamber gibi pek ünlülerin dışında bir­çok peygamberi öldürmüşlerdir. Bu gibi olayların tarihî olarak tesbîtinin sağlayacağı yarar; milletlerin ahlâkım, sapıklık derecelerini, doğru yola gidiş şekillerini ve yöneticilerin idare tarzını öğretmeden alınacak ibre­tin ötesine geçmez. Yahudiler, Hz. îsâ'nın çağında Roma'lılann egemen­liği altındaydılar. O dönemde mukaddes beldeye hâkim olan Romalı vâlî Platus idi. O, Hz. îsâ'yı öldürmek istemiyordu. Yahûdîlerin tahrik ve jurnallerini de nazar-ı itibâra almamıştı. Yahudiler, Hz. îsâ'yı Öldürmek istemişlerdi. Çünkü onların materyalist geleneklerini sarsacak ıs­lâhatlar yapmaya davet ediyordu. Onlar, Hz. Zekeriyyâ'yı ve Yahya'ya öldürmekle peygamber kanına ellerini bulamışlardı. İster Hz. İsa'nın öldürülmesi ve asılması olayı doğru olsun, ister yanlış olsun, bu olayın cereyan etmiş olması, o gün bilinmeyen bu kavmin durumundan bize yararlı bir ibret sağlamayacağı gibi asılmamış ve öldürülmemiş olması da onların ahlakî ve tarihî seviyyeleri hakkında bilgimizi eksiltmez. Evet, Hz. îsâ'nın asılması meselesi (Allah Azze ve Celle)nin kitabında isbât veya reddedilmesi önemli olan bir konu değildir. Sadece Yahudile­rin haksız yere peygamberleri öldürdükleri tesbît edilmektedir. Ancak Hıristiyanlar, bu meseleyi kendi dinlerinin ve akidelerinin esâsı haline getirmişlerdir. Buna inanmayanların âhirette helak olacaklarını söyle­mektedirler. Kendilerinin belirttikleri tarzda îsâ'nın asıldığına inanan kişilerin azizler, peygamberler ve mesîh'le beraber gökyüzünün nıele-kûtuna eren kurtulanlar zümresinden olacaklarını iddia etmektedirler. İşte, bunun için Kur'an-ı Azîm Hz. îsâ'nın öldürülmesi ve asılması ko­nusundaki görüşleri reddetmeye genişçe yer vermiştir. (.........)

Ülkemizde yaşayan Hıristiyanların önderleri, iddialarına bir temel kaide olarak Hz. îsâ'nın kendini insanlığa feda ederek öldürüldüğü inan­cının ana ilke olduğunu söylemektedirler. Onlara göre Hz. îsâ'nın öl­dürülmesi inancı, Hıristiyan dininin aslı ve esâsıdır. Teslîs inancı ise bundan sonra gelir... Protestan papazlarının bazı konsüllerde söyledik­lerine, mekteplerinde açtıkları toplantılarda ve bizim hazır bulunduğu­muz meclislerdeki ifâdelerine göre; Hz. Âdem, Allah'ın yasakladığı mem­nu' meyveden yiyerek Allah'a isyan edince, o ve o'nun soyundan gelen bütün ferdler günahkâr olmuşlardın Ve bu sebeple âhirette cezaya ve ebedî helake müstahak olmuşlardır. Sonra onun soyundan gelen her­kes günahkar ve hatalı olarak doğduğu için onlar hem kendi günâh­larından dolayı cezayı hakketmekte, hem de ilk günâh olan ataları Âdem'in günâhından dolayı cezayı hakketmektedirler. Ancak Allah Teâ­lâ, adalet ve rahmet sıfatıyla muttasıf olduğu için Hz. Âdem'in isyan ettiği zamandan itibaren bir problemle —hâşâ— karşılaşmıştır. Şöyle ki, eğer Âdem'i ve onun soyundan gelenleri cezâlandırsa; bu, O'nun rah­metine ters düşer, dolayısıyla Rahîm sıfatından uzaklaşmış olur. Şayet o'nu ve soyundan gelenleri cezâlandırmasa, bu da adaletine ters düşer ve dolayısıyla Âdil vasfından uzaklaşır. Sanki Hak Teâlâ Âdem'in isya­nından beri adalet ve rahmetini birleştiren bir vesîle bulmak istiyordu ve bunu düşünüyordu. Ne var ki böyle bir çâreyi bulamamıştı, ancak bindokuzyüz oniki sene. önce bir yol bulabilmiştir. Bu sene, bugün bi­zim içinde yaşadığımız seneye nisbetledir. Hâşâ Allah Teâlâ, kendi zâ­tından olan oğlunu, Âdem'in soyundan gelen bir kadının karnına yer­leştirmiş ve onun rahmindeki bir ceninle birleşerek bundan oğlunu dünyaya getirip doğurtmuştur. Oğul annesinin oğlu olması hasebiyle tâm bir insan, tanrının oğlu olması hasebiyle de tâm bir tanrıdır. Çünkü tan­rının oğlu, tanrının kendisidir. O, bu sebeple Âdem oğullarının bütün günâhlarından ma'sûmdur. O bir zaman boyunca insanlarla beraber yemiş, içmiş ve onlar gibi zevklenmiş ve onlar gibi üzülmüştür. Kendi­sini en acı ölümle öldürmeleri sebebiyle düşmanlarıyla alay etmiştir. Bu öldürme, ilâhî kitâbta sahibini la'nete müstahak kılan asılarak öldür­medir. Binâenaleyh oğul, beşeriyete, kendisini feda etmek için asılma ve la'nete tahammül etmektedir. Yuhanna'nın ilk bölümünde dediği gibi; insanlığı hatâlardan kurtarmak için kendini feda etmiştir. «O bizim hatâlarımızın keffâretidir. Yalnız hatâlarımızın değil, bütün ev­rendeki hatâların keffâretidir.» Yücelerin yücesi olan Rab onların söy­lediklerinden münezzehdir. Bu asılma inancına birçok şekilde cevâb ve­rilebilir. Bir kere aklî delille âlemi yaratanın herşeyi bilen, san'atmda hakîm olan birisi olması gerektiğini kabul eden hiçbir inanç sahibi; bu hikâyeye inanamaz. Çünkü bu hikâye yaratıcı hakkında bilgisizliğin ve ilkelliğin eseridir. Sanki Allah Âdem'i yaratırken onun durumunun nasıl olacağım bilmiyordu. Âdem isyan edince, Allah adalet ve rahme­tinin bu isyan konusunda nasıl davranması gerektiğinden haberdâr de­ğildi. Ancak binlerce sene sonra bilmediği bir konuda doğruyu bula­bildi? (.........)

Bu hikâyeyi kabul edenin; bağnaz olmayan akıl sahiplerinin, ortaya koyacakları bir başka imkânsızlığı da kabul etmeleri gerekir. Bu hu­sûsi kâinatın yaratıcısının diğer mülklerine göre en küçük bîr zerre dahi olmayan, görülen göklerine göre hiçbir değer ifâde etmeyen, şu yeryü­zündeki bir kadının rahmine girip yiyen, içen, üzülen ve eğlenen; kısa­cası diğer insanların yaptıkları gibi yapan bir insan haline dönüşme­sinin mümkün olup olmayacağı konusudur. (.........) Bizim huzuru­muzda Hıristiyan olduklarını iddia edenlerden birçokları gerek bu ölüm inancının gerekse teslis akidesinin ma'kûl olmadığını itiraf ettiler. Bu­nun kabulünde ana ilkenin, mukaddes kitaplarından yaptıkları nakiller olduğunu, mukaddes kitaplarda bu hususun sabit bulunduğunu, binâ­enaleyh, mukaddes kitaplarda sabit olan herşeyi kabullenmek durumun­da olduklarını söylediler. İster aklen kabul edilebilir olsun, ister olma­sın bu fikirlere inanılması gerektiğini belirttiler. Hattâ bazıları dediler ki: Her dinde aklın imkânsızlığını kesinkes belirttiği pek çok inançlar ve haberler bulunmaktadır. Ancak din mensûblan, bunları kabul etmek zorundadırlar. Biz diyoruz ki: İslam akidesinde aklın, imkânsizılğma kesinkes hükmettiği hiçbir şey yoktur. Sadece aklın o evrenden haber­dâr olamaması nedeniyle bilmek imkânından mahrum olduğiı gayb alemine dâir haberler vardır. Ancak bu haberlerin hepsi vahyin bildir­diği haberlerdir. Ve imkânsız değil, mümkün olan haberlerdir. Çünkü islâm, hiçbir kimseyi imkânsızlığı kabule zorlamaz. Hıristiyanlıktaki bu inanç putperestlikten hıristiyanlığa geçmiştir ki birçok hıristiyan bilginleri de bunu kabul etmektedirler. (.........)

Gerçekten Kur'an'da, Hz. îsâ'nın gökten inip yeryüzünde hâkim olacağım ifâde eden bir nass mevcûd değildir. Bu konuda vârid olan hadîsler de Kâdiyânîlerin iddialarının tersinedir. Çünkü hadîslerde, îsâ'nın Hindistan'da değil, Şam'da ineceğini ve kendinden önce ortaya çıkan Deccâl'ı öldüreceğini, yeryüzünü adaletle doldurup hüküm vere­ceğini, yeryüzünün zulüm ve azgınlıkla doluyken bunu ortadan kaldı­racağını belirtmektedirler. Şu günlerde Balkanlarda cereyan eden olay­lar, bizi bu inançtan uzaklaştırmaktadır. Bilindiği gibi Balkanlardaki Hıristiyan devletler, Osmanlılara karşı nerede mücâdele vermişlerse ora­da büyükleri öldürmüşler, küçükleri doğramışlar, kadınları, çocukları yok etmişlerdir. Osmanlıların bulunduğu bölgeleri ateş ve dinamitle tarumar etmişler, mallarını alıp namuslarına tecâvüz etmişlerdir. Bütün bunları yaparken de, Hıristiyanlık adına haçı yükseltmek için yapmış­lardır. Nerede Kâdîyanîlerin söylediği gibi Hz. îsâ'nın haçı kıracağına dâir rivayetler. Ahmed Kâdîyanî; Hıristiyan bir devlete boyun eğen ajandan başka birşey değildi. Ancak insanlık halidir, herhangi birşeye ister ma'kûl ve menkûlden uzak olsun, ister yakın olsun ortaya attığı her iddiayı doğrulayan ve karşılık veren bazı kişiler bulacaktır. Biz, Allah'tan hidâyet için te'yîd diler ve sapıklıktan korunmamızı isteriz, âmin. [6]

Bu konuda Muhammed Ebu. Zehra da şu bilgileri veriyor:

Temiz ve bakire anne Meryem, îsâ peygambere hiç bir beşer eli değmeden hâmile kalmıştı. Allah Meryem'i doğumundan beri bu iş için hazırlamış ye seçmişti. Meryem henüz böyle bir şeyin farkında bile de­ğilken, bir gün anîden bu gerçekle karşı karşıya geldi. Hz. Meryem, aile­sinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti. îşte bu sırada, Allah ona düzgün bir beşer suretiyle meleği gönderdi: «Dedi ki: Ben senden Rahmân'a sığınırım, eğer O'ndan korkuyorsan bana dokunma. O da; ben dedi, sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye sâdece Rabbının elçisiyim Benim nasıl oğlum olur, dedi, bana bir insan dokun­madı ve ben bir zâniye değilim. Öyledir, dedi, Rabbın : O bana kolaydır. Onu insanlara, bir işaret ve bizden bir rahmet kılmak için dedi ve iş olup bitti. Ona gebe kaldı. Onunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu, bir hurma dalma getirdi: Keski dedi, bundan önce ölseydim, unu­tulup gitseydim!» (Meryem, 18-23). Hz. Meryem bakire olarak Hz. îsâ'ya hâmile kaldı ve îsâ Peygamber babasız olarak dünyaya geldi. Kur'an'da veya Hadîs-i Şeriflerde îsâ Peygamber'in hamilelik süresinin ne kadar olduğunu anlatan herhangi bir bilgi yok. Eğer Hz. Meryem'in beşer eli değmeden dünyaya getirdiği Hz. îsâ'nm hamilelik süresi nor­mal üstü bir süre olsaydı kaynaklar bunu da bize naklederlerdi. Böyle bir kaynak olmadığına göre, o da diğer kadınlar gibi 9 ay 10 gün hâmile kalmış olsa gerektir.

' Hz. Meryem, îsâ Peygamberi dünyaya getirip de kavminin arasına çıkınca; bu, onlar için beklenmedik bir hâdise oldu. Bir sürprizdi. Hz. Meryem'in doğru yolda, ibâdetlerine düşkün ve temiz bir kadın olduğu­nu bilenler de bilmeyenler de bu anî olayla hayrete düştüler. Çok garip bir şey idi bu olan. Meryem bakireydi, bunu herkes biliyordu, kocası yoktu, öyleyse bu sürprizli olay, onun için bir itham nedeni olabilirdi. Anî karşılaşmalarda akıl yerine heyecan hâkim olur, insan geçmişle şimdiki zaman arasında mukayese yapamaz. Hele bir de itham delili ortada bulunuyorsa artık bu ithamın dillerden düşmesi için bir neden yoktur. Meryem gibi kadınlar için çocuk dünyaya getirmek gayet ola­ğan bir şey, ama olağan yollarla. Aksi tadîrde söylenecek söz ma'lûm-dur. Ama yüce Allah Hz. Meryem'e acımış ve bu sürprizli olayı kendi­sini itham etmek isteyenler için delil olacağına, ithamı kökten yok ede­cek ve temizliğine delil olacak bir unsur kılmıştı. Böylece kuşkular te­melden yıkıldı ve biraz Önce babasız çocuğun dünyaya gelmesi gibi bir sürprizle karşılaşanlar, şimdi karşılaşacakları bir sürprizle annenin kuş­kusuz temizliğine ve doğruluğuna kani' oldular. Bu yeni sürpriz, anne­nin temizliğiyle ilgili önceden bilinenleri doğruluyor ve eski hâtıraları yeniden canlandırıyordu. İşte henüz yeni doğmuş beşikte yatan çocuk, birden bire dile gelmişti. Hz. Meryem'den bu çocuğun nasıl doğduğunu soranlara; o, çocuğun kendini göstererek onunla konuşun, dedi. Bunun üzerine: «Dediler ki, beşitkeki çocukla nasıl konuşulur? Ben Allah'ın kuluyum, dedi, bana kitâb verdi, beni peygamber yaptı. Beni bulun­duğum her yerde insanlara yararlı kıldı. Sağ olduğum sürece bana, na­maz kılmayı zekât vermeyi emretti. Anneme iyilik edip, beni baş kal­dıran bir zorba yapmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak kaldırıldığım gün de bana esenlik verilmiştir.» (Meryem, 30 - 33).

Hz. îsâ beşikte konuşmaya başladı, sözleri açıkça annesinin temiz­liğini dile getiriyordu. O, Allah'ın bir kulu olduğunu ve babasız olarak dünyaya geldiğim söylüyordu. İbn Kesîr, İbn Abbâs'tan rivayet ederek der ki": Meryem oğlu îsâ Peygamber; beşikte konuşup annesinin temiz­liğini dile getirdikten -sonra, bir daha konuşamadı. Ta delikanlı çağına gelinceye kadar. Bilâhere Allah o'na hikmeti ve konuşmayı öğretti. Yine de yahûdîler, o'nun ve annesinin hakkında pek çok kötü sözler söyle­diler. Hattâ ona «Fahişenin oğlu» diyorlardı. İşte Cenab-ı Allah bunlara telmîhen Kur'an-ı Kerîm'de «Küfre dalmaları ve Hz. Meryem'e büyük iftiralar söylemeleri dolayısıyla» derken bunu kaydetmekteydi. Hz. Pey­gamberden; Hz. îsâ'nın yetişmesi ve büyümesiyle ilgili ve nasıl peygam­ber olduğuna dâir sahîh hiç bir hadîs vârid olmamıştır. İşte sıhhatli bir kaynak bulunmadığı için de biz de onun İsrâiloğulları arasında bilgi ve takvasıyla seçkinleşen yaşıtları gibi büyüyüp geliştiğini belirtmekten öte bir şey söylemeyeceğiz. Tahminlere göre Hz. îsâ; çocukken ruhanî bir zât olduğuna delâlet eden birçok belirtiler görülmüştür. O, maddeyi putlaştıran materyalist bir toplumun içerisinde bu maddî duygulan yen­mek için ruhî hayata çağırmıştır.

Kur'an-ı Kerîm'de ve sahîh hadîslerde Hz. îsâ'nın peygamber ola­rak gönderildiği yaş konusunda hiç bir açıklama yer almaz. Sadece otuz yaşında peygamber olarak gönderildiğine dâir bazı ifâdelere rastlıyoruz ki; bu ifâdeler, hıristiyanlar tarafından muteber sayılan İncil'Ierce zik­redilen ifâdelerdir. Bizim de bu görüşü benimseyip otuz yaşında pey­gamber olmuş bulunduğunu kabullenmemizi engelleyecek hiç bir neden yoktur.

Hz. îsâ Peygamber olarak geldiğinde; o günlerdeki insanların içine gömüldükleri zevk ve'eğlenceleri terketmeyi söylüyor, ruhu müjdeliyor ve dikkatleri âhiret âlemine çekiyordu. O'nun kendi doğumu bir mucize olduğu gibi bunun ötesinde de Allah kendisine birçok mucizeler ver­mişti. Şehristanî «el-Milel ve'n-Nihal» adlı eserinde der ki: «Hz. İsa'nın, açık mucizeleri ve parlak delilleri vardı. Ölüleri diriltmek, körleri ve sağırları gördürmek ve, işittirmek, hastalan ve yaralılan iyileştirmek gibi. Aslında o'nun kendi doğuşu ve varlığı da doğruluğunun mükem­mel bir delili idi. Önceden hiç bir insan menisi olmadan dünyaya gel­mesi ve doğunca da hiçbir kimseden öğrenim görmeden konuşması birer mucize idi.»

Kur'an-ı Kerîm'in Hz. îsâ'ya âit zikrettiği mucizeler beş başlık altında toplanır ki, bunlardan dördü Mâide suresinde ifâde olunmak­tadır.

Kur'an-ı Kerîm; Hz. İsa'nın Romalı yöneticiler tarafından yaka­lanmadığını, bilakis Allah tarafından kurtarıldığını açıkça belirtmek­tedir. Binâenaleyh Hz, îsâ, ne öldürülmüş ne de asılmıştır. Onlar sade­ce Hz. îsâ'ya benzer birisini yakalamışlardır. Bazı rivayetler yüce Al­lah'ın Yahûdâ'ya Hz. îsâ'nm şeklini verdiğini söylerler. Buradaki Yahû-dâ; İndilerin sözünü ettikleri ve Hz. îsâ'ya karşı tuzak kurup polisleri onun bulunduğu yere götüren ve yakalanmasını sağlayan Yâhûdâ ts-kariot denilen kimsedir. İndilerin söylediğine göre; bu Yahûdâ İska-riot, Hz. îsâ'nm en seçkin öğrencilerinden birisiydi.

Barnaba İncili bu rivayete tamamen uyar. Nitekim Barnaba İn­cil'inde şöyle denilmektedir:

«Mesih'in bulunduğu yere Yâhûdâ ile birlikte askerler yaklaşınca, Mesîh büyük bir topluluğun yaklaşmakta olduğunu duydu. Bunun için korkarak eve saklandı. Diğer onbir kişi uykuda idiler. Allah kulunun tehlikede olduğunu görünce Gabriel, Mihail, Rafael ve Adril'e emretti ki; Mesih'i dünyadan alıp kendi katına çıkarsınlar. Bu temiz melekler geldiler ve Mesih'i, güneye bakan pencereden alarak üçüncü kat göğe çıkardılar. Ebede kadar Allah'a teşbih eden meleklerin yanına koydu­lar. Yahûdâ kızgın kızgın Mesih'in göğe çekildiği odaya girdi, öğrenci­lerinin tümü uykudaydılar. İşte o anda Allah'ın akılları durduran hayret verici bir emri geldi. Yahûdâ'nm şekli değişti konuşması ve yüzü Mesih'e benzedi. Biz, onun Mesîh olduğunu sandık, Yahûdâ ise kendine gelince Öğretmenin nerede olduğuna bakmak üzere çevreyi araştırmaya başladı, bunun üzerine biz hayrete düştük ve dedik M; efendimiz ve öğ­retmenimiz sensin, şimdi sen bizi unuttun mu?»

Hıristiyanlarca muteber olan indiler Hz. îsâ'nın haça gerilmesi konusunda birbirinden farklı görüştedirler.

Hz. îsâ aşılmadığına göre durumu ne olmuştur? Bu konuda Kur'an tefsîrcileri değişik görüşler serd etmektedirler. Bazılarına göre; Allah Hz. îsâ'yı ruhu Ve bedeniyle göğe çekmiştir. Bu müfeşsirler âyet-i ke-rîme'nin metninde geçen «hayır, Allah o'nu kendisine yükseltti» ifâde­sinin ölümün mukabilinde yer aldığım belirterek, bu âyetin zahirini ka­bul etmişlerdir. Diğer bir kısım müfeşsirler ise —ki bunların sayısı aadır— Hz. îsâ'nın bilâhare dünyada yaşadığını, tüm peygamberler gibi o'nun da nihayet öldüğünü ve bütün peygamberlerin, sâdıkların ve şe-hîdlerin ölünce ruhlarının Allah katına çıkarıldığı gibi, çıktığını kabul etmektedirler. Bu müfeşsirler ise, âyet-i celîle'nin şu bölümünü mesned olarak almaktadırlar : «Allah demişti ki, Ben seni öldürecek ve katıma çıkaracağım ve seni küfretmiş olanlardan temizleyeceğim, sana tâbi olanları da kıyamet gününe kadar küfredenlerin üstünde kılacağım.»

Keza bu müfessirler şu âyet-i celîle'nin zahirine dayanmaktadırlar: «Benim canımı alınca onların gözeticisi Sen oldun Sen. Ve Sen, her şeye şâhidsin.» Her iki grubun değişik görüşleri ve bunu te'yîd eden delilleri vardır.[7]

Hıristiyan bilginlerin de belirttikleri gibi; konsiller, hıristiyanlık dininin istişare organlarıdır, Hıristiyanlığın esâslarını, peygamberler de^. nilen kişiler hayatta iken tanzim etmişlerdir. Hattâ Hz. îsâ'nın ölümün­den yirmiiki yıl sonra rasûller denilen havariler, Yeruşelim (Kudüs) de toplanarak az önce açıkladığımız sünnet ve Tevrat'ın hükümleri konu­sunda karâr almış ve kutsal saydıkları Ahd-i Cedîd'in «Rasûllerin İşleri» bölümünün onbeşinci babında belirtilen bu konsüle, hiristiyanlar için konsil toplama hükmünü yerleştirmişlerdir. Böylece hıristiyanlıkta inanç ve ahkâm ile alâkalı konsillerin toplanması dinî bir hüviyet ka­zanmıştır.

Hıristiyanlara göre iki türlü konsil vardır: Birincisi, genel konsil veya kendi ta'bîrleriyle bütün yeryüzü sakinlerinin temsilcisi olan ki­lise mensûblanmn toplantısı. Diğeri de, bölgesel toplantı olup bir mil­letin veya mezhebin mensubu olan kiliseler, kendi özel çerçeveleri dâhi­linde görevli bulunan papaz veya piskoposların bir inanç esâsını kabul veya red için yaptıkları toplantıdır.

Konsiller, üç kısma ayrılır. Birincisi umûmî konsiller, buna bütün yeryüzündeki hıristiyanlann temsilcilerinin toplantısı da denir. İkin­cisi, milli konsillerdir, bu bir millete veya mezhebe mensûb kilise adam­larının birleşmesiyle akdolunur. Üçüncüsü de, bölgesel konsillerdir ki, sadece bir bölgede bulunan kilise mensûblanmn toplanmasıyla teşekkül eder. Bu konsiller arasında bizi alâkadar eden sadece umûmî mâhiyette olan konsillerdir. Hıristiyanlar, kendi dinî prensiblerini bu umûmî mâ­hiyette olan konsillerde kararlaştırdıkları için; biz de bu konsiller üze^ rinde bilgi vermeye çalışacağız. Konsiller ilk yüzyıldan başlayarak muh­telif aralıklarla toplanmış olup, sayısı yirmiyi bulur.

Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında hıristiyan grublan arasında bü­yük ihtilâflar doğdu. Bu ihtilâflar, günbegün artarak gittikçe birleşil-mez bir noktaya geldi. İhtilâfın mihveri; Hz. îsâ'nın şahsiyeti idi. Hz. îsâ yalnızca Allah tarafından gönderilmiş, Allah ile insanlar arasında elçilik görmekle vazîfeli şerefli bir kişi miydi, yoksa bir peygamber ol­manın ötesinde Allah ile özel bir alâkası olan birisi miydi? O, babasız olarak dünyaya geldiğine göre; Allanın oğlu mevkiinde miydi? Kimile­rine göre Hz. îsâ, Allah'ın oğlu olmakla beraber Allah tarafından ya­ratılmıştı ve onun bfr kelimesiydi (logos). Kimilerine göre ise; o, Allah'ın oğlu idi ve kadîm sıfatına sahipti, tıpkı Allah'da olduğu gibi. Böylelikle hiristiyanlar arasında çok farklı görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Her grub, kendi görüşünün îsâ peygamber ve havarilerinin görüşü olduğunu İddia ediyorlardı. Bu değişik görüşler, birbiriyle çelişen ve çatışan farklı an­layışlar Roma'lı, Yunanlı, Mısır'ı! putperest kavimlerin ve grupların hı-ristiyanlığa girmeleriyle ortaya çıkmıştı. Böylelikle hıristiyanlık kar­maşık bir hal almış ve tâm bir oluşum içerisine girememişti. Birlik ve imtizaç yoktu. Hıristiyanlaşman putperest Romalılar, Yunanlılar ve Mı­sırlılar kendi ilk inançlarını devam ettirdiler. Yani dinleri bu görüşle­rini değiştirmedi. Ve onlar, hiç farkına varmadan eskiden inandıkları görüşleri ve alıştıkları hareketleri devam ettirmeye çalıştılar.

Bu ilk hıristiyanlar arasında, birtakım felsefî sistemlere bağlı kişi­ler de bulunuyordu. Onlar inandıkları felsefî görüşleri, yeni bağlandık­ları dinin ışığı doğrultusunda değerlendirip devam ettirmek istediler. Aslında Roma devletinin baskı dönemlerinde bu ihtilâflar su altında bulunuyordu. Öevletin işkence ve baskısını Önlemek, acı ve ızdırâblara katlanmak için bu gizli ihtilâflar bir kenara itiliyor ve açığa vurulmu­yordu. Ayrıca bir çokları devlet baskısının korkusundan hıristiyan ol­duklarım gizliyor ve inandıkları esâsları açıkça yaşayıp ilân edemiyor-lardı. Fakat Roma devletinin, baskı ve zulmü ortadan kalkıp hıristiyan-lann üzerindeki korku bulutlan dağılmaya başlayınca; kendilerine gü­ven gelen ilk mü'min hıristiyanlar arasında mevcûd olan bu gizli ihti­lâflar, ortaya çıktı ve o zaman anlaşıldı ki, sadece îsâ Mesih'in ismine bağlanmakta ve o'na intisâb etmekte müttefiktiler, bunun dışında müş­tereken inandıkları bir unsur, mevcûd değildi. Roma İmparatoru Kons-tantin, hıristiyanlığı kabul edip Roma devletini hıristiyanlaştırmaya başlayınca; aradaki bu büyük ayrılıkları kaldırmak için îznik Konsili-nin toplanmasını emretti.

Ancak bu konsüin toplanmasının özel bir nedeni vardı: Hıristiyan­lık tarihinde Arius sapmacılığı adı verilen bir ihtilâf üzerine toplan­mıştır. Anlatıldığına göre; Arius, Mısır'da yetişmiş, cür'etli, zekî, çok iyi konuşan, kabiliyetli bir kişi imiş. îskenderiyye Kilisesi, îsâ Mesih'in ulûhiyeti görüşüne karşı çıkmış, tanrının birliğini kabul etmiş, îsâ'nın tanrılığını reddederek incil'lerde uydurulan ulûhiyet fikrini kabul et­memiştir. Allah'ın tek tanrı olduğunu, oğulun ise yaratıldığını söyler-miş ve oğul olmadan önce babanın mevcûd olduğunu iddia edermiş.

Aslında bu söz ve görüş, hıristiyanlar arasında ortaya atılmış yeni birşey değildi. Hıristiyanların da ifâde ettikleri gibi, Önceden bilinen ve birçok kişilerce benimsenen bir görüştü. Bir hıristiyan yazarın ifa­desiyle; «suçlu yalnızca Arius değildi, ondan önce birçok kişiler tarafın­dan bu görüş ortaya atılmıştı. Arius da bu fikri onlardan almış idi. Ne varki; onların te'sîri, Arius'un te'sîri kadar geniş ve büyük çapta ola­mamıştı.» Arius'un îsâ'nın tanrılığını kabul etmeyen ve o'nun mahlûk olduğunu öne süren görüşü birçok hıristiyan tarafından alkışlanmış ve

destek görmüştü. Mısır'da Asyot kasabasının papazı Miletios, bu görü­şü benimsemiş ve îskenderiyye'de inandıklarını açıklayan birçok Arius-çu ortaya çıkmıştı. Filistin'de Makedonya'da ve İstanbul'da (Konstan-tînopolis) bazı kimseler tarafından benimsenmişti.

İskenderiyye patriği, Ariusçuluğu yok etmek için tartışma ve mü­câdele yolunu benimseyeceğine, afaroz ve kilise camiasından tard yo­lunu benimseyerek bu fırkanın halk arasında yayılmasını önlemek is­temişti. Bunun üzerine îsâ Mesih'i rü'yasında gördüğünü ve Mesih'in Arius'tan nefret edip onu la'netlediğini söyleyerek Arius'u afaroz et­mişti. Meselâ, Arius'un afarozunu isteyen patrik Petros'un, afaroz için gösterdiği sebep şudur: «Efendimiz îsâ Mesîh, Arius'ü la'netlemiştir, dolayısıyla siz de ondan sakının. Gerçekten ben îsâ Mesih'i rü'yâmda gördüm, elbisesi paramparça idi. Efendim, elbisenizi kim parçaladı? dedim. O da; elbisemi Arius parçaladı, dedi, sakın onu aranıza girdirme-yesiniz.» Ancak ne afaroz, ne de görülen rü'yâlar Arius'çuluğun yıkıl­masına vesile olabilmiş ve kitleleri kilise gücünün çevresinde toparlaya­bilmişti.

iskenderiyye Kilisesinin basma patrik îskenderius geçmiş ve bir nevî hîle ve düzenle problemi halletmeye çalışarak Arius'a ve taraftar­larına mesaj gönderip İskenderiyye Kilisesinin görüşlerini benimseme­lerini istemişti. Bu da derde deva olmayınca îskenderius, îskenderiyye Konsilini toplayarak Arius'u afaroz etmişti. Ama Arius, afaroza boyun eğmemiş ve İskenderiyye'yi terkedip Filistin'e kaçmıştı. O sırada îsâ Mesih'in, tanrı olmadığını kabul eden görüş hırîstiyanlar arasında yay­gın bir görüş olacak ki, Nicae (İznik) piskoposu da aynı görüşte imiş. Makedonya, Filistin ve Asyot piskoposları da Arius'un görüşünü benim­siyor ve bu görüş doğrultusunda vaaz ediyorlarmış. Sadece îskenderiyye Kilisesi buna karşı çıkmış. Şu halde ihtilâf Arius ve taraftarları ile İs­kenderiyye patriği arasında cereyan etmekte imiş.

Roma İmparatoru Konstantin, işe karışarak Arius'a ve İskenderİ-us'a birer mektup gönderip aralarım bulmaya çalışmış. İkisini bir ara­ya getirmiş ama anlaşamamışlar. Bunun üzerine İznik Konsilini 325 senesinde toplamış.

Bir hıristiyan yazar olan İbn el-Batrîk, İznik Konsüine katılanların sayısı ve nitelikleri hakkında şöyle demektedir: «İmparator Konstan­tin, bütün memleketlere haber göndererek patrikleri ve piskoposları topladı. Toplantı, İznik şehrinde oldu ve 2048 kişi katıldı. Hepsinin farklı görüş ve inançları vardı. Kimileri îsâ Mesih'in ve annesinin Allah'tan ayrı iki ilâh olduğunu kabul ediyorlardı. Kimileri de, babanın katında Mesîh, bir ateşten çıkan şule gibi diyorlardı. Ve ateşten çıkan şule ile ateşin azalmadığını iddia ediyorlardı. Bu arada bir kısmının iddiasına göre Hz. Meryem, îsâ'yı dokuz ay karnında taşımamış, suyun oluktan geçişi gibi îsâ da Meryem'in kamından geçip gelmişti. Çünkü söz; onun kulağına girmişti. Bir çocuğun doğuşu gibi aynı anda çıkmıştı. Bazıları ise, Mesih'in tanrıdan yaratıldığını ve özü itibarıyla bizim gibi birisi olduğunu söylüyorlardı. İptida oğul Meryem'den zuhur etmişti. Tanrı onun ilâhî sohbetine eşlik etmeyi hâiz bir cevher olarak seçmiş, irâde ve mahabbeti ona tecellî etmişti. Allah birdir, kadîmdir ve tek bir uk­numdur diyor ve üç ad veriyorlardı. Ne îsâ Mesih'e, ne de Rûh'ül-Ku-düs'e' inanıyorlardı.

Marcion ve arkadaşları da iyi, kötü ve ikisinin arasında olmak üze­re üç tanrı olduğunu ileri sürmekte idiler. İddialarına göre Marcion, havarilerin başı idi. Onlar Petrus'u kabul etmiyorlardı. Bir kısmı da îsâ Mesih'in tanrılığını söylüyordu ki, bu iddia Pavlus'un görüşü idi. Üçyüzonsekiz piskopos bu görüşü benimsiyordu.»

Bu farklı görüşlere sahib din adamları toplandılar, Konstantin her grubun temsilcilerini dinledi. İşittiklerinden hayrete düştü. Meseleyi halletmek için, aralarında tartışmalarını emretti. Kim daha iyi kendi fikrini savunur ise, onu kabulleneceğini bildirdi. Neticede Pavlus'un görüşünü benimseyenler ağır bastılar. Kral Konstantin de bu piskopos­larla özel bir toplantı tertîb etti. Sayılan, üçyüzonsekiz civarında idi. Bu konuda sözünü ettiğimiz hıristiyan yazar, şöyle diyor : «Kral Kons­tantin üçyüzonsekiz piskoposa özel ve büyük bir meclis hazırladı. Ken­disi de ortalarına doğru oturup mührünü, kılıcını ve kamçısını aldı, onlara gösterdi ve dedi: Bugün sizi, memleketin üzerine hâkim kıldım. Dinin esâsı ve memleketin salâhı hususunda yapmanız gerekenleri ya­pın. O piskoposlar da kralı tebrik ederek kılıcını kendisine teslim etti­ler ve dediler ki: Hıristiyanlık dinini memleketine hâkim kıl ve bu uğurda çalış. Yirmi defteri önüne sürerek burada kanun ve hükümle­rin yazıldığını, bunlardan bir kısmının krallara hâs olup onunla amel etmesini ve bir kısmının da din adamlarına âit olup onunla amel etme­lerini belirttiler.»

İşte bu belirli sayıda piskoposların yaptığı toplantıda, inanç ve hü­kümlerle alâkalı bazı karârlar alındı ve hıristiyanların uymaları gere­ken bazı prensibler tesbît edildi. Adını zikrettiğimiz İbn el-Patrîk alınan karârları şöyle özetler : «Bu kudsal konsil ve peygamberlik kilisesi; Al­lah'ın oğlunun doğmadan önce mevcûd bulunmadığını, tek bir şeyden vücûda geldiğini, oğulun, babanın cevherinin dışında bir cevher veya maddeden meydana geldiğini, oğlun yaratılmış olduğunu, değişip geçe­bileceğini söyleyen ve kabul eden herkesi afaroz eder.»

İznik Konsili îsâ'nın tanrılığını, Allah'ın cevherinden var olup tan­rı ile beraber kadîm olduğunu ve tanrı gibi ona hiçbir değişikliğin ve teğayyürâtin sirayet etmeyeceğini kararlaştırmış olmakta ve bunu kral Konstantin'in desteği ile herkese kabul ettirmektedir. Aksini savunanlan, la'netlemekte ve afaroz etmektedir. Bu karârı alan din adamlarının sayısı üçyüzonsekiz'dir. Binyediyüz din adamı ise bu karâra muhalefet etmektedir. Ancak aralarında belli bir konuda ittifak bulunmamıştır. Öyle ise bu konsilin aldığı karârlar, doğru ve tenkîdden uzak olarak ka­bul edilebilir mi? Elbetteki bu konsilin, tenkîd edilecek pek çok noktalan vardır. Biz, bunlardan bir kısmini mevzûubahis etmeye çalışalım:

a) Dikkatli bir eleştirmenin zihninin ilk takılacağı nokta; konsile çağırılan kişilerin durumu olacaktır. Davet edilen din adamları, Kons­tantin'in isteği ile îznik'e kadar gelmişlerdir. Patriklerin belirttiğine göre, sayılan ikibinkırksekizdir. Ancak biz bunlardan üçyüzonsekiz Pis­koposun görüşlerini bilebilmekteyiz. Ötekilerin görüşleri ne idi? Onların fikirlerine neden hiç yer verilmemişti? Acaba hepsi birbirinden farklı görüşlere mi sahip idi? Bunların arasından sadece bir görüş üzerinde ancak ve ancak üçyüzonyedi kişi mi birleşehilmişti? Yoksa mutlak ço­ğunluk, bir fazlasıyla da olsa sağlanamayınca nisbî çoğunluğun karârı mı kabul edilmişti? Yani bu toplantıya katılanlardan yüzde ellinin al­tında da olsa en çok taraftar toplayan görüş mü benimsenmişti? Evet, bize nakledilenler, bütün bunlardan farklı durumlardır. İşte yukanda pasajlar naklettiğimiz hıristiyan müellif,   Kral Konstantin'in sayıları üçyüzonsekize baliğ olan piskoposlarla özel bir toplantı yaptığını ve onlara krallığın ve hükümdarlığın alâmetlerini takdim ederek kendi görüşlerini hâkim kılmalarını istediğini belirtmektedir ki, bu müellif de teslis inancına bağlı bir hıristiyandır. Rivayet edildiğine göre; Ari-us'un ortaya attığı görüşü benimseyenlerin sayısı, yediyüzün üstünde imiş. Görülüyor ki, Arius'un tarafını tutanlann sayısı, İznik Konsilirı-deki piskoposlann sayısından daha fazladır. Eğer mesele, nisbî çoğun­luğun sağlanması meselesi ise, kabul ettikleri incil'lerden de deliller ge­tirerek görüşünü destekleyen Arius'un görüşlerinin kabul edilmesi îcâb ederdi. Arius'un, incil'lerden deliller getirdiğini görünce; muhalifleri, indileri tahrîb karârı alarak Mesih'in tanrılığını iddia eden pasajlar ekletmeye başladılar. 'Şu halde îsâ'nın tannlığım kabul eden görüşün galibiyet kazanmasında, Konstantin'in iktidarının büyük te'sîri vardır. Rivayet edildiğine göre; sözü edilen bu üçyüzonsekiz papaz da Mesih'in tanrılığı konusunda müttefik değilmişler. Ancak Konstantin, hüküm­darlık simgesi olan mühürünü, kıiıcını ve kamçısını onlara hükmetmek üzere takdim edince, görüş birliğine vardıklannı söylemişler. Yani hü­kümdarın arzusunu kabule sevketmiş ve bunun üzerine Konstantin on­larla ayrı özel bir toplantı yapmış. Onlar da gerek hükümdar korkusuy­la ve gerekse makam ve mevki ihtirasıyla Mesih'in tannlığım kabul et­mişler ve -halkı da buna inanmaya zorlamışlar.

b) İznik Konsilinde alman karârlarla, konsil kendisini bir hükümet farzetmiş ve dinî bir kurul olarak kabul ettirmiştir. Halka bir takım dinî emirler vererek, ister istemez kendilerine itaat etmelerini buyur­muş ve dinî emirlerin din kitaplarından değil, kendilerinden alınacağım belirtmiştir. Sözleri; ister kudsal kitablâra uysun, ister uymasın, ister doğru ister yanlış olsun, bir hüccet olarak kabule zorlanmışlardır. Bizzat kendi kudsal kitaplarının emirlerine muhalefet ederek, birer hükümdar pozisyonuna girmişlerdi. Nitekim, Matta İncil'inin yirminci babında bu hususta şöyle denmiş : «Fakat îsa onları yanına çağırıp dedi: Bilirsiniz ki, milletlerin reisleri onlara saltanat ederler ve büyükleri üzerine hâki­miyet sürerler. Sizin içinizde böyle olmayacaktır.»[8]

Ne var ki, hıristiyan din adamları Konstantin'in kendilerine mü­hür, kılıç ve kırbacım vermekle, hıristiyan kardeşlerine tasallut etmiş­ler ve Konstantin'in arzusunu yerine getirmek için îsâ Mesih'e muha­lefet etmişlerdir..

c) İznik Konsili, kendi görüşüne muhalif olan kitabları, nerede olur­sa olsun toplatıp yakmayı buyurmuştu. Böylece konsil; görüşüne aykırı hiçbir emrin halka ulaşmasını istememiş ve buna engel olarak gönül­lere tahakküm etmeye ve ruhlara egemen olmaya çalışmıştır. Sadece kendi görüşüne uygun olanların okunmasını, diğerlerinin kökten ya­saklanmasını uygun bulmuş, böylelikle muhaliflerinin yollarını tıka­mıştı. Elbetteki bu konsil, bu kararlarında suçlu ve hatalıdır. Nitekim, bilahare toplanan umûmî nitelikteki konsiller, bu hatâyı kabul ederek, yaktıkları kitablan tekrar gün ışığına çıkarmaya ve yasakladıkları ki­tapları kudsal saymaya başlamışlardır. Ahd-i Atîk'in bir çok bölümlerinin okunması yasaklandığı halde, daha sonraki konsiller bu yasağı kaldır­mıştı. Keza bu günkü hıristiyanlarca muteber sayılan Ahd-i Cedîd'in bölümlerinden Pavlus'un' İbrânîlere mektubu, Petrus'un ikinci mektubu, Yuhanna'nın ikinci ve üçüncü mektubu, Ya'kûb'un mektubu, Yehûdâ'-nın mektubu ve Yuhanna'mn vahiyler bölümlerini yasaklamış, bilâhare toplanan konsillerde bu yasaklar kaldırılmıştı.

Şu halde bu konsil, aldığı her karârda bütünüyle isabetli değildir. Eğer kudsal kitaplarda doğru ile yanlışı ayırdetmek hususunda yanıl7 mışsa, diğer görüşlerinde de yanılmış olma ihtimâli pek büyüktür. Binâ­enaleyh diğer görüşleri de tenkide hedef olabilir. Biz öyle sanıyoruz ki, öteki görüşleri; daha çok eleştirilmesi gereken bâtıl görüşlerdir. Hele inanç esâsları ile alâkalı görüşleri kökten sakattır.

d) İşaret etmemiz gereken bir diğer nokta da bu konsillerin top­landığı sırada Konstantin'in hıristiyanlıktaki durumudur. Acaba İznik Konsili toplandığı sırada kral Konstantin, hıristiyanlığı iyice öğren­miş bir hıristiyan mı idi ki, toplantıda bazı grublan destekleyecek dere­cede taraf tutabilsin?

Söyledikleri, kilise tarafından kudsal olarak kabul edilen ve tarih­çilerin başı diye isimlendirilen tarihçi Apossiopos" diyor ki: «Konstan-tin yatağa düştüğünde vaftiz olmuştu ve kendisini vaftiz eden de biz­zat bendim, çünkü onun dostuydum.»

Bilindiği gibi vaftiz olmak hıristiyanlığa girişin ifadesidir, öyleyse konsilin toplandığı sırada, kral Konstantin hiristiyan olmuş değildi. Bu takdirde gruplardan birisini tutma hakkı yoktu. Biz burada şöyle de diyebiliriz: Kral Konstantin, îsâ'n'ın tanrılığını kabul ederken, hu­sûsî psikoloji içerisinde hıristiyanlığı putperestliğe yaklaştırıyordu. Ve­ya eh azından tercihini putperestliğe daha yakın olan grupların yanına koyuyordu. Binâenaleyh onun tercihi, kuvvetli tarafı seçmesi anlamın­da değildi- Her halükârda o, putperest olduğu için putperestliğe en ya­kın olan grubun görüşlerini tercih etmişti.

İznik Konsilinin karârları ile Arius tarafından savunulan ve bir tek tanrı bulunduğunu ileri süren tevhîd inancı kökten yıkıldı mı? Kon-silde ekseriyet, Arius taraftarlarında değildi. Ancak bir fikrin bütünüy­le yıkılması, ekseriyetin benimsemesine bağlı değildir. Çünkü düşünce, ancak düşünce ile alt edilebilir. Daha iyi delil ve daha iyi inanç sistemi getirmedikçe bir fikri yıkmak mümkün olmaz. Binaenaleyh Ariusçu düşüncenin yıkılmasını değil, daha çok gelişip büyümesine vesîle oldu. Bunun için Ariusçu fikirleri benimseyen din adamları, kendilerini giz­leyerek çeşitli yollara başvurmuşlar, kral Konstantin'e yaklaşarak onu istismar edip dinî makam ve mevkileri işgal etmek üzere kralın güve­nini sağlamayı ve bu sayede tevhîdçi inançlarını yaymayı denemişlerdi. Tıpkı muhaliflerinin yaptığı gibi onun gücünü, kendi fikirlerinin ya­yılması için kullanmaya çalışmışlardı.

îbn el-Patrîk'in ifâdesine göre; Nicomedie piskoposu Eusebe top­lantıda Ariusçu fikri benimseyenlerin başında yer alıyordu. Konsil, aleyhte bir görüş benimseyince ve karârlarına muhalif olanlar afaroz edilince, fikrinden döndüğünü söyleyerek kralın istediği yönde oy kul­lanan üçyüzonsekiz kişinin karârını kabul ettiğini açıkladı. Bunun üze­rine Konstantin, onun afaroz karârım kaldırdı. Ve onu İstanbul patriği yaptı. Eusebe, İstanbul patriği olunca gizli gizli Arius'un vahdâniyetçi görüşünü yaymaya başladı. Bölgesel nitelikte olan sur (Tyre) konsili toplanınca o ve İskenderiyye Patriği sûr'da toplanan bu konsile katıl­dılar. (328) Eusebe, bu toplantıyı fırsat bilerek Arius'un görüşlerini açık­ladı ve îsâ'nın tanrı olmadığını ilân etti. Bu konsilde tevhîd inancına bağlı bir çok din adamı bulunduğu için, İznik kpnsilinde olduğu gibi vahdâniyetçileri hemen afaroz edemediler. Ancak İskenderiyye baş ra­hibi ile toplantıya katılan diğer üyeler arasında uzun uzadıya tartışma­lar oldu. Bu tartışmalar, söz planında kalmayıp fiiliyata da intikâl etti ve İskenderiyye başpiskoposunun dövülmesine kadar vardı. Rahib ken­disini toplantıda hazır bulunan kralın yeğeninin yanına sığınmakla kurtulabildi.» Biz bu hâdiseleri naklederken ilk Hıristiyanlar arasında tevhîd akidesine bağlı büyük bir grubun bulunduğunu ve bu grubun inançlarına sımsıkı bağlı olduğunu ifâde etmek istiyoruz. Hıristiyan kaynaklarının anlattıklarına göre, İznik (Nicee) konsilinde ve özellikle de Sûr (Tyre) Konsilinde çoğunluk tevhîdçi görüşü benimseyen din adamları tarafındaydı. Hattâ Sûr Konsilinde, İskenderiyye başpisko-posu'nun dışında hepsi vahdaniyetti görüş taraftarları idi. Şu halde aslolan, tevhîd akidesidir. Okuyucularımız bunu, hıristiyan kaynakla­rından rahatlıkla anlayabilirler. îsâ'nın tanrılığını söyleyen fikir, bilâ-here hıristiyanlığa sokulmuştur. Kral Konstantin herne kadar îsâ'nın tanrı olduğu görüşünü benimseyenlerin yanında yer alıyorsa da, ço­ğunlukla karşı tarafı da ezmek istemiyordu. Nitekim Sûr Konsilinde ek­seriyet, vahdâniyetçilerin tarafında idi. Ve îznik Konsilinin karârlarına karşı görüşü benimseyenler çoğunlukta olduğu halde, kral onlara ses çı­karmamıştı. Arius'çu vahdaniyet inancına en çok karşı çıkan, İskende­riyye kilisesi idi. İskenderiyye kilisesi iki kez Arius'u afaroz etmiş ve kilise camiasından uzaklaştırmıştı. Sûr Konsilinde Arius'çu görüşe karşı çıkan ve dayak yiyen de îsâ'nın ulûhiyetine kail olan İskenderiyye pat­riği idi.

Şu halde diyebilir miyiz ki; İskenderiyye'de Neoplatonist felsefe an­layışının meydana getirdiği teslis akidesi, îskenderiyye patriği kanalı ile hıristiyanlığa sokulmuştur. Gerçekte hıristiyan inançlarında böyle bir akîde mevcud değildir. İşte bu soruya doğru bir cevâb vermek, hıristi-yanîık tarihinin kapalı kapılarını açacak bir anahtar olacaktır. Hıristi­yanlığın tevhîdçi düşünceden, putperest düşünceye nasıl dönüştüğünü öğrenmek isteyenler, bu anahtarı kurcalamaya çalışsınlar.

Ariusçular, Allah'ın birliği inancım benimsemekle kalmamışlar, İsa'nın tanrılığı inancına da savaş açmışlardı. Bu arada bir çok hıris­tiyan da, kendi taraflarında yer almıştı. Kral Konstantin'in ölümünden sonra oğlu Konstantin'in kendi saflarında yer alması için büyük gayret sarfettiler. Yeni kralın çevresini sararak tevhîdçi görüşü aşılamaya ve bunun hıristiyanlığın aslım teşkil ettiğini benimsetmeye çalıştılar. Tev­hîd akidesine aykırı görüş beyân eden piskoposların, Hz. îsâ'nın emâne^ tine ihanet ettiklerini belirttiler. Ve o çağdaki hıristiyan çoğunluğun, Allah'ın birliğine inandıklarını anlattılar. İbn el-Patrik'in anlattığına göre : «Ariıısçu vahdaniyet görüşü, Konstantinopolis (İstanbul), An­takya (Antioche), Babil ve İskenderiyye'de hâkimiyet sağlamiştı. Mısır ve İskenderiyye'li hıristiyanların çoğu Ariusçu idiler. Hattâ Mısır ve İskenderiyye kilisesini bir ara ellerine geçirerek İskenderiyye patriği Athanaus'u yerinden alarak öldürmek istedilerse de patrik kaçtı.

İbn el-Patrîk'in ifâdesine göre, Kudüs Piskoposu, Ariusçu olmadığı için Ariusçular tarafından öldürülmek istenmiş, ancak piskopos kaçarak canını kurtarmıştı. Kudüs halkı, Ariusçu olmayan piskopos Korilles'e karşı çıkarak öldürmek istediler. Piskopos kaçınca yerine, Ariusçu olan Herakleius'u geçirdiler. İşte görülüyor ki, tevhîdçi inanca sahip olan­larla îsâ'nm tanrılığını öne sürenler arasında büyük bir mücâdele de­vam ediyor ve kimi zaman bunlar, kimi zaman da onlar, gâlib geliyor­lar. Birinciler başlangıçta hem inanç bakımından hem de sayıca çoğun­luktalar, ama ikinciler iktidar .bakımından onlan alt etmesini biliyor­lar. Putperest düşüncenin etkisi altında bulunuyorlar. Hıristiyanlığı putperest bir din haline getirebilmek için, eski Roma paganizmi ile tev­hîdçi hıristiyanhk dinini uyuşturmak için çalışıyorlar. Ne yazık ki, ikti­dar kimin elinde ise o taraf, galebe çalıyor ve karşı tarafı alt ediyor. Böylece hıristiyanhk, bir yığın efsâneler halinde putperest bir inanç sistemine dönüşüyor ve hak mezheb mağlûb oluyor. Neticede Ariusçular, alt ediliyorlar ve tanrının birliği yerine üçlü bir tanrı ve îsâ'nın ulûhi-yeti fikri kabul ediliyor.

İznik (Nicee) konsilinde Hz. îsâ'nm tanrılığı, babanın oğlu olduğu ve baba ile aynı cevhere sahib olduğundan kadîm.olduğu kararlaştı­rılmış fakat Rûh'ül-Kudüs konusuna temas edilmemişti. Ruh'ül-Kudüs bir tanrı mı idi, yoksa yaratılmış bir rûh mu idi? Bu konuda İznik Kon­silinde bir karâr alınamamıştı. Bu yüzden hıristiyanlar arasında Rûh'ül-Kudüs'ün tanrı olmadığı inancı yaygınlaşmıştı. Ancak Neopla-tonist felsefenin beşiği durumunda olan İskenderiyye başpiskoposluğu, teslîs unsurunun ve îsâ'nın tanrılığı inancının önemli bir esâsı olması hasebiyle Rûh'ül-Kudüs'ün ulûhiyetini kabul ediyor ve kâinata üç kuv­vetin hâkim olduğunu belirtiyordu. Bunların sırasıyla ilk yaratıcı güç, akıl (oğul-îsâ), bir de rûh (Rûh'ül-Kudüs) olduğunu belirterek her hıristiyanin buna inanması gerektiğini söylüyordu. İşte bu sıralarda Macedonius adında bir kişi çıkarak Rûh'ül-Kudüs'ün tanrı olmadığını, yaratılmış olduğunu ilân etti. Bu görüş halk arasında yayıldı, karşı çıkan veya reddeden olmadı. Bu durum krala ve devleti yönetenlere; hal­kın bozulduğu, Ariusçu görüşün halk arasında hakimiyetini devam ettirdiği ve Macedonius'un, Rûh'ül-Kudüs'ün kadîm bir tanrı' olmadığı­nı ve mahlûk olduğunu ileri sürdüğü şeklinde anlatıldı, yeni bir konsil toplanıp, İznik Konsilinde kararlaştırılan inanç sistemi doğrultusunda bir karâra varmaları istendi.İşte Milâdî 381 yılında İstanbul'da, başla­rında îskenderiyye patriği olmak üzere yüzelli kişilik piskoposlar top­luluğu bir araya gelerek bu konuyu tartıştılar. Bu sayıdan da anlaşı­lıyor ki; bu konsil, genel nitelikte bir konsil olmayıp, bölgesel toplantı mahiyetindedir. Ancak kilise tarafından umûmî bir toplantı olduğu

açıklanmış ve aldığı kararlar da bütün hıristiyanlara kabul ettirilmeye çalışılmıştır.

Bu konsil, önce bir baş seçmek için toplantı yaptı. Çoğunluk İstan­bul piskoposu Macedonius'u (Piskoposluk yılı 362) seçti. Böylece İsken-deriyye Kilisesi bir kenara itildi. Halbuki daha önce İznik Konsilinde; konsil başkanlığına şimdiki îskenderiyye piskoposunun selefi seçilmişti. Bu ise îskenderiyye Kilisesinin görüşlerine aykırı bir karârın çıkmasını sağlayacak bir husus olarak kabul edildi. Bu hususta İbn el-Patrîk şöyle demektedir: «îskenderiyye patriği lUmetaius şöyle dedi: Bizim için Rûh'ül-Kudüs, Allah'ın ruhundan başka bir mânâ ifâde edemez. Al­lah'ın ruhunu onun hayatından farklı mütâlâa edemeyiz. Eğer Rûh'ül-Kudüs mahlûktur, dersek Allah'ın da mahlûk olduğunu söylemiş olu­ruz. Böyle bir görüşü öne süren kişiyi tekfir ederiz ve onu afaroz etme­miz îcâb eder. Böylece Macedonius'un görüşüne karşı bir karâr alına­rak onu ve taraftarlarını te'lîn ettiler ve bilâhere Macedoniusçuları da afaroz ettiler.» Şu halde îskenderiyye patriği ve taraftarları, bilâhere İstanbul konsilinde hâkimiyeti sağlamışlar ve görüşlerini benimsetmiş-lerdi. İbn el-Patrîk'in ifadesine göre; Rûh'ül-Kudüs'le Allah'ın ruhu aynı mütâlâa edilmiş ve birleştirilmiştir ki, bu noktada kabule şâyân hiç bir esâs yoktur. Çünkü Rûh'ül-Kudüs'ü Allah yaratmış, onu kendisi ile in­sanlar arasında bir mütevassıt olarak vahyine niazhar kılmıştır. Şu halde Rûh'ül-Kudüs'le Allah'ın kendi zâtı arasında, bir bağlantı kuru­lamaz. Ancak İstanbul Konsili böyle bir bağlantı kurarak görüşümrdin-leyicilerine inandırmıştır. Böylelikle de İskenderiyye'de hâkim olan Neoplatonist felsefenin üçlü ilâh görüşünün değişik bir şeklinden ibaret bulunan teslis inancı îskenderiyye patriği tarafından hıristiyanlara empoze edilmişti. Görülüyor ki; İstanbul Konsilinde, İznik Konsilinden farklı olarak üçüncü bir uknum kabul edilmiştir. Bu hususta bir çok pasajlarını naklettiğimiz İbn el-Patrîk şöyle demektedir : «İznik'te top­lanmış olan üçyüzonsekiz papazın karârlarına ilâve olarak, İstanbul Konsili babadan doğma, diriltici ruha sahib bulunan Rûh'ül-Kudüs'ün de aynen baba ve kendisine secde edilen oğul gibi inanılması gereken bir ilâh olduğunu kabul etti. Babanın, oğlun ve Rûh'ül-Kudüs'ün üç uknum, ü£ cevher, üç Özellik olup; üçlükte birlik, birlikte üçlük olduk­larını, üç uknumda birleşmiş tek bir birlik olup, bir tek tabiatta, tek bir cevherde, bir tek ilâh olduğunu ilân ettiler.»

Böylece teslîs akidesi yerleşmiş oldu. FJakat konsillerin işi yine de bitmiyordu. Çünkü daha bir çok ihtilâf konuları vardı ve zaman zaman bunları halletmek üzere toplandılar.

Teslîs inancı kabul edildikten sonra, hıristiyanlar arasındaki ilk ih­tilâf, şöyle zuhur eder. 428 senesinde İstanbul patriği olan Nesturius, uknum ve tabiat bakımından farklılık olduğunu ve uiûhîyet uknumunun babadan doğduğunu ve ona nisbet edileceğini, tabiatın ise insandan doğduğunu ve ona nisbet edileceğini, binâenaleyh insanın (îsâ'nın) Meryem'den dünyaya geldiğini ve Meryem'in ilâh anası olamayacağını ilân etti. Nesturius, Hz. îsâ hakkında —îbn el-Patrîk'in anlattığına gö­re— şöyle diyordu : «Mesîh olduğunu söyleyen bu insan, sevgi sayesin­de baba ile birleşmiştir. Onun Allah veya Allah'ın oğlu olduğu söyle­niyor ki; bu gerçekten değil mevhibe iledir.»

Buradan da anlaşılıyor ki; onlara göre Mesîh, insanlar arasında zu­hur etmiş, hiçbir şekilde tanrı olmayan fakat Allanın lütfettiği âyet­lerle, kudsiyetlerle mübarek olan bir zâttır. Bunun için Nesturius'un görüşü, diğerleri gibi papazların ve râhiblerin koydukları inanç esâs­larından neş'et etmiyor, daha çok öze ilişkin olup, inanç konulan ve hıristiyanlık dininin rükünleri ile alâkalı bir ihtilâf idi. Zîrâ Nesturius'un îsâ Mesih'in bir tanrı olmadığını, aksine bereket ve nimetle doldurul­muş bir insan olduğunu veya Allah tarafından ilhama mazhar'dlup günâh işlememiş ve yanlış bir şey yapmamış birisi olduğunu kabul edi­yordu. Şu halde Nesturius, Hz. îsâ'nın insanüstü bir kişiliğe sahip bu­lunduğunu kabul ediyor, ama ulûhiyetine inanmıyordu. Nesturius îs-tanbul Patriği olarak önemli bir yer işgal ettiği için bu görüşünü açıkça ilân ederek çevreye yaymaya çalışıyordu. Fakat diğer piskoposlar, özel­likle Roma başpiskoposu Nesturius'un görüşüne karşı çıkmış ve la'net-lemişti.

Nesturius'un bu görüşleri, Iskenderiyye patriğine de ulaştı, tsken-deriyye, Antakya ve Roma piskoposları arasında karşılıklı haberleşmeler oldu. Ve bu konuyu tartışmak, Nesturius'u tevbe etmeye çağırmak, şayet kabul etmez de görüşünde isrâr ederse afaroz etmek üzere Efesos'ta bir konsil toplanmasını kararlaştırdılar. Bu konsil, görüşünü anlatması için Nesturius'u da çağırdı. İki taraf kendi görüşünde isrâr ediyordu. Ancak Nesturius ve Antakya patriği bu konsile katılmadılar. İkiyüz kadar pis­koposun bir araya geldiği Efesos Konsilinde şu karârlar alındı: «Bakire Meryem tanrının anasıdır. îsâ Mesîh gerçek bir tanrı ve Üci tabiata sa-hib bir insandır. Uknum bakımından îsâ ile Allah aynıdır.»

Bu konsilde Nesturius'un la'netlenip afaroz edilmesi de kararlaş­tırılmıştı.

Bu haber, Antakya patriği Jean'a ulaşınca, kızarak konsile karşı çıktı. Konsile katılan üyeler İM kısma ayrıldılar. Bir kısmı, konsilin aldığı kararlan kabul ederek şöyle bir bildiri neşretti: «Azize Meryem, bakire olup rabbımız ve tanrımız olan lâhûtiyet (tannlık) bakımından babasıyla, Nâsûtiyet (beşeriyet) bakımından insanlarla bir olan, îsâ Mesih'i dünyaya getirmiştir.» Böylece iki tabiatta bir tek uknumun bir­leştiğini ilân ettiler. Iskenderiyye patriği bu karâra önce karşı çıktı, sonra —bazı rivayetlere göre— karan kabul ettiğini söyleyerek onlara uydu. Fakat bu rivayet, doğru değildir. Aslında-Nesturius bu karâra kar­şı çıkmış olup Mısıra sürülmüştü. Fakat Nesturius'un görüşü Mısır'da gelişme zemini bulamamış, ancak Nusaybin civarında, Irak'ta, Musul'da ve Mezepotamya'da gelişebilmiştir. Burada yaşayan hıristiyanlarm bü­yük bir kısmını Nestûrîler teşkil ederler.

431 yılında Efesos'ta toplanan konsil Hz. îsâ'da insanlık ve tanrı­lık unsurlarının birleşmesi mes'elesini halledemedi. Ve Nesturius'un gö­rüşü de bütünüyle reddedilemedi. Her ne kadar Nesturius, Mısır'a sürü­lerek kendisine işkenceler yapıldı ise de, Nastûrîlik bilâhare Doğuda ya­yılarak gelişme zemini buldu. Böylece mesele hallolmak şöyle dursun, daha da karıştı ve İskenderiyye Kilisesi, bir grup piskoposu toplayıp bir konsil teşkil etmek maksadıyla işe koyuldu. İskenderiyye Kilisesinin gö­rüşüne göre Mesih'te lâhûtiyet ve nâsûtiyet (tanrılık ve insanlık) tabi­atı birleşmiştir. Bu gaye ile katolik kilisesinin hırsızlık konsili diye ad­landırdığı, İkinci Efesos Konsili toplandı (449). Ve işte bu konsillerde îsâ'nın nâsûtiyet ve lâhûtiyet tabiatı ortaya atıldı.

İstanbul patriği Flavius, bu karâra karşı çıkarak konsilden ayrıldı ve alacağı karan kabul etmeyeceğini ilân etti. O zaman konsil üyeleri arasında büyük bir kargaşa çıktı. Az kalsın İstanbul patriği öldürüle­cekti. Bu konsilin aldığı karârların kabul edilip edilmeyeceği, uzun süre tartışma konusu oldu. Kimisine göre bu konsil, umûmî nitelikte olma­dığı için, tüm kilisenin görüşünü yansıtıcı ve bağlayıcı değildi. IÇezâ bu konsilin afaroz karârlarının uygulanıp uygulanmayacağı, yerinde olup olmadığı konusunda da tartışmalar genişledi. Kraliçe Theodeose Bizans tahtına geçince, bu ihtilâfı halletmek için Chalcedoine'de (Kadıköy) bir konsil toplamayı kararlaştırdı. Konsile beşyüzyirmibeş piskoposla kraliçenin kocası katıldılar. Roma temsilcilerinin ilk işi, İskenderiyye patriği Dioscore'yi meclisten kovmak oldu. Konsil başkanı ve kraliçenin kocası; Dioscore'nin meclisten çıkarılmasının sebebini sordular. Bizans temsilcileri de İskenderiyye patriği, Dioscore'nin peygamberlik kürsü­sünün sahibi olan Bizans patriğinden izin almadan bir konsil teşkîl ettiğini söylediler. Fakat hükümet temsilcileri, bu sakat görüşü kabul etmeyip Dioscore'nin konsilde kalmasını kararlaştırdılar. Ne varki daha önceki konsilde olduğu gibi, bu konsile de başkanlık etmesini kabul etmediler. Çünkü başkanlık mevkii, imparatoriçenin adamlarının elin­de idi. Bu sırada birçok gürültü ve patırtı çıktı. Öyle ki hükümet tem­silcileri onlara «dini temsil eden papazların ve piskoposların böylesine çirkin hareketlerde bulunmaları, bağırıp çağırmaları ve birbirleriyle dövüşüp küfürler yağdırmaları doğru değildir. Size yakışan, halka ör­nek olmak ve işi mantık çerçevesi içinde sükûnetle halletmeğe çalış­maktır. Bunun için birbirinize saldıracağınıza, birbirinizi ikna' etmeye çalışın ve muhaliflerinizin fikrine cevâb verin.» diye seslendi.

Böylece çok katı ve mutaassıbâne bir ortamda tartışmalar uzadı gitti. Nihayet Hz. îsâ'nın bir tabiatta değil, iki tabiatta olduğunu, ulû-hiyetin ve nâsûtiyetin başlı başına birer tabiat olup, îsâ'da her ikisi­nin bulunduğu kabul edildi.

îbn el-Patrîk, Chalcedoine konsilinin aldığı karârları açıklarken şöyle demektedir: «Konsil bakire Meryem; babası bakımından ilâhi tabiata, insanlar bakımından beşerî tabiata sahib olan rabbımız îsâ Mesih'i doğurmuştur. îsâ Mesih'in iki tabiatı vardır. Bir Uknum ve bir yüze sahiptir.» Bu konsilde Nesturius'un ve Dioscore'nin görüşlerinin ve onların görüşlerinde olanların la'netlenmesi kabul edildi. Keza ikin­ci Efesos Konsilinin de tel'în edilmesi kabul edildi. Bu arada Dioscore'­nin Filistin'e sürgün edilmesi kararlaştırıldı.

Bu konsüle hıristiyanlar arasındaki 'ihtilâflar daha da büyümüş ve gelişmiştir. Bu konsilde, Hz. îsâ'nın biri insanlarla beraber insancıl, diğeri de tanrısal nitelikte iki tabiatı olduğu ve oğlun Uknumunun bu iki tabiattan meydana geldiği kabul edildi. Böylece Nestûrîlere zıd düşen bir görüş benimsenmişti. Çünkü onlar, oğulun Uknumunun iki unsurdan değil, sadece İnsancıl unsurdan meydana geldiğini (mono-fizist) kabul ediyorlardı. Keza Hz. îsâ'nın bir tek tabiat sahibi olup Rûh ül-Kudüs ve bakire Meryem'den meydana gelen tanrısal bir un­surun beden haline geldiğini ve bu bedenin her türlü ayrılmadan, is­tihale ve karışıklardan uzak olarak cevher ve zât bakımından tek ol­duğunu kabul eden ve bu teklikle cesed haline gelmiş olan oğulun iki irâde ve tabiattan müteşekkil bir varlık haline geldiğini ileri sü­ren Efesos konsilinin karârlarına da karşı çıkılmıştı. İşte bu konsil­de alman karârların te'sîri, çok açılc ve hızlı oldu. Çünkü Mısırlılar, kendi kilise temsilcilerine yapılan hakareti duyunca; kızdılar ve kon-silce alınan kararlan dinlememeyi kabul ettiler. Bu hususta Mısır hıristiyanlarının tarihi adlı kitabın yazan şöyle diyor: «Mısırlılar kendi patriklerine yapılan hakaretleri ve alınan aforoz ve azil ka­rârını işitince, kızıp köpürdüler ve bu hükmü çıkaran konsüin karâr­larını kabul etmeyeceklerini açıkladılar. Patrik görevinden alınmış da olsa ona inanacaklanm belirttiler. İmparator ve patrik karşı çıksa da bu karârlannı yürüteceklerine and içtiler. Çünkü Mısırlılar, kendi din liderlerine yapılan hareketin bir saldın niteliğinde olduğunu ka­bul ediyorlardı.»

İşte bu yüzden, Mısır'hlarla Bizanslılar arasında şiddetli tartış­malar başgösterdi. İstanbul patrikhanesinin kendi istekleri olmadan ve kendi mezheblerine uymayan bir patrik ta'yîn etmesini kabul et­mediler ve fırsat buldukça direttiler. Dioscore'nin sürgün edilmesi Mı­sırlıların ona bağlanmalanna karşı koyamadı ve İbn el-Patrîk'in ifâdesine göre : «Filistin'e ve Kudüs'e sürülünce, orada bulunan kimse­leri de ifsâd ederek kendi görüşünü benimsetti.»

İstanbul'da bulunan Bizans patriği, Mısır'a her patrik ta'yîn et­tiğinde Mjsirlılar, kendi mezheblerinden olmayan din liderlerine kar­şı çıkıyorlardı. Bunca olup bitenlerden sonra, kendi dinî liderlerini kendilerinin seçmesini istiyorladı. Ancak Bizans İmparatorları, çoğun­lukla kendilerinin gönderdiği dinî lidere uymalarını emrediyor, bazan da işi idare yoluna koyuluyorlardı. Mısırlıların kendi mezheblerine uygun patrik seçmesine göz yumuluyordu. Yıllar, böylesine kimi za­man tatlı ve yumuşak, kimi zaman da acı ve sert olaylarla geçip gi­diyordu. İşte bu sıralarda Mısır'da beliren mezheb taraftarlarıyla, Bi­zans İmparatorluğunun merkezi olan veya araplann ifadesiyle krallık payitahtı olan İstanbul patrikhanesinin taraftarları arasında, devle­tin muhtelif bölgelerinde bölünmeler ve karışıklıklar zuhur ediyordu. Çünkü Mısır hıristiyanlannın görüşünü kuvvetle savunan ve te'sîrii konuşmalarıyla halk üzerinde etkili olan bir Mşi faaliyetini genişlet­mişti. Jacques Baradaî (541 - 578) adında birisi, 6. y.y. sonlarına doğ­ru Bizans İmparatorluğunun sahip olduğu topraklarda dolaşarak, hal­kı Mısır Kilisesinin inançlarını benimsemeye teşvîk ediyordu. Öylesi­ne cesaretle hareket etmekte idi ki, hiç kimse onu eylemlerinden alı-koyamıyordu. Söylentiye göre; binlerce papaz ve râhible seksendokuz piskoposu kendi görüşüne çekmişti. İşte o günden itibaren Hz. İsa'­nın tek tabiatlı olduğunu kabul eden Ya'kûbîlik (Jacobite) mezhebi ortaya çıktı. Mezhebe bu adın verilmesi; Önderi olan Jacques Baradaî'-ye nisbetinden dolayı idi. Fakat Mlsır kıbtî Kilisesine Ya'kûbîler adı verilmesi yanlış ve hatâdır.

Chalcedoine Konsilinin karan, Mısır Kilisesinin Batı kilisesinden bütünüyle ayrılmasına sebeb olmuştur. «Mısır hıristiyanlan tarihi» adlı eserin yazarı Mısır kilisesinin inançlarını şöyle dile getiriyor: «Doğru yolda olan kilisemiz Habeş, Ermeni ve Süryânî Ortodoks kili­seleri ile birlikte Crrille ve Dioscor'e îmânını belirterek Allah'ın bir tek zâtı olduğuna ve bunun baba, oğul ve Rûh ül-Kudüs'ün Uknumların­dan meydana gelmiş üçlü bir Uknuma sahib olduğuna inanır. Oğlun Uknumu Rûh ül-Kudüs'ten ve bakire Meryem'den doğarak beden ha­line inkılâb etmiştir. Onun cesedi, karşılıklı karışmadan uzak bir tek zât ve cevhere sahiptir. Ondan tamamen ayrı değildir. Böylece cesed haline gelmiş olan oğul; iki tabiattan müteşekkil bir tabiat ve birlik haline gelebilmiştir.»

Yukarda dört konsil üzerinde etraflıca ma'lûmât vermeye çalış­tık. Bugünkü hıristiyan inançları, o dört konsilde kararlaştırılmıştır. Birincisi İsa'nın tanrılığını, ikincisi Ruh ül-Kudüsün tanrılığını, Üçün­cüsü de İsa'nın yalnız ilâh olmadığım, ilâhhk ve insanlık unsurlarından oluşup Meryem tarafından dünyaya geldiğini kararlaştırmıştı. Dördüncü konsil ise, Mesih'in bir tek tabiattan değil birbirinden ayrı iki tabiattan meydana geldiğini kabul etmişti. İlk üç konsilin umûmi nitelikte ve bağlayıcı konsiller olduğu bütün hıristiyanlarca kabul edil­diği halde, dördüncü konsilin Mısır kiliselerince kabul edilmediğini ve ona uyan kiliselerde de reddedildiğini görmüştük.

Bundan sonra toplanan konsülerde, hıristiyanlar arasında bir gö­rüş birliği te'mîn edilememiştir. Çünkü Chalcedoine konsilinden son­ra Mısır kilisesi Bizans patrikhanesinden ayrı başlı başına bağımsız bir kilise haline gelmişti ve bu konsillerde Mısır kilisesinin görüşüne yer verilmemiştir. Bunun için biz de hıristiyanlığın inanç sistemi ba­kımından pek ehemmiyet ifâde etmeyen ve bütün hıristiyanlarca itti­fakla kabul görmüş olmayan bu konsiller üzerinde fazlaca durmaya gerek görmüyoruz.

Beşinci konsil 553 senesinde İstanbul'da toplanmış İkinci Cons-tantinaple Konsil adını almıştır.

îbn el-Patrîk'e göre; bu konsilin toplanmasının sebebi; bazı pis­koposların ruhların tenasühü inancını kabul etmeleridir. Hattâ bazı papazlar kıyamet diye bir şeyin bulunmadığını öne sürüyorlardı. Yine bu konsilin toplanmasının bir diğer nedeni de bazı piskoposların îsâ'-nın şahsının gerçekten var olmayıp hayâli olduğunu ifâde etmeleridir. İşte 553 yılında İstanbul'da toplanan dörtyüz piskopos bu tür inanç­ları benimseyen papazların telinine ve Hıristiyanlık camiasından ko­vulmasına karâr verdiler. Yalnız bu karan vermekle de kalmayıp daha önceki konsillerin karârım kabul ettiklerini ve Mısır kilisesinin benim­sediği, iki tabiatlı Mesîh inancının doğru olmadığını önerdiler.

Milâdî 7. yüzyılda (667) adı Jean Maren olan bir adam, Mesih'in iki tabiat fakat bir tek iradeli kişiliğe sahip olduğu, iki tabiatın bir kişide birleştiğini ortaya attı. Bu sözler patriklerin hoşuna gitmemiş olacak ki, imparator Constantin Ogonat (665 - 685) bir konsil toplan­masını ve îsâ Mesih'in iki tabiatlı ve iki iradeli olduğunu kararlaştır­masını istediler. «Biz Mesih'in iki irâdesi, iki tabiatı ve iki eli olup bir tek uknuma sahip olduğuna inanıyoruz. Aksini iddia edenleri tel'în ediyoruz.» diyorlardı. İşte bu vesileyle miladî 680 yılında İstanbul'da altıncı konsil toplandı. Bu toplantıda îsâ'nın bir tek irâdeye sahib ol­duğunu söyleyenlerle, bir tek tabiata sahib olduğunu söyleyenler afa-roz edildiler. Bu konsile ikiyüzseksendokuz piskopos iştirak etmişti, al­dıkları karâr metinleri şöyle idi: «Biz inanıyoruz ki; üçün biri ezelî kelime olsa, dâim olan ve bir Uknumda tann babaya eşit olan nâsû-tiyeti ile tanınan ve özü itibariyle tamamen lâhûtî olan tanrımız îsâ Mesih'tir. İki tabiatlı, iki fiili ve iki irâdesi bulunup bir tek Uknum­dan ibarettir. Chalcedoine konsilinde kabul edildiği gibi, tanrının oğlu tanrı, Kutsal Azize ve Bakire Meryem'den düşünen ve konuşan rûh halinde bir insan cesedine girerek dünyaya gelmiştir. Bu, insanları seven tanrının rahmetidir. Ona beşerî haller ilişmiş değildir. O insa­na benzer tarafı ile beşerî işler yapar ve tanrıya benzer tarafı ile de tanrı vazifesi yapar, o biricik oğludur. Gerçekte kudşal İncil'in dedi­ği gibi et haline gelmiş ve cesede bürünmüş bir sözdür. Ezelî yüceli­ğinden hiçbir şey değişmemiştir. O iki eylemi, irâdesi ve tabiatıyla ilâh ve insandır. Bu iki tabiatıyla tanrının sözü kemâl bulur ve bu iki ta-bîat birlikte hareket eder. Birbirine zıt olmayan irâdelere sahiptir.» İbn el-Patrîk'in ifâdesine göre İstanbul'da toplanan altıncı konsilin karâr­ları bunlardır. Bu konsilin aldığı karârlar sonucunda Mârûnî'ler Bizans patrikhanesinden ayrılmışlardır. Nitekim daha önceki konsilde de Mı­sır kıbtî kilisesi ve onlara bağlı olarak Habeş, Ermeni ve Süryânî kili­seleri patrikhaneden ayrılmıştı.

Genel nitelikte olmayan tuecomenique) bir diğer konsil de 5. Konstantin'in emri ile 754 senesinde toplandı. 'Bu konsile muhtelif doi-gelerden din adamları katıldı. Ve ibâdet esnasında resim ve heykelle­re tapınmak yasaklandı, bakire Meryem'den şefaat isteme kaldırıldı. Kraliçe İrence'nin emri ile İznik'te (Nicee) 787 senesinde ikinci İznik konsili (yedinci konsil olarak) toplandı. Bu konsilde üçyüzyetmişyedi piskopos, îsâ Mesih'in resimlerinin kudsal olduğunu, ancak onlara ibâ­det edilemeyeceğini kararlaştırdı: «Resimlerin sadece kudsal yapılarda, kiliselerde bulunması ve dinî âyin için giyilen elbiselere işlenmesiyle yetinilmeyip evlere, sokaklara asılması kararlaştırılmıştır. Çünkü Rab-bımız îsâ Mesih'in, kudsal annesini ve kudsal kişileri ne kadar çok sey­redersek onları daha çok sever ve hatırımızdan çıkarmayız. Böylece on­lara, saygımız daha da artar. Onun için bu kişilerin resimlerine ibâ­det değil saygı ve ikram için hürmet etmemiz gerekir.» İşte büyük t>ir kilise grubunca uygun karşılanan yedinci konsilin karârları da bu­dur. Ancak bazı kiliseler bu karârı kabul etmemişlerdir.

Sekizinci konsilde, İstanbul Ortodoks patrikhanesinin başım tem-sîl ettiği Doğu kilisesi ile Batı kilisesi birbirinden ayrılmışlardır.

Yukarda hıristiyan mezheblerinin birbirlerinden ayrılış nedenleri­ni görmüştük. Bu ayrılığın esâs nedeni İsa'nın tabîatı idi. Ancak bu konsillerde Rûh'ül-Kudüs konusuna temas edilmemişti. Rûh'ül-Kudüs'-ün neden neş'et ettiği bahis mevzuu olmamıştı. Nihayet İstanbul pat­riği Rûh'ül-Kudüs'ün doğuş sebebi hakkında hüküm vererek; yalnızca babadan neş'et ettiğini kararlaştırdı. Ancak bu karâra Roma kilisesi­nin başı olan Papa itiraz ederek dedi ki: «Rûh ül-Kudüs'ün doğuşu yal­nız babadan değil, baba ve oğuldandır.» Her iki grup kendi görüşünü destekleyerek faaliyetler yaptılar ve konsiller kurdular. Her iki grup ta kendi konsillerinin   (oeconemique - genellik taşıyan)   konsil olduğunu iddia ettiler. Her iki grup diğerlerini ilzam ve afaroz ediyordu. Her ih­tilâfta olduğu gibi, bir grup diğer grubu hıristiyanlık çerçevesinden çıkmakla itham ediyordu.

İstanbul Patriği, Rûh'ül-Kudüs'ün sadece babadan neş'et ettiğini söylüyor idi. Ayrıca patrik, Roma kilisesinin irâdesi dışında patriklik makamına oturmuştu. Çeşitli hilelerle, patriğin makamından uzaklaş­tırılmasından sonra İstanbul'da 869 senesinde bir konsil toplandı ve üç maddelik bir karâr kabul etti:

a) Rûh'ül-Kudüs, Baba ve Oğuldan neş'et etmiştir.

b) Hıristiyanlık akîdesiyle ilgili hüküm mercii Roma kilisesidir.

c) Roma kilisesinin aldığı bütün karârlar, tüm Hıristiyanlar için geçerlidir.

Bu konsillerde gelenek haline gelen afaroz müessesesi çalıştırılıyor ve patrik Photius afaroz ediliyordu. Fakat patrik Photius, tekrar ma­kamına geçerek İstanbul'da 879 senesinde bir konsil topladı. 869 sene­sinde bir konsil topladı. 869 senesindeki konsile Batı Konsili adı ve­rildiği gibi, bu konsile de Doğu Konsili adı verildi. Patrik Photius, ilk konsilin aldığı kararlan reddetti. Rûh'ül-Kudüs'ün yalnızca Babadan doğduğunu kararlaştırdı ve her iki kilise öbürünü geçersiz sayıyor ve kâfirlikle itham ederek kendi konsilinin geçerli olduğunu öne sürü­yordu.

İşte bu iki konsil, kilise camiasının ikiye ayrılmasına sebep ol­muştu. Birisi, Doğu Yunan kilisesi, öbürü de Batı Lâtin kilisesi idi. Batı Lâtin kilisesinin rûhânî lideri papa idi. Onun kendisine hâs ap-ayn bir hâkimiyet alanı mevcûddu.

Katolik kilisesi, kendisini peygamber Petrus'a nisbet ediyor ve ilk kurucularının havarilerin başı ve büyüğü olan Petrus olduğunu öne sürüyorlardı. Onlara göre; papalar, Petrus'un halîfeleriydi. Batı kili­sesi adının verilmesinin sebebi ise, Batı dünyasında hâkim olmasıydı. «Papalık tüm kiliselerin anası ve öğreticisi olarak adlandırılır. Bu hak­lıdır. Çünkü geleneksel hıristiyan ta'lîmleri, konsil nizâmları ve kilise teşkilâtı papaların yorumlarına dayanır. Papalık özellikle İtalya'da, Fransa'da, Belçika'da, İspanya'da, Portekiz'de ve dünyanın diğer mem­leketlerinde hâkim olan rûhânî kilisedir.»

Yunan kilisesi ise, bağlıları çoğunlukla şarkta olması münâsebe­tiyle Doğu veya Rum Ortodoks kilisesi adını alır. Ortodoks kilisesi ile Katolik kilisesi, hıristiyanlık âdetlerinin çoğunda müşterektirler. Yal­nız Katolik kilisesi, Rûh'ül-Kudüs'ün sadece Babadan doğduğunu ka­bul eder. İki kilisenin ayrıldığı konsile kadar toplanmış olan konsille-ri geçerli sayar, ondan sonraki konsilleri ve Roma'da bulunan, katolik âleminin lideri papanın hâkimiyetini ve başkanlığını kabul etmez.

Ne var ki, zamanla katolik kilisesinin genişleyip yayılması sonucu Ortodoks kilisesi, katoliklerin önderliğini kabule yanaşmış, ama onun emri altına girmeyi kabullenmemiştir. Ortodoks hıristiyanlar genellik­le, Rusya'da, Yunanistan'da, Sırbistan'da ve birçok Akdeniz adaların­da yaşarlar.

Söylediğimiz gibi İstanbul konsili ile Doğu kilisesi, Batı kiliselerin­den ayrılmıştı. Toplanan konsiller, Doğu kiliseleri nazarında umûmî ni­telikte konsiller olarak kabul edilmemişti.

Dokuzuncu konsil 1123 yılında Roma'da toplanmış ve bu tarihten itibaren piskoposların ta'yînleri kralların elinden alınıp papazın yet­kisine verilmişti.

Onuncu konsil yine Roma'da ve 1139 senesinde toplanmış, toplan­tıya 1000 kişi katılmıştı. Bu konsilde Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılı­ğının giderilmesine çalışılmıştır.

Onbirinci konsil de yine Roma'da ve 1179 senesinde toplanmıştır. Bu toplantıda kilise nizâmnâmesi vaz'olunmuş ve papaların, kardinal­lerin üçte iki ekseriyetiyle seçilmesi kararlaştırılmıştır. Bu yüzyılda Commünion âyininde içkiye batırılarak yenilen ekmeğin, Mesih'in kanı ve bedenine istihale edeceği görüşü yayılmışsa da konsil, böyle bir fik­ri kabul etmemiştir.

Nihayet 1215 senesinde onikinci konsil toplanmış ve onbirinci kon-sildeki konular karâra bağlanmıştır. Bu konsilde papalık (indüligence -günahları bağışlama) yetkisinin kendisine ait olduğunu kararlaştırdı. Bilâhare Roma Katolik kilisesi tarafından genel ve bölgesel gayelerle birçok konsiller toplanmıştır. Zaman zaman iki kilisenin birleştiril­mesi yolunda çalışmalar yapılmışsa da, böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün olamamıştır. Bu konsiller içerisinde en etkili olanlarından birisi, Tridanto şehrinde toplanan 1542 senesinde başlayıp 1563 senesi­ne kadar devam eden ve protestanlann afaroz edilmesini kararlaştı­ran ondokuzuncu konsildir.

Nihayet 1Ş69 senesinde Roma'da papanın dokunulmazlığım ma'-sûmiyetini kabul eden yirminci konsil toplanmıştır.[9]

 

160  — Yahudilerin zulümleri ve bir çok kimseleri Al­lah yolundan çevirmelerinden dolayı; kendilerine, helâl kı­lınmış şeyleri yasakladık.

161  — Kendilerine yasaklanan faizi almaları ve hak­sız yere insanların mallarını yemelerinden ötürü. Onların küfür içinde olanlarına elem verici bir azâb hazırladık.

162  — Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve mü'minler; sana indirilen kitaba ve senden önce indirilmiş olanlara inanırlar. Namaz kılanlara, zekât verenlere, Allah ve âhiret gününe inananlara elbette büyük bir mükâfat vereceğiz.

 

Yahudilerin Zulümleri

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'lerde işlemiş oldukları büyük günâh­larla zulümleri sebebiyle Yahudilere daha önce kendilerine helâl kılmış olduğu temiz şeyleri haram kıldığını haber vermektedir. Nitekim îbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed Îbn Abdullah îbn Yezîd el-Mukrî' nin Süfyân İbn Uyeyne'den, onun da Amr'dan rivayetine göre İbn Ab-bâs bu âyeti  «(Kendilerine daha önce helâl kı­lınmış temiz şeyleri...» şeklinde okumuştur.

Bu haram kılınma; takdirî olabilir. Şöyle ki: Allah Teâlâ onları serbest bırakmıştır. Onlar da kitaplarında yoruma gidip tahrifata giriş­miş ve kendileri için daha önce helâl olan şeyleri değiştirerek bir zor­laştırma, daraltma ve derinleşme olarak bunları kendilerine haram kıl­mış olabilirler. Bu haram kılma şer'î de olabilir. Şöyle ki: Allah Teâlâ, daha önce onlara helâl olan bazı şeyleri Tevrât'da haram kılmıştır. Nite­kim bir âyet-i kerîme'de Allah Teâlâ : «Tevrat inmezden evvel İsrail'in, kendi nefsine haram kıldığından başka bütün yiyecekler İsrâîloğullan-na helâl idi.» (Âl-i îmrân, 93) buyurmaktadır. Bu konuda daha önce bilgi vermiştik. Burada maksad şudur : Bütün yiyecekler İsrail'in kendi kendisine; deve etlerini ve sütlerini haram kılması dışında Tevrat'ın inmesinden önce helâl idi. Sonra Allah Teâlâ Tevrat'ta bir çok şeyi ha­ram kıldı. Nitekim En'âm sûresinde Allah Teâlâ : «Yahûdî olanlara da bütün tırnaklıları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da üzerterine haram kıldık. Bunlardan sırtlarına ve bağırsaklarına yapışan ve kemiğe karışan müstesnadır. Biz, onları zulümlerinden dolayı cezaya çarptırdık. Biz, elbette şâdıklarızdır.» (En'âm, 146) buyurmaktadır. Yani bunları, onlara haram kıldık. Zîrâ onlar, azgınlıkları, haddi aş­maları, peygamberlerine ve Allah'a muhalefet etmeleri sebebiyle buna hak kazanmışlardı. Bunun içindir ki, burada da : «Yahudilerin zulüm­leri ve birçok kimseleri Allah yolundan çevirmelerinden dolayı kendi­lerine helâl kılınmış temiz şeyleri yasakladık.» buyurulmuştur. Onlar; hem insanları hem de kendilerini hakka (gerçeğe) uymaktan alıkoy­muşlardır. Bu, eski zamanlarda ve yenilerde onların nitelendikleri de­vamlı bir huy halindedir. Bunun içindir ki, peygamberlere düşman olmuşlar, bir çok peygamberi öldürmüşler, Hz. îsâ ve Hz. Muhammed'i (s.a.) yalanlamışlardır.

Allah Teâlâ : «Kendilerine yasaklanan faizi almaları...» buyurmuş­tur ki; Allah onlara faizi yasaklamışken, onlar bunu aralarında alıp ver­mişler, çeşitli şüpheli yollar ve hilelerle onu alma yollan aramışlar, in­sanların mallarını bâtıl yollarla yemişlerdir. Allah Teâlâ : «Onların küfür içinde olanlarına elem verici bir azâb hazırladık.» buyurduktan sonra; şöyle devam eder: «Fakat onlardan (dinlerinde sebat edenler, faydalı) ilimde derinleşmiş olanlar inanırlar. Sana indirilen kitaba ve senden önce indirilmiş1 olanlara da inanırlar.» İbn Abbâs der ki: Bu âyet, İslâm'a giren ve Allah Teâlâ'nın Muhammed (s.a.) ile göndermiş olduğunu doğrulayan Abdullah İbn Selâm, Sa'lebe İbn Sa'ye, Esed (ya da Üseyd) ve Zeyd İbn Sa'ye ve Esed îbn übeyd hakknda nazil olmuştur.

Allah Teâlâ'nın : «Zekât verenlere...» Sözünden; malların zekâtının veya nefislerin (canların) zekâtının, ya da her ikisinin birden kasde-dilmiş olması mümkündür. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ: «Allah ve âhiret gününe inananlara...» buyuruyor ki; onlar, Allah'tan başka ilâh olmadığını tasdik ederler, ölümden son­ra dirilmeye, hayrı ile şerri ile amellerin karşılıklarının verileceğine inanırlar.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «îşte onlara elbette büyük bir mükâfat (olan cenneti) vereceğiz.»[10]

 

163  — Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere, îb-râhîm'e, İsmail'e, îshâk'a, Ya'kûb'a ve torunlarına, isa'ya» Eyyûb'a, Yûnusla, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğimiz gibi, şüphesiz sana da vahyettik. Davud'a da Zebur'u ver­dik.

164  — Kıssalarını daha önce sana anlattığımız pey­gamberlerle, kıssasını sana anlatmadığımız peygamberle­re de. Ve Allah Mûsâ ile de konuşmuştur.

165  — Müjdeleyici ve uyarıcı   peygamberler olarak. Tâ ki peygamberler geldikten sonra insanların Allah'a kar­şı hüccetleri kalmasın. Allah Aziz, Hakîm olandır.

 

Peygamberler Kafilesi

 

Muhammed İbn îshâk der ki: Muhammed İbn Ebu Muhammed kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayete göre; o, şöyle demiştir: Sükeyn ve Adiyy İbn Zeyd: Ey Muhammed, Musa'dan sonra Allah'ın beşerden birine bir şey indirdiğini bilmiyoruz, dediler de onların bu sözleri üzerine bu konuda Allah Teâlâ : «Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere... Vahyettiğimiz gibi, şüphesiz sana da vahyettik...» âyetlerini indirdi,

İbn Cerîr der ki: Bize Hâris'in... Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'-den rivayetine göre; o* şöyle demiştir: Allah Teâlâ: «Kitâb ehli, senin kendilerine gökten bir kitâb indirmeni isterler... Küfretmeleri ve Mer­yem'e büyük iftirada bulunmalarından.» (Nisa, 153 -156) âyetlerini indirdi. Hz. Peygamber, bu âyetleri Yahudilere okuyup onların yaptık­ları çirkin davranışları kendilerine haber verdiğinde, Allah Teâlâ'nın indirdiklerinin bütününü inkâr edip : Allah Teâlâ beşer üzerine hiçbir şey indirmerniştir. Ne Musa'ya, ne îsâ'ya, ne de herhangi bir peygam­bere, dediler. Hz. Peygamber dizlerinde olan ellerini çözerek : Hiç kimse üzerine mi? buyurdular. Ve Allah Teâlâ da : «Allah hiçbir insana bir şey indirmedi, demekle Allah'ı, sânına yaraşır şekilde tanıyamadılar.» (En'âm, 91) âyetini indirdi.

Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'nin bu söyledikleri şüphelidir. Zîrâ En'âm süresindeki bu âyet» Mekke'de nazil olmuştur. Nisa süresindeki bu âyet ise, Medine'de ve Hz. Peygamber (s.a.) den, gökten üzerlerine bir kitâb indirilmesini istediklerinde onlara redd makamında nazil ol­muştur. Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'de : «Musa'dan, bundan daha bü­yüğünü istemişlerdi...» buyurup onların kepazeliklerini, ayıplarını, için­de bulundukları durumu ve hâli hazırdaki yalan ve iftiralarını zikret­mektedir. Sonra Allah Teâlâ, daha önce geçen peygamberlere vahyettiği gibi kulu ve elçisi Muhammed (s.a.) e de vahyettiğini zikrederek : «Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere... vahyettiğimiz gibi, şüphe­siz sana da variyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.» buyurmaktadr.

Zebur, Allah Teâlâ'nm Dâvûd (a.s.) a vahyetmlş olduğu kitabın İsmidir. Bu peygamberlerden her 'birinin hal tercümelerini, inşâallah gelecek sûrelerdeki kıssaları sırasında zikredeceğiz. Güvenimiz ve te­vekkülümüz Allah'adır,

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Kıssalarını daha önce sana anlattığı­mız peygamberlerle, kıssasını (mekkî sûreler ile başka sûrelerde ve bu âyetten önce) sana anlatmadığımız peygamberlere de...» Kur'an-ı Ke-rîm'de isimleri açıkça belirtilen peygamberlerin isimleri şunlardır : Âdem, İdrîs, Nûh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, İsmâîl, îshâk, Ya'kûb, Yû­suf, Eyyûb, Şuayb, Musa, Hârûn, Yûnus, Dâvûd, Süleyman, îlyâs, el-Yesâ', Zekeriyyâ, Yahya, îsâ, müfessirlerden bir çoğuna göre Zülkifl ve hepsinin efendisi Muhammed (s.a.).

Allah Teâlâ : ((Kıssasını sana anlatmadığımız peygamberlere de...» buyuruyor ki; bunlar, Kur'an'da isimleri zikredilmeyenlerdir.

Peygamber ve Rasûllerin sayısında ihtilâf edilmiştir. Bu konuda Ebu Zerr hadîsi meşhur olup bunu îbn Merdûyeh tefsirinde rivayet etmiştir. Şöyle ki: Bize İbrahim îbn Muhammed'in... Ebu Zerr'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü, peygamberler kaçtır? diye sordum. Yüzyirmidörtbindir, buyurdular. Ey Allah'ın Rasûlü, onlardan kaçı Rasûl'dür? diye sordum. Üçyüzonüç olarak büyük bir kalabalıktır, buyurdular. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, ilkleri kim idi, diye sordum. Âdem'dir, buyurdular. Ey Allah'ın Rasûlü, o peygamber ve Rasûl mü­dür? diye sordum. Evet, Allah onu bizzat yaratmış, ona kendi ruhun­dan üfürmüş, sonra ilk olarak onu mükemmel-kılmıştır, buyurup şöyle devam ettiler: Ey Ebu Zerr, dört tanesi süryânıdir: Âdem, Şît, Nûh, Hanûh. Bu (Hanûh), îdrîs olup kalemle yazanların ilkidir. Dördü arap^ tandır: Hûd, Salih, Şuayb ve ey Ebu Zerr, senin peygamberin. İsrâil-oğullan peygamberlerinden ilki Mûsâ, sonuncuları ise isa'dır. Peygam­berlerin ilki Âdem, sonuncuları ise, senin peygamberindir.

Bu hadîsi uzun şekliyle İbn Ebu Hatim İbn Hibbân el-Büsti «el-. Enva' ve et-Tekâsîm» isimli kitabında rivayet etmiş ve sahîh olarak ni­telemiştir. Ancak Ebu'l-Ferec İbn el-Cevzî bu konuda ona muhalefetle hadîsi «el-Mevzûât» adlı eserinde zikrederek, İbrahim İbn Hişâm tara­fından uydurulduğunu ileri sürmüştür. Şüphe yok ki, bu hadîs yüzün­den Cerh ve ta'dîl imamlarından bir çoğu onun hakkında konuşmuşlar­dır. En doğrusunu Allah bilir.

Bu hadîs başka bir kanaldan ve başka bir sahâbîden de rivayet edilmiştir. Şöyle ki; İbn Ebu Hatim der ki : Bize Muhammed İbn Avfın... Ebu Ümâ'me'den rivayetine göre; o, ey Allah'ın Peygamberi, peygamberler kaçtır? diye sormuş ve Allah Rasûlü de şöyle buyurmuş­lar : Yüzyirmidörtbin olan bu büyük kitleden 315 i (meşhur) dur.

Bu hadîsin râvîlerinden olan Meân İbn Rifâ'a, Ali İbn Yezîd ve Kasım Ebu Abdurrahmân zayıftırlar.

Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî der ki: Bize Ahmed İbn İshâk Ebu Ab­dullah el-Cevherî el-Basrî'nin... Enes'den rivayetine göre; Allah Ra­sûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah Teâlâ sekizbin peygamber gönder­miştir. Bunlardan dörtbini İsrâiloğullanna, dörtbini de diğer insanlara.

Bu hadîsin isnadı zayıf olup râvîler arasında, bulunan Mûsâ İbn Ubeyde er-Rebesî ile onun şeyhi Yezîd er-Rufcâî zayıftırlar. En doğru­sunu Allah bilir.

Ebu Ya'lâ der ki: Bize Ebu Rebî'in... Enes'ten rivayetine göre; Al­lah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Benden önce geçen peygam­ber kardeşlerim sekizbin peygamberdi. Sonra Meryem oğlu îsa geldi. Sonra da ben geldim.

Bu hadîs bize Enes'den başka bir kanaldan da rivayet edildi. Şöyle ki: Bana Hafız Ebu Abdullah ez-Zehebî'nin... Ene& îbn Mâlik'den ri­vayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular: îsrâiloğullanndan üçbin peygamberin peşinden ben gönderildim. Bu hadîs, bu kanaldan rivayetinde garîbtir. İsnadının bir zaram (zayıf tarafı) olmayıp Ahmed İbn Tank dışındaki bütün râvıleri bilinen râvîlerdir. Ahmed İbn Ta­rık'ın âdil mi yoksa, mecruh mu olduğunu ise bilmiyoruz. En doğrusunu Allah bilir.

Muhammed İbn Hüseyn el-Acürrî der ki: Bize Ebu Bekr Ca'fer îbn Muhammed İbn Firyâbî'nin... Ebu Zerr'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Mescide girmiştim, baktım ki Allah Rasûlü (s.a.) yalnız başı­na oturuyor. Yanma oturdum ve : Ey Allah'ın Rasûlü, sen bana namazı emrettin, dedim, az veya çok olsun namaz, mevzuların en hayırlısıdır, buyurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, amellerin en üstünü hangisidir? diye sordum; Allah'a îmân ve onun yolunda cihâddır, buyurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, mü'minlernı hangisi en üstündür? diye sordum. Huyca en güzel olanı, buyurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, müslüman-ların hangisi en iyi müslümandır? diye sordum; insanların dilinden ve elinden emîn olduğu kişi buyurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, hic­retin hangisi en üstündür? diye sordum. Kötülüklerden ayrılan (hicret eden) kişinin hicretidir, buyurdular. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, namaz­ların hangisi en üstündür? diye sordum. Kunût'u uzun olandır, buyur­dular. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü oruçların hangisi en üstündür? diye sordum. Farz olanı yeterlidir ve Allah katında karşılığı kat kat fazla­dır, buyurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, cihâdın hangisi en üstün­dür? diye sordum. Atı yaralanan ve kanı akıtılan kişinin cihâdıdır, bu­yurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, kölelerin en üstünü hangisidir? diye sordum. Fiyatı en yüksek ve ehli katında en güzel olanıdır, buyurdular. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, sadakaların hangisi en üstündür? diye sor­dum. Fakirin güç yetirebileceği kadarı ve fakire gizlice verilenidir, bu­yurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, sana indirilen âyetlerin hangisi en büyüktür? diye sordum; Kürsî âyetidir, buyurduktan sonra şöyle de­vam ettiler: Ey Ebu Zerr, Kürsî ile birlikte yedi gök, çöle atılmış bir halka gibidir. Arş'm kürsîye olan üstünlüğü; çölün, o halkaya olan üs­tünlüğü gibidir. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, peygamberler kaçtır? diye sordum. Yüzyirmidörtbindir, buyurdular. Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar­dan kaçı rasûldür? soruma üçyüzonüç kalabalık ve temiz bir topluluk, cevâbını verdiler. Ben : İlkleri kim idi? diye sordum. Âdem, buyurdu­lar. O, hem nebî hem de rasûl müdür? diye sordum. Evet, Allah onu biz­zat yaratmış, ona kendi ruhundan üfürmüş ve ilk önce onu mükemmel kılmıştır, buyurduktan sonra şöyle devam ettiler : Ey Ebu Zerr, dördü Süryânîdir : Âdem, Şît, Hanûh —ki bu, İdrîs olup kalem ile yazanların ilkidir— ve Nûh. Dördü araptandır : Hûd, Şuayb, Salih ve ey Ebu Zerr senin peygamberin. îsrâiloğullanndan peygamberlerin ilki Mûsâ, so­nuncuları îsâ'dır. Rasûllerin ilki Âdem, sonuncuları ise Muhammed'dir. Ben : «Ey Allah'ın Rasûlü, Allah kaç kitap indirmiştir? diye sordum. Yüzdört kitâb: Allah, Şît'e elli sayfa, Hanûh'a otuz sayfa, İbrahim'e on sayfa. Tevrat'tan önce Musa'ya on sayfa indirmiştir. İncil, Zebur ve Furkân.

Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, İbrahim'in sayfaları ne İdi? diye sordum. Şöyle buyurdular : Tamâmı şu idi: Ey güçlü, mağrur ve imtihan edilen kral; ben seni, kat kat dünya malı toplaman için göndermedim. Fakat ben seni mazlumun duasını benden çeviresin, diye gönderdim. Kâfir bile olsa Ben, mazlumun duasını geri çevirmem. Onda şu misâl de vardı: Akıllıya gerekir ki; onun saatleri olsun : Rabbına yalvaracağı saat, nef­sini hesaba çekeceği saat, Allah'ın işleri üzerinde düşüneceği saat, yeme içme gibi ihtiyâçlarına tahsis edeceği saat. Akıllı kişinin şu üç şeyden başkasına meyletmemesi gerekir: Âhireti için azık hazırlama, hayatım düzeltme, ya da haram olmayan bir lezzet. Akıllı kişi zamanım iyi gör­meli, (zamanı hakkında basiret sahibi olmalı), işlerine yönelmeli, dilini korumalıdır. Sözünü, amelinden hesâblı tutan kişinin, kendini ilgilen­diren hususla* dışında sözü az olur.

Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, Musa'nın sayfalan neydi? diye sordum. Bütünüyle ibretlerden ibaretti: Ölümü hakkı ile bilip de sonra sevinene, kaderi kesinlikle bilip sonra kendini yorana, dünyayı ve dünya ehliyle birlikte onun değişmesini görüp de sonra onda huzur bulana, hesaba çekilmeyi kesinlikle bilip sonra da amel işlemeyene şaşarım.

Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, bizim ellerimizde İbrahim ve Musa'nın ellerinde olanlardan ve Allah'ın sana indirdiğinden herhangi bir şey var mı? diye sordum. Evet ey Ebu Zerr; «Doğrusu, arınan ve Rabbmın adını anıp namaz kılan felah bulmuştur. Fakat siz, dünya hayatını ter-cîh ediyorsunuz. Halbuki âhiret, daha hayırlı ve daha bakîdir. Şüphesiz ki, bu ilk sahîfelerdedir. İbrahim'in ve Musa'nın sahîfelerinde...» (A'lâ, 14-19) âyetlerini oku, buyurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, bana tav­siye et, dedim. Sana Allah'tan korkmayı tavsiye ederim, zîrâ bu, senin işlerinin başıdır, buyurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, bana daha fazla (bilgi) ver, dedim. Kur'an okumaya ve Allah'ın zikrine sanl; zira o, gökte senin için bir zikir, yeryüzünde senin için bir nurdur, buyurdular. Ben : Ey Allah'ın Rasûlü, bana arttır, dedim. Çok gülmekten sakın. Zîrâ o, kalbi öldürür ve yüzün nurunu giderir, buyurdular. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, bana arttır, dedim. Cihâda sarıl; zîrâ o, ümmetimin ruhbanlığıdır, buyurdular. Ben yine : Bana arttır, dedim. Hayır dışında, susmalısın. Muhakkak ki, susmak şeytânı kovucu, dinî işlerinde sana yardımcıdır, buyurdular. Ben yine : Bana arttır, deyince; senden aşağı olana bak, senden yukarda (üstün) olana baikma. Sana yakışan Allah'ın senin üzerine olan nimetlerini küçümsememendir, buyurdular. Benim : Bana arttır, demem üzerine; fakirleri sev ve onlarla birlikte otur. Zîrâ sana yakışan, Allah'ın sana olan nimetlerini küçümsememendir, buyur­dular. Ben yine: Bana arttır, deyince: Senden çekinseler bile yakın­larınla irtibat kur. (Onlara git, gel) buyurdular. Ben yine; bana art­tır, dedim. Acı bile olsa, gerçeği söyle, buyurdular. Ben: Bana arttır, dedim. Allah konusunda ayıplayanlann ayıplamasından korkma, buyur­dular. Ben yine : Bana arttır, dedim. İnsanlara kendi nefsinden bildi­ğin cevâbı ver (karşılığı ver). Sevdiğin hususlarda onlara kızma. Kendi nefsinden bilmediğin şeyleri, insanlardan bilmen ve sevdiğin hususlar­da onlara kızman, sana ayıp olarak yeter, buyurdular. Daha sonra eliyle göğsüme vurup : Ey Ebu Zerr, tedbîr gibi akıl, (kötülükten ken dini) kaçınmak gibi takva ve güzel huy gibi soysop yoktur, buyurdular.

Abdullah İbn İmâm Ahmed der ki: Babamın kitabında kendi el yazısıyla şöyle bulmuştum: Bana Abdülmüteâlî îbn Abdülvehhâb'ın... Ebu Vedâk'tan rivayetine göre; o, şöyle dedi: Ebu Saîd : Sen, haricîler Deccâl iledir dedin mi? diye sordu. Ben de dedim ki: Hayır, Allah Ra­sûlü (s.a.) şöyle buyurdular :.Ben, bin ya da daha çok peygamberin sonuncusuyum. Kendisine tâbi olunan hiçbir peygamber gönderilmemiş­tir ki, ümmetini ondan (Deccâl'den) sakındırmış olmasın. Başka hiç kimseye açıklanmayan şeyler bana açıklandı; o şaşıdır, muhakkak ki Habbınız ise şaşı değildir. Sağ gözü şaşı, gizlenemeyecek şekilde patlak­tır. Sanki kireçle sıvanmış bir duvardaki tükrük gibidir. Sol gözü ise, parlak bir yıldız gibidir. O, her dil hakkında bilgi sahibidir (her dili bilir). Yanında yeşil içinde sular akan cennet suretiyle, duman tüten siyah cehennem sureti vardır.

Bbu Ya'lâ el-Mavsılî'nin rivayetlerinin bulunduğu bir cüz'den bize şöyle rivayet edildi: Yahya İbn Maîn kanalıyla... Ebu Saîd'den rivayete göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular : Ben, bin kere bin veya daha çok peygamberi sona erdirdim. Allah Teâlâ'nm göndermiş olduğu hiçbir peygamber yoktur ki, kavmini Deccâl'den sakındırmış olmasın... ve râvî, hadîsin tamâmım zikretti. Hadîsin lafzında «Bin» kelimesi fazla­lığı vardır ki (diğer rivayetlerde bu) çıkarılmış olabilir. En doğrusunu Aîlalh bilir. İmâm Ahmed'in rivayetinin akışı ise, daha sağlam ve sahîh olmaya daha uygundur. Bu hadîsin isnâdmdaki râvîlerin hakkında bir şey söylenmiş değildir. Bu hadîs Câbir İbn Abdullah kanalıyla da riva­yet edilmiştir ki; Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr şöyle der : Bize Amr îbn Ali'­nin... Câbir'den rivayetine göre, Allah Rasûlü şöyle buyurdular : Ben, bin veya daha çok peygamberin sonuncusuyum. Onlardan hiçbir pey­gamber yoktur ki; kavmini Deccâl'den sakındırmış (Deccâl ile korkut­muş) olmasın. Onlardan hiçbirine açıklanmayan şeyler bana açıklan­mıştır. O (Deccâl) şaşıdır. Rabbımz ise asla şaşı değildir.

«Ve Allah Mûsâ ile konuşmuştur.» âyeti Mûsâ (a.s.) yi bu sıfatla şe­reflendirme olup bunun için kendisine «Kelîm» denilmiştir. Hafız Ebu Bekr îbn Merdûyeh der ki: Bize Ahmed İbn Muhammed İbn Süleyman el-Mâlikî'nin... Abdülcebbâr İbn Abdullah'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir ; Bir adam Ebu Bekr İbn Ayyâş'a gelerek : Birisinin «Ve Mûsâ, Allah ile konuşmuştu.» şeklinde okuduğunu duydum, dedi. Ebu Bekr de : Bunu ancak fcâfir olan okur. Ben A'meş'e, A'meş de İbn Vessâb'a, Yahya İbn Vessâb da Ebu Abdurrahmân es-Sülemî'ye, Ebu Abdurrahmân da Ali İbn Ebu Tâlib'e, Ali İbn Ebu Tâlib ise Rasûluîlah (s.a.) a «Ve Allah, Mûsâ ile de konuşmuştu.» şeklinde okumuştur. Ebu Bekr İbn Ayyaş —Allah ona rahmet eylesin— böyle okuyana şiddetle kızmıştır. Zîrâ bu, Kur'an'ın lafzını ve mânâsını tah­riftir. Böyle okuyan kişi, Allah'ın Mûsâ (a.s.) ile veya yaratıklarından biriyle konuştuğunu inkâr eden .Mu'tezile mezhebinden idi. Bize Mu'te-zile'den biri tarafından rivayet edildiğine göre; bu kişi, âlimlerden birine «Ve Mûsâ, Allah ile de konuşmuştu.» şeklinde okuyunca o âlim : Ey kokmuşun oğlu, «Mûsâ ta'yîn ettiğimiz vakitte gelince ve Rabbı onunla konuşunca...» (A'râf, 143) âyetini ne yapacaksın? demiş ve bununla bu konunun tahrif ve yorum ihtimâli olmadığını kasdetmiştir.

îbn Merdûyeh der ki: Bize Muhammed İbn Ahmed İbn İbrahim'in... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Allah Rasülü şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ Mûsâ ile konuştuğunda, Safa üzerinde karanlık gecede ka­rıncanın hareketi görülürdü. Bu, garîb bir hadîs olup isnadı sahîh de­ğildir. Mevkuf olarak sahîh olsaydı daha iyi olurdu.

Mustedrek'inde Hâkim ve İbn Merdûyeh, Humeyd İbn Kays el-A'raç kanalıyla... İbn Mes'ûd'dan rivayet ettiler ki; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Rabbı kendisiyle konuştuğu günde Musa'nın üzerinde yünden bir cübbe, yünden bir örtü, yünden bir şalvar ve merkeb deri­sinden iki nalın vardı.

İbn Merdûyeh'in Cüveybir kanalıyla... îbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Teâlâ üç günde Musa'ya yüzkırkbin keli­me ile seslendi. Tamâmı vasiyyetler idi. Mûsâ, insanların sözünü du­yunca kulaklarında Rabbın kelâmından vuku' bulan (te'sîrden) dolayı onlara kızmıştı. Bu hadîsin de isnadı zayıftır. Hadîsin isnâdmdaki Cü­veybir zayıftır. Dahhâk ise İbn Abbâs'a yetişmemiştir. İbn Ebu Hatim, İbn Merdûyeh ve başkalarının Fadl îbn îsâ er-Rakkâşî kanalıyla.., Câ-bir İbn Abdullah'dan rivayet ettikleri hadîse gelince; Câbir İbn Abdul­lah §öyle demiş : Allah Teâlâ Tûr günü Mûsâ ile konuştuğunda onunla, ona nida ettiği gündeki sözünden başka bir sözle konuşmuştur. Mûsâ Rabbma : Ey Rabbım, bu, benimle daha önce konuştuğun sözün müdür? diye sormuş; Allah Teâlâ da : Hayır ey Mûsâ, ben seninle onbin dil kuv­vetiyle konuştum. Bütün dillerin kuvveti, Benim içindir ve Ben onların hepsinden daha kuvvetliyim, demişti. Mûsâ, İsrâiloğullarma dönünce Ey Mûsâ, bize Rahmân'ın sözünü tavsif et, dediler. Onun; buna gücüm yetmez, demesi üzerine; bize onun benzerini söyle, demişler ve o da: «Yıldırımların sesini duymadınız mı? O, ona yakındır, ama o da de­ğildir, diye cevâb vermiştir. Bu hadîsin isnadı da zayıf olup isnâdmdaki Fadl îbn îsâ er-Rakkâsî zayıftır.

Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer'in... Kâ'b'dan rivayet ettiğine göre; o, şöyle demiştir : Allah Teâlâ Mûsâ ile konuştuğunda, kendi sözü dışındaki bütün dillerle konuşmuştur. Mûsâ ona : Ey Rabbım, bu Senin sözün mü? diye sormuş. Allah Teâlâ da : Hayır, şayet seninle kendi sö­zümle konuşsaydım, bu ona uygun gelmezdi, buyurmuştur. Musa'nın: Ey Rabbım, yaratıklarından Senin sözüne benzer bir şey var mıdır? so­rusuna karşılık da Allah Teâlâ : Hayır, yaratıklarımdan Benim sözüme en fazla benzeyeni yıldırımlardan işittiğinizden daha şiddetlidir, buyur* muştur. Bu hadîs, Kâ'b el-Ahbâr'da mevkuf olup o, bunu İsrâiloğul-larının haberlerini içeren geçmiş kitaplardan hikâye etmektedir. Bu kitaplarda ise hem zayıf hem de kuvvetli kaviller bulunmaktadır.

Allah Teâlâ: «Müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler olarak...» bu­yuruyor ki onlar, Allah'a itaat eden, O'nun rızâsına hayırlarla uyan­ları müjdeler, O'nun emrine'muhalefet eden ve Rasûllerini yalanlayan­ları da azâb ve ceza ile korkuturlar.

Allah Teâlâ: «Tâ ki peygamberler geldikten sonra insanların, Al­lah'a karşı hüccetleri kalmasın. Allah Azız ve Hakîm olandır.» buyuru­yor.

Allah Teâlâ kitaplarını indirmiş, Rasûllerini müjde ve uyanlarla göndermiş, sevip hoşlandıklarını, hoşlanmayıp kabul etmediklerini, hiç kimsenin bir ma'zereti kalmasın diye beyân edip açıklamıştır. Başka âyetlerde de Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Eğer onları daha evvel azaba uğratarak yoketseydik; Rabbımız, bize bir peygamber gönderseydin de alçak ve rezîl olmazdan Önce âyetlerine uysaydık olmaz miydi? diyecek­lerdi.» (Tâhâ, 134), «Yaptıklarından ötürü başlarına bir musibet geldiği zaman...»  (Kasas, 47).

Buhârî ve Müslim'de İbn Mes'ûd'dan rivayet edilen bir hadîs-i şe-rîf'te Allah Rasûlü şöyle buyurur: Allah'tan daha kıskanç hiç kimse yoktur. Bu sebeple gizli ve açık bütün kötülükleri (haddi tecâvüz olan her bir ameli) yasaklamıştır. Övmeyi Allah'dan daha fazla seven hiç kimse yoktur. Bunun için Allah Teâlâ, nefsini övmüştür. Allah Teâlâ'-dan Özür dilemenin kendisine daha sevimli olduğu hiç kimse yoktur. Bunun içindir ki Allah Teâlâ, peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu (uyarıcı) olarak göndermiştir. Hadîsin bir başka ifâdesinde ise, «Bu se­bepledir ki; Rasûllerini göndermiş, kitaplarını indirmiştir.» denilmiştir.[11]

*****************************************

 

İzahı

 

166  — Lâkin Allah, sana indirdiğine   şâhidlik eder. Onu bilerek indirmiştir. Melekler de şâhidlik ederler. Esa­sen şâhid olarak Allah yeter.

167  — Muhakkak ki küfredip insanları Allah yolun­dan alıkoyanlar, derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.

168  — Muhakkak ki küfreden ve zulmedenleri Allah bağışlayacak ve onları doğru yola iletecek değildir.

169  — Ancak cehennem yoluna (iletecektir).   Onlar orada temelli kalıcıdırlar. Bu ise Allah'a pek kolaydır.

170  — Ey insanlar, Peygamber size Rabbınızdan ger­çekle geldi.   Kendi yararınıza olarak hemen îmân edin. Eğer küfrederseniz; muhakkak ki, göklerde ve yerde olan­lar Allah'ındır. Allah Alîm, Hakîm olandır.

 

Ey İnsanlar Hz. Muhammed'e Uyun

 

«Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere... vahyettiğimiz gibi şüp­hesiz sana da vahyettik...» âyet-i kerîme'si Hz. Peygamber (s.a.) in pey­gamberliğini îsbât ve onun peygamberliğini inkâr eden müşrikler ile ehl-i kitâb'a bir redd mânâsı taşıdığı için, burada Allah Teâlâ : «Lâkin Allah sana indirdiiğne şâhidlik eder.» buyurmaktadır. Yani ey Rasûlüm, seni yalanlayıp sana muhalefet eden kâfirler sana inanmıyor ve küfredi­yorlarsa da Allah Teâlâ senin, O'nun elçisi olduğuna şehâdet eder. Öyle bir elçisin ki sana : «Önünden de, ardından da bâtıl sokulamaz. O, Ha­kîm, Hamîd katından indirilmiştir,» (Fussilet, 42) olan Kur'an-ı Azîm'i indirmiştir. Bunun içindir ki, burada «Onu, bilerek indirmştir.» buyur­maktadır. Onda Allah Teâlâ'nm kullarına bildirmek istediği ilmi var­dır. Onda hüccetler, hidâyet, furkân, Allah'ın sevip hoşnûd oldukları, hoş görmeyip kabul etmedikleri, geçmiş ve geleceğe dâir gayb ilimleri, Allah Teâlâ'nın bildirdikleri dışında ne bir nebinin, ne bir rasûl'ün, ne de ona yakın meleğin bilemeyeceği mukaddes sıfatlarının zikri vardır. Allah Teâlâ başka âyetlerde de şöyle buyurur: «Dilediği kadarından başka O'nun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.» (Bakara, 255), «Onların hiçbirinin ilmi asla bunu kavrayamaz.» (Tahâ, 110).

tbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseynin... Atâ îbn Sâib'den rivayetine göre o, şöyle demiştir: Ebu Abdurrahmân es-Sülemî bana Kur'an okuttu. Kendisine birisi Kur'an okuduğunda şöyle derdi: Al­lah'ın ilmini aldın. Bu gün, ameli ile olan üstünlük dışında senden da­ha üstün hiç kimse yoktur. Sonra da şu âyeti okudu :, «Onu bilerek in­dirmiştir. Melekler de şâhidlik ederler. Esasen şâhid' olarak Allah ye­ter.»

Allah Teâlâ: «Melekler de şâhidlik ederler.» buyuruyor ki, Allah Teâlâ'nın bu hususta sana şâhidlik etmesiyle birlikte onlar da Allah Teâlâ'nm sana vahyedip indirdiği ve sana gelen şeylerin doğruluğuna şâhidlik ederler.

Muhammed İbn İsh&k der ki: Muhammed İbn Ebu Muhammed kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayete göre; o, şöyle demiştir: Yahudiler­den bir grup Rasûlullah (s.a.) in yanına vardı. Allah Rasûlü onlara şöyle buyurdu : Muhakkak ki ben, Allah'ın Rasûlüyüm. Onlar: Biz bu­nu bilmiyoruz, dediler de Allah Teâlâ: «Lâkin Allah sana indirdiğine şâhidlik eder, onu bilerek indirmiştir...)) âyetini indirdi.

Allah Teâlâ : «Muhakkak ki küfredip insanları Allah yolundan alı­koyanlar, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.» buyuruyor ki; onlar kendileri küfredip hakka uymamışlar, insanları ona uymak ve tâbi olmaktan çevirmeye çalışmışlar, haktan çıkararak saptırmışlar ve ondan bütün bütün uzaklaşmışlardır.

Sonra Allah Teâlâ; âyetlerini, kitabını ve Rasûlünü inkâr eden, bununla ve insanları Allah'ın yolundan çevirmekle (yasakladığı) günâh­ları işlemekle, haramlarım hiçe saymakla kendilerine zulmedenler hak­kındaki hükmünü haber veriyor, onları asla bağışlamayacağım onları (hayır) yoluna iletmeyeceğini ancak cehennem yoluna ileteceğini, onların orada temelli kalıcı olduklarım bildirmektedir.

Allah Teâlâ :L «Ey insanlar, peygamber size Rabbmızdan gerçekle geld. Kendi yararınıza olarak hemen îmân edin,» buyuruyor ki, Mu­hammed (s.a.) size hidâyeti, hak dini, Allah'dan şifâ verici (yeterli) açıklamayı getirmiştir. Onun getirdiğine îmân edin ve ona uyun ki; bu, sizin yararınıza olacaktır.

Sonra Allah Teâlâ: «Eğer küfrederseniz; muhakkak ki, göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır.» buyuruyor. Allah Teâlâ sizden ve sizin îmânınızdan müstağnidir. Sizin küfretmenizle ona, hiçbir zarar gelmez. Nitekim 4)aşka bir âyette: «Mûsâ: Siz ve yeryüzünde bulunanların hepsi nankörlük etseniz muhakkak ki Allah; (hepinizden) müstağni ve hamde lâyık olandır, demişti.» (îbrâhîm, 8) buyururken; burada da şöy­le buyurmaktadır : «Allah Teâlâ (sizden kimin hidâyete hak kazandığını) bilir de onu hidâyete eriştirir. Kimin azgınlık ve sapıklığa (hak ka­zandığını) bilir de (onu sapıklığa düşürür.) O, sözlerinde, işlerinde, şe­riatında ve takdirinde) hakîm olandır.»[12]

 

İzâhı

 

 

171 — Ey ehl-i kitâb, dininizde taşkınlık etmeyin. Al­lah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu îsâ Mesîh, Allah'ın peygamberi, O'nun Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur. Allah'a ve peygamber­lerine îmân edin. Allah üçtür, demeyin. Kendi yararınıza olarak bundan vazgeçin. Allah sadece bir tek ilâhtır. Ço­cuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde olanlar da, yerde olanlar da O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.

 

Allah Üçtür Diyen Hıristiyanlar

 

Allah Teâlâ haddi aşmak ve övmede ileri gitmekten men'ediyor. Bu, Hıristiyanlarda çoktur. Onlar İsa'yı doğrulamanın hududunu te­câvüz etmişler ve onu Allah Teâlâ'nın kendisine vermiş olduğu derece­nin üstüne yükseltmişlerdir. Onu, peygamberlik makamından alıp Al­lah'a ibâdet ettikleri gibi Allah'dan başka ibâdet edecekleri bir ilâh edinmişlerdir. Hattâ onun dini üzere olduklarım sananlardan bazısı, onun taraftarları ile ona uyanlar hakkında da haddi aşarak onların günahsız olduklarını ileri sürmüşler, hak ya da bâtıl olsun, sapıklık ya da doğru yol olsun, sıhhatli ya da yalan olsun, onların her söylediklerine uymuşlardır. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ: «Onlar Allah'dan gayrı hahamlarım ve râhiblerini rablar edindiler...» (Tevbe, 31) buyur­muştur.

İmâm Ahmed der ki: Bize Hüşeym'in... Ömer'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır :

Hıristiyanların Meryem oğlu (îsâ'yı) övmede ileri gittiği gibi, beni aşın övmeyiniz. Muhakkak ki ben, sadece O'nun kuluyum. Binâenaleyh; Allah'ın kulu ve Rasûlü, deyin.

Hadîsi İmâm Ahmed ve Ali İbn el-Medînî, Süfyân İbn Uyeyne'den, o da Zührî'den rivayet etmiştir. Ali İbn el-Medînî hadîsin isnadının sa­hih olduğunu söylemiştir. Hadîsi Humeydî kanalıyla... Zührî'den riva­yet eden Buhârî'nin lafzı şöyledir : Muhakkak ki ben sadece bir kulum. Allah'ın kulu ve elçisi deyiniz.

İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan îbn Musa'nın... Enes İbn Mâlik'-den rivayetine göre; bir adam :

Ey Muhammed, ey efendimiz, ey efendimizin oğlu, ey en hayırlımız ve en hayırlımızın oğlu, demişti. Allah Rasûlü şöyle buyurdular: Ey insanlar, bu sözünüzden sakının. Şeytân sizi alıp götürmesin (şeytân sizi saptırmasın). Ben Abdullah oğlu Muhammed'im. Allah'ın kulu ve elçisiyim. Allah'a yemîn ederim ki, Allah Teâlâ'nın beni koymuş olduğu dereceden daha yükseğine beni yükseltmenizi sevmem ve istemem. Ha­dîsi bu yönden sadece İmâm Ahmed rivayet etmiştir.

Allah Teâlâ : «Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin.» buyuruyor. O'na iftira etmeyin; O'nun arkadaşı ve çocuğu vardır, demeyin. Allah Teâlâ bütün bunlardan yücedir, münezzehtir, mukaddestir, büyüklü­ğünde, azametinde, yegânedir. O'ndan başka ilâh ve Rabb yoktur. Bu­nun içindir ki: «Meryem oğlu îsâ Mesîh Allah'ın peygamberi, O'nun Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur.» buyurmuştur. O, Allah'ın kullarından bir kul, Allah'ın yaratıklarından bir yaratıktır. Ona; ol, demiş, o da olmuştur. O'nun elçilerinden bir elçi ve O'nun Meryem'e ulaştırdığı bir kelimesidir. Yani Allah Teâlâ, onu Cibril (a.s.) in Meryem'e getirdiği bir kelime ile yaratmıştır. Cibril, Rabbınm izni ile ruhundan ona üfürmüş ve Allah'ın izni ile îsâ olmuştur. Cibril, Meryem'in elbisesinin yenine üfürmüş ve bu onun avret mahalline inmiştir ki bu, babanın anayı döllemesi kabîlindendir. Hepsi de Allah Teâlâ'nın yaratmasıyla olmuştur. Bunun içindir ki, îsa'ya «O, Allah'ın bir kelimesi ve O'ndan bir ruhtur.» denilmiştir. Zîrâ onun, kendisinden doğduğu bir baba yoktur. O, ancak Cibril'in ona söylemiş olduğu «Ol» kelimesi ile olmuş ve Cibril'in Meryem'e getirdiği ruhtan neş'et etmiş­tir. Allah Teâlâ başka âyet-i kerîme'Ierde de şöyle buyurur: «Meryem oğlu Mesîh, peygamberden Traşka bir şey değildir. Ondan Önce de pey­gamberler geçmiştir. Annesi de dosdoğru bir kadındı. îkisi de yemek yerlerdi.» (Mâide, 75), «Hakîkat, Allah katında îsâ'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Allah onu toprakdan yarattı. Sonra ona «Ol» dedi, o da oluverdi.» (Âl-i îmrân, 59), «Mahrem yerini koruyan (Meryem'e) de ruhumuzdan üflemiş, onu da oğlunu da âlemler için bir mucize kıl­mıştık.» (Enbiyâ, 91), «Mahrem yerini korumuş olan İmrân kızı Mer­yem'i de...» (Tahrîm, 12).

Allah Teâlâ Mesîh'den bahsederek de şöyle buyurmuştur: «O, sa­dece kendisine nimet verdiğimiz... bir kuldur.»  (Zuhruf, 59).

Katâde'den  rivayetle...  Abdürrezzâk  der ki:   «O'nun  Meryem'e ulaştırdığı kelimesi...» «Ol» sözü gibidir ve o da olmuştur.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ahmed îbn Sinan el-Vâsıtî'nin rivaye­tine göre o; «O'nun Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur.» âyeti hakkında Şâz İbn Yahya'nın şöyle dediğini işitmiş: Ke­lime, îsâ olmuş değildir. Ancak kelime ile îsâ olmuştur.

Bu, İbn Cerîr'in ((Meryem'e ulaştırdığı kelimesi...» âyeti hakkında; ona bildirdiği kelimesi, şeklindeki açıklamasından daha güzeldir. İbn Cerîr: «Melekler demişti ki: Ey Meryem, Allah kendinden bir keli­meyi sana müjdeliyor.» (Âl-i îmrân, 45) âyetinde de böyle bir açıklama getirmiş ve bunları: «Sen, Sana bu Jdtâbın verileceğini ummazdm. Bu, ancak Rabbınm bir rahmetidir.» (Kasas, 86) âyeti gibi değerlendiril­miştir. Ancak sahîh olanı, Cibril'in kelimeyi Meryem'e getirdiği ve ona Allah'ın izni ile üfürerek îsâ (a.s.) nın olduğudur.

Buhârî der ki: Bize Sadaka İbn Fadl'ın... Ubâde İbn Sâmit'den ri­vayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Kim tek ve ortağı olmadığı halde Allah'dan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna İsa'nın Allah'ın kulu, elçisi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve O'ndan bir rûh olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna şehâdet ederse; Allah Teâlâ yapmış olduğu amel üzerine onu cennete koyar. Râvî Velîd der ki: Bana Abdurrahmân İbn Yezîd îbn Câbir'in... Cünâde'den rivayetinde şu fazlalık vardır: Cennetin sekiz kapısından dilediğinden onu cennete sokar.

Hadîsi Müslim de Dâvûd îbn Rüşeyd kanalıyla... İbn Câbİr'den, değişik bir kanaldan da Evzaî'den rivayet etmiştir.

Gerek âyette ve gerekse hadîste geçen «Kendinden bir ruhtur.» kısmı; «Göklerde olanları, yerde olanları, hepsini, size müsahhar kılmış­tır.» (Câsiye, 13) âyeti gibidir ki; O'nun yaratmasından ve O'nun ka-tmdandır, anlamında olup buradaki harfi cer Hıristiyanla­rın —Allah'ın devamlı la'neti onların üzerine olsun— söylediği gibi teb'îz için olmayıp gayenin başlangıcı içindir. Nitekim diğer âyette de böyledir.

«Kendisinden bir ruhtur.» âyeti hakkında Mücâhİd : O'ndan bir el­çidir, açıklamasını getirirken; bir başkası da; O'ndan bir sevgidir; açık­lamasını getirir ki, birinci açıklama daha kuvvetli olup o, yaratılmış bir ruhtan yaratılmıştır. Ruhun Allah'a izafe edilmesi ise, şu âyetlerdeki deve ve Beyt'in Allah'a izafesi gibi onu şereflendirme kabîlindendir: «İşte size bir âyet olarak Allah'ın dişi devesi...» (A'râf, 73), «Tavaf edenler... için evimi temiz tut...» (Hacc, 26). Nitekim sahîh bir hadîste; ftabbımın huzuruna O'nun evinde girerim; Duyurulmuştur ki; burada Allah Rasûlü şereflendirme maksadıyla evi Allah'a izafe etmiştir. Bun­ların hepsi aynı kabilden, aynı cinstendir.

Allah Teâlâ:  «Allah'a ve peygamberine îmân edin.» buyuruyor.

Allah'ın Vâhid, Ahad olduğunu, arkadaşı ve çocuğu olmadığını tasdîk ediniz. Kesin olarak biliniz ki îsâ, Allah'ın kulu ve elçisidir. Bunun içindir ki, «Allah üçtür demeyin.» buyurmuştur. îsâ'yı ve annesini Al­lah'la birlikte O'na iki ortak koşmayınız. Allah Teâlâ bundan yüce ve münezzehtir.

Allah Teâlâ; Mâide sûresinde: «Allah, gerçekten üçün üçüncüsü-dür, diyenler andolsun ki, kâfir olmuşlardır. Halbuki" hiçbir tanrı yok­tur. Ancak bir tek tanrı vardır.» (Mâide, 116) buyurmuş, yine aynı sû­renin başında da: «Andolsun ki; Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir, <Jiyenler kâfir olmuşlardır.» (Mâide, 17) buyurmuştur. Hıristiyanlar —Allah'ın lâ'neti onların üzerine olsun— in bilgisizliklerine ve küfür­lerine hadd ve hudûd yoktur. Onların sözleri ve sapıklıkları yayılmıştır. Onlardan îsâ'nın ilâh olduğuna, onun Allah'ın ortağı olduğuna, onun Allah'ın oğlu olduğuna inananları vardır. Onlar, bir çok gruplara, muh­telif görüşlere ve bir araya gelmeyen sözlere sahiptirler. Mütekellim-lerden birisi; Hıristiyanlardan on kişi bir araya gelse; mutlaka onbir çeşit görüşe ayrılırlardı, demekle ne güzel söylemiştir, Onlann meşhur âlimlerinden birinin —ki bu, hicrî dörtyüz senesi dolaylarında tsken-tjeriyye patriği olan Saîd İbn el-Batrîk'tır.— zikrettiğine göre; onların ifadeleriyle büyük konsil, aslında küçük ve hakîr bir hıyanet olan büyük bir konsilde toplanmışlardı. Bu, meşhur (Konstantaniyye) şehrinin bânîsi olan Konstantin'in hükümranlık günlerinde idi. Onlar, sayısız ihtilâflar içine düşüp bölünmüşlerdi. İkibinden daha fazla papaz bir araya gelmişti. Bir çok hiziplere ayrılmışlardı. Onlardan her elli kişi, her yirmi kişi, her yüz kişi, her yetmiş kişi ve daha fazlasıyla, daba eksi­ğiyle —gruplar değişik söz ve görüşlere sahiptiler. Onlardan bir grup üçyüzonsekiz kişinin bir söz ve görüşte birleştiklerini görünce kral —fi­lozof ve hey'et' sahibi birisiydi— onlann görüşünü alıp yardım ve des-tekde bulundu. Diğer görüşlerin ise imhasını, bâtıl kabul edilmesini emretti. Bu üçyüzonsekiz kişinin hilesi bir nizâma sokuldu, onlar İçin kiliseler bina edildi^onlar için kitaplar ve kanunlar koydular, küçük ço­cuklara telkin ettikleri, inanmak ve çocukların vaftiz edilmesi sırasında söylenmek üzere bir amentü ihdas ettiler. Bunlara tâbi olanlar Melî-kiyye diye adlandırılır. Sonra ikinci bir konsilde toplanmışlar ve içle­rinde Ya'kûbiyye ortaya çıkmıştır. Toplanan üçüncü konsilde ise, arala­rında Nastûriyye meydana geldi. Bu mezheplerin hepsi de mesîh hak­kında ekânîm-i selâse'yi kabul eder. Ancak bunun keyfiyyeti, lâhût ve nâsût konularında ihtilâf etmeleridir. Lâhût ve Nâsût birleşmiş mi, bir-leşmemiş mi, imtizaç etmiş mi, yoksa ayrılmış mı? Bu konuda her bir mezheb, kendi zanları doğrultusunda olmak üzere üç görüşe ayrılmış­tır. Onlardan her biri diğer mezhebi tekfir eder, biz ise her üçünü bir­den tekfir ederiz. Bunun için Allah Teâlâ «Kendi yararınıza olarak bundan vazgeçin. Allah sadece bir tek ilâhtır. Çocuğu olmaktan mü­nezzehtir. Göklerde olanlar da, yerde olanlar da O'nundur. Vekîl olarak Allah yeter.» buyurmuştur. Bütün bunlar O'nun mülkü, yaratığıdır. On­da olanların hepsi O'nun kullan olup O'nun tedbîr ve tasarrufu altın­dadır. O, her şey üzerine vekîl'dir. O'nun onlardan dostu ve çocuğu nasıl olabilir? Nitekim başka âyetlerde de şöyle 'buyurmaktadır : «Gökleri ve yeri yoktan varedendir. O'nun nasıl çocuğu olabilir?» (En'âm, 101), «Bir kısım kimseler : Rahman çocuk edindi, dediler. Andolsun ki, or­taya çok kötü bir şey attanız... Kıyamet günü hepsi O'na tek olarak ge­lecektir.»   (Meryem, 88-89, 95).[13]

 

İzahı

 

Şeyh Abdülganî en-Nablûsî (Kuddise sırnhu) Keşf isimli eserinde der ki: Hıristiyanların besmelesi Vâhid, Ahad ve mutlak gayba âit olan ilâhî emrin üç hazretine işaret etmektedir. Baba, Allah Teâlâ'nın ilk mahlûku olan ruha işarettir. Nitekim haberde böyle vârid olmuştur. Ve bu akıl, kalem ve Muhammedî hakîkat adını alır. Ve o, Allah Teâlâ'-ya izafe edilerek teşrif ve ta'zîm için Allah'ın ruhu denir. Allah'ın devesi dendiği gibi. Ruh el-Kudüs ise, aynı şekilde ona işarettir. Onun, Hz. Meryem'in bedenine üfürülmüş düzgün bir insan suretinde zuhur et­mesi nedeniyle ona rûh denir. Oğul ise, îsâ Aleyhisselâm'a işarettir. Ve o, ruhun üfürülmesi sebebiyle tekevvün ettiğinden dolayı ruhun oğlu­dur. Baba oğuldur. Oğul gerçekte Rûh el-Kudüs ve mutlak gaybtır. Her üç sıfattan münezzeh ve mukaddestir. Çünkü o, kendisi olarak; onunla beraber hiçbir şey yoktur, ve olması da mümkün değildir. Bu sebeple o, münezzehtir. Öyleyse İncil'in besmelesi ilâhî sıfatların ve rabbânî isim­lerin makâmlarındandır. Yoksa kudsî zâtın makamlarından değildir. Sonra hiçbir vehmedenin öyle vehmetmemesi gerekmektedir. Çünkü bizim sûfî efendilerimizin sözlerinden, hıristiyanlann sözlerine benzer bazı mırıltılar aktarılmıştır. Onların meşrebinden zevk almamış, sözle­rinin hakîkatma muttali olmamış kimselerin iddiaları bu vecihdedir. Çünkü sûfî efendilerimiz (Allah bizi onlardan yararlandırsın) gözü perdeli olanların onlara nisbet ettikleri tecsîm, ayniyet, ittihâd ve hulul gibi inançlardan uzaktırlar. Onlar tecsîm görüşünü serdetmemişlerdir. Ancak onlara göre, Hak sübhânehû'nun sâf varlık olduğu kendi zâtıyla var olduğu, kendi zâtıyla kâim olduğu ve teayyün ettiği kesinleşmiş­tir. Her cisim amâ hakîkatlara dağılmış olan, vücûd şeklinde yok olan mâhiyetlerinin, kabiliyetleri gereğince taayyün etmiştir. Yok olan mâ­hiyetleri gereğince yaygınlaşmış olan taayyün eden sûretleriyle kendi zâtları taayyün etmiş olan mâhiyetten mücerred varlık diye birşey yok­tur. Öyleyse kendi zâtıyla taayyün eden mâhiyetten mücerred bir varlığın cisim hali diye birşey de yoktur. Ve o; mâhiyetten mücerred, kendi zâtıyla cisim olarak taayyün eden vücûd diye birşeyin bulunmadığı şeye dönüşür ki, istenen de budur.

Onlar, ayniyet görüşünü de söylememişlerdir. Çünkü Hak Teâlâ, sâf varlıktan bilinenin kendisidir. Yaratıklar ise, yok olan mâhiyetleri uyarınca taayyün etmiş, gerçeklere yayılmış olan varlıkta zahir olmuş suretlerdir. Ve kendi zâtıyla taayyün etmiş mâhiyet ve bu taayyün ediş uyarınca mâhiyete yaklaşmış mâhiyetten mücerred hiçbir şey yoktur. Buna Şeyh el-Ekber (Muhyiddin tbn el Arabî) Kuddise Sırrıhu'nun Fü-tûhâtın beşyüzellisekizinci babında söylemiş olduğu görüş şehâdet eder. Orada bast halinden sonra bedî hazretini zikrederken der ki, bu da sana gösteriyor ki; bu alem, Hafck'm aynından ibaret değildir. Sadece Hakk'ın vücuduyla zahir olmuştur. Eğer Hakk'ın aynı olsaydı, onun sonradan var edilmiş olması doğru olmazdı, Gaybın anahtarları O'nun katandadır. O'ndan başkası gaybı bilemez, kavli de bu babta söylenmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, gaybın bilgisiyle eşsiz olduğunu belirtmiş ve kendinden baş­kasında bilgiyi nefyetmiştir. Bu âyet te sana gösteriyor ve bildiriyor ki; sen o değilsin. Eğer o olsaydın, kendi zâtında gaybm anahtarlarını bilirdin. Sen onu, ancak bir duruşla bildiğine göre, sen duruşun aynı da değilsin. Daha başkalan da böyle demişlerdir. Şeyh Şerâfeddîn İsmâîl, Şerh el-Tecelliyât isimli eserinde Şeyh el-Ekber Kuddise Sırrıhûdan nak­len der ki; mümkün varlıklar, Allah Teâlâ'nın izhâr edişiyle zahir ol­duklarından ve böylece kesinlik kazandığından mümkün varlığın bu hakikati ortadan kaldırması imkânsızdır. Binâenaleyh Allah'ın büyük­lüğü karşısında, alçak gönüllü olmak ona huşu' etmek durumunda kal­mıştır. Bu ebedî secdedir ki, kulun kendi hakikatim bilmesinden iba­rettir.

Buradan Allah Teâlâ'nın, «Ben onun gören gözü ve işiten kulağı olurum,» kudsî hadîsinin hakikati öğreniyor. Bu görüntüden bazı ger­çekler, güçsüz kimselere ayan olunca dediler ki, ben Hakk'ım. Bunun üzerine sarhoş olup sayha vurdular. Onun gayb olması nedeniyle hakî-katı gerçekleşmemiştir.

Sûfî efendilerimiz ittihâd görüşünü de söylememişlerdir. Çünkü ittihâd ya sâf varlığın maddeden mücerred olan, bizâtihî sâf olan varlı­ğın yok olan mâhiyete ilişmesi ve onun sayesinde taayyün etmesiyle, ya da aksi ile olur. Bu ise, her İM şekli ile muhaldir. Çünkü mâhiyetten te-cerrüd Allah Teâîâ'nın zâtına hâs bir özelliktir. Ona yaklaşmak ise, mümkünün zâtına hâs bir özelliktir. Zâta hâs özellik ise zail olmaz,

Şeyh-i Ekber (Kuddise Sırnhu)nun ma'rifet kitabında belirttiği gibi; ittihâd, iki zâtı bir tek zât kılmak ise; bu muhaldir. Çünkü iki zât ittihâd halinde mevcûd iseler, bu takdirde onlar bir zât değil iki zâttırlar. Eğer bir varlık yok olur diğeri sabit olursa, bu takdirde iki zâtın bir­leşmesi yok, tek bir zât vardır. Ya kitabında —ki bu Huve kitâbııdr— şöyle der: îttihâd imkânsızdır. Ve konuyu inceledikten sonra neticede şu görüşü zikreder. İttihâd, ne mânâ bakımından ne de suret bakımın­dan kesinlikle yoktur. Fütûhât'm beşinci babında da Hak Teâlâ'nın küllî ruha seslenişi sadedinde der ki: Ben, ilâhî esrarı sana ulaştırma şeklini bilmeni engelledim. Çünkü senin, onun müşahedelerine tahammül gü­cün yoktur. Eğer sen o esrarı bilecek olsaydın, inniyet ile birlik olurdun. İnniyet ile birlik ise muhaldir. Bu sebeple senin o esrarı görmen mu­haldir. Bileşik inniyeti, basitin inniyetine dönüşebilir mi? Hakîkatları ters çevirmeye imkân yoktur.

Hulul fikrini de Sûfî efendilerimiz söylememişlerdir. Çünkü onlar, hululü bazen bağlılık yoluyla meydana gelme, bazen de var olanın bir yerde kâim olması şeklinde tefsir etmişlerdir. Bilindiği gibi vâcib Teâlâ; kendi zatıyla kâim olan ve aynı şekilde taayyün eden sâf varlıktır. Onun başkası ile kâim olması muhaldir. Şeyh el-Ekber (Kuddîse Sırnhu) Fü­tûhât'm ikiyüzdoksanikinci babında der ki: Güneşin ışığı dolunayın üzerini aydınlattığında, dolunaysız verdiği hükümden daha farklı hü­küm verir elbette. (?) Bunda şüphe yoktur. Aynı şekilde ilâhî iktidar da bir kişide tecellî edince, yaratıktan birçok fiiller zuhur eder. Herne kadar bu fiiller, ilâhî iktidar yoluyla ise de hüküm farklı olur. Çünkü o, aynada tecellîsi görülen suretin parlaklığı gibidir. Bilindiği gibi akıl yoluyla ayın kendiliğinden güneşin ışığından bir ışık olmadığı bilinir. Ve güneş bizatihi aya intikâl etmiş değildir. Sadece ay, güneş tarafın­dan aydınlatılmıştır. Kul da böyledir. Onda yaratıcısından hiçbir şey yoktur ve hiçbir şey ona hulul etmemiştir. O, sadece yaratıcı tarafından aydınlatılmıştır. Bu aydınlık, ona tahsis edilmiş ve gösterilmiştir.

Hululün reddi konusundaki ifâde de budur. Münkirlerin ve gerçek­ten gözü kapalı olanların yanılmalarının kaynağı, bu efendilerimizin (Allah bizi onlardan yararlandırsın) sözlerini anlamamalarıdır. Onu, söyledikleri anlama göre kavrayamamalarıdır. Onlar hulul ile tecellî­nin arasını ayırd edememektedirler. Ve bir şeyin, bir başka şey tarafın­dan aydınlanmış olmasının, o şeyin mahalli anlamına gelmediğini bil­memektedirler. Çünkü aynada görünen, bizatihi aynanın dışındadır. Bu kesindir. Bir mahalle yerleşme ise bunun hilâfmadır. Çünkü yerleş­me o mahalle girmedir. Zuhur, hululün gaybıdır. Çünkü zuhur, her türlü tenzihlerden uzak Kuddûs ve Vâsi' olanın tecellîlerindendir. Hulul ise bunun aksinedir. Evet, Sûfî efendilerimizin sözlerinde hulul ta'bîri yer almıştır. Onların bundan maksadı zuhurdur...

Zahire göre doğru olan, bu gibi ifâdeleri kullanmamaktır. Ancak efendilerimizin öyle halleri ve makamları vardı ki, bizim anlayışımız o makamlara erişemez. Onların ma'zeretleri insaflı kişilerin katında açık­tır.[14]

 

172  _ Mesîh, Allah'a kul olmaktan asla çekinmez. Gözde melekler de. Kim O'na kulluktan çekinir ve büyük­lük taslarsa; bilsin ki o, hepsini huzuruna toplayacaktır.

173  — îmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince; on­lara mükâfatlarını ödeyecek ve daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluk etmekten çekinenleri ve büyüklük tas-layanları elem verici bir azaba uğratacaktır. Onlar, ken­dilerine Allah'dan başka bir dost ve yardımcı bulamazlar.

 

Hz. Îsâ Yalnızca Allah'ın Kuludur

 

îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... «Mesîh de... Allah'a kul olmaktan asla çekinmez.» âyeti hakkında îbn Abbâs'tan rivayetine göre o, asla büyüklük taslamaz, anlamına gelir, demiştir.

Katâde ise; Mesîh de, gözde melekler de Allah'a kul olmaktan asla utanmaz, diye tefsir etmiştir. Meleklerin beşerden daha üstün olduğu görüşüne zâhib olanların bir kısmı, bu âyeti delil getirmişlerdir. Âyette «Gözde melekler de» buyurulmuştur. Ancak burada buna delâlet yok­tur. Zîrâ melekler, sadece Mesîh üzerine atfedümişlerdir. Çekinmek, imtina' etmektir. Melekler ise buna Mesîh'den daha fazla güç yetirirler. Bunun İçindir ki, «Gözde melekler de» buyurulmuştur. Onların imti-nâya daha fazla güç yetirici ve kuvvetli olmaları onların daha üstün olmalarım gerektirmez.

Başka bir görüşe göre ise; meleklerin burada zikredilmesinin se­bebi; Mesîh gibi meleklerin de Allah ile beraber ilâh edinilmeleridir. Al­lah Teâlâ, onların da kulları ve yaratıkları cümlesinden olduğunu haber vermiştir. Nitekim başka bir âyette de Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur : «Dediler ki: Rahman çocuk edindi. O'nun sânı yücedir. Hayır, onlar (melekler) şerefli kılınmış kullardır.» (Enbiyâ, 26).

Allah Teâlâ : «Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa; bilsin ki; O, hepsini huzurunda toplayacaktır.» buyuruyor. Allah Teâlâ onları kıyamet günü huzurunda toplayacak, asla zulmetmeyeceği ada­letli hükmü ile aralarını ayıracaktır. Bunun içindir ki: «îmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince; onlara mükâfatlarını ödeyecek ve da­ha fazlasını da ihsan edecektir.» buyurmuştur. Sâlih amelleri mikta-rınca onlara sevâb verecek; fazlı, ihsanı, geniş rahmeti ve nimetinden onlara daha da arttıracaktır.

İbn Merdûyeh'in Bakiyye kanalıyla... Abdullah îbn Mes'ûd'dan ri­vayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) «Onlara mükâfatlarını ödeyecek ve daha fazlasını da ihsan edecektir.» âyeti hakkında şöyle buyurmuşlar­dır : Onların mükâfatları; Allah Teâlâ'nın onları cennete koyması, da­ha fazlasını ihsan etmesi ise; dünyalarında iyilik yapmış olanların ken­dilerine cehennem vâcib olanlar hakkında şefaatte bulunmasıdır. Bu hadîsin isnadı sabit olmayıp îbn Mes'ûd'dan, mevkuf olarak rivayet edilseydi bu, daha iyi. olurdu.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Kulluk etmekten çekinenleri (Allah'a itaat ve ibâdetten imtina' edenleri), büyüklük taslayanları elem verici bir azaba uğratacaktır. Onlar kendilerine Allah'tan başka bir dost ve yardımcı bulamazlar, w Başka bir âyette ise Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler hor ve hakîr ola­rak cehenneme gireceklerdir.» (Ğâfir, 60).[15]

 

174  — Ey insanlar, Rabbınızdan size açık bir delil gel­di ve size apaçık bir nûr indirdik.

175  — Allah'a îmân edenleri ve O'nun kitabına sarı­lanları; Allah rahmetine ve bol nimetine kavuşturacaktır. Onları, kendisine götüren doğru yola eriştirecektir.

 

Allah'tan Gelen Nûr

 

Allah Teâlâ bütün insanlara hitaben, onlara kendisinden büyük bir delil (bürhân) geldiğini haber vermektedir. Bu, özrü kesinlikle ortadan kaldıran, şüpheyi gideren bir delil ve hüccettir. Bunun içindir ki; «Size apaçık bir nûr (hakka açıkça delâlet eden bir ışık) indirdik.» buyur-muştur, tbn Cüreyc ve başkalarının söylediğine göre; bu, Kur'an'dır. Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Allah'a îmân edenleri ve ona sarılan­ları...» kulluk makâmıyla bütün işlerinde Allah'a tevekkül makamları­nı birleştirenleri. İbn Cüreye bu âyeti Allah'a îmân edenleri ve Kur'an'a sarılanları, şeklinde tefsir etmiştir. Bu görüşü, İbn Cerîr rivayet eder.

«Allah rahmetine ve bol nimetine «kavuşturacaktır.» Onlara acıya­cak (merhamet edecek), onları cennete koyacak, onlara ihsanı ve ni­meti ile sevâblarını arttıracak, derecelerini kat kat yükseltecektir. «On­ları kendisine götüren doğru yola ektirecektir.» Onlan, sapma ve eğ­rilikler bulunmayan doğru ve açık yola eriştirecektir. Bu, mü'minlerin dünya ve âhiretteki sıfatlarıdır. Onlar, dünyada bütün inanç ve amel­lerinde doğruluk ve selâmet yolu üzredirler. Âhirette ise, cennet bah­çelerine götüren Allah'ın doğru yolu üzerindedirler. A'ver kanalıyla Ali îbn Ebu Tâlib (r.a.) den rivayet edilen bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.) : Kur'an Allah'ın doğru yolu ve onun sağlam ipidir, buyurmuş­tur. Hadîsi Tirmizî rivayet etmiş olup, tefsîrin başında tâm olarak geç­mişti Hamd ve minnet Allah'a mahsûstur.[16]

 

176 — Senden fetva isterler. De ki: Size babası ve ço­cuğu olmayanın mîrâsı hakkındaki fetvayı Allah veriyor. Çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan erkek ölürse; bı­raktığının yarısı kız kardeşine kalır. Fakat kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi ona tamamen vâris olur. Eğer iki kız kardeş kalmışsa, bıraktığının üçte ikisi onlaradır. Eğer erkekli kadınlı bir çok kardeşi varsa; erkeğe iki kadının hissesi kadar pay vardır. Şaşırırsınız diye Allah size açıklı­yor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.

 

Mîrâs Île İlgili Fetva

 

Buhârî der ki: Bize Muhammed îbn Harb'ın... Bera'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Son nazil olan sûre Berâ'e (Tevbe) sûresi, son nazil olan âyet de Kelâle âyetidir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer'in... Câbir îbn Abdullah'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ben aklı ermez hasta iken Allah Rasûlü (s.a.) yanıma girdi. Abdest alıp üzerime su serpti —yada üzerine su serpiniz buyurdu— aklım başıma geldi ve : Bana sa­dece Kelâle vâris olabilecek, mîrâs nasıl olacaktır? diye sordum. Bunun üzerine Ferâiz âyeti nazil oldu. Buhârî ve Müslim bu hadisi, Şu'be'den rivayetle Sahîh'lerinde tahrîc etmişlerdir. Hadîsi Süfyân İbn Uyeyne kanalıyla... Câbir'deri bir cemâat <ia rivayet etmiştir. Bu rivayetlerin bazısının lafızlarında mîrâs âyeti olan «Senden fetva isterler. De ki: Size babası ve çocuğu olmayanın mîrâsı hakkındaki fetvayı Allah veri­yor...» âyeti nazil oldu, kısmı da vardır.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Abdullah İbn Ye-zîd'in... Ebu Zübeyr —Câbir'i kasdediyor—den rivayetine göre; o, «Sen­den fetva isterler. De ki: Size babası ve çocuğu olmayanın mirası hak­kındaki fetvayı Allah veriyor.» âyeti benim hakkımda nazil oldu, de­miştir.

En doğrusunu Allah bilir ama, burada sanki mânâ «Senden kelâle hakkında fetva isterler. De ki, kelâle hakkındaki fetvayı Allah veriyor.»

şeklinde olacaktır. Daha sonra zikredilen kelimesi, daha önceki cümlede terkedilen aynı kelimeye delâlet etmektedir. Kelâle hak­kında ve onun hangi kökten geldiği hususunda daha Önce bilgi vermiş­tik. Bu kelime; saçı yanlarından kapatıp örten tâç anlamındaki kelimesinden alınmıştır. Bunun için âlimlerin bir çoğu kelâleyi; çocuğu ve babası olmaksızın ölen kişi, diye tefsir etmişlerdir. Bazıları ise; «çocuğu olmayan bir erkek ölürse» kısmmm da delâleti ile kelâle'yi, çocuğu olmadan ölen kişi olarak tefsir etmişlerdir.

Buhârî ve Müslim'de mevcûd bir hadîste de açıkça görüleceği üze­re; kelâlenin hükmü mü'minlerin emîri Ömer İbn Hattâb (r.a.) a müp­hem ve şüpheli gelmişti. O, şöyle diyor : «Üç şey vardır ki; Allah Rasûlü (s.a.) nün bize- bu konularda başvurabileceğimiz bir ahid ve söz bırak­masını isterdim: Dede, kelâle ve faiz bâblarmdan bâblar.

İmâm Ahmed der ki: Bize İsmail'in... Ömer İbn Hattâb'dan riva­yetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) ne kelâleyi sordu­ğumdan daha fazla hiçbir şeyi sormadım. Nihayet parmağı ile göğsü­me vurarak : Nisa sûresinin sonundaki yaz âyeti —ki bu âyet yaz mev­siminde nazil olmuştur— sana yeter, buyurdular. İmâm Ahmed bu hadîsi kısa şekliyle rivayet ederken, İmâm Müslim bundan daha uzun şekliyle rivayet ve tahrîc etmiştir.

Hadîsin başka bir kanaldan rivayeti şöyledir: İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Nuaym'm... Ömer'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) ne kelâleyi sordum. Yaz âyeti sana yeter, buyurdular. Relâleyi Allah Rasûlü (s.a.) ne sormuş olmam kırmızı develere sahib olmaktan bana daha sevimlidir. Bu hadîsin isnadı ceyyid olmakla birlikte Ömer ile İbn İbrâhîm arasında kopukluk vardır. Zîrâ İbrahim, Ömer'e yetişmemiştir.

Hz. Peygamber (s.a.), kelâle âyetinin yeterli olduğunu söyleyerek Hz. Ömer'e onu anlamaya çalışmasını öğütleyince Ömer; kelâlenin ne anlama geldiğini Hz. Peygamber (s.a.) e sormayı unutmuş ve bunun için de; kelâleyi Allah Rasûlü (s.a.) ne sormuş olmam bana kırmızı de­velerim olmasından daha sevimlidir, demiştir.

İbn Cerîr der ki: Bize İbn Vekî'in... Saîd İbn Müseyyeb'den riva­yetine göre; o, şöyle demiştir : Ömer İbn Hattâb Hz. Peygamber (s.a.) e kelâleyi sordu. Allah Rasûlü (s.a.) Allah Teâlâ bunu beyân etmemiş midir? buyurdular da «Senden fetva isterler...» âyeti nazil oldu. Ka-tâde der ki: Bize anlatıldığına göre; Ebubekir es-Sıddîk bir hutbesinde şöyle demiştir: Nisa sûresinin başında nazil olan âyet ferâiz hakkın­dadır. Allah Teâlâ bu âyeti, çocuk ve baba hakkında indirmiştir. İkinci âyeti koca, kan, ana bir kardeşler hakkında indirmiştir. Nisa sûresinin sonundaki âyeti ise; babadan ve anadan kız ve erkek kardeşler hakkın­da indirmiştir. Enfâl sûresinin sonundaki âyeti ise, asabe yoluyla ak­rabalıkları olanlardan Allah'ın kitabında bazısı bazısından üstün tu­tulan akrabalar hakkında indirmiştir. Hadîsi ibn Cerîr rivayet" eder. Yardım Allah'tandır, tevekkül de O'nadır.

Allah Teâlâ : «Bir kişi Ölür ve çocuğu olmaz ise...» buyurmaktadır. Baba olmamasının, kelâlenin şartından olmadığını savunanlar bu kıs­ma dayanmaktadırlar. Onlara göre; çocuğun olmaması kelâle olmak için yeterlidir. Bu, Ömer İbn Hattâb'dan gelen rivayetlerden birisidir. îbn Cerlr bunu sahîh bir isnâd ile Ömer'den rivayet etmiştir. Ancak Cum-hûr'un kavli ve Ebu Bekr es-Sıddîk'in hükmettiğine göre kelâle; ço­cuğu ve babası olmadan ölendir. «Bir kız kardeşi bulunan erkek ölürse; bıraktığının yansı kız kardeşe kalır.» kısmı da buna delâlet etmektedir. Şayet kız ile birlikte baba bulunsaydı, kız hiç miras alamazdı.1 Zîrâ ba­ba; icmâ' ile kızı mirastan mahrum etmektedir. Kelâlenin, çocuğu ol­madan ölen kimse olduğuna Kur'an âyeti açıkça delâlet etmektedir. Babası olmaması durumu ise, birazcık düşünme ile yine Kur'an met­ninden anlaşılacaktır. Zîrâ baba ile birlikte kız kardeşe mîrâsın yarısı verilmemiştir. Bilakis onun için mirastan hiçbir şey ayrılmamaktadır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Hakem İbn Nâfi'nin... Zeyd İbn Sâbit'-den rivayetine göre; Zeyd îbn Sâbit'e kocanın, baba bir kız kardeşin ve annenin mirastaki durumu soruldu. O, kocaya yanm, kız kardeşe de ya­rım hisse verdi. Bu konuda (ileri geri) konuşulunca Allah Rasûlü (s.a.) nün bu şekilde hükmettiğinde yanında hazır bulundum, dedi. Hadîsi, bu kanaldan rivayette İmâm Ahmed tek kalmıştır. İbn Cerîr ve baş­kalarının İbn Abbas ve İbn Zübeyr'den naklettiklerine göre; onlar, bir kız ve bir kız kardeş bırakarak ölen kişi hakkında şöyle derlerdi: Kız kardeş için «Çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan erkek ölürse; bı­raktığının yarısı kız kardeşe kalır.» âyetinin delâleti ile hiçbir şey yok­tur. Bir kız çocuğu bırakmışsa, çocuk bırakmış olur ki; kız kardeş için hiçbir şey yoktur. Cumhur, İbn Abbâs ve İbn Zübeyr*e muhalefetle bu konuda şöyle der : Ferâize göre kız yarım alır. Asabe yoluyla kız kardeş kalan yarıyı alacaktır. Ancak buna delil başka âyetlerdedir. Kız kar­deşe bu şekilde mîrâsm yansının verilmesi ise bu âyette belirtilmekte­dir. Asabe yoluyla vâris olmasına gelince: Buhârî'nin Süleyman kana­lıyla... Esved'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü'nün hayatında Muâz İbn Cebel; bizim hakkımızda mîrâsm yarısı kız çocu­ğu, yansı da kız kardeşe aittir, şeklinde hükmetti. Süleyman: Bizim hakkımızda hükmetti, kısmım zikredip Allah Rasûlü (s.a.) nün haya­tında, kısmını zikretmemiştir. Buhârî'nin Sahîh'inde Hüzeyl İbn Şurah-bil'den rivayete göre; o, şöyle demiştir; Ebu Mûsâ el-Eş'arî'ye kız ile oğulun (ve kız kardeşin) kızlannın mirastaki durumu sorulduğunda şöyle dedi: Kız çocuğu için mîrâsm yansı, kız kardeş için de yansıdır. İbn Mes'ûd'a git; o da bana uyacaktır. İbn Mes'ûd'a gidip sordular ve Ebu Musa'nın sözünü aktardılar. Şöyle dedi: O halde ben dalâletteyim ve hidâyete erenlerden değilim. Allah Rasûlü (s.a.) nün hükmü ile hük­medeceğim : Kız çocuk için mîrâsın yarısı, üçte ikiye tamamlamak üzere oğulun kızı için 1/6, geri kalan ise kız kardeş içindir. Ebu Musa'ya gidip îbn Mes'ûd'un sözünü ona naklettik de: Bu derin âlim içiniz-deyken, bana sormayınız, dedi.

Allah Teâlâ : «Fakat kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi ona ta­mamen vâris olur.» buyurur. Kız kardeş kelâle olarak çocuğu ve babası olmadan ölürse; erkek kardeş onun bütün malına vâris olur. Şayet kız kardeşin babası olursa, erkek kardeşi mirastan hiçbir şey alamaz. Onun­la birlikte koca, ana bir erkek kardeş gibi pay sahiplerinden birinin var olduğu farzedilirse onun (erkek kardeşin) payı ona (bu pay sahibine) çevrilir ve kalan da erkek kardeşe verilir. Buhârî ve Müslim'de İbn Ab-bâs'tan rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) : Paylan sahiple­rine veriniz. Paylardan geri kalan ise erkek akrabalaradır, buyurmuştur.

Allah Teâlâ : «Eğer iki kız kardeş kalmışsa; bıraktığının üçte ikisi onlaradır.» buyurmuştur. Şayet kelâle olarak ölenin iki kız kardeşi var­sa; mîrâsın üçte ikisi onlara ayrılır. İki kız kardeşten fazlası da onların hükmündedir. Bir grup, iki kızın hükmünü buradan çıkarmaktadırlar. Nitekim kız kardeşlerin hükmü de, «Eğer kadınlar ikinin üstünde ise; bırakılan malların üçte ikisi onlarındır...» (Nisa, 11) âyetinden istifâde ile kızlardan çıkarılmıştır.

Allah Teâlâ: «Eğer erkekli kadınlı bir çok kardeşi varsa; erkeğe, iki kadının hissesi kadar pay vardır.» buyurmaktadır ki, bu; erkek ço­cukların ve erkek kardeşlerin erkek çocuklarından ibaret asabelerin ^hükmüdür. Erkekli kadınlı olarak toplandıklarında erkeğe; iki kadının hissesi kadar verilir.

Allah Teâlâ «(Farzlarını size bildirmek ve hadlerini ta'yîn etmek" suretiyle) Allah size (kanunlarım) açıklandıktan sonra haktan sapma-yasınız diye Allah size açıklıyor. Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilendir.» buyuruyor. O, islerin sonuçlarını, faydalı olanlarını, onlarda kullarının hayrına olanları, ölene yakınlığına göre akrabalardan her birinin hak kazandıklarını en iyi bilendir.

Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bana Ya'kûb'un... Muhammed îbn Sîrîn'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Bir yolculukta idiler. Hu­zeyfe'nin binitinin başı Allah Rasûlü (s.a.) nün binitinin terkisi ya­nında, Ömer'in binitinin başı da Huzeyfe'nin binitinin terkisi yanın­daydı. «Senden fetva isterler, de ki: Size babası ve çocuğu olmayan (kelâle) mîrâsı hakkındaki fetvayı Allah veriyor...» âyeti nazil oldu. Allah Rasûlü (s.a.) âyeti Huzeyfe'ye öğretti. Huzeyfe de onu Hz. Ömer'e öğretti. Bilâhare Ömer, onu Huzeyfe'ye sorduğunda; Huzeyfe : «Allah'a yemîn ederim ki; bu âyeti Allah Rasûlünün bana anlattığı şekilde sana nakletmediğimi sanıyorsan budalanın birisisin. Allah'a yeihîn ederim ki, onun üzerine asla hiçbir fazlalık yapmayacağım, dedi, Ömer şöyle derdi: Ey Allah'ım, bu âyeti ona açıklamişsan doğrusu o, bana açık­lamadı.

Hadîsi, İbn Cerîr bu şekilde rivayet eder. Yine İbn Cerîr hadîsi, Hasan îbn Yahya kanalıyla İbn Sîrîn'den de rivayet etmiştir. Ancak bu rivayetin isnadı, İbn Şîrîn ile Huzeyfe arasında kopuktur.

Hafız Ebu Bekr Ahmed İbn Amr el-Bezzâr Müsned'inde der ki: Bize Yûsuf İbn Hammâd'm... Ebu Ubeyde îbn Huzeyfe'den, onun da babasından rivayetine göre; kelâle âyeti, Hz. Peygamber (s.a.) e onun bir yolculuğunda nazil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) durup, Huzeyfe'yi gördü. Huzeyfe'nin devesinin başı Hz. Peygamber (s.a.) in izan (ya da devesinin örtüsü) nın yanında idi. Âyeti ona ulaştırdı. Huzeyfe baktı ve Ömer (r.a.) i gördü. Huzeyfe âyeti Ömer'e ulaştırdı. Ömer'in halife­liğinde o, kelâle hususuyla ilgilendi : Huzeyfe'yi çağırıp âyeti ona sordu. Huzeyfe şöyle dedi: Muhakkak ki, Allah Rasûlü onu bana ulaştırdı ve ben de o'nun bana ulaştırdığı gibi sana naklettim. Allah'a yemîn ede­rim iki; ben doğru söyleyenim. Yine Allah'a yemîn ederim ki; bunun üzerine asîâ hiçbir şey ziyâde etmeyeceğim.

Bezzâr der M: Bu hadîsi Huzeyfe'den başkasının rivayet ettiğini bilmiyoruz. Huzeyfe'ye ulaşan bundan başka bir kanal da bilmiyoruz. Bu hadîsi Hişâm'dan sadece Abd'ül-A'lâ rivayet etmiştir. Hadîsi Abdü'l-A'lâ'dan îbn Merdûyeh de rivayet etmiştir.

Osman İbn Ebu Şeybe der ki: Cerîr'in... Saîd İbn Müseyyeb'den rivayetine göre; Ömer, kelâle'nin nasıl vâris kılınacağını (ya da kelâle-nin mirasının nasıl paylaştırılacağını) Allah Rasûlü (s.a.) ne sordu. Allah Teâlâ da «Senden fetva isterler...» âyetini indirdi. Fakat Ömer sanki anlamamıştı. Hafsa'ya: Allah Rasûlü (s.a.) nün rahat bir zama­nında bunu o'na sor, dedi. Hafsa da Hz. Peygamberi sevinçli bir zama­nında görüp o'na bunu sordu. Allah Rasûlü (s.a.) : Bunu sana baban mı söyledi? Babanın bunu bildiğini (anladığını) sanmıyorum, buyur­dular. Ömer: Bunu bildiğimi, (anladığımı) sanmıyorum, derdi. Allah Rasûlü (s.a.) (O sırada) söylediklerim söylemiştir. Hadîsi İbn Merdûyeh rivayet etmiştir.

Yine İbn Merdûyeh'in İbn Uyeyne kanalıyla... Tâvûs'dan rivayetine göre; Ömer Hafsa'ya, Hz. Peygambere (s.a.) kelâleyi sormasını emret­miş ve bunu onun için bir kürek kemiğine yazmıştı. Allah Rasûlü (s.a.) Onu sana kim emretti? Ömer mi? Onun, bunu iyice anlayabileceğini sanmıyorum. Yaz âyeti —Süfyân'm söylediğine göre; yaz âyeti, «Eğer mîrâs bırakan erkek veya kadın; çocuğu ve ana-babası olmayan bir kimse olur da...» (Nisa, 12) âyetidir— ona yetmiyor mu? buyurdular. Allah Rasûlü (s.a.) ne (Kelâleyi yine) sorduklarında Nisa sûresinin sonundaki âyet nazil oldu da Ömer (Hafsa için yazmış olduğu) kürek kemiğini attı. Bu hadîste de bu şekilde belirtilmiş olup hadîs mürseldir.

tbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb'in Tank îbn Şihâb'dan rivaye­tine göre; o, şöyle demiştir: Ömer, bir kürek kemiği alıp Hz. Peygam­ber (s.a.) in ashabım topladı ve: Kelâle hakkında kadınların husûsi odalarında bahsetmiş oldukları (rivayet etmiş oldukları) hükümle hük­medeceğim, dedi. O esnada evden bir yılan çıktı da dağıldılar. Ömer bunun üzerine: Şayet Allah Teâlâ, bu işin tamâm olmasını dileseydi, mutlaka tamâmlardı, dedi. Bu hadîsin isnadı sahihtir.

Hâkim Ebu Abdullah en-Neysabûrî der ki: Bize Ali İbn Muham-med İbn Ukbe eş-Şeybânî'nin Kûfe'de... Ömer İbn Hattİb'dan rivayeti­ne göre; o, şöyle demiştir: Kırmızı develerim olmasındansa şu üç şeyi Allah Rasûlü (s.a.) ne sormuş olmayı daha çok isterdim : Kendisinden sonra halîfe kim olacaktır? Mallarımız hakkında bize zekât yazıldı. Ama onu sana vermeyeceğiz, diyen bir kavimle muharebe etmek helâl mıdır? Kelâle (nin mîrâstaki hükmü) nedir? Neysâbûrî hadîsin Buhârî ve Müs­lim'in şartlarına göre, sahîh olduğunu, ancak ikisinin de tahrîc etme­diklerini ekler. Yine Neysabûrî'nin Süfyân İbn Uyeyne'ye varan bir is-nâd ile... Ömer'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: «Üç şey var ki Allah Rasûlü  (s.a.)  onları bize açıklamış olsaydı bana dünyadan ve dünyada olan şeylerden daha sevimli olacaktı: Halifelik, kelâle ve faiz. Neysabûrî hadîsin Buhârî ile Müslim'in şartlarına göre, sahîh olduğu­nu ancak ikisinin de hadîsi tahrîc etmediklerini söyler.

Yine Süfyân îbn Uyeyne'ye varan bu isnâd ile rivayete göre... îbn Abbâs şöyle demiştir: Ömer'e yetişen insanların sonuncusu bendim. Söz benim söylediğimdir, dediğini duydum da sordum: Senin söyledi­ğin nedir? Şöyle dedi: Kelâle, çocuğu olmayandır. Bu hadîsin de Bu­hârî ile Müslim'in şartlarına göre sahîh olduğu ve ikisi tarafından da tahrîc edilmediği Neysabûrî tarafından kaydedilmiştir.

îbn Merdûyeh'in Zem'a İbn Salih kanalıyla... İbn Abbâs'tan riva­yetine göre; o, şöyle demiştir: Ömer İbn Hattâb'a ulaşanların sonun­cusu idim. Dedi ki : Ben ve Ebubekir kelâle hakkında ihtilâfa düştük. Söz, benim söylediğimdir. îbn Abbâs şöyle devam eder: Anlatıldığına göre Ömer, babadan ve anadan erkek kardeşler ile anneden erkek kar­deşler arasını bir arada bulunduklarında üçte bir konusunda müşterek kabul etmiş, Ebubekir (r.a.) ise bu konuda ona muhalefet etmiştir.

îbn Cerîr der ki: Bize İbn Vekî'in... Saîd İbn Müseyyeb'den riva­yet ettiğine göre; Ömer, dede ve kelâle (nin mirastaki durumu) hakkın­da bir mektup yazmıştı. İstihareye yatıp; ey Allah'ım, eğer bunda hayır görüyor isen geçerli kıl, demişti. Ancak ihtiyarlığında bu mektubu is­teyip imha ettirdi. Onda ne yazılı olduğunu hiç kimse bilemedi. Şöyle demişti: Dede ve kelâle (nin mirastaki durumu hakkında) bir mektup yazmıştım. Bu konuda istiharede bulundum da sizi içinde bulunduğunuz halde bırakmayı uygun gördüm.

îbn Cerîr der ki: Ömer (r.a.) in şöyle dediği rivayet edilir: Bu ko­nuda Ebubekir'e muhalif olmaktan utanırım. Ebubekir (r.a.); o, çocuk ve babanın dışındakilerdir, derdi.

Sahabenin cumhûr'u, tâbiûn, eski ve yeni zamanlardaki imamlar Ebubekir es-Sıddîk'ın görüşünü kabul etmişlerdir. Dört imâm ile Fu-kahâ-i Seb'a'nm mezhebi de budur. Kesin olarak âlimlerin görüşü böy­ledir. Kur'an'ın da delâleti bu veçhiledir. Nitekim Allah Teâlâ : "Şaşı­rırsınız diye Allah size açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, âye­tinde bunu beyân etmiş ve açıklığa kavuşturmuştur.[17]



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1981-1990

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1990-1992

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/1992-2001

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2001-2003

[5] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2005-2006

[6] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2008-2012

[7] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2013-2017

[8] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2017-2022

[9] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2022-2034

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2035-2036

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2037-2044

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2057-2059

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2060-2064

[14] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2064-2066

[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2067-2068

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2068-2069

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2069-2075

Free Web Hosting