TEVBE SÜRESİ3

Tevbe Sûresinin Ana Mevzuu. 3

Allah'tan İhtâr6

Allah ve Rasûlü Müşriklerden Uzaktır7

İzâhı10

Haram Aylar Çıkınca. 12

İzahı14

Allah'ın Mescidlerinin İ'mârı16

İmân - Hicret - Cihâd. 17

Babalannızı ve Kardeşlerinizi Bile. 18

Huneyn Günü. 19

Cizye Verinceye Kadar Savaş. 22

İzahı23

Hahamlarını ve Râhihicrini Rab Edinenler23

İzahı24

Müşrikler Ve Kâfirler Hoşlanmasa Da. 24

Altın ve Gümüş Yığanlar25

İzahı28

Ayların Sayısı32

Küfrü Artıran Nesî35

İzahı36

Hafîf ve Ağırlıklı Savaş. 37

Savaştan Kaçmak İçin İzin İsteyenler39

Zekâtın Verileceği Yerler42

İzahı45

Zekâta Tâbi Olan Mallar :45

1) Gümüşün Nisabı45

2)  Altının Nisabı :46

3) Devenin Nisabı:46

4)  Sığırın Nisabı,49

5) Koyunun Nisabı;50

6) Atların Zekâtı;51

7)  Toprak Mahsûllerinin Nisabı .51

8) Meyvelerin Zekâtı;53

9)  Sebzelerin Nisabı53

Öşür ve Haraç Topraklarının Zekâtı55

10) Zînet Eşyasının Zekâtı:56

11) Define ve Madenlerin Zekâtı:56

Temel İhtiyaçlar58

Münafık Erkekler ve Kadınlar61

Mü'min Erkekler ve Kadınlar62

Ey Peygamber Kâfirlerle Cihâd Et64

— Ek —... 65

Allah'ın Lutfundan Cimrilik Edenler67

Mü'minlere Dil Uzatanlar68

Cihâddan Hoşlanmayıp Oturanlar70

Ma'zeret Beyân Edenler74

Bedeviler76

Muhacir Ve Ansârdan İlkler76

Onların Mallarından Zekât Al79

İzahı79

Zekât Farizası85

Ferd Açısından Zekâtın Önemi:92

Toplum Açısından Zekâtın Önemi95

Çalışın Bakalım.. 98

Dırâr Mescidi99

Binasını Allah Korkusu Üzerine Kuran île Binasını Bir Yar Kenarına Kuran Kimse. 102

İzahı103

Îzâhı107

Müşrikler İçin Mağfiret Dilemek. 107

Yeryüzü Kendilerine Dar Gelen Üç Kişi111

Bir Grup ta Dinde Derin Bilgi Sahibi Olmak için Savaşa Çıkmasın. 115

Kâfirler Sizde Sertlik Görsünler116

İzahı120

İslâm'ın Doğduğu Zaman Dünya Milletlerinin Durumu :123

Ve Büyük Değişim :125


TEVBE SÜRESİ

 

Tevbe Sûresinin Ana Mevzuu

 

Bu sûre Tevbe ve Berae' olmak üzere iki isimle bilinir. Tevbe'nİn mahiyetini açıkladığı ve kabul şartlarını hatırlattığı için et-Tevbe ola­rak isimlendirilir. İkinci adı olan Berâe' ise sûrenin ilk kelimesinden alınmadır.

Bu sûre, Kur'an-ı Kerîm'de başlangıcına «besmele» konulmayan yegâne sûredir. Bu konuda müfessirler farklı sebepler öne sürüyorlarsa da, en doğrusu İmâm Râzî tarafından ortaya atılan; bizatihi Hz. Pey­gamber tarafından sûrenin başlangıcında besmele yazdınlmamıştır. Bu­nun için Sahabîler besmeleyi sûrenin başına koymamışlar ve tabiîn de onların yolunu izlemiştir. Bu, Kur'an'm ilk ve tam şekli ile muhafaza edilerek tahrif edilmeksizin korunması hususunda azâmi dikkat göste­rildiğinin çok güzel bir delilidir, görüşüdür.

Bu sûre üç mevzuu ele almaktadır.

İlk mevzuu 9.-Hicrî yılın Zilka'de ay'ı civarında vahyedilmiştir. Hac hususundaki gerekli izahatı veren konunun önemine binaen, Hz. Peygamber Kabe'ye hacc yapmak üzere yola çıkmış bulunan hacıların reisi Hz. Ebubekir'e, Hz. Ali'yi haberci olarak gönderdi. Hz. Ali'ye, ön­celikle çeşitli arap kabilelerinin temsilcileri ile konuşarak müşriklere karşı izlenecek yeni politikanın tesbiti için gerekli bilgileri göndermesi hususunda tâlîmât verdi.

İkinci mevzu, hicrî dokuzuncu yılın Receb ayında ya da az önce Hz. Peygamber'in Tebûk seferi için hazırlık yaptığı bir sırada gönderildi. Bu kısımda, inananlar, cihâd'm içinde aktif rol alamaya teşvik edil­mekte ve bu görevden geri duranlar (kaçanlar) eski refahlarına yeni­den kavuşmak istedikleri ve nifakları, îmânlanndaki za'fiyetleri, gaf­letleri sebebiyle Allah yolunda canlan feda etmekte tereddüte düştük­leri için azarlanmaktadır.

Üçüncü bölüm Hz. Peygamber'in Tebûk seferi dönüşünde vahye-dildi. Bu bölüm, aynı zaman dilimi içinde meydana gelen çeşitli vak'a-Iar nedeniyle vahyedilmiş ve sonradan Hz. Peygamber tarafından Al­lah'ın gösterdiği ilham üzerine sûre'deki yerlerine yerleştirilmiş kısım­lardan oluşmaktadır. Fakat bu durum, âyetlerin aynı konuda nazil olun­maları ve aynı olaylar silsilesi içerisinde cereyan etmiş olmaları sebe­biyle sûrenin bütünlüğünde bir kesikliğe yol açmaz. Bu bölüm, müna­fıkları şeytân! hareketleri dolayısıyla uyarır, Tebûk seferinden geri ka­lan müslümanları azarlar. Allah, onların suçunu ortaya koyduktan son­ra, Allah yolunda Cihâd'a katılmayan gerçek mü'minlerin suçunu da bağışlar.

Kronolojik sıralamaya göre birinci bölüm en sonra gelmeliydi. Fakat bu üç bölüm için en önemlisi, konulanna göre sıralanmak olduğundan, mevzular konu bütünlüğü içerisinde sıralandı.

Tarihî Zemin :

Şimdi de sûrenin tarihî zeminini mütalaa edelim. Bu sûrede ele alınan olaylar. silsilesi, «Hudeybiye barış andlaşmasından» sonra meydana gelmiştir. Bu sıralarda güçlü, gayet iyi organize olmuş ve medenî İslâm devletinin kurulması ile Arabistan'ın üçte biri İslâm'ın etkisi altına girmişti. Bu andlaşma, sağladığı nisbî barış ortamı saye­sinde İslâm'ın etkilerini yaymak için daha ileri imkânlar sunuyordu. Sözkonusu bu andlaşmanın imzalanmasından sonra, oldukça önemli .sonuçlara yol açan iki olay meydana geldi:

Bu olayların ilki Arabistan'ın fethiydi. Hz. Peygamber çeşitli kabi­lelere İslâm'ı tebliğ etmek için hey'etleri gönderebiliyordu. İki yıllık kısa bir süre sonunda İslâm, «Câhiliyye»nin eski hükümranlığını geçer­siz kılacak büyük bir güce ulaşmıştı. Kureyş'in gayretli insanlarının İs­lâm ile nihai bir muharebeye girişmek için andlaşmayı ihlâl etmeleri meseleyi tamamen kızıştırmıştı. Fakat Hz. Peygamber, bu ihlâllerin Kureyş'lilere etraflarında yeterli gücü bir araya getirme imkânını ver­memesi için gerekli fiilî tedbîrleri aldı. Ve anî bir akın ile Mekke'ye gi­derek sekizinci hicrî yılın Ramazân ayında Mekke'yi fethetti. Bu fetih,

«Câhiliyye»nin belkemiğini kırmasına rağmen, «Câhiliyye»nin ölüm ha­berini verecek olan Huneyn muharebesinde İslâm'a karşı yeni bir sal­dırıya geçtiler. Hevâzin, Sakîf, Nadir, Cu'şum ve diğer arap kabileleri İslâm'ın diriltici devrim'ini yıkmak için tüm güçlerini Huneyn'de bira-raya getirdiler ama, bu şeytânı hesaplarında bozguna uğradılar. «Câhi-liyye»nin bozgunu tüm Arabistan'a Dar'ül-İslâm (İslâm ülkesi) olma yolunu açtı. Arabistan'ın büyük bir kısmının İslâm hükümranlığına girip ülkenin kıyı köşesine yayılmış «Câhiliyye»nin çok az sayıda taraf­tarının kalması Huneyn'in üzerinden henüz bir yıl geçmeden gerçek­leşmişti.

İkinci olay, Arabistan'ın kuzeyinde Roma İmparatorluğu sınırına yakın bölgelerde yaşayan hristiyanlann kışkırtıcı faaliyetlerinin neden olduğu Tebûk seferinin İslâm'ın muazzam, heybetli bir güç haline gel­mesinde oynadığı roldür. Gerçekten Hz. Peygamber otuzbin kişilik bir orduyla Roma İmparatorluğunun üzerine doğru yürüdü ama, Roma'-lılar harbetmekten sakındılar. Sonuç; Arap Yanmadası'nın dört bir ta­rafından gelen insanlar ve hey'etlerin İslâm'a bîatlannı ve Rasûlullah'a itaat edeceklerini belirtmek için Hz. Peygamberin Tebûk'ten dönüşünü beklemelerine yol açacak kadar Peygamber ve İslâm'ın gücünü artır­mıştı. Bu mutlak muzafferiyeti Kur'an, Nasr sûresinde şöyle açıklar: «Ey Peygamber, Allah'ın yardımı ve fetih (zafer) e ulaştığın zaman in­sanların büyük gruplar halinde İslâm'ın hükümranlığına girdiğini gö­rürsün...»

Tebûk Seferi:

Tebûk seferi daha Mekke'nin fethinden önce başlayan Roma İm­paratorluğu ile çatışmanın sonucudur. Hudeybiye andlaşmasından son­ra, tebliğ hey'etlerinden biri Suriye'ye komşu kuzey bölgelerinde yaşa yan arap kabilelerini ziyarete gitti. Buradaki insanların çoğunluğu Rfr ma İmparatorluğu etkisi altında yaşayan hıristiyanlardı. Genel kabul görmüş uluslararası hukuk prensiblerini çiğneyerek, tebliğ he/etinden onbeş kişiyi Zât'ül-Talah (ya da Zât-ı Itlah) olarak bilinen bölgeye ya­kın bir yerde öldürdüler. Sâdece hey'etin reîsi Kâ'b İbn Umeyr el-Ğıfârî kaçmayı başararak bu fecî • hâdiseyi müslümanîara bildirdi. Bununla birlikte Roma Hükümdarı Sezar'ın emrinde bulunan Basra'nın hıristi-yan valisi Şurahbil İbn Amr, Hz. Peygamber tarafından aynı amaçla gönderilen elçi Haris îbn Umeyr'i öldürdü.

Bu olaylar, Roma İmparatorluğu topraklarına komşu bölgelerde ya­şayan müsiümanlann emniyyet ve selâmetini sağlamak için güçlü bir harekâta girişilmesi hususunda Hz. Peygamberi ikna' etti. Bunun için hicri sekizinci salın Cemâziyelevvel ayında üçbin kişiden müteşekkil bir orduyu Suriye sınırına gönderdi. Ordu Ma'an'a ulaştığında müslü-manlar, Şurahbirin kendileri ile savaşmak üzere 100.000 kişilik bir or­duyla yola çıktığını ve kendisi Hums'ta bulunan Kral Cesar'm da kar­deşi Teodor komutasında 100.000 kişilik başka bir orduyu göndermekte olduğunu öğrendiler. Böylesi korku verici haberlere rağmen, müslüman-ların yiğit, küçük ordusu cesurca ilerledi ve Şurahbil'in ordusu ile Mûte'de karşı karşıya geldi. Korkusuz, «müstezaflar ordusu» niteliğin­deki müslümanlan —bire otuzüç kişilik üstünlüğe sahip olmalarına rağmen— mağlûb edemeyen düşmanların bu başarısızlığı, sonuçta müs-lümanlarm daha kuvvetli duruma gelmelerini sağladı. Bu savaş, İs­lâm'ın tebliği için oldukça yararlı bir imtihandı.

Sonuç olarak; Suriye ve civânnda yan bağımsız devlet olarak ya­şayan araplar, İran İmparatorluğunun etkisi altında Irak'a yakın Necd bölgesinde yaşayan arap kabileler İslâm'a dönerek binler halinde İslâm'ı kucakladılar. Meselâ, reisleri Gatafân, Zubyan, Fezâre gibi kabileler aym anda İslâm'ı kabul ettiler. Bundan başka, Roma İmparatorluğu­nun Arap ordularının komutanlarından olan Ferve îbn Amr el-Curâmî aynı dönemde 'İslâm'ı kabul etti ve îmânının gerektirdiği imtihanını verme hususunda tüm ülkeyi mateme boğan eziyyetlere katlandı. Kral Sezar, Ferve'nin İslâm'ı kabul ettiğini öğrenir öğrenmez yakalanarak huzuruna getirilmesini emretti. Sezar O'na : İki tercihten birini seçme­lisin. Ya İslâm'ı bırakıp yeniden özgürlüğüne ve eski mevkiine kavu­şursun, ya da müslüman olarak kalıp ölümü tercih edersin, dedi. O, tereddütsüz bir şekilde İslâm'ı seçerek Hak yolunda canını feda etti.

Kuşkusuz böylesi olaylar olduğu müddetçe Roma İmparatorluğu'-nun Arabistan'dan sökülüp atılma tehlikesinin varlığını Sezar açıkça farkediyordu. Bunun için, Mûte'de kaybettiği itibârına yeniden kavuş­mak amacıyla hicrî dokuzuncu yılda askerî hazırlıklara başladı. Gas-sânî ve diğer Arap komutanları da Sezar'ın emri altında ordularını top­lamaya başladılar. İslâmî hareketi lehde ya da aleyhde etkileyebilecek en küçük ma'lûmâtı bile büyük bir dikkatle sürekli olarak ta'kîb eden Hz. Peygamber sözkonusu bu hazırlıkları haber alır almaz, bunun ne anlama geldiğini hemen anladı. Ve en ufak bir tereddüt geçirmeksizin Sezar'ın büyük gücüne karşı savaşmaya karâr verdi. Gayet iyi biliyor­du ki o anda gösterilecek en küçük bir korku ifâdesi, İslâmî hareketi üç büyük tehlike ile karşılaşacağı kesin başarısızlığa götürecekti. İlk ola­rak, Huneyn'de yerle bir edilen «câhiliyye»nin can çekişen gücü yeniden ayağa kalkabilirdi. İkincisi, devamlı böylesi bir imkân çıksın diye dört gözle pusuda bekleyen Medîne'Ii münafıklar bu durumu îslâmî hare-ket'e en büyük zararı vermek için kullanabilirlerdi. Zâten bu konuda olanca hazırlıklarını yapıyorlar ve yapmışlardı. Meselâ; Ebu Âmir isimli bir râhib Gassânî'lerin hıristiyan kralına ve Sezar'ın bizzat kendisine bir takım şeytanî planları ihtiva eden gizli mesajlar gönderiyordu. Bu­nun yanında, Medîne'li münafıklar bu şenî amaçlan için gizli toplan­tılar yapabilecekleri bir mescidi de Medine civarında inşâ etmişlerdi. Üçüncü tehlike ise; zamanının diğer süper gücü İran'ı bozguna uğrat­mış ve komşu bölgelere korku salmış olan Sezar'ın direkt olarak müs-lümanlara saldırması tehlikesiydi. Eğer bu üç faktör (yani: Kureyş'in temsil ettiği Arabistan «câhiliyye»si, Medîne'li münafıklar ve zama­nının süpergüçlerinden biri olan Roma İmparatorluğu) müslümanlara karşı ortak bir harekete geçme fırsatını bulurlarsa, bunun İslâm'ın o ana kadar kazandığı gücünü büyük oranda yitirmesi demek olacağı gayet açıktı. Bundan dolayı Hz. Peygamber, zamanın iki süper devle­tinden biri olan Roma İmparatorluğuna karşı sefer hazırlıkları yapıl­masını açık bir deklerasyonla müslümanlara ilân etti. Deklerasyon, ül­kede kıtlığın hüküm sürmesi, beklenen ürünlerin henüz elde edileme­miş olması, Arabistan'ın kavurucu yaz mevsiminin ilk sıcaklarının en yüksek derecelere ulaşmış olması ve genelde savaş hazırlıkları ve özel­de araç-gereç nakliye masraflarını karşılayabilecek düzeyde yeterli pa­ranın bulunmaması gibi zahiren böylesi bir sefer karan almaya son derece elverişsiz şartlar altında açıklanmıştı. Fakat tüm bu zorluklara rağmen, Hz. Peygamber vaz'iyyetin ciddîliğinin farkına vannca, hakk davanın ya ebedî kalmasını ya da yok olmasını doğuracak bu tarihî adımı atmaya karâr verdi. Önceki davranışlarının tâm tersine; Hz. Pey-gamber'in Roma İmparatorluğuma karşı Suriye'ye yapılacak seferi ön­ceden açıkça ilân etmesi, sözkonusu bu seferin ne kadar büyük bir öne­me sahip olduğunu gösteriyordu. Genelde; sefere çıkılmadan önce, hangi tarafa sefere çıkılacağı ve hangi düşmana hücum edileceğinin bilinme­mesi için bütün tedbîrlerini alır ve hattâ Medine'den çıkarken de yönü bilinmesin diye düşmanının yönüne doğru hareket etmezdi. Arabis­tan'ın tüm siyasal güçleri bu kritik karârın vahîm sonuçlarının ne ola­cağının farkındaydılar. «Câhiüyye»nin geriye kalan eski kalmtılan, bü­tün ümitlerini İslâm'ın Roma'lılar tarafından bozguna uğratılmasına bağlamış endişeli bir şekilde sefer'in sonucunu bekliyorlardı. Müna­fıklar da, müslümanlann Suriye'de mağlûb olmaları halinde, içeriden bir ayaklanma hareketi ile İslâm'ın gücünü kırmak için son şansa sahip olacaklarını hesablıyoriardı. Bunun için, inşâ ettikleri mescidlerinde planlar yapmakta a'zamî istifâdeyi sağlıyorlar ve sefer hazırlıklarının başarısız kalması için ellerindeki tüm fırsatları değerlendiriyorlardı. Diğer yandan, gerçek mü'minler, yirmi iki yıldan beri uğrunda canla başla çabaladıkları tcislâmî hareket» in kaderinin, şimdi hassas bir denge noktasında olduğunun tamamen şuurundaydılar. Eğer bu kritik nok­tada cesaret gösterebilirlerse, artık tüm dış dünyanın kapıları «İslâmî hareket»in yayılması için ardına kadar açılacaktı. Yok, eğer zayıflık ya da korkaklık gösterirlerse, Arabistan'da icra ettikleri bunca faaliyete ağıt yakacaklardı bundan böyle.

Bundan dolayı, İslâm'ın bu âşık öncüleri sefer için hararetli bir hazırlığa başladılar. Onların herbiri sefer hazırlıklarına yardımcı ol­mak hususunda diğerlerini geçme yansı içerisindeydiler. Hz. Osman ve Hz. Abdurrahmân İbn Avf bu amaçla büyük miktarlarda para topla­dılar. Hz. Ömer hayatı boyunca kazandıklarının yansını ve Hz. Ebu-bekir de kazancının tamâmını hîbe ettiler. İslâm davasının fakır üye­leri de bu hususta geri kalmadılar ve alinterleri ile kazanabildikleri, ne varsa sefer hazırlığı için harcadılar ve kadınlar da zînetleri ile bu kampanyaya katıldılar. Hayatlannı İslâm uğruna feda etmek arzusu ile donanmış binlerce gönüllü, Hz. Peygambere gelerek savaşa katıla­bilmeleri için orduda kendilerine de yer ayrılmasını ve silâh verilme­sini rica ettiler. Savaşa hazırlık yapamamanın hüznünü gözyaşlan ile büyüten bu insanlann meydana getirdikleri manzara öylesine acıklı idi ki; Hz. Peygamber de onîan donatamamanm kederini yaşıyordu. Kısacası; bu savaşın hazırlığı gerçek mü'minleri, münafıklardan ayıran bir mihenk taşı olmaya başlamıştı. Kampanya sırasında hazırlıklarda geri kalmak, o kişinin İslâm ile çok sağlıksız bir ilişkisi olduğu anlamına geliyordu. Bundan dolayıdır ki; Tebûk seferinde bir kişinin geride kal­dığını öğrenen peygamber, hemencecik şunları söyledi: O'nu yalnız bırakın. Eğer herhangi bir iyilikle karşılaşacaksa, Allah onu yeniden sizin içinize katacaktır. Eğer iyilikten nasibi yoksa, sizi böylesi bir büyük günâhtan kurtardığı için Allah'a şükredin.

Özetle; Hz. Peygamber hicrî dokuzuncu yılın Receb ayında, İs­lâm'ın muzafferiyeti uğruna 30.000 kişilik savaşçısı ile Suriye'ye doğ­ru sefere çıktı. Müslümanlann sahip olduğu deve sayısının çok az ol­ması dolayısıyla, çoğunluğunun yürüyerek ve binme sırasının kendile­rine gelmesini bekleyerek ilerlemek zorunda oldukîan gerçeği hatırda tutulursa, bu seferin hangi şartlar altında yapıldığı daha iyi anlaşılmış olacaktır. Buna ilâve olarak, çölün kavurucu sıcağı ve yaygın su kıtlığı da sözkonusuydu. Fakat bu halisane karârları, İslâm yolundaki samîmi sebattan ve böylesi büyük zorluklar ve sıkıntılar karşısında gösterdikleri azimleri dolayısıyla «üstün derecelerle» mükâfatlandırıldılar. Müslü­manlar Tebûk'e ulaştıklannda, Sezar ve komutanlarının askerlerini cepheden çekmiş olduklannı ve kendileri ile savaşılacak düşmanın or­talarda olmadığım farkettiler. Böylece bir damla kan akıtmaksızın pres­tijlerini artıracak moral bir zafer kazandılar.

Bu konuyla ilgili olarak, Hz. Peygamberin savaş ve zaferleri üzerine çalışan tarihçilerin Tebûk seferi hakkındaki mütâlâalarının doğru olma­dığına dikkatleri çekmek yerinde olacaktır. Hâdisenin, Roma orduları­nın Arabistan'ın sınır bölgelerinde toplanmaları haberleri ile irtibâtlan-dınlması son derece yanlıştır. Gerçekte Sezar ordularını toplamaya başlamıştı, ama Hz. Peygamber daha önce harekete geçerek sınır böl­gelerine ulaştı ve Sezar ordularının saldın için yeterli hazırlık yapma­larına fırsat vermedi. Bununla beraber, Sezar «tedbîr, yiğitliğin en iyi şeklidir» fikrinden hareketle ordularını sınır bölgelerinin gerisine çekti. İslâm yolunda savaşan 3000 savaşçının Mûte'de kendisinin 100.000 kişilik bir kuvvetini nasıl devre dışı bıraktığını da unutmamıştı. 30.000 kişilik bir İslâm ordusuna, hele bizzat Hz. Peygamber'in komu­tasındaki orduya, 200.000 kişilik bir kuvvetle olsa dahi meydan oku­yamazdı.

Hz. Peygamber, Sezar'ın kuvvetlerini sınırdan geri çektiğini far-kedince, problemin ya Suriye topraklarına doğru ilerlemekle ya da iler­lemeyi Tebûk'de durdurup kazanılan moral saferin stratejik ve politik üstünlüklere dönüştürülmesi ile çözülebileceğine kanâat getirdi. O, ikinci şıkkı benimseyerek Tebûk'te yirmi günlük bir konaklamaya ka­râr verdi. Bu süre içinde, halen Roma İmparatorluğu'nun etkisi altın­da olan, ancak Roma İmparatorluğu ile İslâm Devleti arasında bir ter-cîh yapamayan küçük devletleri baskı altına alarak İslâm'ın hükümran­lığına ikna' etti ve bu devletleri İslâm devletine bağımlı hale getirdi. Meselâ, Dümafül-Cendel'den Ukaydir İbn Abdülmelik Kindî, Eyle'den Yuhannâ İbn D'obah ve Maknâ, Cerbâ ve Ezruh'un liderleri gibi bazı hıristiyan reisler Medine İslâm Devletine «Cizye» ödemeyi kabul etti­ler. Bunun sonucu olarak, İslâm devletinin sınırları Roma İmparator­luğuna kadar genişletildi ve bir zamanlar Sezar'ın müslümanlara karşı kullandığı Arap kabilelerin çoğunluğu Roma împaratorluğu'na karşı müslümanlann müttefiki oldular.

Yukarıda anlatılan Tebûk'ün moral zaferi, müslümanlara Roma'-lılar ile topyekûn uzun bir çatışmaya girmeden önce Arabistan'daki hâkimiyetlerini genişletmeleri için çok değerli bir fırsat sağlamıştı. Bu moral zafer sayesindedir ki, o zamana kadar yakın bir gelecekte yeniden «câhiliyye»nin eski hükümranlığına kavuşacağını umuyor olan, şirk'in aşikâr savaşçılarının ve şirklerini İslâm kisvesi altında saklayan münafıkların tüm ümitleri kırılmıştı. Böylesi insanların büyük çoğun­luğu, mevcûd şartların baskısı ile de olsa İslâm'ın gölgesine girdiler. Bu durum en azından, onların soylarından gelecekler arasından «ger­çek mü'minler» çıkmasını mümkün kılacak bir başlangıçtı. Bundan sonra, eski rejimin bağlıları (câhiliyye taraftarları) son derece âciz bir azınlık halinde kaldılar. Ama artık bu câhiliyye kalıntısı, Allah'ın gön­derdiği elçisi'nin «İslâm Devrimi» ni tamamlaması yolunda bir engel teşkil edemezdi. (Mevdûdî, Tefhim el-Kur'an, = The Meaning of the Qur'an, İngilizce metin, II; 345-355).[1]

 

1  — Müşriklerden muahede yaptıklarınıza; Allah ve Rasûlünden bir ihtardır:

2  — Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Ve bilin ki; siz, Allah'ı âciz bırakamazsınız. Hem Allah gerçekten kâ­firleri rüsvây edendir.

 

Allah'tan İhtâr

 

Bu sûre, Allah Rasûlü (s.a.) ne nazil olanların sonunculanndandır. Nitekim Buhârî'nin Ebu Velîd kanalıyla... Berâ'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Son nazil olan âyet: «Senden fetva isterler. De ki: Size babası ve çocuku olmayanın mîrâsı hakkındaki fetvayı Allah ve­riyor...»  (Nisa, 176) âyeti; son nazil olan sûre de Berâe'dir.

Bu sûrenin başında besmele çekilmez. Zîrâ sahabe, Mushaf'ul-İmâm'da bu sûrenin başına besmele yazmamışlardır. Bu konuda tâbi oldukları zât mü'minlerin emîri Osman İbn Affân (r.a.) dır. Nitekim Tirnıizî der ki: Bize Muhammed İbn Beşşâr'm... İbn Abbâs'tan riva­yetine göre o, şöyle demiştir: Osman İbn Affân'a : Mesânî (âyetlerinin sayısı yüzden az olan sûreler) den olduğu halde Enfâl ile Miûn (âyetle­rinin sayısı yüz ve daha fazla olan sûreler) dan olan Berâe'yi birlikte yazıp aralarına besmele satın yazmamaya ve bunları ilk yedi uzun sûre içine koymaya sizi sevkeden nedir? diye sordum, şöyle cevabladı: Allah Rasûlü (s.a.) nün bi'setinin üzerinden uzun bir zaman geçmişti. Ona çok âyetli sûreler iniyor; kendisine bir şey nazil olduğunda kâtiblerden birini çağırıp: Bu âyetleri, içinde şu. ve şu konuların zikredildiği sûreye koyunuz, buyuruyordu. Enfâl sûresi Medine'de nazil olan sû­relerin   ilkidir. Berâe ise Kur'an'm sonundandır. Bunun kıssası, diğerinin kıssasına benzemektedir. Dolayısıyla ben, bunun ondan ol­duğunu sandım. Allah Rasûlü (s.a.), bunun ondan olduğunu bize açık-lamazdan evvel vefat etti. Bu sebeple ben aralarını birleştirdim, ara­larına besmele satırı yazmadım ve bunu yedi uzun sûre içine koydum. Hadîsi bu şekilde Ahmed İbn Hanbel, Ebu Dâvûd, Neseî, Sahîh'inde İbn Hibbân ve Müstedrek'inde Hakîm başka kanallardan olmak üzere Avf el-A'rabî'den rivayet etmişlerdir. Hâkim hadîsin isnadının sahih oldu­ğunu, Buhârî ve Müslim'in tahrîc etmediklerini söyler.

Bu sûrenin başı Allah Rasûlü (s.a.) ne, Tebûk gazvesinden dön­düklerinde ve onlar haccda iken nazil olmuştur. Sonra müşriklerin o sene bu mevsimde âdetleri üzere hazır bulunacakları, Beyt'i çıplak ola­rak tavaf edecekleri zikredildi de Allah Rasûlü onlarla birlikte olmayı hoş görmedi ve o sene insanlara hacc farzlarını ifâ ettirmesi, bu seneden sonra müşriklerin haccetmeyeceklerini bildirmesi ve insanlar arasında, bu ihtân ilân etmesi için hacc emîri olarak Ebubekir es-Sıddîk'i gön­derdi. Onlar yola çıktıklarında, baba tarafından akrabası olduğu için Allah Rasûlü (s.a.) nden tebliğ alması için —ilerde açıklaması geleceği üzere— Ali ibn Ebu Talib'i peşinden gönderdi

Allah Teâlâ buyurur ki: «(Bu), müşriklerden muahede yaptıkla­rınıza Allah ve Rasûlünden bir ihtar (bir ayrılma ve ayıklanma) dır. Yeryüzünde dört ay daha dolaşın.» Müfessirler burada ihtilâfa düşmüş­lerdir. Bazıları şöyle derler : «Bu âyet, bir vakit ta'yîn edilmeksizin mut­lak olarak kendileriyle ahid yapılanlar veya dört aydan daha az süre ile kendileriyle ahid yapılanlar içindir. Bunların süresi dört aya tamam­lanmış oluyor. Ama vakti ta'yîn edilmiş bir ahid ile kendileriyle ahidle-şilenlerin süresi ne kadar olursa olsun. «O halde onlarla yaptığınız and-laşmayı sonuna kadar tamamlayın. Muhakkak ki Allah müttakîleri sever.» (Tevbe, 4) âyeti gereğince ahid; süresinin sonuna kadardır. Ay­rıca bir hadîste şöyle Duyurulmaktadır: Kimin Allah Rasûlü (s.a.) ile bir andlaşması varsa onun andlaşması müddetinin sonuna kadardır. Bu, sözlerin en güzeli ve kuvvetlisi olup, İbn Cerîr —Allah ona rahmet eylesin— bu görüşü tercih etmiştir. Bu görüş Kelbî, Muharnmed İbn Kâ'b el-Kurazî ve bir çoklarından rivayet edilmiştir.

Ali İbn Ebu Talha, «Müşriklerden muahede yaptıklarınıza Allah ve Rasûlünden bir ihtardır. Yeryüzünde dört ay daha dolaşın.» âyeti hak­kında İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder : Allah'ın, Rasûlü ile and-laşma yapmış olanlar için sınır (tanıdığı süre) dört aydır. Yeryüzünde bu süre diledikleri yerde dolaşacaklardır. Kendisi ile andlâşma olma­yanlar için Allah'ın koymuş olduğu süre, Nahr (hacda kurbân kesme günü) gününden başlamak üzere Muharrem ayının sonuna kadar olmak üzere haram ayların çıkmasıdır. Bu da elli gece eder. Haram aylar çık­tığında ise kendisiyle andlaşma olmayan için kılıcın konmasını emret­miştir. Bu görüşü Avfî de İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Bu da elli gece eder, sözünden sonra Dahhâk der ki: Allah Teâlâ, Muharrem ayı çıktığı zaman kendisi ile aralarında andlaşma olmayanlar için kılıcı koymasını peygamberine emretmiştir. İslâm'a girinceye kadar onlarla savaşacaktır. Kendisiyle andlaşma bulunanlar hakkında ise şöyle em­reder : Nahr gününden başlayarak Rebîülâhir ayından on gün geçin­ceye kadar olmak üzere dört ayın bitiminde onlar hakkında da kılıcı koyacak, tâ ki onlar İslâm'a girinceye kadar.

Ebu Ma'şer el-Medenî der ki: Bize Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ve başkalarının rivayetine göre; onlar, şöyle demişlerdir : Allah Rasûlü (s.a.) dokuzuncu sene hacc mevsiminde hacc emîri olarak Ebubekir"i gönderdi. Ali İbn Ebu Tâlib'i de Berâe'den otuz veya kırk âyetle gönderdi de o, bunları insanlara okudu. Müşriklere yeryüzünde dolaşmaları için dört ay süre verdi. Bu âyetleri onlara arefe günü okuyarak müşriklere şu süreyi verdi: Zilhicce ayından yirmi gün, Muharrem, Safer, Rebîûl-evvel ayı ve Rebîülâhirden on gün. Bu âyetleri onlara menzillerinde (du­rak yerlerinde) okudu ve dedi ki: Bu yılımızdan sonra müşrik haccet­meyecek, Beyt'i çıplak asla tavaf etmeyecek.

Mücâhid'den naklen ibn Ebu Necîh der ki : «Allah ve Rasûlün-den (andlaşma yapılanlara) bir ihtardır.» Bunlar Huzâa, Müdlic ve kendisi ile bir andlaşma olan başkalarıdır. Allah Rasûlü (s.a.) Te-bûk'u bitirip geldiklerinde; hacca gitmek istediler, sonra şöyle buyur­dular : Ancak müşrikler hazır bulunacak ve çıplak olarak tavaf ede­ceklerdir. Bu olmaymcaya kadar haccetmek istemiyorum. Ve Ebubekir ile Ali (R. Anhümâ) yi gönderdiler de, insanlara Zü'1-Mecâz'da ve hac mevsimlerinin hepsinde bîatleşmiş oldukları yerlerde insanlara tavaf ettirdiler. Kendileri ile andlaşma bulunanlara, dört ay daha emin ola­caklarım haber verdiler (ilân ettiler). Bunlar, peşpeşe gelen aylardır ki; Zilhicce ayimn yirmisinden başlayıp, Rebîülâhir ayının onuncu gü­nüne kadardır. Sonra onlar için hiç bir andlaşma kalmayacaktır. İn­sanların hepsine îmân etmedikleri takdirde kıtali İlân ettiler. Süddî ve Katâde'den de böylece rivayet edilmiştir. Zühri der ki: Sürenin baş­langıcı Şevvâl'den itibaren olup, sonu da Muharrem'in sonudur.

Fakat bu, garib bir sözdür. Hükmü kendilerine tebliğ edilmemiş olan bir müddet ile nasıl sorumlu tutulabilirler? Bu durum kendile­rine, Nahr günü Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabının bunu ilân ettikleri sırada ortaya çıkmıştır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Haccı ekber günü, insanlara Allah ve Rasûlünden bir ilândır...» buyurmuştur.[2]

 

3 — Büyük hacc günü, insanlara Allah ve Rasûlün-den. bir ilândır. Muhakkak ki Allah ve Rasûlü artık müş­riklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz; bu, sizin için daha hayırlıdır. Yok eğer yüz çevirirseniz; bilin ki siz, Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. Küfredenlere elem verici bir azabı müjdele.

 

Allah ve Rasûlü Müşriklerden Uzaktır

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «Haccı ekber günü —ki bu gün; hacc vazi­felerinin ifâ edildiği günlerin en faziletlisi, en üstünü ve insanları en çok toplayanı olan kurbân kesme günüdür— insanlara Allah ve Rasû-lünden bir ilân ve bir ihtardır.» Muhakkak ki Allah ve Rasûlü, insan­ları kendine tevbe etmeye çağırıp şöyle buyurur : «Eğer (içinde bulun­duğunuz şirk ve sapıklıktan) tevbe ederseniz; bu, sizin için daha ha­yırlıdır. Yok eğer yüzçevirir (üzerinde olduğunuz halde devam eder) seniz; bilin ki siz, Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. (Aksine O, size güç yetiricidir, siz onun eli altında (gücü dâhilinde) kahrı ve dilemesi al­tındasınız.) Küfredenlere elem verici bir azabı (dünyada rüsvâylık ve azabı, âhirette ise demir sopaları ve zincirleri, bukağılan) müjdele.»

Buhârî —Allah ona rahmet eylesin— der ki; Bize Abdullah İbn Yûsuf'un...  Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir:

Ebubekir (r.a.) beni, o haccda müezzinler (ilân ediciler) içinde gönderdi. Ebubekir onları Nahr günü Minâ'da şöyle ilân etmeleri için göndermişti: Bu seneden sonra hiç bir müşrik haccetmesin. Beyt'i hiçbir çıplak tavaf etmesin. Râvî Humeyd der ki: Sonra Hz. Peygamber <s.a.) arkalarından Ali İbn Ebu Tâlib'i gönderdi ve ona Berâe'yi (Be-râe sûresini) ilân etmesini emretti. Ebu Hüreyre der ki: Ali, bizimle birlikte nahr günü Berâe'yi Minâ halkına ilân etti. Ayrıca bu seneden sonra hiç bir müşriğin haccetmeyeceğini, hiç bir çıplağın Beyt'i tavaf etmeyeceğini de ilân etti.

Yine Buhârî'nin Ebu Yemmân kanalıyla,... Ebu Hüreyre'den riva­yetine göre; o, şöyle demiştir: Ebubekir, Nahr günü Minâ'da: Bu se­neden sonra müşrik haccetmeyecek, Beyt'i çıplak tavaf etmeyecek, diye ilân edenler içinde beni de gönderdi. Haccı ekber günü Nahr günüdür. Bu güne, insanların haccı asgar demeleri sebebiyle «ekber» denilmiştir. O sene Ebubekir, insanlara ilânda bulunmuş ve Allah Rasûlü (s.a.) nün de haccettiği veda haccı yılı hiç bir müşrik haccetmemiştir. Hadîsin lafzı Buhârî'den Kitâb el-Cihâd'da böyledir.

Abdürrezzâk'ın Ma'mer kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.) den riva­yetine göre; o, «Allah ve Rasûlünden bir ilândır.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Huneyn zamanı Hz. Peygamber (s.a.), Ci'râne'den umre için ihrama girdi. (Ci'râne'den umre yaptı.) Sonra bu haccda Ebubekir'i hacc emîri yaptı. Zührî'den rivayetle Ma'mer der ki: Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiğine göre; Ebubekir, kendisinin hacc emîri olduğu haccda Ebu Hüreyre'ye Berâe (sûresini) ilân etmesini emretmiştir. Ebu Hürey­re der ki: Sonra Hz. Peygamber (s.a.) bizim arkamızdan Ali'yi gön­dererek Berâe sûresini ilân etmesini ona emretmiştir. Ebubekir daha önce o hacc mevsiminde hacc emîri olarak kalmıştır. Bu hadîsin sevke-dilişinde garîblik vardır. Şöyle ki: Ci'râne umresi senesi hacc emîri Attâb îbn Esîd'dir. Ebubekir ise dokuzuncu senedeki haccda hacc emîri olmuştur.

Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer'in... Ebu Hüreyre'çlen rivayetine göre o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) Ali İbn Ebu Tâ­lib'i Mekke halkına Berâe sûresi ile birlikte gönderdiğinde onunla be­raberdim. Ebu Hüreyre'nin oğlu Muharrer (veya Muharrir) der ki: Siz ne i'lân etmekteydiniz? O şöyle dedi: Biz, ilân ediyorduk ki cen­nete ancak mü'min girecek, Beyt'i çıplak tavaf etmeyecek, AUah Ra­sûlü (s.a.) ile arasında bir andlaşma olan kimsenin müddeti dört aya kadardır: Dört ay geçtiğinde Allah ve Rasûlü müşriklerden uzaktır. Bu seneden sonra bu Beyt'i hiç bir müşrik haccetmeyecek. Ben, sesim kısılıncaya kadar bağırıyor, nida ediyordum. Şa'bî, Muharrer îbn Ebu Hüreyre'den Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini nakleder: Allah Rasûlü (s.a.) İbn Ebu Tâlib (r.a.) i nida etmek üzere gönderdiğinde onunla birlikteydim. Onun sesi kısıldığında ben nida ediyordum. Ben : Siz neyi nida ile ilân ediyordunuz? diye sordum. O, şöyle cevâb verdi: Dört şeyi: Kâ'be'yi hiç bir çıplak tavaf etmesin. Allah Rasûlü (s.a.) ile andlaş-ması olanın andlaşması, süresi sonuna kadardır. Cennete ancak inan­mış nefisler (kimseler) girecektir. Bu senemizden sonra hiç bir müşrik haccetmeyecektir. Hadîsi tbn Cerîr, başka bir kanaldan olmak üzere Şa'bî'den rivayet etmiştir. Şu'be ise hadîsi Muğîre'den, o Şa'bî'den ri­vayet eder. Ancak onun hadîsinde şu kısım vardır: Kimin Allah Ra­sûlü (s.a.) ile arasında bir andlaşma varsa, bunun andlaşması dört aya kadardır. Ve râvî, hadîsin tamâmını zikretti. İbn Cerîr der ki: Bu­nun, hadîsi nakledenlerden birinin vehmi olmasından korkarım. Zîrâ süre hakkındaki haberler bunun hilaf madır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Enes İbn Mâlik (r.a.) den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), Berâe sûresini Ebubekir ile bir­likte göndermişti. O Zü'1-Hoıleyfe'ye ulaştığında Allah Rasûlü : Onu ben­den veya Ehl-i Beyt'imden bir adam dışında kimse tebliğ etmesin, bu­yurdular ve onu (Berâe sûresini) Ali îbn Ebu Tâlib (r.a.) ile birlikte gönderdiler. Hadîsi Tirmizî de Tefsir kitabında Bündâr kanalıyla... Hammâd İbn Seleme'den rivayet etmiş ve Enes'den rivayetle bu hadî­sin hasen, garîb olduğunu söylemiştir.

Abdullah İbn Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Muhammed İbn Sü­leyman'ın... Ali (r.a.) den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hz. Pey­gamber (s.a.) e Berâe'den on âyet nazil olduğunda Hz. Peygamber (s.a.) Ebubekir'i çağırıp bunları Mekke halkına okuması için onlara gönderdi, öonra beni çağırıp : Ebubekir'e yetiş. Ona nerede yetişirsen yazıyı ondan al ve Mekke halkına gidip bunu onlara oku, buyurdular. Cuhfe'de ona kavuştum ve yazıyı ondan aldım. Ebubekir, Hz. Peygamber (s.a.) e dö­nerek : Ey Allah'ın elçisi, benim hakkımda bir şey mi nazil oldu? diye sordu. Allah Rasûlü : Hayır, fakat Cibril bana geldi ve : Bunu sen veya ailenden bir adamdan başkası edâ etmeyecek, dedi, buyurdular. Hadî­sin isnadında zayıflık vardır. Ebubekir (r.a.) in dönmesinden maksad, onun hemen dönmüş olması değildir. Aksine başka bir rivayette açık olarak geldiği üzere o, Allah Rasûlü (s.a.) nün hacc emîri olarak gön­derilmiş olduğu haccm farzlarını yerine getirdikten sonra dönmüştür.

Yine Abdullah İbn Ahmed İbn Hanbel der ki: Bana Ebubekir'in... Ali (r.a.) den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), onu Berâe ile gön­derdiğinde şöyle demişti: Ey Allah'ın peygamberi, ben fesahat sahibi ve hatîb değilim. Allah Rasûlü şöyle buyurmuş: Onu ya mutlaka ben götüreceğim veya sen götüreceksin. O da şöyle demiş : Eğer çâre yoksa o halde ben giderim. Allah Rasûlü : Git, muhakkak Allah senin diline sebat verecek ve kalbine hidâyet bahşedecektir, buyurmuş ve elini onun ağzına koymuştur.

İmâm Ahmed der ki: Bize Süfyân'ın... Zeyd İbn Yüşey' —Hem-dan'lı birisidir—den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ali'ye Hz. Pey­gamber (s.a.) in kendisini Ebubekir ile birlikte hacca göndermiş olduğu günü kasdederek Ne ile gönderilmiştin? diye sorduk. Şöyle dedi: Dört şeyle gönderildim: Cennete ancak inanmış kimseler girecektir. Beyt'i hiç bir çıplak tavaf etmeyecektir. Hz. Peygamber (s.a.) ile aralarında andlaşma olanın andlaşması, süresi sonuna kadardır. Bu senenizden sonra müşrikler, müslümanlarla birlikte haccetmeyecektir. Hadîsi Kı-lâbe kanalıyla Süfyân İbn Uyeyne'den rivayet eden Tirmizî hadîsin hasen, sahîh olduğunu söyler.

İbn Cerîr der ki: Bize İbn Vekî'nin... Ali'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Berâe sûresi inzal olunduğunda Allah Rasûlü (s.a.) beni dört şeyle gönderdi: Beyt'i hiç bir çıplak tavaf etmeyecektir. Bu yılınızdan sonra mescid-i harâm'a hiç bir müşrik yaklaşamayacaktır. Allah Rasûlü (s.a.) ile aralarında bir andlaşma olanın andlaşması, süresi sonuna kadardır. Cennete ancak inanmış kimse girecektir. Ha­dîsi İbn Cerîr, Muhammed İbn Abd'ül-A'lâ kanalıyla... Ali'den rivayet etmiştir. Bu rivayette o: Ben dört şeyle emrolundum... demiştir. Ve râvî hadîsin tamâmını zikretmiştir.

İsrail'in Ebu İshâk'tan, onun da Zeyd İbn Yücey'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Berâe sûresi nazil oldu ve Allah Rasûlü (s.a.) önce Ebubekir'i, sonra Ali'yi gönderdi. Ali onu (Berâe sûresini) ondan aldı. Ebubekir döndüğünde : Benim hakkımda bir şey mi nâzü oldu? diye sordu da Allah Rasûlü : Hayır, fakat onu benim veya Ehl-i Beyt'im-den, birinin tebliğ etmesiyle emrolundum, buyurdular. Ali, Mekke hal­kına gitti ve onların içinde şu dört şeyi ilân etti: Bu seneden sonra hiç bir müşrik Mekke'ye girmeyecek. Beyt'i hiç bir çıplak tavaf etme­yecek. Cennete ancak müslüman kişi girecek. Allah Qasûlü (s.a.) ile aralarında bir andlaşma olanın andlaşması, süresi sonuna kadardır.

Muhammed İbn İshâk'ın Hakîm İbn Hakim İbn Abbâd İbn Huneyf kanalıyla Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ali İbn el-Huseyn îbn Ali'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.), insanlara haccet­tirmesi için Ebubekir'i göndermişken ona Berâe sûresi nazil olduğunda: Ey Allah'ın elçisi, Ebubekir'e gönderseniz, denildi. Onu benim yerime ancak Ehl-i Beyt'imden birisi edâ edebilir, buyurup Ali'yi çağırdılar ve şöyle buyurdular:. Bu kıssayı Berâe'nin içinden çıkar ve Minâ'da top­landıklarında Nahr günü insanlar içinde ilân et ki cennete hiç bir kâfir girmeyecektir. Bu seneden sonra hiç bir müşrik haccetmesin. Beyt'i hiç bir çıplak tavaf etmesin. Allah Rasûlü (s.a.) katında kendisi için bir andlaşma olanın bu andlaşması, süresi sonuna kadardır. Ali  (r.a.), Allah Rasûlü (s.a.) nün Adbâ ( ,L^*JI ) isimli devesinin üzerine binip Ebubekir'e yolda yetişti. Ebubekir onu gördüğünde : Emîr olarak mı yoksa me'mûr olarak mı? diye sordu. O : Bilakis me'mûr ola­rak, diye cevab verdi. Beraberce gittiler. Ebubekir insanlara haccettirdi. Araplar o sene, câhiliye devrinde oldukları gibi haccdaki duraklarında idiler. Nihayet kurban günü olunca; Ali îbn Ebu Tâlib Allah Rasûlü (s.a.) nün kendisine emretmiş olduğu şeyleri insanlar içinde kalkıp ilân etti. Ve şöyle dedi: Ey insanlar, cennete hiç bir kâfir girmeye­cektir. Bu seneden sonra hiç bir müşrik haccetmesin. Beyt'i hiç bir çıplak 'tavaf etmesin. Kimin Allah Rasûlü (s.a.) katında bir anlaşması varsa; bu, süresine kadardır. O seneden sonra hiç bir müşrik haccet­medi, hiç bir çıplak Beyt'i tavaf etmedi. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) nün yanma geldiler. Bu, belirli süreye kadar müddet verilmiş olanlarla, o yıl ahîd alınmış olan müşrikler için bir «berâet» idi.

İbn Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Abdullah İbn Abdülha-kem'in... Ebu es-Sahbâ el-Bekrî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ali İbn Ebu Tâlib'e hacc-ı ekber gününü sordum. Şöyle dedi: Allah Rasûlü (s.a.) insanlara haccettirmek üzere Ebubekir îbn Ebu Kuhâfe'-yi göndermiş ve onunla birlikte beni Berâe sûresinden kırk âyetle bir­likte göndermişti. Arefe günü Arafat'a gelince insanlara hutbe okumuş, hutbesini bitirince bana dönüp : Kalk ey Ali, Allah Rasûlü (s.a.) nün risâletini edâ et (yerine getir), demişti. Kalktım ve onlara Berâe sûre­sinden kırk âyeti okudum. Sonra döndük ve Minâ'ya geldik. Cemre'ye (şeytâna atılan taşları) attım. Devemi kestim, sonra başımı tıraş ettim. Ve anladım ki orada toplananlar, arafe günü Ebubekir'in hutbesinde bütünüyle hazır bulunmamışlardı. Çadırları dolaşıp onlara bu âyetleri okudum. İşte buradan hareketle bazıları, onun (hacc-ı ekber gününün) Nahr günü olduğunu sanmışlardır. Dikkat ediniz, o arafe günüdür.

Abdürrezzâk'ın Ma'mer'den, onun da Ebu îshâk'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Ebu Cühayfe'ye hacc-ı ekber gününü sordum, arafe günüdür, dedi. Ben : Bu bilgi senden mi, yoksa Muhammed (s.a.) in ashabından mı? diye sordum. Hepsi onlardandır, diye cevab verdi. Yine Abdürrezzâk'ın Cüreyc'den, onun da Atâ'dan rivayetine göre o, hacc-ı ekber gününün arafe günü olduğunu söylemiştir.

Ömer İbn Velîd eş-Şennî der ki: Bize Şihâb İbn Abbâd el-Ansarî'nin babasından rivayetine göre o, Ömer İbn Hattâb'ın şöyle dediğini işit­miş : Bu, arafe günüdür, bu hacc-ı ekber günüdür. Hiç kimse bu günde kesinlikle oruç tutmasın. Râvî devamla şöyle anlatır : Babamdan sonra (babamın ölümünden sonra) haccettim ve Medine'ye varıp halkının en faziletlisinin kim olduğunu sordum. Saîd İbn Müseyyeb'dir dediler. Ona varıp: Muhakkak ben Medîne halkının en faziletlisini sordum, Saîd İbn Müseyyeb'dir, dediler. Bana arafe günü orucundan haber ver, dedim. Ben sana benden yüz kat daha faziletli olanı haber vereyim : O, Ömer —veya İbn Ömer— dir. O günün orucunu yasaklar ve : O, hacc-ı ekber günüdür, derdi. Hadîsi İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim riva­yet etmişlerdir. İbn Abbâs, Abdullah İbn Zübeyr, Mücâhid, İkrinıe ve Tâvûs'tan rivayet edildiğine göre onlar: Arafe günü hacc-ı ekber gü­nüdür, demişlerdir. Bu hususta İbn Cüreyc'in mürsel olarak rivayet et­tiği bir hadîs vardır: Bana Muhammet! İbn Kays İbn Mahreme'den rivayetle haber verildiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.), arafe günü hutbe okumuş ve : Bu (gün), hacc-ı ekber günüdür, buyurmuşlardı. Bu ha­dîs, İbn Cüreyc kanalıyla... Misver İbn Mahreme'den başka bir şe­kilde de rivayet edilmiş olup buna göre; Allah Rasûlü (s.a.), Arafat'ta onlara hutbe okumuş, Allah'a hamd ü senadan sonra şöyle buyurmuş­tur : İmdi, muhakkak bu (gün) hacc-ı ekber günüdür.

Hacc-ı ekber günü hakkındaki ikinci görüş ise bunun, Nahr (hacc-da kurbân kesme) günü olduğu şeklindedir. Hüşeym'in İsmâîl İbn Ebu Hâlid'den, onun Şa'bfden, onun da Hz. Ali (r.a.) den rivayetine göre o : Hacc-ı ekber günü Nahr günüdür, demiştir. Ebu İshâk .es-Sübey'î de Haris İbn A'ver'in şöyle dediğini nakleder : Ali (r.a.) ye hacc-ı ekber gününü sordum : O, Nahr günüdür, diye cevab verdi. Şu'be'nin Hakem'-den rivayetine göre; o, Yahya İbn el-Bezzâr'i şöyle derken işitmiş : Hz. Ali (r.a.), Nahr günü beyaz bir katır üzerinde çöle doğru gitmek üzere çıkmıştı. Bir adam gelip hayvanının yelesinden tuttu ve ona hacc-ı ekber'i sordu. Hz. Ali şöyle cevab verdi: O, bu günündür. Hayvanın yolunu serbest bırak. Abdürezsâk'ın Süfyân ve Şu'be kanalıyla... Ab­dullah İbn Ebu Evfâ'dan rivayetine göre; o, şöyle demiş : Hacc-ı ekber günü Nahr günüdür. Bu görüşün bir benzerini; Şu'be ve başkaları, Ab-dülnıelik İbn Numeyr'den rivayet etmişlerdir. Keza Hüşeym ve başka­ları, bu görüşü Şeybânî kanalıyla Abdullah İbn Ebu Evfâ'dan. da riva­yet etmişlerdir. A'meş'in Abdullah İbn Sinan'dan rivayetine göre o, şöyle demiştir: Muğîre İbn Şu'be kurbân günü bir deve üzerinde bize hutbe okuyup : Bu, kurbân günüdür, bu Nahr günüdür, bu hacc-ı ekber günüdür, dedi. Hammâd İbn Seleme'nin Semmâk'den, onun İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre o : Hacc-ı ekber; Nahr günüdür, demiştir. Ebu Cühayfe, Saîd İbn Cübeyr, Abdullah İbn Şeddâd İbn el-Hâd, Nafi' îbn Cübeyr İbn Mut'ım, Şa'bî, İbrâhîm en-Nehaî, Mücâhid, İklime, Ebu Ca'fer el-Bâkır, Zührî ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Es-lem'den rivayete göre onlar: Hacc-ı ekber günü; Nahr günüdür, de­mişlerdir. İbn Cerîr de bu görüşü tercîh etmiştir. Daha önce geçtiği üzere Buhârî'nin Sahîh'inde Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîse göre; Ebubekir onları, Minâ'da ilânda bulunmak üzere Nahr günü göndermiştir. Bu hususta başka hadîsler de vârid olmuştur. Nitekim İmâm Eba Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bana Sehl İbn Muhammed es-Sicistânî'-nin... İbn Ömer'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.), veda haccmda kurbân günü cemrelerin yanında durmuş ye: Bu gün hacc-ı ekber günüdür, buyurmuşlardır. İbn Ebu Hatim ve İbn Merdûyeh de bu hadîsi Ebu Câbir Muhammed îbn Abdülmelİk'den bu şekilde rivayet etmişlerdir. Yine İbn Merdûyeh bu hadîsi Velîd İbn Müs­lim'den, o da Hişâm İbn el-Ğâz'dan rivayet etmiştir. Ayrıca İbn Mer­dûyeh hadîsi Saîd İbn Abdülazîz'den, o da Nâfi'den rivayet eder.

Şu'be'nin Arar İbn Mürre'den, onun Mürre el-Hemdânî'den, onun da Hz, Peygamber (s.a.) in ashabından bir adamdan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) kırmızı renkte, kulağının ucu kesilmiş bir deve üzerinde aramızda kalkıp : Bu gününüzün hangi gün olduğunu biliyor musunuz? diye sormuştu. Nahr günüdür, dediler. Allah Rasûlü şöyle buyurdular: Doğru söylediniz, bu gün hacc-ı ekber gü­nüdür.

İbn Cerîr der ki: Bize Ahmed İbn Mikdâm'm... Abdurrahmân îbn Bekre'den, onun da babasından rivayetine göre o, şöyle demiştir : O gün olduğunda Allah Rasûlü (s.a.) kendisine âit bir deve üzerine oturmuş, insanlar onun gemini tutmuşken: Bu, hangi gündür? diye sormuştu. Biz, sustuk ve sandık ki isminden başka bir şeyle onu isimlendirecek. Şöyle buyurdular: Bu gün, hacc-ı ekber günü değil midir? Bu hadîsin isnadı sahîh olup aslı Buhârî'nin Sahîh'inde tahrîc edilmiştir. Ebu Ah-vas'ın Şebîb İbn Ğarkade'den, onun Süleyman îbn Amr îbn Ahvas'-dan, onun da babasından rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Ra­sûlü (s.a.) nü veda haccında dinledim, bu hangi gündür? buyurdular. Hacc-ı ekber günüdür, diye cevab verildi. Saîd İbn Müseyyeb'den riva­yete gpre; o, şöyle demiştir : Hacc-ı ekber günü; Nahr gününden ikinci gündür. Saîd İbn Müseyyeb'in bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiş­tir. Mücâhid de: Hacc-ı ekber günü; bütün hacc günleridir, demiştir. Ebu Ubeyd de böyle söyler. Süfyân ise şöyle demiştir : Hacc günü; Cemel günü, Sıffîn günü. Yani hepsinin günleridir. Sehl el-Serrâc der ki: Hasan el-Basrî'ye hacc-ı ekber günü soruldu da şöyle dedi: Hacc-ı ek-berden size ne? O, Ebubekİr'in Allah Rasûlü (s.a.) tarafından insanlara haccettirmek üzere görevlendirilerek haccettiği senedir. Bunu İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

İbn Cerîr der ki: Bize Vekî'nİn ve Ebu Üsâme'nin İbn Avn'dan rivayetine göre o, şöyle demiştir: Muhammed İbn Sîrîn'e hacc-ı ekber gününü sordum, şöyle dedi: Allah Rasûlü (s.a.) nün haccı ile bedevî-Ierin haccının birleştiği (birbirine tevâfuk ettiği) gün olmuştur.[3]

 

4 — Yalnız muahede yaptığınız müşriklerden, mua­hede hükümlerinde size karşı bir eksiklik yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyenler, müstesnadır. O halde yaptığınız anlaşmayı, sonuna kadar tamamlayın. Muhakkak ki Allah, müttakîleri sever.

 

Bu, dört ay süre koymadan bir istisnadır. Belli bir vakti olmaksı­zın mutlak olarak kendisi ile andlaşma bulunan kimsenin süresi (and-laşma süresi) dört aydır. Yeryüzünde dolaşacak ve kendisini kurtar­mak üzere dilediği yere gidecektir. Ancak belli bir vakitle sınırlı and­laşma bulunanların süresi, andlaşmada konulan süredir. Daha önce geçen hadîste şöyle buyuruluyordu: Kimin Allah Rasûlü (s.a.) ile bir andlaşması varsa; onun andlaşması, süresinin sonuna kadardır. Fakat bu, andlaşma yapılanın andlaşmasını bozmaması, müslümanlara karşı hiç kimseye yardımcı olmaması, onların dışındakilere onların aleyhinde yardımda bulunmaması şartına bağlıdır. İşte süresinin sonuna kadar andlaşmasına ve zimmetine riâyet edilecek olanlar, bu durumda olan kimselerdir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ, bu husustaki andlaşmalara riâyete teşvik ile : «liluhakkak ki Allah (andlaşmalarına riâyet eden) müttakîleri sever.)) buyurmuştur.[4]

 

İzâhı

 

Şîîlerden bazıları; âdetleri olduğu üzere, Hz. Ali'nin bu özelliğini büyütüyor. Ona rivayet bakımından sahîh olmayan ve akılla da kabul ve destek görmeyen şeyler isnâd ediyorlar. Bununla Hz. Ali'nin Ebu-bekir'den daha üstün olduğunu, halifeliğe ondan daha lâyık olduğunu isbât etmek istiyorlar. Onlar, Cebrail'in Hz. Peygambere; Ebubelçir'i azletmesini emretmiş ve Berâe sûresini peygamberin kendisi veya aile­sinden birisinin ancak tebliğ edebileceğini söylemiştir. Bunun içindir ki Peygamber de Ebubekir'i tebliğ görevinden azletmiştir. Onlar bu olayı anlaşmaların feshi ve onunla ilgili meselelere hâs kabul etmeyip din için genel bir kaide olarak görüyorlar. Oysa sahîh hadîsler, din uğruna cihâd ve onu savunmada olduğu gibi dini teblîğ konusunda umûmîdir. Dini teblîğ bir görevdir, sadece şeref değil. Bu meyânda Rasûlullah veda haccında binlerce insanın duyup dinlediği konuşmasında: Burada bu­lunan bulunmayana tebliğ etsin, buyurmuştur. Bu husus, Buhârî, Müs­lim ile diğer hadîs kitaplarında bir kaç yerde vardır. Bazı rivayetlerde İbn Abbâs şöyle demektedir: Allah'a yemîn ederim ki, «burada bulu­nan bulunmayana tebliğ etsin,» sözü bütün ümmete verilen bir emirdir. «Benden bir âyet bile olsa, onu tebliğ ediniz.» hadîsi de vardır ki, bunu Buharı ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Gerçek bu olmasaydı, şüphesiz İslâmiyet o hızıyla dünyaya yayılmazdı. Şîîlerden bazıları, Rasûlul-lah'm Ebubekir'i hacc emirliğinden alıp yerine Ali'yi görevlendirdiğini iddia etmektedirler. Bu, halkın ve âlimlerin bildiği ve yaşanmış bir olaya dayanan rivayetlere zıt bir iftiradır. Doğrusu şudur: Hz. Ali (r.a.) özel bir emri tebliğ etmekle görevlendirilmiş idi. İslâmın sosyal bir esâsı­nın yerine getirilmesi konusundaki genel başkanlığında Hz. Ali, Hz. Ebutîekir'e tâbi idi. Hattâ, Ebubekir, Hz. Ali'nin emri tebliğ edeceği vakti tayın ediyor : Kalk ey Ali, peygamberin elçiliğini tebliğ et, diyordu. Ayrıca Ebu Hüreyre'nin Buhârî, Müslim ve diğer hadîs kitaplarında vârid olan hadîsinde de yeraîdığına göre, Ebubekir bu emri teblîğ konu­sunda ashâbtan bazılarına Hz. Ali'ye yardım etmeleri için ta'lîmât vermiştir.

Hz. Peygamberin müslümanlann Mekke'den kurtuluşundan sonraki bu ilk haccın ifâsı hususunda ve diğer hacc erkânı konusunda Hz. Ebu­bekir'i emîr ta'yin etmesi, tıpkı vefatından önce onu namaz kıldırmakla görevlendirmesi gibi; Rasûlullah'ın yerine getirdiği İslâm'ın esaslarının yerine getirilmesinde onu ashabın diğer liderlerine tercihi anlamına ge­liyordu. Ashabın çoğunluğu bu olayı peygamberin vefatından sonra onun başkanlığa aday gösterilmesi olarak kabul etmişlerdir. Dolayısıyla olay; Hz. Ali'nin değil, Hz. Ebubekir'in hilâfetine işarettir. Gerçek şu ki: Yüce Allah, onlann ileride devlet başkanı olacaklarım biliyordu. Âlûsî bu mânâda bazı sözler söyledikten sonra şöyle demektedir:

Ehl-i Sünnetten bazıları, Ebubekir'in hacc konusunda insanlara başkan ta'yîn edilmesinde ve Ali'nin de orada andlaşmayı bozmayı teblîğ konusunda görevlendirilmesinde bir nükteyi zikretmektedirler. O nükte şudur: Ebubekir rahmet ve cemâl sıfatına mazhar idi. Nitekim İsrâ hajüsinde geçen Rasûlullah'm «Ümmetimin ümmetime en merhamet­lisi Ebubekir'dir.» sözü bunu göstermektedir. Bunun için Hz. Peygam­ber rahmete konu olan müslümanlann işini Ebubekir'e havale etmiştir. Hz. Ali ise Allah'ın aslanı idi. O, celâl sıfatının mazharı idi. Binâenaleyh yüce Allah, kahr ve celâl sıfatı gerektiren kâfirlerin andlaşmasının feshi görevini ona vermiştir. Onlar kâfir ve müslümanm toplandığı bü­yük toplulukta birinden cemâl, ötekinden celâl sıfatı fışkıran iki göz gibiydiler. Bu söz şayet Rasûlullah'ın açık ta'lîli olmaz İse de şüphesiz ki çok güzeldir. Biz diyoruz ki: Eğer Rasûlullah'ın Ali'yi kâfirlerin and-laşmalarıru bozmak için kendi yerine göndermesini onun ehl-i beytin­den olmasına bağlamak adı geçen nüktenin bir illet olmasına engel olursa da, bir hikmet olmasına mâni değildir.

Çağdaş şîîlerden birinin yeni bir kitabında^ bu meselenin mübalağa edilip büyütülmesinin bir başka örneğini gördüm. Hz. Ali ile ilgili diğer menkibelerde de hep böyle yapılmıştır. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'i (r.a.) kötülemek için şüphe nedeni olmuştur. Sözkonusu eser, Cenab-ı Al­lah'ın kitabını da Hz. Ebubekir'in hicreti esnasında Peygambere arka­daşlık ettiğini zikretmesini, Allah'ın mağarada onlarla beraber olduğu­nu açıklamasını kıymetsiz sayıyor ve Hz. Ebubekir için meziyet olmak­tan çıkarıyordu. Aslında eğer şîa, şu günlerde rafızîlik, bid'atler, sün­netten çıkma propagandaları, ehl-i sünnet imamlarını kötüleme gayre­tine düşmeselerdi; biz bu tebliğ konusundaki şüpheyi burada zikre değer bulmayacaktık.

Bahis mevzuu şîî yazar bu mesele ile ilgili rivayetlerden; İbn Cerîr Taberî'nin Süddî'den naklettiği rivayetleri özetleyerek şöyle demekte­dir : Tevbe sûresinin başındaki kırk âyet indiği zaman; Rasûlullah, hac için Hz. Ebubekir'i emîr sıfatıyla bu âyetleri ilân için Mekke'ye gönder­miştir. Ebubekir Zü'1-Huleyfe'ye vardığında, Hz. Peygamber peşinden Ali'yi göndermiş görevi ondan almıştır. Rasûlullah'ın huzuruna dönen Ebubekir; Ya Rasûlallah, hakkımda bir şey mi indi? diye sormuştur. Hz. Peygamber bunun üzerine : Hayır, fakat bir şeyi benim adıma ben veya ailemden başka birisi teblîğ edemez, buyurmuştur. Bu olaya da­yanarak müellif, Hz. Ali'nin peygamberin kendisi mertebesinde olup Allah katında ashabın en hayırlısı ve üstünü olduğu hükmünü çıkar­mıştır. Müellif devam ederek şöyle demektedir: Peygamberin bu sözü Ali'nin O'ndan olması O'nun kendisi olması demektir. Bunu Ebubekir de biliyordu. Onun içindir ki Rasûlullah bu konuyu Ebubekir'e tekrar söz konusu etmemiştir. İstidlal yolunu bilen herkes bunun böyle oldu­ğunu bilir. Hâricilerden bazıları, Hz. Ali'nin bu üstünlüğünü gizleme­ye çalışmış, Hz. Peygamberin «O bendendir» sözü onun neseb bakımın­dan yakınlığı manasınadır, üstünlüğü anlamına gelmediğini iddia et­miştir. Bunlara göre arapların âdeti böyleydi, bir kimse anlaşmasını boz­mak istediği zaman, bunu ya bizzat kendisi bozar veya en yakınını bunun için gönderirdi. Bunların yanıldığı bir nokta var. O da Abbâs'ın Hz. Peygamber'in neseb bakımından en yakını olduğudur. Rasûlullah buna rağmen niçin onu bu teblîğ görevi ile göndermemiştir? Müellif, ehl-i sünnetten hiç kimsenin bu hadîsi onların iddia eUiği mânâya al­madığını çok iyi bilir. Ehl-i sünnet, böyle bir teblîğ konusunda ya anlaşmayı yapanın kendisi bulunacağını veya yakın akrabalarından birini göndereceğini söylemektedirler.

Ben diyorum ki bu zâtın ileri sürdüğü şüphesinin içinde kendi aley­hine delil bulunmaktadır. Şöyleki:

1) Bu tutucu Şiî rivayetlerden Süddî'nin rivayetini seçip almıştır. Çünkü bu rivayet başka rivayetlerde yeralmayan Şia'nın te'vîl ve aşırı­lıklarına uygun muhteva taşımaktadır.

2) Süddî, bu sözü kendisi söylemiş, sahabeden herhangi birinden nakletmemiştir.

3) Bu konuda bizim sahih senetlerle Ali, Ebu Hureyre v.b. den ri­vayet ettiğimiz hadîs, Süddî'nin rivayetine ters düşmektedir. Bizim ri­vayet ettiğimiz daha tercihe değerdir.

4) Konuyu tahkîk ettiğini iddia eden bu Şîî müellif, Süddî'nin sö­zünün tamâmını zikretmemiş, sadece bir kısmını almıştır. Süddî'den başkalarının da rivayet ettiği ve bu müellifin kaydetmediği kısımda Ra-sûlullah, Ebubekir'e şöyle der : Ey Ebubekir, mağarada benimle bera­ber olmaktan, Kevser havzmda arkadaşım olmaktan memnun olmaz mısın? Evet ya Rasûlallah, dedi ve hacıların başında gitti. Hz. Ali de Tev­be sûresini götürdü. Kurban bayramı günü Ali kalktı ve şöyle konuştu : Bu seneden sonra hiç bir müşrik, Mescid-i Harâm'a girmeyecektir. Kâ-beyi hiç bir kimse çıplak olarak tavaf etmeyecektir. Hz. Peygamber ile ararında bir anlaşma olan kimseye anlaşma süresince hak tanınır. Bu günler yemek ve içmek günüdür. Yüce Allah ancak müslüman olanları cennetine koyacaktır.    Bundan sonra müşrikler döndüler birbirlerini suçlamaya başladılar. Ne yapıyorsunuz? Görmüyor musunuz, Kureyş-liler müslüman oldu? dediler ve müslüman oldular. îbn Cerîr Taberî'nin tefsirinde geçen Süddî'nin rivayetinin tâm metni budur.

Eğer bu şîî müellif rivayete dayanıyorsa —ki öyle görünüyor— da­ha önce açıkladığımız gibi, bu hadîs onun aleyhinde bir delildir. Ayrıca Hz. Ali'nin tebliğ ettiği o kırk âyet içinde «Eğer siz O'na yardım etmez­seniz, (iyi bilin ki) iki kişiden biri olduğu halde kâfirler O'nu çıkardık­ları zaman Allah O'na yardım etmişti. Hani onlar mağarada idiler, o zaman arkadaşına «Üzülme Allah bizimle beraberdir» diyordu.» âyeti de bulunuyordu.

Rasûlullah'm verdiği bu görev Ebubekir'in üstünlüğünü, Hz. Pey­gamberin yanındaki özel mevkiini, böyle bir farîzanın yerine getirilme­sinde Hz. Ebubekir'i yerine vekîl tâyin etmesinin, Hz. Ali'nin kendisine daha yakın olmasına rağmen, bu özel konuyu tebliğle Hz. Ali'yi görev­lendirdiği zaman onu Hz. Ebubekir'in emrine vermesinin hikmetini açıklamaktadır. Bu -meselede Ebubekir'in ona emir verdiği sahîh rivayetler­de geçmektedir. Bunun içindir ki, bu râfızî, Rasûlullah'ın hayatının o en önemli hâdisesinde, Allah'ın emri ile peygamberin seçmesi sonunda Ebu­bekir'in kendisine yol arkadaşlığı etmesindeki şerefi inkâr etmekte, ri­vayet edilen hadîsin bir kısmını almamaktadır. Bu önemli olay; İslâmın doğuşunu ve nurunun dünyaya yayılışının başlangıcındaki hicret ola­yıdır. Eğer bu beraberlik basît bir şey olsaydı, Kur'an bunu zikretmezdi. Kur'an, Ebubekir*i insanlığın efendisine arkadaş olarak zikretmekte ve Allah'ın onlarla birlikte olduğunu belirtmektedir.

Sonra Hz. Peygamberin Ebubekir için «Kevser havuzunun başında arkadaşımdır..» demesi, onun kıyamet günü başkalarından farklı bir üstünlüğe, meziyyete sahip olacağını gösterir. Eğer o, kevser suyunun başına gelecek sair mü'minler gibi bir insan olsaydı, o makamda bu özel ifâdenin bir mânâsı olmazdı. Rasûlullah'ın sözleri manasızlıktan münezzehtir.

5) Süddî'nin rivayetinde yeralan; benden bir kişi, sözünü Taberî ve diğerlerinde yeralan; ehl-i beytimden bir kişi sözü açıklamaktadır. Bu açık ifâde; «benden» kelimesinin; Hz. Ali'nin nefsinin Peygamber'in nefsi gibi olması, onun yerine kâim olması, ve ashabın en üstünü ol­ması iddiasını ibtâl eder.

6) O müellifin bir kısım hâricilere isnâd ettiği görüşleri tüm ehl-i sünnet ulemâsından hiçbirisi, bu konuda Hz. Ali'nin hiç bir özelliğinin olmadığını, onun bu olayda görevlendirilmesinin peygamberin yakını olmasından kaynaklandığını bu olayın sadece bir tebliğ olduğunu, Hz. Ali bakımından övünülecek bir durum olmadığını iddia etmemişlerdir. Bütün bunlar Rafızîlerin, Haricîleri andıkları zaman ehl-i sünnete iftira etme alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır. Şayet Haricîler de bu ko­nuda Hz. Ali'nin meziyyetini inkâr ediyorlarsa, Râfızîler de Hac emirliği esnasında, hac farizasını edâ ve öğretme, müşriklere dini tebliğ konu­sunda Hz. Ebubekir'in Peygamber'e vekâlet etme meziyyetini inkâr et­mektedirler. Ehl-i sünnet nıu'tedildir. Her iki zâtın da üstün meziyyet-lerini de kabul ederler.[5]

 

5 — Haram olan aylar çıkınca; artık müşrikleri bul­duğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın ve hapsedin. Her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe ederler; namaz kılar, zekât verirlerse; yollarını serbest bırakın. Muhakkak ki Allah Gafur'dur, Rahîm'dir.

 

Haram Aylar Çıkınca

 

Müfessirler, bu âyette zikredilen haram ayların hangi aylar olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Cerîr bunların : «Bunlardan dördü haram olanlardır. İşte bu, en doğru nizâmdır. O halde bunlarda nefis­lerinize zulmetmeyin...» (Tevbe, 36) âyetinde zikredilen aylar olduğu görüşündedir. Bunu Ebu Ca'fer el-Bâkır söylemiştir. Fakat İbn Cerîr, onlar hakkında haram ayların sonuncusunun Muharrem olduğunu söy­lemiştir. İbn Cerîr'in zâhib olduğu bu görüşü Ali îbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Dahhâk da bu görüştedir. Fakat bu şüphe­lidir. Âyetin akışından açıkça anlaşılan ise îbn Abbâs'tan Avfî tarafın­dan rivayet edilen görüştür. Bu görüşü Mücâhid, Amr îbn Şuayb, Mu-hammed İbn İshâk, Katâde, Süddî ve Abdurrahmân îbn Zeyd îbn Eş­lem de paylaşırlar. Buna göre burada kasdedilen : «Yeryüzünde dört ay daha dolaşın.» (Tevbe, 42) âyetinde belirtilen dört aylık süre; yeryü­zünde serbestçe dolaşma süresidir. Sonra Allah Teâlâ : «Haram olan ay­lar çıkınca...» buyurmaktadır. Allah Teâlâ'nm onlarla savaşmayı size haram kıldığı, onlar için vermiş olduğu süre olan dört ayın bitiminde onları nerede bulursanız hemen öldürün. Sonra, haram olan dört ayla­rın hükmünün açıklanması yine bu sûrede ilerdeki bir âyetin tefsirinde gelecektir.

Allah Teâlâ'nın: «Artık müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün.» âyeti geneldir. Fakat meşhur olan görüş; bu âyetin, Harem'de savaşın haram kılınmasıyla ilgili: «Onlar sizinle savaşmadıkça, siz de Mescid-i Harâm'da onlarla savaşmayın. Ancak onlar sizinle savaşırlarsa, siz de onları öldürün...» (Bakara, 191) âyeti ile tahsis edilmiş olduğudur. Allah Teâlâ : «Onları yakalayın.» buyurur ki; onlan, dilerseniz öldür­mek suretiyle ve dilerseniz esîr etmek suretiyle yakalayın. «Onlan hap­sedin ve her gözetleme yerinde onlan bekleyin.» Onlan bulmanızla ye­tinmeyin. Bilakis onlan sığındıklan yerlerde, kalelerinde muhasara et­mek, geniş olan yeryüzünü onlara daraltmak, ölünceye veya İslama gir­mek zorunda kalıncaya kadar yollarda, geçecekleri yerlerde onlan gözet­leyin. «Eğer tevbe ederler; namaz kılar, zekât verirlerse; yollarını ser­best bırakın. Muhakkak ki Allah Gafurudur, Rahîm'dir.»

Bunun içindir ki Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.), zekât vermeyenlerle savaşma hususunda bu ve benzeri âyetlere dayanmıştır. Zîrâ bunlarda onlarla harbetmek ancak bu işleri işlemeleri şartıyla haram kılınmıştır ki bunlar da İslâm'a girme, vâciblerini yerine getirmedir. Allah Teâlâ bu şartlardan en üstünü ile daha aşağı olanlarına işaret ve tenbîhte bulunmuştur. Şehâdetten sonra farzların en şereflisi, Allah'ın hakkı olan namazdır. Ondan sonra ise fakîr ve yoksulları ilgilendiren ve men­faati onlara geçen zekâtın yerine getirilmesi gelmektedir. Bu ise ya­ratıklarla ilgili işlerin (fiillerin) en şereflisidir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ, bir çok yerde namaz ile zekâtı birlikte zikretmiştir. Buhârî ve Müslim'de İbn Ömer'den rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namazı kılıncaya ve zekâtı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Ebu İshâk'ın Ebu Ubeyde'den, onun da Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.) dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Siz namaz kılmakla ve zekâtı vermekle emrolundu-nuz. Kim, zekât vermezse; onun namazı da yoktur.

Abdurrahmân îbn Zeyd îbn Eşlem der ki: Allah Teâlâ, namazı an­cak zekât ile kabul buyurur. Ve o, şöyle demiştir: Allah Ebubekir'e rahmet eylesin, ne kadar anlayışlı ve bilgili imiş.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ali îbn İshâk'ın... Enes'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), şöyle buyurmuşlardır: Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Allah'tan başka ilâh olma­dığına, Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet ettiklerinde, bi­zim kıblemize yöneldiklerinde, bizim kestiklerimizi yediklerinde ve bi­zim namazımızı kıldıklarında onların kanlan, malları bir hak karşılığı olma durumu hâriç bize haram kılınmıştır. Müslümanların lehine olan onların lehine, müslümanlann aleyhine olan onların da aleyhinedir. Hadîsi Sahîh'inde Buhârî ve îbn Mâce dışındaki Sünen sâhibleri Ab­dullah İbn Mübarek kanalıyla rivayet etmişlerdir.

İmâm Ebu Ca'fer îbn Cerîr der ki: Bize Abd'ül-A'lâ îbn Vâsıl el-Esedî'nin... Enes'ten rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle bu­yurmuştur : Kim, dünyadan yegâne Allah'a ihlâs ve îmân üzere, O'ha hiç bir şeyle ortak koşmaksızın ibâdetle ayrılırsa; dünyadan Allah Teâîâ kendisinden hoşnûd olduğu halde ayrılmış olur. Enes der ki: Bu; ihtilâf­lardan, heveslerin çoğalmasından ve ayrılıklardan önce Rasûllerin Rab-larından getirip tebliğ etmiş oldukları Allah'ın dinidir. Allah'ın kita­bında bunun tasdîki son nâzll olan âyetler içindedir. Allah Teâlâ: «Eğer tevbe ederler; namaz kılarlar, zekât verirlerse; yollarını serbest bırakın.» buyurmaktadır. Onların tevbesi; putlardan sıyrılıp onları terketmek, Rablanna ibâdet etmek, namazı kılmak ve zekâtı vermektir, sonra Allah Teâlâ başka bir âyette de : «Eğer tevbe ederler; namaz kılarlar ve zekât verirlerse artık dinde kardeşlerinizdir.» (Tevbe, 11) buyurmaktadır. Hadîsi İbn Merdûyeh rivayet etmiştir. Bu hadîsi, Mu-hammed İbn Nasr el-Mervezî de «es-Salât» isimli kitabında İshâk İbn İbrâhîm kanalıyla... Ebu Ca'fer er-Râzî'den rivayet etmiştir.

Bu âyet-i kerîme; hakkında Dahhâk İbn Müzâhim'in : Muhakkak ki bu, Hz. Peygamber (s.a.) ile müşriklerden herhangi birisi arasında bulunan her andlaşmayı, konulmuş her müddeti neshetmiş, kaldırmış­tır, dediği kılıç âyetidir.

Avfî, bu âyet hakkında İbn Abbâs'tan rivayetle şöyle demiştir: Berâe'nin nazil olması ve haram ayların çıkmasından beri müşrikler­den hiçbirisi için ne bir andlaşma ve ne de bir zimmet kalmamıştır. Bu âyet inmezden önce, müşriklerden kendi lehine bir andlaşma bulunan­ların süresi dört aydır. Bu süre, Berâe'nin ilân edildiği günden başlayıp Rebîül-Âhır ayının başından onuncu güne kadardır. Ali İbn Ebu Talha İse İbn Abbâs'ın bu âyet hakkında şöyle dediğini nakleder : Allah Teâlâ, kendileriyle andlaşma yapılmış olanlar eğer İslâm'a girmezlerse pey­gamberine, kılıcı koymasını (onlarla harbi, ilânı) emretmektedir. Ken­dileri lehine andlaşma yapılıp yemîn edilmiş kimselerin bunları bozma­ları ise birinci şartı (dört ay süre tanınmasını) ortadan kaldırmaktadır.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ali îbn Ebu Tâlib'den ri­vayetine göre; o, şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) dört kılıçla gönderilmiştir: Birincisi müşrik Araplar hakkındaki kılıçtır. Nitekim Allah Teâlâ: «Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün.» buyurmuştur, îbn Ebu Hatim; bu hadîsi bu şekilde muhtasar olarak rivayet etmiştir. Ben öyle sanıyorum ki ikinci kılıç; Allah Teâlâ'nın : «Kitab verilmiş olanlardan Allah'a da, âhiret gününe de ftıanmayan, Allah ve Peygam­berinin haram kıldığını haram saymayan ve hak din edinmeyenlerle —boyun eğip kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar— savaşın.» (Tevbe, 29) âyetinde zikredilmiş olan kitab ehli ile savaştır. Üçüncü kılıç, «Ey peygamber, kâfirler ve münafıklar ile cihâd et.» (Tevbe, 73) âyetinde zikredilen münafıklarla savaştır. Dördüncüsü ise Allah Teâlâ'nın : «Eğer mü'minlerden iki taife birbirleriyle dönüşürlerse, aralarını düzeltin. Şayet biri diğeri üzerine saldırırsa, o saldıranla Allah'ın buyruğuna dö-nünceye kadar savaşın...» (Hucurât, 9) âyetinde zikredilen âsîlerle sa­vaştır.

Sonra müfessirler, bu kılıç âyetinin mensûh olup olmadığı husu­sunda ihtilâf etmişlerdir. Dahhâk ve Süddî bu âyetin: «Sonra onları ya karşılıksız veya fidye mukabili salıverin.» (Muhammed, 4) âyeti ile mensûh olduğunu söylerken Katâde bunun tersini söylemektedir.[6]

 

6 — Eğer müşriklerden birisi senden emân dilerse; ona emân ver. Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emîn olacağı yere kadar ulaştır. Bu; onların bilmez bir ka­vim olmaları sebebiyledir.

 

Allah Teâlâ bu âyette peygamberine hitaben şöyle buyurur: «Eğer (kendileriyle savaşmayı sana emrettiğimiz, canlarını ve mallarını mü-bâh görmeni sana helâl kıldığımız) müşriklerden birisi senden emân dilerse; (onun bu talebine icabetle) ona emân ver. Tâ ki (senin kendi­sine okuyacağını ve Allah'ın hüccetini onun aleyhine olarak ikâme et­mek üzere dinden ona zikredeceğini) dinlesin. Sonra onu emîn olacağı yere kadar ulaştır. (O ülkesine, evine ve kendisini emniyyette hisse­deceği yere dönünceye kadar emân içinde olmakta devam edecektir.) Bu; onların bilmez bir kavim olmaları sebebiyledir.» Biz, böylelerinin benzerleri hakkındaki emânı; onlar Allah'ın dinini öğrensinler ve Al­lah'ın daveti kulları arasında yayılsın diye koymuşuzdur.

Bu âyetin tefsirinde Mücâhid'den naklen İbn Ebu Necîh şöyle der : Bir insan ki sana inzal olunanı ve senin söylediğini dinlemek (veya işitmek) üzere sana gelir. İşte bu kişi, sana gelip Allah'ın kelâmını işi-tinceye ve geldiği yerdeki gibi kendisini emîn göreceği yere ulaşıncaya kadar emniyettedir.

Bundan dolayıdır ki Allah Rasûlü (s.a.), doğruyu aramak veya bir elçilik sebebiyle kendisine gelenlere emân verirdi. Nitekim Hudeybiye günü kendisine Kureyş'ten bir elçiler grubu gelmişti, ürve îbn Mes'ûd, Mikrez îbn Hafs, Süheyl İbn Amr ve başkaları birer birer gelmişlerdi. Bunlar, Allah Rasûlü ile müşriklerin arasında bulunan bir mesele için gelip gitmekteydiler. Bu esnada müslümanlann Allah Rasûlü (s.a.) ne gösterdikleri ta'zîmi görmüşler ve bu, onları son derece şaşırtmıştı. Ay­rıca hiç bir kral ve kayser'in yanında müşahede etmedikleri şeyleri de görmüşlerdi. Bunlar kavimlerine dönmüşler ve bunu onlara haber ver­mişlerdi. İşte bu ve benzeri durumlar, onlardan bir çoğunun hidâyetinin en büyük sebeplerinden olmuştur.

Yine bu sebepledir ki Müseylime el-Kezzâb'ın elçisi Allah Rasûlü (s.a.) ne geldiğinde Hz. Peygamber ona : Müseylime'nin Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet ediyor musun? diye sormuş ve o da evet, demişti.

Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştular: Şayet elçilerin öldürülmesi doğru olsaydı, senin boynunu vururdum. Allah Teâlâ, İbn Mes'ûd^un Kû'fe'de emîr olduğu dönemde onun boynunun vurulmasını takdir bu­yurmuştur. O kişiye İbn en-Nevâha denilirdi. İbn Mes'ûd'un zamanında onun Müseylime'nin peygamberliğine şehâdet etmekte olduğu ortaya çıkmış ve İbn Mes'ûd ona birisini gönderip : Muhakkak sen şimdi bir elçi değilsin, deyip boynunun vurulmasını emretmiş ve bu uygulan­mıştı. Allah ona rahmet eylemesin ve la'net etsin.

Curada gaye şudur: Kim, Dâr-ı harb'den Dâr-ı İslâm'a bir elçilik görevini yerine getirme veya bir ticâret, veya bir andlaşma veya mü­târeke istemek veya cizyeyi getirmek veya benzeri bir sebeple gelir dev­let başkanı veya onun naibinden emân dilerse; Dâr-ı İslâm'a gelip git­tiği sürece ve vatanına, kendisini emniyette göreceği yere dönünceye kadar kendisine emân verilir. Fakat âlimler der ki: Dâr-ı İslâm'da ona bir sene ikâmet etme imkânı vermek caiz değildir. Dört ay ikâme­tine müsâade verilmesi ise caizdir. Dört aydan fazla ve" bir seneden eksik olmak üzere bunlar arasındaki ikâmete müsâade edilecek süre hakkında İmâm Şafiî ve diğer âlimlerden iki görüş rivayet edilmiştir.[7]

 

7 — Mescid-i Harâm'm yanında muahede yaptıkları­nız müstesna, müşriklerin Allah yanında ve Rasûlünün yanında nasıl bir ahdi olabilir ki? Onlar, size doğru dav­randıkça siz de onlara karşı doğru davranın. Muhakkak ki Allah, müttakîleri sever.

 

Allah Teâlâ burada müşriklere ihtarında, onlara dört ay mühlet verip sonra yetişilip yakalandıkları yerde onlar hakkında keskin kılıç koyma hususundaki hikmetini beyân edip şöyle buyurur : «(Hudeybiye günü) Mescid-i Harâm'm yanında muahede yaptıklarınız müstesna, müşriklerin (Allah'a şirk koşup dururken.. Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ederlerken) Allah yanında ve Rasûlü yanında nasıl bir ahdi (emânı) olabilir (onlar içinde bulundukları durumda nasıl terk edilebilirler) ki?» Nitekim Allah Teâlâ, başka bir âyette de şöyle buyurmaktadır : «Onlar, küfredenlerdir. Sizi Mescid-i Harâm'ı ziyaretten ve bekletil­mekte olan kurbanlıkları da mahalline ulaşmaktan men'edenlerdir...»

(Feth, 25). «Onlar (üzerinde akid yapıp anlaştığınız, aranızda on sene harbi terketme hususundaki andlaşmalarına yapışmak suretiyle) size doğru davrandıkça siz de onlara karşı doğru davranın. Muhakkak ki Allah, müttakîleri sever.» Allah Rasûlü (s.a.) ve müslümanlar da böyle yapmışlar, Mekke halkı ile andlaşma ve barış altıncı senenin Zilkade ayından başlayarak Kureyş'in andlaşmayı bozmasına kadar devam et­miştir. Onlar andlaşmalı oldukları Bekr oğullarına Allah Rasûlü (s.a.) nün andlasmalı olduğu Huzâa aleyhine yardım etmişler ve onlarla bir­likte Huzâa'ya karşı Harem'de harbetmişlerdi. İşte o zaman Allah Rasû­lü (s.a.) sekizinci senenin Ramazân'mda onlarla harbetmiş, Allah Teâlâ ona haranı beldenin fethini nasîb etmiş, onlara karşı kendisine güç, kuvvet ve imkân vermiştir. Hamd ve minnet Allah'adır. Bu galibiyet ve üstünlükten sonra onlardan müslüman olanları serbest bırakılmış ve kendilerine «Tulekâ» ismi verilmiştir. Bunlar, yaklaşık ikibin kişiydiler. Küfrü üzere devam eden ve Allah Rasûlü (s.a.) nden kaçanlara ise Hz. Peygamber emân göndermiş ve dört ay süreyle diledikleri yere gitme müsâadesi bahsetmişti. Safvân İbn Ümeyye, İkrime İbn Ebu Cehil, ve başkaları bunlar cümlesindendir. Bu emândan sonra Allah Teâlâ, on­ları tâm ve şâmil bir İslâm'a hidâyet buyurmuştur. Her takdirde ve işinde Allah Teâlâ'ya hamdedilmiştir.[8]

 

8 — Nasıl olabilir ki, şayet size üstün gelselerdi hak­kınızda ne yemin, ne de bir vecîbe gözetirlerdi. Sizi ağız­larıyla hoşnûd etmeye çalışırlar ama kalbleri dayatır. Ve onların çoğu fâsiklardır.

 

Burada Allah Teâlâ, inananları müşriklere düşman olmaya ve on­lardan uzaklaşmaya teşvik buyurup Allah'a şirk koşmaları ve Allah Rasûlü'nü inkâr etmeleri sebebiyle kendileri için bir andlaşma olmasına hak kazanmamış olduklarını beyân buyurmaktadır. Şayet onlar, müs-lümanlara gâlib gelselerdi; onlardan hiçbirini bırakmaz, terketmez ve onlar hakkında ne bir yemîn ve ne de bir vecîbe gözetmezlerdi.

İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha, İkrime ve Avfî, âyetteki kelimesinin akrabalık, kelimesinin ise andlaşma oldu­ğunu söylemişlerdir. Dahhâk ve Süddî böyle söyler.

Mücâhid'den rivayete göre de andla§madır. Katâde ise bu kelimenin karşılıklı yardım andlaşması olduğunu söylemiştir.[9]

 

İzahı

 

 

9 - Allah'ın âyetlerini az bir çıkara değiştirdiler de Allah yolundan engellediler. Gerçekten de bunlar ne fena şeyler yapageldiler.

10 - Bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler, ne de bir antlaşma. Bunlar işte böyle haddi aşan kimselerdir.

11 - Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar, zekatı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar. Biz âyetleri, bilen bir kavme açıklarız.

 

12 — Eğer andlaşmalarından sonra yine yeminlerini bozar ve dininize saldırırlarsa; o küfür önderlerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur. Belki vazge­çerler.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Belli bir süre üzerine andlaştığınız bu müşrikler; yeminlerini, andlaşmalannı bozarlar ve dininizi ayıplamak ve kusurlu görmek suretiyle dininize saldmrlarsa... Bu âyetten hare­ketle Rasûlullah (s.a.) a söven veya İslâm dinine hücum eden veya onu eksiklikle itham eden öldürülür. Allah Teâlâ : «O küfür önderlerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur. Belki (içinde bulun­dukları küfür, inâd ve sapıklıktan) vazgeçerler.» buyurur. Katâde ve başkaları; küfür önderlerinin Ebu Cehil, Utbe, Ümeyye İbn Halef ve benzerleri olduğunu söylemiş, başka kişileri de saymıştır. Mus'ab İbn Sa'd haricîlerden birine uğramıştı. Haricî: İşte bu küfür önderlerin-dendir, demiş, Sa'd da : Yalan söyledin, aksine ben küfür Önderleri ile savaştım, demiştir. Hadîsi İbn Merdûyeh rivayet etmiştir. A'meş'in Zeyd İbn Vehb'den, onun Huzeyfe'den rivayetine göre Huzeyfe : Bu âyetin hükmü altına girenlerle ondan sonra savaşümamıştır, demiştir. Bu gö­rüşün benzeri, Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.) den de rivayet edilmiştir. Sahîh olan ise; her ne kadar bu âyetin iniş sebebi Kureyş müşrikleri ise de, hem onlar ve hem de başkaları hakkında genel olduğudur. En doğru­sunu Allah bilir. Velîd îbn Müslim der ki: Bize SafVân îbn Amr'ın Ab-durrahmân îbn Cübeyr İbn Nefîr'den rivayetine göre; Ebubekir'in za­manında onları Şam'a doğru gönderdiğinde onlara şöyle demiş: Siz başlarının ortası tıraş edilmiş bir kavim bulacaksınız. Onlardan şeytânın oturak yerlerine kılıçla vurunuz. Allah'a yemin olsun ki onlardan birini öldürmem onların dışında yetmiş kişiyi öldürmemden bana daha sevim­lidir. Zîrâ Allah Teâlâ : «Küfür önderlerini Öldürün.» buyurmuştur. Ha­dîsi İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.[10]

 

13 — Yeminlerini bozan, peygamberi yurdundan çı­karmaya teşebbüs eden bir kavim ile döğüşmez misiniz? Ki, önceleri kendileri başlamışlardır. Onlardan korkar mı­sınız? Şayet mü'minler iseniz asıl korkmanız gereken Al­lah'tır.

14  — Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları azâblandırsın, rüsvây etsin ve sizi onlara karşı üstün kıl­sın ve mü'minler topluluğunun göğüslerini ferahlandırsın.

15  — Ve kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah diledi­ğine tevbe nasîb eder. Ve Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.

 

Bu da Allah Rasûlü'nü Mekke'den çıkarmaya teşebbüs eden, ye­minlerini bozan müşriklerle savaşa bir teşvikten ibarettir. Nitekim Al­lah Teâlâ, başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır: «Hani küfredenler seni tutup bağlamak, yahut öldürmek veya çıkarmak için düzen kuru­yorlardı. Onlar düzen kurarlarken Allah da düzenlerine mukabele edi­yordu. Allah düzen kuranlara mukabele edenlerin en iyisidir.» (Enfâl, 30), «Rabbınız olan Allah'a inandığınızdan dolayı sizi ve peygamberi yurdunuzdan çıkarıyorlar.» (Mümtahine, 1), «Seni memleketten çıkar­mak için zorladılar. O zaman senin ardından onlar <la ancak çok az kalabilirler.»  (İsrâ, 76).

Allah Teâlâ'mn «Önceleri kendileri başlamışlardır.» sözünden mak-sad, Bedir günüdür. Onlar, kervanlarına yardım için çıkmışlardı. Ker­vanın kurtulduğunu bilmelerine rağmen büyüklerime ve azgınlıkları sebebiyle savaş arzu ederek ilerlemeye ve yürümeye devam ettiler. Nite­kim bu, daha önce genişçe anlatılmıştı. Burada maksadın, andlaşnıayı bozmaları ve andlaşmış oldukları dostları Bekr oğullan yanında Allah Rasûlü (s.a.) nün andlaşmış olduğu Huzâa'ya karşı savaşmış olmaları olduğu da söylenmiştir. Sonunda Allah Rasûlü (s.a.), Mekke fethi se­nesi onların üzerine yürümüş ve nıa'lûnı olaylar meydana gelmiştir. Hamd, Allah'a mahsustur. Allah Teâlâ : «Onlardan korkar mısınız?" Şayet mü'minler iseniz asıl korkmanız gereken Allah'tır.» âyetinde şöyle buyurur: Onlardan değil, Benden korkun. Kulların, gücünden ve aza­bından korkmasına lâyık olan asıl Benim. îşler Benim elimdedir. Benim dilediğim olur, dilemediğim ise olmaz. Sonra Allah Teâlâ; düşmanları kendi katından bir emirle helak etmeye kadir olmakla birlikte mü'min-lere cihâdı farz kılnıasmdaki hikmeti beyân ve mü'nıinlere azimet yo­lunu göstermek üzere şöyle buyurur : «Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları azâblandırsm, rüsvây etsin ve sizi onlara karşı üstün kılsın ve mü'minler topluluğunun göğüslerini ferahlandırsın.» Bu, bü­tün mü'minler hakkında geneldir. Mücâhid, İkrime ve Süddî «Mü'min­ler topluluğunun göğüslerini ferahlandırsın.» âyetinde Huzâa'nın kas-dedildiğini söylemişlerdir.

İbn Asâkir'in Ömer îbn Abdülazîz (r.a.) in bir müezzininin hal tercemesinde Müslim İbn Yessâr'dan, o da Hz. Âişe (R. Anhâ) den rivayet eder ki; Allah Rasûlü (s.a.) kızdığında burnunu tutar ve şöyle buyu-rurmuş : Ey Ayşecik, «Ey Allah'ını, peygamber Muhammed'in Rabbı, günâhımı bağışla, kalbimin öfkesini gider ve beni sapıklığa düşürücü fitnelerden kurtar.» de. İbn Asâkir bu hadîsi Ebu Ahmed el-Hâkim ka­nalıyla Abdurrahmân İbn Ebu Cevn'den rivayetle zikretmiştir.

«Allah (kullarından) dilediğine tevbe nasîb eder. (Kullan için doğru olanı) en iyi bilendir. (Kevnî ve şer'î sözlerinde ve işlerinde) hik­met sahibidir.» O, dilediğini yapar, dilediği şeyle hükmeder. O, asla zulmetmeyen adaletli hâkimdir. Hayırdan ve serden bir zerre ağırlığı dahi zayi' etmez, bunlara dünya ve âhirette en uygun karşılıkları verir.[11]

 

16 — Yoksa siz, içinizden cihâd edip Allah'tan, pey­gamberinden ve mü'minlerden başkasını sırdaş edinme-yenleri Allah ortaya çıkarmadan bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah yapageldiklerinizden haberdârdır.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Ey inananlar, gerçek azim sahiplerinin ya­lancılarından ayrılacağı ve ortaya çıkarılacağı bir takım işlerle sizleri denemeden başıboş olarak sizleri bırakıvereceğimizi mi sandınız? Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «İçinizden cihâd edip Allah'­tan, peygamberinden ve mü'minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri Allah ortaya çıkarmadan...» buyurmuştur. Onlar açıkta ve gizlide Al­lah'a ve Rasûlüne sevgilerinde samimî ve ihlâslıdırlar. Allah Teâlâ, iki gruptan sâdece birini zikretmekle yetinmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, başka âyetlerde de şöyle buyurmaktadır: «Yoksa insanlar inandık de-meleriyle bırakılıvereceklerini ve kendilerinin denenmeyeceklerini mi sandılar? Andolsun ki Biz,- onlardan öncekileri de denedik. Allah elbette doğrulan bilir ve elbette yalancıları da bilir. (Ankebût, 2-3), «Yoksa Allah, içinizden cihâd edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete giri-verecğinizi mi sandınız?» (Âl-i İmrân, 142), «Allah; mü'minleri, olduk­ları halde bırakacak değildir. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır. Allah size gaybı da bildirecek değildir.» (Âl-i İmrân, 179).

Hâsılı Allah Teâlâ, kullarına cihâdı farz kılınca onda kendisi için hikmetler bulunduğunu da beyân etmiştir ki bu, kullarını; hangileri O'na itaat edecek, kimler karşı gelecek diye denemesidir. Allah Teâlâ olanı, olacağı, şayet olsaydı olmayanın nasıl olacağım da en iyi bilendir. Bir şeyi olmadan önce ve olduğu şekilde bilir. O'ndan başka ilâh, O'nun dışında Rabb yoktur. Onun takdir edip yarattığım geri çevirip engelle yecek de yoktur.[12]

 

17  — Müşriklerin, kendi küfürlerine kendileri şâhid iken; Allah'ın nıescidlerini ta'mîr etme hakları yoktur. İşte onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir, Ve onlar ateşte ebedî kalıcıdırlar.

18  — Allah'ın mescidlerini;  ancak Allah'a ve âhiret gününe îmân eden, namaz kılan, zekât veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlar ta'mîr ederler. İşte bunlar, hidâyete erenlerden olabilirler.

 

Allah'ın Mescidlerinin İ'mârı

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Tek ve ortağı olmaksızın Allah'ın ismi üzere inşâ edilen Allah'ın mescidlerini, Allah'a şirk koşanların ta'mîr etmeleri yaraşmaz (gerekmez). Âyetteki t a>-l—J^ ) «Mescidler» kelime­sini tekil okuyanlar, bununla Mescid-i Harâm'ı kasdetmektedirler. O, yeryüzündeki mescidlerin en şereflisidir. tik gününden tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdet için inşâ edilmiştir. Onu Halîlürrahmân te'sîs etmiştir. Onlar (müşrikler) ise; durumları ve sözleri ile kendi aleyhle­rine olmak üzere kendi küfürlerine şâhiddirler. Nitekim Süddî der ki: Bir hıristiyana dinin nedir? diye sorsan; hıristiyanım, der. Yahûdîye dinin nedir? diye sorsan; yahûdîyim, der. Sâbiî'ye sorsan Sâbiî'yim, müşriğe sorsan müşriğim, der.

«İşte onların bütün yaptıkları (şirk koşmaları sebebiyle) boşa git­miştir. Ve onlar, ateşte ebedî kalıcıdırlar.» Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmaktadır: «Allah, onlara niçin azâb etmesin ki; onlar, kendileri ona ehil olmadıkları halde (insanları) Mescid-i Harânı'-dan men'edip duranlardır. Hem O'nun dostu değillerdir. O'nun dostlan; ancak müttakîlerdir. Ama onların çoğu bilmezler.» (Enfâl, 34). Burada ise «Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe îmân edenler... ta'mîr ederler.» buyurmakla mescidleri ta'mîr edenlerin îmân sahibi olduklarına şâhidlik etmektedir. Nitekim îmâm Ahmed der ki: Bize Süreyc'in... Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayetine göre; Allah Rasûlü, şöyle buyurmuştur : Mescide gitmeyi âdet edinen bir adamı gördüğünüz­de onun îmân sahibi olduğuna şehâdet ediniz. Zîrâ Allah Teâlâ: «Al­lah'ın mescidlerini; ancak Allah'a ve âhiret gününe îmân edenler (...) ta'mîr ederler.)) buyurmuştur. Hadîsi Tirmizî, îbn Merdûyeh ve Musted-rek'inde Hâkim, Abdullah îbn Vehb'den rivayet etmişlerdir. Abd îbn Humeyd de Müsned'inde şöyle der: Bize Yûnus İbn Muhammed'in... Enes İbn Mâlik'ten rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) : Mescidleri ta'­mîr edenler; ancak ve ancak Allah'ın dostlarıdırlar, buyurmuştur. Hafız Ebu Bekr el-BezzârJın Abdülvâhid îbn Gıyâs kanalıyla... Enes'ten riva­yetinde ise Allah Rasûlü (s.a.) : Mescidleri ta'mîr edenler; ancak ve ancak Allah'ın dosttandırlar, buyurmuştur. Bezzâr hadîsin Sâbit'ten ri­vayetinin sâdece Salih kanalıyla. bilindiğini söylemektedir. Dârekutnî ise Müfred hadîsler arasında Osman İbn Dinar'ın kızı Hükâme kana­lıyla... Enes'ten merfû' olarak rivayet eder ki: Allah Teâlâ bir kavim için âfet ve musibet dilediğinde; mescid halkına bakar ve bu musibeti onlardan çevirir, Duyurulmuştur. Ancak Dârekutnî bu hadîsin garîb ol­duğunu söyler. Hafız Bahâ da Müstaksâ'da babası kanalıyla... Enes'ten merfû' olarak şu hadîsi rivayet eder : Allah Teâlâ buyurur ki: İzzet ve celâlim hakkı için Ben, yeryüzü halkı için bir azâb düşünürüm. Evlerimi ta'mîr edenlere, Benim için birbirlerini sevenlere ve seherlerde bağış­lanma dileyenlere baktığımda bunu onlardan çeviririm. Sonra îbn Asâ-kir bu hadîsin garîb olduğunu söylemiştir.

îmâm Ahmed der ki : Bize Ravh'ın... Muâz İbn Cebel'den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.), şöyle buyurmuştur: Şeytân, sürüden ay-nlıp uzaklaşan koyunu kapan koyun kurdu gibi insanın kurdudur. Parçalanmaktan ve ihtilâfa düşmekten sakınınız. Cemaata, topluluğa ve mescide sarılınız.

Abdürrezzâk'ın Ma'mer kanalıyla... Amr îbn Meymûn el-Evdî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Hz. Peygamber (s.a.) in ashabına yetiştim. Onlar şöyle derlerdi: Muhakkak mescidler; yeryüzünde Al­lah'ın evleridir. Allah'ı oralarda ziyaret edenlere ikramda bulunmak Allah'ın üzerinde bir haktır. Mes'ûdî de Habîb îbn Ebu Sabit ve Adiyy İbn Sabit kanalıyla... îbn Abbâs'm şöyle dediğini nakleder: Kim, ezanı işitir ve buna icabetle mescide gelip namaz kılmazsa; onun namazı yoktur. Allah ve Rasûlüne karşı gelmiştir. Allah Teâlâ : «Allah'ın mes­cidlerini; ancak Allah'a ve âhiret gününe îmân'edenler (...) ta'mîr ederler.» buyurmuştur. Hadîsi îbn Merdûyeh rivayet etmiştir. Hadîs, başka bir kanaldan merfû* olarak da rivayet edilmiştir. Bunun, başka kanallardan şâhidleri de vardır. Ancak burası bu konuda geniş bilgi verilecek yer değildir.

Allah Teâlâ : «Namaz kılan» buyurur ki bu, bedenî ibâdetlerin en büyüğüdür. «Zekât veren» buyurur ki bu yaratıklara iyilik ve ihsanla ilgili amellerin en fazîletlisidir. «Allah'tan başka kimseden korkmayan­lar» buyurur ki; onlar, ancak Allah'tan korkar ve O'nun dışindakiler-den korkmazlar. «İşte bunlar, hidâyete erenlerden olabilirler.»

«Allah'ın mescidlerini; ancak Allah'a ve âhiret gününe îmân eden­ler (...) ta'mîr ederler.» âyeti hakkında Ali İbn Ebu Talha'nın rivaye­tine göre İbn Abbâs şöyle dermiş : Allah'ı birleyen ve âhiret gününe îmân eden, Allah'ın indirdiklerine îmân eden. «(Beş vakit) namaz kı­lan. Allah'tan başka kimseden korkmayan.» Allah'tan başka kimseye ibâdet etmeyen. «İşte bunlar,, hidâyete erenlerden olabilirler.» Bunlar; muhakkak ki kurtuluşa erenlerdir. Nitekim Allah Teâlâ peygamberi (s.a.) için: «Umulur ki, Rabbın seni öğülmüş bir makama gönderive-rir.» (îsrâ, 79) buyurmaktadır. Muhakkak ki senin Rabbın seni ma-kâm-ı mahmûd'a ulaştıracaktır ki bu da şefaattir.  Kur'an'daki her kelimesi, vâcib anlamındadır. Muhammed İbn İshâk İbn Yes-sâr —Allah ona rahmet eylesin— da kelimesinin Allah'tan bir hak olduğunu söylemiştir.[13]

 

19 — Siz; hacılara su vermeyi, Mescid-i Haram'ı ta'­mîr etmeyi; Allah'a ve âhiret gününe inanan ve Allah yo­lunda cihâd edenle bir mi tuttunuz? Bunlar, Allah katın­da bir olamazlar. Ve Allah, zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez.

20  — Onlar ki îmân etmişler, hicret etmişler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd etmişlerdir. Derece bakımından Allah katında çok büyüktürler. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin kendileridir.

21  — Rabları onlara; kendinden bir rahmet, hoşnûd-luk ve içlerinde tükenmez ve ebedî nimetler bulunan cen­netleri müjdeler.

22  — Orada temelli kalıcıdırlar. Muhakkak ki Allah katında büyük mükâfat vardır.

 

İmân - Hicret - Cihâd

 

Avfî tefsirinde îbn^Abbâs'm, bu âyetin tefsirinde şöyle dediğini nakleder : Müşrikler : Allah'ın evini ta'mîr ve hacılara su verme işi, îmân edip cihâd edenden daha hayırlıdır, dediler. Harem ile öğünür, onun halkı ve ta'mîr edenleri olmakla büyüklenirlerdi. Allah Teâlâ on­ların bu büyüklenmelerini ve yüzçevirmelerini zikredip, müşriklerden Harem halkına şöyle buyurmuştur : «Âyetlerim size okunuyordu da siz ona arkanızı dönüyordunuz. Büyüklük taslıyor, gece ağzınıza geleni söylüyordunuz.» (Mü'minûn, 66-67). Yani onlar, Harem ile büyükle-nirler ve gece etrafında toplanıp hezeyanlar savururlar, Kur'an'ı ve Hz. Peygamber (s.a.) i terkederlerdi. Allah Teâlâ, îmânı ve peygamberi (s.a) ile birlikte cihâdı; müşriklerin Beyt'i ta'mîrlerinden ve hacılara su vermelerinden üstün ve hayırlı tutmuştur. Allah'ın evini ta'mîr edip, ona hizmette bulunmaları şirk ile birlikte olduğu jçin Allah katında onlara bir fayda te'mîn etmeyecektir. Allah Teâlâ : «Bunlar, Allah ka­tında bir olmazlar. Ve Allah, zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez.» bu­yurmuştur. Burada Allah'ın evini ta'mîr edenler olduklarını sananlar kasd edilmektedir. Allah onları şirk koşmaları sebebiyle zalimler olarak isimlendirmiştir. Bu ta'mîr onlara hiç bir fayda vermeyecektir.

Bu âyetin tefsirinde Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'm şöyle dediğini nakleder : Bedir günü esîr edildiğinde Abbâs İbn Abdülmuttalib hak­kında nazil olmuştur. O, şöyle demişti: Eğer siz İslâm, hicret ve cihâd ile bizi geçmişseniz biz de Mescid-i Harâm'ı ta'mîr eder, hacıları su­varır ve esirleri kurtarırdık. Allah Teâlâ da şöyle buyurdu : «Siz, hacı­lara su vermeyi, Mescid-i Harâm'ı ta'mîr etmeyi; Allah'a ve âhiret gü­nüne inanan ve Allah yolunda cihâd edenle bir mi tuttunuz?... Ve Al­lah, zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez.» Yani bunlar şirke düşmüş­lerdir. Ve Ben şirke düşmüş olanı asla kabul etmeyeceğim.

Dahhâk İbn Müzâhim der ki: Müslümanlar, Bedir günü esîr edilen Abbâs ve arkadaşlarına yönelip, şirk koşmalarından dolayı onları ayıpladılar. Abbâs : Allah'a yemîn olsun ki biz; Mescid-i Harâni'ı ta'mîr eder, esirleri kurtarır, Beyt'i örter, hacılara su verirdik, dedi de Allah Teâlâ: «Siz; hacılara su vermeyi... Allah'a ve âhiret gününe inanan ve Allah yolunda cihâd edenle bir mi tuttunuz?...» âyetini indirdi. Ab-dürrezzâk'ın İbn Uyeyne kanalıyla... Şa'bî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Bu konuda konuşan Ali ve Abbâs (R. Anhümâ) halikında nazil olmuştur.

İbn Cerîr der ki: Bana Yûnus'un... Muhammed İbn Kâ'b el-Kura-zî'den rivayetine göre; o, şöyle diyor : Abdüddâroğullarından Talha İbn Şeybe, Abbâs tbn Abdülmuttalib ve Ali İbn Ebu Tâlib karşılıklı övün­düler. Talha : Ben, Beyt'in sahibiyim, anahtarı benim yanmadadır. Di­lersem orada gecelerim, dedi. Abbâs : Ben sikâye (hacılara su verme) nin sahibiyim. Ve bu görevi yerine getiriyorum. Dileseydim mescidde gecelerdim, dedi. Ali (r.a.) : İkinizin de söylediklerini anlamıyorum. Muhakkak ben, insanlardan altı ay önce kıbleye karşı namaz kıldım. Ben cihâdın sahibiyim, dedi de Allah Teâlâ sonuna kadar olmak üzere «Siz; hacılara su vermeyi...» âyetini indirdi. Süddî de böyle söylemek­tedir. Ancak o: Ali, Abbâs ve Şeybe îbn Osman karşılıklı övündüler... demiş ve hadîsin benzerini zikretmiştir.

Abdürrezzâk da Ma'mer kanalıyla... Hasan'ın şöyle dediğini nak­leder : Ali, Abbâs, Osman ve Şeybe hakkında nazil olmuştur. Onlar, bu konuda konuştular da Abbâs : Hacılara su vermemizi terkedeceğimizi sanıyorum, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular : Hacılara su ver­menize devam ediniz. Muhakkak ki bunda sizin için bir hayır vardır. Hadîsi Muhammed İbn Sevr de Ma'mer'den, o ise Hasan'dan rivayetle benzerini zikretmiştir.

Bu âyetin tefsirinde bir de merfû' bir hadîs vârid olmuştur ki bu­rada onu mutlaka zikretmemiz gerekir. Abdürezzâk der ki: Bize Ma'-mer*in... Nu'man İbn Beşîr (r.a.) den rivayetine göre; bir adam: İs­lâm'dan sonra hacılara su vermem dışında hiç bir amel işlememiş ol­sam aldırmam, demiş. Bir diğeri : İslâm'dan sonra Mescid-i Harâm'ı ta'­mîr etmemden başka hiç bir amel işlememiş olsam aldırmam, demiş. Bir diğeri ise: Allah yolunda cihâd, söylediklerinizden daha faziletli­dir, demişti. Ömer (r.a.) onları bundan men'edip : Sesinizi Allah Ra­sûlü (s.a.) nün minberi yanında yükseltmeyiniz. —Bu, cum'a günü idi—. Fakat cum'ayı kıldığımızda Allah Rasûlü'nün yanına girelim, demişti. Bunun üzerine «Bunlar, Allah katında bir olamazlar.» kısmına kadar olmak üzere «Siz; hacılara su vermeyi, Mescid-i Harâm'ı ta'mîr etmeyi...» âyeti nazil oldu. Hadîsin başka bir kanaldan rivayeti şöyle­dir : Velîd İbn Müslim'in Muâviye İbn Selâm kanalıyla... Nu'mân îbn Beşîr el-Ansârî'den rivayetine göre; o, şöyie demiştir : Allah Rasûlünün ashabından bir grup içinde onun minberinin yanında idim. Onlardan birisi: İslâm'dan sonra hacılara su vermem dışında Allah için hiç bir amel işlememiş olsam aldırmam; bir diğeri: Bilakis Mescid-i Harâm'ın ta'mîri; bir başkası ise : Bilakis Allah yolunda cihâd; sizin söylediği­nizden daha hayırlıdır, demişti. Ömer İbn Hattâb (r.a.) onları men'edip: Allah Rasûlü (s.a,) nün minberi yanında seslerinizi yükseltmeyin. —Bu, cum'a gününde idi— Fakat ben, cum'ayı kıldığımda Allah Rasûlü (s.a.) nün yanına girip sizin hakkınızda ihtilâfa düştüğünüz şeyin hük­münü ondan soracağım, dedi ve öylece yaptı. Allah Teâlâ : «Ve Allah, zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez.)) kısmına kadar «Siz; hacılara su vermeyi ve Mescid-i Harâm'ı ta'mîr etmeyi...» âyetini indirdi. Hadîsi, Müslim Sahîh'inde; Ebu Dâvûd, İbn Cerîr —Hadisin lafzı onundur— İbn Merdûyeh ve İbn Ebu Hatim Tefsîr'lerinde, İbn Hibbân da Sahîh'in­de rivayet etmiştir.[14]

 

23  — Ey îmân edenler; eğer küfrü îmâna tercih edi­yorlarsa, babalarınızı, kardeşlerinizi dostlar edinmeyin. Sizden her kim ki onları dost edinirse; işte onlar, zalimle­rin kendileridir.

24  — De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleri­niz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, dur­gunluğa uğramasından korktuğunuz ticâret,  hoşunuza giden evler, size Allah'tan ve peygamberinden ve Allah yolunda cihâddan daha sevimli ise; o zaman Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Ve Allah, fâsıklar güru­hunu hidâyete erdirmez.

 

Babalannızı ve Kardeşlerinizi Bile

 

Allah Teâlâ babalar ve oğullar dahi olsalar küfrü îmâna tercih ettiklerinde kâfirlerden ayrılmayı, uzaklaşmayı emredip onlarla dost­luktan men'ederek bu hususta onları tehdîd buyurur. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurmaktadır: «Allah'a ve âhiret gününe îmân eden bir kavmin babalan veya oğullan veya kardeşleri veya akrabâlan da olsa Allah ve peygamberine muhalefet eden kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah îmâna yazmış ve katından bir ruh ile onlan desteklemiştir. Onlan altından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır.»   (Mücâdile, 22).

Hafız Beyhakî'nin Abdullah İbn Şevzeb'den rivayetine göre o, şöyle demiştir : Bedir günü Ebu Ubeyde İbn Cerrâh'ın babası ilâhlan ona Övmeye başlamış, Ebu Ubeyde ondan uzaklaşıp ayrılmışta. Cerrah bu hususta fazla konuşunca oğlu Ebu Ubeyde üstüne yürüyüp onu öldür­müştü. İşte Allah Teâlâ bu hususta : «Allah'a ve âhiret gününe îmân eden bir kavmin babalan veya oğulları veya kardeşleri veya akrabâlan da olsa Allah ve peygamberine muhalefet eden kimselere sevgi besle­diğini göremezsin...»  (Mücâdile, 22) âyetini indirdi.

Sonra Allah Rasûlüne ailesini, yakınlarım ve kabilesini Allah ve Rasûlüne, Allah yolunda cihâda tercih edenleri tehdîd etmesini emre­derek şöyle buyurur : «De ki: Eğer babalarınız, oğullanmz, kardeşleri­niz, eşleriniz, kabileniz, ele geçirdiğiniz (ve kazandığınız) mallar, dur­gunluğa uğramasından korktuğunuz ticâret, (güzellik ve temizliğinden sevdiğiniz) hoşunuza giden evler size Allah'tan, peygamberinden ve Allah yolunda cihâddan daha sevimli ise; o zaman Allah'ın emri gelin­ceye kadar bekleyedurun. (Sizin başınıza gelecek Allah'ın azabını ve musibetini bekleyin.) Ve Allah, fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez.»

İmâm Ahmed der ki: Bize Kuteybe İbn Saîd'in... Zühre İbn Ma'-bed'den, onun da dedesinden rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Biz, Allah Rasûlü (s.a.) nün yarımdaydık. O, Ömer İbn Hattâb'ın elini tut­muştu. Ömer : Allah'a yemîn olsun ki ey Allah'ın elçisi, sen nefsim dı­şında bana her şeyden daha sevimlisin, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) : Siz­den birisi, ben kendisine kendi nefsinden daha sevimli olmadıkça îmân etmiş olmaz, buyurdular. Ömer : Sen şimdi Allah'a yemîn olsun ki bana nefsimden daha sevimlisin, deyince; Allah Rasûlü: İşte şimdi oldu ey Ömer, buyurdular. Hadîsi rivayette tek kalan Buhârî, Yahya İbn Süley­man kanalıyla Abdullah İbn Hişâm'dan rivayet etmiştir.

Buhârî'nin Sahîh'inde Allah Rasûlü (s.a.) den rivayet edildiğine göre o:

Nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemin ederim ki sizden hiçbiriniz ben kendisine babasından ve oğlundan daha sevimli olmadıkça îmân etmiş olmaz, buyurmuşlardır. İmâm Ahmed ve Ebu Davud'un —lafız Ebu Davud'undur— Ebu Abdurrahmân el-Horasânî kanalıyla... İbn Ömer'den rivayetlerine göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyu-_ rurken işitmiş : Bir malı veresiye olarak satıp, sonra bu satışın bede­linden daha az bir fiyatla geri satın aldığınızda, ineklerin kuyruklarına yapışıp zirâate razı olarak cihâdı terkettiğinizde Allah Teâlâ size ancak dininize dönünce kaldıracağı bir zillet verir. Hadîsi İmâm Ahmed, Yezîd İbn Hârûn kanalıyla... Abdullah İbn Ömer'den, o da Allah Rasûlü (s.a.) nden yukardakine benzer şekilde rivayet etmiştir. Bu, bundan önceki hadîsin bir şahididir. En doğrusunu Allah bilir.[15]

 

25  — Andolsun ki Allah, size birçok yerlerde ve Hu-neyn gününde yardım etmiştir. Hani, çokluğunuz sizi bö-bürlendirmişti de size bir faydası olmamıştı. Yeryüzü ge­nişliğine rağmen size dar gelmişti.  Sonra gerisin geri dönüp gitmiştiniz.

26  — Bilâhere Allah; Rasûlü ile mü'minlerin üzerine sekînetini indirmişti, görmediğiniz orduları da indirmişti. Ve kâfirleri azaba uğratmıştı. Kâfirlerin cezası buydu.

27  — Sonra Allah, bunun ardından dilediğinin tev-besini kabul eder. Allah Gafur'dur, Rahîm'dir.

 

Huneyn Günü

 

İbn Cüreyc'in Mücâhid'den naklettiğine göre; bu, Berâe sûresinden nazil olan ilk âyettir.

Allah Teâlâ, mü'minlere Allah Rasûlü ile birlikte katıldıkları gaz-; velerden birçok yerde yardımda bulunmak suretiyle onlara olan ihsanını ve faziletini zikretmektedir. Bu, Allah katından olup O'nun destekle­mesi ve takdiri iledir. Değilse onların sayıları ve hazırlıkları ile değildir. Allah Teâlâ sayılan az veya çok olsun zaferin ve yardımın ancak kendi katından olduğunu onlara tenbîh etmektedir. Huneyn günü onların çoklukları onları böbürlendirmişti. Bununla birlikte bu, onlara hiç bir fayda vermemiş, Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte olan pek azı dışında geri dönüp gitmişlerdi. Sonra Allah Teâlâ, sayıları az dahi olsa zaferin ancak ve yalnız Allah katında ve onun yardımıyla olacağını onlara bil­dirmek üzere daha sonra genişçe açıklayacağımız gibi Rasûlüne ve onunla birlikte olan mü'minlere yardımım ve desteğini indirmiştir. Nice az topluluk Allah'ın izni ile çok topluluklara gâlib gelmiştir. Ve Allah sabredenlerle beraberdir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Vehb İbn Cerîr'in... İbn Abbâs'tan riva­yetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), şöyle buyurmuştur : Arkadaşın hayır­lısı dört, küçük askerî birliğin (seriyyenin) hayırlısı dörtyüz, orduların hayırlısı dörtbin'dir. Onikibin kişi azlıktan dolayı asla mağlûb edilemez. Hadîsi, bu şekliyle Ebu Dâvûd ve Tirmizî rivayet etmişler, Tirmizî: Hasen, garîb bir hadîstir, Cerîr İbn Hâzim'den başka kimse hadîsi müs-ned olarak rivayet etmemiştir. Hadîs, Zührfden mürsel olarak rivayet edilmiştir, demiştir. Hadîsin bir benzerini İbn Mâce, Beyhakî ve baş­kaları Eksem İbn el-Cevn'den rivayet etmişlerdir. En doğrusunu Allah bilir.

Huneyn olayı, Mekke'nin fethinden sonra hicretin sekizinci senesi Şevval ayında meydana gelmiştir. Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'yi fethedip işlerini yoluna koymuş, oranın bütün halkı müslüman olmuş ve Allah Rasûlü (s.a.) onları serbest bırakmıştı. Bu sırada kendileriyle savaşmak üzere Hevâzin'in toplandığı haberi geldi. Kumandanları Mâlik îbn Avf en-Nahrî idi. Sakîf'in tamâmı, Cüşem oğullan, Sa'd İbn Bekr oğullan, Hilâl oğullannın bazı grupları —ki bunlar az idiler— Amr İbn Âmir ve Avf İbn Âmir oğullarından bazıları onunla birlikteydiler. Yanlarında kadınlan, çocuklan, koyunlan, yiyecekleri ile birlikte ilerlemiş ve top­luca gelmişlerdi. Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'nin fethi için kendisiyle bir­likte gelen ordusu içinde onlara karşı çıktı. Muhacir, ansâr ve arap kabilelerinden müteşekkil onbin kişi idiler. Yanında Mekke halkından müslüman olanlar da vardı. Bunlar ikibin kişi içinde serbest bırakılan­lardan idiler. Allah Rasûlü onları düşmana karşı yürüttü ve Mekke ile Tâif arasında Huneyn denilen bir vâdîde karşılaştılar. Savaş burada sabahın alacakaranlığında oldu. Vâdîye indiklerinde Hevâzin orada giz­lenmişti. Karşılaştıklannda müslümanlar onlan henüz hissetmemişlerdi ki muslümanlann üzerine atıldılar, ok yağdırdılar, kılıçlarını çekip ku­mandanlarının kendilerine emrettiği üzere tek bir kişinin hamlesi gibi toptan hücum ettiler. İşte bu sırada müslümanlar Allah Teâlâ'nın da buyurduğu üzere geri dönüp gittiler. Allah Rasûlü (s.a.) yerinde kaldı-. O gün o, düşmanın üstüne doğru sürdüğü beyaz katırına binmişlerdi. Amcası Abbâs sağ üzengisini, Ebu Süfyân İbn Haris İbn Abdülmuttalib sol üzengisini tutmuş, katır hızlı gitmesin diye yavaşlatmaya çalışıyor­lardı, Allah Rasûlü (s.a.) yüksek sesle ismini söylüyor, müslümanlan geri dönmeye çağırıyor ve : Ey Allah'ın kullan, bana geliniz, ben Al­lah'ın Rasûlüyüm, diyordu. Bu halde iken : Ben peygamberim, yalan değil. Ben İbn Abdülmuttalib'im, diyordu. Ashabından yüze yakını onunla birlikte yerlerinde, kaldılar. Sayılarının seksen olduğunu söyle­yen de vardır. Ebubekir, Ömer (R. Anhümâ), Abbâs, Ali, Fadl İbn Abbâs, Ebu Süfyân İbn Haris, Eymen îbn Ümnı Eymen, Üsâme İbn Zeyd ve başkaları bunlardandır. Allah hepsinden hoşnûd olsun. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) amcası Abbâs'a —Abbâs gür sesli idi— en yüksek sesiyle «Ey ashâb-ı şecere» diye seslenmesini emrettiler. Bununla Bîat-ı Rıdvan ağacını kasdediyorlardı. Onun altında muhacir ve ansârdan müslüman­lar Allah Rasûlü'nün yanından kaçıp dağılmayacakları hususunda onun­la bîatleşmiştiler. Abbâs : «Ey Semure ashabı» diye onlara seslenmeye başladı. Bazan da : «Ey Bakara sûresi ashabı» diye sesleniyordu. Onlar «Lebbeyk, lebbeyk» demeye başladılar, döndüler ve Allah Rasûlü (s.a.) ne doğru ilerlemeye başladılar. Hattâ onlardan birisi, devesi geri dön­mediği için zırhını giymiş, devesinden inip onu serbest bırakarak ken­disi Allah Rasûlü (s.a.) ne dönmüştü. Onlardan küçük bir grup geri dönünce Allah Rasûlü (s.a.) onlara yeniden hücum etmelerini emredip Rabbına duâ ve O'ndan yardım diledikten sonra bir avuç toprak almış ve şöyle buyurmuştu : Ey Allah'ım bana olan va'dini yerine getir. Sonra da toprağı kavme (düşmanlara) karşı atmıştı. Onlardan hiç kimse kalmadı ki gözüne ve ağzına bu topraktan isabet etmiş ve onu savaştan alıkoymuş olmasın. Sonra hezimete uğradılar. Müslümanlar peşlerine düşüp onlan ya öldürdüler veya esîr ettiler. Ashabın (müslümanlann) geri kalanları döndüklerinde esirler Allah Rasûlü (s.a.) nün önünde yere serilmiş durumdaydılar.

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'm... Ebu Abdurrahmân el-Fihrî'-den —isminin Yezîd İbn Esîd, veya Yezîd İbn Enîd, veya Kürz olduğu söylenmiştir— rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Huneyn gazvesinde Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikteydim. Boğucu sıcak bir günde yürüdük. Ağaçların gölgeleri altına indik. Güneş batıya meyledince silahlanmi kuşandım, atıma bindim ve Allah Rasûlü (s.a.) ne gittim. O, çadırında idi. Selâm sana ey Allah'ın elçisi. Allah'ın rahmeti .senin üzerine olsun.

Gitme vakti, dedim. Evet, buyurup ey Bilâl diye seslendiler. Bilâl, sanki bir kuşun gölgesindeymiş gibi, bir deve dikeninin altından sıçradı ve : Buyur, ben sana feda olayım, dedi. Allah Rasûlü : Atımı eğerle, buyur­dular. Bilâl iki kanadı liften, hiç bir gösterişi ve süsü olmayan bir eğer çıkardı. Atı semerledi, bindiler ve biz de bindik. O gecemizde onlarla (düşmanlarla) karşılıklı saf halinde durduk, büyük (ağır) develer bir­birine yaklaştı ve Allah Teâlâ'nın : «Sonra siz gerisin geri dönüp git­miştiniz.» buyurduğu gibi müslünıanlar gerisin geri dönüp gittiler. Al­lah Rasûlü (s.a.) : Ey Allah'ın kullan, ben Allah'ın kulu ve elçisiyim. Sonra atından indi ve bir avuç toprak aldı. Ona "benden daha yakın olan birinin bana haber verdiğine göre toprağı (düşmanların) yüzlerine atmış ve: Yüzleri çirkinleşsin, buyurmuştu. Allah Teâlâ da onları bozguna uğrattı. Ya'lâ İbn Atâ der ki: Bana oğullarının babalarından rivayetine göre; onlar, şöyle demişler : Bizden hiç kimse kalmamacasına gözleri ve ağızlan toprakla doldu. Gökle yer arasında demirin yeni bir tasa sür-tülmesi gibi bir gümbürtü (veya çınlama) işittik. Hadîsi bu şekliyle Hafız el-Beyhakî de «Delâil'ün-Nübüvve» sinde Ebu Dâvûd et-Tayâlisî'-den, o da Hammâd İbn Seleme'den rivayet etmiştir.

Muhammed İbn İshâk der ki: Bana Âsim İbn Ömer İbn Katâde'-nin... Câbir İbn Abdullah'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Mâlik İbn Avf yanmdakilerle birlikte Huneyn'e çıktı. Allah Rasûlü (s.a.) ona doğru ilerledi. Onlar vâdînin boğazlarında ve kıyılarında (yanlarında) hazırlandılar (pusuya yattılar). Allah Rasûlü (s.a.) ve ashabı gelip sa­bah alacakaranlıkta vâdîye indiler. Vâdîye iner inmez atlar yüzlerine sıçradı, üzerlerine atıldı. İnsanlar, hezimete uğrayarak döndüler. Kimse kimseyi tutmuyordu. Allah Rasûlü (s.a.) sağma dönüp : Ey insanlar, bana geliniz. Ben Allah'ın elçisiyim, ben Allah'ın elçisiyim. Ben Abdul­lah oğlu Muhammed'im, diyordu. Hiç bir şey kalmamış, develer üstüste yığılmıştı. Allah Rasûlü (s.a.) insanların durumunu gördüklerinde : Ey Abbâs; ey ansâr topluluğu, ey Semure ashabı, diye bağır, buyurdu­lar. Onlar da lebbeyk, lebbeyk diye cevab verdiler. Bir adam devesini döndürmeye çalışıp buna güç yetiremeyince zırhını boynuna takıyor, kılıcını ve yayını alıyor, sonra sese doğru gidiyordu. Nihayet Allah Ra­sûlü (s.a.) nün yanında onlardan yüz kişi toplandı ve karşı koymaya, vuruşmaya başladılar. Yapılan ilk çağrı ansâra idi. Sonra çağrı Haz-rec'e yapıldı. Onlar, harbde çok sabırlı idiler. Allah Rasûlü (s.a.) üzen­gileri üzerinde doğrulup savaş yerine baktılar ve : İşte şimdi fırın kı­zıştı (kızdı), buyurdular. Râvî der ki: Allah'a yemîn olsun ki insanlar, Allah Rasûlü (s.a.) nün yanma döndüklerinde esirler onun yanında yere atılmışlardı. Allah Teâlâ onlardan öldürdüklerini öldürdü, hezîmete uğrayanlar hezimete uğradı. Allah Teâlâ onların mallarını ve ço­cuklarını Rasûlüne ganimet olarak verdi.

Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerinde Şu'be kanalıyla... Berâ İbn Âzib (R. Anhümâ) den rivayete göre bir adam ona : Ey Ebu İmâre, Huneyn günü Allah Rasûlü (s.a.) nün yanından kaçtınız mı? diye sor­muş ve o da şöyle cevablamış : Fakat Allah Rasûlü (s.a.) kaçmadı. He-vâzin kabilesi atıcı bir kavim idi. Onlarla karşılaştığımızda üzerlerine hücum ettik. Ve hezimete (bozguna) uğradılar. İnsanlar ganimete yö­neldi. Bizi oklarla karşıladılar da insanlar bozguna uğradı. Gördüm ki Ebu Süfyân İbn Haris Allah Rasûlü (s.a.) nün beyaz katırının gemini tutmuş, Allah Rasûlü : Ben peygamberim, yalan değil. Ben Abdülmut-talib'in oğluyum, diyordu.

Ben de derim ki: Bu, üstün bir cesaretin en yüksek mertebesidir. O, o günde ordusu yanından dağılmış, kızışmış harbin içinde iken bü­tün bunlara rağmen hızlı gidemeyen, ne hücuma ve ne de kaçmaya yaramayan bir katırın üzerindedir. Bununla birlikte onu düşmanların yüzlerine doğru mahmûzluyor, onu tanımayanlar tanısınlar diye yük­sek sesle ismini ilân ediyor. Allah'ın salâtı, selâmı din gününe kadar onun üzerine olsun. Bütün bunların hepsi onun Allah'a güveninden, O'na tevekkül etmesinden, Allah'ın ona yardım edeceğini bilmesinden, kendisine gönderdiğini tamamlayacağını, dinini diğer dinlere gâlib getireceğini bilmesindendir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ söyle buyur­maktadır : «Bilâhere Allah; Rasûlü ile (onunla birlikte olan) mü'min-lerin üzerine sekînetini (kararlılık, sükûnet ve sebatı) indirmişti, gör­mediğiniz orduları da indirmişti.» Bunlar, meleklerdir. Nitekim İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bize Kâsım'ın... İbn Bürsün'ün kölesi Abdurrahmân'dan rivayetine göre, ona Huneyn günündeki müşrikler­den birisi şöyle anlatmış : Huneyn günü biz ve Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabı karşılaştığımızda onlar bize bir koyun sağılacak süre kadar bile dayanamadılar. Onları açıp dağıtınca, peşlerinden sürmeye başladık ve beyaz katırın sahibine (binicisine) ulaştık. Bir de gördük ki o, Allah Rasûlü (s.a.) imiş. Onun yanında bizi beyaz, güzel yüzlü adamlar kar­şıladılar. Bize : Yüzler karârdı, çirkinleşti. Dönün, diyorlardı. Biz boz­guna uğradık. Ve onlar omuzlarımıza çöktüler.

Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî der'ki: Bize Hafız Ebu Abdullah'ın... İbn Mes'ûd (r.a.) dan rivayetine göre o, şöyle demiştir: Huneyn günü Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikteydim. İnsanlar onun yanından geri dö­nüp gittiler. Ben, onunla birlikte muhacir ve ansârdan seksen kişi içinde kaldım. Biz ilerledik ve onlara (düşmanlara) arkamızı dönme­dik. İşte Allah'ın üzerlerine sekînet indirdikleri bunlardır. Allah Rasûlü *(s.a.) katırı üzerinde öne doğru ilerliyordu. Katın eğildi ve Allah Rasûlü eğerden yana eğildi. Ben : Kalk, Allah seni yüceltsin, dedim. Bana bir avuç toprak ver, buyurdular. Alıp ona verdim ve bunu onların, yüz­lerine attı da gözleri toprakla doldu. Muhacirler ve ansâr nerede? bu­yurdular. Ben oradalar dedim. Onlara seslen, buyurdular. Ben de on­lara seslendim. Kılıçlan sağ ellerinde bir şahâb (kayan yıldız parıltısı) gibi olduğu halde geldiler ve müşrikler gerisin geri dönüp gittiler. Ha­dîsin bir benzerini İmâm Ahmed de Müsned'inde Affân'dan rivayet et­miştir.

Velîd İbn Müslim der ki: Bana Abdullah İbn-Mübârek'in... Şeybe İbn Osman'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Huneyn günü Allah Rasûlü (s.a.) nü yalnız ve çevresi boş görünce babamı, amcamı ve Ali ile Hamza'nın onlan öldürdüğünü hatırladım ve kendi kendime : İşte bu gün ondan intikamımı alacağım, dedim. Sağından vurmak için git­tim ve Abbâs İbn Abdülmuttalib'i orada dikilir buldum. Üzerinde beyaz bir zırh vardı. Toz duman içinde parlayan bir gümüş gibiydi. Amcası, elbette onu terketmeyecek, yalnız bırakmayacak, dedim. Solundan var­dım ve Ebu Süfyân İbn Haris İbn Abdülmuttalıb ile karşılaştım. Amca­sı oğludur, elbette onu yalnız bırakmıyacaktır, dedim. Arkasından var­dım. Sâdece üzerine kılıçla atılmam kalmışken onunla benim aramda şimşek gibi bir alev parladı. Ben ateşin beni yakmasından korkup elimi gözüme koydum ve gerisin geri yürüdüm. Allah Rasûlü (s.a.) dönüp : Ey Şeybe, ey Şeybe, yaklaş bana. Ey Allah'ını, ondan şeytânı gider, bu­yurdular. Gözümü ondan çevirdim. Muhakkak ki o, bana gözümden ve kulağımdan daha sevimli idi. Ey Şeybe, kâfirlerle savaş, buyurdular. Hadîsi Beyhakî, Velîd'den rivayetle zikretmiştir. Yine Beyhakî'nin Eyyûb İbn Câbir kanalıyla... Şeybe'den rivayetine göre o, şöyle demiştir : Hu­neyn günü Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte çıkmıştım. Beni ne İslâm ve ne de onu tanımam çıkarmış değildi. Fakat Hevâzin'in Kureyş'e gâlib gelmesini kabullenemeyip Allah Rasûlü'nün yanında dikilirken : Ey Allah'ın Rasûlü, ben alaca, karışık renkli atlar görüyorum, dedim. Ey Şeybe, onu ancak bir kâfir görür, buyurup eliyle göğsüme vurdular ve : Ey Allah'ım, Şeybe'ye hidâyet bahşet, buyurdular. Elini göğsüme ikinci kere vurup : Ey Allah'ım, Şeybe'ye hidâyet bahşet, buyurdular. Sonra üçüncü defa vurup : Ey Allah'ım, Şeybe'ye hidâyet bahşet, buyurdular. Allah'a yemîn ederim ki üçüncü defada elini göğsümden çekmemişti ki Allah'ın yaratıklarından bana ondan daha sevimli hiç kimse kalma­mıştı... Ve Râvî insanların (iki ordunun) karşılaşması, nıüslümanların bozguna uğramaları, Abbas'm nidası, Allah Rasûlü (s.a.) nün Allah'tan yardım dilemesi ve Allah'ın müşrikleri bozguna uğratması hususundaki hadîsin tamâmını zikretti.

Muhammed İbn İshâk der ki: Bana babamın... Cübeyr îbn Mut'im (r.a.) den rivayetine göre o, şöyle demiştir : Muhakkak ben, Huneyn günü Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikteydim. İnsanlar savaşırlarken bir­den gökten inen siyah, çizgili abaya benzer bir şey gördüm. Bizimle ka­vim arasına düştü. Bir de gördüm ki saçılmış karıncalar vadiyi doldur­du. Netice; kavmin (düşmanların) bozguna uğraması oldu. Bunun melekler olduğundan biz asla şüphe etmezdik.

Saîd İbn Sâib İbn Yessâr'm babasından rivayetine göre o, Yezîd İbn Âmir es-Süvâî —Huneyn'de müşriklerle birlikte bulunmuş ve sonra müslüman olmuştu— yi şöyle derken işitmiş : Biz, Huneyn günü müş­riklerin kalblerine bırakılan korkuyu ona sorardık da çakıl taşlarını alıp bir tasın içine atar ve o çınlardı: İşte karınlarımızda bunun bir benzerini bulurduk. (Hissederdik veya hissetmiştik.) derdi. Bunun bir şahidi, daha önceki Yezîd İbn Esîd hadîsinde geçmişti. En doğrusunu Allah bilir.

Müslim'in Sahîh'inde Muhammed İbn Râfi' kanalıyla... Ebu Hü-reyre'den rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü (s.a.) : Korku ile yar­dım olundum ve bana cevâmi'ul-Kelim verildi, buyurmuştur. Bu sebep­ledir ki Allah Teâlâ : «Bilâhere Allah; Rasûlü ile mü'minlerin üzerine sekîneti indirmişti. Görmediğiniz orduları da indirmişti. Ve kâfirleri azaba uğratmıştı. Kâfirlerin cezası buydu.» buyurmuştur.

Allah Teâlâ : «Sonra Allah, bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah Gafûr'dur, Rahim'dir.» buyurur ki; Allah, Hevâzin'in kalanlarının tevbesini kabul buyurmuş, onlar müslüman olarak Allah Rasûlü'ne gelmişler ve o, Cirâne'de Mekke'ye yaklaşmışken ona kavuş­muşlardı. Bu, Huneyn vak'asmdan yaklaşık yirmi gün sonradır. O sırada Allah Rasûlü (s.a.) onları esirleri ve mallan arasında muhayyer bırak­mış, onlar da esirlerini (almayı) tercih etmişlerdi. Kadın ve çocuk ol­mak üzere altıbin esîr vardı ve Allah Rasûlü bunları onlara geri vermiş, mallarını ise ganimeti alanlar arasında taksim buyurmuştu. Kureyş'ten (istemeyerek müslüman olup da) serbest bırakılan bir takım'kimselere onların kalblerini İslâm'a ısındırmak için develerden yüzer yüzer ver­mişti. Yüz deve verdikleri arasında Mâlik İbn Avf en-Nadrî de vardı. Onu, eskiden olduğu gibi kendi kavmi üzerine vekîl ta'yîn etmiştirtir[16]

 

28  — Ey îmân edenler; doğrusu müşrikler ancak ne-cistir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsamz, Allah diler­se sizi yakında kendi lutfu ile zenginleştirir. Muhakkak ki Allah, Alîm'dir, Hakîm'dir.

29  — Kitab verilmiş olanlardan; Allah'a da, âhiret gününe de inanmayan, Allah ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan  ve hak din edinmeyenlerle —boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar— sa­vaşın.

 

Cizye Verinceye Kadar Savaş

 

Allah Teâlâ, dinleri ve kendileri temiz nıü'min kullarına; dinleri pis olan müşrikleri, Mescid-i Harâm'dan sürmelerini bu âyetin nüzulün­den sonra onları oraya yaklaştırmamalarını emretmiştir. Bu âyetin nü­zulü hicretin dokuzuncu senesindedir. Bunun içindir ki Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ali'yi o sene Hz. Ebubekir (R. Anhümâ) ile birlikte gönder­miş ve müşrikler içinde şöyle ilân etmesini emretmişti: «Bu yıldan son­ra hiç bir müşrik haccetmeyecek, Beyt'i hiç bir çıplak tavaf etmeye­cek.» Allah Teâlâ bunu tamamlamış ve şeriat, takdir olarak böyle hük­metmiştir.

Abdürrezzâk'ın tbn Cüreyc kanalıyla... Câbir İbn Abdullah'tan ri­vayetine göre o, «Ey îmân edenler; doğrusu müşrikler ancak necistir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar.» âyeti hakkında: Köle veya zimmet ehlinden biri olması durumu hâriç, de­miştir. Bu, başka bir kanaldan merfû' olarak rivayet edilmiştir. Şöyle ki:

İmâm Ahmed der ki: Bize Hüseyn'in... Câbir'den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.), şöyle buyurmuştur: Andlaşmalı olanlar ve onla­rın hizmetçileri dışında bu yılınızdan sonra hiç bir müşrik mescidimize girmesin. Bu hadîsin merfû' olarak rivayetinde îmâm Ahmed tek kal­mıştır. Mevkuf olarak rivayetinin isnadı, daha sıhhatlidir.

İmâm Ebu Amr el-Evzâî'nin bildirdiğine göre; Ömer İbn Abdüla-zîz (  a.) : Yahûdî ve Hıristiyanların müslümanların mescidlerine girmelerini engelleyiniz, buyurmuş ve bu yasağının altına «Doğrusu müş­rikler ancak necistir.» âyetini yazmıştır.

Ata, «Bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar.» âye­tinden dolayı Harem'in tamâmı mesciddir, demiştir.

Bu âyet-i kerîme, mü'mjnin temizliğine delâlet ettiği gibi müşriğin necis olduğuna da delâlet etmektedir. Buhârî'nin Sahîh'inde zikredilen bir hadîste : «Mü'min; necis olmaz.» buyurulmuştur. Müşriğin bedeni­nin pisliğine gelince; Cumhur, onun beden ve zâtının pis olmadığı gö­rüşündedir. Zîrâ Allah Teâlâ, kitab ehlinin yiyeceğini helâl kılmıştır. Zahirîlerden bazıları ise onların bedenlerinin de pis olduğu görüşün­dedir.

Hasan'dan rivayetle Enes : Kim onlarla el sıkışmışsa abdest alsın, demiştir. Bunu İbn Cerîr rivayet eder.

Allah Teâlâ'nın : «Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse sizi yakında kendi lutfuyla zenginleştirir.» kavli hakkında İbn İshâk der ki: İnsanlar: Çarşılarımız kapanacak, ticâret mahvolacak, oralardan elde etmekte olduğumuz faydalar gidecek, dediler de : «Eğer fakirlik­ten korkarsamz, Allah dilerse sizi yakında (bunun dışında bir yoldan) kendi lutfuyla zenginleştirir... Boyun eğip kendi elleriyle cizyeyi verin­ceye kadar.» âyeti nazil oldu. İşte bu, sizin korkmuş olduğunuz çarşı­ların kapanmasına bedeldir. Allah Teâlâ onlardaki şirk sebebi ile onlar­dan kesilmenize karşılık olarak kitab ehlinin boyunlarından size ver­miş olduğu cizyeyi getirmiştir. Bu görüş İbn Abbâs, Mücâhid, îkrime, Saîd îbn Cübeyr, Katâde, Dahhâk ve başkalarından da rivayet edil­miştir.

«Muhakkak ki Allah, (sizin için uygun olanı) en iyi bilendir. (Size emrettiği ve yasakladığı hususlarda) hikmet sahibidir.» Zîrâ o, fiillerin­de ve sözlerinde kâmildir. Yaratmasında ve emrinde âdildir, mübarek, ve yücedir. Bu sebepledir ki bu kazançların yerine zimmet ehlinden alacağınız cizye mallarını onlara vermiştir. Şöyle buyurur : «Kitab ve­rilmiş olanlardan Allah'a da, âhiret gününe de inanmayan, Allah ve peygamberinin haram kıldığını haranı saymayan ve hak din edinme-yenlerle —boyun eğip kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar— sava­şın.» Onlar, gerçekte Muhammed (s.a.) i inkâr ettiklerinde elbette ki peygamberlerden hiç birine ve onların getirdiklerine sıhhatli bir îmân­ları kalmamıştır. Onlar ancak kendi indî görüşlerine, heveslerine ve için­de buldukları hallerde babalarına uymaktadırlar. Değilse Allah'ın şe­riatı, dini olduğundan değil. Zîrâ onlar; ellerindekine sıhhatli bir îmân ile inanmış olsalardı, bu onları Muhammed (s.a.) e îmâna sevkederdi. Çünkü bütün peygamberler onu müjdelemiş ve ona uymayı emretmiş­lerdir. Halbuki o geldiğinde peygamberlerin en şereflisi olduğu halde onu inkâr ettiklerinde onların geçmiş peygamberlerin şeriatlarına sa­rılmamış oldukları bilinir. Zîrâ o, Allah katındandır. Bilakis onlar; ken­di dinlerine, zevkleri ve kendi arzularından dolayı yapışmaktadırlar. İşte bunun için diğer peygamberlere îmânları onlara fayda vermeyecektir. Çünkü onlar; peygamberlerin efendisi, en üstünü, sonuncusu ve en mü­kemmeli olanı inkâr etmişlerdir. Bu sebeple Allah Teâlâ : «Kitab ve­rilmiş olanlardan; Allah'a da, âhiret gününe de inanmayan, Allah'ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve hak din edinme-yenlerle savaşın.» buyurmuştur. Bu âyet-i kerîme, evvel emirde müşrik­lerin işleri bitirilip insanlar Allah'ın dinine bölük bölük girdikten son­ra kitab ehli ile savaş hakkında nazil olmuştur. Arap Yarımadası'nda işler düzelince; Allah Teâlâ, Rasûlüne ehli kitab olan Yahudi ve Hıris-tiyanlarla savaşı emretmiştir. Bu, hicretin dokuzuncu senesinde olmuş­tur. Bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.) Bizans (Rûm) ile savaş için hazır­lanmış, insanları buna davet etmiş ve bunu onlara açıklayarak Medine çevresindeki arap kabilelerini buna çağırmıştır. Onlar da toptan gelip yaklaşık otuzbin muhârib yanında toplanmıştı. Bu arada Medine ve çevresindekilerden münafıklar ve başkalan geri kalmıştı. Bu hâdise kurak ve kıtlık bir senede, son derece sıcak bir zamanda olmuştu. Allah Rasûlü (s.a.) Rûm ile savaş için Şam'a doğru yola çıkmış ve Tebük'e ulaştığında orada inerek Tebük suyu yanında yaklaşık yirmi gün ikâ­met buyurmuşlardı. Sonra dönme hususunda istiharede bulunmuş ve o seneki durumun sıkışıklığı ve insanların zayıflığı sebebiyle —açıkla­ması inşâallah ilerde gelecektir— geri dönmüştür.

Cizyenin sadece kitab ehli veya mecûsîler gibi onlara benzeyenler­den alınacağı görüşünde olanlar, bu âyet-i kerîme'yi delil getirirler. Onlara göre sahih olan bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) nün Hecr me-cûsîlerinden cizye aldığı kaydedilmektedir. Bu, İmâm Şafiî ve kendi­sinden gelen meşhur bir rivayette İmâm Ahmed'in mezhebidir. Ebu Ha-nîfe —Allah ona rahmet eylesin— ise ehl-i kitab olsun, müşrik olsun bütün acemlerden alınır. Arapların ise sadece kitab ehlinden alınır, de­miştir. İmâm Mâlik de şöyle der : Kitabî, mecûsî, putperest ve diğer­leri olmak üzere bütün kâfirlere cizye konulması caizdir. Bu mezheble-rin kaynaklan ve delillerinin zikredilmesinin buradan başka yeri (eser) vardır. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ buyurur ki: «(Müslüman olmazlarsa) boyun eğip (ze­lil, hakîr ve alçak bir halde) kendi elleriyle (kahır ve galebe yoluyla) cizyeyi verinceye kadar...» Bu sebeble zimmet ehline ta'zîmde bulunul­ması, onların müslüriıanların' üzerine yükseltilmesi caiz değildir. Bila­kis onlar zelîl, küçük ve mutsuzdurlar. Nitekim Müslim'in Sahîh'inde Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayet edilen bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur : Yahûdî ve Hıristiyanlara ilk selâm veren siz olma­yınız. Bir yolda onlardan biri ile karşılaşırsanız onu yolun en darına mecbur bırakınız. Yine bu sebepledir ki mü'minlerin emîri Ömer İbn Hattâb onların zelîl kılınması, küçültülmesi ve tahkiri için bilinen şart­ları koşmuştur. Hafız imamların, Abdurrahmân İbn Ğanem el-Eş'arî'-den rivayetlerine göre; o, şöyle demiştir : Şam halkı Hıristiyanları ile barış andlaşması (musâlaha) yaptığında Ömer İbn Hattâb (r.a.) a şöyle yazılmıştı: Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla : Bu, filân ve filân şehir Hıristiyanlarmdan mü'minlerin emîri Allah'ın kulu Ömer için yazılmıştır. Muhakkak siz bize geldiğinizde biz nefislerimiz, zürriyyet-lerimiz, mallarımız ve dinimiz halkı için sizden emân istedik. Sizin için kendimize şu şartlan koştuk : Şehrimizde ve çevresinde yeniden ma­nastır, kilise, özel ibâdet yerleri ve râhib manastırları ihdas etmeyeceğiz. Onlardan harâb olanı yenilemeyeceğiz. Onlardan müslümanlara ait yerleri ihya etmeyeceğiz. Gece ve gündüz müslumanlardan birinin, ki­liselerimize inmesini engellemeyeceğiz. Geçenler ve yolcular için kapı­larını genişleteceğiz. Müslümanlardan bize uğrayanlan üç gün ağırlayıp onlara yedireceğiz. Kiliselerimizde ve evlerimizde câsûs barındırıp sı­ğındırmayacağız. Müslümanlara karşı hainlik hisleri beslemeyeceğiz. Çocuklarımıza Kur'an'ı öğretmeyeceğiz. Şirkimizi açığa vurmayacak ve kimseyi buna davet etmeyeceğiz. İstedikleri takdirde yakınlarımızdan hiç kimseyi İslâm'a girmekten men'etmeyeceğiz. Müslümanlara ta'-zîmde bulunacağız. Oturmak istediklerinde, onlar için oturduğumuz yerden kalkacağız. Onların elbiselerinde, başlıklarında, sarıklarında, nâ-linlerinde ve saç ayırmalarında onlara hiç bir şekilde benzemeyeceğiz. Onların sözü ile konuşmayacak, onların künyelerini kendimize künye edinmyeceğiz. Eğerli hayvana binmeyecek, kılıç kuşanmayacak, hiç bir silâh edinmeyecek ve yanımızda taşımayacağız. Yüzüklerimize arapça nakış yapmayacağız. İçki satmayacağız. _ Başlarımızın ön kısmındaki saçlan kısaltacağız. Nerede olursak olalım elbiselerimize bürünecek, bel­lerimize zünnâr bağlayacağız.. Kiliselerimizin üzerine açıkça haç dik­meyeceğiz. Müslümanların yol ve çarşılarından hiç bir yerde haçları­mızı ve kitablarımızı göstermeyeceğiz. Kiliselerimizde çanlarımızı an­cak hafifçe vuracağız. Müslümanların hazır bulunması halinde kilisele­rimizde yüksek sesle okumayacağız. Bayram ve yağmur duasına çık­mayacağız. Ölülerimiz yanında seslerimizi yükseltmeyeceğiz. Müslü­manların yol ve çarşılarından hiç bir yerde onlarla birlikte açıkça ateş kullanmayacağız. Ölülerimizi onlarla komşu etmeyeceğiz. Müslüman­ları irşada yeltenmeyeceğiz. Onların evlerindeki hallerine muttali' ol­maya çalışmayacağız. Râvî der ki: Bu mektup Ömer'e geldiğinde şöyle ilâve etti: Müslümanlardan hiç kimseyi dövmeyeceğiz. İşte bunları kendimiz, dinimiz halkı üzerine bizim için şart olarak kabul ettik. Ve bu­nun üzerine emânı kabullendik. Eğer biz kendimiz aleyhine sizin le­hinize şart koşup, kendimize yüklediğimiz bu şartlardan herhangi bi­rine muhalefette bulunursak bizim için zimmet yoktur. İsyan eden ve karşı gelenler hakkında helâl olan bizden size helâl olur.[17]

 

İzahı

 

 

30  — Yahudiler dediler ki: Uzeyr Allah'ın oğludur. Hıristiyanlar da dediler ki: Mesîh Allah'ın oğludur. Bu, onlann ağızlarında dolaşan sözlerdir ki, daha önce küfret­miş olanların sözüne benzetiyorlar. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar.

31  — Onlar Allah'tan ayn hahamlarını, râhiblerini rablar edindiler. Meryem Oğlu Mesih'i de. Halbuki tek tanrıdan başkasına ibâdet etmemekle emrolunmuşlardır.

O'ndan başka ilâh yoktur. O; bunların şirk koştukları şey­lerden münezzehtir.

 

Hahamlarını ve Râhihicrini Rab Edinenler

 

Bu da; Allah'a karşı yalan ve iftiraları, bu alçakça sözleri sebe­biyle nıü'minleri, Yahudi ve Hıristiyanlardan kâfir müşriklerle savaşa Allah Teâlâ'nm bir teşvikinden ibarettir. Yahudiler Uzeyr hakkında : Muhakkak o Allah'ın oğludur, dediler ki Allah Teâlâ bundan yücedir. Süddî ve başkalarının zikrettiğine göre; onlarda bu husustaki şüphe, şöyle meydana gelmiştir : Amâlika, İsrâiloğullanna gâlib gelip âlimlerini öldürüp büyüklerini esîr ettiklerinde Uzeyr İsrâiloğullanna ve onlardan ilmin gidişine ağlar olarak kalmıştı. Nihayet göz kapaklan düştü (uyu­ya kaldı). O bir gün çölde dolaşırken .bir kabrin yanında : Vay yediren, vay giydiren! diyerek ağlayan bir kadın gördü. «Bundan önce sana kim yedirirdi? diye sordu. Kadın; Allah, <Iiye cevab verdi. Uzeyr : Mu­hakkak Allah diridir, ölmez, dedi. Kadın : İsrâiloğullanndan önce âlim­lere kim öğretirdi? diye sordu. Uzeyr : Allah, dedi. Kadın : O halde sen onlara niçin ağlıyorsun ey Uzeyr? dedi. Uzeyr, kendisine bir nasihat olduğunu anladı. Sonra ona : Filân nehre git ve ondan guslet (yıkan) -ve orada iki rek'at namaz ki]. Muhakkak sen orada bir ihtiyarla kar­şılaşacaksın. O, sana ne yedirirse onu ye, denildi. Gidip kendisine em­redileni yaptı ve bir ihtiyarla karşılaştı. İhtiyar ona : Ağzını aç, dedi. O, ağzını açtı ve ihtiyar üç kere onun ağzına büyük kor şeklinde bir şey koydu. Uzeyr insanların Tevrat'ı en iyi bilenlerinden olarak döndü ve : Ey İsrâiloğullan, size Tevrat'ı getirdim, dedi. Onlar: Ey Uzeyr, sen yalancı değildin, dediler. Kalkıp parmaklarından birine bir kalem bağ­ladı ve bütün Tevrat'ı parmağıyla yazdı. İnsanlar düşmanlarından tek-' râr yurdlarına döndüklerinde Uzeyr'in durumu kendilerine haber ve­rildi. Bir dağa bırakmış (gizlemiş) oldukları Tevrat nüshalarını çıkarıp bununla karşılaştırdılar ve onun getirdiğinin sahîh olduğunu gördüler. Câhillerinden bazısı: Bunu ancak Allah'ın oğlu olduğu için yapmıştır, dediler.

Hıristiyanların Mesîh hakkındaki sapıklıkları ise açıktır. Bu sebep­ledir ki Allah Teâlâ her iki güruhu birden yalanlamış ve : «Bu onların ağızlarında dolaşan sözlerdir.» buyurmuştur. Onların iftira ve kendi­liklerinden uydurmaları dışında iddia ettiklerinin bir dayanağı yoktur, e (Kendilerinden önceki ümmetlerden) daha önce küfretmiş olanların sözüne benzetiyorlar.» Onlar nasıl sapıtmışlarsa bunlar da sapıtmışlar-dır. «Allah onları yoketsin.» İbn Abbâs der ki: Allah onlara la'net etsin. «Nasıl da uyduruyorlar.» Açık olduğu halde nasıl haktan sapıp bâtıla dönüyor, meylediyorlar.

«Onlar Allah'tan ayrı hahamlarını, râhiblerini rablar edindiler. Meryem Oğlu Mesih'i de.» İmâm Ahmed, Tirmizî ve İbn Cerîr'in muh­telif kanallardan olmak üzere Adiyy İbn Hatim (r.a.) den rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.) nün daveti ona ulaştığında Şam'a kaçmıştı. O, câhiliye devrinde Hıristiyan olmuştu. Kıakardeşi ve kavminden bir grup esîr edildiler. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) kızkardeşine ihsanda bu­lundu ve ona (hediyyeler) verdi ve o da kardeşine dönerek onu İslâm'a ve Allah Rasûlü (s.a.) nün yanına gelmeye teşvik etti. Adiyy Medine'ye geldi. Kabilesi Tayy içinde reîs olup babası Hatim et-Tâî cömertlikle meşhurdu. İnsanlar onun geldiğini haber verdiler. Adiyy, boynunda gü­müşten bir haç olduğu halde Allah Rasûlü (s.a.) nün yanına girdi. Allah Rasûlü (s.a.) : «Onlar Allah'tan ayrı hahamlarını, râhiblerini rab­lar edindiler.» âyetini okudu. Adiyy der ki: Ben :Muhakkak onlar, on­lara ibâdet etmediler, dedim. Evet, onlar onlara helâli haram kıldılar, haramı da helâl kıldılar. Ve onlar da kendilerine uydu. İşte onların on­lara ibâdeti budur, buyurdular. Daha sonra Allah Rasûlü (s.a.) : Ey Adiyy, ne dersin? Seni «Allah en büyüktür.» denilmesi mi kaçırdı? Al­lah'tan başka daha büyük bir şey biliyor musun? Seni kaçıran nedir? «Allah'tan başka tanrı yoktur.» denilmesi mi seni kaçırdı? Allah'tan başka bir tanrı biliyor musun? buyurup onu İslâm'a davet etti. Adiyy müslüman oldu ve gerçek bir şehâdetle şehâdette bulundu. O, şöyle an­latır : Gördüm ki yüzü açıldı, neşelendi ve şöyle buyurdu : Muhakkak ki Yahudiler gazaba uğramışlardır, Hıristiyanlar ise sapıtmışlardır. «Onlar Allah'tan ayrı hahamlarını ve râhiblerini rablar edindiler.)) âye­tinin tefsirinde Huzeyfe îbn el-Yemmân, Abdullah İbn Abbâs ve başka­ları : Muhakkak ki onlar (yahûdî ve hıristiyanlar) onların helâl ve ha­ram kıldıklarında onlara tâbi olmuşlardır, demiştir. Süddî ise şöyle cîer : Onlar, insanları nasîhatçı kabul ettiler (insanların nasîhatlannı dinlediler), Allah'ın kitabını ise terkedip arkalarına attılar. İşte bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Halbuki tek tanrıdan başkasına ibâdet etme­mekle emrolunmuşlardır.» buyurmuştur. O, bir şeyi haram kıldığında o haramdır, onun helâl kıldığı helâldir. Koyduğu kanuna tâbi olunur. Hükmettiği şey uygulanır. Yerine getirilir. «O'ndan başka ilâh yoktur. O; bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.» Ortaklardan, ben­zerlerden, yardımcılardan, zıdlardan, çocuklardan münezzeh, mukaddes ve yücedir. O'ndan başka tanrı, O'nun dışında Rab yoktur.[18]

 

İzahı

 

 

32  — Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar.

33  — Dinini bütün dinlere üstün kılmak için; Rasû-lünü hidâyet ve hak din ile gönderen O'dur. İsterse müş­rikler hoşlanmasınlar.

 

Müşrikler Ve Kâfirler Hoşlanmasa Da

 

Allah Teâlâ buyurur ki : Kitab ehli ve müşriklerden olan bu kâfir­ler, «Allah'ın nurunu (Rasûlünü kendisiyle gönderdiği hidâyet ve hak dini mücerred mücâdele ve iftiraları ile) ağızlarıyla söndürmek isterler.» Bu hususta onların benzeri, güneşin şuasını veya ayın nurunu üf-lemesiyle söndürmek isteyenin durumu gibidir. Bu ise ulaşılamayacak bir şeydir. İşte Allah'ın, Rasûlünü göndermiş olduğu şey de mutlaka tamamlanacak ve üstün olacaktır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ, onla­rın istek ve dileklerine mukabil olarak : «Halbuki Allah nurunu mut­laka tamamlayacaktır. İsterse kâfirler hoşlanmasınlar.» buyurmuştur. Kâfir, bir şeyi Örtüp kapatan kimsedir. Bundan dolayı geceye ((kâfir» ismi verilmiştir. Zîrâ o, eşyayı örtmekte, gizlemektedir. Çiftçilere de kâfir ismi verilmiştir. Zîrâ o da taneyi yerde örtmekte, gizlemektedir.

Allah Teâlâ : «Rasûlünü hidâyet ve hak din ile gönderen O'dur.» buyurmaktadır ki hidâyet; onun getirmiş olduğu doğru haberler, sahîh îmân ve faydalı ilimdir. Hak din ise dünyada ve âhirette faydalı, sıh­hatli amellerdir. «Dinini (diğer) bütün dinlere üstün kılmak için.» Sa­hîh bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) nün şöyle buyurduğu rivayet edilir: Muhakkak ki Allah Teâlâ yeryüzünün doğu ve batısını benim için top­ladı. Ümmetimin hükümranlığı ondan bana toplanana erişecektir. İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed îbn Ca'fer'in... Mes'ûd İbn Kabîsa - -veya Kabîsa İbn Mes'ûd— dan rivayetine göre o, şöyle diyor : Muhâ-rib (kabilesin) den şu mahalle namaz kıldı. Namaz kıldıklarında; onlar­dan bir genç, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işittiğini söy­ledi : Muhakkak ki yeryüzünün doğu ve batıları sizin için fethedilecek­tir. Bunun çalışanları Allah'tan korkan ve emâneti yerine getirenler dışında muhakkak ateştedir.»

İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Muğîre'nin... Temim ed-Dârî (r.a.) den rivayetine göre o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Muhakkak bu iş, gece ve gündüzün ulaştığına ulaşacaktır. Al­lah Teâlâ azizin izzeti veya zelilin zilleti ile bu dinini girdirmediği köy, kasaba ve şehir bırakmayacaktır. Öyle bir izzet ki Allah onunla İslâm'ı azız kılacak; öyle bir zillet ki Allah bununla küfrü zelîl kılacaktır. Te­mim ed-Dârî şöyle dermiş : Muhakkak ben bunu ehl-i beytimde (ailem­de) gördüm. Onlardan müslüman olanlara hayır, şeref ve izzet isabet etti. Onlardan kâfir olanlar ise zillet, bayağılık, rezillik ve cizyeye dû-çâr kaldılar.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd İbn Abdirrabbih'in... Mikdâd İbn Esved'den rivayetine göre o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Yeryüzünde Allah'ın İslâm kelimesini azizin izzeti veya zelîlin zilleti ile bildirmeyeceği köyde, kasabada ve şehirde hiç bir ev kalma­yacaktır. Ya Allah onlara izzet verip kendilerini bu din halkından kıla­cak, veya onlara zillet verip onlar buna boyun eğeceklerdir.

Yine Müsned'de denilir ki: Bize Muhammed îbn Ebu Adiyy'in... Adiyy îbn Hâtim'den rivayetine göre o, şöyle dermiş: Allah Rasûlü (s.a.) nün yanına girdim. Ey Adiyy, müslüman ol, kurtul, buyurdular. Öşh : Muhakkak ben din sahiplerindenim, dedim. O : Ben senin dinini Senden daha iyi bilenim, buyurdular. Ben : Sen benim dinimi benden daha iyi mi biliyorsun? diye sordum. Şöyle buyurdular: Evet, sen ra-kûsî —Sâbiîlik ve Hıristiyanlığa benzer, ikisi arası bir din— değil mi­sin? Sen kavminin savaş ganimetinin dörtte birini yemiyor musun? Ben; evet, deyince : Muhakkak bu, senin dininde sana helâl değildir, buyurdular. Bunu söyler söylemez bu söze boyun eğdim (kabullendim). Seni İslâm'dan alıkoyanın ne olduğunu da ben çok iyi biliyorum. Sen : Ona ancak insanların zayıfları, kuvvetsizleri ve arapların değer verme­dikleri kişiler uymuştur, diyorsun. Sen Hîre'yi bilir misin? buyurdular. Ben : Görmedim, fakat işittim, dedim. Nefsim kudret elinde olan (Al­lah) a yemin ederim ki Allah Teâlâ bu işi mutlaka tamamlayacak ve so­nunda bir kadın Hîre'den çıkıp hiç kimsenin kendisine refakati olmaksı­zın Beyt'i tavaf edecek. Kisrâ İbn Hürmüz'ün hazîneleri mutlaka fethedi­lecek, buyurdular. Ben : Kisrâ İbn Hürmüz mü? diye sordum. Evet, Kisrâ İbn Hürmüz. Ve mal o kadar bol olacak ki kimse onu kabul etmeyecek, buyurdular. Adiyy İbn Hatim der ki: İşte şu kadın, Hîre'den çıkıyor ve kimsenin refakati olmaksızın Beyt'i tavaf ediyor. Muhakkak ben Kisrâ İbn Hürmüz'ün hazînelerini fethedenler içindeydim. Nefsim kud­ret elinde olan (Allah) a yemîn ederim ki üçüncüsü de mutlaka ola­caktır. Zîrâ onu Allah Rasûlü  (s.a.) söylemiştir.

Müslim der ki: Bize Ebu Ma'n Zeyd İbn Yezîd'in... Âişe (R. Anha) den rivayetine göre o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) nü : Lât ve Uzzâ'ya ibâdet edilmedikçe gece ve gündüz sona ermeyecek, buyurur­ken işittim. Ve : Ey Allah'ın elçisi, muhakkak ki be,n Allah Teâlâ : «Dinini bütün dinlere üstün kılmak için; Rasûlünü hidâyet ve hak din ile gönderen O'dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.» âyetini indirdi­ğinde bunun tamâm olduğunu sanmıştım, dedim. Allah Rasûlü şöyle buyurdu : Bundan Allah'ın dilediği mutlaka olacaktır. Sonra Allah te­miz (hoş) bir rüzgâr gönderecek ve kalbinde bir hardal tanesi ağırlığı îmân olanlar vefat edecek. Ancak kendilerinde bir hayır olmayanlar kalacak da babalarının dinlerine dönecekler.[19]

 

34  — Ey îmân edenler; doğrusu hahamlar ve râhible-rin çoğu insanların malını haksızlıkla yerler. Ve Allah yo­lundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar; işte onlara pek acıklı bir azabı müjdele.

35  — O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kız­dırılır ve bunlarla onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz. Tadın birik­tirmiş olduğunuzu, denir.

 

Altın ve Gümüş Yığanlar

 

Süddî'nin söylediğine göre; hahamlar yahûdîlerden, râhibler de hı-ristiyanlardandır. Bu, onun da söylediği gibidir ki hahamlar, yahûdî-Ierin âlimleridir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyette : «Rabba kul olanlar ve bilginler; onları günâh söylemelerinden ve haram yemelerinden vaz­geçirmeye çalışmalı değiller miydi?» (Mâide, 63) buyurmaktadır. Ruh­ban, Hıristiyanların çok ibâdet edenleri, kıssîsler ise onların âlimleridir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyette : «Bunun sebebi; onların içinde keşişler ve râhibler bulunmasından ve onların gerçekten büyüklük taslamala-rmdandır.»  (Mâide, 82) buyurmuştur.

Burada maksad kötü âlimlerden ve sapıtmış âbidierden sakındır-maktır. Nitekim Süfyân İbn Uyeyne : Âlimlerinizden kim bozulursa; onda yahûdîlere bir benzeme vardır. Âbidl erinizden bozulan ise hıristi-yanlara benzemektedir, demiştir. Sahîh bir hadîste şöyle buyrulur : Siz­den öncekilerin yollarından aynen onlar gibi, onların ölçü ve miktarın­da mutlaka gideceksiniz. Yahudi ve hıristiyanlar mı? dediler. Allah Ra-sûlü : Ya kim? buyurdular. Başka bir rivayette ise : İran ve Rumlar mı? diye sorulmuş, efendimiz : Onlardan başka kim olacak? buyur­muşlar.

Netice olarak onların durum ve sözlerinde onlara benzemekten sa-kındırılmaktadır. Bunun içindir ki Allah Teâlâ «İnsanların malını hak­sızlıkla yerler.» buyurmuştur. Muhakkak ki onlar din, makam ve insan­lar içindeki başkanlıklarıyla dünyayı yemişlerdir. İnsanların mallarını bunlarla yiyorlardı. Nitekim câhiliye halkı üzerinde bile yahûdî hahamlarının bir şerefi vardı. Onlann câhiliye halkı katında onlara gelen ha­raç, hediyyeler ve vergileri vardı. Allah Teâlâ elçisini (s.a.) gönderdi­ğinde; onlar, riyasetlerinin devam etmesi hırsıyla sapıklıklarını, küfür­lerini ve inâdlarını sürdürdüler. Allah Teâlâ ise onları peygamberlik nuru ile söndürdü, onlardan bunu soyup aldı ve bunun yerine zillet ve meskenet verdi de Allah'ın gazabına uğradılar.

Allah Teâlâ : «Ve Allah yolundan alıkoyarlar.» buyurur. Onlar ha­ram yemeleriyle birlikte insanları hakka uymaktan alıkoyup hak ile bâtılı birbirine karıştırıyorlar ve bilgisizlerden kendilerine uyanlara, onları hayra çağırdıklarını izhâr ediyorlardı. Halbuki onlar, sandıklan gibi olmayıp ateşe çağmadırlar. Kıyamet gününde onlara yardım da olunmayacaktır.

Allah Teâlâ : «Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar; işte onlara pek acıklı bir azabı müjdele.» buyurur. Bunlar, insanların başkanlarından (ileri gelenlerinden) üçüncü sınıf­tır (kısımdır). Muhakkak insanlar; âlimlere, âbidlere ve mal sahiplerine muhtaçtırlar. Bunların durumları bozulunca elbette insanların durum­ları da bozulur. Nitekim şâirlerden birisi şöyle demiştir : «Dini krallar­dan, kötü hahamlardan ve ruhbanlardan başkası mı fesada uğratacak?» Âyette geçen ( y£}\ ) kelimesine gelince : Mâlik, Abdullah îbn Dî-nâr'dan rivayetle îbn Ömer'in şöyle dediğini nakleder ; O, zekâtı ve­rilmeyen maldır. Sevrı ve başkalarının Ubeydullah kanalıyla... İbn Ömer'den rivayetlerine göre; o, şöyle demiştir : Zekâtı verilmiş olan kenz değildir. İsterse yedi kat yerin altında olsun. Açıkta olup da, zekâtı verilmeyen ise kerizdir. Bu; İbn Abbâs, Câbir ve Ebu Hüreyre'den hem mevkuf, hem de merfû' olarak rivayet edilmiştir. Ömer İbn Hattâb (r.a.) dan bunun bir benzeri rivayet edilmiş olup o, şöyle demiştir : Ze­kâtını vermiş olduğun hangi mal olursa olsun kenz değildir. Velevki yere gömülmüş olsun. Zekâtını vermediğin hangi mal olursa olsun bu da yeryüzünde (yerin üzerinde) olsa dahi sahibinin kendisiyle dağla­narak azâb edileceği kenzdir.

Buhârî'nin- Zührî kanalıyla Hâlid İbn EslemMen rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Abdullah îbn Ömer ile birlikte çıkmıştık. O, şöyle dedi: Bu, zekât nazil olmazdan öncedir. Zekât nazil olduğunda Allah Teâlâ onu mallar için bir temizlik kılmıştır. Ömer İbn Azîz ve İrak İbn Mâlik'in söylediklerine göre bu âyeti: «Onlann mallarından sadaka al...» (Tevbe, 103) âyeti neshetmiştir.

Saîd İbn Muhammed İbn Ziyâd'ın Ebu Ümâme'den rivayetine göre o: Kılıçların süsü kenzdendir. Size ancak işittiğimi rivayet ediyorum, demiştir. Sevrî ise Ebu Husayn kanalıyla... Hz. Ali (r.a.) nin : Dörtbin ve daha aşağısı nafakadır. Bundan daha fazla olan ise kenzdir, dedi­ğini nakleder. Bu rivayet garîbdir. Altın ve gümüşü azaltmanın övül­mesi, onları çoğaltmanın zemmi hakkında bir çok hadîsler vârid olmuş­tur. Ötekilere delâlet etmek üzere bunlardan bir kısmını buraya alı­yoruz :

Abdürrezzâk der ki: Bize Sevrî'nin... «Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar...» âyeti hakkında Ali (r.a.) den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.) üç defa : Altın helak olsun (yok olsun), gümüş yok olsun, buyurmuştur. Bu, Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabına ağır geldi de : Hangi malı edinelim? dediler. Ömer (r.a.) : Ben, bunu sizin için öğreneceğim, deyip; Ey Allah'ın elçisi, muhakkak senin ashabına bu ağır geldi de hangi malı edinelim? dediler, dedi. Allah Rasûlü şöyle buyurdu : Zikreden bir dil, şükreden bir kalb ve dini üzere sizden birine yardım eden bir eş.

İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer'in... Abdullah İbn Ebu Hüzeyl'den rivayetine göre; ona bir arkadaşı, Allah Rasûlü (s.a.) nün şöyle buyurduğunu rivayet etmiş : Altın ve gümüş yok olsun. Arkadaşımın bana rivayetine göre o, Ömer İbn Hattâb ile gitmiş ve Ömer : Ey Allah'ın elçisi, altın ve gümüş yok olsun, buyurdunuz. Ne biriktirelim? diye sormuş da Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş : Zik­reden bir dil, şükreden bir kalb ve âhirete yardımcı olan bir eş.

İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'nin... Sevbân'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Altın ve gümüş hakkında nazil olan âyet indiğinde : Hangi malı edinelim? dediler. Ömer : Ben bunu sizin için öğreneceğim, deyip devesini hızlandırdı ve ona yetişti. Ben de peşinde idim. Ey Al­lah'ın elçisi, hangi malı edinelim? diye sordu. Allah Rasûlü şöyle bu­yurdu : Sizden birisi; şükreden bir kalb, zikreden bir dil ve sizden birine âhiret işinde yardımda bulunacak bir eş edinsin. Hadîsi Tirmizî ve İbn Mâce başka bir şekli ile Salim İbn Ebu Ca'd'dan rivayet etmişler ve Tirmizî hadîsin hasen olduğunu söylemiştir. Buhârî'den nakledildiğine göre Salim bu hadîsi Sevbân'dan işitmemiştir. Ben de derim ki: Bu se­bepledir ki bazıları bu hadîsi ondan mürsel olarak rivayet etmişlerdir. En doğrusunu Allah bilir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, şöyle demiştir: «Altını ve gümüşü biriktirip de...» âyeti nazil olduğunda; bu, müslümanlara ağır geldi ve : Bizden hiç kimse kendin­den sonra çocuğuna kalacak bir mal bırakamayacak, dediler. Ömer : Ben sizi bu konuda rahatlatırım, dedi ve gitti. Sevbân da peşinden gitti. Ömer, Hz. Peygamber (s.a.) e varıp : Ey Allah'ın peygamberi, muhakkak ki senin ashabına bu âyet ağır geldi, dedi. Hz. Peygamber (s.a.) : Muhakkak ki Allah; zekâtı, ancak mallarınızdan kalanları temizlemek için farz kılmıştır. Mîrâsı ise ancak sizden sonra kalan mallardan farz kılmıştır, buyurdular. Ömer tekbîr getirdi, sonra Allah Rasûlü (s.a.) ona: Kişinin biriktirdiklerinin en hayırlısını sana haber vereyim mi? buyurup şöyle devam ettiler: Salih bir kadın ki ona baktığında kendisini sevindirir, ona bir şey emrettiğinde itaat eder, onun yanından ayrılıp kaybolduğunda ise onun ırzını korur. Hadîsi Ebu Dâvûd, İbn Merdûyeh ve Müstedrek'inde Hâkim, Yahya İbn Ya'-lâ'dan rivayet etmişlerdir. Hâkim, hadîsin Buhârî ve Müslim'in şartla­rına uygun olduğunu ancak onların tahrîc etmediklerini söyler.

İmâm Ahmed der ki: Bize Revh'ın... Hassan İbn Atiyye'den riva­yetine göre; o, şöyle demiştir : Şeddâd İbn Evs (r.a.) bir seferde idi. Bir yerde kcnakladı ve kölesine : Bize, az şeyle yetinen birini getir ki onunla oyalanalım, dedi. Bunu onun için hoş görmediler de şöy­le dedi: Müslüman olduğumdan bu yana söylediğim her kelimeyi ihtiyatla söyledim. Ancak bu sözüm hâriç. Bunu benden ezberlemeyin. Ama size şu söyleyeceğimi iyi ezberleyin : Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiştim : İnsanlar altın ve gümüş biriktirdiklerinde siz şu kelimeleri biriktiriniz : Ey Allah'ım, Senden işlerde sebat, olgunlukta azimet dilerim. Senden nimetine şükür, Sana güzel ibâdet, kalb-i se-lîm, doğru söyleyen bir dil ve Senin bildiğinin en hayırlısını dilerim. Senin bildiğin şeylerin kötülüğünden Sana sığınırım. Senin bildiğin (gü­nâhlarım) için Senden bağışlanma dilerim. Muhakkak ki Allâm el-Ğu-yûb Sensin.

Allah Teâlâ : «O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılır ve bunlarla onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. İşte bu, ken­diniz için biriktirdiğiniz. Tadın biriktirmiş olduğunuzu, denir.» buyurur. Bu söz kendilerine susturma, azarlama ve tekdir sadedinde söylenecek­tir. Nitekim bir âyette de : «Sonra azâb olarak başına kaynar su dökün. Tad bakalım, hani güçlü olan, değerli olan yalnız sendin.» (Duhân, 49) buyurulur. Yani bu, onun karşılığıdır. O ise kendiniz için biriktirmiş olduğunuz şeylerdir. Bu sebepledir ki «Kim bir şeyi sever ve onu Allah'a itâattan öne alırsa onunla azâb olunur.» denilmiştir. İşte bu kişiler; o malları topladıkları ve bunları Allah'ın kendilerinden hoşnûd olmasın­dan daha önemli sayıp tercih ettikleri için bunlarla azâb edileceklerdir. Nitekim Ebu Leheb —Allah ona la'net etsin— Allah Rasûlü (s.a.) nün düşmanlığı hususunda uğraşır ve karısı da bunda ona yardım ederdi. Kıyamet gününde ise karısı ona azâbda yardımcı olacaktır. Onun boy­nunda toplanmış odunlar olacak. Dünyada ona en fazla şefkat besleyen olması itibariyle 'azabı çok daha şiddetli olacağından ateşte bunları onun üzerine atacaktır. Nitekim bu mallar sahiplerine dünyada iken eşya­nın en kıymetlisi olduğundan âhiret yurdunda onlara eşyanın en zararlısı olacaklar ve cehennem ateşinde bunlarla dağlanacaklar. İşte sana onların zararı: Alınları, yanlan (böğürleri) ve sırtları bunlarla dağla­nacak.

Süfyân'ın A'meş kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre: o, şöyle demiştir : Kendisinden başka tann olmayan Allah'a ye­min ederim ki; kul, kenz ile dağlanmayacak. Dînâr dînâra ve dirhem dirheme dokunmayacak. Fakat onun derisi genişletilip kızgın halde her bir dînâr ve dirhem ona konacak. Bunu İbn Merdûyeh, Ebu Hüreyre'-den merfû' olarak rivayet etmişse de bunun merfû' olarak rivayeti sa-hîh değildir. En doğrusunu Allah bilir.

Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer'in İbn Tâvûs'tan, onun da baba­sından rivayetine göre o, şöyle demiştir : Bana ulaştığına göre; kenz, kı­yamet günü yiğit bir insana çevrilecek de sahibinin peşine düşecek. O kendisinden kaçacak ve kovalarken şöyle diyecek : Ben, senin hazînenim. Ondan neye yetişirse onu alacak.

İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki; Bize Bişr'in... Sevbân'dan riva­yetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyururmuş : Kim kendinden son­raya bir hazîne bırakırsa; o, kıyamet günü kendisi için ağzından dışarı çıkmış iki dişi olan, başı kel bir yiğit kişi halinde karşısına çıkarılır da peşine düşer. O kişi: Yazıklar olsun, kimsin sen? diye sorar. O ise : Ben senin kendinden sonraya bırakmış olduğun hazînenim, der ve onun peşinden gitmeye devam ederek elini yakalar ve onu kırar, koparır. Son­ra cesedinin (bedeninin) diğer yerlerinin peşine düşer. Hadîsi İbn Hib-bân Sahîh'inde Yezîd kanalıyla Saîd'den rivayet etmiştir. Hadisin aslı Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ebu Zinâd kanalıyla... Ebu Hürey-re'den rivayetle mevcûdtur.

Müslim'in Sahîh'inde Süheyl İbn Ebu Salih'in babasından, onun da Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), şöyle buyurmuş­tur : Malının zekâtını vermeyen hiçbir kimse yoktur ki kıyamet günü malı, böğrünün, alnının ve sırtının dağlanacağı ateşten bir kılıç ha­line getirilmesin. Bu, insanlar arasında hükmedilip cennete veya ce­henneme giden yolu görülünceye kadar süresi elli bin sene olan bir günde vuku bulacaktır... Ve Râvî hadîsin tamâmını zikretti.

Buhârî bu âyetin tefsirinde der ki: Bize Kuteybe'nin... Zeyd İbn Vehb'den rivayetine göre o, şöyle demiştir :

Rabeze'de Ebu Zerre uğradım ve : Seni bu yere indiren nedir? diye sordum. Şöyle dedi: Biz Şam'da İdik. «Altını ve gümüşü biriktirip te onları Allah yolunda harcamayanlar, işte onlara pek acıklı bir azabı müjdele.» âyetini okudum. Muâviye : Bu, bizim hakkımızda değil. Bu ancak kitab ehli hakkındadır, dedi. Ben ise : Muhakkak bu bizim ve onların hakkındadır, dedim. Bunu, İbn Cerîr, Abser îbn Kasım kana­lıyla... Ebu Zerr (r.a.) den rivayetle zikretmiş ve şunu ilâve etmiştir : Benimle onun arasında söz uzadı ve o Osman'a yazıp beni ona şikâyet etti. Osman bana kendisine gelmemi yazdı ve ben de gittim. Medine'ye vardığımda insanlar etrafıma toplandılar. Sanki o günden önce beni hiç görmemişlerdi. Bunu Osman'a şikâyet ettim de bana yakına otur, dedi. Ben : Allah'a yemîn ederim ki söylemekte olduğumu asla bırak­mayacağım (terketmeyeceğim), dedim.

Ben de derim ki: Ebu Zerr (r.a.) in meşrebi ailenin nafakasından fazla olarak biriktirmeyi haram sayıyordu. Bununla fetva verir ve in­sanları buna teşvikle böyle emrederdi. Bunun hilâfına davranmayı ise büyük günâh görürdü. İşte Muâviye onu bundan men'etmiş, fakat o vazgeçmemişti. Muâviye onun bu hususta insanlara zarar vereceğinden korktu ve mü'minlerin emîri Osman'a yazarak onu şikâyet etti ve onu yanma almasını istedi. Hz. Osman onun Medine'ye gelmesini istedi ve Rabeze'de yalnız başına ikâmet ettirdi. Ebu Zerr (r.a.), Hz. Osman'ın halifeliğinde orada vefat etmiştir. Muâviye (r.a.) Ebu Zerr yanında iken onu imtihan etmişti. Acaba işi sözüne uyuyor mu? diye. Kendisine bin dînâr göndermiş ve o da aynı gün onu dağıtmıştı. Sonra Muâviye beni seriden bir başkasına göndermişti, ben yanılmışım. Altını geri ver, de­miş, Ebu Zerr ise şöyle cevab vermiş : Yazık sana, muhakkak o mal ben­den çıktı. Fakat benim malım geldiğinde seninle onu hesaplaşırız. Ali İbn Ebu Talha'nm îbn Abbâs'tan rivayetine göre bu âyet, geneldir. Süd-dî ise bu âyetin kıble ehli hakkında olduğunu söyler.

Ahnef İbn Kays der ki: Medine'ye geldim. Ben, Kureyş'ten bir gru­bun da içinde bulunduğu bir halkada iken kaba elbiseli, kaba saba vücûdlu, sert yüzlü bir adanı geldi. Başlarına dikilip : Biriktirenlere ce­hennem ateşinde kendisi için kızdırılacak taşlan müjdele. Bunlar on­lardan birinin memesi başına konacak da kürek kemiklerinin üstün­den çıkacak. Kürek kemikleri üzerine konacak da o sarsılarakdan me­mesi başından çıkacak, dedi. Onlardan hiçbirinin ona bir cevab verdi­ğini sönmedim, sonra adam dönüp gitti. Bir gölgeliğe oturuncaya ka­dar peşinden gittim ve : Gördüğüm kadanyla onlara söylediğin hoşla­rına gitmedi, dedim. Muhakkak onlar hiç bir şey bilmiyorlar, dedi.

Buhârî'nin Sahîh'inde rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) Ebu Zerr'e şöyle buyurmuştur : Benim yanımda ühud kadar altın olup da borç için ayırdığım bir dînârı dışında ondan benim yanımda bir mikdar olduğu halde üçüncü bir günün geçmesi beni asla sevindirmez. En doğrusunu Allah bilir ama Ebu Zerr'i bu sözü söylemeye sevkeden işte bu hadîstir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Abdullah İbn es-Sâmit (r.a.) den rivayetine göre; o, Ebu Zerr ile birlikte imiş. Ebu Zerr yanında bir cariyesi ve kendisine getirilen ihsan ve hediyyeler olduğu halde çıkmış ve câriye ihtiyâçlarım gidermeye başlamıştı. Câriye yanında (bu pa­ralardan) yedisini ayırmış. Ebu Zerr ise ona onunla bir şeyler, satın almasını emretmiş. Abdullah der ki: Ortaya çıkacak bir ihtiyâcın ve sana gelecek bir müsâfir için keşke onu biriktirseydin, dedim. Şöyle dedi: Muhakkak dostum bana şöyle dedi: Keseye konulup ağzı bağla­nan altın veya gümüş harcanıp bitirilinceye kadar Allah yolunda sahi­bi için ateşten bir kordur. Hadîsi İmâm Ahmed Yezîd'den, o da Hem-mâm'dan rivayet etmiştir.

Hafız İbn Asâkir, Ebu Bekr eş-Şiblî'nin hal tercemesinde ona va­ran bir isnâd ile Muhammed İbn Mehdi kanalıyla... Ebu Saîd (r.a.) den rivayet eder ki Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah'a fakîr olarak kavuş, sakın ona zengin olarak kavuşma. O : Ey Allah'ın elçisi, bu benim için nasıl olur? diye sormuş da Allah Rasûlü : Senden isteneni geri çevirme, sana rızık olarak verileni saklama, buyurmuş. O : Ey Allah'ın elçisi, bu benim için nasıl olur? diye sormuş. Allah Ra­sûlü (s.a.) : Ya bu, yahut ateş, buyurmuş. Hadîsin isnadı zayıftır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Hz. Ali (r.a.) den rivayetine göre; o, şöyle dermiş : Suffe halkından bir adam Öldü ve iki dînâr —veya iki dirhem— bıraktı. Allah Rasûlü (s.a.) : Bunlar iki kerre dağ­lamadır. Arkadaşınıza dua ediniz, buyurdular. Bu hadîs başka kanal­lardan da rivayet edilmiştir. Katâde'nin Şehr îbn Havşeb'den, onun da Ebu Ümâme Sudayi İbn Aclân'dan rivayetine göre o, şöyle demiştir : Suffe halkından bir adam öldü de dizâr (peştemâl) ında bir dînâr bu­lundu, Allah Rasûlü (s.a.) : Bir kerVe dağlama buyurdular. Sonra baş­ka bir adam öldü. Ve onun da dizârmda iki dînâr bulundu. Allah Ra­sûlü (s.a.) : İki kerre dağlama, buyurdular.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Allah'ın Rasûlü (s.a.) nün kölesi Sevbân'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Yanında kırmızı veya beyaz (dînâr ve dirhem) olduğu halde ölen hiç kimse yoktur ki, onun her bir kıratına mukabil ayağından çenesine kadar dağlanacağı ateşten bir parça kılınmasın.

Hafız Ebu Ya'lâ der ki: Bize Mahmûd İbn Hıdâş'm Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Dînâr dînâr üzerine, dirhem dirhem üzerine konmaz. Fakat derisi genişletilir ve onunla alınları, böğürleri ve sırtlan dağlanır. İşte bu, ken­diniz için biriktirdiğiniz. Tadın biriktirmiş olduğunuzu. Hadîsin isna­dında bulunan Şeyh İbn Muhammed yalancıdır ve hadîsi metruktür.[20]

 

İzahı

 

Bu âyet-i kerîme'de stok para mutlak mânâda zikredilmiş olup han­gi parayı şümulü içine aldığı tahdîd edilmemiştir. İlim adamları ara­sında bu konuda ileri sürülmüş bazı görüşler vardır., Bu görüşleri ileri­de açıklayacağız. Ancak, bu açıklamadan evvel mal stokunun cemiyet bünyesinde meydana getirdiği zararlar konusunda Fahreddîn Râzî (606/1210) nin bir açıklamasını kaydetmekte büyük fayda görmekteyiz. Fahreddîn Râzî, görüşünü dört madde halinde şöyle özetliyor :

1) İnsan bir şeyi çok sevip ona ulaşırsa ve sevdiği şeyi bulmaktan lezzet alırsa, o şeye karşı büyük sevgi besler ve ona çok meyi eder.

«İnsan fakîr olunca, sanki maldan faydalanma tadım hiç tatma­mış ve o lezzetten gafil olmuş gibidir. Fakat, az bir mala sahip olunca, o mal miktarınca bir lezzet bulur. Ve bu sebepten mala karşı şiddetle meyi etmeğe başlar. Bu şekilde malın miktarı arttıkça, ondan aldığı zevk de çoğalır, mal talebindeki hırsı ve onu kazanma meyli daha da artar; dolayısıyla malın çokluğu, mal kazanma hırsının çoğalmasına sebep olur. Akıllı kimseler için gerekli olan husus, kendine zarar verecek du­rumlardan sakmmasıdır. Yukarıda da açıkladığımız gibi, mal ne vakit çoğalırsa, buna karşılık hırs da çoğalır. Şayet mal talebini sona erdirecek ve insan ihtirasını kesecek bir sınır noktası takdir edecek olur­sak, insanın yine o hududa kadar çalışacağı muhakkaktır.

Mal çoğaldıkça artan hırstan doğacak zararların da büyük olacağı, binâenaleyh bu zarar ve taleplerin sonu gelmeyeceği hakkında kesin delil sabit olunca, insan için ilk önce bu aşırı mal stokunu, dolayısıyla hırsını terketmesi vâcib olur.

2) Malı kazanmak çok güçtür; fakat kazandıktan sonra korunması ise daha güçtür. Bu sebeple insan, ömrü boyunca bir taraftan mal ka­zanmak, diğer taraftan onu korumak güçlükleri arasında kalıyor. Sonra insan, malının ancak cüz'î bir kısmından faydalanabilir, sonunda has­retlik içinde onu terk etmeğe mecbur kalır. Bu ise, apaçık bir ziyandır.

3) Mal ve rütbenin çokluğu, insanda azgınlık bırakır. Azgınlık da kulun Rıdvan makamına (yani Allah'ın rızâsını kazanma) ulaşmasına mâni olur. Ve onu ziyana götürür.

4) Cenâb-ı Allah zekâtı farz kıldı. Zekât, görünüşte malın bir nevi noksanlaşmasıdır. Malın çok miktarda elde bulunması eğer fazüet ol­saydı, İslâm dini onu noksânlaştırmaya çalışmazdı.

«Bu son izah karşısında hatıra şöyle bir soru gelebilir : Malın elde bulunması fazilet olmadığına göre, neden Hz. Peygamber veren elin, alan elden daha üstün olduğunu beyân buyurmuştur?

Bu soruya verilecek cevab şudur : Yüksek elden kasıd, hayır yapan eldir. Çünkü insan, malının az bir kısmını vermesi ile meydana gelen noksanlık, fakirin elinde bir artış meydana gelmesine sebep oluyor. Bu bakımdan veren elin, alan elden üstün olduğu beyân buyurulmuş-tur. Yoksa bu Hıadîs-i Şerif, mal sahiplerinin diğerlerinden daha üstün olduğunu izah etmemektedir. (Fahreddîn Râzî, Mefâtîh el-öayb, IV, 630).

Mal stokunun insan bünyesinde ve toplumda meydana getireceği zararlara değindikten sonra, şimdi de malın hangi durumlarda stok edilmiş sayılacağı hakkında tahdîd koyan görüşleri kaydetmeğe çalı­şalım :

Bilginlerin çoğunluğu bu görüşte olup savunucuları şu ilim adam­larıdır :

1) Hz. Ömer : Hz. Ömer, malın stoku mevzuunda şöyle diyor : Ze­kâtı ödenen mal, toprak altında gömülü de olsa stok hükmüne dâhi] değildir.  Stok;  zekâtı ödenmeyen maldır. Toprak altında, gömülü ol­masa da bu malın sahibi onunla cehennem'de dağlanacaktır.

2) Abdullah İbn Ömer : İbn Ömer de aynen babasının görüşünde olduğunu söylemektedir.

3) Cebir : Câbir İbn Abdullah şöyle diyor : Malının zekâtını verdi­ğin zaman onun şerrini gidermiş olursun; artık bu mal stok değildir.

4) Abdullah İbn Abbas : İbn Abbâs «Mallarını stok edip Allah yo­lunda harcamayanlar» mealindeki âyet-i kerîme'yi tefsir ederken şöyle demiştir :  Cenâb-ı Allah bu âyetle, mallarının zekâtını ödemeyenleri kasdediyor.

5) İkrime : Zekâtı ödenen mal stok değildir.

6) Süddî: Altın ve gümüşü stok edenlerden maksad, şu kıble ehli, yani müslümanlardır. Gömülü olmasa ve az da olsa zekâtı ödenmeyen mal stoktur. Zekâtı ödenen mal; çok da olsa stok değildir, diyor.

7) Âmir : Câbir, Âmir'e : Rafta durup zekâtı ödenmeyen mal stok mudur? diye sorunca Âmir :  Kıyamette onunla dağlanacak cevabını verdi.

8) Ebu Hayyân el-Endelûsî (v. 745/1344) : Ebu Hayyân, el-Bahr'uî -Muhît adlı tefsirinde bu konuda şöyle diyor : Doğrusu malını stok edip Allah yolunda harcamayanlar, sarı ve beyazları  (paraları) bırakanları kötüleyen ve stok edilen mal ile dağlanılacağı hakkındaki hadîs-i şe­rifler, zekâtın farz oluşundan öncedir. Paranın stok edilmesi ile ilgili tehdîd, onun hakkının ödenmemesine binâen vuku' bulmuştur. Birçok ilim adamları bu sebepten toprak altında gömülü olmasa da stok mal, zekâtı ödenmeyen maldır, demişlerdir.

Bu görüşü savunan ilim adamlarının dayandıkları delil, Buhârî'de zikredilen şu hadîs-i şeriftir : Talha b. Ubeydillah'dan rivayet olundu­ğuna göre; bir adam, Hz. Peygamberin yanma gelerek ona İslâm'dan sordu. Hz. Peygamber : Günde beş vakit namaz kılmak, buyurdu.

Adam : Beş vakitten başka namaz borcum yok mudur? diye sordu.

Hz. Peygamber: Hayır, kendiliğinden kıldığın müstesnadır, buyur­duktan sonra şöyle devam etti: Ramazân orucunu tutmak.

Adam : Ramazân orucundan başka oruç tutmak gerekir mi? dedi.

Hz. Peygamber : Hayır, ancak kendiliğinden tutarsan o müstes­nadır... Ve devamla : Zekât vermek, buyurdu.

Adam : Zekâttan başka bir şey vermem gerekli midir? dedi.

Hz. Peygamber : Hayır, ancak kendiliğinden yaparsan bu müstes­nadır, buyurdu. Bundan sonra o adam şu sözleri söyleyerek oradan ay­rıldı. Allah'a yemîn ederim ki, bu söylediklerinden ne fazla, ne de az yapacağım.

Hz. Peygamber de bu sözlerine karşılık ardından : Eğer doğru söy­lüyorsa; kurtulmuştur, buyurdu.

Bazı ilim adamlarına göre, cezayı gerektiren stok mal; esirlerin hüriryete kavuşturulması, açların doyurulması ve benzeri sosyal hak­ları ödenmeyen maldır.

Bu konuda Kâdî şöyle diyor : Âyette, yalnız zekâtı ödenmeyen malın stok sayılacağı mânâsım tahsis eden bir karîne yoktur. Belki şöyle de­mek gerekir :, Stok mal; kendinden ödenmesi gereken hakların öden­mediği maldır.

Bu görüş, stok mal mevzuunda umûmî bir hüküm ihtiva edip kesin rakam belirtmesi bakımından enteresandır. Bu görüşü ileri süren müc-tehid, Hz. Ali'dir. Hz. Ali, yaşadığı devirde, yani sahabe devrinde mes'û-liyeti gerektiren stok mallar için o devrin piyasasına göre bir tahdîd koyarak rakam vermiştir. Bu rakamlar, aynı zamanda o devrin içtimaî hayat seviyesi hakkında bizlere fikir vermektedir.

Cûde İbn Hebre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Ali şöyle demiş­tir : Altın ile gümüşlerini stok edip Allah yolunda harcamayanlar mea­lindeki âyet-i kerîme'yi tefsir ederken : Dörtbin dirhem ile daha azı na­faka parasıdır. Dörtbin dirhemden fazlası ise stoktur, buyurdu.

Dörtbin dirhem para, o devirdeki satın alma gücüne göre düşünül­düğü takdirde 800 koyun alabildiğini hesâb edersek, günümüz piyasa­sında bir koyun 400 TL. üzerinden hesaba katılırsa 360.000 TL. eder. Yani 360.000 TL. sından daha fazla para elde bulundurulamaz. Bulun­durulursa stok hükmüne girer.

Bu parayı o devrin piyasasına göre değil de günümüzdeki râyic üze­rinden hesâb edersek o zaman yaklaşık olarak 16.000 TL. eder ki bu miktar, ancak bir kimsenin senelik ihtiyâcını normal şartlar altında Karşılayabilecek güçtedir.

Zekâtı ister Ödensin, ister ödenmesin, ihtiyâçtan fazla elde bulun­durulan paranın stok olduğu görüşünü şu ilim adamları savunmuşlar­dır :

1) Ebuzerr (r.a.) : îbn Abd'ül-Berr, Ebuzerr'den bu hususta birçok rivayetlerin nakledildiğini kaydettikten sonra şu rivayeti naklediyor : Yiyecek maddeleri ile normal geçim imkânlarından fazla elde tutulan bütün mallar stok olup sahibi şer'an zemmedilir. Tevbe sûresinin 34 ve 35. âyetlerindeki azâb tehdîdi bu konuda inmiştir.

Ebuzerr'in bu görüşüne sahabenin büyük bir çoğunluğu ile Tabiîler de muhaliftir. Onlar, âyetteki azâb tehdidini, zekâtlarını ödemeyenlere hamletmişlerdir.

Ebuzerr'in bu görüşünde isrâr ettiğine dâir bir vak'a da zikredil­mektedir.

Ebuzerr, çoluk-çocuğun nafakasından artan para veya diğer mal­ların elde tutularak stok edilmesinin haram olduğu hakkında fetva veriyor, insanları bu fikre teşvik ediyor, hattâ bunun hilâfına hareket edenlere şiddetli davranıyordu. O sıralarda Şam vâlîsi bulunan Hz. Muâviye onu bu fetvadan men'etti; fakat o, yine bildiğini söylemekten çekinmedi. Bunun üzerine Hz. Muâviye, Ebuzerr'den zarar geleceği korkusu ile onu Halîfe bulunan Hz. Osman'a şikâyet etti. Hz. Osman'da Ebuzerr'i Medine'ye celbederek Rabeze denilen yerde ikâmete mecbur etti. Ebuzerr, işte bu sürgünde bulunduğu sırada Rabeze'de vefat et­miştir.

2) «Fıkh'es-Sünne» adlı kitabta kaydedildiğine göre; âshâbtan Şa'-bî, Mücâhid, Tâvûs ve diğer sahâbîlerden nakledilen sahîh rivayetler­de, onların da malda zekâttan başka hak bulunduğu görüşünde olduk­ları anlaşılmaktadır.

3) İbn Hazm : «Fıkh ez-Zekât» da nakledildiğine göre İzn Hazm, «el-Muhallâ» adlı kitabında bu babtaki görüşünü şöyle açıklıyor : Fa-kirlerin ihtiyâçlarım gidermek, her memleketin zenginleri üzerine farz kılınmıştır. Zekâtlar ihtiyâcı   gidermediği   takdirde,   devlet zenginleri buna zorlayabilir. Bu şekilde fakirlerin zarurî yiyecek maddeleri, kış­lık ve yazlık giyecekleri, yağmur, güneş ve soğuktan koruyacak mes­kenlerle, içecek ihtiyâçları giderilir.

İbn Hazm'ın dayandığı deliller; şu âyet-i kerîmelerle Peygamber Efendimizden rivayet edilen bir hadîs-i şeriftir:

Cenâb-ı Allah Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor : «Akrabaya, fa-kîre ve yolcuya hakkını ver.»

«Allah'a ibâdet edin; hiç bir şeyi O'na ortak koşmayın. Ana-ba-banıza, yakırîlannıza, yetimlere, fakirlere, akraba komşuya, yakın kom­şuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve elinizdeki kölelere iyilik yapın.»

«Sağcılar, Cennettedirler. Mücrimlere sorarlar : Sizi Cehenneme sokan şey nedir? Onlar da şöyle derler : Biz namazı kılanlardan değildik; yoksulu yedirmezdik.»

Peygamber Efendimiz de şöyle buyuruyor: Kim, insanlara acımaz­sa, Allah'ta ona acımaz.

Kimin elinde ihtiyâçtan fazla mal bulunur da müslüman kardeşini aç, çıplak ve perişan gördüğü halde ona yardımda bulunmazsa, şüphe­siz Cenâb-ı Allah ona acımaz.

4) Kurtubî: Kurtubî, tefsirinde malda zekâttan başka hak olup olmadığı konusunda ileri sürülen  görüşlerin  münâkaşasını  yaptıktan sonra kendi görüşünü şöyle açıklıyor: Bu konuda Ebuzerr'den rivayet edilen görüşün hülâsası,  âyet-i kerîme'nin,  muhacirlerin zayıf oldu­ğu ve Hz. Peygamber'in kudreti; onların ihtiyâçlarını   yetecek   kadar gidermekten   uzak   bulunduğu   şiddetli  ihtiyâç   zamanlarında  inmiş olması muhtemeldir. O zaman hazînede, ihtiyâçlara cevab verecek kadar para yoktu; kıtlıklar ve âfetler kendilerine hücum etmekteydi. Bu se­beple müslümanlar, ihtiyâçtan fazla malı elde bulundurmaktan nehyedildiler. İşte böyle zamanlarda parayı stok etmek, malı insanların istifâdesinden kaçırmak caiz değildir.

Sonradan Cenâb-ı Hak müslümanları büyük fetihlere muvaffak kılıp geniş imkânlar ihsan edince, 200 dirhem gümüşte 5 dirhem, 20 dînâr altında yarım dînâr, yani 1/40 hesabı ile paradan zekât verme­lerini emretti. Daha önce olduğu gibi, bütün mallarını vermeyi emret-meyip bir sene beklemek suretiyle büyümeyi de şart koştu.

Bu açıklamadan anlaşıldığına göre, ihtiyâç ve zaruretler karşısında elde fazla mal biriktirmek, sorumluluğu gerektirmektedir.

5) Fahreddîn Râzî (v. 606/1210) : «Akrabaya hakkım ver; yoksula ve yolcuya da...» mealindeki âyet-i kerîme'nin tefsirinde görüşünü şöyle açıklıyor : Cenâb-ı Allah burada, ister zekâta tâbi olsun, ister olmasın; ister sene tamamlanmış olsun, ister olmasın, malı bulunan herkes üze­rine iyilik yapmaları gerektiğini kasdediyor. Çünkü burada iyilikten maksad, umûmî şefkattir. Müslümanın elinde fazla mal bulunmasa da şu üç sınıfa iyilikte bulunmak farzdır :

Zekât vermesi gerekmeyen bir kimsenin elinde, üzerinden sene geç­meyen bir malı, akarı bulunacak olsa, en yakın akrabasına bakmak ona farzdır. (Meselâ; babası, anası, kardeşi gibi). Bunun gibi, zaruret za­manlarında akraba olmayan diğer fakirler de böyledir. Zîrâ bir şeyi ol­mayan kimse, son dereceye varan ihtiyâç uçurumu üzerine geldiği za­man, elinde imkân bulunan bütün müslümanlara, (zekât borcu olmasa da) onun ihtiyâcım gidermek farz olur.

Yine bunun gibi, bir kimse bir çölde mahsur kalsa, bir müslümanın da onu, emniyetli bölgeye kadar götürecek bir bineği bulunsa, zekât ver­me borcu olmasa da onu gereken yere götürmek müslümana farzdır.

6) Ahmed Mustafâ el-Merâğî (v. 1310/1892) ; Yukarıdaki âyet-i ke­rîme'nin tefsirinde şöyle diyor : İmâm A'zam Ebu Hanîfe bu âyetle ça­lışıp kazanmaktan âciz ve muhtaç oldukları zaman akrabaya ve diğer insanlara nafaka vermenin farz olduğunu istidlal etmiştir. Bunun gibi malı olmayan fakîr, ihtiyâç vartasına düştüğü zaman, onun ihtiyâcını gidererek gelecek tehlikeleri önlemek de farzdır.

7) Muhammed Abduh : Zekâtın stok edilmesini yasaklayan âyet-i kerîme'nin tefsirinde Abduh,   görüşünü   şöyle   Özetliyor : Burada stok ifâdesinden kasdedilen mânâ, altın ile gümüşü, yani parayı sandıkla­ra koyup toprağa gömmek ve onu elde tutarak Allah yolunda harca­maktan hayır işlerinde ve toplumun   faydalanacağı   sahalarda   yatır­maktan alıkoymaktır.

Bakara sûresinin 177. âyet-i kerîme'sini tefsir ederken de bu nok­taya değinerek şöyle demektedir : Bu verme, ileride gelecek olan zekât vermekten başka bir şey olup iyilik yapma esâslarından biridir; ve farzdır. Bu fazilet, zekât Ödeme vaktinin dışında olup zekât verdikten son­ra veya sene tamamlanmadan fakirlerin muztarr durumda bulunduk­ları zamanlara mahsustur. Böyle zamanlarda belli bir nisâb şart değil­dir. Belki herkesin durumuna bağlıdır.

Bir kimsenin yalnız bir çöreği bulunsa, kendisinin ve nafakasını te'mîn ile mükellef bulunduğu kimselerin de buna ihtiyâcı olmasa, buna karşılık bu çöreğe şiddetle ihtiyâcı olan birini görecek olsa, o çöreği ona vermesi farz olur. (Zîrâ açlıktan ölme tehlikesi vardır.)

Malda yalnız zaruret durumunda kalanların hakkı olmayıp belki Cenâb-ı Allah, mü'mine zekâtın dışında akrabasına da nafaka vermeyi farz kılmıştır. (Halbuki akrabaya zekât verilmez, Ana-baba, oğul, torun gibi.) İnsanlar içinde iyilik yapılmaya en lâyık kimseler, kişinin yakın­larıdır. Zîrâ bir kimse ihtiyâç sahibi olup ta akrabası içinde zengin birisi bulunsa, akrabalık bağı ile kalbi ona yönelir.

İnsan, yaratılışı itibârı ile başkalarından çok akrabasının fakirlik ve yoksulluğundan ötürü elem çeker, düşkünlüklerinden dolayı alçalır; şereflerinden dolayı da şereflenir.

Kim akrabasına iyilik etmeyip, kendisi nimetler içinde bulunmak­tan zevk duyarken, buna karşılık akrabası şiddetli ihtiyâç içinde bulu­nursa, bu kimse hem din, hem de insanlık duygusundan uzaktır. En ya­kın akrabanın hakkı daha kuvvetli ve ona yardımda bulunarak iyilik yapmak daha faziletlidir.

Yetimlerin kefilleri öldüğü için onlann ihtiyâçlarını te'mîn etmek; hal ve gidişlerinin kötüleşmemesi, terbiyelerinin bozulmaması ve hem kendilerine, hem de müslüman kardeşlerine faydalı birer uzuv olabil­meleri için zengin müslümanlara düşen bir görevdir.

Fakirlere gelince, kendilerine ve çoluk-çocuklannın nafakasına ye­tecek kadar rızık te'mîninden âciz oldukları ve aza kanâat etmek sure­tiyle ellerini başkalarına zilletle açmaktan kaçındıkları için, güçlü müs-lümanların onlara yardım etmeleri farzdır.

Yolcu, sefer esnasında yalnız kalan, akrabasına, çoluk - çocuğuna ulaşamayıp âciz kalan ve ana-babası, akrabası, çoluk-çocuğu yol olan kimsedir. Yolcuya yardım emrinde, insanları din tarafından seyahate teşvik vardır.

İsteyenler (dilenenler); geçici ihtiyâçların kendilerini insanlara el açmaya ittiği kimselerdir. Din açısından dilenmek haramdır. Ancak za­ruretler dolayısıyla olursa bu durum müstesnadır. Bu takdirde isteyen kimsenin, istemekte zaruret sınırını aşmaması gerekmektedir.

Kölelere de kendilerini hürriyete kavuşturmak için verilir. Bu ver­me, köleyi satın alıp serbest bırakmaya da, mevcûd köleleri serbest bırakmaya da, mükâteb kölelere yardımda bulunmaya da, esirlerin serbest bırakılmasına da şâmildir. Kur'an-ı Kerîm'de bu çeşit yardımın müslümanlann mallannda farz olan bir hak kılınışında, İslâm dininin köleleri âzâd etmeğe teşvik ettiğine kuvvetli bir delil mevcuttur.

Yukarıdan beri saydığımız sınıflara zekât malından başka, iyilikte bulunmanın teşrii, muayyen bir zaman ve muayyen bir nisaba mâlik olmakla kayıdlandmlmış değildir. Verilecek miktar, eldeki mala nis-betle orantılı da değildir. (Meselâ; 1/10, 1/20, 1/40 gibi.) Bu miktar, mutlak bir emre bağlı olup verenin imkânlarına göredir. Yaratılışı iti­bârı ile muhterem olan insanı yok olmaktan kurtarmak, gücü yeten her müslümana farzdır. Daha fazlası için ta'yîn edilmiş bir sınır yoktur.

insanların pek çoğu, Kur'an-ı Kerîm'in teşvik ettiği sosyal adalet esâslarına dayalı olan bu umûmî haklardan gafildirler. Bu muhtaç sı­nıflardan yalnız dilencilere ihsanda bulunuyorlar. Halbuki isteyenlerin pek azı ihsan edilmeğe lâyıktır. Bunların çoğu imkân sahibidir.

8) Seyyid Sabık : «Fıkh es-Sünne» adlı kitabında görüşünü şöyle açıklıyor : İslâm, mala bir vakıa gözü ile bakar. O, hayatın can damarı, ferd ve toplumun nizâm dayanağıdır. Cenâb-ı Allah bir âyette şöyle bu­yuruyor : ((Yüce Allah'ın sizin için hayat nizâmı yaptığı mallarınızı akılsızlara vermeyin.»

Bu âyet-i kerîme, malın herkese yetecek kadar gıda, giyecek eşya, mesken ve diğer zarurî ihtiyâçları için dağıtılmasını gerektiriyor. Öyle ki toplumda sallanan ve imkânlardan mahrum olan hiç bir ferd kalma-ymcaya kadar...

Malın tevzîi için en uygun yol, zekât verme yoludur. Zekât, zengi­nin, sıkılmadan fakirin seviyesini imkân seviyesine yükseltip, onu geçim sıkıntısı ve mahrumiyet darlığından uzaklaştırma mevkiindedir. Zekât, zenginin fakire verdiği bir minnet vesilesi değildir. Zekât, Cenâb-ı Al­lah'ın gereken yerlere vermesi için zenginin eline emânet ettiği bir hak­kıdır. Bundan şu hakikat ortaya çıkıyor : «Mal, yalnız zenginlerin eline vakfedilmiş değildir. O, herkesin faydalanması için yaratılmıştır. Mal­dan faydalanmak hususunda zenginlerle fakirler müsavidir. Bu noktayı Cenâb-ı Allah, ganimet mallarının taksimi bahsinde şu şekilde açıklı­yor : «Allah'ın, peygamberlerine (kendileri ile harbedilen kâfir) memle­ketlerin ahâlîsinden ganimet olarak ihsan ettiği mallar; Allah'ın Ra-sûlünün, ona yakın olan akrabasının, yetimlerin, yoksullarla yolda kal­mış yolcuların hakkıdır. Tâ ki o mal, sizden yalnız zenginlerin elinde dolaşan bir servet olmasın...»

Yani bu taksim, malın sâdece zenginler elinde dolaşmamasını ve malın hem zenginlere, hem de fakirlere tevzi edilmesini gerektirir.

Zekât malda farz olan bir haktır. Onunla fakîr ve düşkün insanların ihtiyâçları giderilir; ihtiyâçtan doğacak tehlikeler önlenir; zaruret durumunda kalanların yaşayışları normal seviyeye çıkarılır; onları açlık­tan kurtarır, korkulardan enıîn kılar.

Zekâtlar, ihtiyâç ve zaruretleri gidermekten uzak kaldığı zaman­larda zekâttan başka bir hak ortaya çıkar. Bu hak, yalnız fakirin yiye­cek kadar ihtiyâcını te'mîn etmekle kayıdlıdır. Böyle zamanlarda zen­ginlerin mallarından yetecek kadar alınabilir.[21]

Bu bölüm Yunus Vehbi Yavuz'un, İslâm'da Zekât Müessesesi, (45 -86 İst. 1972) isimli eserinden alınmıştır.

 

36 — Doğrusu ayların sayısı gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında oniki aydır. Bunlardan dördü haram olanlardır. İşte doğru din budur. O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyin. Müşrikler sizinle na­sıl toplu olarak savaşıyorlarsa; siz de onlarla toplu olarak savaşın. Ve bilin ki muhakkak Allah, müttakîlerle bera­berdir.

 

Ayların Sayısı

 

İmâm Ahmed der ki: Bize İsmail'in... Ebu Bekre'den rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) haccında hutbe okudu ve : Dikkat ediniz, muhakkak zaman Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki şekli üzere dönmüştür. Sene oniki aydır. Bunlardan dördü haram olanlardır. Üçü peşpeşedir: Zülka'de, Zülhicce, Muharrem ve Cumada ile Şa'bân ara­sında Mudâr'ın Receb'i, buyurdu. Sonra : Dikkat ediniz, bu hangi gün­dür? diye sordu. Biz: Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dedik. Sustu ve nihayet sandık ki isminden başka bir şeyle onu isimlendirecek. Nahr günü değil midir? diye.sordu. Biz evet, dedik. Sonra : Bu, hangi aydır? diye sordu, biz : «Allah ve Rasûlü en iyi bilir, dedik. Sustu ve zannettik ki isminden başka bir şeyle onu isimlendirecek. Zülhicce değil midir?

buyurdu, biz evet dedik. Sonra : Bu, hangi beldedir? diye sordu, biz : Allah ve Rasûlü en iyi bilir, dedik. Sustu ve biz zannettik ki isminden başka bir şeyle onu isimlendirecek. Belde (Allah'ın beldesi) değil midir? buyurdu, biz; evet, dedik. Muhakkak kanlarınız ve mallarınız —râvî der ki: Öyle sanıyorum ırzlarınız da dedi— şu beldenizde, şu ayınızda, şu gününüzün haram olduğu gibi size haramdır. Sizler mutlaka Rabbı-nıza kavuşacaksınız da size amellerinizden soracak. Uyanık olunuz. Ben­den sonra birbirinizin boynunu vuran sapıklar haline dönmeyiniz. Dik­kat ediniz, tebliğ ettim mi? Burada bulunanınız bulunmayanınıza ulaş­tırsın. Olur ki ulaştıracağı kimse işitenlerin bazısından daha iyi ezber­ler, buyurdu. Hadîsi Buharı tetsîr babında ve başka yerde rivayet et­miştir. Müslim de Eyyûb kanalıyla... Abdurrahmân İbn Ebu Bekre'den, o ise babasından bu hadîsi rivayet etmiştir.

İbn Cerîr der ki : Bize Muhammed İbn Ma'mer'in... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Mu­hakkak ki zaman Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki şekli ile dönmüştür (dönmektedir). Allah katında ayların sayısı gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın kitabında onikidir. Onlardan dördü haram ay­lardır. Üçü peşpeşe olup (biri de) Cumada ile Şa'bân arasındaki Mu-dar'ın Receb'idir. Hadîsi Muhammed İbn Ma'mer'den rivayet eden el-Bezzâr : Bu hadîs Ebu Hüreyre'den sâdece bu yönden rivayet edilmiştir. Hadîsi İbn Avn da... Abdurrahmân İbn Ebu Bekre'den, o ise babasından rivayet etmiştir, der.

Yine İbn Cerîr der ki: Bana Mûsâ İbn Abdurrahmân el-Mesrûkî'-nin... İbn Ömer'den rivayetine göre o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) veda haccında teşrik günlerinin ortasında Minâ'da hutbe okuyup şöyle buyurdu : Ey insanlar, muhakkak zaman dönmüştür. O, bugün Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki şekli gibidir. Muhakkak Allah katında ayların sayısı onikidir. Onlardan dördü haram aylardır. Onların ilki Cumada ve Şa'bân arasındaki Mudar'ın Receb'idir. Zülka'de, Zül-hicce ve Muharrem (diğer üç haram aydır). Hadîsin bir benzerini veya aynını İbn Merdûyeh de Mûsâ İbn Ubeyde kanalıyla... İbn Ömer'den rivayet etmiştir.

Hammâd İbn Seleme der ki: Bana Ali İbn Zeyd'in Ebu Hurre'den, onun er-Rukâşî'den, onun da sahâbî olan amcasından rivayetine göre o, şöyle demiştir : Teşrik günlerinin ortasında Allah Rasûlü (s.a.) nün devesinin gemini tutmuş, insanları ondan uzaklaştırıyordum. Allah Ra­sûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Dikkat ediniz, muhakkak ki zaman Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki şekli gibi dönmüştür, (dönmektedir). Muhakkak ki Allah katında Allah'ın kitabında gökleri ve yeri yarattığı günde ayların sayısı oniki aydır. Onlardan dördü haram aylardır. Onlarda kendilerinize yazık etmeyiniz (zulmetmeyiniz). Saîd İbn Man-sûr'un Ebu Muâviye kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, «Bun­lardan dördü haram olanlardır.» âyeti hakkında : Muharrem, Receb, Zülka'de, Zülhicce, demiştir.

Hz. Peygamber (s.a.) in hadîste : Muhakkak ki zaman Allah'ın gök­leri ve yeri yarattığı gündeki şekli gibi dönmüştür (dönmektedir), bu­yurmuş olması onun takdim ve te'hîr, fazlalık ve eksiklik, geciktirme ve değiştirme olmaksızın evvelemirde Allah'ın yaratmış olduğu durumu bir tesbît ve anlatmadan ibarettir. Nitekim Mekke'nin haram kılınması konusunda da : Muhakkak ki bu beldeyi Allah Teâlâ gökleri ve yeri yarattığı günde haram kılmıştır. O, kıyamet gününe kadar Allah'ın ha­ram kılmasıyla haramdır, buyurduğu gibi burada da : Muhakkak ki zaman Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki şekli ile dönmüştür (dönmektedir), buyurmuştur. Bugün durum Allah Teâlâ'nın gökleri ve yeri yarattığı günde olduğu gibi kitabında aynen meşrû'dur.

Bu hadîs üzerinde müfessir ve mütekeUimlerden birisi şöyle demiş­tir : Hz. Peygamber'in : Muhakkak ki (zaman) Allah Teâlâ'nın gökleri ve yeri yarattığı gündeki şekli gibi (şekli ile) dönmüştür, sözünden mak-sad şudur : Allah Rasûlü (s.a.) nün haccı o sene zülhicceye rastlamıştı. Araplar haram ayları ertelerlerdi. Böylece senelerin çoğunda ve hattâ ekserisinde Zülhicceden başka aylarda haccederlerdi. (Bazıları) Ebu-bekir esJSıddîk'm 9. senedeki haccının Zülka'de'de olduğunu sanmış­lardır ki bu şüphelidir. Nitekim Nesî'den bahsederken bunu da açık­layacağız.

Bundan daha da garibi Taberânî'nin seleften birisinden rivayet et­tiği bir hadîs içinde geçen şu sözlerdir : Veda haccı senesi müslüman-ların, yahûdîlerin ve hıristiyanlarm haccı bir güne rastlamıştı ki o da nahr günüdür. En doğrusunu Allah bilir.

Bu kısma Ek  (Haşiye)

Şeyh es-Sehâvî «el-Meşhûr fi Esmâ-i Eyyâm'iş-Şuhûr» ismi ile top­lamış olduğu bir cüz'de şöyle der : Muharrem'e bu ismin verilmesi, onun haram bir ay olmasındandır. Bana göre böyle isimlendirilmesi, onun ha­ram kılınmasını kuvetlendirmek içindir. Çünkü arablar bu ay üzerin­de diledikleri gibi tasarrufda bulunur; bir sene helâl, bir sene haram sayarlardı. Bu kelimenin çoğulu muharremât, mehârim ve mehârîm ola­rak gelir. Safer ayına ise bu ismin verilme sebebi, onların (bu ayda) savaş ve sefer için çıktıklarında evlerinde olmamalarıdır. Bu kelimenin de çoğulu Erbiâ' ve Erbia olarak gelir. Rebî'ûl-Âhir de birincisi gibidir. Cemâziyel-evvel ayma bu ismin verilme sebebi ise bu ayda suların don-masındandır. Onlara göre aylar dönmezdi. Bu, şüphelidir. Zîrâ onların ayları hilâllere bağlıydı. O halde mutlaka dönmesi gerekir. Herhalde bu ismi vermeleri ilk isimlendirildiğinde soğuktan suların donmuş olma­sındandır.

Bu kelimenin de çoğulu cumâdiyât olarak gelir, müzekker ve mü-ennesdir. Dolayısıyla cumada el-Ûlâ, cumada el-Ewel ve cumada el-Âhir, cumâdâ el-Âhire denilir. Receb kelimesi, ta'zîm anlamına olan ter-cîb kökünden gelir. Çoğulu ercâb, ricâb ve recebât şeklindedir. Şa'bân ismi ise; yağma için kabilelerin dağılması aslından alınmıştır. Şeâbîh ve Şa'bânât şeklinde çoğul yapılır. Ramazân ayına bu ismin verilmesi, sıcağın şiddetli olmasındandır. Ramezânât, Ramâzîn ve Ermiza şek­linde çoğul yapılır. O, Allah'ın isimlerinden bir isimdir, diyenin sözü ise hatalı olup önem verilmez ve iltifat edilmez. Ben de derim ki: Bu hususta bir hadîs vârid olmuşsa da zayıftır. Ben bunu Oruç Kitabının ba-şında açıkladım.

Şevval kelimesi dişiye aşmak üzere devenin kuyruğunu kaldırması anlamına gelen masdardan türetilmiştir. Şevvâvîl, şevâvîl ve şevvâlât şeklinde çoğul yapılır. el-Ka'de kelimesi kafin kesresi iledir. —Ben de derim ki: Kafin tek fethası ile de olur.— Bu aya bu ismin veriliş se­bebi, onların (arapların) bu ayda savaş ve yolculuk yapmamalarıdır. Zevat el-Ka'de şeklinde çoğul yapılır. el-Hicce kelimesi hâ'nın kesresi —ben de derim ki: Hâ'nın fethası ile de olur— iledir. Bu aya Zülhicce denmesinin sebebi haccı bu ayda yerine getirdiklerindendir. Zevat el-Hicce şeklinde çoğul yapılır.

Günlerin isimleri: İlki el-Ehad'dır. Âhad, Uhâd ve Vuhûd olarak çoğul yapılır. Sonra el-İsneyn'dir. Esânîn şeklinde çoğul yapılır. Sonra hem müzekker ve hem de müennes sayılan es-Sülâsâ'dır. Çoğulu Sülâ-sâvât ve Esâlis'dir. Sonra el-Erbiâ olup Erbiâvât ve Erâbî' şeklinde çoğul yapılır. Sonra el^Hamîs'dir. Ahmise ve Ahâmis şeklinde çoğul yapılır. Sonra Cümüa —Mimin zammesi ile sükûnu ile ve fethası ile okunur— dır. Çoğulu Cuma' ve Cümüât gelir. Sonra Sebt gelir ki kesme anlamına olan sebt kelimesinden alınmıştır. Sayılar burada sona ermektedir. Araplar ise günleri şöyle isimlendirmişlerdi: Evvel, Ehven, Cübâr, De-bâr, Mu'nis, Arûbe, Şeyyâr.

Allah Teâlâ : «Bunlardan dördü haram olanlardır.» buyurur ki araplar câhiliye devrinde de bunları haram kılmaktaydılar. Onlardan el-Besl adındaki bir grup dışında cumhûr'u dört ayı haram sayardı. El-Besl ismindeki topluluk ise (dinlerinde) derinleşme ve zorlaştırma sebebiyle senede sekiz ayı haram sayarlardı..

Hz. Peygamber : «Üçü peşpeşedir : Zülka'de, Zülhicce ve Muharrem, (Dördüncüsü ise) Cumâdâ ve Şa'bân arasındaki Mudar*ın Receb'idir.» sözünde Receb ayını Mudar kabilesine izafe etmekle onların; Receb, Cumada ve Şa'bân arasındaki aydır, sözlerinin sıhhatli olduğunu beyân etmiştir. Halbuki Rabîa kabilesi; haram olan Receb ayının, Şa'bân ve Şevval arasındaki ay olduğunu sanırlardı ki bu ay bu gün Ramazân ayıdır. Bu sözleriyle Hz. Peygamber (s.a.) Rabîa'nın Receb'i olmayıp Mudar'ın Receb'i (nin haram olan ay) olduğunu beyân etmiştir. Haram aylar dörttür. Üçü birbirini ta'kîb eder, biri ise tektir. Bu, hacc ve umre farzlarının edası içindir. Hacc ayından önceki bir ay haram kılınmış olup bu, Zülka'de ayıdır. Zîrâ onlar, bu ayda savaş yapmazlardı. Zül-hicce ayı da haram kılınmıştır. Zîrâ onlar haccı bu ayda yerine getirir, haccın farzlarım yerine getirmekle meşgul olurlardı. Bundan sonra da bir ay haram kılınmıştır ki Muharrem ayıdır. Bu, en uzak beldelerde olanların emniyyet içinde dönebilmeleri içindir. Senenin ortasında Re-ceb'in haram olması ise Allah'ın evine Arab Yarımadası'nın en uzak yerlerinden gelenlerin Beytullah'ı ziyaretle umre yapmaları, ziyaretten sonra vatanlarına bu ayda emniyyet içinde dönebilmeleri içindir.

Allah Teâlâ : «İşte doğru din budur.» buyurur ki bu, Allah'ın ki­tabında geçtiği üzere uyulacak, imtisal edilecek ve Allah'ın aylar içinde bazılarını haram kılmasıyla O'nun emrine uyulacak dosdoğru bir yol, bir şeriattır.

Allah Teâlâ : «O halde bunlarda (bu haram aylarda) nefislerinize zulmetmeyin.» buyurur. Zîrâ diğerlerine göre günâh, bu aylarda daha ağırdır. Nitekim haram beldede günâhlar, kat kat daha ağırdır. Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme'de : «Kim orada zulm ile ilhâda yeltenirse biz onlara can yakıcı bir azabı tattırırız.» (Hacc, 25) buyurur ki haram ay da böyledir. Onlarda günâhlar daha ağırdır. Bu sebepledir ki İmâm Şafiî ve âlimlerden bir çoğuna göre; diyet, haram ayda daha ağırlaştı-rılır. Haram (beldede) birisini öldüren veya ihrâmlı birini öldüren hak­kındaki hüküm de böyledir. Hammâd İbn Seleme'nin Ali İbn Zeyd ka­nalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «O halde bunlarda nefisle­rinize zulmetmeyin.» âyeti hakkında: Bütün aylarda, demiştir. İbn Abbâs'tan rivayetle «Allah katında ayların sayısı... 12 aydır... O hal­de bunlarda nefislerinize zulmetmeyin.» âyeti hakkında Ali İbn Ebu Talha şöyle der : Bu ayların hepsinde. Sonra bunlardan dördünü ayır­mış ve haram kılmıştır. Onların haramlarını büyültmüş, günâhı bun­lardan daha büyük; sâlih amel ile bunun ecrini de büyük kılmıştır.

«O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyin.» âyeti hakkında Ka-tâde der ki: Her ne kadar her halde zulüm büyük bir suç ise de, haram aylarda zulüm diğer zamanlardaki zulümden daha büyük hatâ ve gü­nâhtır. Allah Teâlâ yaratıklarından seçtiklerini seçmiştir. Meleklerden elçiler, insanlardan elçiler seçmiş, kelâm  (söz) dan kendi zikrini seçmiş, yeryüzünden mescidleri seçmiş, aylardan Ramazân ve haram ay­ları seçmiş, günlerden cum'a gününü seçmiş, gecelerden kadr gecesini seçmiştir. Allah'ın büyüttüklerine ta'zîmde bulununuz. Anlayış ve akıl sahipleri katında işler ancak Allah Teâlâ'nın büyültmesi ile ta'zîm görür.

Sevrî der ki: Kays İbn Müslim'den, onun da Hasan İbn Muham-med İbn el-Hanefiyye'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Onları ha­ram olmaları gibi haram kılmamakla nefislerinize zulmetmeyiniz.

Muhammed İbn İshâk ise «O.halde bunlarda nefislerinize zulmet­meyin.» âyetini şöyle anlar : Şirk ehlinin yaptığı, gibi haramlarını helâl, helâllarım haram kılmayınız. Onların yapagelmekte oldukları nesh (ha­ram ayları erteleme), küfürde bir ziyâdelik olup bununla küfredenleri dalâlete düşürür. İbn Cerîr bu sözü tercih etmiştir.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Sizinle nasıl toplu olarak savaşıyorlarsa; siz de onlarla toplu olarak savaşın. Ve bilin ki muhakkak Allah, mütta-kîlerle beraberdir.» Haram aylarda savaşa başlamanın haram olup ol­madığı hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir : Bu; mensûh mudur, yok­sa muhkem midir? Bu hususta iki görüş vardır :

Birinci ve en meşhur olan görüş bunun mensûh olduğudur. Zîrâ Allah Teâlâ burada : «O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyin.» bu­yurmuş ve müşriklerle savaşı emretmiştir. Âyetin akışının zahirine ba­kılırsa bu, genel bir emirdir. Şayet haram ayda savaşmak haram kılın­mış olsaydı,' burada sözün bu ayların çıkışı ile kayıdlanması gerekirdi. Ayrıca Aİlah Rasûlü (s.a.) Tâif halkını haram olan bir ayda —ki Zül-ka'de ayıdır— muhasara etmiştir. Nitekim Buharı ve Müslim'in Sahîh'-lerinde mevcûd olduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.) Hevâzin'e doğru Şevval ayında çıkmış, onların kuvvetlerini kırıp, mallarını (ganimet ola­rak) aldığında onlardan hezimete uğrayanlar dönmüş ve Taife sığın­mışlardı. İşte Allah Rasûlü (hemen) Taife yönelmiş, orayı kırk gün ku­şatmış ve fethetmeksizin dönmüştür. Efendimizin haram ayda kuşatma yaptığı sabittir.

Diğer görüş ise haram ayda savaşa başlamanın haram olduğu ve haram ayın haram kılınmasının mensûh olmadığıdır. Zîrâ Allah Teâlâ : «Ey îmân edenler, Allah'ın nişanelerine, haram olan aya... hürmetsiz­lik etmeyin. (Mâide, 2), «Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, siz de tıpkı onun saldırdığı gibi ona saldırın.» (Bakara, 194), «Haram olan aylar çıkınca artık müşrikleri bul­duğunuz yerde öldürün.»  (Tevbe, 5) buyurmuştur.

Daha önce de geçtiği üzere bunlar (haram aylar) iki görüşten biri­sine göre yürütülen aylar olmayıp her sene sabit (kararlı) olan dört aydır.

Allah Teâlâ'nın : «Sizinle nasıl toplu olarak savaşıyorlarsa; siz de müşriklerle toplu olarak savaşın.» sözünün öncesinden kesilmiş, başlan­gıç hükmü olması muhtemeldir. Böylece bir teşvik kabilinden olmakta­dır. Yani nasıl onlar sizinle harbettiklerinde sizinle harb için toplanı­yorlarsa; siz de onlarla harbettiğiniz zaman onlar için toplanın ve on­ların yaptıklarının bir benzeriyle onlarla savaşın. Âyetin bu kısmının, savaşa başlayanların müşrikler olması halinde haram ayda müşriklerle savaş için mü'minlere bir izin verme niteliğinde olması da ihtimâl da­hilindedir. Nitekim Allah Teâlâ : «Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır...» (Bakara, 194), «Onlar sizinle savaşmadıkça, siz de Mescid-i Harâm'da onlarla savaşmayın. Ancak onlar sizinle sava­şırlarsa, siz de onları Öldürün.» (Bakara, 191) buyurmuştur. Allah Ra-sûlü (s.a.) nün Tâif halkını kuşatması ve haram ay girinceye kadar kuşatmaya devam etmesine de bu şekilde cevab verilmiş oluyor. Zîrâ bu kuşatma, Hevâzin ile onların dostları olan Sakîf harbinin bir tamam­layıcısı durumundadır. Savaşa başlayan, ordular toplayan, insanları harbe davet edenler bizzat onlardır. İşte o zaman daha önce de geçtiği üzere Allah Rasûlü (s.a.) onlara-yönelmiş, onların üzerine yürümüştür. Onlar Taife sığındıktan zaman kalelerinden çıkarmak için üzerlerine yürümüştür. Onlar müslümanlardan (bir takım mallar) almışlar, bîr cemâati öldürmüşlerdir. Kuşatma, yaklaşık kırk gün mancınıklar ve başka (harb aletleri ile) devam etmiştir. Kuşatmanın başlangıcı helâl ayda idi. Haram ay girmiş ve bir kaç gün (haram ayda kuşatma) devam etmiştir. Sonra Hz. Peygamber onlardan ayrılmıştır. Zîrâ ilkin bağışlan­mayan sonra bağışlanır. Bu; kesinleşmiş, açıklığa kavuşmuş bir durum­dur. Bunun çok benzerleri vardır. En doğrusunu Allah bilir. Şimdi bu hususta vârid olan hadîsleri zikredelim. (İbn Kesîr burada bu hadîs­leri zikretmemektedir. Eserin Ezher nüshasında bu kısımda yaklaşık dört satırlık bir boşluk vardır.) Biz bunları es-Sîre'de yazıp anlattık ki en doğrusunu Allah bilir.[22]

 

37 — Nesi (haram ayları ertelemek) ancak küfürcte artıştır. Onunla kâfirler şaşırtılırlar. Bunu bir yıl helâl» bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar da Allah'ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar. Böylece onlann amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah, kâfirler güruhunu hidâyete erdir­mez.

 

Küfrü Artıran Nesî

 

Allah Teâlâ; Allah'ın kanunlarında kendi bozuk görüşleri ile tasar-rufda bulunan, Allah'ın hükümlerini kendi zayıf arzulan ile değiştiren, Allah'ın haram kıldıklarını helâl, helâl kıldıklarını da haram kılan müş­rikleri zemmeder. Onlarda öyle bir öfke, secâat ve kabîle gayreti (ha-miyyeti) vardı ki düşmanlarıyla- savaşma arzularım yerine getirmeye engel olan üç ayların harâmlığmı çok uzun buluyorlardı. Bu sebeple İslâm'dan bir süre önce Muharrem ayını helâl kabul edip bu ayın ha-ramlığım Safer ayına ertelemişler, böylece haram ayı helâl, helâl ayı da haram saymışlardır. Böylece dört haram ayın sayısını da korumuş oluyorlardı.

Ali îbn Ebu Talha «Nesî (haram aylan ertelemek) ancak küfürde artıştır.» âyeti hakkında îbn Abbâs'm şöyle dediğini nakleder : Cünâde îbn Avı îbn Ümeyye el-Kinânî her sene (hacc) mevsimini tesbît ederdi. Künyesi Ebu Sümâme idi. Dikkat ediniz, Ebu Sümâme günâh işlemez (günâha nisbet edilmez), ayıplanmaz. Dikkat ediniz, ilk senenin Safer ayı helâl aydır, diye nida etmiş; bir sene Safer ayını insanlara helâl ay kılmıştır. O, bir sene Safer ayını, bir sene de Muharrem ayını haram ay saymıştır. îşte Allah Teâlâ'nın : «Nesî (haram aylan ertelemek) ancak küfürde artıştır... Allah, kâfirler güruhunu hidâyete erdirmez.» âyeti budur. Allah Teâlâ : «Nesî (haram aylan ertelemek) ancak küfürde ar­tıştır.» buyurur ki bir sene Muharrem ayını (helâl ay kabul edip) bıra­kırlar, bir sene de haram kabul ederler..Bu açıklamanın benzeri Avfî ta­rafından İbn Abbâs'tan rivayet edilmiştir.

Mücâhid'den rivayetle Leys İbn Selîm der ki: Kinâne oğullanndan bir adam her sene merkebi üzerinde (hacc) mevsimine gelir ve : Ey insanlar, ben ayıplanmam, günâh işlemem, söylediğimde şüphe yoktur. Muhakkak biz, Muharrem ayını haram kıldık. Ve Safer ayını erteledik, der. Gelecek sene gelip bir önceki sözlerini söyleyip : Muhakkak biz, Sa­fer ayını haram kıldık ve Muharrem ayını erteledik, derdi. İşte Allah Teâlâ'nın : «Allah'ın haram kıldığına sayıca —ki dörttür— uysunlar da (haram ayı ertelemek suretiyle) Allah'ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar.» kavli budur. Bu açıklamanın bir benzeri Ebu Vâil, Dahhâk ve Katâde'den de rivayet edilmiştir.

«Haram ayları geciktirmek, küfrü arttırmaktan başka bir şey de­ğildir.» âyeti hakkında Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki: Bu olayın mes'ûlü Kinâne oğullarından Kalemmes denilen birisidir. Câ-hiliye devrinde yaşamıştır. Câhiliye devrinde haram ayda kimse kimse­ye baskın vermezdi. Kişi, babasının katili ile karşılassa dahi ona elini uzatmazdı. Kalemmes ortaya çıkıp : Bizi çıkarınız (haydin baskına çı­kalım) , dedi. Bu, Muharremdir, dediler de : Bu yıl erteleriz. O ikisi bu sene iki Saferdir. Gelecek sene kaza eder ve ikisini birden haram saya­rız, dedi ve Öylece yaptılar. Gelecek sene olduğunda : Saferde savaşma­yınız, dedi ve böylece Safer ayını Muharrem ile beraber haram saydılar. Bu; haram ayları geciktirme konusunda garîb bir açıklamadır. Ve şüp­helidir. Zîrâ onlar, bir sene sâdece üç ayı haram kılmış oluyorlar, onu ta'kîb eden senede ise beş ayı haram sayıyorlar. O halde Allah Teâlâ'-nın : «Bunu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıl­dığına sayıca uysunlar.» sözü nerede kalıyor?

Mücâhid'den bundan daha garibi de rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Abdürrezzâk'ın Ma'mer kanalıyla... Mücâhid'den rivayetine göre o, «Nesî (haram aylan ertelemek) ancak küfürde artıştır.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Allah Teâlâ haccı Zülhicce ayında farz kılmıştır. Müş­rikler aylara Zülhicce, Muharrem, Safer, Rebî' (el-Evvel), Rebî' (el-Âhir), Cumada (el-Ulâ), Cumada (el-Âhir), Receb, Şa'bân, Ramazân, Şevval, Zülka'de isimlerini verirlerdi. Bir sene Zülhicce ayında hacce­derler, Muharrem ayını saymaz, zikretmezlerdi. Sonra döner ona Safer adını verirlerdi. Sonra Receb ayına Cumada el-Âhira, Şa'bân ayına Ramazân, Şevval ayına da Zülhicce adını verirler ve o ayda hacceder-lerdi. Bu ayın ismi onlarda Zülhicce idi. Bu, Ebubekir'in son haccı Zül-ka'deye rastlayıncaya kadar böyle devam etti. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) (veda) haccmı yaptığında bu, Zülhicceye rastladı. Hz. Peygam­ber (s.a.) in(vedâ haccındaki) hutbesindeki: Muhakkak ki zaman; Allah Teâlâ'mn gökleri ve yeri yarattığı şekline dönmüştür, sözü budur.

Mücâhid'in bu söylediği de şüphelidir. Zülka'de ayında olmuşsa, Ebubekir'in haccı nasıl sıhhatli olabilir? Allah Teâlâ : «Hacc-ı ekber günü insanlara Allah ve Rasûlünden bir ilândır. Muhakkak ki Allah ve Rasûlü artık müşriklerden uzaktır.» (Tevbe, 3) buyururken bu nasıl mümkün olabilir? Allah Teâlâ'mn bu âyeti, Ebubekir'in haccmda ilân edilmiştir. Şayet Zülhicce ayında olmasaydı Allah Teâlâ : «Hacc-ı ek­ber günü» buyurmazdı. Mücâhid'in bu söyledikleri, senenin deveranı ve iki senede bir ayda haccetmeleri haram ayları geciktirmeyi gerektir­mez. Haram ayları geciktirme, bunun dışında vuku bulmuştur. Onlar bir sene Muharrem ayını helâl sayar ve onun yerine Safer ayını haram kılarlardı. Senenin sonuna kadar ayların tertibi, sayısı ve isimlerini değiştirmeden devam ederlerdi. İkinci bir sene Muharrem ayını haram sayarlar, onu haram olarak bırakırlardı. Ondan sonra Saf er, Rebî', Rebî'... şeklinde sonuna kadar devam ederdi. Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar diye Muharrem ayını bir sene helâl, bir sene haram sayarlar ve böylece Allah'ın haram kıldığını helâl kılmış olurlardı. On­lar bir senede dört ayın haram kılınmasına sayıca uymuş olurlar, an­cak bir keresinde peşpeşe gelen üç haram aydan üçüncüsü olan Muhar­rem ayını haram sayarlar bir keresinde de geciktirerek Safer ayına er-telerlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) in : Muhakkak ki zaman Allah'ın gök­leri ve yeri yarattığı gündeki şekline dönmüştür. Sene oniki aydır. Bun­lardan dördü haramdır. Üçü peşpeşe olan Zülka'de, Zülhicce ve Muhar­remdir. (Dördüncüsü de) Mudar'm Receb'idir, sözü hakkında daha önce konuşmuştuk. Yani aylann sayısı; haram olanın haram kılınması hu­susundaki durum, sayıca ve peşpeşe gelmede Allah'ın kitabında geçtiği üzeredir. Değilse araplann câhillerinin geciktirme ile bazısının haram kılınmasını bazısından ayırmadaki uygulamaları gibi değil. En doğru­sunu Allah bilir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Salih İbn Bişr İbn Seleme et-Taberânî1-nin... İbn Ömer'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Akabe'de durdu. Çevresine Allah'ın dilediği kadar müslüman top­landı. Lâyık olduğu şekilde Allah'a hamdedip senada bulundu ve : Ha­ram aylan geciktirmek şeytândandır ve küfrü arttırmaktan başka bir şey değildir. Bununla kâfirler şaşırtılırlar. Bir sene helâl, bir sene ha­ram sayarlar, buyurdu. Onlar Muharremi bir sene haram kılar, Saferi helâl sayarlar; bir sene de Muharremi helâl kılar, (Saferi haram sayar­lardı). İşte haram aylan geciktirme budur.

Bu konuda İmâm Muhammed İbn İshâk Kitâb es-Sîre'sinde güzel ve faydalı sözler etmiş ve şöyle demiştir : Araplara (haram) aylan ge­ciktirip onlardan Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram edenlerin ilki Kalemmes'tir. O, Huzeyfe îbn Abd İbn Fukaym İbn Adiyy İbn Âmir İbn Sa'lebe İbn Haris İbn Mâlik İbn Kinâne İbn Huzeyme İbn Müdrike İbn İlyâs İbn Mudar İbn Nizâr İbn Meadd İbn Adnan'dır. On­dan sonra bu işi sırasıyla oğlu Abbâd, Abbâd'm oğlu Kala' İbn Abbâd, onun oğlu Ümeyye İbn Kala' onun oğlu Avf İbn Ümeyye, onun oğlu Ebu Sümâme Cünâde İbn Avf yapmışlar; Ebu Sümâme sonuncuları ol­muş ve onun üzerine İslâm gelmiştir. Araplar haccı bitirdiklerinde onun etrafında toplanırlar, o, onların arasında hitâb eder; Receb, Zülka'de ve Zülhicce aylarını haram kılar, bir sene Muharrem ayını helâl kılıp, onun yerine Safer ayını koyarak Allah'ın haram kıldığına sayıca uysun diye bir sene onu haram kılardı. Böylece Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kılmış olurdu.[23]

 

İzahı

 

 

38  — Ey îmân edenler; size ne oldu ki: Allah yolunda elbirliği ile savaşa çıkın, denildiği zaman, yere çakılıp kal­dınız. Yoksa âhireti bırakıp da dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçimi âhiretin yanın­da pek azdır.

39  — Eğer elbirliği ile çıkmazsamz; sizi elim bir azâb-la azâblandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir. Siz ona hiç bir şeyle zarar veremezsiniz. Allah her şeye Kadîr'dir.

 

Burada meyveleri ve gölgeyi şiddetli bir yaz sıcağında güzel bulup Tebûk gazvesinde Allah Rasûlü (s.a.j nden geride kalanların azarlan­masına başlanıp Allah Teâlâ şöyle buyurur : Ey îmân edenler, size ne oldu ki (Allah yolunda cihâda çağırılıp) : «Allah yolunda el birliği ile savaşa çıkın, denildiği zaman yere çakılıp kaldınız. (Tembelleştiniz ve rahatlık, meyvelerin hoşluğu içinde kalmaya meylettiniz.) Yoksa âhi-reti bırakıp da dünya hayatına mı razı oldunuz? (Bu işi âhiret yerine dünyadan hoşnûd oldurunuz için mi yaptınız?)» Daha sonra Allah Teâlâ dünyadan soğutma ve uzaklaştırma, âhirete teşvik sadedinde : «Halbuki dünya hayatının geçimi âhiretin yanında pek azdır.» buyu­rur. İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî' ve Yahya İbn Saîd'in... Fihr oğul­ları kardeşi Müstevrid'den rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.) : Ahi-retin yanında dünya, sizden birinin parmağını denize daldırmasından başka bir şey değildir. Hele bir baksın (parmağını denize daldırması) kendine ne getirecek? buyurmuş ve işaret parmağını göstermiştir. Ha­dîsi sâdece Müslim tahrîc etmiştir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Bişr İbn Müslim İbn Abdülhamîd el-Hımsî'nin Hams'da... Ebu Osman'dan rivayetine göre; o, şöyle demiş­tir : Ebu Hüreyre'ye : Ey Ebu Hüreyre, Basra'daki kardeşlerimden senin şöyle dediğini işittim : Hz. Peygamber'i: Allah Teâlâ iyiliği bin kere bin iyilikle mükâfatlandırır, buyurduğunu işittim. Ebu Hüreyre dedi ki: Bilakis Allah Rasûlü (s.a.) nün : Allah, iyiliği ikibin kere bin iyilikle mükâfatlandırır, buyurduğunu işittim, demiş ve : «Halbuki dünya ha­yatının geçimi âhiretin yanında pek azdır.» âyetini okumuştur. Dünya­dan geçen ve kalanı Allah katında pek azdır. Sevrî «Dünya hayatının geçimi âhiretin yanında pek azdır.» âyeti hakkında A'meş'in : Binitimin azığı gibi, dediğini nakleder. Babasından rivayetle Abdülazîz İbn Ebu Hâzim der ki: Öleceği zaman Abdülazîz İbn Mervân : Kefenleneceğim kefenimi bana getirin, ona bakayım, dedi. Kefeni önüne konulduğun­da ona baktı ve şöyle dedi: Dünyada şundan başka geriye bıraktığım bir şey var mı? Daha sonra sırtını dönüp ağladı. Ey (dünya) yurdu, yazıklar olsun sana. Senin çoğun ne kadar az, azın ne kadar kısa ve biz sende ne kadar aldanma içindeyiz.

Sonra Allah Teâlâ cihâdı terk hususunda tehdîdde bulunup : «Eğer elbirliği ile çıkmazsanız sizi elîm bir azâbla azâblandınr.» buyurur. İbn Abbâs der ki: Allah Rasûlü (s.a.) araplardan bir kabileyi cihâda davet etti de ağırdan aldılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara yağ­mur vermedi. Bu onların azabı oldu.

«Ve yerinize (peygamberine yardım ve dinini kâim kılmak için) sizden başka bir kavim getirir.» Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle bu­yurmaktadır : «Eğer (O'ndan) yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir, sonra da onlar sizin benzerleriniz olmazlar.» (Muham-med, 38), «(Cihâddan geri durmanız, ağırdan almanız ve yüz çevirme­nizle) siz ona hiç bir şekilde zarar veremezsiniz. Allah her şeye (siz olmadan da düşmanlara karşı peygamberine yardım ve onu zafere ka­vuşturmaya) Kadîr'dir.» Bu âyet ile «Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak elbirligi ile çıkın.» (Tevbe, 41), «Gerek Medîne'liler için, gerekse onların çevresinde bulunan bedeviler için Allah'ın peygamberinden geri kal­mak, kendilerini ona tercih etmek yaraşmaz...» (Tevbe, 120) âyetle­rinin «Mü'minlerin hepsi de seferber olacak değildirler. Her topluluk­tan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve kendisine döndüklerinde kavmini uyarmak üzere geri kalmaları gerekmez mi?...» (Tevbe, 122) âyeti ile mensûh olduğu söylenmiştir. Bu, İbn Abbâs, İkrime, Hasan ve Zeyd İbn Eslem'den rivayet edilmiştir. Bunu zikrettikten sonra İbn Cerîr : Bu, ancak Allah Rasûlü (s.a.) nün cihâda çağırdığı, bu emir kendileri hakkında taayyün eden kimseler hakkındadır. Şayet terketmiş olsa­lardı, bu sebeple mutlaka azaba dûçâr kalacaklardı, der ki bu güzel bir açıklamadır. En doğrusunu Allah bilir.[24]

 

40 — Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah ona yardım etmişti. Hani kâfirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikincisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üze­rine Allah ona sekînetini indirmişti, onu sizin görmediği­niz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözü­nü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise o en yüce olandır. Al­lah Azîz'dir, Hakîm'dir.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «Eğer siz ona (Allah Rasûlüne) yardım etmezseniz, (muhakkak ki Allah Teâlâ onun yardımcısıdır, onun des-tekleyicisidir. O, ona yeter. O, onu korur. Nitekim) doğrusu Allah, kâ­firler onu (hicret yılı Mekke'den) çıkardıklarında bizzat yardım etmişti. İkinin ikincisinden ibaretti.» Müşrikler Hz. Peygamberi öldürmeye ve­ya hapsetmeye veya sürgün etmeye kalkıştıklarında; o, onlardan kaça­rak sadık arkadaşı Ebubekir İbn Ebu Kuhâfe ile beraber çıkmış ve peşlerinden onlan aramak üzere çıkanlar geri dönsünler diye üç gün

Sevr mağarasına sığınmıştı. Sonra Medine'ye doğru yürümüşlerdi. Ebu­bekir (r.a.) onlardan birisi kendilerinin farkına varır da onlardan Allah Rasûlü'ne bir eziyyet ulaşır diye korkmaya başlamış, bunun üzerine Hz. Peygamber onu sakinleştirip : Ey Ebubekir, üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında ne sanıyorsun? buyurmuştu. Nitekim İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Ebubekir'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Biz mağarada iken Hz. Peygamber (s.a.) e : Şayet onlardan birisi ayak­larına baksaydı, muhakkak bizi ayakları altında görürdü, dedim de o : Ey Ebubekir, üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında ne sanıyorsun? bu­yurdu. Hadisi, Buhârî ve Müslim Sahîh'lerinde tahrîc etmişlerdir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Bunun üzerine Allah ona (iki görüşten meş­hur olanına göre Hz. Peygambere) sekînetini indirmişti.» buyurmuştur. Sekînetin Ebubekir üzerine indirildiği de söylenmiştir. Bu görüş İbn Ab-bâs ve başkalarından rivayet edilmiş olup onlar : Zîrâ Allah Rasûlü zâten sekînet üzere idi, derler. Ancak bu, o durumda onun üzerine ye­niden sekînet indirilmesine mâni değildir. Bu sebepledir ki; «Onu sizin görmediğiniz (meleklerden müteşekkil) ordularla desteklemişti ve küf­retmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise o, en yüce olandır.» buyurmuştur. İbn Abbâs burada «Küfretmiş olanların sö-zü»nden şirkin, «Allah'ın kelimesinden maksadın ise kelime-i tevhîd olduğunu söyler. Buhârî ve Müslim'de Ebu Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) den rivayet edildiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.) ne kahramanlık, hamiyyet ve riya için savaşanlardan hangisinin Allah yolunda olduğu sorulmuştu. Kim sâdece Allah'ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa; işte o, Allah yolundadır, buyurdu. «Allah (intikamında, yardımında) Azîz'dir. (Ta­rafı güçlüdür. O'na sığınan haksızlığa uğramaz. Hitabına sarılmakla korunan haksızlığa urğamaz. Sözlerinde ve işlerinde) Hakîm'dir.»[25]

 

41 — Gerek hafîf, gerekse ağırlıklı olarak elbirliğiyle çıkın, mallarınız ve nefisleriniz ile cihâd edin. Eğer bilir­seniz bu; sizin için daha hayırlıdır.

 

Hafîf ve Ağırlıklı Savaş

 

Süfyân es-Sevri'nin babasından, onun da Ebu Duhâ Müslim İbn Sabîh'den rivayetine göre, «Gerek hafif, gerekse ağırlıklı olarak elbirliğiyle çıkın.» âyeti Berâe sûresinden ilk nazil olan âyettir. Mu'temir İbn Sümeymân'ın babasından rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Hadramî'-nin sandığına göre ona insanlardan bazılarının, hasta veya yaşlı olması sebebiyle : (Geride kalmakla) günahkâr olmadım, dediği ve bunun üze­rine Allah Teâlâ'nın ; «Gerek hafif, gerekse ağırlıklı olarak elbirliğiyle çıkın.» âyetini indirdiği zikredilmiştir.

Allah Teâlâ kitab ehlinin kâfirlerinden Allah düşmanı rûmlarla sa­vaş için Tebûk gazvesi yılı Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte genel sefer­berliği emretmişti. Sürür ve isteksizlik, zorluk ve kolaylık olmak üzere her durumda Allah Rasûlü ile beraber çıkmak mü'minlere zorunlu ve vâcib kılınmış ve : «Gerek hafîf, gerekse ağırlıklı olarak elbirliği ile çı­kın.» buyurulmuştur.

Ali İbn Zeyd'in Enes'den, onun da Ebu Talha'dan rivayetine göre o, «Gerek hafîf, gerekse ağırlıklı...» âyetinden orta yaşlılar ve gençleri an­layıp : Allah hiç kimseyi ma'zûr görmemiştir, demiş ve Şam'a çıkıp öl-dürülünceye kadar savaşmıştır. Bir rivayete göre ise Ebu Talha Berâe sûresini okumuş ve : «Gerek hafîf, gerekse ağırlıklı olarak elbirliği ile çıkın. Mallarınız ve nefisleriniz ile eihâd edin.» âyetine gelince : Görü­yorum ki Rabbımız, ihtiyarı ve genci ile elbirliği ile çıkmamızı emredi­yor. Ey oğullarım, beni techîz ediniz, demişti. Oğullan : Allah sana rah­met eylesin. Sen ölünceye kadar Allah Rasûlü ile birlikte harbettin. Ölünceye kadar Ebubekir'le harbettin. Ölünceye kadar Ömer ile har­bettin. Şimdi biz senin yerine harbederiz, dedilerse de kabul etmedi, de­niz savaşma çıktı ve Öldü. Ancak dokuz gün sonra onu defnedebilecekleri bir ada bulabildiler. (Cesedi) hiç değişmemişti. Onu (karşılaştıklan bu) adaya defnettiler.

İbn Abbâs, İkrime, Ebu Salih, Hasan el-Basrî, Şimr îbn Atiyye, Mu-kâtil İbn Hayyân, Şa'bî ve Zeyd İbn Eslem'den rivayete göre onlar, «Gerek hafîf, gerekse ağırlıklı olarak elbirliği ile çıkın.» âyetinin tefsi­rinde : Orta yaşlılar ve gençler, demişlerdir. İkrime, Dahhâk, Mukâtil İbn Hayyân ve birçoklan da böyle söylemişlerdir. Mücâhid ise : Gençleı ve ihtiyarlar, zenginler ve yoksullar, demiştir. Ebu Salih ve başkaları da böyle demiştir. Hakem İbn Uteybe de : Meşgul olanlar ve olmayan­lar, demiştir. Avfî «Gerek hafîf, gerekse ağırlıklı olarak elbirliği ile çı­kın.» âyeti hakkında îbn Abbâs'ın : İstekli veya isteksiz olarak elbirliği ile çıkın, demiştir. Katâde de böyle söyler. Mücâhid'den rivayetle İbn Ebu Necîh «Gerek hafîf, gerekse ağırlıklı olarak elbirliği ile çıkın.» âyeti hakkında şöyle der : Onlar : İçimizde ağır, muhtaç, çok işi olanlar var. Kiminin de işi çok dağınık, dediler de, Allah Teâlâ bu âyeti indirip ge­rek hafîf, gerekse ağırlıklı olarak elbirliği ile çıkmalarını emredip bu hususta hiç bir'mazereti ve onlann bu sözlerini kabul etmedi. Hasan İbn Ebu'l-Hasan el-Basrî de burayı; zorlukta ve kolaylıkta, şeklinde an­lamıştır. Bütün bunlar, âyetin umûmî oluşunun birer neticesi ve gere­ğidir. İbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir. İmâm Ebu Amr el-Evzâî der ki: Eğer sefer Rûm tarafına ise insanlar oraya ağırlıksız ve binitli olarak, şu sahillere doğru ise ağırlıksız ve ağırlıklı, binitli veya yaya olarak çıkmışlardır. Bu ifâde, meseleye bir açıklama getirmiş oluyor. İbn Abbâs, Muhammed İbn Kâ'b, Ata el-Horasânî ve başkalarından ri­vayete göre bu âyet: «Her topluluktan bir taifenin... geri kalmaları gerekmez mi?» (Tevbe, 122) âyeti ile mensûhtur ki bu hususa ilerde temas edilecektir. Süddî, "Gerek hafif, gerekse ağırlıklı olarak elbirliği ile çıkın.» âyeti hakkında şöyle der : Zengin ve fakır, güçlü ve zayıf olarak. Bir gün Hz. Peygambere bir adam gelmişti. Onun Mikdâd ol­duğunu söylerler. İri ve şişmandı. (Bu durumundan) şikâyetle kendi­sine izin verilmesini istedi de kabul etmedi. İşte o gün «Gerek hafif, ge­rekse ağırlıklı olarak çıkın.» âyeti nazil oldu. Bu âyet nazil olduğunda bu durum insanlara ağır geldi de Allah Teâlâ bu âyeti : «Zayıflara, has­talara ve harcayacak bir şeyleri bulunmayanlara, Allah'a ve Rasûlüne sâdık kaldıkça bir sorumluluk yoktur.»  (Tevbe, 91)  âyeti ile neshetti.

İbn Cerîr der ki: Bana Ya'kûb'un... Muhammed'den rivayetine göre o, şöyle demiştir : Ebu Eyyûb Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber Bedir'-de bulunmuş ve bir sene dışında müslümanların hiç bir gazvesinden geri kalmamıştır. O, şöyle dermiş : Allah Teâlâ : "Gerek hafif, gerekse ağırlıklı olarak elbirliği ile çıkın.» buyuruyor. Ben ise ağırlıklı ve ağır­lıksız olduğumu sanıyorum.

İbn Cerîr der ki: Bana Saîd İbn Amr'ın... Ebu Râşid el-Hubrânî'-den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) nün atlısı Mikdâd İbn Esved'i Hıms'da sarraf sandıklarından bir sandığın üzerin­de oturur buldum. Vücûdu büyükçe olduğu için sandıktan dışarı taşı­yordu. Ve savaşa gidiyordu. Kendisine : Muhakkak ki Allah Teâlâ seni ma'zûr görmüştür, dedim. Şöyle cevab verdi : Bize el-Buhûs (Tevbe sû­resi) gelmiştir. «Gerek hafif, gerekse ağırlıklı olarak elbirliği ile çıkın.»

Harîz'in Hibbân İbn Zeyd'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hıms vâlîsi olan Safvân İbn Amr ile beraber Efsûs taraflarındaki Ce-râcime (Şam nabatîleri) üzerine sefere çıkmıştık. Dımaşk halkından kaşları gözleri üzerine düşmüş pîr-i fâni bir ihtiyara rastladım. Hü­cuma katılanlar içinde biniti üzerindeydi. Ona doğru ilerledim ve : Ey amca, Allah seni ma'zûr görmüştür, dedim. Kaşlannı kaldırdı ve : Ey kardeşim oğlu, Allah Teâlâ bizim ağırlıklı ve ağırlıksız olarak sefere çıkmamızı emrediyor. Allah Teâlâ kimi seviyorsa; onu imtihan eder. Sonra geri bırakır. Allah Teâlâ kullarından ancak şükreden, sabreden, zikreden ve yalnız Allah'a ibâdet edenleri imtihan eder, dedi.

Sonra Allah Teâlâ, kendi yolunda infâkta bulunmaya, O'nun ve Rasûlünün hoşnûdluğu için canlan feda etmeye teşvik edip : «Malları­nız ve nefisleriniz (canlarınız) ile cihâd edin. Eğer bilirseniz bu; sizin için daha hayırlıdır.» buyurur. Bu, sizin için dünyada ve âhirette en hayırlı olandır. Zîrâ siz, az bir harcamada bulunuyorsunuz. Allah Teâlâ âhirette sizin için hazırlamakta olduğu şerefe ilâveten dünyada düş­manınızın mallarını da size ganimet olarak vermektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) : Allah Teâlâ, kendi yolunda cihâd edeni öldüğü tak­dirde cennete koymayı veya elde etmiş olduğu ecir ve ganimetle evine döndürmeyi tekeffül etmiştir, buyurmuştur. Yine bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Hoşunuza gitmediği halde, cihâd üzerinize farz kılınmıştır. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsi­niz.» (Bakara, 216) buyurmuştur. İmâm Ahmed'in rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şerif de bu kabildendir : O der ki: Bize Muhammed İbn Ebu Adiyy'in... Enes'ten rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) bir adama: Müslüman ol, buyurmuştu. Adam : Kendimi isteksiz buluyorum, demiş, Allah Rasûlü : İsteksiz dahi olsan müslüman ol, buyurmuştu.[26]

 

42 — Eğer kolay bir kazanç ve orta bir sefer olsaydı; elbette senin arkana düşerlerdi Fakat zorluk onlara uzak geldi. Kendilerini helak ederek: Gücümüz yetseydi, herhalde biz de sizinle beraber çıkardık, diye yemîn ede­ceklerdir. Allah biliyor ki; onlar muhakkak yalancılardır.

 

Allah Teâlâ burada Tebûk gazvesinde Hz. Peygamber (s.a.) den geride kalan ve bu konuda kendisinden izin istedikten sonra Hz. Pey­gamber (s.a.) ile birlikte çıkmayıp özürlü olmadıkları halde kendileri­nin özürlü olduklarını belirterek oturanlara tevbîhde bulunuyor ve : «Eğer kolay bir kazanç —İbn Abbâs'ın söylediğine göre yakın bir ga-nîmet— ve orta (yakın) bir sefer olsaydı, elbette senin arkana düşer (bunun için seninle birlikte gelir) lerdi. Fakat (Şam'a kadar olan me­safe) onlara uzak geldi. (Onlara döndüğünde size) kendilerini helak edercesine ; Gücümüz yetseydi,  (mazeretlerimiz olmasaydı)  herhalde biz de sizinle beraber çıkardık, diye yemin edeceklerdir. Allah biliyor ki onlar muhakkak yalancılardır.»[27]

 

43  — Allah seni affetsin. Doğrular sana besbelli olup yalancıları bilmeden önce neden onlara izin verdin?

44  — Allah'a ve âhiret gününe îmân edenler, geri kalmak için senden izin istemezler ki mallarıyla ve can­larıyla cihâd etsinler. Allah müttakîleri bilir.

45  — Senden ancak Allah'a ve âhiret gününe inan­mayanlar ve kalbleri şüpheye düşüp, şüphelerinde boca layanlar izin isterler.

 

Savaştan Kaçmak İçin İzin İsteyenler

 

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Avn'dan rivayetine göre o, şöyle demiştir : Siz bundan daha güzel bir azarlama işittiniz mi? Azarlamadan önce af ile başlıyor. Ve buyuruyor ki: «Allah seni affet­sin. Neden onlara izin verdin?» Müverrik el-îclî ve* başkaları da böyle söylemişlerdir. Katâde der ki: Sizin de işittiğiniz gibi Allah Teâlâ pey­gamberini azarlamış, sonra Nûr süresindeki: ((Bir takım işleri için sen­den izin isterlerse, içlerinden dilediğine izin ver.» (Nûr, 62) âyetini indirerek dilediğine izin verme ruhsatını vermiştir. Bu açıklama Atâ el-Horasânî'den de rivayet edilmiştir. Mücâhid ise bu âyetin Allah Rasû-lü'nden izin isteyin. Eğer size izin verirse oturun. İzin vermezse yine oturun, diyen bir kısım insanlar hakkında nazil olduğunu söyler. Bu se­bepledir ki'Allah Teâlâ : «(Ma'zeret göstermede) doğrular sana besbelli olup yalancıları bilmeden önce neden onlara izin verdin?» buyurmuş­tur. Allah Teâlâ meâlen buyurur ki : Senden izin istediklerinde; bu ko­nuda sana uyduklarını bildirenlerden doğrularla yalancıları ayırdede-bilmen için keşke onlardan hiç birisine izin vermeseydin. Onlar, kendilerine izin vermesen dahi savaştan geri kalmada zâten ısrarlıdırlar. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ; Allah'a ve Rasûlüne îmân eden hiç kimsenin savaştan geri kalma hususunda izin istemeyeceğini haber vermiş ve şöyle buyurmuştur : «Allah'a ve âhiret gününe îmân edenler (savaştan) geri kalmak için senden izin istemezler, ki mallarıyla ve canlarıyla ci-hâd etsinler. (Zîrâ onlar, cihâdı bir ibâdet olarak görür ve çağırıldık­larında koşarak emre uyarlar.) Allah müttakîleri bilir. Senden ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmayan (âhiret yurdunda amelleri için Allah'ın sevabını ummayanlar) ve kalbleri (senin kendilerine getirdik­lerinin sıhhatinde) şüpheye düşüp, şüphelerinde bocalayan (şaşkınlık içinde olan, bir adım ileri bir adım geri atanlar, herhangi bir şeyde sabit kadem olmayanlar) izin isterler.» Onlar şaşkın, helak olmuş bir kavimdir. Ne ona, ne de buna meyletmezler. Allah'ın saptırdığına el­bette sen bir yol bulamazsın.[28]

 

46  — Eğer onlar çıkmak isteselerdi; elbette  bunun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışla­rını çirkin gördü de kendilerini alıkoydu. Ve : Oturun otu­ranlarla beraber, denildi.

47  — Eğer onlar da aranızda çıksalardı size şer ve fesadı arttırmaktan başka bir şey yapmazlar ve aranıza muhakkak bir fitne sokmak isteyerek koşarlardı. İçinizde onlara iyice kulak verenler de var. Allah zâlimleri çok iyi bilendir.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Eğer onlar (seninle beraber savaşa) çık­mak- isteselerdi; elbette bunun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah Teâlâ onların davranışlarını (katından bir takdir olarak seninle bir­likte çıkmalarını sevmeyip) çirkin gördü de kendilerini alıkoydu. Ve : (Takdir gereği) oturun oturanlarla beraber, denildi.» Sonra Allah Teâlâ onların inananlarla birlikte çıkmalarını niçin hoş görmediğini beyânla şöyle buyurur : «Eğer onlar da aranızda çıksalardı size şer ve fesadı arttırmaktan başka bir şey yapmazlardı. (Zîrâ onlar, terkedilmiş kor­kaklardır.) Ve aranıza muhakkak bir fitne sokmak isteyerek koşarlar­dı. (Aranızda koğuculukla, düşmanlık, nefret ve fitne meydana gelmesi için çalışırlardı.) İçinizde onlara iyice kulak verenler (onlara itaat eden, sözlerini güzel bulup onların halini bilmemekle birlikte onların nasîhatlarını kabul eden) de var.» Bu ise inananlar arasında bir şer ve büyük bir fesâd meydana gelmesi neticesini doğurur.

Mücâhid, Zeyd İbn Eşlem ve İbn Cerir : «İçinizde onlara iyice kulak verenler de var.» İçinizde onlar için haberleri dinleyip onlara ulaştıran casuslar var, derler ki bu açıklama ile âyetin onların inananlarla bir­likte çıkmalarına hâs olması özelliği kalmamış olur. Bilakis bu, bütün durumlar için geneldir. Birinci anlam, âyetin akışı ile münâsebettâr olması bakımından daha kuvvetlidir. Katâde ve onun dışındaki müfes-sirler bu görüştedirler.

Muhammed İbn İshâk der ki: Bana ulaştığına göre; izin isteyenler Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl ve Cedd İbn Kays olup bunlar, kavimleri içinde eşraftan idiler. Allah Teâlâ onların inananlarla birlikte çıkmaları halinde ordu içinde fesâd çıkaracaklarını bildiği için onları geri bırak­mıştır. Hz. Peygamberin ordusunda kavimleri içinde şeref sahibi olduk­ları için onlara sevgi besleyen ve çağrılarına itaat edecek bir kavim vardı. Allah Teâlâ : «İçinizde onlara iyice kulak verenler de var.» bu­yurmuştur. Sonra Allah Teâlâ ilminin kemâline işaretle : «Allah zâlim­leri çok iyi bilendir.» buyurup onlara; olacakları, olmayanın şayet ol­saydı nasıl olacağını en iyi bilen olduğunu haber vermiştir. Bu sebep­ledir ki Allah Teâlâ : «Eğer onlar da aranızda çıksalardı size şer ve fe­sadı arttırmaktan başka bir şey yapmazlardı.» buyurup şayet çıkmış olsalardı hallerinin nasıl olacağını haber vermiştir. Bununla birlikte onlar çıkmamışlardır. Allah Teâlâ başka âyetlerde de şöyle buyurmak­tadır : «Eğer geri döndürülselerdi yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdir. Doğrusu onlar yalancılardır.» (En'âm, 28), «Şayet Allah onlarda bir hayır görseydi onlara işittirirdi. Eğer işittirmiş olsaydı, yine de yüz çevirenler olarak arkalarını dönerlerdi.» (Enfâl, 23), «Şayet on­lara : Kendinizi feda edin, yahut; memleketinizden çıkın, diye emret­miş olsaydık, pek azı müstesna bunu yapmazlardı. Kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler elbette bu; haklarında çok hayırlı ve süreklilik açısından daha sağlam bir hareket olurdu. O takdirde on­lara katımızdan büyük bir mükâfat verirdik. Ve şüphesiz onları doğru yola eriştirirdik.»  (Nisa, 66-68). Bu hususta âyetler pek çoktur.[29]

 

48 — Andolsun ki, onlar daha önce de fitne aramış­lar ve sana karşı bir takım işler çevirmişlerdi. Nihayet Hak ortaya çıktı ve onlar istemedikleri halde Allah'ın emri gâlib geldi.

 

Allah Teâlâ peygamberi (s.a.) ni münafıklara karşı teşvik ederek : «Andolsun ki onlar, daha önce de fitne aramışlar ve sana karşı bir ta­kım işler çevirmişlerdi.» buyurur. Onlar uzun süre senin dinini yardım­sız bırakmak, unutturmak, sana ve ashabına karşı hileler düzenlemek için düşünmüşler, araştırmışlardır. Bu, Hz. Peygamber (s.a.) in Medi­ne'ye gelişinin başlangıcındadır. Bütün araplar ona karşı birleşmiş, Medine yahûdîleri ve münafıkları onunla mücâdele etmişlerdir. Allah Teâlâ Bedir günü ona yardım edip kelimesini yüceltince Abdullah İbn Übeyy ve arkadaşları : Bu; ilerlemiş, gelişmiş bir iştir, demişler ve zahi­ren İslâm'a girmişlerdi. Allah Teâlâ ne zaman İslâm'ı ve İslâm ehlini azız kılsa; bu, onları öfkelendirir ve kendilerine ızdırap verirdi. Bu se­bepledir ki Allah Teâlâ : «Nihayet Hak ortaya çıktı ve onlar isteme­dikleri halde Allah'ın emri gâlib geldi.» buyurmuştur.[30]

 

49 — Onlardan kimi de vardır ki: Bana izin ver, beni fitneye düşürme, der. İyi bilin ki; onlar, fitne içine düşmüş­lerdir. Ve muhakkak ki cehennem kâfirleri çepeçevre ku­şatıcıdır.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «(Ey Muhammed, münafıklardan) onlar­dan kimi de vardır ki: Bana (savaştan geri kalmam için) izin ver. Rûm kadınlarından cariyeler (genç kızlar) ile beni tecrübe etme, der. îyi bilin ki; onlar, (bu sözleriyle) fitnenin içine düşmüşlerdir.» Muhammed İbn İshâk'ın Zührî kanalıyla... Asım İbn Ömer İbn Katâde ve baş­kalarından rivayetine göre; onlar, şöyle demişlerdir : Bir gün Allah Rasûlü (s.a.) (savaş için) techîzatlanmış halde iken Seleme oğullarının kardeşi Cedd İbn Kays'a : Ey Cedd, bu sene Asfar oğulları savaşı için var mısın? diye sormuştu. O : Ey Allah'ın elçisi, bana izin verip beni fitneye düştirmesen. Allah'a yemin olsun ki kavmim kadınlardan hoş-lanmada benden daha şiddetlisi olmadığını iyi bilir. Asfar oğullan ka­dınlarını görürsem onlara sabredemeyeceğimden korkuyorum, dedi. Al­lah Rasûlü (s.a.) ondan yüzünü çevirip: Sana izin verdim, buyurdu. İşte «Onlardan kimi de vardır ki bana izin ver, beni fitneye düşürme der.» âyeti Cedd İbn Kays hakkında nazil olmuştur. Doğru olmadığı halde Asfar oğulları kadınlarından korktuğunu söylemiştir. Halbuki Allah Rasûlü (s.a.) nden geride kalması ve kendini ondan uzaklaştır­ması sebebiyle içine düşmüş olduğu fitne diğerinden çok daha büyük­tür. Bu âyetin Cedd İbn Kays hakkında nazil olduğu îbn Abbâs, Mü-câhid ve bir çoklarından rivayet edilmiştir. Bu Cedd İbn Kays, Seleme oğullarının eşrafından idi. Sahîh bir hadîste belirtildiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.), Seleme oğullarına: Ey Seleme oğulları, efendiniz kim­dir? diye sormuş, onlar : Cedd İbn Kays'dır. Ama biz onu cimri biliriz, demişlerdir. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Hangi hastalık cimrilikten daha şiddetlidir? Fakat sizin efendiniz şu beyaz, cömert genç Bişr el-Berâ İbn Ma'rûr'dur. Allah Teâlâ : «Ve muhakkak ki, cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır.» buyurur ki onlar için oradan kaçacak, sığınacak, bir yer yoktur.[31]

 

50  — Eğer sana bir iyilik erişirse; bu onları fenâlaştı-rır. Bir kötülük erişirse de derler ki: Biz daha önceden ted­bîrimizi almışızdır. Ve sevinerek dönüp giderler.

51  — De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize erişmez. O bizim Mevlâmızdır. Onun için mü'minler Allah'a tevekkül etsinler.

 

Allah Teâlâ peygamberine onların düşmanlıklarını haber veriyor. Zîrâ ne zaman «Sana bir iyilik (peygamberi ve ashabını sevindiren, düş­manlara karşı bir fetih, bir yardım ve zafer) erişirse; bu onları fenâ-laştırır. Bir kötülük erişirse de derler ki: Biz daha önceden (ona uy­mamak, tâbi olmamak suretiyle kaçınıp) tedbîrimizi almışızdır. Ve se­vinerek dönüp giderler.» Allah Teâlâ onların bu tâm düşmanlıklarına nasıl cevab vereceklerini Rasûlü (s.a.) ne bildirip şöyle buyurur : «(On­lara) de ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize erişmez. (Biz O'nun dilemesi ve kaderi altındayız.) O, bizim Mevlâmız (efendimiz ve sığınağımız) dır. Onun için mü'nıinler Allah'a tevekkül etsinler.» Yani biz O'na tevekkül ederiz. O bize yeter. Ne güzel Vekîl'dir O.[32]

 

52  — De ki: Bize iki güzelliğin birinden başka bir şe­yin gelmesini mi bekliyorsunuz? Halbuki biz, Allah'ın kendi katından veya bizim elimizle size bir azâb getire­ceğini bekliyoruz. Öyleyse bekleyin, doğrusu biz de sizinle beraber bekleyenlerdeniz.

53  — De ki: Gerek istekli, gerek isteksiz olarak infâk edin, nasıl olsa kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, gerçek­ten fâsıklık eden bir kavim oldunuz.

54  — Verdiklerinin onlardan kabul edilmesini engel­leyen şudur: Onlar, Allah'a ve Rasûlüne küfretmişlerdir. Namaza tembel tembel gelirler ve mallarını da istemeye istemeye infâk ederler.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «(Ey Muhammed, onlara) de ki: Bize iki güzelliğin —İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve başkalarının belirttiğine göre şehîdlik veya size karşı zafer— birinden başka bir şeyin mi gel­mesini bekliyorsunuz? Halbuki biz, Allah'ın kendi katından (bir musi­bete sizi dûçâr kılmasını) veya bizim elimizle (sizi esîr etme veya öl­dürme ile) size bir azâb getireceğini bekliyoruz. Öyleyse bekleyin, doğ­rusu biz de sizinle beraber bekleyenlerdeniz.»

Allah Teâlâ buyurur ki: «De ki : Gerek istekli, gerek isteksiz ola­rak infâk edin. (İsteyerek veya hoşlanmayarak ne harcarsanız harca­yın, ne nafaka verirseniz verin) nasıl olsa kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, gerçekten fâşıklık eder bir kavim oldunuz.» Sonra Allah Teâlâ on­lardan bunun kabul edilmeme sebebini beyânla : «Zîrâ onlar, Allah'a ve Rasûlüne küfretmişlerdir.» buyurur. Ameller ise ancak îmân ile sa-hîh olur. «Namaza tembel tembel gelirler.» Onların amelde ne niyyet-leri ve ne de sıhhatli bir maksadları yoktur. «Ve mallarını da istemeye istemeye infâk ederler.» Sâdık ve Masdûk (olan Allah Teâlâ) onlar usan-madıkça Allah'ın usanmayacağını, Zâtının temiz olup ancak temizi kabul buyuracağını haber verir. Bu sebepledir ki onlardan ne bir amel ve ne de bir harcamayı kabul buyurmayacaktır. Zîrâ O, bunları ancak müttakîlerden kabul buyurur.[33]

 

55 — Artık onların malları da çocukları da seni im­rendirmesin. Doğrusu Allah, ancak bununla onlara dünya hayatında azâb etmeyi ve kâfirler olarak canlarının çık­masını ister.

 

Allah Teâlâ burada Rasûlü (s.a.) ne hitaben : «Artık onların mal­ları da çocukları da seni imrendirmesin.» buyurur. Başka âyetlerde de şöyle buyurmaktadır: «Onlardan bazılarına denemek için verdiğimiz dünya hayatımn süsüne gözlerini dikme. Rabbının rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır.» (Tâhâ, 131), «Kendilerine mal ve oğullar vermek­le zannederler mi ki, iyilikde onlar için acele davranmaktayız. Hayır, farkında değiller.»  (Mü'minûn, 55-56).

«Doğrusu Allah, ancak bununla onlara dünya hayatında azâb et­meyi ister.» âyeti hakkında Hasan el-Basrî : Bunların zekâtı ve Allah yolunda harcamak, demiştir. Katâde bu âyette takdim ve te'hîr oldu­ğunu söyleyip takdirini şöyle yapar: Dünya hayatında onların mallan ve çocukları seni imrendirmesin. Doğrusu Allah, ancak bununla onlara âhirette azâb etmeyi diler. İbn Cerîr de Hasan'ın bu sözünü tercih et­miş olup, bu kuvvetli ve güzel bir sözdür. Allah Teâlâ : «Kâfirler olarak canlarının çıkmasını ister.» buyurur ki Allah Teâlâ onları Öldürdüğün­de kendileri için daha acıtıcı ve azâb yönünden daha şiddetli olması için —Allah bizi bundan korusun— kâfirler olarak öldürmek ister. Bu, onların içinde bulundukları durumu onlar için derece derece arttırmak kabîlindendir.[34]

 

56  — Ve Allah'a yemîn ederler ki; gerçekten sizinle-dirler. Halbuki onlar sizinle değildirler. Ancak korkak bir kavimdirler.

57  — Eğer sığınılacak bir yer, yahut mağaralar veya bir delik bulsalardı çabucak oraya yönelirlerdi.

 

Allah Teâlâ peygamberi (s.a.) ne onların korkulannı haber vererek şöyle buyuruyor : «Allah'a yemîn ederler ki; gerçekten sizinledirler. Hal­buki onlar (gerçekten) sizinle değildirler. Ancak korkak bir kavimdir­ler. (Onları yemine sevkeden de budur.) Eğer sığınılacak bir yer (ko­runacakları bir kale ve korunacakları muhafazalı bir yer) veya (dağ­lardaki) mağaralar veya bir delik (yeraltında bir in ve çıkışı olan bir yeraltı yolu) bulsalardı çabucak oraya yönelirlerdi.» âyette geçen kelimeleri hakkında yukarda verdiğimiz açık­lamalar îbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde'ye aittir. Onlar, sizden ayrılıp bu yerlere gitmede acele ederler. Çünkü onlar sevgilerinden değil, is­temeyerek sizin içinize karışmışlardır. Sizinle bir arada olmamayı ister­ler. Ne var ki şartlar zorladığı için bu duruma düşmüşlerdir. Bu sebep­ledir ki onlar, devamlı bir üzüntü ve keder içindedirler. Bu sebeple her ne zaman mü'minler sevinse bu onlara ızdırab verir. Ve onlar, mü'min-lerle karışmamış olmayı arzularlar. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Eğer sığınılacak bir yer, yahut mağaralar veya bir delik bulsalardı ça­bucak oraya yönelirlerdi.» buyurmaktadır.[35]

 

58  — İçlerinden kimi de sadakalar hakkında sana dil uzatırlar. Eğer kendilerine verilirse hoşlanırlar, verilmez­se hemen kızarlar.

59  — Şayet onlar, Allah'ın ve peygamberinin kendi­lerine verdiklerinden hoşnûd olsalardı da: Bize Allah ye­ter, yakında bize bol nimetinden verir, Rasûlü de. Biz, an­cak Allah'a rağbet edenleriz, demiş olsalardı.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «İçlerinden (Münafıklardan) kimi de (da­ğıttığın zaman) sadakalar (in bölüştürülmesi) hakkında sana dil uza­tırlar. (Seni bu hususta itham ederler. Halbuki itham edilecek, takbih edilecek olanlar, ancak kendileridir. Bununla birlikte onlar bunu din gayretiyle yapmıyorlar. Bilakis kendi payları için ho§nûdsuzluk izhâr ediyorlar.) Eğer kendilerine verilirse hoşlanırlar, verilmezse hemen kı­zarlar.» -

İbn Cüreyc'in Dâvûd İbn Ebu Âsım'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Hz. Peygamber (s.a.) e bir sadaka gelmişti. Onu oraya, buraya bölüştürdü ve nihayet bitti. Arkasında ansârdan birisi vardı. Bu, ada­letli değildir, dedi de bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Katâde «İçle­rinden kimi de sadakalar hakkında sana dil uzatırlar.» âyetinde : Sa­dakalar hususunda sana itiraz edenler vardır, dedikten sonra şöyle de­vam eder : Bana anlatıldığına göre bedevîlikten yeni kurtulmuş çöl hal­kından birisi Allah Rasûlü (s.a.) ne geldi. Hz. Peygamber altın ve gü­müş bölüştürüyordu. Ey Muhammed, Allah'a yemîn olsun ki, şayet Al­lah sana adaletli olmanı emretnıişse sen adaletli olmadın, dedi. Hz, Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu : Yazıklar olsun sana, benden sonra sana kim adaletli davranacak? Ve şöyle devam etti: Şu ve benzerlerin­den sakının. Ümmetim içinde şunun benzerleri vardır. Kur'an'ı okurlar da boğazlarından aşağı geçmez. Onlar çıktığı zaman öldürün. Onlar çıktığı zaman öldürün. Onlar çıktığı zaman öldürün. Bana anlatıldığı­na göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle diyordu : Nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemîn ederim ki ben size bir şey yeriyorsam veya vermiyor­sam bu, benim sadece bir emanetçi olmamdandır.

Katâde'nin bu zikrettikleri, Buhârî ile Müslim'in Zührî kanalıyla... Huyvesıra —ismi Hurkûs'tur— kıssasında rivayet ettikleri hadise ben­zemektedir. Hurkûs, Huneyn ganîmetlerini Hz. Peygamber (s.a.) taksim ettiği sırada karşısına çıkmış ve : Adaletli ol, muhakkak ki sen ada­letli davranmadın, demişti. Hz. Peygamber : Eğer ben adaletli davran-madıysam kaybettim ve hüsrana düştüm, buyurmuştur. Daha sonra onun peşinden geldiğini gören Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Mu­hakkak ki, şunun neslinden öyle bir kavim çıkacak ki biriniz onların namazıyla namazını, oruçlarıyla orucunu hakîr görecek. Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Onlara nerede kavuşursanız öldürün. Onlar gökyüzü altındaki öldürülenlerin en şerlileridir... Ve Râvî hadî­sin kalan kısmını zikretti.

Sonra Allah Teâlâ onlara, içinde bulunduklarından daha hayırlı­sına işaretle : «Şayet onlar, Allah'ın ve peygamberinin kendilerine ver­diklerinden hoşnûd olsalardı da : Bize Allah yeter, yakında bize bol nimetinden verir, Rasûlü de. Biz ancak Allah'a rağbet edenleriz demiş olsalardı.» buyurur. Bu âyet büyük bir edeb ve üstün bir sır içermek­tedir ki hoşnûdluğu Allah ve Rasûlünün verdiklerinde ve yegâne Allah'a tevekkülde kılmıştır. Bu, Allah TeâJâ'nın : «Bize Allah yeter demiş ol­salardı.» kavlidir. Rasûlüne itaat, emirlerine uyma, yasakladıklarını terketme, verdiği haberleri doğrulama ve izinden gitmeye muvaffak ol­mada yegâne Allah'a rağbet de böyledir.[36]

 

60 — Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak; ancak fa> kirler, miskinler, sadaka üzerinde me'mûr olanlar, kalb-leri ısmdırılanlar, köleler, borçlular, Allah yoluna ve yol­cu içindir. Ve Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.

 

Zekâtın Verileceği Yerler

 

Allah Teâlâ bilgisiz münafıkların Hz. Peygamber (s.a.) e itirazları ile sadakaların bölüştürülmesi hususunda ona dil uzatmalannı zikret­tikten sonra sadakaları bölüştürenin, hükmünü beyân edenin, işini üze­rine alanın bizzat kendisi olduğunu, kendi duşında hiç kimseyi bunları bölüştürmede vekîl kılmadığını, âyette zikredilenlere bizzat kendisinin bölüştürdüğünü beyân etmektedir. İmâm Ebu Dâvûd Sünen'inde Ab-durrahmân İbn Ziyâd —bu râvî zayıftır— kanalıyla... Ziyâd İbn Hârîs es-Sudâî (r.a.) den rivayet ediyor ki o, şöyle demiştir : Hz. Peygamber (s.a.) e geldim ve ona bîat ettim. Bir adam geldi ve : Sadakadan bana ver, dedi. Hz. Peygamber ona şöyle cevab verdi; Muhakkak ki Allah Teâlâ sadakalar hususunda ne peygamberin ve ne de başkasının hük­müne razı olmamış ve bu hususta bizzat kendisi hüküm vererek sekiz sınıfa paylaştırmıştır. Eğer sen bu sınıflardan isen sana veririm. Sada­kaların bu sekiz sınıfın tamâmına mı yoksa onlardan imkân bulunana mı verileceği hususunda âlimler ihtilâf etmiş olup bu hususta iki görüş vardır :

Birinci görüş bu sekiz sınıfın tamâmına verilmesinin vâcib olduğu­dur. Bu, Şafiî ile bir cemâatin sözüdür.

İkinci görüş ise tamâmını bölüştürmenin vâcib olmayıp onlardan birine vermenin caiz olduğu, diğerleri olmakla birlikte bütün sadaka­nın birine verilmesinin caiz olduğu şeklindedir. Bu, Mâlik ile selef ve haleften bir cemâatin sözüdür. Ömer, Huzeyfe, İbn Abbâs, Ebu'l-Âliye, Saîd İbn Cübeyr ve Meymûn İbn Mihrân bunlardandır. İbn Cerîr der ki: Bu, ilim ehlinin tamâmının görüşüdür. Buna göre sınıfların bura­da zikredilmesi sarf yerinin açıklanması içindir. Değilse vermenin hep­sini kapsaması gerektiği anlamında değildir. Bu görüşlerin hüccet ve kaynaklarının açıklanması yeri elbette burası değildir. En doğrusunu Allah bilir.

Meşhur olan görüşe göre; burada fakirlerin önce zikredilmesi, di­ğerlerine göre darlık ve ihtiyâçlarının şiddetli olmasındandır. Ebu Ha-nîfe'ye göre miskin, durumu itibariyle fakirden daha kötü haldedir. Bu,, onun söylediği gibidir. İbn Cerîr der ki: Bana Ya'kûb'un... Ömer (r.a.) den rivayetine göre o, şöyle demiştir : Fakir, malı olmayan kimse de­ğildir. Fakat fakîr kazancı bereketsiz olandır.

Cumhûr'un görüşü bunun hilâfınadır. İbn Abbâs, Mücâhid, Hasan el-Basrî ve îbn Zeyd'den rivayete ve İbn Cerîr ile birçoklarının terci­hine göre fakîr; iffetli davranıp insanlardan bir şey istemeyendir. Mis-kîn ise isteyen (dilencilik yapan) evleri dolaşıp insanların peşlerinden (istemek üzere) gidendir. Katâde der ki: Fakîr, kötürüm olan, miskîn ise vücûdu sağlam olandır. Sevrî'nin Mansûr'dan onun da İbrahim'den rivayetine göre onlar, muhacirlerin fakirleridir. Süfyân es-Sevrı der* ki: Burada kasdedilen anlam, bedevilere sadakadan bir şey verilmeyeceği­dir. Saîd İbn Cübeyr ve Saîd îbn Abdurrahmân'dan da aynı açıklama rivayet edilmiştir. İkrime ise şöyle der : Müslümanların fakirlerine mis-kîn demeyiniz. Miskinler ancak kitab ehlinin miskinleridir. Şimdi bu sekiz sınıfla ilgili hadîsleri zikredelim :

Fakirlere gelince; İbn Amr'dan rivayet edildiğine göre, Allah Ra-sûlü (s.a.) : Sadaka; zengine, güçlü kuvvetli ve organları tâm olana helâl değildir, buyurmuştur. Hadîsi Ahmed, Ebu Dâvûd ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Bu hadîsin bir benzerini Ahmed, Neseî ve îbn Mâce de Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Ubeydullah İbn Adiy/den rivayete göre iki adam ona şöyle haber vermişler : İkisi Hz. Peygamber (s.a.) e sadakadan istemek üzere vardıklarında Hz. Peygamber gözlerini onların üzerinde gezdirmiş, onları güçlü kuvvetli görünce : Dilerseniz size ve­reyim. Ancak ne zenginin, ne de güçlü kuvvetli olup kazanamn bunda payı yoktur, buyurmuş. Hadîsi Ceyyid ve kuvvetli bir isnâd ile Ahmed, Ebu Dâvûd ve Neseî rivayet etmişlerdir. İbn Ebu Hatim «Cerh ve't-Ta'-dîl» isimli kitabında der ki: Ebu Bekr el-Absî der ki: Ömer (r.a.) «Sa­dakalar fakirlere... dir.» âyetini okudu ve: Onlar, kitab ehlidir, dedi. Ömer'in bu sözünü ondan Ömer İbn Nâfz' rivayet etmiş olup babamın bunu söylediğini işittim.

Ben de derim ki: İsnadının sahîh olması halinde bu, gerçekten garîb bir sözdür. İsnadında geçen Ebu Bekr'in meçhul olduğunu Ebu Hatim belirtmemiş bile olsa o meçhul hükmündedir.

Miskinlere gelince; Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayete göre Allah Ra-sülü  {s.a.)  şöyle buyurmuştur :

Miskin, şu insanları çokça dolaşan, bir veya iki lokmanın, bir veya iki hurmanın kendisini çevirdiği kişi değildir. Ey Allah'ın elçisi, mis-kîn nedir? diye sordular: Kendini zengin edecek bir zenginlik (mal) bulamayan, hali anlaşılıp da kendisine sadaka verilmeyen ve insanlar­dan bir şey istemeyendir, buyurdu. Hadîsi Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.

Sadaka üzerinde me'mûr olanlara gelince; onlar vergi me'mûru ve tahsildarlar olup bundan bir paya hak kazanırlar. Bunların, kendi­lerine sadakanın haram olduğu Allah Rasûlü (s.a.) nün akrabalarından olmaları caiz değildir. Müslim'in Sahîh'inde Abdülmuttalib îbn Rabîa İbn Hâris'den rivayetle sabit olan bir hadîse göre o ve Fadl İbn Abbâs Allah Rasûlü (s.a.) ne kendilerini zekât me'mûru yapması isteğiyle git­tiklerinde Hz. Peygamber: Sadaka Muhammed'e, Muhammed'in aile­sine helâl değildir. O, ancak insanların kirleridir, buyurmuştur.

Kalbleri İslâm'a ısındırılacak olanlara gelince; bunlar muhtelif kı­sımlara ayrılır : Onlardan; müslüman olmaları için verilenler vardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) Safvân İbn Ümeyye'ye Huneyn ganimet­lerinden vermiştir. O Huneyn gazvesinde müşrik olarak bulunmuştu. O, şöyle demiştir : Bana vermeye devam etti ve nihayet bana insanla­rın en sevimsizi olduktan sonra insanların bana göre en sevimlisi oldu. İmâm Ahmed der ki: Bize Zekeriyyâ İbn Adiyy'in... Safvân İbn Ümey-ye'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Huneyn günü Allah Rasûlü (s.a.) bana verdi. Muhakkak ki o, bana göre insanların en sevimsizi idi. Bana vermeye devam etti de sonunda bana insanların en sevimlisi oldu. Hadîsi Müslim ve Tirmizî, Yûnus kanalıyla Zührî'den rivayet et­mişlerdir. Onlardan; güzelce müslüman olmaları ve kalbleri İslâm'a ısındırılmak için verilenler vardır. Nitekim Hz. Peygamber Huneyn günü Kureyş'ten serbest bırakılanların ileri gelenlerinden ve eşrafın­dan bir cemaata yüzer deve vermiştir. O, şöyle buyurmuştu : Ben biri­sine, bir başkası bana daha sevimli olduğu halde, yüzüstü Allah Teâlâ onu cehennem ateşine atar korkusuyla veriyorum. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ebu Saîd'den rivayet edildiğine göre; Hz. Ali, Hz. Pey­gamber (s.a.) e Yemen'den toprağı içinde az bir miktar altın gönder­mişti. Hz. Peygamber bunu dört kişi arasında; Akra' îbn Habis, Uyeyne îbn Bedr, Alkame İbn Ulâse ve Zeyd el-Hayr arasında bölüştürmüş ve : Onları (İslâm'a) ısındırıyorum, buyurmuştur. Onlardan; benzerlerinin İslâm'a girmesi umularak, komşulanndan sadaka toplamaları umula­rak veya civar ülkelerden İslâm beldesine vuku bulacak zararı önlemek üzere verilenler de vardır. Bunun tafsilatıyla açıklaması fürû' kitabla-rındadır. En doğrusunu Allah bilir.

Hz. Peygamber (s.a.) den sonra İslâm'a ısındırılacaklara sadaka verilip verilmeyeceği hususu ihtilaflıdır. Ömer, Âmir eş-Şa'bî ve bir cemaattan rivayete göre Hz. Peygamber'den sonra onlara verilmez. Çünkü Allah Teâlâ, İslâm'ı ve İslâm ehlini aziz kılmış, onları ülkelerde yerleştirmiş ve kulların boyunlarını onlara zelîl kılmıştır. Diğerleri ise bilakis verilir, demiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) onlara Mekke'nin fethi ve Hevâzin vak'asından sonra vermiştir. Bu, ihtiyâç duyulabilecek bir durumdur ve onlara sarfedilir.

Kölelere gelince; Hasan el-Basrî, Mukâtil îbn Hayyân, Ömer İbn Abdülazîz, Saîd İbn Cübeyr, Nehaî, Zührî ve İbn Zeyd'den rivayet edil­diğine göre; onlar, mükâteb olan kölelerdir. Bu görüşün benzeri Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den rivayet edilmiştir. Bu, Şafiî ve" Leys'in görüşüdür. İbn Abbâs ve Hasan zekât ile köle âzâd edilmesinde bir beis olmadığını söylemişlerdir. Bu, İmâm Ahmed îbn Hanbel, Mâlik ve İshâk'ın da mezhebidir. Yani kölelik (rikâb) mükâtebe verilmesinden veya köle satın alınıp âzâd edilmesinden daha genel ve şümullüdür : Köle âzâd etme­nin ve kölelik bağını çözüp atmanın sevabına dâir bir çok hadîs vârid olmuştur. Muhakkak ki Allah Teâlâ onun her bir organı karşılığı âzâd edenin bir organını (ateşten) âzâd eder. Bu, mükâfatın amel cinsinden olmasındandır. «Ve yapmış olduğunuz (un karşılığın) dan başkasıyla cezalandırılmayacaksınız.»  (Sâffât, 39).

Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur : Şu üç kişiye Allah'ın yardım etmesi bir haktır : Allah yolunda savaşan gâzî, borcunu yerine getirmek isteyen mükâteb (köle), iffeti arzulayarak nikahlanan. Hadîsi İmâm Ahmed ile Ebu Dâvûd dı­şındaki Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir. Müsned'de Berâ İbn Âzib'-den rivayete göre; o, şöyle demiştir : Bir adam geldi ve : Ey Allah'ın elçisi, beni cennete yaklaştıracak ve ateşten uzaklaştıracak bir ameli bana göster, dedi. Hz. Peygamber : Bir canı âzâd et ve bir kölelik bağını çöz, kaldır, buyurdu. Adam : Ey Allah'ın elçisi, ikisi bir değil mi? diye sordu da şöyle buyurdu : Hayır, bir canı âzâd etmen yalnız başına onu âzâd etmendir. Kölelik bağını çözmen ise onun bedeline (ücretine) yar­dım etmendir.

Borçlulara gelince; onların da kısımları vardır. Onlardan kimisi bir borç veya diyeti üstlenmiş, veya bir borcu garanti etmiş, kefil olmuş ve bu kendisi üzerine vâcib olduktan sonra malına bir âfet gelmiş veya dininin edasında ya da bir günâhta borçlanarak sonra tevbe etmiş olan­lar vardır. İşte bunlara sadakadan verilir. Bu konudaki delil Kabîsa İbn Muhânk el-Hilâlî hadîsidir. O, şöyle demiştir : Bir diyeti üstlenmiştim. Allah Rasûlü (s.a.) ne geldim. Ve bu hususta ondan istedim. Dur, bize sadaka geldiğinde ondan sana (verilmesini) emredeceğiz, buyurdu. Da­ha sonra : Ey Kabîsa, şu üçten biri müstesna, dilencilik helâl değildir : Bir diyeti yüklenen kişi, diyeti ödeyinceye kadar istemek ona helâl olur. Sonra istemeyi bırakır. Bir kişi de vardır ki malına bir âfet gelir. Ya­şamasına yetecek —veya geçimini düzeltecek— kadar mala kavuşun­caya kadar istemek ona helâl olur. Bir kişi de vardır ki ona bir darlık isabet eder de kavminden akıl sahibi üç kişi kalkıp : Filânın başına bir darlık geldi ve ona istemek helâl oldu, derler. İşte yaşamasına yetecek —veya geçimini düzeltecek— kadarını elde edinceye kadar istemek ona helâldir. Bunların dışındaki isteme (dilencilik) sahibinin yemiş ol­duğu bir haramdır, buyurdu. Hadîsi Müslim rivayet etmiştir.

Ebu Saîd'den rivayete göre o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) nün zamanında bir adamın satın almış olduğu meyvelerine bir âfet gelmiş ve borcu çoğalmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) : Ona sadaka veriniz, buyurdu ve insanlar ona sadaka verdiler. Ancak borcunu karşılayacak miktara ulaşmadı. Hz. Peygamber (s.a.) alacaklılarına : Bulduğunuzu alınız, size bundan başkası yoktur, buyurdu. Hadîsi Müslim rivayet et­miştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdüssamed'in... Abdurrahmân İbn Ebu Bekr'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: Kıyamet günü Allah Teâlâ borçluyu çağırır, o, Allah'ın huzurunda durdurulur. Ey Âdemoğlu, bu borcu hangi hususta aldın ve insanların haklarını niçin zayi' ettin? diye sorar. Ey Rabbım, muhak­kak Sen bilirsin ki ben onu aldım, yemedim, içmedim^ve zayi* etmedim. Fakat elimde olana ya bir yangın, ya bir hırsızlık veya bir hasar geldi, der. Allah Teâlâ : Kulum doğru söyledi. Bu gün senin yerine onu (bor­cu) yerine getirmeye (edaya) en lâyık olan benim, der ve bir şey isteyip onun terazisinin kefesine koyar da iyilikleri kötülüklerinden ağır gelir ve Allah'ın fazlı, rahmeti ile cennete girer.

«Allah yolunda olanlar» a gelince; dîvândan hakları olmayan gâ-zîler bunlara dahildir. İmâm Ahmed, Hasan ve îshâk'a göre; bir hadîsin delaletiyle hacca gitmekte Allah yolunda olmaktır. Yolcu da böyledir. O, yanında bir şey olmayan ve bir beldeden geçen yolcudur. Yolculuğun­da kendisine yardım edilmesini ister de, malı olsa dahi memleketine gidebileceği kadar kendisine sadaka verilir. Bir şeyi olmayan ve ülke­sinden bir yolculuğa niyyetlenen kişi hakkında da hüküm böyledir. ÇJidiş ve dönüşüne yetecek kadarı zekât malından kendisine verilir. Bu­nun âyetten bir delili vardır. Ayrıca İmâm Ebu Dâvûd ve İbn Mâce'nin Ma'mer kanalıyla... Ebu Saîd (r.a.) den rivayetlerine göre; Allah Ra­sûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Şu beş kişi dışında zengine sadaka helâl değildir : Sadaka üzerine me'mûr olan, sadakayı malı ile satın alan, borçlu, Allah yolunda olan gâzî, sadakadan kendisine verileni bir zen­gine hediyye eden yoksul. Hadîsi Süfyân, Zeyd İbn Eslem'den, o da Atâ'dan mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Ebu Davud'un Atiyye el-Avfî'den, onun da Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah yolunda, yolcu, sana hediyye veren veya seni davet eden fakır bir komşu müstesna sadaka bir zengine helâl değildir.

Allah Teâlâ : «Allah'tan bir farz olarak.» buyurur ki bu Allah'ın takdiri, farz kılması, bölüştürmesi ile mukadder bir hükümdür. «Ve Allah (işlerin dışlarını ve içlerini, kullarının faydasına olanları) en iyi bilendir (işlerinde, sözlerinde, kanun koymasında ve hükmetmesinde) Hakîm'dir. O'ndan başka ilâh ve O'nun dışında Rab yoktur.»[37]

 

İzahı

 

Zekâta Tâbi Olan Mallar :

 

Gerek umûmî ta'rîflerle ve gerekse özel olarak hadîs-i şeriflerde ve diğer kaynaklarda belirtildiğine göre, zekâta tâbi olan mallan aşa­ğıdaki şekilde sıralayabiliriz :

1) Gümüş

2) Altın

3) Deve

4) Sığır

5) Koyun-keçi

6) Atlar ve diğer hayvanlar

7) Toprak mahsûlleri:

a) Buğday

b) Arpa

c) Mısır

ç) Diğer ürünler.

8) Meyveler:

a) Hurma

b) Üzüm

c) Diğer meyveler.

9) Zînet eşyası

10) Madenler ve petrol ürünleri

11) Defineler

12) Ticâret malları  (Bkz. Aynî, Buhârî şerhi, IV. 283; İbn Mâce. Sünen, 580; Neseî, Sünen, II, 33; aynı eser V, 28; Ebu Dâvûd, Sünen. I, 358.)

 

1) Gümüşün Nisabı

 

Başta Buhârî olmak üzere mu'teber hadîs mecmualarında kayde­dildiğine göre, Hz. Peygamber devrinde para olarak kullanılan gümü­şün nisabı şu hadîs-i şerîf ile sabittir :

Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber Efen­dimiz şöyle buyurmuştur : Beş ûkkiye'den az gümüşte, beş zevd'den az devede ve beş vesak'tan (bütün müctehidlerin ittifakı ile ûkkiye : 40 dirhem ağırlığında bir ağırlık ölçüsüdür. Zevd : üç ilâ otuz arasındaki deve topluluğuna verilen isimdir. Vesak: 60 sâ' olup 6240 dirhem, bu­günkü ölçülerle 200 kg.'a tekabül etmektedir. Buna göre beş vesak : 1000 kg. eder..) az hububatta zekât verme mükellefiyeti yoktur. (Aynî, Buhârî şerhi, IV, 283. Ayrıca bkz : İbn Mâce, Sünen, I, 572; Ebu Dâvûd, Sünen (hâşiyeli) I, 224; Abdurrahmân el-Bennâ, Feth el-Rabbânî, VIII, 240; Müslim, Sahîh, II, 673; Neseî, Sünen, V, 12 - 26 vd; Ahmed Hanefî, Tenvîr'uMIavâlik  (Şerh-i Muvatta')  I, Tirnıizî, Sünen, II, 392.)

Bu hububat cinsleri de toprak mahsûllerinden buğday, arpa, hur­ma, kuru üzüm, incir, mısır ve bunlar gibi ölçekle ölçülen ürünlerdir.

Bir ûkkiye'nin kaç dirhem ağırlık olduğunu Tirmizî'nin rivayet ettiği şu hadîs-i şeriften öğrenmekteyiz :

Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz şöyle bu­yurdu : At ile kölenin zekâtını affettim. Sizler, her kırk dirhemde bir dirhem zekât verin. 199 dirhemde zekât yoktur. Fakat, gümüş 200 dir­heme ulaştığı zaman, bu paradan 5 dirhem zekât vermek lâzımdır. (Tir-mizî, Sünen, II, 384; Ayrıca bkz. İbn Mâce, Sünen, I, 570.)

Başka bir yolla yine Hz. Ali'den rivayet olunan bir hadîs-i şerîf'te şöyle gelmiştir : Şüphesiz atlarla kölelerin zekâtını affettim. Fakat siz­ler, her kırk dirhemden bir dirhem zekât verin.

Bedreddîn el-Aynî, «Umdet'ul-Kârî» adlı Buhârî şerhinde, yukarıda meallerini kaydettiğimiz hadîs-i şerifi izah ederken şöyle diyor : Hadîs, fıkıh ve lügat âlimleri, şer'î ûkkiye'nin kırk dirhem olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu ûkkiye, Hicaz ûkkıye'sidir.

«Kitâb'ül-Mekâyîl» de de şöyle bir rivayet nakledilmiştir : Câhiliyet devrinde Kureyş'e âit bir takım ağırlık ölçüleri bulunmaktaydı. İslâmiyet gelince, bu ölçüler arasında bulunan ûkkıye; eskiden olduğu gibi kırk dirhem olarak bırakıldı. (Aynî, Buhârî şerhi, IV, 285; Ayrıca bkz. Abdurrahnıân el-Bennâ, Feth'ur-Rabbânî, VIII. 240.)

Yukarıdaki açıklamalar bize gösteriyor ki, hadîs-i şerifte beyân buyrulan ûkkıye, 40 dirhem olup beş ûkkıye 200 dirheme tekabül et­mektedir. Zekâtta itibâr edilen 200 dirhem gümüş nisabı, külçe altın hesabı ile olup ağırlık ölçüsüne göredir.

Günümüzde ise, milletlerarası ağırlık ölçüsü gramdır. Buna göre 200 dirhem gümüşün hesabı şöyledir : 1 dirhem — 3,2 gr. 3,2 X 200 = 640 gr. Netice itibarıyla gümüşün nisabının 640 grama tekabül ettiği anlaşılmaktadır,  (bkz. Kâmil Miras, Tecrîd tere. V, 55.)

Demek oluyor ki, Hz. Peygamber devrinde bugünkü ağırlık ölçüle­rine göre, o zaman para olarak kullanılan gümüşten 640 gr. veya buna denk madenî ve kâğıt paraya sahip olan kimse, şer'an zengindir. Bu miktar, o devirde zekât vermekte bir ölçü olarak ta'yin edilmiştir.

 

2)  Altının Nisabı :

 

Kur'an-ı Kerîm'de ne gümüş, ne altın ve ne de diğer malların ni­sabı hakkında açık veya kapalı bir hüküm yoktur. Nisâb hadîs-i şerif­lerle tesbît edilmiştir.

Altının nisabı hakkında Peygamber Efendimizden rivayet edilen bir hadîs-i şerifi aşağıda zikrediyoruz :

Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz şöyle bu­yurmuştur : Senin iki yüz dirhem gümüşün olduğu ve üzerinden de bir yıl geçtiği vakit, ondan beş dirhem zekât vermen gerekir. Altında yir­mi dînâra kadar bir şey yoktur. Senin yirmi dinarın bulunduğu ve üze­rinden bir yıl geçtiği vakit, ondan yarım dînâr zekât vermen gerekir. (Abdurrahmân el-Bennâ, Feth'ur-Rabbânî VIII, 240. Bu hadîs-i şerifin son bölümü, Seyyid Sâbık'm «Fıkh'üs-Sünne» adlı kitabında da kayde­dilmiş olup, bu hadîs-i şerifi İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd, Beyhakî de rivayet ettiler. Buhârî tashih etti, Hafız da tahsîn etti, denilmektedir, bkz. Adı geçen eser, I, 340.)

İbn Ömer ve Hz. Âişe'den rivayet olunan bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır : Hz. Peygamber, her yirmi dînâr ve daha fazla altın­dan yarım dînâr, kırk dînâr altından da bir dînâr altını zekât alırdı. (İbn Mâce, Sünen, I, 571.)

İmâm Mâlik, «el-Muvattâ» adlı hadis mecmuasında şöyle diyor : Bize göre ihtilâf bulunmayan sünnet şudur : İki yüz dirhem gümüşte farz olduğu gibi, yirmi dînâr'da da zekât vermek farzdır. Yirmi dînâr ise, Mısır dirhem ölçülerine göre 28 dirheme denk gelmektedir. (Sey­yid Sabık, Fıkh'us-Sünne, I, 340.)

Bedreddîn el-Aynî de Buhârî şerhinde altının nisabı hakkında şöyle demektedir : Altının nisabı yirmi miskâl'dir. Bu hususta itibâr edilen söz, icmâ'nın sözüdür. Ancak, Hasan-ı Basrî ve Zührî'nin : Kırk mis-kâlden az altından zekât lâzım gelmez, şeklinde bir görüşleri nakledil­miş ise de, her ikisinden meşhur olan rivayet, zekâtın yirmi miskâl'den lâzım geldiğidir.

Kâdî İyâz'm da şöyle dediği rivayet olunmuştur : Selefin bazısın­dan, yirmi miskal'den az da olsa- altının kıymeti iki yüz dirhem'e ulaş­tığı takdirde ondan zekât lâzım geldiği hususu rivayet olunmuştur. Bu sözü söyleyen demiştir ki: kıymeti ikiyüz dirhem olmadıkça da yirmi miskalden zekât lâzım gelmez. (Aynî, Buhârî şerhi, IV, 278 ye 287).

Başlangıçta eşyanın karşılığı olarak kullanılan para, gümüştü. Altın sonradan gümüşün değerine göre tedavüle girmiştir. Bu sebepten altının nisabı hakkında bazı ihtilâflar belirmiştir. İleride bu konuya yer verileceğinden, şimdilik, bu kadarını söylemekle yetiniyoruz.

Altının nisabını Hz. Peygamber devrine göre tesbîte çalıştığımız için, peşin olarak şunu söyleyebiliriz : Altından, yirmi miskalde yarım miskal zekât vermek gerekiyordu. Bugünkü ölçülere göre, yirmi miskal altının karşılığı ağırlık olarak 96 gr. dır. Buna göre 96 gr. altından 2,4 gr. zekât vermek farzdır.

 

3) Devenin Nisabı:

 

Devenin nisabı da yine Sünnet ile sabittir. Yukarıda birinci mad­dede gümüşün nisabını belirtirken kaydettiğimiz hadîs-i şerif, devenin nisabını da içine aldığı için, mezkûr hadîs-i şerifi burada da tekrarla­mak zorundayız. Hadîs-i şerifin meali şöyledir :

Beş ûkkıye'den az gümüşte, beş zevd'den az devede ve beş vesak'-dan az toprak mahsûllerinde zekât verme mükellefiyeti yoktur. (Aynî, Buhârî şerhi, IV, 286.)

Buhârî şerhi «Aynî» ve diğer kaynaklarda, zevd kelimesinin ifâde ettiği mânâ hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bize bir fikir vermesi bakımından, bu görüşleri aşağıya alıyoruz:

1) Zevd,  üç  ile on  arasındaki  deve  topluluğuna  verilen  addır. Zevd'in müfredi yoktur. Lügatçılarla Hafız bu görüştedirler. (Zürkânî, Mu vatta' şerhi, II, 41 vd.)

2) Başka bir görüşe göre de zevd, iki ile dokuz arasındaki dişi de­velere söylenir. Ebu Ubeyd bu görüştedir. (Aynî, Buhârî şerhi, IV, 286).

Ebu'l-Hasan en-Nadr İbn Şümeyl, «Kitâbu Nuût'il-İbil» adlı ese­rinde : Zevd kelimesinin erkek develer için de kullanıldığını kaydet­miştir.

3) İbn Arabi'ye göre zevci; otuza kadar olan deve topluluğuna de­nir. Ve yalnız dişi develere mahsûs bir ta'bîrdir.

4) Zevd sözü, üç deve demektir. Develer üç ve üçten fazla olduğu zaman: Falan adamın yanında zevd vardır, o'nun üç zevd borcu var­dır, benim üç zevd borcum vardır, denilir.

5) Develer üç ilâ on beş arasında oldukları zaman : Falancanın zevdlerini gördüm, denilir.

6) Kazzâr «el-Câmi'» adlı eserinde şöyle demektedir: Fakîhlerin; beş zevd'den az devede zekât yoktur, sözlerinin mânâsı, bu cinsden beş demektir.

7) Ebu Ziyâd el-Kiîâbî, kendi eseri olan «Kitâb'ül-İbil» inde şöyle diyor: Devenin üç adedi zevd'dir; ikisi zevd değildir. Zevd; üçten yir­miye kadar olan develere denir. Zevd'e bu adın verilmesinin sebebi, de­veler toplu olarak güdüldükleri içindir. (Aynî, Buhârî şerhi, IV, 286.)

8) İbn'ül-Esîr de «Kitâb'ün-Nihâye Fî Garîb'il-Hadîs» adlı eserinde, hadîs-i şerifte geçen zevd kelimesi hakkında : Develerden iki ilâ do­kuz arasıdır, demektedir. Başka bir kavle göre de, üç ilâ on arası olup zevd lâfzı müennestir. «Baîr» kelimesi gibi müfredi yoktur.

9) Ebu Ubeyd de şu görüşü belirtiyor : Zevd dişi develerden olup, erkek develere söylenmez. Fakat hadîs-i şerifte geçen zevd kelimesi, erkek ve dişi develere şâmildir. Zîrâ erkek olsun dişi olsun, beş. devesi bulunana zekât vermek farzdır.  (İbn'ül-Esîr, Kitâb'ün-Nihâye Fî Ga­rîb'il-Hadîs, Köprülü ktb. yz. nüsha, kısım-1, No : 471.)

10) Sahîh-i Müslim'in şerhi Nevevî'de de şu izâhât verilmektedir : Lügatçılara göre zevd, üç ilâ on arasındaki develere söylenir; müfredi yoktur. Nefer, rant = cemâat, kavim ve nisa = kadınlar, kelimeleri de bunun gibidir. Lügat âlimleri, hadîs-i şerifteki beş zevd sözü, beş cemel (erkek deve), beş baîr (dişi deve), beş nisve (kadın) sözleri gibi­dir, diyorlar.

11) İmâm Sibeveyh'e göre zevd, üç dişi deveye denir. Çünkü, zevd kelimesi müennestir.   (Zürkânî, Muvatta' şerhi, II, 41 vd; Nevevî, el-Minhâc, III, 4.)

12) Ebu Hâtem es-Sicistânî, bu konuda şöyle diyor: Lügat âlim­leri bu kelimenin cem'inde kıyâsı terkederek;-beş deveye, beş zevd de­mişlerdir. Bu ise, kaideye uygun değildir. (Nevevî, el-Minhâc Fî Şerh-i Müslim İbn Haccâc, III, 4.)

13) Bazıları da zevd'in bir deveye söylendiği görüşünü savunmuş­lardır. İbn Kuteybe de aynı görüşte olup, diğer ilim adamlarının gö­rüşleri, zevd'in tek deve olmadığını ve topluluk olduğunu, bu görüşün ise en seçkin ve makbul bir görüş olduğunu söyleyerek bunlar «beş el­bise» denilebileceği gibi, «beş zevd» de söylenebileceği hususunu her ne kadar delil olarak ileriye sürmüşlerse de, bu fikir, Ebu Amr tarafın­dan «hiç bir değer taşımaz» ifâdesi ile reddedilmiştir, demektir. (Aynî, Buhârî şerhi, IV, 286.)

Yukarıdan beri onüç madde halinde sıraladığımız görüşlerin hepsi, zevd'in, develerin adedi ile ilgili bulunduğu, fakat yaşları ile alâkası olmadığı noktasında ittifak etmektedirler. Aralarındaki ayrılık, yalnız develerin adetlerinin asgarî ve a'zamî hududunu tesbît etme husûsun-dadır.

Zevd, ister iki ve daha çok deve topluluğuna densin, ister üç. ilâ on ve daha yukarısına söylensin, hadîs-i şerifin ifâde ettiği mânâ bakı­mından bir deve için kullanıldığı muhakkak olduğuna göre, yani bu ifâdeden beş adet deve kasdedildiğine göre; zevd'in bir deveye ad olduğu görüşünü tercih ederek mânâ veriyoruz.

Kâmil Mîras : Tecrid tercümesinde mezkûr Ebu Saîd el-Hudrî ha­dîsini tercüme ederken, zevd kelimesini «en aşağı üçer yaşında beş deveden azında zekât yoktur» demiştir. (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh (tere.) V, 33).

Merhum bu mânâyı neye istinaden verdiğini açıklamamıştır. Esa­sen zevd kelimesinden, develerin yaşları hakkında bir mânâ çıkmamak­tadır. Ancak develerin yaşlan başka bir hadîs-i şerifle beyân buyurul-muştur.

Deve nisabının beş adet olduğunu, Ebu Saîd el-Hudrî hadîsinden başka diğer hadîs-i şeriflerden de öğrenmekteyiz.

Salim İbn Abdillah'm babasından, şöyle dediği rivayet olunmuştur: Salim bana, Hz. Peygamber vefat etmeden önce zekât hakkında yaz­dırdığı bir yazıyı okuttu. O yazıda şöyle bir ibare buldum : Beş devede bir koyun, on tanesinde iki koyun, onbeş tanesinde üç koyun, yirmide dört koyun, yirmi beşte ise iki yaşına girmiş dişi bir deve vermek ge­rekir. Otuz beşe kadar durum böyledir. Eğer iki yaşında dişi deve bu­lunmazsa, üç yaşında erkek bir deve verilmesi gerekir. Otuz beşi bir sayı geçtiği zaman kırk beşe kadar üç yaşma girmiş dişi bir deve ver­mek gerekir. Kırk beşi bir sayı yukarı geçince altmışa kadar dört ya­şına basmış dişi bir deve vermek gerekir. Altmıştan bir yukarı geçerse yetmiş beşe kadar beş yaşına girmiş dişi' bir deve vermek lâzım gelir. Yetmiş beşi bir yukarı çıkarsa doksana kadar üç yaşına basmış iki adet deve vermek gerekir. Doksandan bir fazla olursa, yüz yirmiye kadar dört yaşına basmış iki adet dişi deve vermek lâzım gelir. Develer yüz yirmiyi geçince, her elli devede dört yaşında dişi bir deve, her kırkta üç yaşına girmiş dişi bir deve vermek gerekir. (İbn Mâce, Sünen, I, 574; Tirmizî, Sünen, II, 87; Neseî, Sünen, V, 19; Buhârî, Tecrid Tercü­mesi, V, 222).

Devenin nisabı ve daha fazlasından verilecek zekât mıstarı, yuka­rıda meallerini kaydettiğimiz hadîs-i şeriflerle sabittir.

Zekâta tâbi develerin yaşlan hakkında kaynaklarda bir kayda rast-layamadık. Ancak deve nisabı ve daha fazlasında verilecek zekât mik­tarını bildiren hadîs-i şeriflerin ifâdelerinden anlaşıldığına göre, yir­mi beş deveye kadar dört koyun verilmesi gerekmektedir. Bu koyunların yaşı, zekâtları için itibâr edilen yaştır ki, bu da bir senedir. Keçiler koyun hükmüne dâhil olduklarından, onlarda da aynı şart mevcûddur. Sahîh olan rivayete göre senesini tamamlamayan koyunlar, zekât için kabul edilmez, (bkz. İbn Hümâm, Feth'ul-Kadîr, I, 501).

Yirmi beş deve ve daha fazlasından iki yaşında bir dişi deve zekât vermek gerektiği daha önce açıklanmıştı. Buna göre, elde mevcûd de­velerin yaşlarının en az iki olması îcâbettiği neticesi çıkmaktadır. Daha yukarısı için gerekli yaşlar da belirtilmiştir. Yalnız şu hususu da be­lirtmek gerekir ki; zekât için verilecek develerin dişi olması şarttır. Ayn (deve) olarak verildiği takdirde Hanefî mezhebine göre, erkek deve kabul değildir. Ancak, dişi devenin bedeli ödenirse kifayet eder. (Bkz. İbn Hümâm, Feth'ul-Kadîr, I, 495).

Develerden verilecek zekâtta bir mesele daha ortaya çıkıyor : Me­selâ, iki yaşında dişi bir deve zekât vermesi gereken kimseden, aynı yaşta fakat birbirinden değer ve vücut yapısı bakımından çok farklı develer bulunduğu takdirde, bunların hangisine itibâr edilecek?

Bu konuda Hanefî mezhebinin görüşü şöyle belirtiliyor : Şüphe yok ki, devede asıl farz olan orta yaştır. Bunun için hem fakîr, hem de zenginin durumlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Meselâ, bir kimsenin beş devesi bulunsa ve bunların içinde orta semizlikte iki ya­şında veya zayıflığı dolayısıyla aynı değerde, fakat yaşça daha büyük bir dişi deve bulunsa, bu develerden orta derecede bir koyun zekât ver­mek lâzım gelir. Eğer develer içinde orta yapılı bir deveye denk gelecek deve bulunmazsa, iki yaşında dişi bir devenin kıymeti ile ondan daha üstün bir devenin kıymetine bakılır. Orta derecede bir deve ile semiz bir deve arasındaki kıymet farkı, koyunda da itibâr edilir.

Meselâ iki yaşında dişi bir devenin kıymeti elli dirhem, ondan da­ha düşüğünün kıymeti ise yirmi beş dirhem olsa, aradaki fark yan ya-nyadır. Bu durumda beş devede orta derecede bir koyunun yan kıy­metinde bir koyun zekât vermek gerekir.

Develer yirmi beş tane olup yaşlan dört, beş veya iki olsa ve bun­lar arasında orta semizlikte iki yaşında dişi bir deve veya değerce buna denk gelecek diğer yaşlarda hayvan bulunsa, yirmi beş devede orta vü­cutlu iki yaşında dişi bir deve vermek gerekir. Mal sahibi, dilediği tak­dirde bu devenin kıymetini öder veya bunun kıymetine denk gelecek başka yaşta develer ödeyebilir. Eğer bunların arasında orta seviyede iki yaşında dişi deve veya buna denk bir deve bulunmazsa; o zaman farz olan miktar, iki yaşında dişi devenin en üstününe denk gelecek bir devedir.  (Ebu Dâvûd, Sünen, I, 362.)

Zekât develerinin yaşı konusunda aynı yerine kıymet ödendiği tak­dirde şu formülü de bu bahse ilâve edelim :

Peygamber Efendimiz malın zekâtının kırkta bir hesabı ile öden­mesini emrediyor. Bu hususta rivayet edilen hadîs-i şerifin meali şöy­ledir :  (Mallarınızın) kırkta bir zekâtını verin :

Kırk dirhemden bir dirhem vermek gerekir. İki yüz dirhem ta­mamlanıncaya kadar sizin üzerinizde bir borç yoktur. Para iki yüz dir­hem olunca, ondan beş dirhem zekât vermek îcâbeder. îki yüz dirhem­den fazlası da bu hesaba göredir.

Koyunda da kırkta bir zekât vermek gerekir. Otuz dokuz koyundan bir şey lâzım gelmez.

Sığır da otuz tane olunca bir yaşında bir sığır vermek gerekir. Kırk tanede ise, iki yaşında bir sığır verilir. Zirâat için kullanılan sığırlardan bir şey vermek gerekmez.

Develerden her yirmi beşinde beş koyun verilir... (Ebu Dâvûd, Sü­nen, I, 362.)     '

Kırkta bir hesabı toprak mahsûllerine şâmil değildir. Toprak mah­sûllerinde onda bir zekât vermek gerekmektedir. Kırkta bir hesabı, mal­lar içindir. Mal ise yalnız para, hayvan ve diğer ticâret mallan ile eşya için kullanılan bir ta'bîrdir. Bu hususta ilim adamlarının görüşlerini aşağıda kaydetmekte fayda mülâhaza etmekteyiz:

«Emval», mal kelimesinin cemidir. Araplar nazarında mal, insanın elde etmek istediği her şeye şâmildir. Deve maldır, sığır maldır, koyun maldır, diğer eşya maldır, hurma maldır, altın ve gümüş maldır. Bu sebepten Kâmûs ve Lisân'ül-Arab (Bkz. Kâmus-i Muhît, IV, 52 ve Lisân'ül-Arab, bâb'ül-Lâm) gibi lügatlarda mal, insanın sâhib olduğu bütün eşyaya şâmildir, ancak araplann köylüleri ekseriya hayvanlara mal derler; şehirliler ise çoğunlukla altın ve gümüşe mal demektedir­ler, denilmektedir.

İbn'ül-Esîr'e göre, aslında mal; sâhib olunan altın ve gümüşe de­nilir. Sonradan elde edilen diğer eşyaya da bu isim verilmiştir. Fakîhler ise, şer'an mal kelimesinin ifâde ettiği mânâyı ta'yînde ihtilâfa düş­müşlerdir.

Hanefî fakîhlerine göre mal; kendisinden faydalanılması ve topla­nılması mümkün olan her şeye denir. Bir şeyde iki varlık gâlib olma­dıkça ona mal denmez : Toplanma imkânı ve nıu'tâd şekilde faydalan­ma imkânı... Toplanılan ve kendisinden faydalanılan her şey maldan sayılır. Meselâ; toprak, hayvan, eşya ve para gibi sâhib olunan şeyler maldır.

Şafiî, Mâliki ve Hanbelîlere göre : Menfaat sağlayan varlıklar mal­dır. Malın mal olması için, onlarca bizatihi toplanmış olması gerekli değildir. Belki aslı ve kaynağı bakımından toplanma imkânı kâfidir. Şüphe yoktur ki menfaat te'mîn eden varlıklar, kaynağı itibârı ile top­lanabilirler. Teşri' ile uğraşan ilim adamları, bu görüşü kabul ederek te'lîf hakkı, îcâd hakkı ve benzeri hakları itibâr ettikleri gibi, maldan menfaati da itibâr etmişlerdir. Bu sebeble onlara göre mal, fakîhlerce itibâr edilen maldan daha umûmîdir.

Bizim tercih edeceğimiz husus; hanefîlerin ta'rifinin, Arap lügat-larınm zikrettiği lügat mânâsına daha yakın olduğudur. Zekâtla ilgili hükümlerin tatbiki bakımından en uygun mânâ da budur. (Bkz. Kar-dâvî, Fıkh ez-Zekât, I, 125 vd.)

İslâm Ansiklopedisi'nde de mal kelimesinin kullanılışı hakkında şu açıklama verilmektedir: «Eskiden mal; mülk ve servet mânâsına gel­mekte olup, bedeviler arasında bilhassa deve, arazî, para ve her hâlde şahıslaşmış malları ifâde etmekte idi. Kelime, «ma» ve «li» den meyda­na gelmekte ve umûmî olarak, bir kimseye âit herhangi bir şeyi ifâde etmektedir. Kelime «para» mânâsında «mâl-i sâmit»; buna mukabil «mâl-i nâtık» da köle ve deve mânâsına gelmektedir.

îslâmiyetin para ve mala karşı olan vaz'iyyeti, dinî sahada yazılan ilk eserlerden beri münâkaşa konusu olmuştur. Gazzâlî'nin, hâkim olan bu ahlâkî ve dinî görüşü, «İhya» nın ikinci kısmında, bilhassa onüç ve ondördüncü kitapta temsil edilmektedir.» (İslâm Ansiklopedisi, mal maddesi.)

Buraya kadar bazı ilim adamlarının görüşlerini kaydettikten son­ra daha sağlam kanâat vermesi bakımından mal kelimesinin âyet ve hadîslerde kullanıldığı mânâyı belirtmeye çalışalım.

Cenâb-ı Allah Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor : «Onların malla­rından zekât al...»  (Tevbe, 103).

«Mallarınız ile çocuklarınız, fitneden başka bir şey değildir.» (Te-ğâbün, 15).

«Andolsun ki sizi korku, açlık ve mal noksanlığı ile imtihana çeke­ceğiz.»  (Bakara, 155).

«Allah size mallarınız ve evlâtlarınızla yardım eder.»  (Nisa, 29).

«Mallarınızı, aranızda bâtıl şekilde yemeyin.»  (Bakara, 188).

Peygamber Efendimiz de Muâz İbn Cebel'i Yemen'e vâlî gönderdiği zaman ona şu direktifi vermişti: «Onlara bildir ki, Cenâb-ı Allah ken­dilerine, mallarından zekât vermelerini farz kılmıştır...»

Beşîr İbn Hassasiyye'den şöyle dediği rivayet olunmuştur : Hz. Pey-gamber'e : Zekât toplayanlar bize haksızlık ediyorlar; yaptıkları hak­sızlık miktarı mallarımızdan gizleyelim mi? diye sorduk. Hz. Peygam­ber; hayır, buyurdu. (Ebu Dâvûd, Sünen, î, 366).

Müctehidler ve Hadîs İmamları da zekât bahsinde babların başın­da mal kelimesini kullandıkları görülmektedir. (Bkz. İbn Mâce, Sünen, I, 571; Neseî, Sünen, V, 23; Şafiî, Kitâb'ül Ümm, II, 66 ve Serahsî, Ze-, kât bahsi).

Yukarıda kaydettiğimiz âyet ve hadîs meallerinde de görüleceği gibi mal kelimesi, mutlak olarak zikredilmiş olup zekâta tâbi bütün mallan içine almaktadır. Elde edilme imkânı olup da henüz edinilmeyen var­lıklar, bu ifâdelere göre maldan sayılmıyor. Kırkta bir zekât vermeyi emreden hadîs-i şerîf, onda bir zekât verilmesi gereken toprak mahsûl­lerini bu ta'bîrin dışında bırakmaktadır. Bu durumda mal kelimesi, top­rak mahsûlleri dışındaki bütün varlıklara şâmil gözükmektedir. O hal­de esâs konumuz olan develerin zekâtında, verilmesi mecburî develerin kıymeti ödenmek istendiği takdirde, belli bir yaştaki devenin en iyisin­den mi, yoksa orta derecede kıymet taşıyanı üzerinden mi ödeneceği müşkülünü, kırkta bir zekât vermeyi emreden hadîs-i şerifin ışığı al­tında çözmeğe çalışalım.

Hadîs-i şerîf te kırkta bir zekât verilmesi emredildikten sonra, hangi mallardan kırkta bir zekât verilmesi gerektiği beyân buyrulmaktadır. Para, deve ve benzeri hayvanlarda kırkta bir nisbetlerinin birbirine uy­gun olduğu görülüyor. Meselâ, kırk koyunda bir koyun, beş devede bir koyun, yirmi beş devede bir deve veya beş koyun, kırk sığırda bir sığır, değer bakımından birbirine uzak olmayan ve çok yakın olan nisbetler vermektedirler. Mezkûr malların kırkta birlerinin birbirine denk oldu­ğunu Şemseddîn es-Serahsî'de belirtmektedir. Kitabında şöyle diyor: Ebu Hanîfe'ye göre : Sene başında ya malın bizzat kırkta birini ver­mek gerekir, yahut da değerinin kırkta birini vermek lâzım gelir.

Serahsî bu konuyu daha da aydınlatarak şöyle devam ediyor : Ni-sâb Ölçülerinde kıymete itibâr edilir. Zîrâ koyunun o devirdeki kıymeti beş dirhemdi. İki yaşında dişi bir devenin fiatı da kırk dirhemdi. Beş devede zekât vermenin farz oluşu ne ise, 200 dirhemde de odur.

İbn Hümâm da «Feth'ul-Kadîr» adlı kitabında yukarıda Meb-sût'dan naklettiğimiz görüşten bahisle şöyle demektedir: Zekâtta mal­lar için emrolunan miktar, kırkta birdir. Zîrâ Peygamber Efendimiz: Mallarınızın kırkta bir zekâtını verin, buyurmaktadır. Bir koyun, deve nisabının kırkta, birine yakındır. O devirde koyunun kıymeti beş dirhem, devenin kıymeti ise kırk dirhemdi. Beş devede bir koyun verilmesi, iki yüz dirhemde beş dirhem vermek gibidir.

Şah Veliyullah, «Huccetullah'il-Bâliğa» adlı eserinde şöyle diyor: Beş deve, koyun nisabının en ednâsı hükmünde kabul edilerek ondan bir koyun zekât verilmesi emredilmiştir.

Deve, koyun, sığır ve Peygamber (s.a.) devrinde para olarak kulla­nılan gümüş ile altın arasında bir muvâzene olduğu anlaşılmaktadır. Hattâ diyebiliriz ki, altın ve gümüş nisabında ta'yîn edilen miktar, diğer malların nisâblannın bir fiatı durumunda idi. Daha ileride de .açıklanacağı gibi, bunların gerçekten eşyanın fiatı olarak ta'yîn edildi­ğini ileri süren ilim adanılan da vardır.

Bu ma'lûmât ışığında şimdi biz neticeye varabiliriz : Mâdeni ki para ve eşya arasında bir muvâzene gözetilmişti, öyle ise beş devede ve­rilecek zekât miktarı bedel olarak düşünüldüğü takdirde, nasıl bir ko­yunun bedeli esâs alınacaktır? Bir yaşında koyunların ednâ ve a'lâsı arasında bölgelere göre epey farklar ortaya çıkabilir. Bu takdirde me­selâ deve zekâtını kıymet üzerinden ödeyen muhtelif kimselerin orta olarak kabul edebilecekleri koyunların fiatları arasında ihtilâf zuhur edeceğinden, aynı konuda iki türlü ve birbirinden farklı muamelenin icrası gerekecektir. Bu mahzurdan tamamen kurtulabilmek için şu yol­dan hareket etmekte fayda olduğu kanaatindeyiz. Ebu Hanîfe'nin gö­rüşünde olduğu gibi: Beş devenin fiatı takdir edilmeli ve toplam değe­rinin kırkta biri zekât olarak verilmelidir.

 

4)  Sığırın Nisabı,

 

Sığırın nisabı, Muâz İbn Cebel'den rivayet olunan şu hadîs-i şerîf ile sabittir :

Muâz İbn Cebel şöyle diyor : Rasûlullah (s.a.) beni Yemen'e gön­derdi ve her otuz sığırdan iki yaşında dişi veya erkek bir sığır, kırk sığırdan üç yaşında dişi bir sığır ve her yüklü sığırdan da bir dînâr para veya buna denk «Maâfir» (Maâfir, Hemedân kabilesine nisbet edilen bir elbise cinsinin adıdır) elbisesi zekât almamı emretti.

Sığırın nisabını bu hadîs-i şeriften öğrenmekteyiz. Senelik zarurî ihtiyâcından fazla olarak bu sayıda sığın bulunan bir müslüman şer'an zengindir. Böyle bir kimse, bu nisaba ayn olarak veya bunun bedeli olarak sahip olmayanlara zekât vermesi gerekir. Otuz sığır veya otuz sığır değerinde parası olan kimseye zekât verilemez.

Sığırın nisabında asgarî sınır otuzdur. Azamîsi için muayyen bir sınır tesbît edilmiş değildir. Değişik sayılarda, değişik nisbetlerde zekât vermek gerekir. Biz, burada sığır zenginliğinin en aşağı hududunu tes­bît etmek için bir delil olmak üzere mezkûr hadîs-i şeriri kaydetmekle yetiniyoruz.

Devede olduğu gibi, zekâta tâbi sığırların yaşi hakkında da bir kayda rastlamadık. Ancak, verilmesi gereken zekât sığırın yaşı, asgarî bir sınır olarak kabul edilebilir. Buna göre otuz sığırın yaşları en az iki veya iki yaşında bir sığırın değerinde olmalıdır.

Zekât olarak verilecek sığırın yaşı, bütün kaynaklarda belirtildiği­ne göre, ikidir. Yukarıda meâlen zikrettiğimiz hadîs-i şerifte bu yaş açıkça görülmektedir. Kırk sığırda ise, üç yaşında dişi bir sığır verilir. (Bkz. aynı eserler ve aynı sayfalar. Ayrıca : İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 592 ve el-Ümm, II, 11, 61 vd; Serahsî, Mesbût, Kitâb'üz-Zekât). Sığı­rın zekâtını verirken iki yaşında ortalama bir danayı itibâr etmek lâzım gelir. Zîrâ en aflasını itibâr etmek, mal sahibine zarar verir; en aşağı­sını itibâr etmek de fakire zarar verir. Orta derecede bir sığır buluna­madığı veya mal sahibi sığır yerine kıymetini ödemek istediği veya buna mecbur kaldığı zaman orta derecede bir sığırın değerini hesâb ederek zekâtını verir. Yukarıda deve nisabı bahsinde belirttiğimiz gibi, orta dereceyi bulmak güçlüğü bahis konusu olabileceğinden, sığır zekâ­tının kıymet üzerinden ödenmesi halinde de aynen en az iki yaşında otuz sığırın orta hallileri hesâb edilir; veya eğer mal elinde mevcûd ise, mevcûd otuz sığırın değerini hesâb ederek toplam değerinin 1/40 mı öder. Ve böylece zekât borcundan kurtulmuş olur. Ayn olarak ödemek istediği takdirde de yine otuz sığırın toplam değerinin kırkta biri tuta­rında bir sığır vermesinin, mes'ûliyetten tamamen kendini kurtarmak bakımından daha uygun olduğu düşünülmüştür.

 

5) Koyunun Nisabı;

 

Koyunda zengin sayılmanın asgarî Ölçüsü kırk adettir. Ancak bun­ların, senelik zarurî ihtiyâçtan fazla olması şart koşulmuştur. Senelik ihtiyâçtan artan koyunlar kırka baliğ olunca, bunlardan bir koyun veya bir koyunun karşılığında para ve eşya vermek farzdır.

Koyunun nisabını Sünen-i İbn Mâce ve Sünen-i Tirmizî'de rivayet olunan şu hadîs-i şeriften öğrenmekteyiz: Koyunda 1/40 zekât verilir. 120 ye kadar böyledir. Koyunlar yüz yirmiyi aşınca iki yüze kadar iki koyun; iki yüzden fazla olunca üç yüze kadar üç koyun vermek lâzım­dır. Koyunlar üç yüzden fazla olunca, her yüzde bir koyun verilir. Son­ra dört yüze ulaşıncaya kadar bir şey vermek gerekmez. Zekât almakta ayrı ayrı kimselerin koyunları birleştirilmez. Zekât vermemek için de toplu olan koyunlar birbirinden ayrılmazlar. Karışık halde bulunanlar ise, mülkiyet nisbetine göre hesâb edilirler. Zekâtta yaşlı veya kusurlu olanlar kabul edilmez.

Yukarıda mealini kaydettiğimiz hadîs-i şerîf, koyun cinsinden as­garî zenginlik sınırını çizmekte, ayrıca muhtelif saklardaki koyunlar­dan zekât vermekte ta'kîb edilecek yolu da göstermektedir.

Gümüş, altın, deve ve sığırda kırkta bir hesabı ile zekât vermek gerektiği gibi, koyunda da bu prensib bariz olarak görülmektedir. Yal­nız nisâb miktarından daha çok sayıdaki koyun ve diğer mallardan ve­rilmesi gereken zekâtların, hadîs-i şerifte beyân buyrulan 1/40 for­mülüne tamamen uymadığı görülüyor. 1/40 hesabı, mezkûr malların yalnız nisâblarında birbirine çok yakın bir nisbet arzettiği görülmekte­dir. Esasen bizi ilgilendiren taraf da burasıdır.

Paradan verilecek zekâtta ise, durum tamamen hadîs-i şerîf'e uy­makta; nisâb miktarı ve daha fazlası için aynı nisbet uygulanmaktadır. Bunun sebebini kanâatimizce, hayvanların yetiştirilme ve beslenmesin-deki zorluk ile, ansızın telef olma ihtimâlinin bulunmasına bağlamak, gerektir. Parada ise, böyle bir külfet bahis konusu değildir; muhafazası kolaydır. Bu sebeple hayvan cinsinden mala sâhib olanlar bazı durum­larda paraya göre daha az sorumludurlar. Burada hayvancılığa teşvik olduğu noktası da göze çarpmaktadır. Parasını hayvanlara yatırıp, bun­ların sayılarını çoğaltanlara adetâ bir bağışta bulunulmaktadır. Ko­yun nisabını ta'yîn ettikten sonra, bir de ondan verilmesi gereken zekât hayvanının yaşını tesbîte çalışalım.

îmâm Şafiî, zekât olarak verilecek koyunların yaşı hakkında şu rivayeti naklediyor : Mis'ar'dan rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir: iki adam bana gelerek şöyle dediler: Rasûlullah (s.a.), insanlardan ze­kât toplamak için bizi görevlendirdi. Ben de onlara bulduğum yüklü ve en üstün bir koyunu çıkarıp verdim. Fakat, bunu bana iade ederek : Rasûlullah (s.a.), bize yüklü koyunu almayı yasakladı, dediler. Ben de onlara orta derecede bir koyun verdim; onu aldılar.

Hanefî mezhebine göre; koyunun zekâtında bir yaşını tamamlamış bir hayvan alınır. Keçi de aynen koyun hükmüne bağlı olup, ondan alı­nacak zekât keçisinin bir seneyi tamamlamış olması gerekir. Sahîh olan rivayete göre, koyun ve keçide altı aylık hayvan zekât için kabul edil­mez. 

Kasım îbn Sellâm zekât koyunlarının yaşlan hakkında, rivayetlere dayanan görüşünü aşağıdaki şekilde açıklıyor :

Koyunların zekâtında, sığırda olduğu gibi yalnız iki yaş itibar edi­lir. Sığırda buna «Tebf», ve «Müsinn» denilir; koyunda ise, aynı yaşlar için «Cezea» ve «Seniyye» ta'bîri kullanılır. (Yani sığırda nasıl, bir ya­şını doldurmuş olmak şart koşulmuş ise, koyunda da aynı şart bahis ko­nusudur. Ancak ondan farklı olarak koyunda altı ay ile bir yaş ara­sında olan koyunların da zekât için mu'teber oldukları, görüşü vardır.) Bu hususta hadîsler vârid olmuştur

MekhûTden rivayet olunduğuna göre; Ömer îbn Hattâb, koyunla­rın zekâtı konusunda Süfyân îbn Abdillah'a şöyle demiştir: Koyundan bir yaşındakini veya senenin ekserisini tamamlamış olanı zekât al.

Salim İbn Abdillah el-Muhârıbî'den rivayet edildiğine göre de : Hz. Ömer, bir bölgeye zekât toplama me'mûru gönderip ona ancak bir ya­şında ve senenin ekserisini tamamlamış koyunları zekât olarak alma­sını emretmiştir.

Zekâtta sığır ve koyunlar için erkek ile $işi arasında bir fark yok­tur. Bunun gibi, devede olduğu üzere birinin diğeri üzerine yaş bakı­mından üstünlüğü de yoktur. (Kasım İbn Sellâm, Kitâb'ül-Emvâl, 390).

Zekât koyunlarının yaşı konusunda az bir fark ile ileri sürülen gö­rüşler arasında, bir yaşında olma şartını tercih etmeye daha uygun buluyoruz. Zîrâ Hz. Ömer'in her iki yaşı atıf vâvı ile bir arada zikret­mesi, bir yaşındaki koyun gösterişinde olanlar için makbul olduğu ve zekât toplayanlara bir kolaylık olması bakımından çıkar yol gösterildiği anlaşılmaktadır. Her iki yaşın da esâs alınmasına imkân yoktur. Çünkü bir konuda bir tek esâs kabul edilir. Aksi takdirde gerek ayn olarak ve gerekse bedel olarak zekât verecekler, müşkül ve değişik bir hükümle karşılaşabilirler. Meselâ, iki müslümandan biri altı aylık bir koyunu esâs alarak zekât öder, diğeri bir senelik koyunu esâs alarak öderse, arada muazzam bir fark belirir ki, bu da fakirin zararına olur. Yalmz, mal sahibi bir yaşında koyun bulamadığı ve zekâtını paraya çevirmek istemediği veya buna imkân bulamadığı takdirde, bir yaşındaki koyun değerinde altı aylık bir koyunu Ödeyerek borçtan kurtulabilir. Fakat bu koyunun, bir yaşındaki koyundan daha az değerde olmaması lâzım­dır. Aksı halde farkını ödemelidir.

 

6) Atların Zekâtı;

 

Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur : Müslümana atından ve kölesinden dolayı zekât lâ­zım gelmez. (Buhârî, Sahîh, II, 121; bkz. Müslim, Sahîh, II, 676; Tir-mizî, Sünen, II, 392; Neseî, Sünen, V, 25 ve Ebu Dâvûd, Sünen, I, 369.)

Bu hadîs-i şerîf, mezhep imamları ile diğer ilim adamları tarafından, zekâttan muaf tutulan temel ve zarurî ihtiyâçlar bahsinde bir delil olarak kabul edildiği görülmektedir. Buna göre atlardan sûret-i kat'iy-yede zekât lâzım gelmeyeceği görüşünü savunan olduğu gibi, ihtiyâç­tan fazla elde bulunan; veya zevk için saklanan; veya ticârette kulla­nılan atlardan da zekât lâzım geleceği görüşünü savunanlar da vardır.

İmâm Ebu Yûsuf, İmâm Muhammed ve İmâm Şafiî'ye göre, hak­larında, nass (hadîs-i şeriften delil) bulunmasına binâen kölelerle at­lardan hiç bir. suretle zekât vermek gerekmez. (Bkz. İbn Hünıâm, FethHıl-Kadîr, I, 502; Dâmad, I, 200).

Ebu Hanîfe ve İbrâhîm en-Nahaî'ye göre ise; senenin ekserisini mer'aiaikla otlamak sureti ile geçinen atlar, ister erkek olsun, ister dişi olsunlar onlardan zekât vermek gerekir. Hadîs-i şerifte beyân buyru-lan : Atlardan zekât lâzım gelmeyeceği hükmü ise, harplerde kullanılan atlara mahsûstur. Muharebelerde kullanılan atlar o devirde zarurî ihti­yâçtan sayıldığı için, Hz. Peygamber onlan zekâttan muaf tutmuştur. Bunların dışında ticâret için veya ihtiyâçtan fazla olarak bulunduru­lan atlar da .zekâta tâbidir.

Atların zekâtında ta'kîb edilecek yol, Hz. Peygamber tarafından gös­terilmiştir. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuru­yor : Sâime (senenin ekserisini mer'ada otlayarak geçinen cinsten) olan bütün atlardan bir dînâr veya 10 dirhem zekât vardır. (Bkz. Aynı eser­ler, 502 ve 200).

Bu hadîs-i şerîf, bizlere atların zekâtında ta'kîb edilecek yolu gös­termektedir. Bir dînâr veya 10 dirhem, Hz. Peygantber devrinde iki koyun satın alabiliyordu. (Bkz. bu kitap, koyunun fiatı bahsi, s. 158). Atların sahibi isterse bunu para olarak verir, dilerse iki koyun verir ve eğer isterse atın kıymetinin 1/40'mı verir. Atın değeri nisâb mikta­rına ulaşırsa hüküm böyledir. Eğer nisâb miktarı kıymet taşımıyorsa ondan zekât vermek gerekmez. Ticâret için kullanılan katır, eşek ve benzeri hayvanlar da atların statüsüne tâbidir.

İşte görülüyor ki, atlarda nisâb itibarî kıymet üzerindendir. Atla­rın zekâtının kıymet üzerinden verilmesi Hz. Ömer'den rivayet edilmiş­tir. (Bkz. Ibn Hümâm, Feth'ul-Kadîr, I, 502 ve Şeyhzâde Abdurrah-mân, Dâmad, 1, 200.)

Burada bizim tercih ettiğimiz görüş, Ebu Hanîfe ve İbrâhîm en-tfahaî'nin görüşleridir.

 

7)  Toprak Mahsûllerinin Nisabı .

 

Toprak mahsûllerinin zekâtı, Ebu Saîd ei-Hudrî'den rivayet edilen şu hadîs-i şerif ile sabittir:

Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: Beş ûkkıye (iki yüz dir­hem) den az gümüşte zekât yoktur. Beş zevd'den az devede zekât yok­tur. Beş vesaktan az toprak mahsûllerinde de zekât yoktur. (Buharî, Tecrid-i Sarih (tere.) V, 32 Hadîs No: 692; bkz. Neseî, Sünen, V, 30).

Ükkıye ve zevd ta'bîri hakkında gümüş ve deve nisâblan bahsinde yeteri kadar bilgi verilmiştir. Biz burada yalnız ölçek üzerinde dura­cağız.

Kaynaklarda belirtildiğine göre, bütün müctehidlerin ittifakı ile bir ölçek, 60 sâ'dır. (Bkz. İbn Mâce, Sünen, I, 586; Tirrnizî, Sünen, II, 392; Aynî, Buhârî şerhi, IV, 287; Şafiî, el-Ümm, II, 28). Be$ vesak, bu du­rumda üç yüz sâ' eder. Bugünkü ağırlık ölçülerine göre bir sâ'ın kaç kg. ettiğini bilmemiz gerekir ki, toprak mahsûllerinin nisâb miktarını bilmiş olalım. Bu hususta derin araştırmalar yapan Prof. Kâmil Mîras birçok mütalaaları kaydettikten sonra şu neticeyi veriyor :

Bir sâ' 1040 dirhem ağırlığındaki ölçeğe denildiğine göre, beş ve­sak, kesirsiz olarak 1000 kg. ve eski hesap ile 780 okka eder. Ancak Hz. Peygamberin sâ'ının miktarında Irak âlimleri ile Hicaz âlimleri arasın­da ihtilâf bulunup Irak'lılara göre, bir sâ1 sekiz Bağdat ntlı, Hicâz'iı-lara göre, 5,1/3 Medine ntlı olduğundan, beş vesaktan ibaret olan alt­mış sâ-ı Nebî, Irak'lılara göre 480, Hicâz'lılara göre de 320 rıtıl eder. (Bkz. İbn'ül-Esîr, en-Nihâye, IV, 223). Fakat rıtlın kesri, Irak'lılara göre 20 istar, Hicaz'lılara göre ise 30 istar olduğundan, aşağıda rakamlarla gösterileceği üzere netîce itibarıyla birdir. Yani bir sâ' 1040 dirhem'dir.

Irak'lılara Göre :

Bir sâ' = 8 ntıl X 20 istar = 160 istar X 6,5 dirhem = 1040 dirhem.

Hicaz'lılara Göre :

Bir sâ' = 5, 1/3 rıtıl X'3O istar = 160 istar X 6,5 dirhem = 1040i dirhem.

Beş vesakm bin kilo ve eski hesap ile 780 okka olduğunu da ra­kamlar ile ayrı ayrı şöyle izah ederiz :

5 vesak X 60 sâ' = 300 sâ' X 1040 dirhem = 312000/312 = 1000 kg.

5 vesak X 60 sâ' = 300 sâ' X 1040 dirhem = 312000/400 = 780 okka.  (Kâmil Mîras, Tecrid-i Sarih tercümesi, V, 81 vd.)

Beş vesak, bin kiloluk bir ağırlığa tekabül ettiğine göre, toprak mahsûllerinin nisabında itibâr edilen ölçü bir tondur. Senelik ihtiyâ­cından fazla bir ton toprak mahsûlü elinde bulunan kimseye, onda bi­rini zekât olarak vermesi gerekir. Ayn olarak verilmek istenmediği tak­dirde bu miktarın (onda bir) bedeli hesâb edilerek ödenir. Bu hüküm, yani onda bir zekât verilme hükmü, yağmur, nehir ve göze suları ile kendiliğinden sulanan toprakların mahsûllerine aittir. Dışardan bir emek sarfı ile sulanan toprak mahsûllerinde ise durum değişmektedir.

Bu hususta Peygamber Efendimizden şu mealde bir hadîs-i şerîf rivayet edilmiştir:

Sâlim'in babasından rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu : Yağmur, nehir ve göze suları ile (kendiliğinden) sulanan ve­ya kendiliğinden sulu olan arazî mahsûllerinde onda bir, hayvanlar ve havuzlar yardımı ile sulanan toprak mahsûllerinde ise yirmide bir zekât verilir.  (Neseî, Sünen, V, 31; bkz. Müslim, Sahîh, II, 675.)

Bugün sulamada kullanılan hayvanların yerini motor gücü, ha­vuzların yerini de barajlar almıştır. Gerek ibtidâî usûlde olduğu gibi hayvan ve havuzlar yardımı ile sulanan arazî, gerekse motor ve baraj suları ile sulanan arazî aynı hükme bağlıdır. Eğer baraj suyu para kar­şılığı te'mîn ediliyorsa, hüküm havuz suyu hükmündedir. Yok eğer be­dava te'mîn ediliyorsa, o takdirde kendiliğinden sulanan topraklar hük­mü carî olur. Yani onda bir zekâta tâbi olur.

Hayvan veya havuz yardımı ile veya bunların yerinde kullanılan motor, baraj ve benzeri teknik vâsıtalarla sulanan toprak mahsûllerin­den yirmide bir, yani kendiliğinden sulanan arazîlere nisbetle 1/2 nis-betinde daha az zekât alınmasının sebebi, bu gibi toprakların işletilme­sinde dışardan bir güç tatbîk edilmesi neticesi yapılan masraf ve çekilen zahmetlere binâendir. İslâm dini, sarf edilen enerjiyi ve yapılan masraf­ları göz önünde bulundurarak âdilâne bir hüküm koymuştur ki, müs-lümanlar mağdur kalmasın.

Umûmî olarak toprak mahsûllerinin nisâb miktarını tesbît ettikten sonra, şimdi de hadîs-i şeriflerde zikri geçen toprak mahsûllerinden buğdayın nisabı ile diğer ürünlerin nisabını açıklamaya çalışalım.

a)  Buğdayın Nisabı:

Ebu Saîd el-Hudri'den rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: Buğday ile hurmada, beş ölçeğe ulaşıncaya kadar ze­kât farz olmaz. Gümüşte ise beş ûkkıyeye ulaşıncaya kadar, develerde de beş zevde varıncaya kadar zekât farz olmaz. (Neseî, Sünen, V, 30.)

Yukarıda da belirttiğimiz gibi beş ölçek 1000 kg. dır. Bir kimsenin senelik ihtiyâcından fazla olarak 1000 kg. buğdayı bulunursa, şer'an zengindir. Bü miktarın onda birini vermek farzdır. Eğer buğday mah­sûlü, enerji ve para sarfı ile yetişiyorsa o zaman yirmide birini vermek gerekir.

b) Diğer Ürünlerin Zekâtı:

Buğdayı bir misâl olmak üzere aldık. Diğer tahıl ve ürünlerin ze­kâtı ise toprak mahsûlleri maddesinde zikrettiğimiz hadîs-i şerife dayanmaktadır. Meşhur Ebu Saîd el-Hudrî hadîs'i, Buhârî-i Şerifte, diğer . kaynaklardan farklı olarak şu şekilde rivayet edilmiştir :

Hububat maddeleri ile hurma beş Ölçek, deve beş zevd, gümüş de beş ûkkıye olmadıkça bunlardan zekât vermek gerekmez. (Buhârî, Sa-hîh, II, 112 vd; Neseî, Sünen, V, 30 vd; bkz. Müslim, Sünen II, 674).

Yukarıdan beri maddeler halinde belirtmeğe çalıştığımız zekâta tâbi eşya ve gümüşün nisâbları, değişik rivayet ve ifâdelerle tek kay­nağa yani Ebu Saîd el-Hudrî hadîsine dayanmaktadır. Ancak değişik rivayet yollarında bazı cins maddelerle kayıdlandırılmış olduğundan, özel olarak bu maddelerin nisâblanmn dayandığı delilleri göstermek ba­kımından, bu hadîs-i şeriflerden birer örnek kaydetmeği uygun bulduk. Daha geniş bilgi için de dip notlarda kaynakları gösterdik. Gerektiğin­de bu kaynaklara müracaat edilebilir.

Toprak mahsûllerinin tümünden mi, yoksa bir kısmından mı ze­kât lâzım geleceği hususunda mezheb imamları ve âlimler arasında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bize daha kesin bir kanâat vermesi bakımından bu görüşleri kaydetmekte fayda mülâhaza ediyoruz.

Zekâta Tâbi Toprak Mahsûlleri İle Meyve ve Sebzeler :

Hasan-ı Basrî ile Şa'bî'ye göre toprak mahsûllerinden yalnız hakla­rında nass bulunanlar zekâta tâbidir. Hadîs-i şeriflerde belirtilmeyen toprak mahsûlleri ile meyvelerden zekât alınmaz. Bu maddeler de şun­lardır : Buğday, arpa, mısır, hurma, kuru üzüm. Şevkânî de bu mezhebi kabul etmiştir.  (Seyyid Sabık, Fıkh'üs-Sünne, I, 349.)

Ebu Hanîfe'ye göre yerden çıkan bütün mahsûllerden zekât alınır. Sebze, meyve ve diğer mahsûller arasında bir fark yoktur. Yalnız Ebu Hanîfe, toprağın işlenmesi ile âdette gelir te'mîn etme ve hemâ kasdet-meyi şart koşmuştur. Hattâ bu kadarla, da kalmayarak odun, ot ve kamış ile meyvesiz ağaçlar dışında,, ister kendiliğinden sulu olsun, ister dışardan bir enerji sarfı ile sulansın, bütün toprak mahsûllerinden ze­kât alınması görüşünü savunmuş ve azı ile çoğundan bir fark gözet­memiştir. O'na göre, toprak mahsûllerinin zekâtında nisâb ve havelân-ı havi de şart değildir. (İbn Hümâm, Feth'ul-Kadîr, II, 2.)

İmâm' Ebu Yûsuf ve İmâm Muhammed'e göre, bir sene ilaçlanma­dan kalmak şartı ile ister hububat olsun, ister şeker ve pamuk gibi tartı ile ölçülen mahsûller olsun, hepsinden zekât lâzım gelir. Eğer bu mahsûller, karpuz, kavun, hıyar, meyve, sebze ve benzeri bir sene kala­mayan maddelerden olursa bunlardan zekât lâzım gelmez. (Seyyid Sabık, Fıkh'üs-Sünne, I, 349; Ayrıca bkz. İbn Hümâm, Feth'ul-Kadîr, II, 3.).

Şihâbuddîn Ahmed el-Heytemî'nin «Tuhfet'ul-Muhtâc» adlı kita­bında kaydettiğine göre; zekât, yalnız yiyecek maddelerine mahsûstur.

Bunlar da, Hububat maddeleri, buğday, arpa, pirinç, mercimekle diğer yiyecek maddeleri ve yaş meyveler ile kuru üzümdür. (Şihâbuddîn Ah-med el-Heytemî, Tuhfet'ül-Muhtâç, III, 240.)

İmâm Mâlik zekâta tâbi olan toprak mahsûllerini sayarken: Buğ­day, arpa, mısır, pirinç, mercimek ve benzeri yiyecekleri zikrettikten sonra incir, elma ve nar gibi meyve ve sebzelerden zekât vermek gerek­mediği görüşünü savunuyor. (Zürkânî, Şerh'ul-Muvatta', II, 7İ ve 68; bkz. Seyyid Sabık, Fıkh'üs-öünne, I, 350.)

İmâm Şafiî, insanlarca yiyecek maddesi kabul edilen mahsûllerden olmak şartı ile topraktan çıkan bütün ürünlerden zekât vermek lâzım geldiği görüşündedir.  (Aynı eser, I, 350.)

İmâm Nevevî, Şafiî mezhebinin görüşünü belirtirken yukanda kay­dettiğimiz maddeleri zikrederek şöyle demektedir : Bizim mezhebimize göre (Şafiî) yeşilliklerden zekât lâzım gelmez. (Aynı eser, aynı sayfa).

İmâm Ahmed İbn Hanbel, ister yiyecek maddesi olsun, ister giye­cek maddesi olsun, ister baklagiller olsun ve ister meyveler olsun, top­rakta ekilen ve kuruyup kalabilen bütün mahsûllerden zekât lâzım gel­diği görüşünü savunmuştur. (İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 691; bkz. Sey­yid Sabık, Fıkh'üs-Sünne, I, 350.)

Görülüyor ki, İmâm A'zam'dan başka bütün mezheb imamları ile diğer ilim adamları, toprak mahsûllerinin zekâtında bir sene elde kal­mayı şart koşmaktadırlar. Ebu Hanîfe ise senede iki defa mahsûl veren topraklan nazar-ı itibâra alarak toprak mahsûllerinin bir sene elde kalmasını şart koşmamakta; ve ister az olsun, ister çok olsun, elde edilen bütün toprak mahsûllerinin zekâta tâbi olduğu görüşünü savun­maktadır. (İbn Âbidîn, II, 67). Bu bakımdan Ebu Hanîfe'nin görüşü dikkate şayandır. Fakat toprak mahsûlleri için belli bir nisâb kabul et­meyişi, fakirlerin durumu göz önünde bulundurulduğu takdirde, müş­kül bir mesele ortaya çıkarmaktadır.

Bizim tercih edebileceğimiz husus, toprak mahsûllerinde nisâb mik­tarından fazla olduğu takdirde, hepsinden zekât lâzım geldiğidir. Buna göre, bazı meyvelerle sebzelerin nisabını da aşağıda zikrediyoruz.

 

8) Meyvelerin Zekâtı;

 

a) Hurmanın Nisabı:

Hurmanın nisabı da Ebu Saîd el-Hudrî hadîsinde vârid olan bes ölçek hükmüne girmekle beraber, husûsiyle hurma nisabını tesbît eden hadîs-i şerîf bulunmasına binâen onu delil olması bakımından kayde­diyoruz :

Câbir îbn Abdillah'dan rivayet olunduğuna göre, Peygamber Efen­dimiz şöyle buyurmuştur : Beş ûkkıye'den az gümüşten, beş zevd'den az deveden ve beş ölçekten az hurmadan zekât vermek îcâb etmez. (Müslim, Sünen, II, 673 ve Neseî, Sünen, V, 30; bkz. Tenvîr'ul-Havâlik, I, 241).

b) Diğer Meyvelerin Nisabı:

Hurmadan başka kuru üzüm, incir ve diğer meyve cinslerinin ni-sâbları da toprak mahsûlleri nisâbına tâbidir. Yukarıda kaydettiğimiz görüşlerden elde ettiğimiz netice bizi buraya götürüyor.

 

9)  Sebzelerin Nisabı

 

îmâm A'zam'a göre yukarıda da belirttiğimiz gibi, yerden çıkan bütün mahsûllerden zekât lâzım gelir. Baklagillerle diğer mahsûller arasında bir fark yoktur.

îmâm Ebu Yûsuf'a göre ise bir sene kalmak şartı ile baklagillerden zekât lâzım gelir.

Baklagillerden zekât lâzım gelmeyeceği hususunda şöyle bir riva­yet nakledilmektedir : Muâz İbn Cebel'den- rivayet edildiğine göre, ken­disi Peygamber (s.a.) e bir mektup yazarak baklagillerin zekâtını sordu. Hz. Peygamber de : Onlardan bir şey lâzım gelmez, buyurdu. (Tirmizî, Sünen, II.)

Tirmizî bu hadîs hakkında : İsnadı sağlam değildir. Bu konuda Hz. Peygamber'den sahîh bir rivayet gelmemiştir, demekte ve hadîs'in se­nedinde bulunan Hasan İbn Umâre'nin, hadîsçiler yanında zayıf bir râvî olduğunu, onu Şu'be ve diğerlerinin zayıf kabul ettiklerini beyân etmektedir.

Baklagillerin zekâtı hakkında vârid olan hadîslerin tenkidinde Şev-kânî şu bilgiyi vermektedir :

Mûsâ İbn Talha'nm, baklagillerden zekât lâzım gelmeyeceği hak­kında rivayet ettiği hadîs'i Dârekutnî, «illetler» bahsinde zikrederek: Doğrusu bu hadîs mürseldir, demiştir.

Hâkim de bu hadîs'i rivayet etmiş olup : Musa İbn Talha büyük bir tabiîdir; onüh Muâz İbn Cebel'e yetiştiği inkâr edilemez, diyor.

İbn Abd'ül-Berr demiştir ki; Musa İbn Talha, Muâz ile ne karşılaş­mış ve ne de onun sağlığına yetişmiştir.

İbn Adiyy : Bu hadîs'in bir topluluk tarafından zayıf kabul edildiği­ni rivayet etmiş; meşhur olan ise onun mürsel olduğudur, demektir.

Dârekutnî de bu hadîs'in aynını Hz. Ali'den rivayet etmiştir, fakat onun rivayet zincirinde Sakar İbn Hubeyb vardır. Sakar ise cidden zayıf bir râvîdir.

Dârekutnî'nin «Sünen» inde yine aynı konuda Muhammed İbn Caş'dan bir hadîs rivayet edilmiştir. Bu hadîs'in senedinde Abdullah İbn Şiyb bulunmaktadır. Abdullah hakkında hadisçilerce : «Hadîs ça­lar» ifâdesi kullanılır.

Yine Dârekutnî'de Hz. Âişe'den rivayet edilen bir hadîs-i şerîf daha vardır ki, bu hadîs'in senedinde Salih îbn Mûsâ bulunduğu için zayıftır. (Bkz. Şevkânî, Neyl'ül-Evtâr, IV, 297 vd.)

Baklagilerden zekat lâzım gelmeyeceği görüşünü savunanların de­lilleri :

1) Mûsâ İbn Talha hadîs'i: Bu hadis bazı yollardan her ne kadar zayıf olarak rivayet edilmişse de diğer yollardan gelen rivayetler onu kuvvetlendirmektedir. Bu şekilde hadîs, âyet ve diğer hadîslerdeki umû­mi hükümleri tahsis edecek kuvvet kazanmıştır.

2) Beyhakî, Taberânî ve Hâkim'ih rivayet ettikleri Ebu Mûsâ Ha­dîs'i : Peygamber Efendimiz Muâz'ı Yemen'e gönderdiği vakit ona şöyle buyurdu : Yalnız şu dört mahsûlden zekât al: Buğday, arpa, kuru üzüm, hurma. (İbn Mâce, Sünen, I, 580). Beyhakî, bu hadîs'in râvîleri-nin güvenilir olduklarını söylüyor.

3) İbn Mâce ile Dârekutnî'nin Amr İbn Şuayb yolu ile rivayet et­tikleri hadîs-i şerîf : Rasûlullah (s.a.) yalnız buğday, arpa, hurma ve kuru üzümden zekât vermeyi emretmiştir. (Bkz. Şevkâni, Neyl'ul-Evtâr, IV. 297 vd) İbn Mâce bu hadîs'e mısın da ilâve etmiştir.

Bu hadîs'in senedinde Muhammed İbn Ubeyd el -Arzemî bulunmak­tadır ki, bu zatın hadisi metruktür.

4) Beyhakî'nin Mücâhid yolu ile rivayet ettiği hadîs-i şerîf : Hz. Peygamber zamanında yalnız şu beş mahsûlden zekât alınırdı, dedik­ten sonra onları saydı.

5) Yine Beyhakî, Hasan yolu ile şu hadîs'i tahrîc etmiştir : Hz. Pey-gairber, yalnız on kalem eşyadan zekâtı farz kıldı, (Râvî bundan sonra toprak mahsûllerinden mezkûr beş maddeyi zikretti ve); deve, koyun, sığır, altın ve gümüşü saydı.

6) Şa'bî'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir;  Rasûlullah (s.a.) Yemenlilere şöyle yazdı: Zekât yalnız buğday, arpa, hurma ve kuru üzümdendir.

Beyhakî diyor ki: Şu mürsel hadîslerin rivayet yollan muhtelif olup bir kısmı diğerini takviye ediyor.

Şevkânî de bu delilleri zikrettikten sonra, yalnız hadîs-i şeriflerde adı geçen toprak mahsûllerinden zekât lâzım geleceği, diğer mahsûller­le baklagillerden zekât vermek gerekmediği görüşünü savunuyor. (Bkz. Şevkânî, Neyl'uî-Evtâr, IV, 297 vd.)

Baklagillerden zekât vermek gerektiği görüşünü savunanların de­lilleri :

1) Cenâb-ı Allah Kur'an-ı  Kerîm'de  şöyle  buyuruyor :   «Onların mallarından zekât al.» (Tevbe, 103). Bu âyet-i kerîme'nin mânâsı umû­mîdir. Bütün toprak mahsûllerini içine almakta ve hiç birini istisna etmemektedir.

2) «Ey îmân edenler, kazandıklarınızın iyilerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan infâk edin.»   (Bakara, 267).

3) «Çardaklı ve çardaksız bağlan, tatları ve yemişleri muhtelif hur­maları, hububatı  (tahılları), zeytinleri; narları, birbirine hem benzer, hem de benzemez bir halde meydana getiren Allah'tır. Her biri mahsûl verdiği zaman ürününden yeyin. Hasad (devşirme) günü hakkını (ze­kât) sadakasını verin.»  (En'âm, 141).

4) Peygamber Efendimiz de şöyle buyuruyor : Yağmur suları ile sulanan toprak mahsûllerinde onda bir nisbetinde zekât lâzım gelir. (Neseî, Sünen, V, 31; Müslim, Sahîh, II, 675 ve İbn Mâce, Sünen, I, 581).

Bu son görüşü savunanlarca, baklagillerden zekât lâzım gelmediği konusunda rivayet edilen hadîs, yukarıda kaydedilen sebeplere mebnî olarak zayıf kabul edilmiş olup, âyette ve Sahîh-i Buhârî'de nakledilen sağlam hadîslerin hükümlerini tahsis edecek güce sahip değildir. Bi­nâenaleyh baklagillerden de zekât vermek gerekir.

Bizim kanâatimiz, her ne kadar hadîs-i şeriflerde zekâta tâbi mallar isim olarak zikredümişse de bu hadîsler, o devirde Arabistan toprakla­rının en çok yetiştirdiği ürünlerden olmalarına binâendir. O devirde mevcûd mahsûllerin mahdûd oluşu, aynı topraklarda veya başka ülke­lerin topraklarında modern usûllerle yetiştirilen diğer mahsûllerden zekât alınmayacağı mânâsına gelmez. Sünen-i İbn Mâce'de rivayet edi­len bir hadîs-i şerîf bu görüşü takviye ediyor :

Muâz İbn CebeTden rivayet edildiğine göre, Peygamber (s.a.) ken­disini Yemen'e gönderdiği zaman ona şu emri verdi: Hububattan hu-bûbât, koyundan koyun, deveden deve, sığırdan sığır al. (İbn Mâce, Sü­nen, I, 580).

Bu hadîs-i şerîf, Yemen'de yetişen toprak mahsûllerini gösteriyor; ve zekât alınması gereken belli başlı maddelerin isimlerini sayıyor. Di­ğer hadîs-i şeriflerde belirtilen toprak ürünlerinin isimleri de, o devirde müslümanlığm yayıldığı ülkelerde umumiyetle zekâta tâbi mallara misâller verilmiştir. Hadîslerdeki kasr ifâdesi, bunlardan başka yetişen mahsûllerden kat'iyyen zekât alınmayacağı mânâsına gelmez.

Bu fikrimizi kuvvetlendiren delillerden biri de şudur : Meselâ, bir ülkede yukarıda belirtilen ürünlerden hiç biri yetişmese, buna karşılık çok değerli ve gelir sağlayan başka ürünlerden bol miktarda istihsâl edilse, acaba bu memleketin ahâlisi zekâtla mükellef olmayacaklar mı­dır? Zekât bütün mallara şâmil bir emir olduğuna ve İslâm toplumu­nun iktisâdı bünyesini takviye ettiğine göre, bir memleketin böyle bir emirden muaf tutulması düşünülemez. Hz. Peygamber devrinde bulun­mayıp günümüzde keşfedilen kauçuk ve petrol ürünlerini buna bir mi­sâl olarak zikredebiliriz. Bir kimse bütün hayatını veya geçiminin bir kısmını kauçuk ve petrolden te'mîn etse, hattâ bunlardan milyonlarca Ura para kazansa, zekâta tâbi olmayacak mıdır? Hiç şüphe yoktur ki zekât, bu türlü ürünlere de şâmildir. Binâenaleyh hadîs-i şeriflerde ismi geçmeyip sonradan çıkan veya başka ülkelerde yetişen bütün top­rak mahsûlleri, özellikle baklagiller de zekâta tâbidir.

 

Öşür ve Haraç Topraklarının Zekâtı

 

İslâm mâliyesine göre başlangıçta topraklar iki statüye tâbi kılı­narak mütâlâa edilmiştir :

1) Öşür Topraklan,

2)  Haraç Topraklan.

1) Öşür Topraklan : Bu topraklar, mahsûllerinden 1/10 nisbetin-de zekât alınan topraklardır. Öşre tâbi topraklar Sahipleri kendi is­tekleri ile müslümanlığı kabul eden, yahut harple fethedilip müslüman fâtihler arasında ganimet olarak bölüşülen veya ölü bulunup müslü-manlar tarafından islâh edilen topraklardır.

2) Haraç Topraklan : Müslümanlar tarafından harple fethedilip muayyen bir vergi ödemek karşılığında müslüman olmayan sahipleri­nin ellerinde bırakılan topraklardır.

Öşür topraklanndan zekât alındığı gibi, eskiden vergiye tâbi olup sonradan müslümanların ellerine geçen bu topraklardan da zekât alın­ması gerekir. Böyle topraklardan hem öşür (1/10 zekât), hem de vergi vermek gerekiyor.

İbn Münzir, bu görüşün ilim adamlarının ekserisi tarafından be­nimsendiğini söylüyor.

Ömer İbn Abdülazîz, Rebîa, Zührî, Yahya el-Ensârî, İmâm Mâlik, Evzaî, Sevrî, Hasan İbn Salih, İbn Ebî Leylâ, Leys, İbn Mübarek, Ah-nıed İbn Hanbel, İshak İbn Rahûyeh, Ebu Ubeyd ve Dâvûd da bu gö­rüştedirler. Bunlann dayandıklan deliller ise Kitab ve Sünnet ile Kı­yâstır.

«Ey îmân edenler, kazandıklarınızın iyilerinden ve sizin için yer­den çıkardıklanmızdan infâk edin.» (Bakara, 267).

Bu âyet-i kerîme ister öşre tâbi arazî olsun, ister vergiye tâbi arazî olsun mutlak olarak bunlardan çıkan mallardan vermeyi gerek­tiriyor.

Yağmur suları ile (kendiliğinden) sulanan topraklardan öşür (1/10 zekât) vermek gerekir. (Müslim, Sahîh, II, 675; bkz. Neseî, Sünen, V, 31)

Bu hadîs-i şerifin mânâsı da umûmî olup hem öşre tâbi toprak­lara, hem de vergiye tâbi topraklara şâmildir.

Zekât ile verginin muhtelif sebeplere mebnî bunlara hak kazanan­lar için birer hak oldukları; ve öşrün nass ile vâcib olmasına binâen ictihâdla ortaya konan verginin onu ortadan kaldırmayacağı hususudur.

îmâm A'zam Ebu Hanîfe, vergiye tâbi gayr-i müslim'lerin toprak­larından öşür alınamayacağı görüşünü kabul etmiştir. Ona göre, ha­raca tâbi gayr-i müslim topraklarında farz olan vergi, eskiden olduğu gibi, yalnız vergidir. Toprakta öşrün farz olmasının şartlarından biri bu toprakların vergiye tâbi bulunmamasıdır. (Seyyid Sabık, Pıkh es-Sünne, I, 355 vd.)

Seyyid Sâbık'ın «Fıkh es-Sünne» adlı kitabından naklen ilim adam­larının görüşlerini yukarıda kaydettik. Bu izahattan anlaşıldığına gö­re, İslâm'ın ilk devirlerde müslümanlann ellerine geçen topraklar iki statüde toplanmaktaydı:

1) Kendiliğinden müslümanlığı kabul edenlerin ellerindeki toprak­larla, harp neticesi fethedilip ganimet olarak müslüman fâtihlerin elle­rine verilen ve müslümanlann ıslâh ettikleri ölü arazîler öşre, yani ze­kâta tâbi kılınmıştır.

2) Harp neticesi fethedilip belli bir vergi ödeme karşılığında gayr-i müslim sahiplerinin ellerinde bırakılan topraklar da haraca (vergiye) tâbi topraklar statüsüne girmiştir.

Bundan anlaşılıyor ki, başlangıçta müslümanlann ellerindeki top­raklardan 1/10 zekât; gayr-i müslimlerin ellerindeki topraklardan da muayyen bir vergi alınarak serbest bırakılmışlardır.

Birinci görüş, yani vergiye tâbi gayr-i müslimlerin ellerindeki top­raklar müslümanlann ellerine geçtikten sonra bunlardan hem öşür, hem de haraç lâzım geleceği görüşünü savunanlar, o devrin toprak sta­tüsüne göre ikinci görüşü, yani İmâm A'zam'ın böyle topraklardan yal­nız öşür vermek gerektiği görüşüne nazaran gerçeğe yaklaşmadıkları anlaşılmaktadır.

Ebu Hanîfe'nin görüşü, diğerlerinden daha sağlamdır. Zîrâ yuka­rıda da belirttiğimiz gibi o devirde öşür, müslümanların elinde bulunan topraklardan almıyordu. Müslüman olmayanların mülkü tasarrufun­daki topraklardan öşür değil, vergi alınıyordu. Bunun sebebi de sahip­lerinin müslüman olmaması idi. Müslümanlardan haraç alınamayacagına göre, ister fethedilen ülkelerden ellerine geçsin, ister sonradan gayr-i müslimlerden satın alınsın ve ister sonradan mal sahibi müslü-manlığı kabul etsin, vergiye değil, zekâta tâbi olması gerekir.

Konumuz toprağın zekâtı olduğuna göre, günümüzde müslüman-ların ellerinde bulunan topraklar için vergi arazisi veya öşür arazîsi diye bir mesele bahis konusu değildir. Buna göre müslümânlann toprak­larını öşür arazîsi statüsünde mütalaa etmek gerekir.

Bunun bir delili de şudur : Meselâ; günümüzde bir müslüman top­rağını gayr-i müslimlerden birine satsa, gayr-i m'üslim zekâtla mükel­lef olmadığına göre haraca tâbi olması gerekecektir. Binâenaleyh topra­ğın mazideki statüsüne değil de, günümüzdeki statüsüne bakmak ge­rekiyor.

 

10) Zînet Eşyasının Zekâtı:

 

Zînet eşyasının zekâtı konusunda Amr İbn Şuayb, babası yolu ile dedesinden şu rivayeti nakletmiştir:

Yemen'li bir kadın kızı ile birlikte Rasûlullah (s.a.) m yanma geldi; kızının elinde altından yapılmış iki adet kalın bilezik vardı. Hz. Pey­gamber kadma: Bunların zekâtını veriyor musun? diye sordu.

Kadın : Hayır, dedi.

Hz. Peygamber : Kıyamet gününde Cenâb-ı Allah'ın bu iki altını senin koluna ateşten bilezik olarak takmasından hoşlanır mısın? bu­yurdu. Bunun üzerine kadın : Bilezikleri kızının kolundan çıkarıp Ra-sûlullah'ın önüne bıraktı ve şöyle dedi: Bilezikler, Allah ve Rasûlü için­dir. (Neseî, Sünen, V, 38; bkz. Ebu Dâvûd, Sünen, I, 358).

Zînet eşyasının zekâta tâbi olup olmadığı konusunda müctehidler arasında ihtilâf vukû'bulmuştur. Meseleyi daha etraflıca inceleyebilmek için bu görüşleri ve dayandıkları delilleri kaydettikten sonra, araların­da en kuvvetlisini tercih edeceğiz.

Zînet eşyasının zekâta tabî olmadığı görüşünü savunanlar:

1) İmâm Şâfû : Şafiî'ye göre, kadınların süs için takındıkları veya erkek ve kadınların sakladıkları inci, zeberced, yakut, mercan ve deniz­den çıkan süs maddeleri ile diğer zînet eşyasında zekât verme mükelle­fiyeti yoktur. Ona göre yalnız altın ile gümüşten zekât lâzım gelir. Sarı, demir, kalay, zînet taşlan, kibrit ve toprak altından çıkan süs eşyasın­dan da zekât vermek gerekmez. Anber, denizden çıkan incilerle misk gibi kokular da aynı hükme tâbidir. (Şafiî, el-Ümm, 35, 36).

a) Ebu Melîke'den rivayet edildiğine göre; Hz. Âişe, kardeşinin kızlarına altın ve- gümüş zînetler takar ve zekâtlarını ödemezdi.

b) Amr İbn Dinar'dan rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir : Bir adamın Câbir İbn Abdülah'a zînet eşyasından zekât lâzım gelip gelme­diğini sorduğunu duydum. Câbir: Zînet eşyasından zekât lâzım gel­mez, dedi. Adam : Bin dînâra ulaşsa da öyle midir? diye sordu.

Câbir : Bin dînâr çoktur, dedi.  (Aynı eser, aynı sayfa).

c) Bu görüşü ileri sürenlerin en kuvvetli görünen delillerinden biri de; zînet eşyasında nema (büyüme) kasdı bulunmadığıdır. Buna binâen zekât gerekmez diyorlar. Altın ile gümüşte nema kasdı kesilirse hüküm aynıdır.  (Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâm'il-Kur'an, II, 136).

2) İmâm Mâlik: Mâlik'e göre de cevher, inci, anber, kalay, bakır, demir ve benzeri madenlerle diğer zînet eşyasından zekât lâzım gelmez. (Mâlik, el-Müdevvene, II, 22, 53.)

3) Ahmed İbn Hanbel, İshak İbn Rahûyeh, Ebu Sevr, Ebu Ubeyd ve İbn Ömer de aynı görüştedirler.  (Kurtubî, Ahkâm'ul-Kur'an, VIII, 126; Mâlik, el-Müdevvene, I, 8).

Zînet eşyasından zekât lâzım geldiğini kabul edenler :

Süfyân es-Sevrî, İmâm A'zam Ebu Hanîfe ile Evzaî'ye göre, bütün zînet eşyasından zekât vermek gerekir. Bunların dayandıkları delil,- ze­kât âyetindeki emrin umûmî oluşu ve zînet eşyası ile diğerleri arasında bir fark gözetilmediği hususudur.

İmâm Leys İbn Sa'd, zînet eşyasında bir ayırım yaparak, zekâttan kaçırmak için yaptırılan zînet eşyasından zekât lâzım geldiği görüşünü kabul etmiş; giyim için kullanılanları zekâttan iskât etmiştir. (Kur­tubî, Ahkâm'ul-Kur'an, II, 136).

İmâm Serahsî, Mebsût'ta Hanefî mezhebinin görüşünü açıklarken şöyle demektedir : Bir kimsenin altın ve gümüş kapları bulunsa bun­lardan zekât alınır. Fakat inci ile mücevherat buna benzemez. Ticâret gayesine ma'tuf olmadıkları takdirde bunlardan zekât alınmaz. (Serah­sî, Mebsût, II, 37).

Burada ikinci görüşü, yani zînet eşyasından da zekât lâzım gele­ceği görüşünü kabul edenlerin delilleri, birinci görüş sahiplerine naza­ran daha kuvvetli gözükmektedir. Zîrâ bu durumda bir kimsenin mil­yonlarını zînet eşyasına yatırıp parasını ve malını zekâttan kaçırması önlenemez; zekâttan kaçmak için açık bir kapı bırakılmış olur. Bun­dan başka daha önce de açıkladığımız- gibi, müslümanların mallarını stok etmelerine izin verilmiş olur ki, stok iktisâdı bünyeyi sarsar, ce­miyeti mahveder.

Zînet eşyası da mal hükmüne dâhil olduğuna göre, zekâta tâbi ol­ması gerekir. Piyasada, değeri milyonlara baliğ olan mücevherat var­dır. Birinci görüşü kabul edenlere göre, süs eşyasından zekât verme mecburiyeti kalktığı takdirde, zenginlik ölçülerinde büyük bir nisbet-sizlik doğar. Meselâ, 1.000.000 TL. değerinde mücevherata sâhib olan kimse zengin sayılmayacağı için zekât vermekle mükellef olmayacak; buna karşılık 96 gr. altını veya bu değerde parası bulunan kimseler zengin sayılacağından, böyle kimselerin icâbında zekât vermesi gere­kecektir.

 

11) Define ve Madenlerin Zekâtı:

 

Amr İbn Şuayb'ın, babası yolu ile dedesinden şu rivayet nakledil' mistir : Hz. Peygambere kayıp eşyanın zekâtından soruldu. O da şöyle buyurdu: İşlek yolda veya şenlik bir köyde bulunanı bir sene ilân et. Eğer sahibi gelirse (onundur). Sahibi gelmezse senindir.

İşlek yol ile şenlik bir köyden başka yerlerde bulunan eşya ile de­finelerden beşte bir zekât vermen gerekir. (Neseî, Sünen, V, 44).

Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur : (Sahibi başında bulunmayıp mer'aya salıverilen) dilsiz, hayvanların yaraladığı hederdir. (Yani sahibine tazminat ver­mek gerekmez). Su kuyusuna düşen hederdir. Mâden kuyusuna düşen de hederdir. (Sahibine bir şey ödemek gerekmez). Rikâz'da (yeraltı zen­ginliklerinde) ise 1/5 zekât vermek gerekir. (Buhârî, Tecrid-i Sarih tere. V, 310 ve Neseî, Sünen, V, 312).

Rikâz bazılarına göre mâden ve mâdenlerden çıkan maddelerin tü­müne verilen bir addır.

Mağrib dilinde ise rikâz, mâdenler ile yeraltında bulunan define­lere denilir. Bazıları ise, bu kelimeyi yalnız definelere hâs bir isim ola­rak kullanmışlardır. (Dâmad, I, 212; bkz. Buhârî, Tecrid-i Sarih, tere.. V, 311).

Ta'rifât-ı Seyyid'de rikâz kelimesi şöyle ta'rîf edilmektedir: İster tabiî olarak bulunsun, ister sonradan konulsun, yer altında gizlenmiş bulunan maldır.  (Ta'rîfât-ı Seyyid, 312).

Mâden: Gümüş, altın vs. gibi yeraltında bulunan cevher kayna­ğına denilir.

Define: Eskiden insanların toprağa gömdükleri altın, gümüş" ve benzeri eşyaya denir.

Rikâz: Mâden ve definelerin her ikisine şâmil daha umûmî bir mânâ ifâde eder. (Buhârî, Tecrid-i Sarih, tere. V, 311). Yukarıdaki ma1-lûmâtm ışığı altında günümüzün gerçeklerini daha bariz olarak akset­tirmesi bakımından onu şöyle ta'rîf edebiliriz :

Rikâz: îster tabiî olarak bulunsun, ister sonradan konulsun, yer altındaki bütün kaynak ve zenginliklere şâmil bir ifâdedir.

Buna göre mâdenler, defineler, petrol ve petrolden istihsâl edilen bütün ürünler, bu ifâdenin mefhûmu cümlesine girer.

İmâm Mâlik, mâdenlerin zekâtı konusunda: Emek sarfı ile istih­sâl edilenlerin 1/40 hesabı ile zekâta tâbi olmalarını; parça olarak bu­lunan ve fazla emek sarfedilmeden saf olarak elde edilen mâdenlerde ise, 1/5 hesabı ile zekât almayı kabul etmiştir.

Saf hale getirilerek emek sarfedilen mâdenlerden 1/40, ham mad­delerden de 1/5 zekât almayı öngören İmâm Mâlik, definelerin zekâ­tında, ister emek sarfedilsin ister edilmesin, eskiden gayr-i müslimlerin toprağa gömdükleri definelerden de 1/5 zekât alınması görüşünü sa­vunmuştur. (Bkz. Mâlik, el-Müdevvene, II, 47 vd; Zürkânî, Muvatta, şerhi, II, 46 vd.)

İmâm Ahmed İbn Hanbel ile İmâm Şafiî, mâdenlerin, nisaba göre zekâta tâbi olmaları gerektiği görüşünü kabul etmişlerdir. Bunların da­yandıkları delil, gümüş ve altın nisabında kaydettiğimiz : 200 dirhem gümüş ve 20 dînâr altından zekât vermek gerektiğini emreden hadîs-i şeriftir. (Bkz. Aynî, Buhârî şerhi, IV, 283 ve İbn Mâce, Sünen, I, 580 ve Abdurrahmân el-Bennâ, Feth'ur-Rabbânî, VIII, 240).

Ancak Hanbelî mezhebine göre; mâdenler, kâfirlerin toprağa göm­dükleri mal olması hasebiyle, definelerden ayrılmaktadır. Defineler ga­nimet mallarına benzediklerinden, 1/5 zekâta tabidirler.

Mâdenler, definelerden ayrı bir özellik arzettikleri için, diğer zekât malları gibi belli bir nisaba tabidirler. Bunlarda gümüş ve altında ol­duğu gibi, 200 dirhem veya 20 miskale ulaşmak şarttır. Defineler bir­den elde edildikleri için, bir senelik zaman geçmesi de şart değildir; elde edilenin tümünden 1/5 i alınır. Defineler bu bakımdan toprak mah­sûllerine benzemektedirler.   (Bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 25).

İmâm A'zam Ebu Hanîfe ise, üzerlerinden sene geçmesini ve nisâb miktarını doldurmasını şart koşmaksızm bütün define ve mâdenlerden 1/5 zekât lâzım geldiği görüşünü savunmuştur. Delili, yukarıda mea­lini zikrettiğimiz hadîs-i şerifin umûmî oluşudur. (Bkz. İbn Kudâme, aynı eser, II, 25 ve Dâmad, I, 212).

Yukarıda kaydedilen bilgilerden anlaşıldığına göre, İmâm Mâlik, Şafiî ve Hanbelî mezhebleri, yeraltı zenginliklerini kaynak olarak değil de hammadde ve işlenmiş maddeler olarak iki kısımda mütalaa etmek­te ve bağlı bulunduğu statüye göre 1/40 veya 1/5 zekâta tâbi olmaları gerektiğini kabul etmektedirler.

Ebu Hanîfe ve diğer müctehidlerin yaşadıkları devirlerde mâden denilince ilk akla gelen şey, altın ve gümüş gibi maddelerdi. Buna bi­nâen mâdenler ve defineler bahsinde altın ile gümüşten misâl veril­miştir.

Oysa ki medeniyet ilerledikçe mâden ocaklarından yüzlerce ürün elde edilmiştir; yeraltı kaynaklarından petrol ile petrolden istihsâl edi­len birçok maddeler keşfedilmiştir.

İmâni A'zâm Ebu Hanîfe, hadîs-i şerifin umumîliğine dayanarak mâden ve definelerde 1/5 zekât alınması esâsım kabul ettiğine göre, günümüzde toprak altından çıkan bütün ürünlerle kıyamete kadar çı­kacak olanların da aynı hükmün umumîliği içine girmesi gerekmek­tedir.

Hz. Peygamber devrinde ve yakın zamana kadar keşfedilmeyen pet­roller de yeraltında depo edilmiş birer hazîne olduklarına göre, rikâzın hükmü içine girmektedirler; bunlar yeraltı zenginliklerindendirler.

İslâm dininin büyüklüğü, meseleler karşısında külli ve umûmî hü­kümler koymasındadır. Yukarıdaki ta'rîfinden de anlaşılacağı gibi, ha­dîs-i şerifte yeraltı kaynakları ifâdesi geçmektedir. Bu ifâde define, mâden, petrol ve bundan sonra bulunacak bütün maddelere şâmildir.

Hadîs-i şerifte bu maddelerden 1/5 zekât alınması esâsı vaz'edil-diğine göre, ister işlenmiş halde bulunsun, ister hammadde halinde bu­lunsun, her ikisinden de 1/5 zekât alınmasını kabul eden Ebu Hanîfe'-nin görüşünün, diğerlerine göre İslâm dininin gerçeklere uygun hüküm­lerini ifâde etmesi bakımından en doğru görüş olduğu kanaatindeyiz.

Zîrâ hammaddelerden verilecek 1/5 zekâtla, işlenmiş maddelerden verilecek zekât arasında bir fark yoktur. Bunların menşe'Ierine itibâr olunmak gerekir- Çünkü bunlar yeraltı zenginliklerindendirler. Mâliki ve Hanbelî mezheblerinin kabul ettikleri görüş, gümüş ve altın nisabı ile mâdenleri aynı statüde mütâlaaya zorladığından kabulüne imkân yoktur.

İşlenmiş maddeler satılırken * emeğe göre değerlendirildiğinden, hammaddelerle işlenmiş maddeler arasında bir fark gözetmeğe luzûm kalmamak gerekmektedir. Her iki çeşit mâdenlerden ve yeraltı kaynak­larından da 1/5 zekât alınması lâzımdır.

 

Temel İhtiyaçlar

 

Zekâtın farz olmasının şartlarından biri de, malın aslî ve zarurî ihtiyâçların dışında kalmasıdır. Keyfî ve lüks harcamalarla israflar bundan hâriçtir. Malın zekâtında ayrıca üzerinden bir sene geçmesi şart koşulduğundan (Tirmizî, Sünen, II, 392) temel ihtiyâçlar, senelik olarak hesâb edilmelidir.

Temel ihtiyâçlar, bir sene müddetle mal sahibine tanınan bir mua­fiyettir. İslâm, mal sahiplerine zarar verilmemesi ve zekâtların, munta­zam olarak ödenmesi için, bir garanti olmak üzere malda böyle bir muâfiyet sının tanımıştır. Buna mal sahibinin sigortası demek de müm-kündür.

Keyfî ve zevkî harcamalara meydan verilmeden bütün zarurî ihti­yâçları te'mîn edilen bir müslüman için, zekât ödemede hîle ve sahte­kârlık düşünmeye imkân bırakılmadan zekâtın ödenmesi böylece ga­ranti ediliyor. Temel ihtiyâçlar, mal sahipleri için konulmuş âdilâne bir hükümdür. Biz burada nassların belirttiği hükümler, ilim adamlarının görüşlerinin ışığı altında temel ve zarurî ihtiyâçların nelerden ibaret olduğunu tesbît etmeye çalışacağız.

Buhârî ve diğer Sünen'lerde Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine gö­re, Peygamber Efendimiz temel ve zarurî ihtiyâçlar konusunda şöyle buyurmuştur: Müslümana atı ve kölesinden dolayı zekât yoktur. (Bu­hârî, Sahîh, II, 121; bkz. Müslim, Sahîh, II, 676; Tirmizî, Sünen, II, 389; Neseî, Sünen, V, 25 ve Ebu Dâvûd, Sünen, I, 369).

At ile köle (hizmetçi) nin zarurî ihtiyâçtan sayılması, harblerde kullanıldıkları ve ev ihtiyâçlarında kullanılmak suretiyle İslâm dinince muhterem kabul edilen ve cemiyette köle mevkiinden kurtulan kadın­lara, eski telâkkinin tam aksine olarak onları birer efendi .durumuna çıkarmak ve kendilerine yardımda bulunmak düşüncesine binâendir.

Atlarla kölelerden başka zarurî ihtiyâçların tamâmını tesbît eden bir hadîs-i şerîf'e rastlanılmamaktadır. Diğer temel ihtiyâçların neler­den ibaret bulunduğunu Hz. Peygamber devrindeki ashabın yaşayışla­rını bildiren rivayetlerden ve ilim adamlarının bu babda ileri sürdük­leri fikir ve mütâlâalardan öğrenmekteyiz. Şimdi biz bu görüşleri ve rivayetleri kaydettikten sonra günümüzde zarurî ihtiyâçtan sayılabi­lecek eşya ve maddelerin neler öldugpanu tesbîte çalışacağız.

Buna binâen Hanefî âlimleri demişlerdir ki; bir ilim adamının bü­yük bir servet kıymetine denk olacak kadar kitabları bulunsa fakat hep­sine de ihtiyâcı olsa ona zekât verilebilir. Ancak ihtiyâçtan fazla nisabı dolduracak kadar kitabı bulunduğu takdirde ona zekât verilmez.

Ticâretle uğraşanların da meskenleri, hizmetçileri, yiyecek, giyecek ve binecekleri ile çoluk-çocukîann yiyecek ve giyecekleri, ticâret gaye­sine ma'tûf kullanmadıkları bâzı süslü çanaklar, inci at ve ticâret için olmayan eşyadan israfa kaçmamak şartı ile zekât lâzım gelmez. Zîrâ zekâtın nisabında nema (büyüme) şarttır. Adı geçen eşya, ticâret gayesi dışında kullanmak için bulundurulduğu takdirde, büyüme imkân ve maksadı bulunmadığından zekâta tâbi değillerdir. (Bkz. Serahsî, Meb-sût, II, 197 vd.)

Yukarıda kaydettiğimiz görüşler bize şu noktayı hatırlatıyor: Ze­kât verilecek fakirlerin hayat seviyelerinin çok düşük olması şart de­ğildir. Hizmetçi tutabilecek seviyede maddî gücü olan bir müslüman, eğer geçim sıkıntısına ma'rûz kalıyorsa hizmetçisini terke mecbur edil­meyip ona zekâttan yardım yapılabilir. Daha önce de belirtildiği gibi, hizmetçi bulundurmak lüks olmayıp temel ihtiyâçlardandır. Bu durum bize gösteriyor ki, bir müslümanın zengin sayılabilmesi için epey mik­tarda maddî bir güce sâhib olması gerekiyor.

Günümüzde ise 20 miskal altın (96 gr.) in piyasadaki değeri olan 2000 TL. ile bir müslüman, senelik zarurî ihtiyâçlar çıkıldıktan sonra zengin sayılıyor. Halbuki hizmetçi, silâh, ev ve ev eşyasının da te'mîn edilmiş bulunması lâzımdır. Zarurî ihtiyâçları giderilmeyen kimse, na­sıl zengin sayılabilir?

Temel ihtiyâçlar konusunda Yûsuf el-Kardâvî şu görüşü ileri sü­rüyor : Bizim kanaatimiz, temel ihtiyâçlar insanlar için zamanın şart­larına ve gelişmelere göre değişebilir. En doğrusu, temel ihtiyâçların tes-bîtinin re'y ve içtihada, devlet adamlarının takdirine bırakılmasıdır.

Burada itibâr edilecek husus, zekât vermesi gereken kimsenin, bak­makla mükellef bulunduğu çoluk-çocuğu, ana-babası ve akrabasının da temel ve zarurî ihtiyâçlarıdır. Zîrâ onların ihtiyâçları kendi ihtiyâcı gibidir.

Temel ihtiyâçlar şartını ortaya koymakla İslâm vergi hukuku, an­cak yakın zamanlarda medenî vergi sisteminin ortaya koyduğu vergi muafiyetini asırlarca evvel kurmakla öne geçmiş bulunmaktadır. (Bkz. Kardâvî, Fıkh ez-Zekât, I, 152.)

Daha önce de belirtiğimiz gibi İslâm, müslümana bir nevi vergi olarak yüklediği zekât farizasında azımsanmayacak kadar bir muafiyet sının koymuştur. Günümüzde bir müslümanın senelik ihtiyâcı, binek ve hizmetçi masrafları dâhil 30.000 TL. civarında bir para eder. Mükel­lefin hayatı bununla garanti altına alınmaktadır ki, ferd için bu bir hayat sigortası demektir.

Müslümanın zekât verirken senelik yiyecek, giyecek masrafları ile ömür boyu barınacağı ev, ev eşyası ve hizmetçi masraflarını çıktıktan sonra elinde kalan maldan zekâtın alınması, aynı zamanda zekât öde­meye teşvik edici bir mâhiyet arzetmektedir.

Bugünkü vergi muafiyet sistemi ile İslâm'ın tanıdığı muafiyet sı­nın karşılaştırıldığı takdirde arada kıyâs götürmeyecek kadar büyük fark bulunduğu görülür.

Meselâ, bir kimsenin senelik zarurî ihtiyâçları orta derecede bir yaşayış nazar-ı itibâra alınırsa, ev kirası da vermeye mecbur olanlar için 18.000 TL. olarak kabul edildiği takdirde hizmetçi ve binek masra­fını da buna eklersek 30.000 TL. civarında bir meblağa ulaşır. 30.000 TL. günümüzde normal yaşama hakkına sahip olmak için zarurî ihti­yâçtandır: Bu harcamadan sonra eğer müslümanın elinde nisâb miktarı mal kalırsa bu inaldan zekât alınır. Nisâb miktarını zarurî ihtiyâçlara âit masraflara eklersek ancak 40-45.000 TL. veya bu değerde malı bulunan kimse zekât vermeğe zorlanabilir. Yalnız şu noktayı da belirt­mek îcâbeder ki, gereken masrafı yapmak veya yapmamakta ferd ser­best bulunduğundan, fazla masrafı tercih etmezse, o zaman yaptığı masraf ne ise o kadarı çıkarılır. Geride kalan mal nisabı doldurunca ondan zekât alınır.

1) Cessâs, «Ahkâm'ul - Kur'an» adlı tefsirinde temel ihtiyâçlar ko­nusunda şöyle diyor : Bazı ilim adamları 200 dirhem gümüş veya bunun karşılığı olan mesken, ev eşyası, hizmetçi ve zarurî ihtiyâçlarda kulla­nılan at gibi temel ihtiyâçtan fazla eşyaya sâhib olan kimse müstağnî sayılır; başkasından yardım isteyemez, Hanefî mezhebinin görüşü de budur. Bunun delili, Ebu Bekr el-Hanefiyye'den rivayet edilen şu ha-dîs-i şeriftir: Kim 200 dirhem gümüş (640 gr.) tutarında malı bulun­duğu halde dilenirse haksız yere istemiş olur. (Cessâs, Ahkâm'ul-Kur'an, varak 564, Nur-i Osmaniye Ktb. yz. nüsh. No : 81/107).

2) Saîd İbn Cübeyr'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir : Evi, hiz­metçisi, binek ve silâhı olan kimseye bunlara ihtiyâcı olmasa da zekât verilebilir. (Ebu Bekir er-Râzî, Ahkâm'ul-Kur'an, III, 130). Mâliki mez­hebinin görüşü de bu yoldadır.

Mâliki fıkhı «el-Müdevvene» de şöyle bir rivayet nakledilmiştir : Ömer İbn Abdülazîz, evi, hizmetçisi ve bineği bulunan kimseye zekât verilmelidir, demiştir. (Mâlik, el-Müdevvene, I, 57).

3) Gâlib İbn UbeydiUah'm İmâm Hasan'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir : Rasûlullah (s.a.) m ashabı 10.000 dirhem (100.000 TL.) de­ğerinde silâh, zırh ve mülkleri bulunduğu halde zekât kabul ederlerdi. (Cessâs, Ahkâm'ul-Kur'an, I, 564).

4) İbrâhîm en-Nehaî'den de şu rivayet nakledilmiştir : Ashâb evi, hizmetçisi bulunan kimseyi zekât almaktan men'etmezlerdi.   (Cessâs, Ahkâm'ul-Kur'an, Nuru Osmaniye ktb. yz. nüs. varak 564, No: 81/107).

5) İmâm Mâlik'in bu konudaki görüşü dikkate şayandır. El-Müdev-vene'de Mâliki mezhebinin görüşü şöyle 'belirtiliyor : îmâm Mâlik'e evi ve hizmetçisi bulunan kimseye zekât verilip verilmeyeceği soruldu. O da şöyle cevab verdi:

Devirlere göre hüküm değişir. Eğer oturduğu evi satıp bunun parası ile başka ucuz bir ev te'mîn edip, geride iaşesini sağlayacak kadar para artmazsa, ona zekât verilebilir. Eğer mevcûd evini satıp parası ile ihti­yâca cevab verecek normal bir ev satın alabilir ve geride iaşesini te'mîn edecek kadar para artarsa, bu takdirde o kimse zengin sayılacağından ona zekât verilemez.  (Bkz. Mâlik, el-Müdevvene, I, 55.)

6) Hanefî mezhebine göre temel ihtiyâçlar :

Hanefî mezhebine göre, ihtiyâca cevab verebilecek mesken, zarurî giyim eşyası, ev eşyası, binek hayvanları, hizmetçi ve harplerde kullanı­lan silâhlarla ilim adamlarının istifâde için bulundurdukları kitablar, zarurî ihtiyâçtan sayılmaktadır. (Bkz. İbn Hümâm, Feth'ul-Kadîr, I, 487).

Yiyecek maddeleri ile sanatkârlara lâzım olan âletler ve zirâatla uğraşanların kullandıkları zirâat araçları da zarurî ihtiyâçlrdan nıa'-dûd olup, bunlardan zekât lâzım gelmez. (Bkz. Seyyid Sabık, Fıkh es-Sünne, I, 383).

Hanefi mezhebine göre, bir kimsenin 1000 dirhem parası ve 1000 dirhem de borcu olsa, buna karşılık ticarî gaye dışında kullandığı 10.000 dirhem değerinde bir evi ile hizmetçisi bulunsa, bunlardan zekât ver­mesi gerekmez. Zîrâ elindeki para borcuna mahsub edileceğinden yok hükmündedir. Ev ile hizmetçi de zarurî ihtiyâçlardandır. Binâenaleyh bunların satılıp borca verilmesi gerekmez. Borç karşılığındaki para da yok hükmünde bulunduğundan, evi ve hizmetçisi bulunması müslü-mana zekât verilmesine mâni değildir. Çünkü bunlar onun ihtiyâçlarım gidermiyor, belki artırıyor. Ev ta'mîr ister, hizmetçi masraf ister. Hattâ bu konuda Hasan el-Basrî'den şöyle bir rivayet nakledilmektedir :

Hz. Peygamber devrinde 10.000 dirhem parası bulunan bir kimseye zekât vermek helâl oluyordu. Kendisine : Bu nasıl olur? Denilince, ce­vaben : Bir kimsenin bu para değerinde evi, hizmetçisi, zırh ve silâhı bulunurdu. Bu eşyaya sâhib olan ashâb bunları satıp paraya çevirmek­ten de men'edilirlerdi.

Temel ihtiyâçlar konusunda Hanefî ve Mâlikîlerce kabul edilen görüşe göre, karşımıza şöyle bir mesele çıkıyor : Acaba bir müslümanın elinde hizmetçi, ev, ev eşyası, silâh ve binek satın alabilecek kadar pa­rası bulunsa, bu kimse şer'an zengin sayılabilir mi?

Ashâbtan 10.000 dirhem (Hz. Peygamber devrindeki satın alma gücüne göre, 100.000 TL.) değerinde hizmetçi, ev ve ev eşyası ile silâh ve bineğe sâhib oldukları halde zekât kabul edenler bulunduğunu öğ­rendiğimize göre, günümüzde bir müslümanın bu kadar parası elinde bulunsa, ihtiyâçlarına sarfettiği takdirde o paradan elinde bir şey kal­mazsa zekât vermesi gerekmez. Eğer ihtiyâçlarına sarf etmeden nisâb miktarı ve daha fazla parayı elinde bulundurursa o takdirde zekâtını vermesi gerekir.[38]

 

61 — İçlerinden öyleleri de vardır ki; o, her şeye kulak kesiliyor, diyerek peygambere eziyyet verirler. De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır, mü1-minlere inanır. Ve aranızda îmân etmiş olanlara rahmet­tir. Allah'ın Rasûlüne eziyyet verenler için elem verici bir azâb vardır.

 

Onlar bu sözleriyle şöyle demek istiyorlar : Kim ona bir şey söylese, onu doğruluyor, bizim hakkımızda kim ona bir şey bahsetse doğruluyor, biz gelip ona yemîn ettiğimizde bizi de doğruluyor. Bu anlam İbn Ab-bâs, Mücâhid ve Katâde'den rivayet edilmiştir. Allah Teâlâ da şöyle buyurur: De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Doğrunun ve yalan­cının kim olduğunu tanır. Allah'a inanır, mü'minlere inanır, onları doğrular ve aranızda îmân etmiş olanlara rahmet, kafirlere karşı bir hüccettir. Allah'ın Rasûlüne eziyet verenler için elîm bir azâb vardır.[39]

 

62  — Sizi hoşnûd etmek için Allah'a yemîn ederler. Halbuki Allah'ı ve Rasûlünü hoşnûd etmeleri daha doğ­rudur. Eğer mü'min iseler.

63  — Bilmezler mi ki; kim Allah'a ve Rasûlüne karşı koymaya kalkışırsa muhakkak ona, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu en büyük rüsvâylıktır.

 

«Sizi hoşnûd etmek için Allah'a yemîn ederler...» âyeti hakkında Katâde der ki: Bana anlatıldığına göre; münafıklardan birisi: Allah'a yemîn olsun ki onlar, en hayırlılarınız ve en şereflilerinizdir. Muham-med'in söyledikleri her ne kadar hak ise de, onlar nıerkeblerden daha şerlidirler, demiş ve bunu müslümanlardan birisi işiterek : Allah'a ye­mîn olsun ki, Muhammed'in söyledikleri mutlak gerçektir. Ve andolsun ki sen merkebden daha kötüsün, demişti. (Müslüman) kişi Hz. Pey­gamber (s.a.) e koşup bu durumu haber verdi de Hz. Peygamber o ada­ma (münafığa) haber gönderip çağırttı ve : Seni böyle söylemeye sev-keden nedir? diye sordu. O kişi, kendi kendine la'net etmeye ve bunu söylemediğine dâir Allah'a yemîn etmeye bağladı. Müslüman kişi ise : Ey Allah'ım, doğru söyleyeni doğrula, yalancıyı yalanla, dedi de Allah Teâlâ: «Sizi hoşnûd etmek için Allah'a yemîn ederler. Halbuki Allah'ı ve Rasûlünü hoşnûd etmeleri daha doğrudur. Eğer mü'min iseler.» âye­tini indirdi.

Allah Teâlâ : «Bilmezler mi ki; kim Allah'a ve Rasûlüne karşı koy­maya kalkışırsa muhakkak ona, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır.» buyurur. Onlar yakînen bilmediler mi ki Allah'a ve Rasûlüne karşı koymaya, onunla harbetmeye, ona muhalefet etmeye kalkışan kimse bir noktada, Allah ve Rasûlü de bir noktadadır. «Muhakkak ona, içinde hor ve azâblandırılmış olarak ebedî kalacağı cehennem ateşi var­dır. İşte bu en büyük rüsvâylık, en büyük zillet ve en büyük mutsuz­luktur.»[40]

 

64 — Münafıklar; üzerlerine kalblerinde olanı haber verecek bir sûrenin indirilmesinden çekiniyorlar. De ki: Siz alay edin bakalım, Allah çekindiğinizi ortaya çıkaran­dır.

 

Mücâhid. der ki: Aralarında sözü söylüyor, konuşuyorlar, sonra da : Umulur ki Allah bizim bu sırrımızı ifşa etmez, diyorlardı. Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'nın: «Sana geldikleri zaman, seni Allah'ın selâm­lamadığı bir şeyle selâmlarlar. Kendi içlerinden de : Söylediklerimiz yü­zünden Allah'ın bize azâb etmesi gerekmez miydi?, derler. Onlara ce­hennem yeter. Oraya gireceklerdir. Ne kötü dönüş yeridir!» (Mücâdile, 8) kavli gibidir. Bu âyet-i kerîme'de de şöyle buyurur : «De ki: Siz alay edin bakalım, Allah çekindiğinizi ortaya çıkarandır.)) Allah Teâlâ Rasû-lüne sizi rüsvây edecek ve sizin durumunuzu ona açıklayacak şeyleri yakında indirecektir. Nitekim başka bir âyette de : «Yoksa kalblerinde hastalık olanlar, onların kinlerini Allah'ın dışarı vurmayacağını mı sandılar? ... Sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki, sen onları sözlerinin üslûbundan da tanırsın. Allah bütün amellerinizi bilir.» (Mu-hammed, 29-30) buyurmaktadır. Bu sebepledir ki Katâde : Bu sûreye el-Fâziha ismi verilirdi, ki münafıkların rüsvây edicisidir, demiştir.[41]

 

65  — Şayet onlara soracak olursan, diyeceklerdir ki: Andolsun ki biz dalmış oyalanıyorduk. De ki: Allah ile, O'nun âyetleri ve peygamberi ile mi alay ediyorsunuz?

66  — Ma'zeret beyân etmeyin, gerçekten siz inanma­nızdan sonra küfrettiniz. İçinizden bir topluluğu affetsek bile, mücrimler oldukları için bir topluluğa azâb ederiz.

 

Ebu Ma'şer el-Medînî'nin Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ve başka­larından rivayetine göre şöyle demişlerdir : Münafıklardan birisi: Bi­zim şu kurrâmızı ancak midelerine en düşkün, dilleri en yalancı ve düş­manla 'karşılaşma sırasında en korkaklarımız olarak görüyorum, dedi. Bu, Allah Rasûlü (s.a.) ne ulaştırıldı. Hz. Peygamber kalkmış, deve­sine binmişken (bu sözü söyleyen münafık) geldi ve ; Ey Allah'ın elçisi, andolsun ki, biz sadece eğlenip duruyorduk, dedi. Hz. Peygamber : «Al­lah ile, O'nun âyetleri ve peygamberi ile mi alay ediyordunuz... Mücrim­ler oldukları için bir topluluğa azâb ederiz.» buyurdu. Münafığın ayak­lan taşlara takılıyor ve Allah Rasûlü (s.a.) ona dönüp bakmıyordu. O, Allah Rasûlü (sa..) nün binitinin gemine asılmıştı.

Abdullah Ibn Vehb der ki: Bana Hişâm İbn Sa'd'm... Abdullah îbn Ömer'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Tebûk gazvesinde birisi bir mecliste : Bizim şu kurrâmız kadar midelerine düşkün, dilleri yalancı ve düşmanla karşılaşma esnasında korkak kimseyi hiç görmedim, demişti. Birisi mescidde : Yalan söyledin, fakat sen münafıksın. Mutlaka Allah Rasûlü (s.a.) ne haber vereceğim, dedi. Bu, Allah Ra­sûlü (s.a.) ne ulaştı ve Kur'an (âyet) nazil oldu. Abdullah İbn Ömer der ki: Ben onu gördüm. Allah Rasûlü (s.a.) nün devesinin palanına (üzengisine) asılmış ve taşlar ayağını yaralıyorken : Ey Allah'ın elçisi, biz sadece eğleniyorduk, diyor ve Allah Rasûlü (s.a.) de : «Allah ile O'nun âyetleri ve peygamberiyle mi alay ediyordunuz? Ma'zeret beyân etmeyin, gerçekten siz inanmanızdan sonra küfrettiniz.» buyuruyordu. Bu hadisin bir benzerini Leys de Hişâm İbn Sa'd'dan rivayet etmiştir. İbn İshâk der ki: Münafıklardan bir grup içinde Amr İbn Avf oğul­larından Ümeyye İbn Zeyd oğullarının kardeşi Vedîa İbn Sabit ve Se­leme oğullarının müttefiki Eşca' kabilesinden Muhaşşin (veya Mahşî) İbn Humeyyir, Allah Rasûlü (s.a.) Tebûk'e giderken ona işaret ederek bir diğerine : Asfar oğullarıyla savaşmayı araplann birbirleriyle savaş­ması gibi mi sanıyorsunuz? Allah'a yemîn olsun ki yarın sizin iplerle bağlanmış olduğunuzu görür gibiyiz, diyorlardı. Bununla inananları üzmek ve korkutmak istiyorlardı. Muhaşşin İbn Humeyyir : Allah'a yemîn olsun ki bu sözümüz sebebiyle hakkımızda Kur'an (bir âyet) in­memesini ve buna mukabil her birimize yüz sopa vurulmasının karar­laştırılmasını daha çok isterdim, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) —bana ulaş­tığına göre— Ammâr İbn Yâsire : O topluluğa yetiş; muhakkak ki on­lar yandılar. Ne söylediklerini onlara sor. Eğer inkâr ederlerse : Bilakis evet, şöyle şöyle söylediniz de, buyurdu. Ammâr onlara gitti ve Allah Rasûlü'nün söylemesini emrettiği şeyleri söyledi de özür beyân etmek üzere Allah Rasûlü (s.a.) ne geldiler. Allah Rasûlü (s.a.) biniti üzerin­de dururken Vedîa İbn Sabit binitinin üzengisini tutmuş ve : Ey Al­lah'ın elçisi, biz sâdece eğleniyorduk, dedi de Allah Teâlâ : «Şayet on­lara soracak olursan, diyeceklerdir ki: Andolsun ki biz, dalmış oyala­nıyorduk.» âyetini indirdi. Muhaşşin îbn Humeyyir : Ey Allah'ın elçisi, beni ismim ve babamın ismi geri bıraktı, dedi de bu âyette Muhaşşin İbn Humeyyir affedilen kişi oldu ve ona Abdurrahmân ismi verildi. Al­lah'tan şehîd olarak öldürülmesini ve yerinin bilinmemesini diledi. Ye-mâme günü öldürüldü ve ondan hiç bir iz bulunamadı. «Şayet onlara soracak olursan, diyeceklerdir ki: Andolsun ki biz, dalmış oyalanıyor­duk, diyeceklerdir.» âyeti hakkında Katâde der ki: Hz. Peygamber (s.a.) Tebûk gazvesinde iken münafıklardan bir grup önünde yürüyor ve : Şu, Rûm saraylarını ve kalelerini fethedeceğini sanıyor. Heyhat, heyhat, diyorlardı. Allah Teâlâ peygamberi (s.a.) ni .onların söylemiş olduklarına muttali' kıldı da : Şu kimseleri bana getirin, buyurup onları çağırtdı ve : Siz, şöyle şöyle dediniz, buyurdu. Onlar, biz sâdece dalmış oyalanıyorduk, diye yeminler ettiler.

Bu âyetin tefsirinde İkrime der ki inşâallah Allah'ın kendisini affe­deceği kişilerden birisi şöyle diyordu : EyAllah'ım, muhakkak ben be­nim kasdedildiğim bir âyet işitiyorum ki ondan tüyler ürperir ve kalb-ler titrer. Ey Allah'ım, benim vefatımı senin yolunda öldürülme kıl. Hiç kimse : Ben gaslettim (cenazesini yıkadım), ben kefenledim, ben def­nettim, demesin. Yemâme günü öldürüldü de müslümanlardan hiç kim­se onu bulamadı.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Ma'zeret beyân etmeyin, (alay etmekte olduğunuz bu sözünüzle) gerçekten siz inanmanızdan sonra küfretti­niz. İçinizden bir topluluğu affetsek bile, (elbette hepiniz affedilecek değilsiniz. Bu günahkâr ve hatalı sözlerinden dolayı) mücrimler olduk­ları için bir topluluğa azâb ederiz*.»[42]

 

67  — Münafık erkeklerle, münafık kadınlar birbirle-rindendirler. Münkeri emreder ve ma'rûfu nehyederler. Ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular; O da on­ları unuttu. Muhakkak ki, münafıklar, fâsıklaruı kendile­ridir.

68  — Allah; münafık erkeklerle, münafık kadınlara ve kâfirlere cehennem ateşini va'detmiştir. Orada temelli kalıcıdırlar. Bu, onlara yeter. Ve Allah onlara la'net etmiş­tir. Onlara sürekli bir azâb vardır.

 

Münafık Erkekler ve Kadınlar

 

Allah Teâlâ, mü'minlerin sıfatlarının zıddına olan münafıkları tak­bih buyuruyor. İnananlar ma'rûfu emredip münkerden nehyettiklerin-de bunlar: «Münkeri emreder, ma'rûfu nehyederler. (Allah yolunda infâkda (harcamada) bulunmaktan) ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı (zikri) unuttular; O da onları unuttu. (Onlara kendilerini unu­tanın muâmelesiyle muamelede bulundu.)» Allah Teâlâ başka bir âyette de şöyle buyurur: «Denilir ki: Siz nasıl ki bu güne kavuşacağınızı unuttuysanız, biz de sizi unutup terkettik...» (Câsiye, 34). «Muhakkak ki münafıklar, fasıkların kendileridir.» Hak yoldan çıkmış, sapıklık yo­luna girmişlerdir. «Allah; münafık erkeklerle, münafık kadınlara ve kâfirlere, (yaptıkları zikredilen bu işleri üzerine,) cehennem ateşini va'detmiştir. Orada (münafıklar ve kâfirler) temelli kalıcıdırlar. Bu, azâb olarak onlara yeter. Ve Allah onlara la'net etmiş (onlan kovmuş, uzaklaştırmış). tır. Onlara sürekli bir azâb vardır.»[43]

 

69 — Sizden öncekiler gibi. Onlar kuvvet bakımın­dan sizden daha yaman, mallar ve çocuklar bakımından daha çoktular. Onlar hisselerince bundan faydalandılar. Sizden öncekiler hisselerince faydalandıkları gibi, siz de hissenizce ondan faydalandınız ve onların daldığı gibi siz de daldınız. îşte onların yaptıkları dünyada da, âhirette de boşa gitmiştir. Ve onlar, hüsrana uğrayanların kendile­ridir.

 

Allah Teâlâ buyurur. ki: Kendilerinden öncekilerin daha güçlü kuvvetli ve daha çok mal ve evlâd sahibi olmalarına rağmen dünya ve âhirette Allah'ın azabına uğramaları gibi bunlar da dünya ve âhirette azaba uğramışlardır. «Onlar hisselerince —Hasan el-Basrî'ye göre din­lerinden— faydalandılar. Sizden öncekiler hisselerince faydalandıkları gibi, siz de hissenizce ondan faydalandınız. Ve onların (yalan ve bâtıla) daldığı gibi siz de daldınız. İşte onların yaptıkları (çalışmalar) dünya­da da âhirette de boşa gitmiştir. (Bozuk olmaları sebebiyle onlara, bu çalışmalarından hiçbir sevâb yoktur.) Ve onlar, hüsrana uğrayanların kendileridir.» Zîrâ bu işler üzerine onlar için bir sevâb hâsıl olmamıştır.

îbn Cüreyc'in Ömer îbn Atâ kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, «Sizden öncekiler gibi...» âyeti hakkında şöyle demiştir: Bu gece, geçen geceye ne kadar benzemektedir. Siz de tıpkı kendinizden evvelkiler gibisiniz. Bunlar İsrâiloğullaridır. Bizi onlara benzetmiştir. Bilmiyorum, herhalde şöyle de demişti: Nefsim kudret elinde olan (Al­lah) a yemin ederim ki sizler mutlaka onlara uyacaksınız. Hattâ onlar­dan birisi bir keler kovuğuna girse dahi siz oraya gireceksiniz.

îbn Cüreyc der ki: Bana Ziyâd İbn Sa'd'ın... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) : Nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemîn ederim ki sizden öncekilerin yoluna karış karış, arşın arşın* kulaç kulaç uyacaksınız. Hattâ onlar bir keler yuvasına girmiş olsalardı mutlaka siz de girerdiniz, buyurdu. Onlar kimdir ey Allah'ın elçisi? Kitab ehli mi? diye sordular, ya kim? buyurdu. Hadîsi bu şek­liyle Ebu Ma'şer de Saîd el-Makburî'den, o Ebu Hüreyre'den, o da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayet etmiş olup bunda şu fazlalık vardır : Ebu Hüreyre der ki: Dilerseniz Kur'an'ı okuyunuz : «Sizden öncekiler gibi. Onlar; kuvvet bakımından sizden daha yaman, mallar ve çocuklar bakımından daha çoktular. Onlar hisselerince bundan —Ebu Hüreyre bunun din olduğunu söyler— faydalandılar. Sizden öncekiler hisselerince faydalandıkları gibi, siz de hissenizce ondan faydalandınız. Ve onların daldığı gibi siz de daldınız.» Dediler ki: Ey Allah'ın elçisi, İran ve Rum­ların yaptığı gibi mi? Hz. peygamber : İnsanlar hep aynı değil mi? bu­yurdu. Bu hadîsin sahih bir rivayette şahidi de vardır.[44]

 

70 — Onlara kendilerinden öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ve altüst olmuş şehirler halkının haberleri gelmedi mi? Peygam­berleri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi. Allah onlara zulmediyor değildi. Ama onlar kendilerine zulmediyor­lardı.

 

Allah Teâlâ, elçilerini yalanlayan bu münafıklara nasîhatta bu­lunarak buyuruyor ki: Onlara kendilerinden öncekilerden Rasûlleri yalanlamış ümmetlerin, haberleri gelmedi mi? Allah'ın kulu ve elçisi Nûh (a.s.) a îmân edenler dışında yeryüzünde bulunanların hepsinin suda nasıl boğulduğu Hûd (a.s.) u yalanladıklarında Âd kavminin ku­ru rüzgârla nasıl helak edildikleri Salih (a.s.) i yalanlayıp deveyi bo­ğazladıklarında Semûd kavmini çığlığın nasıl yakalayıverdiği, Allah'ın İbrahim'i açık mucizelerle destekleyip kavmine göndererek nasıl yar­dım ettiği, kral Nemrûd İbn Ken'ân İbn Kûş el-Ken'ânî —Allah'ın la'-neti onun üzerine olsun— yi nasıl helak ettiği, Şuayb (a.s.) m kavmi olan Medyen halkım gölgelik günün azabı, zelzele ve çığlığın nasıl ya­kaladığı, altüst olmuş şehirler halkı olan Lût kavminin haberleri onlara gelmedi mi? Lût (a.s.) un kavmi şehirlerde otururlardı. Bu hususta başka bir âyette Allah Teâlâ : «Altı üstüne gelen kasabaları da o kal­dırıp çarptı.» (Necm, 53) buyurmaktadır. Söylendiğine göre, onların baş şehirleri Sodom olup burada, altüst olan şehir ile burası kasdedil-mektedir. Netice olarak Allah Teâlâ, peygamberi Lût (a.s.) u yalanla­maları sebebiyle ve bir de âlemlerde kendilerinden önce hiç kimsenin yapmamış olduğu bir fuhşu yapmaları yüzünden sonuncularına varın­caya kadar tamâmını helak buyurmuştur.

«Peygamberleri onlara apaçık delillerle (kesin hüccetlerle) gelmiş­lerdi. (Onları helak etmekle) Allah onlara zulmediyor değildi. (Zîrâ pey­gamberler göndermek suretiyle onların aleyhine delil ikâme etmiş, ma'-zeretleri onlardan uzaklaştırmıştır.) Ama onlar (peygamberleri yalan­lamaları, hakka zıt gitmeleri ile) kendilerine zulmediyorlardı.» Böylece azaba dûçâr kalmış ve yok olmuşlardır.[45]

 

71 — Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirleri­nin velîleridirler. Ma'rûfu emreder, münkerden nehyeder-ler. Namaz kılarlar, zekât verirler, Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Mu­hakkak ki Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir.

 

Mü'min Erkekler ve Kadınlar

 

Allah Teâlâ münafıkların yerilmiş sıfatlarını zikrettiğinde hemen peşinden inananların övülmüş sıfatlarını zikredip : «Onlar birbirlerinin velîleridir. (Onlar birbiriyle yardımlaşırlar, birbirlerine arka çıkarlar.)» buyuruyor. Nitekim sahîh bir hadîste Allah Rasûlü: Mü'min, mü'min için; biri diğerini kuvvetle tutan yapı gibidir, buyurmuş ve parmakla­rını birbirine kenetlemiştir. Yine sahîh bir hadîste şöyle buyurulur: Birbirlerini sevmede ve birbirlerine merhamet etmede mü'minlerin mi­sâli bir cesed gibidir. Ondan bir organ şikâyet ettiğinde (hastalandığın­da) cesedin diğer organları ateş ve uykusuzlukla ona katılırlar. «Ma'-rûfu emreder, münkerden nehyederler.» Başka bir âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur: «İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.» (Âl-i îmrân,104).

Namaz kılarlar, Allah'a itaat ederler. Zekât verirler, Allah'ın yara­tıklarına iyilik ederler. Emrettiklerinde ve yasakladıklarım terketmede Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah bunlara; bu sıfatlarla nite­lenmiş olanlara rahmet edecektir. Muhakkak ki Allah, Azîz'dir. Kendi­sine itaat edeni azız kılar. Muhakkak ki izzet Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerindir. Bu sıfatları bunlar arasında bölüştürmesinde ve daha önce geçen münafıklara âit sıfatlan onlara tahsisinde hikmet sahibi olup Allah Teâlâ bütün yaptıklarında mutlak hikmet sahibidir.[46]

 

72 — Allah mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara, içinde temelli kalacakları ve altından ırmaklar akan cen­netleri va'detti. Ve Adn cennetlerinde çok güzel mesken­ler de. Allah tarafından bir hoşnûdluk ise daha büyüktür. En büyük kurtuluş işte budur.

 

Allah Teâlâ, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içinde temelli kalacakları ve altından ırmaklar akan cennetlerde hazırlamış olduğu hayırlar, devamlı nimetler ve çok güzel (yapılmış), içinde kalınması hoş meskenler hazırladığını haber veriyor. Nitekim Buhârî ve Müslim'­de Ebu îmrân el-Cevnî kanalıyla Ebu Bekr İbn Ebu Mûsâ Abdullah îbn Kays el-Eş'arî'den ve onun da babasından rivayetine göre Allah Ra­sûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Kablan ve içindekiler altından iki cen­net, kablan ve içindekiler gümüşten iki cennet. Adn cennetinde bulu­nan topluluk ile Rablanna bakmaları arasında sâdece Kibriya örtüsü vardır. Yine Buhârî ve Müslim'in tahrîc ettikleri bir hadîste Allah Ra-sûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Mü'min cennette bir tek inciden oyul­muş, uzunluğu altmış mil olan bir çadırda olacaktır. Mü'minin orada yanlarına vardığı eşleri olacak fakat bu eşlerden biri diğerini göreme­yeceklerdir. Yine Buhârî ve Müslim'de Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur:

Kim Allah'a ve Rasûlüne îmân eder, namazı kılar, Ramazân oru­cunu tutarsa, ister Allah yolunda hicret etmiş, isterse doğduğu yerde oturmuş olsun onu cennete koyması Allah üzerinde bir haktır. Ey Al­lah'ın elçisi, bunu insanlara haber vermeyelim mi? dediler de şöyle bu­yurdu : Muhakkak ki cennette yüz derece vardır. Allah bunları kendi yolunda cihâd edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arasında gökle yer arası kadar mesafe vardır. Allah'tan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyiniz. Muhakkak o, cennetin ortası ve en üstüdür. Onun da üstü Rahmân'ın arş'ıdır. Cennet ırmakları oradan kaynar. Bu hadîsin bir benzerini Taberânî, Tirmizî ve İbn Mâce'de Zeyd İbn Eşlem kanalıyla... Muâz İbn Cebel (r.a.) den rivayetle mevcûdtur. Hadîsin bir benzeri, Ubâde İbn es-Sâmit'den rivayetle Tirmizî'de de vardır. Ebu Hâzim'den, onun da Seni İbn Sa'd'dan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) : Muhak­kak ki cennet halkı, cennetteki odada gökte yıldızı gördüğünüz gibi bir­birlerini göreceklerdir, buyurmuştur. Hadîsi Buhârî ve Müslim Sahîh'-lerinde tahrîc etmişlerdir.

Sonra bil ki cennette arş'a yakınlığı sebebiyle «el-Vesîle» denilen bir derece vardır ki; bu, derecelerin en üstünüdür. Burası cennette Allah Rasûlü (s.a.) nün meskenidir. Nitekim İmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk'm... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Bana duâ ettiğinizde Allah'tan benim için Vesîle'yi isteyiniz. Ey Allah'ın elçisi, Vesile nedir? denildi de : Cennet­teki en üstün derecedir. Oraya sâdece bir kişi ulaşacaktır. Onun ben olacağımı umarım, buyurdu. Müslim'in Sahîh'inde Kâ'b İbn Alkame kanalıyla... Abdullah İbn Amr İbn e]-Âs'dan rivayete göre o, Hz. Pey­gamber  (s.a.) i şöyle buyururken işitmiş : Müezzini işittiğiniz zaman onun söylediği gibi söyleyiniz, sonra bana dua ediniz. (Benim üzerime salevât getiriniz). Muhakkak ki kim bana bir salevât getirirse; buna mukabil Allah Teâlâ, o kişiye on salevât eder. Sonra benim için Vesî-Je'yi isteyiniz. O, cennette öyle bir derecedir ki Allah'ın kullarından sâ­dece bir kula yaraşır. Onun ben olacağımı umarım. Kim benim için Vesîle'yi isterse; kıyamet günü ona şefaatim vâki' olacaktır.

Hafız Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki: Bize Ahmed İbn Ali'nin... İbn Abbas'tan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah'tan benim için Vesîle'yi isteyiniz. Dünyada benim için onu iste­yen hiç bir kul yoktur ki kıyamet günü onun için şâhid —veya şefaatçi— olmayayım. İmâm Ahmed'in Müsned'inde Sa'd Ebu Mücâhid et-Tâî ka­nalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayete göre; o, şöyle demiştir: Ey Allah'ın elçisi,. bize cennetten bahset. Onun binaları nasıldır? dedik.. Kerpiçleri altın ve gümüş, sıvası misk, çakılları inci ve yakut, toprağı za'ferândır. Kim ona girerse;'ihtiyâçlı ve kötü halli olmaz, nimete ka­vuşur. Ebedî olur ve ölmez. Elbiseleri eskimez ve gençliği sona ermez, buyurdu. Hadîsin bir benzeri, İbn Ömer'den merfû' olarak rivayet edil­miştir. Tirmizî de Abdurrahmân İbn İshâk kanalıyla... Ali (r.a.) den rivayete göre Allah Rasûlü : Cennette öyle odalar var ki dışları içlerin­den, içleri de dışlarından görülür, buyurdu. Bir bedevi kalkıp : Ey Al­lah'ın elçisi, bunlar kimin içindir? diye sordu. Bunun üzerine Allah Rasûlü : Hoş söz eden, yemek yediren, oruca devam eden, insanlar uyur­ken geceleyin namaz kılanlar içindir, buyurdu. Tirmizî, hadîsin garîb olduğunu söyler. Hadîsin bir benzerini Taberânî de Abdullah İbn Amr ve Ebu Mâlik el-Eş'arî kanallarından olmak üzere Hz. Peygamber (s.a.) den rivayet etmiştir. Her iki hadîsin de isnadı ceyyid ve hasendir. Ta-berânî'nin rivayetinde soruyu soranın Ebu Mâlik olduğu kaydedilir. En doğrusunu Allah bilir.

Üsâme İbn Zeyd'den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) : Cennete koşan yok mu? Muhakkak ki cennetin bir "benzeri yoktur. O. —Kâ'be'nin Rabbına yemin olsun ki— parlayan bir nûr, sallanan bir reyhan, yüce bir köşk, devamlı akan bir nehir, olgun bir meyve, güzel bir eş, pekçok hülleler, selâmet yurdunda ebedî kalış, meyveler, yeşil­likler, bol geçim, yüce ve güzel bir yerde nimet, buyurdu. Onlar, Allah dilerse, biz ona koşanlarız, ey Allah elçisi, dediler de şöyle buyurdu : Allah dilerse deyiniz, dediler. Hadîsi İbn Mâce rivayet etmiştir.

Allah Teâlâ : «Allah tarafından bir hoşnûdluk ise daha büyüktür.» buyurur ki onların içinde bulunacakları nimetlerden Allah'ın hoşnûd-luğu daha büyük, daha üstündür. Nitekim İmâm Mâlik —Allah ona rahmet eylesin— Zeyd îbn Eşlem kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudri (r.a.) den rivayet eder ki Allah Rasûlü '(s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah Teâlâ cennet halkına: Ey cennet halkı, buyurur. Onlar: Buyur Rabbımız, mutluluk ve hayır Senin elindedir, derler. Allah Teâlâ : Hoşnûd oldu­nuz mu? diye sorar. Onlar : Ey Rabbımız, niçin razı olmayacağız ki ya­ratıklarından hiç birine vermediğin bize verildi, derler. Bundan daha üstününü size vermeyeyim mi? diye sorar. Onlar: Ey Rabbımız, hangi şeydir bundan daha üstünü? diye sorarlar da Allah Teâlâ : Sizin üze­rinize hoşnûdluğumu helâl kılıp bundan sonra ebediyyen size gazab et­meyeceğim, buyurur. Buhârî ve Müslim bu hadîsi Mâlik'den rivayetle tahrîc etmişlerdir.

Ebu Abdullah el-Hüseyin İbn İsmâîl der ki: Bize Fadl er-Ruhâmî'-nin... Câbir İbn Abdullah'tan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Cennet halkı cennete girdiği zaman Allah Teâlâ : Arzu­ladığınız bir şey var mı, size arttırayım? buyurur. Onlar: Ey Rabbımız, bize verdiğinden daha hayırlı olan nedir? derler de Allah Teâlâ : Benim hoşnûdluğum en büyüktür, buyurur. Hadîsi el-Bezzâr Müsned'inde Sev-rî kanalıyla rivayet etmiştir. Hafız Ziya el-Makdîsi de «Sıfat'ül-Cenne» kitabında : Bu hadîs bana göre sahîh hadîs şartlarına uygundur, der. En doğrusunu Allah bilir.[47]

 

73  — Ey peygamber; kâfirler ve münafıklar ile cihâd et ve onlara karşı çetin ol. Onların varacakları yer cehen­nemdir ve o ne kötü dönüş yeridir.

74  — Allah adına yemîn ederler ki: Bir şey söyleme­diler. Halbuki onlar, küfür sözünü söylemişler ve müslü-manlıklarmdan sonra kâfir olmuşlardır. Başaramayacak­ları bir şeye yeltendiler. Halbuki öç almaya yeltenmeleri için Allah'ın ve Rasûlünün onları   zenginleştirmesinden başka bir sebep de yoktur. Eğer tevbe ederlerse; onlar için hayırlı olur. Şayet yüz çevirirlerse; Allah onları dünyada da, âhirette de pek acıklı bir azaba uğratır. Ve onlar için yeryüzünde bir dost ve yardımcı yoktur.

 

Ey Peygamber Kâfirlerle Cihâd Et

 

Allah Teâlâ Rasûlüne kâfirlerle, münafıklarla savaşmayı ve onlara sert davranmayı emrediyor. Bunların yanında kendine tâbi olan mü'-minlere kanat germesini de emretmiş, kâfirler ve münafıkların âhiret yurdunda varacakları yerin cehennem olduğunu haber vermiştir. Da­ha önce de Hz. Ali İbn Ebu Tâlib'den rivayetle geçtiği üzere o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) dört kılıçla gönderilmiştir: Bir kılıç; müşrikler için : «Haram aylar çıkınca artık müşrikleri bulduğunuz yer­de öldürün.» (Tevbe, 5), bir kılıç; kitab ehlinin kâfirleri için : «Kitab verilmiş olanlardan Allah'a da, âhiret gününe de inanmayan, Allah ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve hak din edinme-yenlerle —boyun eğip kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar--- sava­şın.» (Tevbe, 29), bir kılıç; münafıklar için : «Ey peygamber, kâfirler ve münafıklar ile cihâd et.». Bir kılıç da âsîler için : «O saldıranla Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar savaşın.»  (Hucurât, 9).

İbn Cerîr'in de tercih ettiğine göre bu, açıkça münâfıklrk ettikle­rinde onlarla savaşmayı gerektirir. «Kâfirler ve münafıklar ile cihâd et.» âyeti hakkında İbn Mes'ûd : Eliyle, kalbiyle buna da güç yetiremez ise yüzüne karşı kızgın davranarak (abus bir yüzle) karşı çıksın, demiştir. İbn Abbâs ise : «Allah Teâlâ kâfirlerle kılıçla, münafıklarla dille ci­hâdı emretmiştir. Ayrıca onlara yumuşak davranmayı gidermiş, kaldır­mıştır, der. Dahhâk der ki: Kâfirlerle kılıçla cihâd et, münafıklara sözle sert davran. Bu onlarla cihâddır. Mukâtil ve Rebî'den bu görüşün bir benzeri rivayet edilmiştir. Hasan ve Katâde ise : Onlarla cihâd, on­lara hadlerin uygulanmasıdır, derler. Bu sözler arasında bir zıtlık olma­dığı söylenebilir. Zîrâ durumlarına göre bazan bununla, bazan diğeriyle cezalandırılırlar. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ : «Allah adına yemin ederler ki: Bir şey söylemediler. Halbuki onlar, küfür sözünü söylemişler ve müslümanlıklanndan sonra kâfir olmuşlardır.)) buyurur ki Katâde bu âyetin Abdullah îbn Übeyy hakkında nazil olduğunu söyler. Cüheyne kabilesinden olan Ansâr'dan olana ağır basmış ve Abdullah, Ansâra : Kardeşinize yardım etmeyecek misiniz? Allah'a yemîn olsun ki bizimle Muhammed'in durumu : Kö­peğini semirt seni yesin, diyenin sözü gibidir, demişti. Ayrıca : Medi­ne'ye dönersek muhakkak ki azîz olan zelîl olanı oradan çıkaracaktır, demişti. Müslümanlardan birisi koşup bunu Hz. Peygamber (s.a.) e ha­ber verdi de Hz. Peygamber Abdullah'a birini gönderip çağırttı ve ona sordu. Bunun üzerine Abdullah, bu sözü söylemediğine dâir Allah adına yemîn etmeye başladı. Allah Teâlâ da onun hakkında bu âyeti indirdi.

îsmâîl İbn İbrahim İbn Ukbe'nin amcası Mûsâ İbn Ukbe kana­lıyla... Enes İbn Mâlik (r.a.) den rivayetine göre; o, şöyle dermiş: Harre olayında kavmimin başına gelenlere üzülmüştüm. Şiddetli üzün­tümün kendisine ulaştığı Zeyd İbn Erkam bana yazdı ki o, Allah Rasûlü (s.a.) nün şöyle buyurduğunu işitmiş : Ey Allah'ım, ansârı bağışla, an-sârın çocuklarını da bağışla. —İbn Padl Allah Rasûlü'nün, ansârm ço­cuklarının çocukları hakkında böyle söyleyip söylemediğinde şüphe et­miştir.— İbn Fadl der ki: Enes'in yanında olanlardan birisi ona Zeyd İbn Erkâm'ı sordu da şöyle dedi: O, hakkında Allah Rasûlü (s.a.) nün; kulaklarının işittiklerini haber vermesinde Allah onun doğruluğunu izhâr etmiştir, buyurduğu kimsedir. Allah Rasûlü (s.a.) hitâb ederken münafıklardan biri : Eğer şu doğru ise biz merkeblerden daha kötüyüz, demişti. Zeyd İbn Erkam: Allah'a yemîn olsun ki o doğrudur. Muhak­kak sen merkebten daha kötüsün, demiş ve bu durum Allah Rasûlü (s.a.) ne ulaştırıldığında bu sözü söyleyen sözünü inkâr etmişti. Allah Teâlâ da Zeyd'in tasdiki makamında olmak üzere bu âyeti yani «Allah adına yemîn ederler ki: Bir şey söylemediler.» âyetini indirdi. İşte bu, kulaklarının işittiğini haber vermesinde doğruluğunu Allah'ın izhâr bu­yurup tasdik ettiği kişidir, kısmına kadar hadisi Buhârî Sahîh'inde İs-mâîl İbn Ebu Üveys kanalıyla İsmâîl İbn İbrahim İbn Ukbe'den rivayet etmiştir. Herhalde hadîsin bundan sonrası Mûsâ İbn Ukbe'nin sözüdür. Hadîsi Muhammed İbn Füleyh de kendi isnadı ile Mûsâ İbn Ukbe'den rivayet etmiş, sonra : İbn Şihâb der ki... deyip bundan sonraki kısmını Mûsâ kanalıyla İbn Şihâb'dan rivayetle zikretmiştir.

Bu kıssa hakkında meşhur olan ise bunun Mustalik oğullan gaz­vesinde vuku bulmuş olmasıdır. Herhalde râvî vehmederek âyeti zikret­miş olsa gerektir. Bir başka âyeti zikretmek istemiş ve fakat bu âyeti zikretmiştir. En doğrusunu Allah bilir.[48]

 

— Ek —

 

Bize Muhammed İbn İshâk'ın Zührî'den, onun Abdurrahmân İbn Abdullah İbn Kâ'b İbn Mâlik'den, onun babasından, onun da dedesin­den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) geldiğinde-kavmim beni'yakaladı ve : Sen şâir bir adamsın. Dilersen bazı sebepler ileri sürerek Allah Rasûlü (s.a.) ne özür beyân edebilirsin. Sonra bir günâh olursa Allah'tan mağfiret dilersin.., dediler. Sonra râvî hadîsi uzunca zikredip dedi ki: Hz. Peygamber (s.a.) in beraberinde olanlar­dan haklarında Kur'an inen ve münafıklardan geride kalanlardan bi-' risi de Cülâs İbn Süveyd İbn es-Sâmit idi. Ümeyr İbn Sa'd'ın annesi ile evliydi. Umeyr, onun yamnda yetînx idi. Kur'an nazil olup ta Allah Teâlâ münafıklar hakkında zikrettiklerini zikredince Cülâs: Allah'a yemîn olsun ki eğer bu adam söylediklerinde doğru ise muhakkak biz merkeblerden daha kötüyüz, dedi. Bunu işiten Umeyr İbn Sa'd : Allah'a yemîn olsun ki, ey Cülâs, muhakkak ki sen bana insanların en sevimlisi, imtihan yönünden en güzeli ve hoşlanmadığı şeyin kendisine isabet et­mesini en çok istemediğim kimse idin. Fakat öyle bir söz söyledin ki; eğer ben onu anlatırsam, bu seni rüsvây eder. Eğer onu gizlersem, gizlemem beni helak eder. Bunlardan birisi (birincisi) bana diğerinden daha hafiftir, dedi ve Allah Rasûlü (s.a.) ne gelip Cülâs'ın söylediklerini ona anlattı. Bu Cülâs'a ulaşınca hemen Hz. Peygamber (s.a.) in yanma gelip Umeyr İbn Sa'd'ın anlattıklarını kendisinin söylemediğini ve onun kendisine iftira ettiğini belirtip bu hususta Allah'a yemîn etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onun hakkında : «Allah adına yemîn ederler ki: Bir şey söylemediler. Halbuki onlar, küfür sözünü söylemişler ve müs-lümanlıklarından sonra kâfir olmuşlardır...» âyetini indirip Allah Ra­sûlü (s.a.) nü buna muttali' kıldı. Cülâs'ın güzelce tevbe edip nifaktan sıyrıldığını rivayet ederler. Hadîs bu şekliyle müdrectir. İdrâc edilen kısım hadîse muttasıl olarak gelmiştir. Sanki o, —en doğrusunu Allah bilir— bizzat îbn İshâk'ın sözü olup Kâ'b İbn Mâlik'in sözlerinden de­ğildir.

Urve İbn Zübeyr der ki: Bu âyet, Cülâs İbn Süveyd îbn Sâmit hakkında nazil olmuştur. O ve karısının oğlu Mus'ab Küba'dan gel­mişlerdi. Cülâs : Şayet Muhammed'in getirdiği hak ise; biz, üzerinde olduğumuz şu merkeblerimizden daha kötüyüz, dedi. Mus'ab: Ey Al­lah'ın düşmanı, Allah'a yemîn olsun ki söylediklerini Allah Rasûlü (s.a.) ne haber vereceğim, dedi. Hz. Peygamber (s.a.) e geldim. Ve benim hakkımda Kur'an inmesinden veya bana bir musibet isabet etmesinden veya onun hatâsına karıştırılmamdan korktum da : Ey Allah'ın elçisi, ben ve Cülâs Küba'dan geldik. Şöyle şöyle dedi! Onun hatâsına karış­tırılmam veya benim başıma bir musibet gelmesinden korkum olmasay­dı, sana bunU haber vermezdim, dedim. Cülâs'ı çağırıp : Ey Cülâs, Mus'ab'ın bildirdiğini dedin mi? diye sordu. Ö yemîn etti. Bunun üze­rine Allah Teâlâ : «Allah adına yemîn ederler ki: Bir şey söylemediler. Halbuki onlar, küfür sözünü söylemişler ve müslümanlıklanndan son­ra kâfir olmuşlardır.» âyetini indirdi.

Muhammed İbn İshâk der ki: Bana ulaştığına göre; bu sözleri söy­leyen Cülâs îbn Süveyd İbn es-Sâmit olup, bu sözleri Allah Rasûlü'ne onun evinde yetîm olan Umeyr İbn Saîd ulaştırmış ve Cülâs bu sözleri inkârla söylemediğine dâir Allah'a yemîn etmiş; Allah Teâlâ onun hak­kında âyet indirince tevbe etmiş, nifaktan sıyrılmış ve bana ulaştığına göre güzelce tevbe etmiştir.

İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bana Eyyûb İbn İshâk İbn İbrâhîm'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, şöyle demiştir: Allah Ra-sûlü (s.a.) bir ağacın gölgesinde oturuyordu. Muhakkak size (biraz son­ra) bir insan gelip şeytânın gözleriyle bakacak. Geldiği zaman onunla konuşmayın, buyurdu. Çok geçmeden mavi gözlü bir adam çıktı geldi. Allah Rasûlü (s.a.) onu çağırıp : Sen ve arkadaşların bana ne ile ha­karet ettiniz? diye sordu. Adam gidip arkadaşlarını getirdi ve söyle­mediklerine dâir yemin ettiler de Allah Rasûlü (s.a.) onları affetti. Bu­nun üzerine Allah Teâlâ : «Allah adına yenim ederler ki: Bir şey söy­lemediler...» âyetini indirdi.

«Başaramayacakları bir şeye giriştiler.» âyetinin Cülâs hakkında nazil olduğu söylenir. Muhakkak ki Allah Rasûlü (s.a.) ne haber vere­ceğim, dediği zaman karısının oğlunu öldürmeye kalkmıştı. Âyetin Ab­dullah İbn Übeyy hakkında nazil olduğu da söylenir ki o Hz. Peygamber (s.a.) i öldürmeyi kasd etmişti. Süddî der ki: Allah Rasûlü razı olmasa dahi Abdullah İbn Übeyy'e tâc giydirmek isteyen bir takım kişiler hak­kında nazil olmuştur. Rivayete göre Allah Rasûlü Tebûk gazvesinde iken yürüyüş sırasında gecelerden birinde münafıklardan bir grup Hz. Pey­gamber (s.a.) e suikast düzenlemeye niyyet etmişlerdi. On küsur kişi idiler. Dahhâk, bu âyetin onlar hakkında nazil olduğunu söyler. Bu, Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî'nin «Delâil'ün-Nübüvve» isimli kitabında ri­vayet ettiği hadîste açıkça görülmektedir. Beyhakî, Muhammed İbn İshâk kanalıyla... Huzeyfe İbn el-Yemmân (r.a.) dan rivayet eder ki o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) nün devesinin geminden tutmuş ben Önden çekiyor, Ammâr da deveyi sürüyordu. —Veya ben deveyi sürüyordum, Ammâr da önden çekiyordu.— Biz, dağın bir yamacına vardığımızda birden orada Hz. Peygamberin önüne çıkan oniki süvari gördüm. Allah Rasûlü (s.a.) ne onları haber verdim. Onları çağırdı. On­lar gerisin geri dönüp kaçtılar. Allah Rasûlü (s.a.) bize : O topluluğu ta­nıdınız mı? diye sordu. Biz : Hayır ey Allah'ın elçisi, yüzleri peçeli idi. Fakat biz binitlerini tanıdık, dedik. Bunlar, kıyamet gününe kadar mü­nafıklardır. Ne istediklerini biliyor musunuz? buyurdu. Biz hayır, de­dik. Onlar, Allah Rasûlü (s.a.) ne akabe (dağının, yamacın) de galebe çalmak ve onu oradan atmak istiyorlardı, buyurdu. Biz : Ey Allah'ın elçisi, her kavmin, arkadaşlarının başını sana göndermesi için aşiretle­rine birini göndermeyecek misin? diye sorduk. Hayır, arabların kendi aralarında : Muhammed bir kavimle savaştı. Allah Teâlâ onu onların üzerine gâlib kılınca döndü onları öldürdü, diye konuşmalarından hoş­lanmam, buyurup sonra şöyle dedi: Ey Allah'ım, onlara dübeyle at. Biz : Ey Allah'ın elçisi, dübeyle nedir? diye sorduk. Onlardan birinin kalb damarına isabet edip onu helak edecek bir ateş parçasıdır, buyur­du.

İmâm Ahmed —Allah ona rahmet eylesin— der ki! Bize Yezîd'in... Ebu et-Tufeyl'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) Tebûk gazvesinden dönerken bir münâdîye emretti ve o; şöyle nida etti: Allah Rasûlü yamaç yolunu tutmuştur. Kimse o yolu tutmasın. Hu-zeyfe Allah Rasûlü (s.a.) nün binitini geminden feutup çeker ve Ammâr' da sürerken birden binitleri üzerinde yüzleri peçeli bir grup gelip Allah Rasûlü'nün devesini sürmekte olan Ammâr'ın üstüne çullandılar. Ammâr (r.a.) onların binitlerinin yüzlerine vurmaya başladı. Allah Ra­sûlü (s.a.) Huzeyfe'ye : Dur, dur, buyurup binitinden indi. Hz. Peygam­ber inince o da indi. Ammâr döndüğünde : Ey Ammâr, o topluluğu ta­nıdın mı? diye sordu. Ammâr : Binitlerinin hepsini tanıdım. Fakat ka­vim peçeliydi, dedi. Hz. Peygamber : Ne istediklerini bilir misin? diye sordu. Ammâr: Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dedi. Hz. Peygamber : Allah Rasûlü (s.a.) nü ürkütüp atmak istediler, buyurdu. Ammâr, Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabından bir adama gitti. O : Allah için söy­le, akabe ashabı (yamaçta size karşı gelenler) kaç kişiydiler* biliyor musun? dedi. Ammâr: Ondört, şayet sen de onlardan isen onbeş kişi idiler, dedi. Allah Rasûlü (s.a.), onlardan; Allah'a yemîn olsun ki biz, Allah Rasûlü'nün münâdisini işitmedik. Ve o topluluğun ne istediğini de bilmiyorduk, diyen üçünü ma'zûr gördü. Ammâr der ki: Ben şehâdet ederim ki kalan onikisi dünya hayatında ve şâhidlerin ortaya çıktığı günde Allah ve Rasûlüne düşmandırlar. İbn Lehîa'nın Ebu'l-Esved'den, onun da Urve İbn Zübeyr'den buna benzer rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) insanlara vâdînin alt tarafında yürümelerini emretmiş, o, Hu-zeyfe ve Ammâr yamaca tırmanmıştılar. Yüzleri peçeli olarak bu rezîl güruh, onların peşine takılıp yamaca tırmanıp ordan gitmek istemişler, Allah Teâlâ da Rasûlü (s.a.) ne onların maksadlarım bildirmiş, buna muttali' kılmıştı. Hz. Peygamber Huzeyfe'ye emretmiş, Huzeyfe onlara dönüp binitlerinin yüzlerine vurmuş, korkmuşlar ve kabahatli olarak dönmüşlerdi. Allah Rasûlü (s.a.) onların isimlerini ve kendisini öldür­me niyyetlerini Huzeyfe ve Ammâr'a bildirmiş ve gizlemelerini emret­mişti. Yûnus İbn Bükeyr de, İbn İshâk'tan bu şekilde rivayet etmiştir. Ancak burada onlardan bir cemâatin isimleri verilmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Beyhakî'nin söylediğine göre, Taberânî'nin Mu'cem'inde de bu şekilde anlatılır. Anlatılan bu kıssanın sıhhatine Müslim'in rivayet ettiği şu hadîs delâlet etmektedir: Müslim der ki:. Bize Züheyr îbn Harb'm... Ebu Tufeyliden rivayetine göre o, şöyle demiştir: Huzeyfe ile akabe halkından bir adam arasında, halkın arasında olan şeyler ol­muştu. Akabe halkından olan adam : Allah için söyle, akabe ashabı kaç kişiydi? dedi. Topluluk Huzeyfe'ye : Madem sordun, haber ver, de­diler. Huzeyfe : Bize onların ondört kişi olduğu haber verilmişti. Şayet sen de onlardan isen onbeş kişidirler. Allah'ı şâhid tutarım ki onlardan onikisi bu dünya hayatında ve şâhidlerin dikileceği günde Allah ve Rasûlüne düşmandırlar. Bizler, Allah Rasûlü (s.a.) nün münâdîsini işitmedik. Ve o topluluğun ne istediğini de bilmiyorduk, diyen üç kişinin ma'zereti ise kabul edilmiştir. Hz. Peygamber Harre'de iken yürüyüp; su az, benden önce hiç kimse oraya varmasın, buyurmuştu, oraya varın­ca kendinden önce bir topluluğun geldiğini görmüş o gün onlara la'net etmiş, dedi. Müslim'in Katâde kanalıyla Huzeyfe'den, onun da Hz. Pey­gamber (s.a.) den rivayet ettiği şu hadîs de yukardaki kıssanın sıh-hatına şâhiddir : Hz. Peygamber buyurmuştur ki: Ashabım içinde oniki münafık var ki onlar cennete girmeyecek ve deve iğne deliğinden geç­medikçe cennetin kokusunu duymayacaklardır. Onlardan sekizine, kü­rek kemikleri arasından girip göğüslerinden çıkacak bir ateş parçası yetecektir. Bu sebepledir ki Huzeyfe'ye Allah'tan başkasının bilmediği «Sırrın sahibi» denilmiştir. Yani o münafıklardan bir grubu biliyordu. Bunu Huzeyfe'ye isnâd edenlerin zannına göre Allah Rasûlü (s.a.) on­ların kim olduğunu başkasına değil, sâdece ona bildirmişti. En doğru­sunu Allah bilir.

Taberânî'nin Müsned'indeki Huzeyfe maddesinde akabe ashabının isimleri belirtilmiştir. Taberânî'nin Ali îbn Abdülazîz'den, onun da Zübeyr İbn Bekkâr'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Onlar {akabe ashabı) Muattib İbn Kuşeyr, Vedîa îbn Sabit. Cedd İbn Abdullah îbn , Nebtel İbn el-Hâris —bu kişi Amr İbn Avf oğullarındandır— Haris İbn Yezîd et-Tâî, Evs İbn Kayziyy, Haris İbn Süveyd, Sa'd îbn Zürâre, Kays İbn Fehd, Hublâ oğullarından Süveydâ ve Daîs Kays İbn Amr İbn Sehl Zeyd îbn Lusayt, Sülâle (?) İbn Hamam (?) dır. Bu ikisi Kaynukâ' oğullarına mensûb olup müslüman olduklarını izhâr etmişlerdi.

Allah Teâlâ : «Halbuki öç almaya yeltenmeleri için Allah'ın ve Ra-sûlünün onları zenginleştirmesinden başka bir sebep de yoktur.» bu­yurur ki onların yanında Allah'ın onlara bereket ve Allah Rasûlünü on­lara" elçi olarak göndermesiyle kendilerini zengin kılmasından başka Hz. Peygamberin hiç bir suçu yoktur. Şayet onlar hakkında mutluluk tamamlanmış olsaydı, Allah Teâlâ Hz. Peygamberin getirdiklerine onla­rı eriştirir ve hidâyetini bahşederdi. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) ansara : Ben, sizi sapıklar olarak buldum da Allah benimle sizi hidâyete kavuşturmadı mı? Sizler parça parça idiniz de Allah Teâlâ benimle sizi birleştirmedi mi? Fakirler idiniz de Allah Teâlâ sizi benimle zenginleş-tirmedi mi? buyurmuş ve sözlerinden hangisini söylemişse onlar : Allah ve Rasûlü en çok nimet verendir, demişlerdi. Bu ifâdeler ancak hiç bir günâh olmaması durumunda söylenir. Nitekim Allah Teâlâ : «Onlar, ancak Azız, Hamîd Allah'a inandıkları için mü'minlerden öç almışlardı.»

 (Bürûc, 8) buyururken Hz. Peygamber (s.a.) de : İyilik sahibinden öç alınmaya kalkışılırsa ve eğer fakîrse mutlaka Allah Teâlâ onu zengin kılar, buyurmuştur.

Sonra Allah Teâlâ onları tevbeye çağırıp şöyle buyurur : «Eğei tevbe ederlerse; onlar için hayırlı olur. Şayet yüz çevirir (ve yollarında devam eder) lerse; Allah onları (öldürülme, düşünce ve üzüntü ile) dünyada da (azâb, horluk ve hakîrlikle) âhirette de pek acıklı bir azaba uğratır. Ve onlar için yeryüzünde bir dost ve' yardımcı da yoktur.» On­ları mutlu kılacak, onlara imdada gelecek hiç kimse yoktur. Kimse on­lar için hiç bir hayır sağlayamaz ve hiç bir kötülüğü onlardan engel­leyemez.[49]

 

75  — içlerinden kimi de: Eğer bize lutf ve keremin­den ihsan ederse; andolsun ki, zekâtını vereceğiz ye mu­hakkak sâlihlerden olacağız, diye Allah'a ahdetmişlerdi.

76  — Ama Allah onlara lutf ve kereminden ihsan edince; cimrilik ettiler ve yüz çevirdiler. Onlar zâten dö­nektirler.

77  — Allah'a verdikleri va'di tutmadıkları ve yalanı âdet edindikleri için, kendisinin huzuruna çıkacakları gü­ne kadar Allah kalblerine nifak soktu.

78  — Bilmezler mi ki; Allah onların içlerinde gizle­diklerini de, fısıltılarını da bilir.. Ve Allah gaybları çok iyi bilendir.

 

Allah'ın Lutfundan Cimrilik Edenler

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Münafıklardan «Şayet Allah Teâlâ kendi fazlından zengin kılarsa malından sadaka verip sâlihlerden olacağına dâir» Allah'a ahid ve söz verenler vardır. Halbuki onlar söylediklerini yapmamış, iddialarını doğrulamamışlardır. Sonucunda ise bu yaptığına karşılık —'Allah bizi bundan korusun— kıyamet günü Allah'a ka­vuşacağı güne kadar kalblerinde bir münafıklık yerleşecektir. İçlerinde İbn Abbâs ve Hasan el-Basrî'nin de bulunduğu müfessirlerden bir çoğu bu âyetin, Sa'lebe İbn Hâtıb el-Ansârî hakkında nazil olduğunu söyler­ler. Bu hususta îbn Cerîr ve İbn Ebu Hâtim'in Maân İbn Rifâa kana­lıyla... Sa'lebe îbn Hâtıb el-Ansârî'den rivayet ettikleri bir hadîse göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) ne : Bana mal vermesi için Allah'a duâ et, de­mişti. Allah Rasûlü (s.a.) : Yazıklar olsun sana, ey Sa'lebe, şükrünü yerine getireceğin az, güç yetiremeyeceğin çoktan daha hayırlıdır, de­mişti. Sa'lebe tekrar aynı şeyi söyleyince Hz. Peygamber : Allah'ın pey­gamberi gibi olmaya razı değil misin? Nefsim kudret elinde olan (Al­lah) a'yemin ederim ki, dağların benimle beraber altın ve gümüş olarak -yürümesini isteseydim yürürlerdi, buyurdu. Sa'lebe : Seni hak ile gön­derene yemîn ederim ki, sen Allah'a duâ eder ve O da bana mal verirse •muhakkak her hak sahibine hakkını vereceğim, dedi. Allah Rasûlü (s.a.): Ey Allah'ım, Sa'lebe'ye mal ver, diye duâ etti. Râvî devamla şöyle anlatır : Sa'lebe bir koyun edindi. Koyun, kurdun ürediği gibi üredi. Medine ona dar geldi ve oradan uzaklaştı ve Medine vadilerinden birine indi. Nihayet sâdece öğle ve ikindiyi cemaatla kılıp diğerlerini terket-meye başladı. Sonra koyun üredi, çoğaldı ve o (Medine'den) o kadar uzaklaştı ki cum'a dışında namazları terketti. Koyun kurdun ürediği gibi üremeye devam etti ve cum'ayı da terketti. Cum'a günü atlıları bekleyip onlardan haberler sormaya başladı. Allah Rasûlü (s.a.) : Sa'­lebe ne yaptı? diye sordu. Onlar : Ey Allah'ın elçisi, bir koyun edindi ve Medine ona dar geldi, deyip durumunu ona haber verdiler. Yazık Sa'lebe'ye, yazık Sa'lebe'ye, yazık Sa'lebe'ye, buyurdu. Allah Teâlâ : «Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları temizleyip arıtmış olasın...» (Tevbe, 103) âyetini indirdi. Râvî şöyle anlatır : Hz. Peygam­bere sadaka (zekât) âyeti nazil olunca Allah Rasûlü (s.a.) birisi Cü-heyne kabilesinden, diğeri Süleym kabilesinden olmak üzere iki kişiyi zekât toplamak üzere gönderdi. Müslümanlardan nasıl zekât (sadaka) alacaklarını onlara yazdı ve : Sa'lebe'ye ve Süleym oğullarından filan­caya uğrayıp zekâtlarını alın, buyurdu. Çıkıp Sa'lebe'ye geldiler, ondan zekâtı istediler ve Allah Rasûlü (s.a.) nün mektubunu ona okuttular. Sa'lebe : Bu, cizyeden başka bir şey değil, bu, cizyenin kardeşinden baş­ka bir şey değil, bilmiyorum nedir bu? dedi. Ayrılıp gittiler işlerini bi­tirince tekrar ona döndüler. Yine ayrılıp gittiler. Süleym oğullarından olan kişiye vardılar. Onları dinledi sonra develerinin en iyilerine baktı ve onları zekât için ayırıp bunlarla zekât me'mûru olan iki kişiyi karşı­ladı. Zekât için ayrılan malları görünce : Sana vâcib olan bu değil, biz bunları senden almak istemiyoruz, dediler. Sa'lebe ise : Alın bunları.

Benim gönlüm bununla hoş olacak. (Ben bunları gönül hoşluğuyla veriyorum.) Şu diğerleri de benim içindir, dedi. Ve onları ondan kabul edip aldılar. Zekât toplama işini bitirdiklerinde döndüler ve .nihayet Sa'lebe'ye uğradılar. Mektubunuzu bana gösterin, dedi ve ona bakıp : Bu, cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir. Siz gidin, ben görüşü­mü bildireceğim, dedi. Ondan ayrılıp Hz. Peygamber (s.a.) e geldiler. Allah Rasûlü onlar konuşmadan önce : Yazık Sa'lebe'ye, buyurup Sü-leym kabilesinden olan kişiye bereket için duâ buyurdu. İkisi Hz. Pey­gambere Sa'lebe'nin ve Sülemî'nin yaptığını haber verdiler de Allah Teâlâ : «İçlerinden kimi de : Eğer bize lutf ve kereminden ihsan eder­se; andolsun ki, zekâtını vereceğiz... diye Allah'a ahdetmişlerdi... Allah da kalblerine nifak soktu.» âyetlerini indirdi. Allah Rasûlü (s.a.) nün yanında Sa'lebe'nin akrabalarından birisi vardı. Bunu işitti ve çıkıp Sa'lebe'ye vardı. Ve : Vay sana ey Sa'lebe, Allah Teâlâ senin hakkında şöyle şöyle âyet indirdi, dedi. Sa'lebe çıkıp Hz. Peygamber (s.a.) e geldi ve zekâtını kendisinden kabul buyurmasını istedi. Hz. Peygamber : Doğ­rusu Allah, senin zekâtını kabul etmemi yasakladı, buyurdu. Sa'lebe başına toprak saçmaya başladı da Allah Rasûlü (s.a.) ona : İşte senin işin bu, sana emretmiştim, bana itaat etmemiştin, buyurdu, Allah Ra­sûlü (s;a.), zekâtını almamakta ısrar edince Sa'lebe evine döndü. Allah Rasûlü (s.a.)onun zekâtını (vefatına kadar) almadı ve ondan hiç bir şey kabul etmedi. Halîfe olduğunda Ebubekir (r.a.) e geldi ve : Sen benim Allah Rasûlü katında derecemi ve ansâr içindeki yerimi biliyor­sun. Zekâtımı kabul et, dedi. Ebubekir: Allah Rasûlü (s.a.) senden ze­kâtı kabul etmedi, deyip zekâtını kabul etmeniekte ısrar etti. Vefatına kadar onun zekâtını almadı. Hz. Ömer (r.a.) halîfe olduğunda ona geldi ve : Ey mü'minlerin emîri, zekâtımı kabul et, dedi. Hz. Ömer : Ne Allah Rasûlü (s.a.) ve ne de Ebubekir senin zekâtını kabul etmemişken ben mi kabul edeceğim? dedi. Vefatına kadar da onun zekâtını kabul et­medi. Sonra Hz. Osman (r.a.) halîfe oldu. Ve ona gelip zekâtını kabul etmesini istedi. Hz. Osman: Senin zekâtını Allah'ın Rasûlü (s.a.), Ebu­bekir ve Ömer kabul etmemişken ben mi kabul edeceğim? dedi ve ze­kâtını kabul etmedi. Sa'lebe Osman'ın haHfeliği zamanında öldü.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Allah'a verdikleri va'di tutmadıkları ve yalanı âdet edindikleri için, kendisinin huzuruna çıkacakları güne ka­dar Allah kalblerine nifak soktu.» Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet edi­len sahîh bir hadîse göre; o, şöyle buyurmuştur : Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, va'dettiğinde va'dinden döner, ken­disine bir şey emânet edildiğinde emânete hiyânet eder, Bu hadîsin bir­çok şâhidleri vardır ve en doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ : «Bilmezler mi ki; Allah onların içlerinde gizlediklerini de fısıltılarını da bilir. Ve Allah gayblan çok iyi bilendir.» âyetinde on­lara Allah'ın gizliyi ve açığı bildiğini, malları olunca sadaka verip şük­redeceklerini açığa vursalar dahi, onların içlerinde (gönüllerinde) olanı en iyi bilen olduğunu, onları kendilerinden daha iyi bildiğini haber ve­riyor. Zîrâ O, gayblan çok iyi bilendir. Gaybı ve açık olanı, her bir sırrı ve iki kişi arasındaki fısıltıları, açığa çıkanı ve gizli olanı en iyi O bilir.[50]

 

79 — Sadaka vermekte gönülden davranan mü'min-lere dil uzatan ve güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayanlarla eğlenenleri Allah maskaraya çevirir. Ve onlar için elim bir azâb vardır.

 

Mü'minlere Dil Uzatanlar

 

Bunlar da münafıkların sıfatlarındandır. Hiç kimse, her durumda onların ayıplamalarından ve dil uzatmalarından kurtulamaz. Hattâ ta-saddukta bulunanlar dahi onlardan kurtulamaz : Onlardan birisi bol mal (zekât vermek üzere) getirse : Bu, riyakârdır, derler. Az bir şey getirse : Allah Teâlâ bunun sadakasından müstağnidir, derler. Nitekim Buhârî der ki: Bize Ubeydullah İbn Saîd'in... Ebu Mes'ûd'dan rivaye­tine göre; o, şöyle demiştir : Zekât âyeti nazil olduğunda; biz, sırtları­mıza yüklenir (getirir) dik. Bir adam geldi ve pek çok sadaka verdi. Riyakâr, dediler. Bir adam da geldi ve bir sâ' (miktarında) sadaka verdi. Allah Teâlâ bunun sadakasından müstağnidir, dediler de «Sa­daka vermekte gönülden davranan mü'minlere dil uzatan ve güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayanlarla eğlenenleri Allah maskaraya çevirir.» âyeti nazil oldu. Bu hadîs, Müslim'in Sahîh'inde Şu'be kana­lıyla da rivayet edilmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd'in... Ebu Selîl'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Bizim Bakî'deki meclisimizde birisi yanımızda durdu ve şöyle dedi: Bana babam —veya amcam— rivayet etti ki o, Allah Rasûlü (s.a.) nü Bakî'de şöyle buyururken işitmiş: Kim bir sadaka verecek? Kıyamet günü bu sadakasında onun için ben şâhid olacağım. Sadaka olarak verme arzusu ile sarığımdan bir veya iki katmı çözdüm, ancak âdemoğluna gelen (utanç) bana da geldi ve sangımı yeniden sanp bağladım. Bir adam geldi ki, Bakî'de onun kadar siyah, onun kadar boyu kısa, onun, kadar gözü çirkin birisini görmemiştim. Bir de­veyi çekiyordu. Bakî'de o deveden daha güzelini görmedim. -Ey Allah'ın elçisi, zekât mı? (Bu zekât olur mu?) diye sordu. Allah Rasûlü; evet, buyuranca.: Bu deveyi al, dedi. Birisi ona dil uzatıp : Şu kimse şunu tasadduk ediyor. Allah'a yemin olsun ki bu deve ondan daha hayırlıdır, dedi. Bunu işiten Allah Rasûlü (s.a.) üç defa : Yalan söyledin, bilakis o, senden ve bu deveden daha hayırlıdır, buyurup yine üç defa : Yüz­lerce devesi olanlara yazıklar olsun, buyurdu. Kimler müstesna ey Al­lah'ın elçisi? diye sordular. Malı şöyle şöyle yapanlar müstesna, buyurup sağından ve solundan elleriyle topladı. Ve yine üç Sefa : Malı az, ibâ­deti çok olan kurtuluşa ermiştir, buyurdu.

Ali İbn Ebu Talha, bu âyet hakkında İbn Abbâs'tan onun şöyle dediğini nakleder : Abdurrahmân İbn Avf, Allah Rasûlü (s.a.) ne kırk ûkkiye altın getirdi. Ansârdan birisi de bir sâ' yiyecek getirdi.' Müna­fıklardan birisi: Allah'a yemin olsun ki Abdurrahmân getirdiğini sâ­dece gösteriş için getirmiştir, dedi. Muhakkak ki Allah ve Rasûlü şu bir sâ'dan müstağnidir, dediler.

îbn Abbâs'tan rivayetle Avfî der ki : Bir gün Allah Rasûlü insan­lara çıkıp onların içinde : Sadakalarınızı (zekâtlarınızı) toplayınız, diye nida etti. İnsanlar, zekâtlarını topladılar. Arkadan bir adam bir sâ' hurma getirdi ve : Ey Allah'ın elçisi, şu bir sâ' hurmayı geceleyin üc­retle sırtımda iple su taşıyarak kazandım. Gece iki sâ' hurma kazan­mıştım. Birini bıraktım, diğerini sana getirdim, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) ona bu bir sâ' hurmayı zekâtların içine serpmesini (koymasını) emretti. Bazıları onunla alay edip : Muhakkak ki Allah ve Rasûlü bun­dan müstağnidir. Allah ve Rasûlü senin bu bir sâ'mı ne yapsın? dediler. Sonra Abdurrahmân İbn Avf Allah Rasûlü (s.a.) ne : Zekât ehlinden kimse kaldı mı? diye sordu. Hz. Peygamber; hayır, buyurunca Abdur­rahmân İbn Avf ona : Benim yanımda zekâtlar hususunda (zekât ola­rak verilmek üzere) yüz ûkkiye altın var, dedi. Ömer îbn Hattâb ona: Sen deli misin? dedi. O : Bende hiç bir delilik yoktur, dedi. Hz. Ömer: Yapacağını yaptın mı? diye sordu, o : Evet, benim sekiz bin (dirhem param) var. Dörtbinini Rabbıma borç olarak veriyorum. Kalan dörtbin ise benim içindir, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) ona : Tuttuğunda (verme­yip bıraktığında) ve verdiğinde Allah seni bereketlendirsin, buyurdu. Münafıklar ona dil uzatıp : Allah'a yemîn olsun ki Abdurrahmân, bu verdiğini ancak gösteriş (riya) için vermiştir, dediler. Onlar yalancı­dırlar. O, bu hususta ancak gönülden davranmıştı. Allah Teâlâ onu ve bir sâ' hurma getiren yoksul arkadaşını ma'zûr gören bir âyet indirip kitabında şöyle buyurdu : «Sadaka vermekte gönülden davranan mü'-minlere dil uzatan...» Mücâhid ve bir çoklanndan da bu şekilde rivâyer edilmiştir.

İbn İshâk der ki: Mü'minlerden gönüllü sadaka verenler, Abdur-rahmân İbn Avf idi. Dörtbin dirhem sadaka vermişti. Diğeri de Aclân oğullarından Asım İbn Adiyy idi. Allah Rasûlü (s.a.) zekât vermeye te§vîk buyurmuştu. Abdurrahmân İbn Avf kalkfp dörtbin (dirhem) sadaka verdi. Âsmı da kalkıp yüz vesak hurmayı sadaka verdi. Her iki­sine de dil uzatıp : Bu, riyadan başka bir şey değil, dediler. Ancak gücü­nün yetebildiği kadarını sadaka olarak veren ise Amr İbn Avf oğulları­nın dostu Üneyf el-İrâşî oğullarından Ebu Akîl idi. Bir sâ' hurma getir­miş ve bunu zekât •mallarının içine boşaltmıştı. Aralarında ona gül­düler ve : Allah Ebu Akîl'in bir sâ'ından müstağnidir, dediler.

Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Tâlût İbn Abbâd'ın... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; o, şöyle anlatır: Allah Rasûlü (s.a.) : Sa­daka veriniz, muhakkak ki ben bir hey'et göndermek istiyorum, buyur­muştu. Abdurrahmân İbn Avf gelip : Ey Allah'ın elçisi, benim yanımda dörtbin (dirhem) var. İkibinini Rabbıma borç veriyorum. İkibini de ailem içindir, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) : Verdiğinde Allah seni bereket­lendirsin, yanında tuttuğunda Allah seni bereketlendirsin, buyurdu. Ansârdan birisi geceleyin iki sâ' hurma kazandı ve : Ey Allah'ın elçisi, iki sâ' hurma kazandım. Bir sâ'ı Rabbıma borç veriyorum, bir sâ' da ailem içindir, dedi. Münafıklar onunla alay edip dil uzattılar ve : İbn Avf'ın vermiş olduğu ancak riya içindir. Ve : Allah ve Rasûlü şunun bir sâ'ından müstağni değiller mi? dediler de Allah Teâlâ:' «Sadaka vermekte gönülden davranan mü'minlere dil uzatan ve güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayanlarla eğlenenleri Allah maskaraya çevirir.» âyetini indirdi. Sonra hadîsi Ebu Kâmil kanalıyla... Ömer İbn Ebu Seleme'-den, onun da babasından mürsel olarak rivayet etmiş ve Tâlût'tan baş­kasının hadîsi müsned olarak rivayet etmediğini söylemiştir.

İmâm Ebu Ca'fer îbn Cerîr der ki: Bize ibn Vekî'nin... İbn Ebu Akîl'den, onun da babasından rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Gece­leyin iki sâ' hurma karşılığı sırtımda iple su çektim. Bir sâ'ını yemeleri için aileme götürdüm. Diğerini takdim etmek üzere Allah Rasûlü (s.a.) ne götürdüm. Allah Rasûlü (s.a.) ne gelip; bunu haber verdim de : Ze­kâtın içine kat, buyurdu. Kavim alay edip : Muhakkak ki Allah, şu yoksulun sadakasından (zekâtından) müstağnidir, dediler. Bunun üze­rine Allah- Teâlâ: «Sadaka vermekte gönülden davranan mü'minlere dil uzatan...» mealindeki iki âyeti indirdi. Hadîsi bu şekliyle Zeyd İbn Habâb'dan rivayet eden Taberânî, Ebu Akîl'in isminin Habbâb olduğu­nu; Abdurrahmân İbn Abdullah İbn Sa'lebe de denildiğini ekler.

Allah Teâlâ : «... eğlenenleri Allah maskaraya çevirir.» buyurur ki onların bu kötü işlerine ve mü'minlerle alay etmelerine bir mukabele kabîlindendir. Zîrâ ceza, yapılan işin cinsinden olur. Allah Teâlâ onlara karşı, alay edenin davranışı ile mukabelede bulunmuştur. Böylece mü'-minlere dünyada yardım etmiş; münafıklara da âhirette elem verici bir azâb hazırlamıştır.[51]

 

80 — Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret di­leme. Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen de Allah on­ları bağışlamayacaktır. Bu, Allah'ı ve Peygamberini inkâr etmelerindendir. Allah, fâsıklar güruhunu hidâyete er­dirmez.

 

Allah Teâlâ Peygamberi (s.a.) ne bu münafıkların mağfiret dilen­meye ehil olmadıklarını, onlar için isterse yetmiş defa mağfiret dilese bile Allah'ın onları bağışlamayacağını haber vermektedir. Buradaki yet­miş sayısının, onlar için mağfiret dilemeyi kesmek için zikredildiği de söylenmiştir. Zîrâ arablarm sözünde yetmiş sayısı, mübalağa İçin zikre­dilir. Yoksa bu sayıyla tahdîd ve fazlasını bu hükmün dışında bırak­mak için değil.

Burada mefhûm-ı muhalifin bulunduğu da söylenmiştir. Nitekim Avfî'nin îbn Abbâs'tan rivayet ettiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.), bu âyet nazil olduğunda : Rabbımı işittim, bana onlar hususunda ruhsat verdi. Allah'a yemîn olsun ki yetmiş defadan fazla mağfiret dileyece­ğim. Umulur ki Allah onları bağışlar, buyurmuştur. Halbuki Allah Teâ­lâ, onlara olan gazabının şiddetinden : «Onlar için mağfiret dilesen de, dilemesen de birdir. Allah onları kat'iyyen bağışlamayacaktır. Muhak­kak ki Allah, fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez.» (Münâfikûn, 6) buyurmuştur.

Şa'bî der ki: Abdullah İbn Übeyy'in hastalığı ağırlaşınca oğlu Hz. Peygamber (s.a.) e gelip : Muhakkak babam ölüm halindedir. Yanında bulunup ona duâ etmenizi isterdim, dedi. Hz. Peygamber (s.a.) : İsmin nedir? diye sordu. O Hubâb İbn Abdullah, dedi. Allah Rasûlü : Bilakis sen Abdullah İbn Abdullah'sın. Hubâb şeytân ismidir, buyurdu ve onun­la birlikte gidip Abdullah İbn Übeyy'in yanında bulundu, ona gömleğini giydirdi. O, terli idi. Ona duâ etti. O bir münafık olduğu halde ona duâ mı ediyorsun? denildi de şöyle buyurdu : Muhakkak ki Allah Teâlâ : «Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen de...» buyurmuştur. Muhakkak ki ben onun için yetmiş, yetmiş ve yetmiş defa mağfiret dileyece­ğim. Hadîs Urve İbn Zübeyr, Mücâhid İbn Cebr ve Katâde İbn Diâme'-den de rivayet edilmiş olup bunları îbn Cerîr kendi isnâdları ile rivayet etmiştir.[52]

 

81  — Allah'ın peygamberine muhalefet için geri ka­lanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mal­larıyla, canlarıyla cihâd etmek hoşlarına gitmedi. Bu sı­cakta savaşa çıkmayın, dediler. De ki: Cehennem ateşi da­ha sıcaktır. Keski bilselerdi.

82  — Artık yaptıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.

 

Cihâddan Hoşlanmayıp Oturanlar

 

Allah Teâlâ, Tebûk gazvesinde Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabın­dan geride kalanları, onun çıkışından sonra oturmalanyla sevinen mü­nafıkları yermek, kınamak üzere buyurur ki: «Allah yolunda (Allah Rasûlü ile birlikte) mallarıyla, canlarıyla cihâd etmeleri hoşlarına'git­medi. (Birbirlerine) Bu sıcakta savaşa çıkmayın dediler.» Tebûk gaz­vesi gölgenin hoş ve meyvelerin bol olduğu şiddetli sıcak günlerde ol­muştu. Bu sebeple : «Bu sıcakta savaşa çıkmayın.» demişlerdi. Allah Teâlâ ise elçisine : «De ki: (Muhalefetiniz sebebiyle gideceğiniz) cehen­nem ateşi (kaçmış olduğunuz sıcaktan ve hattâ ateşten) daha sıcaktır.» İmâm Ahmed der ki: Ebu Zinâd kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayete göre; Allah Rasûlü (s.a.) : Âdemoğlunun yakmakta olduğu ateş, ce­hennem ateşinin yetmiş parçasından bir parçadır, buyurdu. Ey Allah'ın elçisi, bu (bir tek parça) bile yeterli olurdu, dediler de şöyle buyurdu : Bunun üzerine altmışdokuz parça daha arttırılmıştır. Hadîsi Buharî ve Müslim Sahîh'lerinde Mâlik'den rivayetle tahrîc etmişlerdir. İmâm Ah­med der ki: Bize Süfyân'ın... Ebu Hüreyre'den, onun da Hz. Peygam­ber (s.a.) den rivayetine göre, şöyle buyurmuştur: Sizin şu ateşiniz, cehennem ateşinin yetmiş parçasından bir parçadır. İki kere denize sokulmuştur. Bu olmasaydı, Allah Teâlâ onda hiç kimse için bir men­faat kılmazdı. Bu hadîsin de isnadı sahihtir.

İmâm Ebu İsa et-Tirmizî ve İbn Mâce'nin Abbas ed-Dûrî kanar lıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetlerine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ateş, bin sene yakılmış ve nihayet kızarmış. Sonra bin sene daha yakılmış nihayet beyâzlaşmış. Sonra bin sene daha yakılmış siyahlaşmış. O zifiri karanlık gece gibi simsiyahtır. Tirmizî, hadîsin Yahya dışında merfû' olarak hiç kimse tarafından rivayetini bilmediğini söyler. Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh de hadîsi îbrâhîm İbn Muham-med kanalıyla... Şerîk İbn Abdullah en-Nehaı'den rivayet etmiştir. Keza İbn Merdûyeh hadîsi Mübarek îbn Fudâle'den, o Sâbit'den, o da Enes'ten rivayet eder ki o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) : «Ya­kacağı insanlar ve taşlar olan ateş...» (Tahrîm, 6) âyetini okuyup şöyle buyurdu : Bin sene yakıldı ve beyâzlaştı, bin sene yakıldı ve kızardı, bin sene yakıldı ve siyahlaştı. Onu alevleri dahi aydınlatmaz, gece gibi siyahtır. Hafız Ebu'l-Kâsım et-Taberânî'nin Temmâr İbn Necîh —bu râvî hakkında ihtilâf edilmiştir— kanalıyla... Enes'ten merfû1 olarak rivayetine göre; doğuda cehennem ateşinden bir şerare olsa, sıcaklığı batıda duyulurmuş.

Hafız Ebu Ya'lâ'nın, İshâk İbn Ebu İsrâîl kanalıyla... Ebu Hürey­re'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Şu mescidde yüzbin kişi veya daha fazlası olsa ve içlerinde cehennemlik­lerden birisi bulunsa da nefes alıp verse ve nefesi onlara değse, hem mescid ve hem de içindekiler yanardı. Bu hadîs garîbdir.

A'meş'in Ebu İshâk'dan, onun Nu'mân İbn Beşîr'den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Kıyamet günü cehennem­liklerin azâb bakımından en hafîf olanına ateşten iki pabuç giydirilir de pabuçlarının hararetinden beyni kaynar. İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya'nın... Ebu Hüreyre'den, onun da Hz' Peygamber (s.a.) den riva­yetine göre; o, şöyle buyurmuştur: Cehennemliklerin azâb bakımından en hafifi kendisine iki nâlin giydirilen ve bunlardan beyni kaynayan kimsedir. Bu hadîsin isnadı ceyyid ve kuvvetlidir. İsnâd zincirindeki râvîleri Müslim'in şartlarına uygundur. En doğrusunu Allah bilir.

Bu hususta hadîsler pek çoktur. Allah Teâlâ da Kitâb-ı Azîz'inde başka âyetlerde şöyle buyurur: «Fakat ne mümkün, çünkü o hâlis alevdir. Deriyi soyup kavurandır.» (Meâric, 15-16), «Başlarına kaynar su dökülecektir. Bununla karınlanndakiler ve derileri eritilir. Demir to­puzlar da onlar içindir. Ne zaman oradan ve oradaki ızdırabtan çıkıp kurtulmak isteseler her defasında oraya geri döndürülürler. Yakıcı azabı tadın, denir.»  (Ha.cc, 19 -22), «Şüphesiz ki âyetlerimizi inkâr edenleri yakında ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, derilerini değiştirip yenileyeceğiz.»   (Nisa, 56).

Bu âyet-i kerîme'de ise Allah Teâlâ : «De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır. Keski bilselerdi.» buyurur ki şayet onlar bilip anlasalardı, için­de bulundukları sıcaktan kat kat fazla olan cehennem ateşinden sakı-nabilmeleri için sıcakta Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte Allah yolunda cihâda çıkarlardı.

Sonra Allah Teâlâ, bu münafıkları yaptıkları bu işten dolayı teh-dîdle : «Artık yaptıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.» buyurur. İbn Abbâs'tan rivayetle İbn Ebu Talha der ki: Dünya azdır. Orada diledikleri kadar gülsünler. Dünya bitip Allah'a vardıklarında ağlamaya başlarlar. Ağıtları hiç kesilmez. Ebu Razın, Hasan, Katâde, Rebî' İbn Hüşeym, Avn el-Akîlî ve Zeyd İbn Eşlem de böyle söylemiş­lerdir. Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî der ki: Bize Abdullah İbn Abdüssa-med İbn Ebu Hıdâş'ın... Enes İbn Mâlik'den rivayetine göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Ey insanlar, ağlayınız, ağ-layamazsanız ağlar görününüz. Muhakkak cehennem halkı, o kadar ağlayacak ki gözyaşları yüzlerinden ırmaklar gibi akacak. Gözyaşları kesilince gözlerinden kanlar akacak. Eğer gemiler bu gözyaşlarına ko-yulsa yüzerdi. Hadîsi İbn Mâce de A'meş kanalıyla Yezîd er-Rukâşî'den rivayet etmiştir.

Hafız Ebu Bekr İbn Abdullah İbn Muhammed îbn Ebu Dünyâ der ki: Bize Muhammed İbn Abbâs'ın... Zeyd İbn Refî'den merfû* olarak rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Cehennemlikler ateşe girdiklerinde, bil* zaman gözyaşı dökerek ağlayacaklar. Sonra bir zaman gözlerinden irin dökerek ağlayacaklar. Cehennem bekçileri onlara : Ey mutsuzlar güruhu, dünyada; halkına rahmet edilen bir yurtta ağlamayı terketti-niz. Bu gün kendisinden imdâd isteyeceğiniz birini bulabiliyor musu­nuz? diyecekler. Onlar seslerini yükselterek : Ey cennet halkı, ey baba­lar, analar ve çocuklar topluluğu, kabirlerden susuz olarak çıktık. Uzun süre susuz olarak durdurulduk. Bu gün biz yine susuşuz. Sudan veya Allah'ın size nzık olarak verdiklerinden bize de akıtın, diye kırk sene duâ edecekler de onlara cevab verilmeyecek. Sonra onlara: «Siz böyle kalacaksınız.» (Zuhrûf, 77) diye cevab verilecek ve her türlü hayırdan ümitlerini kesecekler.[53]

 

83 — Allah seni onlardan bir topluluğa geri döndü­rür de; senden savaşa çıkmak için izin isterlerse, de ki: Benimle hiç bir zaman çıkmayacaksınız. Benim yanımda hiç bir düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü siz, baştan oturup kalmaya razı oldunuz. Artık siz, geri kalanlarla birlikte oturun.

 

Allah Teâlâ elçisi (s.a.) ne emredip şöyle buyuruyor : «Allah seni (bu savaştan geri döndürüp) onlardan bir toplulukla —Katâde'nin söy­lediğine göre bunlar oniki kişidir— karşılaştırdığı zaman; eğer senden (seninle birlikte başka bir gazvede) savaşa çıkmak için izin isterlerse, (onlara bir azarlama ve" ceza olarak) de ki: Benimle hiç bir zaman çık­mayacaksınız. Benim yanımda hiç bir düşmanla savaşmayacaksınız.» Allah Teâlâ sonra bunun sebebini şöyle açıklıyor : «Çünkü siz, baştan oturup (geride) kalmaya razı oldunuz.» Allah Teâlâ başka bir âyette : «Biz, onların kalelerini ve gözlerini çeviririz de ona ilk defa îmân et­medikleri gibi azgınlıkları içinde kör ve şaşkın bırakırız.» (En'âm, 110) buyuruyor ki kötülüğün cezası, hemen ardından bir kötülüktür. Aynı şekilde iyiliğin de sevabı hemen ardından bir iyiliktir. Nitekim Allah Teâlâ, Hudeybiye umresi hakkında bir âyette şöyle buyurur : «Siz gani­metleri almak için gittiğinizde geri kalanlar diyeceklerdir ki: Bırakın biz de arkanıza düşelim. Onlar, Allah'ın kelâmını değiştirmek isterler. De ki: Bize uymayacaksınız. Allah daha önce böyle buyurmuştur.» (Fetih, 15).

«Artık siz geri kalanlarla birlikte oturun.» âyeti hakkında İbn Ab-bâs : Savaştan geri kalanla erkeklerle birlikte, derken Katâde : Kadın­larla birlikte, demiştir. Zîrâ geride kalanlarla kadınlar kasdedilmiş ol­saydı kelimenin çoğulu şeklinde gelirdi. Böylece İbn Cerîr, İbn Abbâs'ın sözünü tercih etmiş oluyor.[54]

 

84 — Onlardan ölen hiç birinin namazını asla kılma kabrinin başında durma. Çünkü onlar, Allah'a ve Rasû-lüne küfrettiler ve fâsıklar olarak öldüler.

 

Allah Teâlâ, Rasûlüne münafıklardan uzak ve berî olmasını, onlar­dan birisi öldüğünde namazını kılmamasını, duâ etmek veya mağfiret dilemek üzere kabri başında durmamasını emretmiştir. Zîrâ onlar, Al­lah'a ve Rasûlüne küfretmişler ve bu hal üzere Ölmüşlerdir. Bu, müna­fıklığı bilinen herkes hakkında genel bir hükümdür. Ancak âyetin nü­zul sebebi, münafıkların başı olan Abdullah tbn Übeyy İbn SelûFdtır.

Buhârî der ki: Bize Ubeyd İbn İsmail'in... İbn Ömer'den rivaye­tine göre; o, şöyle demiştir : Abdullah İbn Übeyy Öldüğünde; oğlu Ab­dullah İbn Abdullah, Allah Rasûlü (s.a.) ne gelip babasının kefenlen-mesi için gömleğini vermesini istedi de Allah Rasûlü gömleğini ona ver­di. Sonra namazım kıldırmasını istedi ve Allah Rasûlü (s.a.) onun na­mazım kıldırmak üzere kalktı. Ömer kalkıp Allah Rasûlü (s.a.) nün elbisesinden tuttu ve : Ey Allah'ın elçisi, Rabbm onun namazını kıldır­maktan seni men'ettiği halde onun namazını mı kılacaksın? dedi. Allah Rasûlü (s.a.) : Rabbım beni ancak muhayyer kılmıştır. O: «Onlar" için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Onlar için yetmiş defa mağ­firet dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır.» (Tevbe, 80) buyurdu. Ben ise yetmişden fazla mağfiret dileyeceğim, buyurdu. Ömer : Muhak­kak ki o, münafıktır, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) onun namazını kıldı da Allah Teâlâ : «Onlardan ölen hiç bir kimsenin namazım kılma, kabri­nin başında durma.» âyetini indirdi. Hadîsi Müslim de Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe kanalıyla Ebu Üsâme Hammâd İbn Üsâme'den rivayet et­miştir. Hadîsi Buhârî de İbrahim İbn Münzir kanalıyla... Ubeydullah îbn Ömer el-Amrî'den rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Allah Rasûlü onun namazını ktldı ve onunla birlikte biz de kıldık. Allah Teâlâ da : «Onlardan ölen hiç bir kimsenin namazını kılma...» âyetini indirdi. Hadîsi bu şekliyle İmâm Ahmed de Yahya İbn Saîd el-Kattân kanalıy­la Ubeydullah'tan rivayet etmiştir. Hadîs buna benzer şekilde bizzat Ömer İbn Hattâb'dan da rivayet edilmiştir. İmâm Ahmed der ki: Bize Ya'kûb'un... Ömer îbn Hattâb (r.a.) dan rivayetine göre; o, şöyle di­yor : Abdullah İbn Übeyy öldüğünde Allah Rasûlü (s.a.) onun nama­zına çağırıldı. Hz. Peygamber onun namazını kılmak için kalktı. Na­mazını kılmak üzere başında durduğunda döndüm ve göğsü hizasında durdum. Ey Allah'ın elçisi, filân, filân günler —onun günlerini sayar— şöyle şöyle diyen Allah'ın düşmanı Abdullah İbn Übeyy üzerine mi (namaz kılacaksın)? dedim. Allah Rasûlü (s.a.) tebessüm buyurdu. Ben bunu fazlaca söyleyince : Geri çekil ey Ömer, ben muhayyer bıra­kıldım ve (onun namazını kılmayı) tercih ettim. Bana «Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır.» denildi. Şayet yetmişden fazla mağfiret dilediğimde bağışlanacağını bilsem mutlaka mağfiret di­lemeyi arttırırdım, buyurdu, sonra namazını kıldı ve onunla (cenaze­siyle) birlikte yürüdü, defin işi bitinceye kadar kabri başında durdu.

Allah ve Rasûlü en iyi bilen olduğu halde Allah Rasûlü (s.a,) ne karşı olan bu cür'etime ne kadar şaşılır. Allah'a yemîn olsun ki çok geçme­den şu iki âyet indi: «Onlardan ölen hiç bir kimsenin namazını kılma, kabrinin başında durma. Çünkü onlar, Allah'a ve Rasûlüne küfrettiler ve fâsıklar olarak öldüler.» Bundan sonra Allah Rasûlü (s.a.) hiç bir münafığın namazını kılmadı ve vefatına kadar hiç birinin kabri ba­şında durmadı. Hadîsi bu şekliyle tefsir babında Muhammed İbn İshâk kanalıyla Zührî'den rivayet eden Tirmizî hadîsin hasen, sahîh olduğunu söyler. Hadîsin bir benzerini Buhârî de Yahya İbn Bükeyr kanalıyla... Zührî'den rivayet etmiştir. Bu hadîsin lâfzı şöyledir : Allah Rasûlü : Ey Ömer, benden geri dur, buyurdu. Ben fazla konuşunca: Ben mu­hayyer bırakıldım ve (namazını kılmayj) tercih ettim. Şayet yetmişden fazla mağfiret dilediğimde bağışlanacağını bilseydim mutlaka yetmiş­den fazla mağfiret dilerdim, buyurdu. Allah Rasûlü namazını kılıp ayrıldı. Çok geçmemişti ki Berâe sûresinden şu iki âyet nazil oldu : «Onlardan ölen hiç bir kimsenin namazını kılma, kabrinin başında durma...» Allah Rasûlü (s.a.) en iyi bilen olduğu halde Allah Rasûlüne karşı olan bu cür'etime sonraları çok şaştım.

İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Ubeyd'in... Câbir'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Abdullah İbn Übeyy öldüğünde oğlu Hz. Peygamber (s.a.) e gelip : Ey Allah'ın elçisi, şayet sen (onun nama­zına) gelmezsen biz bununla devamlı ayıplanacağız, dedi de Hz. Pey­gamber (s.a.) ona geldi ve kabrine indirilmiş olarak buldu. Kabrine konmadan önce (haber verseniz olmaz mıydı?) buyurdu. Mezarından çıkarttı, başından ayaklarına kadar üzerine üfürdü ve (kefen yerine) ona gömleğini giydirdi. Hadîsi Neseî de, Ebu Dâvûd el-Harrânî kana­lıyla... Abdülmelik İbn Ebu Süleyman'dan rivayet etmiştir.

Buhârî der ki: Bize Abdullah İbn Osman'ın... Câbir İbn Abdul­lah'tan rivayetine göre o,, şöyle demiştir : Hz. Peygamber (s.a.) Abdul­lah îbn Übeyy kabrine konulduktan sonra geldi, çıkarılmasını emretti de çıkarıldı. Onu dizlerine koyup tükrüğünden üzerine .serpti ve ona gömleğini giydirdi. En doğrusunu Allah bilir. Hadîsi Buhârî, birçok yerde Müslim ve Neseî ile birlikte başka şekillerde olmak üzere Süfyân İbn Uyeyne'den rivayet etmiştir.

İmâm Ebu Bekr Ahmed İbn Amr îbn Abdülhâlik el-Bezzâr Müs-ned'inde der ki: Bize Amr İbn Ali'nin... Câbir'den; Yûsuf İbn Mûsâ kanalıyla... Câbir'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Münafıkla­rın başı —Yahya İbn Saîd'in söylediğine göre Medine'de— öldü, Nama­zını Hz. Peygamber (s.a.) in kıldırmasını vasiyyet etmişti. Oğlu Allah Rasûlü (s.a.) ne gelip : Muhakkak ki babam senin gömleğin ile kefen-lenmesini vasiyyet etti. —Bu söz hadîsin Abdurrahmân İbn Muğrâ ed-

Devsî riv Niyetindedir. Yahya ise hadîsinde şöyle demektedir; Allah Rasûlü onun namazını kıldı, ve gömleğini ona giydirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ : (Onlardan ölen hiç bir kimsenin namazını kılma, kabri­nin başında durma.» âyetini indirdi. Abdurrahmân şöyle ilâve eder: Hz. Peygamber (s.a.) gitti ve namazını kıldı, kabri başında durdu. Geri döndüğünde Cebrail gelerek şöyle dedi: «Onlardan ölen hiç bir kim­senin namazını kılma, kabri başında durma.» Hadîsin isnadında birşey yoktur ve baş tarafı bunu göstermektedir.

İmâm Ebu Ca'fer et-Taberî der ki: Bize Ahmed İbn İshâk'ın... Enes'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) Abdullah İbn Übeyy'in namazını kılmak istedi de Cibril elbisesinden tutup ; «Onlardan ölen hiç bir kimsenin namazını kılma, kabri başında durma.» dedi. Hadîsi Hafız Ebu Ya'lâ Müsned'inde Yezîd er-Rukâşî'den rivayet etmiştir. Ancak Yezîd er-Rukâşî zayıftır.

Katâde der ki: Abdullah İbn Übeyy hasta iken Allah Rasûlü (s.a.) ne haber gönderdi, Hz. peygamber yanma gelince ona : Seni yahûdîle-rin sevgisi helak etti, buyurdu. Abdullah : Ey Allah'ın elçisi, beni azar­laman ve serzenişte bulunman için değil, bana mağfiret dilemen için sana haber gönderdim, dedi. Sonra Abdullah babasının kefenlenmesi için Rasûlullahtan gömleğini istedi. Hz. Peygamber gömleğini ona verdi, namazını kıldı ve kabri başında durdu. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Onlardan ölen hiç bir kimsenin namazını kılma, kabri başında dur­ma.» âyetini indirdi.

Seleften bazılarının zikrettiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) nün göm­leğini ona giydirmesinin sebebi şudur : Hz. Abbâs (Medine'ye) geldiğinde ona bir gömlek aranmış, iri ve uzun boylu olması sebebiyle Abdullah İbn Übeyy'in dışında kimsenin elbisesi ona uymamış ve Abdullah İbn Übeyy elbisesini ona vermişti. Allah Rasûlü (s.a.) bu işi ona bir mü­kâfat (daha önce yaptığına bir karşılık olarak) yapmıştır. En doğru­sunu Allah bilir. Yine bu sebepledir ki bu âyet-i kerîme'nin nüzulünden sonra münafıklardan hiç birinin namazını kılmamış, kabri başında durmamıştır. Nitekim İmâm Ahmed der ki: Bize Ya'kûb'un... Abdul­lah İbn Ebu Katâde'den, onun da babasından rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) bir cenazeye çağırıldığında onun duru­munu sorardı. Eğer hayırla yâd edilirse kalkıp onun namazını kılar; başka bir şekilde zikredilirse cenaze sahiplerine : Onu siz alıp namazını kılın, buyurur ve namazını kılmazdı. Ömer İbn Hattâb da durumu bi­linmeyen cenazenin namazını kılmaz ve o cenazenin namazını Huzeyfe İbn el-Yemmân kıldınrdı. Çünkü o, münafıkların elebaşılarını bilirdi. Allah Rasûlü (s.a.) onları kendisine haber vermişti. Bu sebepledir ki ona sahabeden başka bir kimsenin bilmediği «sının sahibi» denilirdi. Ebu Ubeyd'in «el-Ğarîb» kitabında zikrettiğine göre; Hz. Ömer bir adamın cenaze namazını kılmak istemiş ve Huzeyfe onu çimdiklemişti. Sanki o, bu tavrıyla onun namazını kılmaktan engellemek istemişti. AUah Teâlâ münafıkların namazım kılmaktan, mağfiret dilemek üzere kabri başında durmaktan nehyettiğine göre; bu, mü'minler bakı­mından Allah'a yaklaşma yollarının en büyüklerindendir. Bunun için meşru' kılınmış olup yapıldığında, bol ecir vardır. Sahihlerde ve diğer hadîs kitaplarında Ebu Hüreyre'den rivayetle sabit olduğuna göre; Al­lah Rasûlü (s.a.) : Kim namazı kılımncaya kadar cenazede hazır bulu­nursa, ona bir kırat, defnedilinceye kadar cenazede hazır bulunursa ona iki kırat var, buyurdu. İki kırat nedir? denildi de : Onların en küçüğü Uhud gibidir, buyurdu. Mü'minin kabri başında durmaya gelince; Ebu Dâvûd der ki: Bize İbrâhîm İbn Mûsâ er-Râzî'nin... Osman (r.a.) dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Birisinin defin işi bittiğinde Hz. Pey­gamber (s.a.) (kabri) başında durur ve : Kardeşiniz için mağfiret dile­yin, onun için destek isteyin. Muhakkak ki o, şimdi sorguya çekilmek­tedir, buyururdu. Hadîsi sâdece Ebu Dâvûd —Allah ona rahmet eyle­sin— tahrîc etmiştir.[55]

 

85 — Onların malları ve çocukları seni imrendirme­sin. Allah bunlarla, ancak onlara dünyada azâb etmeyi ve kâfir oldukları halde canlarının zorla çıkmasını diler.

 

Bu âyet-i kerîme'nin bir benzerinin tefsiri daha önce (aynı sûrenin 55. âyetinde) geçmişti. Hamd, ancak Allah'a mahsûstur.[56]

 

86  — Allah'a îmân edin, Rasûlü ile birlikte cihâd edin, diye bir sûre indirildiğinde; içlerinden gücü yetenler sen­den izin isteyip: Bizi bırak da oturanlarla birlikte kala­lım, derler.

87  — Geri kalanlarla birlikte oturmaya razı oldular. Kalblerine mühür vurulmuştur onların. Bu yüzden onlar iyice anlamazlar.

 

Allah Teâlâ burada güç yetirdikleri ve zengin oldukları halde cihâd-dan geri duran, cihâddan yüz çeviren, oturup kalmak için Allah Rasû-lünden izin isteyip : «Bizi bırak da oturanlarla birlikte kalalım.» diye­rek ordunun savaşa çıkmasından sonra geride kalan kadınlarla birlikte oturup kalma aybını kendilerine reva görenleri azarlayıp yeriyor. Harb çıkınca onlar, insanların en korkakları; emniyyet gelince de insanların en çok konuşanlarıdır. Allah Teâlâ onlardan bahisle başka bir âyette : «Korku geldiği zaman görürsün ki onlar, ölüm baygınlığı ile gözleri dönerek sana bakarlar. Korku gidince de iyiliğinizi çekemeyerek keskin dilleriyle sizi incitirler.» (Ahzâb, 19) buyuruyor ki emniyet durumu hâ­sıl olunca keskin, kuvvetli sözlerle dilleri bir karış olur, harbde ise en korkak yaratıklardır.

Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «îmân etmiş olanlar : (Cihâd hakkında) keski bir sûre indirilmiş olsaydı.» derler. Derken muhkem bir sûre indirilip de orada muharebe zikrolununca kalblerinde hastalık olanların; ölüm korkusundan, bayılmış kimselerin bakışları gibi sana baktıklarını gördün. Korktukları başlarına gelsin. (Onlara gereken) itaattir ve güzel sözdür. Bunun için iş ciddileşince derhâl Allah'a sadâkat gösterselerdi kendileri için daha hayırlı olurdu.» (Mu-hammed, 20-21).

«(Cihâddan ve Allah Rasûlü ile birlikte Allah yolunda savaşa çık­maktan yüz çevirmeleri sebebiyle) kalblerine mühür vurulmuştur on­ların. Bu yüzden .onlar, iyice anlamazlar. (Kendileri için uygun olanı anlamazlar ki onu yapsınlar, kendileri için zararlı olan şeyi bilmezler ki ondan çekinsinler.)»[57]

 

88  — Fakat peygamber ve onunla îmân etmiş olanlar; mallarıyla, canlarıyla cihâd ettiler. Bütün hayırlar, işte on­larındır. Ve işte onlar, felaha erenlerin kendileridir.

89  — Onlar için Allah; içinde ebedî kalacakları ve al­tından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, en bü­yük kurtuluştur.

 

Allah Teâlâ münafıkları yerdikten sonra mü'minleri övüyor ve âhirette onların nelere sahib olacağını anlatıp onların durumlarını ve âkibetlerini beyânla : «Fakat peygamber ve onunla îmân etmiş olanlar; mallarıyla, canlarıyla cihâd ettiler... işte bu, en büyük kurtuluştur.»

«(Âhiret yurdunda Firdevs cennetlerinde ve en yüce derecelerde (makamlarda) ). bütün hayırlar işte onlarındır.»  buyuruyor.[58]

 

90 — Bedevilerden özür beyân edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a ve Rasûlüne yalan söy­leyenler ise oturup kaldı. İçlerinden küfretmiş olanlara elim bir azâb isabet edecektir.

 

Ma'zeret Beyân Edenler

 

Sonra Allah Teâlâ, cihâdı terketme hususunda Allah Rasûlü (s.a.) ne gelip özür beyân eden, içinde bulundukları zayıflığı ve çıkmaya güç­lerinin olmadığını beyân eden özür sahiplerinin durumunu açıklar. Bunlar, Medine civarındaki arab kabîlelerindendirler.

Dahhâk, îbn Abbâs'tan rivayetle onun âyetteki ke­limesini şeklinde tahfif ile okuduğu ve ; Onlar özürlüler­dir, dediğini nakleder. Bunu İbn Uyeyne de Humeyd'den, o da Mücâ-hid'den rivayet etmiştir. İbn İshâk der ki: Bana ulaştığına göre; onlar, aralarında Hufâf îbn îmâ İbn Rahaza'nm da bulunduğu Ğıfâr oğulla­rından bir grup idiler. Âyetin tefsiri konusunda zahir olan görüş budur. Zîrâ bundan sonra : «Allah'a ve Rasûlüne yalan söyleyenler ise oturup kaldı.» buyurmuştur ki onlar, gelmemiş ve özür beyân etme­mişlerdir.

İbn Cüreyc, «Bedevilerden özür beyân edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler.» âyeti hakkında Mücâhid'in şöyle dediğini nakle­der : Onlar, Ğıfâr oğullarından bir gruptur. Geldiler ve özür beyân ettiler. Ancak Allah Teâlâ onlann özürlerini kabul etmedi. Hasan, Ka-tâde ve Muhammed İbn İshâk da böyle söylemişlerdir. En doğrusunu Allah bilir ama bundan sonra «Allah'a ve Rasûlüne yalan söyleyenler ise oturup kaldı.» buyurulduğuna göre, birinci görüş daha kuvvetlidir. Arablardan (bedevilerden) diğerleri ise özür beyân etmek üzere gel­memişlerdir. Sonra Allah Teâlâ, onları elem verici bir azâbla tehdîd edip : «İçlerinden küfretmiş olanlara elîm bir azâb isabet edecektir.» buyurmuştur.[59]

 

91  — Zayıflara, hastalara ve harcayacak şeyleri bu­lunmayanlara, Allah'a ve Rasûlüne sâdık kaldıkça bir so­rumluluk yoktur. İhsan edenleri hesaba çekmeye de bir yol yoktur. Allah Gafur'dur, Rahîm'dir.

92  — Kendilerine binek vermen için sana geldikle­rinde : Size bir binek bulamıyorum, dediğin zaman, infak edecek bir şey bulamadıkları için üzüntüden gözleri ya­şararak geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur.

93  — Yol; ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyen ve geride kalanlarla birlikte olmaya razı olan kim­seler içindir. Allah da onların kalblerini mühürledi. Bu­nun için onlar bilmezler.

 

Allah Teâlâ, savaştan geri kalıp oturanlardan bu durumlarından dolayı günâh kazanmayan özür sahihlerini beyân ediyor. Önce bunlar­dan özrü kendisinden ayrı olmayanları zikrediyor ki bunlar; birlikte savaş ve cihâda güç yetirilemeyecek olan (yaratılışdaki) körlük, aksak­lık, topallık ve benzeri zaaflardır. Daha sonra bir hastalık sebebiyle be­denine bir eksiklik, bir zayıflık arız olanlar zikrediliyor ki bunlar da kişiyi Allah yolunda cihâda çıkmaktan alıkoymuştur. Veya bu zayıf­lık, harbe hazırlığa güç yetiremeyeceği fakirliği sebebiyle olmuştur. İşte bunlar; oturmaları halinde ihlâslı olur, insanların kötü sözlerle morallerini bozmaz, onlan savaştan ve Allah yolunda cihâddan caydır-mazlarsa onlara bir günâh yoktur. Onlar, bu hallerinde dahi iyilik eden­lerdir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «İyilik edenleri hesaba çekmeye de bir yol yoktur. Allah Gafurudur, Rahîm'dir.» buyurmuştur.

Süfyân es-Sevrî der ki: Abdülazîz İbn Refî'den, onun da Ebu Sü-mâme (r.a.) den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Havariler : Ey Rû-hullah, bize Allah için ihlâslı olanı haber ver, dediler de şöyle dedi: Allah'ın hakkını insanların hakkına tercih eden, biri dünya diğeri âhi-ret işi olmak üzere iki işle (durumla) karşılaştığında âhiret için olanla başlayıp sonra dünya için olanla meşgul olandır.

Evzaî der ki: İnsanlar yağmur duasına çıkmışlardı. Aralarından Bilâl İbn Sa'd kalkıp Allah'a hamdetti ve senada bulundu, sonra : Ey hazır bulunanlar, sizler kötülük yaptığınızı ikrar ettiniz mi? diye sordu. Onlar; evet, dediler. Ey Allah'ım, biz Senin «iyilik edenleri hesaba çek­meye de bir yol yoktur.» buyurduğunu işitiyoruz. Ey Allah'ım, muhak­kak ki biz kötülük yaptığımızı ikrar ettik. Bizi bağışla, bize acı ve bize yağmur gönder, dedi, ellerini kaldırdı, insanlar da ellerini kaldırdılar da yağmur gönderildi.

Katâde, bu âyetin Âiz İbn Amr el-Müzenî hakkında nazil olduğunu söyler. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Zeyd îbn Sabit'den riva­yetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) ne gelen vahyi ya­zardım. Berâe (sûresini) yazıyordum. Kalemi kulağımın üzerine koy­duğum sırada savaşla emrolunduk. Allah Rasûlü (s.a.) kendisine indi­rilen âyete bakmaya başlamıştı ki bir a'mâ geldi ve : Ey Allah'ın elçisi, ben a'mâyım, durumum ne olacak? dedi de Allah Teâlâ : «Zayıflara, hastalara... bir sorumluluk yoktur.» âyetini indirdi.

Bu âyet hakkında İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî der ki: Allah Ra­sûlü (s.a.) insanlara kendisiyle birlikte harbe çıkmalarını emretmişti. Ashabından bir grup ona geldi. Abdulalh İbn Muğaffel el-Müzenı de içlerindeydi. Ey Allah'ın elçisi, bize binek ver, dediler. Hz. Peygamber onlara : Allah'a yemîn olsun ki, size bir binek bulamıyorum, dedi. Ağ­layarak döndüler. Cihâddan geri kalıp oturmak onlara ağır gelmiş, har­cayacak ve binecek birşey bulamamışlardı. Allah Teâlâ, onların Allah ve Hasûlüne karşı aşın sevgilerini gördüğünde kitabında onların, ma'zûr olduklarına dâir : «Zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şeyleri bu­lunmayanlara Allah'a ve Rasûlüne sâdık kaldıkça bir sorumluluk yok­tur...» âyetlerini indirdi. Mücâhid, «Kendilerine binek vermen için sana geldiklerinde...» âyetinin Müzeyne kabilesinden Mukarrin oğulları hak­kında nazil olduğunu söyler.

Muhamnıed İbn Kâ'b der ki: Onlar yedi kişi idiler : Amr İbn Avf oğullarından Salim İbn Umeyr, Vâkıf oğullarından Heramî İbn Amr, Mazin İbn en-Neccâr oğullarından Selnıân İbn Sahr, Harise oğulların­dan Abdurrahmân İbn Yezîd Ebu Able. Bu Ebu Able eşyasını sadaka olarak vermiş ve Allah Teâlâ bunu ondan kabul buyurmuştu. Selime oğullarından Amr İbn Aneme ve Abdullah İbn Amr el-Müzenî.

Muhammed İbn İshâk, Tebûk gazvesini anlatırken şöyle der : Son­ra müslümanlardan bazıları Allah Rasûlü (s.a.) ne geldiler, ağlıyor­lardı. Onlara «el-Bekkâûn» denilmişti. Ansârdan ve diğer kabilelerden olmak üzere yedi kişi idiler : Amr İbn Avf oğullarından Salim İbn Umeyr, Harise oğullarından Able İbn Zeyd, Mazin İbn Neccâr oğullarından Ebu Leylâ Abdurrahmân İbn Kâ'b, Selime oğullarından Amr İbn Hamam İbn Cemûh, Abdullah İbn Muğaffel el-Müzenî —Bazıları bu zâtın Ab­dullah İbn Amr el-Müzenî olduğunu söyler— Vâkıf oğullarından He­ramî İbn Abdullah, İrbâz îbn Sâriye el-Fezârî'dir. Bunlar, ihtiyâçlı kim­seler olup Allah Rasûlünden kendilerine binit vermesini istemişler o da : Size bir binek bulamıyorum, dediğinde harcayacak bir şey bula­madıklarından ötürü üzüntüden gözleri yaşararak dönmüşlerdi.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ömer İbn el-Evdî'nin... Hasan'dan ri­vayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) : Siz Medine'de öyle kimseleri geride bıraktınız ki siz infâk ettiğinizde, bir vâdîyi geçtiğinizde ve düşmana karşı bir zafer kazandığınızda onlar ecirde size ortaktırlar, buyurmuş ve sonra : «Kendilerine binek vermen, için sana geldiklerinde : Size bir binek bulamıyorum, dediğin zaman...» âyetini okumuştur. İmâm Ah-med der ki: Bize Vekî'nin... Câbir'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), şöyle buyurmuştur: Siz Medine'de öyle kimseleri geride bırak­tınız ki siz bir vâdîyi geçtiğinizde ve bir yola girdiğinizde onlar ecirde size ortaktırlar. Onları hastalık (Medine'de) alıkoymuştur. İbn Ebu Hâtim'in rivayet etmiş olduğu hadîs Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerin-de Enes'den rivayetle mevcûd olup bu hadîste Allah Rasûlü şöyle bu­yurmuştur : Medine'de öyle bir topluluk vardır ki siz bir va'dîyi geçti­ğinizde ve yürüdüğünüzde, onlar sizinle beraberdirler. Onlar; Medine'­de oldukları halde mi? dediler de : Evet, onları özür alıkoymuştur, bu­yurdu. İmâm Ahmed'in yukarda zikrettiğimiz hadîsini Müslim ve îbn Mâce de muhtelif kanallarla A'meş'den rivayet etmişlerdir.

Sonra Allah Teâlâ, zengin oldukları halde oturup kalmak için izin isteyenleri kınayıp yolculuk esnasında geride bırakılan kadınlarla bir­likte olmaya razı olanları azarlayarak : «Allah da onların kalblerini mühürledi. Bunun için onlar bilmezler.» buyuruyor.[60]

 

94  — Kendilerine döndüğünüz vakit de size özür be­yân ederler. De ki: Özür dilemeyin. Size kat'iyyen inan­mıyorum. Doğrusu Allah, bize haberlerinizi bildirmiştir. Allah da, Rasûlü de amellerinizi görecektir. Sonra hepi­niz, görüleni de görülmeyeni de bilene döndürüleceksiniz. O, size neler yaptığınızı haber verecektir.

95  — Kendilerine döndüğünüz zaman; onlardan vaz­geçmeniz için Allah'a yemin edeceklerdir. Öyleyse onlar­dan yüz çevirin. Çünkü murdardırlar. Yaptıklarının kar­şılığı olarak varacakları yer cehennemdir.

96  — Size yemîn ederler ki kendilerinden hoşnûd ola­sınız. Siz onlardan hoşnûd olsanız da şüphesiz ki Allah, fâsıklar güruhundan hoşnûd olmaz.

 

Allah Teâlâ, onlar Medine'ye döndüklerinde münafıkların kendile­rine özür beyân edeceklerini haber vererek şöyle buyurur: «De ki: Özür dilemeyin. Size kat'iyyen inanmıyorum. (Sizi asla, doğrulamaya-cağım.) Doğrusu Allah, bize haberlerinizi (durumlarınızı) bildirmiştir. Allah da Rasûlü de amellerinizi görecek (Allah Teâlâ amellerinizi dün­yada insanlara açık edecek) tir. Sonra hepiniz, görüleni de görülmeyeni de bilene döndürüleceksiniz. O, size neler yaptığınızı haber verecek (hayrı ile şerri ile amellerinizi size haber verecek ve bunlardan dolayı sizi cezalandıracak) tır.»

Sonra Allah Teâlâ, sizin onları bırakmanız (vazgeçmeniz) ve onları azarlamamanız için özür beyân ederek Allah'a yemîn edeceklerini ha­ber verip şöyle buyurur : «Öyleyse (onlara bir hakaret olmak üzere) onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar (in içleri ve inançları) murdardır­lar. Yaptıkların (günâh ve hatâların) in karşılığı olarak (âhirete) vara­cakları yer cehennemdir.»

Yemîn etmeleri nedeniyle mü'minler, onlardan hoşnûd olsalar da­hi Allah Teâlâ'nm onlardan hoşnûd olmayacağını haber verip şöyle bu­yuruyor : «Şüphesiz ki Allah, fâsıklar güruhundan (kendine ve rasûlüne itaatin dışına çıkanlardan) hoşnûd olmaz.»[61]

 

97  — Bedeviler; küfür ve nifak bakımından daha ya­man ve Allah'ın peygamberine indirdiğinin hududunu bil­memeye daha müsaittirler. Ve Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.

98  — Bedevilerden öyleleri de vardır ki; infâk edece­ğini angarya sayar ve sizin başınıza belâlar gelmesini bek­lerler. Belâlar kendi başlarına olsun. Ve Allah Semî'dir, Alîm'dir.

99  — Bedevilerden öyleleri de vardır ki; Allah'a ve âhiret gününe inanır, infâk ettiğini Allah katında yakın­lığa ve peygamberin duasına nail olmaya vesile sayar. Bi­lin ki; bunlar, kendileri için gerçek bir yakınlıktır. Allah, onları rahmetine girdirecektir. Muhakkak ki Allah, Ga-fûr'dur, Rahîm'dir.

 

Bedeviler

 

Allah Teâlâ Bedevilerin arasında kâfirler, münafıklar ve mü'minler olduğunu haber veriyor. Onların küfür ve nifakları diğerlerinden daha büyük, daha şiddetli bunun için de Allah'ın Rasûlüne indirdiği hüküm­lerin haddlerini bilmemeleri için daha elverişlidir. A'meş'ih İbrahim'­den naklettiğine göre; o, şöyle demiştir : Zeyd İbn Savhân arkadaşla­rıyla konuşurken bir bedevi yanına gelip oturdu. Zeyd'in eli Nihâvend savaşında yaralanmıştı. Bedevî : Allah'a yemîn olsun ki, senin sözün hoşuma gidiyor ama elin beni şüphelendiriyor, dedi. Zeyd: Elimden seni şüphelendiren nedir? O sol elimdir, dedi. Bedevî: Allah'a yemîn olsun ki bilmiyorum; sağ eli mi sol eli mi keserler? deyince Zeyd İbn Savhân şöyle konuştu : Allah doğru söyledi: «Bedeviler; küfür ve nifak bakımından daha yaman ve Allah'ın peygamberine indirdiğinin hu­dudunu bilmemeye daha müsaittirler.»

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdurrahmân îbn Mehdî'nin... İbn Ab-bâs'tan onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetine göre; o, şöyle bu­yurmuş : Kim çölde oturursa kabalaşır, kim av peşine düşerse unutur, yanılır, kim de yöneticiye giderse aldanır. Hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Neseî muhtelif kanallardan olmak üzere Süfyân es-Sevrî'den rivayet etmişlerdir. Tirmizî: Hasen'dir, garîbdir, sâdece Sevrî hadîsinden bil­mekteyiz, der.

çöl halkı sert ve kaba yapılı olduğu için Allah Teâlâ onlardan pey­gamber göndermemiştir. Peygamber, ancak kasabalar (köyler?) hal­kından çıkmıştır. Nitekim Allah Teâlâ : «Senden Önce gönderdiğimiz elçiler de ancak kasabalar halkından, kendilerine vahyettiğimiz bir ta­kım erkeklerdi.» (Yûsuf, 109) buyurmuştur. Bir bedevî, Allah Rasû­lüne bir hediyye vermiş ve ancak Hz. Peygamber kendisine verdiğinin kat ve katıyla karşılık verdiğinde ondan hoşnûd oımuştu. Bunun üze­rine Allah Rasûlü (s.a.) : Bir Kureyş'li veya Sakîf'li veya ansaldan biri veya Devs kabilesinden biri dışında hediyye kabul etmemeye azmet­tim, buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) in saymış olduğu bu kabileler Mekke, Tâif, Medine ve Yemen gibi şehirlerde otururlardı. Onlar, huyca Bedevilerden daha yumuşaktırlar. Zîrâ Bedevilerin tabîatlerinde kaba­lık vardır.

Çocuğunu öpme hususundaki Bedevî hadîsine gelince; Müslim der ki: Bize Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe ve Ebu Küreyb'in... Âişe'den riva­yetine göre; o, şöyle demiştir : Bedevilerden bazı insanlar, Allah Rasûlü (s.a.) ne geldiler ve : Çocuklarınızı öpüyor musunuz? dediler. Evet ce­vabı üzerine : Fakat Allah'a yemîn olsun ki biz öpmeyiz, dediler de Allah Rasûlü (s.a.) : Allah sizden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim? buyurmuştu. İbn Nümeyr : Allah senin kalbinden mer­hameti söküp almışsa... şeklinde rivayet eder.

Allah Teâlâ : «Ve Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.» buyuruyor ki îmân ve ilmi bildirmeye kimin müstehak olduğunu en iyi bilendir. İlmi veya cehaleti, îmânı veya küfrü ve nifakı kulları arasında taksim etmesinde hikmet sahibidir. İlmi ve hikmeti ile yaptığından asla sorulmaz.

Allah Teâlâ yine Bedevilerden bahisle şöyle buyurur : «Bedeviler­den öyleleri de vardır ki; (Allah yolunda) infâk edeceği şeyi (bir) an­garya (ve kayıp) sayar ve sizin başınıza belâlar (âfetler, musibetler) gelmesini beklerler. Belâlar kendi başlarına olsun. (Belâlar .ve kötülük­ler onların başlarına dönsün.) Ve Allah (kullarının kendisine duâla"rım) en iyi işitendir, (kimin yardıma kimin de terkedilmeye müstahak oldu­ğunu) en iyi bilendir.»

Allah Teâlâ'nın : «Bedevilerden öyleleri de vardır ki; Allah'a ve âhiret gününe inanır, infâk ettiğini Allah katında yakınlığa ve pey­gamberin duasına nail olmaya vesile sayar.» âyetinde zikredilenler, be­devilerin övülmüş olan kısmıdır. Onlar Allah yolunda infâkda bulun­duklarını, Allah katında yakınlığa vesile edinirler. Ve bununla Allah Rasûlü'nün kendileri için duasını isterler. «Bilin ki; bunlar, kendileri için gerçek bir yakınlıktır. Allah, onları rahmetine de koyacaktır. Mu­hakkak ki Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.»[62]

 

100 — Muhacirlerden, ansârdan en ileri ve önde ge­lenlerle, ihsan ile onlara uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah'tan hoşnûddurlar. Hem onlara altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Orada ebedî kalı­cıdırlar. İşte budur en büyük kurtuluş.

 

Muhacir Ve Ansârdan İlkler

 

Allah Teâlâ, bu âyette muhacir ve ansârın en ileri ve önde gelen­lerinden, ihsan ile onlara uyanlardan hoşnûd olduğunu, kendilerine Naîm cennetlerini ve devamlı nimetleri hazırlayarak hoşnûd olduğunu haber veriyor. Şa'bî, âyette zikredilen muhacir ve ansârın en ileri ve önde gelenlerinin; Hudeybiye yılı Rıdvan Bîatında bulunanlar oldu­ğunu söyler. Ebu Mûsâ el-Eş'arî, Saîd İbn el-Müseyyeb, Muhammed İbn Şîrîn, Hasan ve Katâde bunların Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber iki kıbleye (Kudüs ve Kâ'be) doğru da namaz kılanlar olduğunu söy­lerler.

Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî der ki; Ömer İbn Hattâb «Muha­cirlerden, ansârdan en ileri ve önde gelenlerle...» âyetini okuyan bir adama uğrayıp elinden tuttu ve : Sana bunu kim okutuyor? diye sordu. O kişi; Übeyy İbn Kâ'b, diye cevab verdi. Hz. Ömer : Seni ona götürün-ceye kadar benden ayrılma, dedi. Übeyy İbn Kâb'a vardıklarında Hz. Ömer: Bu âyeti buna bu şekilde sen mi okuttun? diye sordu. Übeyy evet, deyince: Bunu Allah Rasûlü (s.a.) nden işittin mi? diye sordu. Onun evet cevabı üzerine : Öyle inanıyorum ki bizden sonra hiç kim­senin ulaşamayacağı bir mertebeye yükseltildik, dedi. Übeyy dedi ki: Bu âyetin tasdiki Cum'a sûresinin başındaki «Onlardan başkalarına da. Ki, henüz onlara katılmamışlardır. Ve O; Azîz'dir, Hakîm'dir.» (Cum'a, 3), Haşr süresindeki: «Onlardan sonra gelenler ise, derler ki: Rabbı-mız, bizi ve bizden önce îmân etmiş olan kardeşlerimizi bağışla.» (Haşr, 10), Enfâl süresindeki: «Sonradan îmân edip de hicret edenler ve si­zinle birlikte savaşanlar; işte onlar sizdendir.» (Enfâl, 75) âyetleridir. Hadîsi İbn Cerîr rivayet etmiştir.

Allah Teâlâ, muhacir ve ansânn en önde ve ileri gelenleriyle, ihsan ile onlara uyanlardan razı olduğunu haber vermiştir. O halde onlara kızan veya söven veya onlardan bazısına kızıp şovenlere yazıklar olsun. Özellikle Allah Rasûlünden sonra ashâbm efendisi, en hayırlısı, en üs­tünü yani Sıddîk-i Ekber, en büyük halîfe Ebubekir İbn Ebu Kuhâfe —Allah ondan razı olsun— Râfızîlerden ayrılan bir güfûh —Allah bizi bundan korusun— ashabın en üstünlerine düşmanlık etmiş, onlara buğz etmiş ve onlara sövmüşlerdir. Bu, onların akıllarının ve kalblerinin ters çevrilmiş olduğuna delâlet eder. Allah'ın hoşnûd olduklarına sövdükle­rine göre Kur'an'a îmân nerecle; onlar nerede? Ehl-i sünnet ise; Allah'ın hoşnûd olduklarından hoşnûd olur, Allah ve Rasûlünün kötülediklerini kötüler, Allah'ın sevdiklerine sevgi besler, Allah'ın düşman olduklarına düşman olur. Onlar (Allah'a ve Rasûlüne) uyanlardır, bid'atçılar değil. Onlar (Hz. Peygambere) uyarlar, dağılmaz, ihtilâfa düşmezler. Dolayı­sıyla onlar, Allah'ın felaha ermiş taraftarları ve Allah'ın inanan kul­landır.[63]

 

101 — Çevrenizdeki Bedevilerden münafıklar vardır. Medine halkından da. Ki onlar, nifak üzerinde diretirler. Siz. bilmezsiniz onları, Biz biliriz. Onlara iki kere azâb ede­ceğiz. Sonra da onlar; daha büyük bir azaba döndürüle­ceklerdir.

 

Allah Teâlâ, elçisine Medine çevresindeki arafa kabileleri içinde olduğu gibi bizzat Medine halkı içinde de münafıklar olduğunu haber veriyor. «Onlar, nifak üzerinde diretirler (ve nifâkda devam ederler.)»

Allah Teâlâ'nın : «Siz bilmezsiniz onları. Biz biliriz.» kavli O'nun : «Şayet isteseydik Biz onları sana gösterirdik de sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki, sen onları sözlerinin üslûbundan da tanırsın.» (Muhammed, 30) sözüne zıt değildir. Zîrâ bu, kendileriyle tanınacakları alâmetlerle (sıfatlarla) onları bilme kabîlindendir. Değilse o, yanında bulunanlardan nifak ve şüphe edenlerin hepsini şahsen biliyor anla­mına değildir. Bazan o, Medine halkından onunla beraber olanlardan bir kısmında münafıklık olduğunu bilirdi. Onlar, kendisini sabah ak­şam görmelerine rağmen nifak içindeydiler. Buna İmâm Ahmed'in Müsned'inde rivayet etmiş olduğu şu hadîs şehâdet etmektedir, şöyle ki:

İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer'in... Cübeyr İbn Mut'ım'dan —Allah ondan razı olsun— rivayetine göre; o, şöyle de­miştir : Ey Allah'ın elçisi, onlar sanıyorlar ki Mekke'de bizim için bir ecir, bir mükâfâat yok, dedim. Allah Rasûlü : Siz, bir tilki ininde olsa­nız bile, sizin ecirleriniz mutlaka size gelecektir, buyurup başını bana doğru eğdi ve : Muhakkak ashabım içinde münafıklar vardır, buyurdu. Bunun anlamı şudur : Münafıkların ve yalan haber yayanların bazısı, sıhhatli olmayan sözler yayabilirler. Cübeyr İbn Mut'ım'in işitmiş ol­duğu söz, onların benzerlerinden çıkmış oiabilir. «Başaramayacakları bir işe giriştiler.» (Tevbe, 74) âyetinin tefsirinde de geçtiği üzere Allah Rasûlü (s.a.) münafıkların ileri gelenlerinden on dört veya on beşini Huzeyfe'ye bildirmişti. Bu tahsis, Hz. Peygamberin onların bütün ileri gelenlerine ve isimlerine muttali' olmasını gerektirmez. En doğrusunu Allah bilir.

Hafız İbn Asâkir «Ebu Ömer el-Beyrûtî»nin hal tercemesinde Hi-şâm İbn Ammâr kanalıyla... Ebu Derdâ'dan rivayet eder ki Harmele adında birisi Hz. Peygambere gelmiş ve dilini göstererek; îmân şurada; eliyle kalbini göstererek; münafıklık ta şurada. O Allah'ı çok az zikre­der, demişti. Allah Rasûlü (s.a!) : Ey Allah'ım, ona zikreden bir dil, şükreden bir kalb ver. Ona benim sevgimi ve beni sevenlerin sevgisini bahşet. İşini hayra ulaştır, buyurdu. O : Ey Allah'ın elçisi, benim mü­nafıklardan arkadaşlarım var. Zîrâ ben onların reîsi idim. Onlan sana getireyim mi? dedi de Allah Rasûlü : Bize kim gelirse onun için mağ­firet dileriz. Kim de dininde ısrar ederse; Allah onun için en uygun olandır. Sen kat'iyyen kimsenin (nifakını gizleyen, örten) örtüsünü yırt­ma, parçalama, buyurdu. Hadîsi Ebu Ahmed el-Hâkim de Ebu Bekr el-Bâğandî kanalıyla Hişâm İbn Ammâr'dan rivayet etmiştir.

Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer'in Katâde'den rivayetine göre; o, bu âyet hakkında şöyle demiştir : Şu topluluklara neler oluyor da ken­dilerini insanları bilmek için zorluyorlar? Falan cennette ve filân ce­hennemde diyorlar? Onlardan birine kendisini sorsan; bilmiyorum, der. y/emîn ederim ki sen, kendini insanların durumundan çok daha iyi bi­lirsin. Senden önce peygamberlerin kendilerini zorladıkları bir şeye ken­dini zorladm. Allah'ın peygamberi Nûh : «Onların yapmakta oldukları şeyler hakkında bir bilgim yoktur.» (Şuârâ, 112), Allah'ın peygamberi Şuayb : «îmân ediyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı sizin için daha ha­yırlıdır. Yoksa ben sizi koruyucu değilim.» (Hûd, 86) demiş, Allah Teâlâ da peygamberi (s.a.) ne : «Siz bilmezsiniz onları, biz biliriz.» buyur­muştur.

Süddî'nin Ebu Mâlik'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, bu âyet hakkında şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) cum'a günü hutbede : Ey filân çık, muhakkak sen münafıksın, ey filan çık, sen mu­hakkak münafıksın, buyurup onlardan bazı kimseleri mescidden çıka­rıp rüsvây etti. Onlar mescidden çıkarlarken Ömer geldi ve cum'ada bulunmadığı için onlardan utanarak gizlendi. İnsanların namazı bitir­diklerini sanıyordu. Onlar da durumlarını biliyor sanarak Ömer'den gizlendiler. Ömer gelip mescide girdi, bir de gördü ki namaz kılma­mışlar. Müslümanlardan birisi ona : Müjde ey Ömer, Allah Teâlâ bu gün münafıkları rüsvây etti, dedi. İbn Abbâs der ki: Allah Rasûlü onları mescidden çıkardığı zaman işte bu birinci azâbdır. İkinci azâb ise ka­bir azabıdır. Bunun bir benzerini Sevrî de Süddî'den, o Ebu Mâlik'den rivayet etmiştir. Mücâhid «Onlara iki kere azâb edeceğiz.» âyetinde Öldürülme ve esîr edilmenin —bir rivayette ise açlık ve kabir azabının— kasdedildiğini, sonra da büyük azaba döndürüleceklerini söyler. İbn Cüreyc : Dünya azabı, kabir azabı ve sonra cehennem azabına döndü­rüleceklerdir, demiştir. Abdurrahmân İbn Zeyd : Dünyadaki azâb, mal­lar ve çocuklardır, demiş ve : «Onların mallan ve çocukları seni imrendirmesin. Allah bunlarla ancak onlara dünyada azâb etmeyi diler.» (Tevbe, 85) âyetini okumuştur. İşte bu musibetler; onlar için azâb, mü'-minler için ecirdir. Âhiretteki azâblan ise cehennemdedir. «Sonra da daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir.» Yani cehenneme döndü­rüleceklerdir.

Muhanımed İbn îshâk der ki: «Onlara iki kere azâb edeceğiz.» Ba­na ulaştığına göre bu; müslümanların içine girmeleri ve bu durumun onları sayısız kin ve öfkeye sevketmesidir. Sonra kabir azabı, sonra dön­dürülecekleri büyük azâb; âhiret azabı ve âhiretteki ebedî cezadır.

Katâde'den rivayetle Saîd, «Onlara iki kere azâb edeceğiz.» âyeti hakkında; bu iki azabın, dünya azabı ile kabir azabı olduğunu söyler: «Sonra da daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir.» Bana anlatıldı­ğına göre; Hz. Peygamber (s.a.) münafıklardan oniki kişiyi Huzeyfe'-ye gizlice söylemiş ve şöyle buyurmuştur : Onlardan altısına cehennem ateşinden bir şerare yetecektir. Onlardan birinin küreğinden girecek ve göğsüne ulaşacaktır. Altısı ise normal bir ölümle öleceklerdir. Yine bana anlatıldığına gör, Hz. Ömer'in onlardan olduğunu sandığı birisi öldüğü zaman Ömer İbn Hattâb (r.a.) Huzeyfe'ye bakarmış. Eğer o namazını kılarsa o da kılar, değilse terkedermiş. Bana anlatıldığına göre; Ömer, Huzeyfe'ye : Allah için söyle, ben onlardan mıyım? diye sormuş ve Huzeyfe : Hayır, senden başka hiç kimseden bu hususta emîn değilim, demişti.[64]

 

102 — Diğer bir kısmı da günâhlarını itiraf ettiler. Onlar iyi ameli kötü ile karıştırdılar. Onlar ki, Allah on­ların tevbelerini kabul eder. Muhakkak ki Allah, Gafûr'-dur, Rahîm'dir.

 

Allah Teâlâ harbden yüz çevirerek, yalanlama ve şüphe ile savaş­tan geri kalan münafıkların durumunu beyân ettikten sonra savaştan tembellik, rahata düşkünlük sebebiyle, hakka îmân ve tasdikleri ol­makla beraber, geri kalan günahkârların durumunu beyân etmeye başlar ve şöyle buyurur : «Diğer bir kısmı da günâhlarını itiraf ettiler.» Kendileriyle Rabları arasındaki şeyleri itiraf ettiler ve ikrarda bulun­dular. Onların bundan başka sâlih amelleri de vardır. Ancak bunlarla onları karıştırmışlardır. İşte onlar, Allah'ın affı ve bağışlaması altın­dadırlar.. Her ne kadar bu âyet belli bir takım kimseler hakkında nazil olmuşsa da bütün günahkâr; hatalı ve iyi amele kötü ameli karıştıran­lar hakkında umûmîdir. Mücâhid der ki: Bu âyet, boynunu eliyle işaret ederek Kurayza oğullarına : Muhakkak ki bu, bir boğazlamadır, diyen Ebu Lübâbe hakkında nazil olmuştur. İbn Abbas; bu âyetin Lübâbe ve arkadaşlarından bir grup hakkında nazil olduğunu söyler. Bazıları; Ebu Lübâbe ve onunla beraber beş kişi hakkında nazil oldu, demişler­dir. Onunla beraber yedi kişi veya dokuz kişi hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) bir savaştan döndüğünde; kendile­rini mescidin direklerine bağlamışlar ve Allah Rasûlü (s.a.) dışında kim­senin onları çözmemesi için yemin ettirmişlerdi. Allah Teâlâ : «Diğer bir kısmı da günâhlarını itiraf ettiler.)) âyetini indirince Hz. Peygamber (s.a.) onları serbest bırakmış ve onları affetmiştir.

Buhârî der ki: Bize Müemmel İbn Hişâm'ın... Semüre İbn Cün-deb'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) onlara şöyle buyurmuş : Bu gece baha iki kişi geldi ve beni götürdüler. Altın ve gümüş kerpiçler­den yapılmış bir şehre vardık. Bir takım insanlarla karşılaştık. Yarısı senin gördüklerinin en güzeli gibi yaratılmış, diğer yansı da senin gördüklerinin en çirkini gibi. İkisi onlara : Gidin ve kendinizi şu nehre atın, dediler. Kendilerini o nehre attılar, sonra bize döndüler. Onlardaki kötülük gitmişti. Ve en güzel bir şekle dönmüşlerdi. O ikisi bana : Bu Adn cennetidir, bu senin yerindir (evindir), dediler. Ve şöyle devam ettiler : Yansı güzel, yarısı da çirkin olan kavme gelince; işte onlar, sâlih amel ile kötü ameli birbirine karıştıranlardır. Allah onları bağışlamış­tır. Buhârî bu âyetin tefsirinde bu hadîsi muhtasar olarak da rivayet etmiştir.[65]

 

103 — Onların mallarından sadaka al ki, bununla on­ları temizleyip arıtmış olasın. Ve onlara dua et. Senin duan şüphesiz ki, onlar için bir sükûnettir. Allah Semi'dir, Alîm'dir.

104 — Bilmezler mi ki; Allah, muhakkak kullarından tevbeyi kabul edecek ve sadakaları alacak olanın kendi­sidir. Ve muhakkak ki Allah, Tevvâb ve Rahîm'dir.

 

Onların Mallarından Zekât Al

 

Allah Teâlâ burada Rasûlüne, onların mallarından kendilerini temiz­lemek üzere sadaka (zekât) almasını emrediyor. Her ne kadar bazıları, buradaki zamiri «günâhlarını itiraf eden, iyi amel ile kötü ameli birbiri­ne karıştıranlar.» a göndermişlerse de bu hüküm geneldir. Bu sebepledir ki arab kabilelerinden zekât vermeyen bazıları, zekâtın İmâm'a veril­mesinin olmayacağına (gerekmediğine) inanmışlardır. Onlara göre bu, sâdece Allah Rasûlü'ne hâs idi. Yine bu sebepledir ki «Onların malla­rından sadaka al ki, bununla onları temizleyip arıtmış olasın. Ve onlara duâ et. Senin duan şüphesiz ki, onlar için bir sükûnettir.» âyetini delil getirmişlerdir. Hz. Ebubekir es-Sıddîk ve diğer sahabe, onların bu te'-vîllerini ve bozuk anlayışlarını reddetmiş ve Allah Rasûlü (s.a.) ne ver­dikleri gibi zekâtı halîfeye verinceye kadar onlarla savaşmışlardır. Hat­tâ Ebubekir es-Sıddîk : Allah'a yemîn olsun ki Allah Rasûlü (s.a.) ne ver­miş oldukları devenin dizine bağlanan bir ipi —bir rivayete göre bir dişi oğlağı— bile vermezlerse bunun için onlarla mutlaka harb ede­rim, demiştir.

Allah Teâlâ : «Ve onlara duâ et (onlar için mağfiret dile).» buyu­rur. Müslim'in Sahîh'inde Abdullah îbn Ebu Evfâ'dan rivayete göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü'ne bir kavmin sadakası (zekâtı) gel­diğinde onlara duâ ..buyururdu. Babam zekâtını getirdi de : Ey Allah'ım, Ebu Evfâ ailesine merhamet buyur, diye duâ etti. Başka bir hadîste zikredildiğine göre; bir kadın : Ey Allah'ın elçisi, bana ve kocama duâ et, demiş, Hz. Peygamber de : Allah sana ve kocana merhamet etsin, buyurmuştur. «Senin duan şüphesiz ki, onlar için bir sükûnettir.» âye-tindeki kelimesini İbn Abbâs : Onlar için. bir rahmettir, şek­linde anlamış, Katâde ise bu kelimenin vakar anlamında olduğunu söy­lemiştir.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Allah (senin duanı) en iyi işitendir. (Se­nin duana kimin hak kazandığını ve buna kimin ehil olduğunu) en iyi bilendir.»

îmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'nin... tbn Huzeyfe'den, onun da babasından rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.), bir adama duâ ettiği zaman; onun duası hem ona, hem çocuğuna hem de torununa ulaşırdı. Sonra İmâm Ahmed hadîsi Ebu Nuaym kanalıyla... İbn Huzeyfe'den de rivayet etmiştir. Mis'ar der ki: —Bir keresinde de o, hadîsi Huzeyfe kanalıyla zikretmiştir.— Muhakkak ki Hz. Peygamber (s.a.) in duası; kişiye, çocuğuna ve çocuğunun çocuğuna ulaşırdı.

Allah Teâlâ'nın : «Bilmezler mi ki; Allah, muhakkak kullarından tevbeyi kabul edecek ve sadakaları alacak olanın kendisidir.)) kavli gü­nâhları azaltıp silen, günâhlardan kurtaran ve günâhları gideren tevbe ve sadakaya teşvikten ibarettir. Allah Teâlâ tevbe eden herkesin tev-besini kabul buyuracağını, helâl kazançtan sadaka verenin sadaka­sını sağ eliyle kabul buyurup, bir hurmayı Uhud kadar oluncaya kadar arttıracağını haber vermiştir. Nitekim bu husus, bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet edilmiştir. Sevri ve Vekî'nin... Ebu Hüreyre'den rivayetlerine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş­tur : Muhakkak ki Allah, sadakayı kabul buyurup sağ eliyle alır ve sizden birinizin mehrini arttırdığı gibi artırır. Öyle ki bir lokma, Uhud dağı gibi oluncaya kadar arttınr. Bunun Allah'ın kitabındaki tasdiki: «O, kullarından tevbeyi kabul eder ve sadakaları alır.» Ve : «Allah faizi mahveder, sadakaları arttırır.» (Bakara, 276) âyetidir. Sevrî ve A'meş' in... Abdullah îbn Mes'ûd (r.a.) dan rivayetlerine göre o: Muhakkak ki sadaka, isteyenin eline varmadan önce Allah'ın eline ulaşır, demiş ve sonra da ; «Bilmezler mi ki; Allah, muhakkak kullarından tevbeyi kabul edecek ve sadakaları alacak olanın kendisidir.» âyetini okumuş­tur.

İbn Asâkir Tarih'inde «Abdullah İbn eş-Şâir es-Seksekî ed-Dimaşkî» nin hal tercümesinde —bu zât, fakîh olup Muâviye ve başkalarından rivayette bulunmuştur. Havşeb İbn Seyf es-Seksekî İbn Hımsî de kendi­sinden rivayette bulunmuştur— şöyle rivayet eder : İnsanlar, Muâviye (r.a.) zamanında savaşa çıkmıştı. Başlarında Abdurrahmân İbn Hâlid İbn Velîd vardi^Müslümanlardan birisi, yüz rûm dinarını genîmetten çal­dı. Ordunun dönüşünde pişman olup emîre geldi. Ancak o, bunu kendi­sinden kabul etmeyip : İnsanlar dağıldı. Senden onu asla kabul etme­yeceğim. Tâ ki kıyamet günü Allah Teâlâ onu getirinceye kadar, dedi. Şam'a gelince kabul etmesi için Muâviye'ye götürdü, o da kabul etme­di. Ağlayıp: «İnnâlillâh Ve İnnâ îleyhi Râciûn» diyerek onun yanın­dan çıktı. Abdullah İbn eş-Ş|ir es-Seksekfye uğradı da kendisine : Seni ağlatan nedir? diye sordu. O da durumunu anlattı. Abdullah: Bana itaat eder misin? diye sordu. O; evet, dedi. Muâviye'ye git ve ona : Ben­den bunun beşte birini kabul et, de. Ona yirmi dînârını ver. Kalan sek­sen dînâra bak ve onu ordu için sadaka olarak ver. Muhakkak ki Allah, kullarından tevbeyi kabul eder. O, onların isimlerini ve yerlerini en iyi bilendir, dedi. Adam da böylece yaptı. (Bunu duyunca) Miıâvıye (r.a.): Ona bu fetvayı vermiş olmak, sâhib olduğum her şeyden muhakkak ki bana daha sevimlidir. Adam güzel yapmış, dedi.[66]

 

İzahı

 

Hiç şüphe yok ki mal, insanlarca doğuştan sevilen bir şeydir. Bu­nun sebebi şudur : Kudret ve imkân, olgunluk sıfatlarından bir sıfattır. Olgunluk sıfatı ise, başka bir sebebe bağlı olmaksızın bizatihi sevilir. Noksanlık sıfatı da hiçbir işte sevilmez. İşte mal da, o kudret ve imkânı elde etmeğe vesile olduğundan, tabiatıyla sevilir. Yalnız şu var ki, mal sevgisi insanın kalbini kaplayınca onu, Allah'ı sevmekten ve öldükten sonrası için hazırlanmaktan gafil kılar. Bu sebeple İlâhî hikmet; mal sahiplerine, mala çok meyledip bütün varlığı ile ona yönelerek tapma­larını önlemek ve insanın gerçek mutluluğunun, yalnız mal biriktir­mekte olmayıp onu Allah yolunda, dolayısıyla cemiyet uğrunda har­camakta olduğunu tenbîh etmek için, ellerinde bulunan malın bir kıs­mını onlardan almayı gerektirdi.

İslâm dininde zekâtın farz kılınması, inşam mala taptıran dünya sevgisi hastalığını kalbten silmek için konulmuş en iyi ilâçtır. Cenâb-ı Allah, zekâtı bu sebebe binâen farz kılmıştır. «Müminlerin mallarından sadaka al ki, bununla onları temizleyip arıtmış olasın.» mealindeki âyet­ten kasdedilen mânâ budur.

Malın çokluğu, yukarıda bahsettiğimiz kuvvetin çoğalmasını ve kudretin kemâlini gerektirir. Malın artması da, kudretin artmasını îcâb ettirir. Kudretin artması ise, o kudretten bir haz duymayı gerek­tirir. Bu hazzın artışı da insanı, onu artırmaya sebep olan malı daha çok elde etmek için çalışmaya sevkeder. Bu şekilde mesele, birbirine bağlı bir zincirleme ve devir meselesi haline gelir ki, bunun içinden çıkılmaz. (Mal hazzı, haz da malı artırır, böylece sonu gelmeyen bir zincirleme devredip gider). Zîrâ insan, çalışmasını artırdığı zaman, malı da artar. Bu artış ise, kudretin artmasına sebep olur, kudretin artması da fazla dadanmayı îcâbettirir. Dadanma; insanı, mal kazanmak için yine çok çalışmaya iter. Bu şekilde mesele bir devir meselesi olur ki, bu devrin ne sonu gelir, ne de bir noktada kesilir; devamlı olarak dolaşıp durur.

İşte İslâm dini; bu sonu gelmeyen ve bir noktada kesilmeyen ihti­ras dâiresinin kesilmesi için bir nokta, bitmesi için bir son tesbît etmiş, Allah'ın rızâsını gözeterek kulun nefsini o sonu gelmeyen karanlık yoldan çevirip Allah'a yönelmesi için, bu mdldan bir miktar vermeyi farz kıldı.

Malın çokluğu; kalbte katılaşma ve azgınlığın teşekkülüne sebep olur. Bu azgınlığın sebebi de, yukarıda zikrettiğimiz gibi, malın çoklu­ğunun kudret kazanmaya sebep teşkil etmesidir. Kudret ise bizatihi sevildiğine göre, insanda bir aşk meydana getirir. Âşık ma'şûkuna ka­vuşunca bu hususta ileri gider; dolayısıyla insan da mal talebinde aşın davranır. Bu esnada, eğer mal toplamaya mâni bir hal ortaya çıkarsa insan, bütün gücü ve imkânları ile (meselâ, rüşvet vermek, baskı yapmak, tehdîd vs. gibi) o engeli ortadan kaldırmaya çalışır. İşte, nefsin azmasından kasdettiğimiz mânâ budur.

Yüce Kttab Kur'an-ı Kerîm'de bu konuya şu âyet-i kerîme ile işaret buyuruluyor: «Şüphesiz insan, kendini Allah'tan müstağni görmek suretiyle azar.»

Zekâtın farz kılınması; azgınlığı azaltıp kalbi Allah'ın rızasını ka­zanmaya doğru iter. (Bu sebeple ferdde, diğer insanlara ve, topluma karşı bir merhamet hissi belirir. Merhamet damarları coşan insan, her türlü hayır ve yardımlaşma yollarına seve seve koşar.)

İnsanın iki türlü kuvveti vardır : 1) Nazarî kuvvet, 2) Amelî kuv­vet.

1) Nazarî kuvvet: İnsanın Allah emirlerine saygı göstermekte ol­gunluk derecesine ulaşmasıdır.

2) Amelî kuvvet ise : İnsanın, halka şefkat hususunda olgun ve üs­tün bir seviyeye ulaşmasıdır. İşte Yüce Allah, ruh cevherini, bu kemâl derecesine ulaştırmak için zekât vermeyi emretmiştir. O kemâl sıfatı da, insanın halka iyilikte bulunması, onlara hayırlı hizmetler ulaştırması ve cemiyeti, iktisadî bunalım ile meydana gelecek âfetlerden kurtar­maya çalışmasıdır. Bu inceliğe işaretle Hz. Peygamber, şöyle buyur­muştur : Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanın.

Bir şeye muhtaç olmamak; o şeyi elde ettikten sonra İhtiyâcı gi­dermekten daha üstündür.

Bir şeyden müstağni olmak: Bir şeyi elinde bulundurmamak su­retiyle ihtiyâçtan kurtulmak; daha doğrusu varlığa muhtaç olmamak­tır. Konuyu; şöyle bir misâl ile genişletelim. Meselâ; lüks hayatı sev­meyen bir kimse, lüks yaşayışla alâkalı bütün imkânlardan müstağ-nîdir; bu tür hayata ve gereklerine ihtiyâç hissetmez. İşte buna, bir şeyden müstağni olmak deniliyor.

Bir şey ile müstağni olmak : Varlıkla ihtiyâcını gidermek, bir şeyi elde etmeğe mutlaka ihtiyâç hissetmek, o şeyi elde etmeden yapama­mak, bir şeye sahip olmakla gayesine ulaşmaktır. Bunu, yukarıdaki mi­sâlin aksi ile izah edersek meselâ; lüks hayata düşkün olan bir kimse, lüks için gereken mala ve malzemeye muhtaçtır. Bu hayatı te'mîn et­mek için, gerekli imkânları elde ettikten sonra ancak lüks ihtiyâcını giderebilir. Birincisi, yani lükse meraklı olmayan insan için, bu mal­zeme ve imkânlara ihtiyâç yoktur. İkinci kişi, ancak birçok çalışma ve yorulmalardan sonra birincinin seviyesine çıkabildiği için, birinci bun­dan daha üstündür.

Buna başka bir misâl daha vermek de mümkündür. Meselâ; nor­mal olarak yürüyebilmek için bastona ihtiyâç hissetmeyen kimse, bas-tonsuz yürüyemeyen kimseden daha üstündür. Çünkü birincisi baston-suz ihtiyâcını gideriyor, ikincisi ise gideremiyor; fakat netice itibarıyla ikisi de aynı işi 'görüyor. Yukarıda belirtilen «bir şeye muhtaç olmamak, o şey ile ihtiyâcını gidermekten daha üstündür.» sözünden kasdedilen mânâ bu istikâmette düşünülmelidir.

Bir şey sebebi ile ihtiyâcını gidermek, o şeye muhtaç olmayı gerek­tirir. Çünkü o şey elde edilmeden ihtiyâç giderilmiş olmaz. (Meselâ; mal ile zengin olmak, o mala muhtaç olmayı gerektirir.) İhtiyâç, ancak o şeyi elde ederek müstağni olduktan sonra kaybolur.

Bir şeye ihtiyâç hissetmemek, tâm anlamıyla bir zenginliktir. Bu türlü zenginlik ise, Allah'ın sıfatıdır. Bir şeye muhtaç olup onu kazan­dıktan sonra zengin olmak sıfatı da, kulların vasfıdır. Cenâb-ı Allah, bir kuluna çok mal verince, ona zenginlikten nasîb vermiş demektir. Ona zekât vermeyi emredince; Yüce Allah onu, varlıkla zengin olma derecesinden, daha yüksek bir makam olan varlıktan müstağni kalarak zengin olma derecesine yükseltmeyi murâd etmiştir.

İşte zekât, başkalarına ihtiyâç duymaksızın malı başkalarına vere­rek Yaratıcının sıfatı ile bir nevî sıfatlanmaktır.

Mala mal adı verilmesinin sebebi, herkesin ona karşı çok meyilli olmasına binâendir.

Mal tatlı, hoş kokuludur. Koku ise çabuk kaybolur; dağılıp gitmeğe yatkındır. Mal, sahibinin elinde durduğu müddet içinde ölüme ve par­çalanmaya mahkûm olan kimse gibidir. İnsan onu, iyilik, hayır ve in­sanlığın faydasına harcarsa, bir daha kaybolmayacak şekilde ebedîleşir. Zîrâ o mal, hayra dönüştüğünden dünyada devamlı olarak övülmeyi, âhirette de mükâfatlanmayı gerektirir. Bu konuda bir zâttan şöyle duydum; insan, altınları ile kabre girmez, diyordu. Ben de ona : Hayır, belki bunu yapmak mümkündür; insan altını Allah'ın rızâsı yolunda âmme menfaatına harcarsa onunla hem kabre, hem de kıyamete gide­bilir. İşte zekât, malın bu yolla ebedîleşmesine açılan büyük bir kapıdır.

Malı veren kimse meleklere, peygamberlere ve faziletli kişilere ben­zer. Malı harcamaktan çekinerek elde tutmakla da herkesin kötülediği cimri insanlara benzer. Binâenaleyh malı vermek, elde tutmaktan çok daha iyidir. Zekât, bunun en kuvvetli müeyyidesidir.

İnsanın üç türlü varlığı vardır: Ruh, beden ve mal... İnsan, îmân etmekle emrolununca; rûh cevheri bu teklife uydu, namaz ile emrolu-nunca; lisân zikre koyuldu, beden de amele başladı, mal ise geride kaldı. Eğer mal, iyilik ve hayır yollarında sarf edilmezse; insanın mâlî konu­lardaki cimriliği, ruhî ve bedenî cimrilikten daha çirkin olur. Bu da mahzâ cehaletin eseridir. Çünkü, saadetin üç mertebesi vardır:

1) Ruhî saadet,

2) Bedenî saadet, ki bu orta derecede bir mutluluktur.

3) Haricî saadet, ki o da mal ve rütbe mutluluğudur.

Bu mertebeler, nefsânî mutluluklara hizmetçi durumundadır. Ruh, kulluk makamına daldıktan sonra maldan dolayı cimrilik hâsıl olursa, hizmetçiyi, asıl mahdum (hizmet edilen) dan daha üstün bir merte­beye çıkarmak gerekir. Bu da cahilliktir. Öyle ise akıllı insana lâzım olan; o malı yine Allah rızâsı yolunda sarfederek ruh ile beden arasında bir denge kurmaya çalışmaktır. İşte zekât, rûh ile beden arasındaki bu dengeyi sağlar.

İlim adamlarının dediklerine göre nimetin şükrü, onu verenin razı olacağı yollarda sarfetmekten ibarettir. Zekât ise, mal nimetinin bir şükrüdür. Nimetin vericisine teşekkür etmek gerektiği sabit olduğuna göre, zekâtın da vâcib olmasına hükmetmek gerekmiştir.

Mal, tabiatı itibarıyla sevilir. Malın elde bulunması şükretmeyi, el­den çıkması da sabretmeyi gerektirir. Yüce Rabbımız, sanki kuluna şöyle buyuruyor : Ey zengin! Ben sana mal verdim ki, bu sebeble hak­kını ödeyip şükredenlerden olasın; sâhib olduğun malın bir kısmını elin­den çıkar ki, bu vesile ile malın yokluğunu hatırlayarak sabredenlerden olasın. Ey fakîr, sana da çok mal vermedim; sabrettin, bu sebeble sab­redenlerden oldun. Zengine ise, elindeki malından bir kısmım sana ver­mesini farz kıldım. Tâ ki bu mal, senin eline geçtiği zaman Bana te­şekkür edip şükredenlerden olasın.

İşte zekâtın farzolması; hem zenginlere, hem de fakirlere sabır ile şükrün ne demek olduğunu öğretiyor.

Cenâb-ı Allah mallan yarattı; fakat aslında temel gaye mal değil­dir. Meselâ; altın ve gümüşü düşündüğümüz zaman, bunlardan biza­tihi faydalanmak çok az işler için mümkündür. Yaratılmalarındaki esâs gaye, kendileri vasıtasıyla birçok menfaatlar sağlamak ve zararları gi­dermektir. Şu halde bunlar, birer vâsıtadan başka bir şey değillerdir.

İnsan ihtiyâcı kadar mal elde edince, başkasına bu ihtiyâcından verecek yerde o malı kendi elinde bulundurması kendisi için daha lü­zumludur. Diğer ihtiyâç sahipleri ise, ihtiyâç vasfında ona ortak olu­yorlar; fakat mal sahibi, o malı elde etmek için bizzat çalışmakla on­lardan farklı duruma geçer. O malın, sahibi elinde bırakılması, diğer ih­tiyâç sahiplerine verilmesinden daha uygundur.

Fakat mal, ihtiyâcından fazla olup ona ihtiyâcı olan başka biri de bulunursa, bu takdirde o mala sâhib olmayı gerektiren iki kuvvet ortaya çıkar. Malın sahibi için düşündüğümüz takdirde mülkiyeti gerek­tiren sebep, o malı kazanmaya çalışması ve kalbinin kuvvetle ona bağ­lanmasıdır. Mala karşı bu bağlanış da bir nevî ihtiyâçtır.

Fakır açısından düşündüğümüz zaman, onda mülkiyeti gerektiren sebep, mala ihtiyâcı olmasıdır. Bu ihtiyâç da mala bağlanmasını gerek­tirir. Birbiri ile çarpışan bu iki kuvvet ortaya çıkınca İlâhî hikmet, im­kân nisbetinde her iki kuvvete de riâyet etmeyi gerektirirdi. İkisine de bir hak tanıdı. Bunu şöyle de izah etmek mümkündür : Mal sahibinin malı kazanma ve ona bağlanma, fakirin de ona ihtiyâcı olma hakkı or­taya çıktı. Cenâb-ı Allah, bu meyânda mal sahiplerini mülkiyet husu­sunda fakirlere tercih ederek malın çoğunu onların elinde bıraktı; im­kânlar nisbetinde bu iki kuvvet arasında bir denge meydana getirmek için bir kısmını da fakirlere ayırdı.

Gerçekten fakirler, Allah'ın nzıP. vermeyi tekeffül ettiği. kimse­lerdir. Zîrâ Yüce Allah, Kur*an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor : «Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkım vermek yalnız Allah'a aittir.»

Zenginler de Allah'ın birer tevzi me'mûru ve malının bekçisidirler. Çünkü zenginlerin ellerindeki mallar, gerçek mânâda Allah'ın malıdır. Eğer Cenâb-ı Allah o malı zenginlere vermeseydi, bir habbeye dahi sâ-hib olamazlardı. Çok akıllı ve zekî insanlar vardır ki, bütün şiddetiyle çalışmalarına rağmen ancak karınlarını doyuracak kadar rızık bula­bilirler. Bununla beraber öyle ahmak, câhil kimseler de vardır ki, dün­ya nimetleri fazlasıyla ayaklarına gelir. Bu konuda bir şâir ne güzel söylüyor:

"Çok akıllı kimseler vardır ki geçim sıkıntısı çekerler,

Öyle câhil insanlar vardır ki onları nimetler içinde görürsün.

Akıllan hayrete düşüren,

Ve derya gibi âlimleri zındık yapan işte budur.»

Malın gerçek sahibinin Cenâb-ı Allah olduğu sabit olunca; mal sa­hibinin, hazîne bekçisine onun bir kısmını: «Kullarımdan ihtiyâç sa­hiplerine ver» demesi garip karşılanmamalıdır.

Müslümana, namaz kılma ve zekât vermenin farz olduğuna delil olan bu âyet-i kerîme, aynı zamanda bu iki ibâdeti ifâ eden kimseye mal ve canının müslümanlar tarafından korunması imkânını getirir. Ancak İslâm'a göre had cezasını gerektiren bir cinayeti, ta'zîr ya da borçlandırmayı gerektiren bir suç işleyen kimsenin mal ve canı korun­maz.

Bazı fıkıh imamları bu âyeti ileri sürerek namaz kılmayan ve ze­kât vermeyenin kâfir olacağına hükmetmişlerdir. Bu zâtlara göre, müş­riklerin müslüman olmaları halinde bunun kabul edilmesi ve onların canlarının bağışlanması için üç şeyin birlikte bulunması şart koşul­muştur. Bunlar, Allah'a şirk koşmayı bırakmak, namaz kılmak ve zekât vermektir. Bu şartlardan herhangi biri bulunmadığı zaman müslü-manlarla savaşan müşrikin, canını koruyacak olan müslüman olma özelliği gerçekleşmez. Bazı ilim adamları da zorla alınması mümkün ol­duğu ve Hz. Ebubekir (r.a.) in yaptığı gibi, vermeyenlerle savaşmak gerekeceği için zekât vermeyen kimsenin kâfir olmayacağını sâdece na­maz kılmayanın kâfir olacağını söylemişlerdir.

Birinci görüşü ileri sürenler, Abdullah İbn Ömer'in merfû' olarak rivayet ettiği şu hadîsi delil getirirler : Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed (s.a.) in O'nun kulu ve rasûlü olduğuna şâhidlik edinceye, namaz kılıp zekât verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yerine getirdikleri zaman, İslâm'ın gerektirdiği durumlar hâ­riç, mal ve canlarını benden korurlar. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim ri­vayet etmişlerdir. Buhârî'de ve üç Sünen kitabında bulunan, Enes (r.a.) in rivayet etmiş olduğu hadîs de şöyledir: Lâilâhe illallah deyin­ceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. İnsanlar bu cümleyi söyleyip namazımızı kıldıkları, kıblemize döndükleri ve bizim kestiği­miz gibi hayvan kestikleri zaman İslâm'ın gerekli kılındığı haller hâri­cinde mal ve canlan bize haram olur. Görülüyor ki; bu hadîste zekâttan bahsedilmemiş buna karşılık bizim kestiğimiz gibi hayvan kesmeleri şart koşulmuştur. Yani, hayvanlarını kestikleri zaman Allah'ın adını anarak kesmeleri istenmiştir.

Bu hadîs, Sünen ve diğer sahîh hadîs kitablarında farklı kelime­lerle rivayet edilmiştir. Bunlardan bazılarında, sahîh olduğu hususun­da ittifak bulunan Ebu Hüreyre (r.a.) nin rivayet ettiği hadîste olduğu gibi, sâdece kelime-i şehâdet'in zikredildiği görülmektedir. Câmi'üs-Sa-ğîr'de de bulunan bu hadîsin mütevâtir olduğu da söylenmiştir. Ebu Hüreyre (r.a.) nin hadîsi şöyledir : Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim de Allah (c.c.) in rasûlü olduğuma şâhidlik edinceye kadar in­sanlarla savaşmakla emrolundum. İnsanlar buna şâhidlik etttiği za­man, gerekli olduğu haller dışında mal ve canlarını benden korumuş olurlar... Bazı rivayetlerde ise yalnız «lâilâhe illallah» cümlesinin söy­lenmesi istenmiştir. İşte bu farklı rivayetlerden dolayı fukahâ bu konu­da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazı fıkıh âlimleri şöyle demekte­dirler : Namaz kılmamak, zekât vermemek günâhtır. Bunların birini veya ikisini yapmayan kimse İslâm dininden çıkmaz. Nitekim bu hadîs de bu hükmü doğurur. Bu hadîs Abdullah îbn Ömer ve Enes'in rivayet ettikleri hadîsten daha sahihtir. Bunların dışında kalan fıkıhçılar ise şöyle demektedirler : Abdullah İbn Ömer ve Enes'in rivayet ettikleri hadîste Ebu Hüreyre'nin hadîsinde bulunmayan kayıdlar vardır. Sika kimselerin yaptığı farklı rivayetler kabul edilir. Bu gibi durumlarda mutlak olan mukayyed olana hamledilir.

Gerçek şudur : Bu âyet ve değişik lâfızlarla rivayet edilen hadîsler aynı mânâya gelmektedir : Küfrü bırakmak ve İslâm'a girmek. İslâm'a girmek için, başta bilhassa savaş meydanlarında keüme-i şehâdeti söy­lemek yeterlidir. Hattâ müşrikin «lâilâhe illallah» demesi bile kâfidir. Çünkü müşrikler, ilk önce kendilerinden istenen bu kelimeyi inkâr ederlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) Hâlid İbn Velîd (r.a.) Cezime kabile­sinden bazılarını «dinden çıktık,» demelerine rağmen öldürmesi üzerine onu tenkîd etmiş ve : Allah'ını, Hâlid'in yaptığı işten Sana sığınırım, buyurmuştu. Çünkü müşrikler bu kelimeyi söyleyerek İslâm'ı kasdeder, bir müşrik müslüman olduğu zaman; o, dinden çıktı, derlerdi.

Hz. Peygamber (s.a.) her yerde münâsib düşecek tarzda konuşurdu ise de hepsinde güttüğü gaye aynı idi Bu gaye onun sözlerinin bütü­nünden kesin olarak bilinirdi. Bu hadîslerde söylenmek istenen bazı hallerde Allah ve Rasûlünü kabul etmekle veya sâdece Allah'ı kabul ettiğini söylemekle gerçekleştiği kabul edilen küfrü bırakma ve İslâm'a girme, ancak esâslarını yerine getirme ve mümkün olduğunca gerek­lerini yerine getirme ile gerçekleşir. Sâdece bir müslüman kızgınlık, şeh­vet veya tenbellik sebebiyle bilmeyerek bu rükünlerden birini bırakırsa Allah'a tevbe eder ve af diler.

Bilinmektedir ki; asr-ı saadette Yahudiler, «iâ ilahe illallah» cüm­lesini söylerlerdi. Ancak Yahudilerin bu cümleyi söylemesi, bir müşrik arabuı söylemesi ölçüsünde bunların İslâm'ı kabul ettiklerini göster­mez. Hattâ Yahudilerden bir grup vardı ki bunlar, «İâ ilahe illallah» cümlesini söyledikten sonra bir de Rasûlullah (s.a.) m Allah (c.c.) in araplara göndermiş olduğu elçisi olduğuna inanırlardı. İslâm ulemâsı bu gibilerin, Rasûlullah (s.a.) in bütün insanlara elçi olarak gönderil­diğini kabul etmedikleri sürece, müslüman olamayacakları hususunda ittifak etmişlerdir. Zîrâ Allah Teâlâ «Biz seni ancak tüm insanlara müjdeleyici ve sakındmcı olarak gönderdik» buyurmaktadır.

Görülüyor ki; İslâm^ Hz. Peygamber (s.a.) in yapmak veya yapma­mak nevinden olmak üzere getirmiş olduğu dinî emirlere, yaşayarak boyun eğmektir. Şu da bilinmelidir ki; bu yaşayarak boyun eğme, an­cak Hz. peygamber (s.a.) in elçiliğine îmândan kaynaklanan ruhî bir teslimiyet olduğu takdirde Allah katında makbul ve geçerli olabilir. Çünkü münafıklar Rasûlullah (s.a.) a «biz senin Allah'ın rasûlü oldu­ğuna inanıyoruz» diyor, namaz kılıyor, zekât veriyor ve savaşa katiliyarlardı. Allah (c.c), münafıkların yalan söylediklerine şâhidlik ediyor, îmân kesin ve doğru olduğu zaman, teslimiyet ruhî, kalbî olur ve bu­nun peşini zorunlu olarak" çoğu zaman ve bir bütün olarak yükümlü­lüklerde fiilî bir hayat ta'kîb eder. Arasıra herhangi bir sebeble bir farzı yapmamak veya bir günâhı irtikâb etmek îmânı ortadan kaldır­maz. Böyle bir insan, kendisini günâha iten o sebeb ortadan kalktığı zaman pişman olur ve kendi kendini ayıplayarak Allah'tan af diler. Cenâb-ı Allah; «Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir...» buyurarak bu noktaya işaret etmektedir. Bir kimse bazı sebeblerden ötürü bir vakit veya birkaç vakit namazı terk eder, Allah'ın affını umar ve kaza etmeyi düşünürse işlediği günâh o kesin îmânın gerektirdiği emir ve yasağın esâsındaki teslimiyete zıd olmaz. Fakat bu affedilme ümidi eğer bir özre mebnî olmazsa, kendini aldatmanın ötesinde bir değer ifâde etmez. Ancak, namaz vb. İslâmî emirleri önemsememek, edebsizlik ve kötülük­ler gibi dinî yasaklan terk etmemek, İslâm'ın hakikati olan itaati orta­dan kaldırır. Bir insanda İslâm olmadan sahîh bir îmânın bulunması düşünülemez. îmân olmadan da tâm bir İslâm olmaz. Bu iki kavram birbirlerinden ayrılmazlar. Kelime-i şehâdeti söyledikten sonra İslâm'ın emir ve yasaklarını dikkate almayan, veya kelime-i şehâdet söylemek­ten başka herhangi bir İslâmî emri de yerine getirmeyen kimse kesin­likle aklanmıştır. Zaman zaman bazı kimselerin, İslâm'ın bir takım icâblannı gösteriş için yerine getirdikleri görülür. Bazı Batılı politika­cıların Hicaz bölgesine girebilmek veya müslümanları denemek için biz müslümanız, müslüman olduk, demeleri gibi.

Özet olarak : İslâm'ı tebliğ edip te onun hak din olduğuna delil getirdikten sonra; müşriklerle savaşmayı bırakmak için bu üç şeyin şart koşulması bilfiil İslâm toplumuna dâhil olmaları içindir. Çünkü sâdece tevbe etmek, müşriklerin güvenlik altına alınmaları ve Mescid-i Harâm'a girebilmeleri, müslümanlarla beraber haccetmeleri ve Hicaz'da oturanlara uygulanan bir takım muamelelere muhâtab olabilmeleri için yeterli değildir. Herne kadar daha önce de belirtildiği gibi, kelime-i tev-hîdi veya kelime-i şehâdeti söyleyerek bir müşrikin dine döndüğünü ifâde etmesi, savaş meydanında canının bağışlanması için yeterli ise de böyle bir kimseye bundan sonraki hayatında müslüman muamelesi yapmak için kâfi değildir. Bunun için İslâm esâslarını kabullenip yerine getirmek şarttır. Allah'tan başka bir ilâh olmadığına şâhidlik etmek, eğer bu şâhidliği yapan samimî ise ibâdet etmek, hayvan boğazlamak gibi konularda Allah (c.c.) tan başkasına ibâdet etmeyi bırakmasını gerektireceği gibi; Hz. Muhammed (s.a.) in Allah'ın kulu ve peygam­beri olduğuna şâhidlik etmek de tebliğ ettiği ilâhî emirlerde ona itaati gerektirir. Bu iki şâhidliğin gerektirdiği amel bunları te'yîd eder mâhi­yette bulunmadığı zaman, bu şâhidlikler aldatmadan başka bir şey olmazlar. Şunu da biliyoruz ki: İslâm'ın hükümleri bir çok fiili yapmak ve birçoğunu da terketmekten meydana gelir. Bunların çoğu ise oruç ve hacc gibi İslâm'a girme anında yükümlülük konusu değildir. Bunun içindir ki, İslâm'a giriş anında en büyük olan iki esâs ile yetinilmiştir: Bunlar günde beş defa kılınması farz olan ve sosyal, psikolojik, dinî bir bağ olan namaz ile, sosyal, idâri ve ekonomik bir bağ olan zekâttır. Ki, bunları yerine getiren İslâm'ın diğer esâslarını kolaylıkla edâ eder.

Yine kesinlikle bilinmektedir ki; müslüman olup namaz kılmayı ve zekât vermeyi kabul ettiği halde gücü yetmesine rağmen haccı ve Ra­mazân orucunu yerine getirmeyen bir müşrikin müslümanlığı geçerli olmaz. Allah (c.c.) ve Rasûlü (s.a.) nün kesinlikle yasakladığı bir şeyi yasak olarak kabul etmediği zaman da sonuç aynıdır. Nitekim Hz. Pey­gamber (s.a.) İslâmiyet'i kabul etmesi için zinayı serbest kılmasını şart koşan bir bedevinin teklifini kabul etmemiştir. Çünkü bir günâhı mü-bâh bilip o konuda Allah (c.c.) in hükmüne boyun eğmemek ile, O'na boyun eğip îmân etmekle birlikte o günâhı işlemek arasında' açık bir fark vardır. Fakat bazı ilim adamları, namaz ve zekâtın kesinlikle din­den olduğu bilinen ve üzerinde ittifak bulunan diğer İslâm esâslarından farklı bir durum arzettiğini ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki: Bu iki emri yerine getirmemek, İslâm'a girdikten sonra veya İslâm'ın hak ve bu iki enirin onun esâslarından olduğunu kabul edinceye kadar müslüman kaldıktan sonra dinden çıkma mânâsına küfür sayılır. Bazı âlimler ise bu iki emri yerine getirmeyenin küfründen dolayı değil de bir ceza olarak öldürüleceğini söylemişlerdir. Bu hükmü yalnız namaz için ileri süren bazı âlimler ise Ramazân orucu ve hacc konusunda bunları terk etmenin küfür olmadığını, ancak bu terk helâl sayıldığı veya bile bile inkâr edildiği zaman küfür olacağını söylemişlerdir. Çünkü helâl say­mak. İslâm'ın esâsı olan fiili ve teslimiyeti kaldırmaktan ibarettir.

Âyet-i kerîme ve aynı mealdeki Abdullah İbn Ömer (r.a.) in riva­yet ettiği hadîs-i şerîf; tenbellik veya şer'î olmayan bir özürden dolayı zaman zaman namazı terkeden bir müslümana uygulanacak hükmün; mürtede uygulanacak hüküm olacağına delâlet etmez. Buna delâlet etmediği gibi kasden bir müslümanı öldüren bir katilin işlediği suçun cezası olarak Öldürüldüğü gibi öldürüleceğine de delâlet etmez. Çünkü bunlar, müslümanlarla savaşmakta olan müşriklerin savaş meydanında öldürülmeleri için gerekli olan şartı açıklamaktadır.

Şöyle bir fikir ileri sürülebilir: Hadîs, lâfzı itibarıyla kâfirlerle sa­vaş konusunda genel ve mutlak bir özellik taşımakta olup, âyet gibi sâdece müşriklere hâs değildir. Biz bu noktada bir kaç meseleye temas edelim. 1) Yüce Allah bu sûrede ehl-i kitab'la savaşmanın genel gaye­sinin dışında bir başka gaye ortaya koymuştur. Bu gaye cizye vermektir. Bu ise âyeti nesh veya tahsis etmez. Çünkü kaynakları farklıdır. 2) Bu hadîs her halükârda bizimle savaşan kâfirlerle savaşın durdurulma nok­tasını göstermek için söylenmiştir. Bir müminin hangi fiili işlediği za­man kâfir olacağı konusu bunun kapsamına girmez. 3) Kâfirlerle sa­vaşmak, ölümü hak etmiş bir müslümanı öldürmekten farklı bir şeydir. Nitekim bazı ilim adamları bu noktaya temas etmişlerdir. Savaşmak iki topluluk arasında olan ortak bir fiildir : Şer'î Öldürme ise suçu sabit olanın cezasını infaz etmektir. 4) Bu hadîsi âyetin delâlet ettiği dinden çıkma hükmü ve cinayet cezasından başka bir mânâya almak isteyen­lerin yorumları kabule şâyân değildir. Çünkü bu gibi önemli hükümler, nassda mutlaka bir sıhhat derecesi ister. Oysa bu hadîsin rivayet zinci­rinde —bazı hadîscileri Buhârî'nin bu hadîsi kitabına almasını yadırga­maya iten— garîblik vardır. Bu gibi hadîslerde daha müsamahakâr olan Ahmed İbn Hanbel, onu Müsned'ine almamıştır. Bazı ilim adam­ları, bu hadîsin sahîh olma şansının az olduğunu açıkça ifâde etmişler­dir. Nitekim Hafız da bu hadîsin bütün muhâddislerin tahrîc ettiği Ebu Hüreyre'nin rivayet etmîş olduğu söylemiştir. Hattâ bazı âlimler, namaz ve zekât lâfzı olmayan bu Ebu Hüreyre rivayetinin mütevâtir olduğunu bile söylemişlerdir. Ebu Hüreyre'nin hadîsi tercihe şayandır. Sonra bu hadîs, Kur'an ve sünnet nevinden gelen diğer nasslarla da çelişir du­rumdadır. Cumhûr-u ulemâ da diğer nasslan tercih etmişlerdir. O halde hadîsin kâfirler hakkında genel olduğunu söylemek, ictihâdî bir şeydir. Biz bir müslümanı ancak rivayet ve delâletinde ihtilâf olmayan kat'î bir nass ile tekfir edebiliriz.

Namaz kılmayanın kâfir olacağını ileri süren âlimler; bu âyet ve hadîsle istidlal noktasından daha uygun olan başka hadîsleri delil ge­tiriyorlar. Buna rağmen ilk ve son devir fıkıhçılarınm cumhuru, bu nofetada bu zevata karşı çıkmışlardır. Bu zâtların istidlal ettiği hadîs­lerin iddialarına delâleti en açık olanı Ahmed İbn Hanbel, Müslim, Ebu Dâvûd ve Tirmizî'nin Câbir (r.a.) den merfû olarak rivayet ettiği şu hadîstir : Kişi ile küfür arasında namazı terketmek vardır. Bir başka rivayette «küfür» yerine «şirk'» kelimesi geçmektedir. Bir de Ahmed îbn Hanbel ile dört sünen sahibi ve diğerlerinin Büreyde'den merfû' olarak rivayet ettikleri şu hadîs vardır : Bizimle onlar (kâfirler) arasın­da andlaşma namazdır. Kim onu bırakırsa kâfir olur. Bu iki hadîsten daha açık olanı Enes (r.a.) in rivayet etmiş olduğu «Bir kimse kasden namazı bırakırsa kâfir olur.» hadîsidir. Bu hadîsi Taberânî el-Evsat'ta rivayet etmiştir. Doğrusu, Dârekutnfnin dediği gibi bu hadîs mürseldir.

Ahmed İbn Hanbel, Abdullah İbn Mübarek ve İshâk İbn Rahûyeh namaz kılmayanın kâfir olacağını söylemişlerdir. Hz. Ali (r.a.) nin de bu görüşte olduğu rivayet edilmiştir. İçlerinde Ebu Hanîfe, Şafiî ve Mâlik'in de bulunduğu ilk ve sonraki devir fakîhlerinin cumhuru ise namaz kılmayanın kâfir olmayıp fâsık olacağı, dolayısıyla kendisine tev­be ettirileceği görüşündedirler. Mâlik, Şafiî ve diğerleri namaz kılmayan kimsenin tevbe etmediği takdirde hadd cezası olarak öldürüleceğini ileri sürerken; Ebu Hanîfe, bir kısım Küfe fıkıhçısı, Şafiî'nin talebelerinden Müzeni de öldürülmeyip ta'zîr cezasına çarptırılacağı, namaz kılmca-ya kadar hapsolunacağı görüşünü savunurlar. Bu sonuncular namaz kılmayanın kâfir olacağı mânâsına gelen hadîsleri; inkâr etme veya helâl sayma şartına bağlamışlar ve bu hadîslerin bazı nasslarla ve Allah'tan başka bir ilâh olmadığına benim de Allah'ın elçisi olduğuma şâhidlik eden bir müslümanm kanı ancak üç şeyden biri ile helâl olur : Evli bir kimsenin zina etmesi, cana can durumu, İslâm toplumundan ayrılarak, dinden çıkma, hadîsi ile çeliştiğini söylemişlerdir. İbn Mes' ûd'un rivayet ettiği bu hadîsin sahîh olduğunda ittifak vardır. Ayrıca bu hadîs Müslim ve bazı hadîsçilerce Hz. Âişe (r.a.) kanalıyla da rivayet edilmiştir ki, buna göre; İslâm toplumundan ayrılma, dinden çıkıp sa­vaşma ile açıklanmıştır. Bu ikinci metin şöyledir: Bir de İslâm'dan çı­kıp Allah ve Rasûlü ile savaşan bunun sonunda öldürülen veya asılan ya da sürgün edilen kimse. Bazı kimseler tarafından namazı bırakma­lım küfür ve İslâm toplumundan ayrılma olduğu, dolayısıyla namazı terk edenin yukarıdaki istisnanın kapsamına girmeyeceği tarzında bir iddia ileri sürülmüşse de, daha önce İslâm'ın hakikatim açıklarken bun­lara gerekli, muknî' cevab verildiği için burada aynı meseleleri tekrar etmeyeceğiz. Ancak bu zevat bir tek vakit namazın terk edilmesiyle kâ­fir olunacağını iddia etmektedirler. Bunlardan biri olan Şevkânî; namazı terketme, namaz kılmama fiili bir vakit ile de meydana gelmiş olur, de­mektedir. Ancak, bu görüş doğru değildir. Çünkü küllî bir kavram, man­tıktaki cins gibidir. Herhangi bir parçasının yok olmasıyla tamamen ortadan kalkmaz. Meselâ Ramazân'da bir gün oruç tutmayan bir kimse her halükârda oruç farizasını terk etmiş olmaz. Nitekim bazı dersleri bırakan bir talebe de ilim taleb etmeyi bırakmış olmaz.

Denilebilir ki: Bir vakit namazı bırakıp ondan sonrakileri kılan kimse o bir vakit namazı kılmaması ile kâfir olur ondan sonrakileri kı­larak da İslâm'a döner. Bizim bu görüşe cevâbımız şöyle olur : Eğer bir vakit namazı kılmamak İslâm'dan çıkmak mânâsına kâfir olmak ise; bu fiili işleyen bir kimsenin ondan sonraki vaktin namazını kılmakla dine dönmesi gerçekleşmiş olmaz. Meğer ki küfründen dolayı tevbe edip şehâdet getirerek tecdîd-i îmân etmiş olsun. Öte yandan, böyle bir müs-lümanın kâfir olduğunu söylemek, çok ciddî sonuçlar doğurmaktadır.

Meselâ, böyle bir kimsenin o güne kadar yapmış olduğu tüm hayırlar sonuçsuz kalır, öldürülmeyi hak eder, öldüğü zaman namazı kılınmaz, müslüman mezarlığına gömülmez, malı mirasçısına verilmez, hazîneye devredilir. Mürted bir kimse öldürülürken tevbe ettirilmesi gerekmez, sözü de böyle bir iddianın doğru olmayacağını göstermektedir. Bahset­tiğimiz bu sözü söyleyen Ahmed İbn Hanbel'in, namazı bırakan kim­senin kâfir olmayacağını söylediği de rivayet edilmektedir. Tabakât eş-Şâfiiyye kitabında Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'in namazı bırakan bir kimse hakkında münazara ettiklerini zikreden Sübkî;. konuyu şöyle sür­dürmektedir : Şafiî, Ey Ahmed bu kimse kâfir olur mu? dedi. Ahmed İbn Hanbel, evet, dedi. Şafiî, peki, nasıl müslüman olabilir? demiş. Ah­med İbn Hanbel, lâ ilahe illallah Muhammedün Rasûîullah, demekle, karşılığını vermiş. Şafiî, adam bu sözü söylüyor, bırakmamış ki? de­miş. Ahmed İbn Hanbel, öyle ise namaz kılarak müslüman olur, demiş. Şafiî, kâfirin namazı sahih olmaz. Namazla müslüman olunmaz, deyin­ce Ahmed İbn Hanbel diyecek bir söz bulamamış.

Sözün özü : Yürekterv inanılabilecek ve dinî anlayışın, dinin rahmet ve kolaylık olmasının gereği olan söz; îmân sahibi bir müslümanm bir özre veya tenbelliğe mebnî olarak bir veya bir kaç vakit namazı kılma­makla yaptığı hayırların hükümsüz sayılıp cehennemde sonsuza dek yanmasını doğuracak şekilde dinden çıkmış olmayacağı sözüdür. Nite­kim bir insanın, namazı sürekli veya arasıra terketmeyi âdet haline getirmesi, kıldığı zaman ilâhî bir emir olduğu düşüncesi, âhirette mü­kâfat ve ceza niyeti olmaksızın yapması; bıraktığı zaman da herhangi bir günâh hissi olmadan, ailesi ve toplumu içinde yaşanagelen bir âdeti bırakır gibi bırakması mümkün değildir. Böyle bir şeyi ancak vahye, âhiret ve ilâhî cezaya inanmayan İslâm'dan isimden başka bir payı olmayan dinsizler yapabilir. Allah Teâlâ münafıkları «onlar, namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az hatıra getirirler.» şeklinde tavsif etmektedir. Bu konuda mü­nafık dahi olamayan böyleleri gerçek mü'min olabilirler mi?

Dinin hakikatini ve Allah (c,.c.) m ferd ve toplumu ıslâh etmek için koyduğu kuralları bilmeyen bir takım taklîdçi müslümanlar, günler ve hattâ aylarca namaz kılmamaktadırlar. Yıl ve hattâ yıllar geçer de böyleleri sadece bazı cum'a, bayram ve nadiren farz namazı kılarlar. Allah'a, peygamberine, âhiret gününe ve orada yapılacak olan sorgu­lama ve cezalandırmaya cehalet ve hurafe karışık, taklîdî îmân ile îmân eden bu gibiler bu itâatsızlıklan sebebiyle günahkâr olduklarına inanır­larsa da; bundan sonra işi ya Allah'ın rahmet ve bağışlamasına, ya hacc farizası gibi günâhları temizleyici ibâdetlere veya şefâatçılarm şefâatı-na bırakırlar. Bu son üç meselede sahîh, zayıf ve mevzu birçok hadîs rivayet edilmektedir. Bu hadîsler, bazı kitablarda, matbu hutbe kitab-lannda çokça görülmektedir. Bir takım ehliyetsiz hatîbler, hurafe me­raklısı vaizler, bu gibi hadîsleri tekrarlayarak halka günâh işlemeyi basît gösteriyorlar. Hz. Peygamber (s.a) e iftiradan başka bir şey olma­yan ve Ramazânda milyonların cehennemden âzâd edildiğini anlatan hadîsler bunların tipik örneğini teşkil ederler. Günâhları işlemek ve farzları terketmek için bu hadîslerden daha cesaret verici bir şey ola­ma?

ıBu rivayetlere aldanan halk, bu hadîslerin sahihini zayıfından ayıra­mamakta ma'zûrdurlar. Hattâ bunlar, eskiden dinî olduğu kolaylıkla bilindiği halde bugün artık bilinemez olan şeyleri bilmemekte de ma' zûrdurlar. Ancak gerçek ilim adamlarının Allah (c.c) in affı konusun­da vârid olan âyet ve hadîsleri halkın aldanmasını önleyecek şekilde an­latmaları gerekir.[67]

 

Zekât Farizası

 

Şimdi de İslâm'ın rükünlerinden biri de sosyal görünümlü bir rü­kün olan «Zekât» tan söz edelim. Zekât ile ilgili söylenebilecekler, İs­lâm'ın mâlî siyâsetiyle en yakından ilgili olan şeylerdir.

Zekât, maldaki haktır. Zekât bir taraftan ibâdettir, diğer taraftan sosyal bir görevdir. İslâm'ın ibâdetlerle ve sosyal hayatla ilgili görüşünü gözönünde bulunduracak olursak, şunu söyleriz: Zekât taabbudî bir görevdir. Bu nedenle o adı almıştır. Zekât; temizlik ve nema (büyüme, gelişme) demektir. Farz kılınmış bu hakkın ödenmesiy­le borçtan bir kurtuluş ve vicdanın da temizlenmesidir. Aynj zaman­da nefis ve kalbin cimrilikten ve bencillikten arınmasıdır. Mal sevim­lidir, mülk de hoştur. Nefis başkalarına karşı maldan cömertlik göste­rince, temizlenir, yücelir ve aydınlanır. Ayrıca o, kendisinde bulunan hakkın ödenmesi ve bundan sonra da helâl olması ile malın temizlen­mesi demektir. Zekât; ibâdet anlamını da içerdiğinden İslâm, hassasiye­ti gereği kitab ehli olan zimmîlerden zekât vermelerini istememiş, bu­nun yerine onlara «cizye» koymuştur, ki böylelikle onlar da devletin kajnu harcamalarına katılmış olsunlar. Zimmîlere, —istemiş olmaları dışında— İslâmî mükellefiyetlerden herhangi birisi onlara farz kılın­mamış olur.

Böylelikle İslâm : «Tâ ki mal, sîzden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın» diye ifâdesini bulan genel esâsının bir kıs­mını gerçekleştirmiş olur... Çünkü İslâm, insanların fakirlik ve ihtiyâç içerisinde bulunmalarından hoşlanmaz; gücü yettiği takdirde her fer­din kendi özel çalışması ye husûsî gelirleri ile yetecek kadarını elde etmeşini, herhangi bir neden dolayısıyla bunu yapamadığı takdirde ihti­yâcının toplum malından sağlanmasını kesinlikle istemiştir.

İslâm, insanların fakirlik ve ihtiyâç içerisinde bulunmalarından hoşlanmaz. Çünkü o, daha büyük ve Allah'ın âdemoğullanna özel ola­rak verdiği insanî yüceliğe daha lâyık olan hedeflere yönelebilmeleri için, onları hayatın zorunlu maddî ihtiyâçlarının baskısından kurtar­mak istiyor:

«iAndolsun ki Biz, âdemoğullannı bir izzet ve şerefe mazhar kılmı­şladır. Onlara karada, denizde taşıyacak. (vâsıtalar) verdik, onlara güzel güzel nzıklar verdik,. onlan yarattığımızın bir çoğundan cidden üstün tuttuk.»  (İsrâ, 70).

Allah insanları; akıl, duygu ve beden için zorunluluk ifâde etmek­ten öte bir takım ruhî arzularla fiilen üstün kılmıştır. Hayatın zarurî ihtiyâçlarından kendilerine bu ruhî arzulara ve bu fikrî alanlara har­camak üzere imkân, gayret ve zamanı bulamayacak olsalar, bu yüce ve üstün kılınmışlığı kaybederler ve hayvan mertebesine düşerler. Hattâ hayvan çoğunlukla yiyecek ve içeceğini bulur. Hattâ bazı hayvanlar, yeteri kadar yiyecek ve içeceğini aldıktan sonra gider gelir, hoplayıp zıplar; bazı kuşlar da sevinçlerinden neşeli neşeli öter.

Yeme ve içme gibi zorunlu ihtiyâçlarının içerisinde çırpman ve Allah'ın üstün kıldığı insanın uğraşması gereken şeylerle uğraşama-ması bir yana, kuşun ve hayvanın elde edebildiğine bile sâhib olama­yan insana, gerçekten insan nazarıyla bakılamaz, Allah'ın azîz kıldığı ve öyle nitelediği insan tipi bu olamaz. Bütün gayret ve zamanını har­cadığı halde geçimine yetecek kadarını elde edemeyecek olursa; işte bu, inşam Allah'ın uygun gördüğü mevkiden aşağılara düşüren bir mu­sibet olur ve bu, içinde yaşadığı toplumu, Allah'ın tekrîmine (yüce ve şerefli kılmasına) lâyık olmayan aşağılık bir toplum olarak ayıplana­cak hale getirir. Çünkü bu toplum, bu haliyle Allah'ın irâdesine ters düşmüştür.

İnsan, Allah'ın yeryüzündeki halîfesidir. Allah, hayatı ilerletmek ve geliştirmek, sonra da hayatı aydınlık kılmak ve güzellik ve aydın­lığıyla da hayattan faydalanmak üzere onu yeryüzünde halîfe yapmıştır. Bundan sonra da kendisine verdiği nimetler dolayısıyla Allah'a şükret­sin diye bu makama oturtulmuştur. İnsan ise, hayatını —yeterli bile gelse— bir lokma uğruna tüketip gidiyorsa, bütün bunların hiç biri­sini yapamaz. Peki ya yeteri kadar ihtiyâçlarını karşılamayarak haya­tım sürdürürse, tüm bunları nasıl gerçekleştirebilecek?...

Bir kısmı lüks ve israf seviyesinde, diğer bir kısmı fakirlik ve mah­rumiyet düzeyinde yaşayan bir ümmetin ferdleri arasında bu derece farkların bulunmasını sonraları da bunun yoksulluk, açlık ve çıplaklığa varmasını İslâm, asla hoş karşılamaz. Böyle bir toplum, «İslâm ümmeti» olamaz. Rasûlullah (s.a.) da şöyle buyurmaktadır :

Herhangi bir yerde bulunanlar arasında bir kişi aç sabahla­yacak olursa, onların üzerinden Allah'ın himâyesi kalkar.

Başka bir hadîste de şöyle buyuruyor :

Kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe; sizin herhangi biriniz (tâm) îmân etmiş olamaz.

İslâm, toplum kesimleri arasındaki bu farklılıkları hoş karşıla­maz. Çünkü bunların arkasında toplumun temellerini paramparça eden kin ve nefretler gizlidir. Çünkü bunda ruhu ve vicdanı dejenere eden bencillik, katılık ve tamah vardır. Bunda muhtaçlan zorunlu olarak hırsızlığa, gasba götüren veya zillete, şerefini ve yüceliğini satmaya mecbur eden özellikler vardır... Bütün bunlar ise aşağılık şeylerdir. İslâm, toplumu bunlardan uzak tutar.

İslim, malın zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasını, çoğunluğun ise harcayacak bir şey bulamamasını hoş görmez. Çünkü bu, sonunda bu ümmet içerisinde hayatın, çalışmanın ve üretimin don­durulması sonucunu verecektir. Oysa bir ümmetin büyük çoğunluğunun elinde mal varsa; malın, bu büyük çoğunluğun hayatî zaruretlerinin giderilmesi için harcanması sonucunu sağlayacak, böylece mallara yö­neliş çoğalacak, bu da üretimin çoğalması sonucunu doğuracaktır. Bu ise çalışabilecek durumda olan herkesin çalışmasına imkân sağlaya­caktır... Böylelikle hayat; çalışma, üretim, tüketim çarkı, tabiî ve ve­rimli dönüşüne devam edecektir.

İşte bütün bu anlamlı gerekçeler dolayısıyla İslâm; zekâtı teşri* etmiş, malda infâkı farz kılmış, verenler tarafından faziletli bir dav­ranış olarak değil de, hak sahiplerinin bir hakkı olarak farz kılmıştır. Onun için muayyen bir nisâb belirlemiş, gücü yetenlerin tümünü onu edada bir araya getirmiştir. Zekât verilmeyecek en yüksek miktar, yirmi mıskal altın değerine eşit olan maldır. Ayrıca bu yirmi miskal altının veya ona eşit değerdeki başka malın, sahibinin zarurî ihtiyâç­larından ve borcundan fazla olması, üzerinden de bir senenin geçmiş olması gereklidir. Bunun nedeni açıktır. Çünkü zekât alabilecek durum­daki birisinden zekât vermesi istenemez. Ekin ve meyvelere gelince; bun­ların zekâtı mevsimlik, hasad ve devşirme zamanlarında verilir. Ticâ­ret malları, altın ve gümüşe göre değerlendirilir. Hayvanların zekâtı da altın ve gümüş oranlarına denk belirli oranlardadır. Bu oran da yak­laşık olarak öşürün dörtte biri (yani kırkta biri) kadardır... Rikâza gelince, —çeşitlerine göre «bu rikâz arazî sahibinin mi olacak yoksa toplumun mu olacak» ihtilâfının varlığı ile birlikte— onda da, beşte bir vardır...

Zekât almak hakkına sahip olanlara gelince, Kur'an'ın belirlediği gibi bu kimseler şöyle sıralanır:

Fukara (Fakirler) : Nisâbdan daha aşağı değerde olan mala veya nisâb değerinde mala sâhib oldukları halde, buna karşılık borçlu olan kimselerdir. Bu grup insanın bir şeylere mâlik oldukları açıktır. Ancak bu, az bir şeydir, tslâm ise, insanlann kendilerine yetecek kadarına, hat­tâ mümkün olduğu kadar da dünyadan faydalanmakta kendilerine yardımcı olacak şekilde yetecek miktardan fazlasına mâlik olmalarını ister.

Mesâkîn (Miskinler) : Bunlar, hiç bir şeye mâlik olmayanlardır. Haliyle bunlar, zekât verilmeye fakirlerden daha lâyıktırlar. Âyet-i ke-rîme'de fakirlerin onlardan önce zikredilmiş olmalarından, az bir malın ellerinde bulunmasının fakirlere yetmediğini seziyorum. Bu nedenle on­lar da sanki miskinler gibidir. Çünkü İslâm'ın hedefi, yalnızca zarurî ihtiyâçlann karşılanması değildir. Daha önceden belirttiğim gibi, ye­tenden fazlasının sağlanmasıdır.

Zekât Âmilleri (Toplama Me'mûrlan) : Bunlar, zekât toplayıcılar­dır. Zengin bile olsalar çalışmalarının karşılığı onlara verilir. Bu emeğin bir karşılığıdır. Bu ise emek ve ücret düzeni ile ilgilidir. İhtiyâç ve ihti­yâcın karşılanması ile ilgili değildir.

Müellefe-i Kulûb (Kalbleri Isındırılacaklar) : Bunlar, İslâm'a yeni girmiş olup hem kalblerindeki îmânı güçlendirmek amacı gözetilir, hem de başkaları —bu yolla— İslâm'a doğru çekilmeye çalışılır. Fakat bu harcama kapısı Hz. Ebubekir (r.a.) döneminde Ridde savaşlarından son­ra Allah'ın İslâm'ı aziz kılmasıyla kapatılmış ve kalbîerin mal ile İslâm'a ısmdınlmasma gerek kalmamıştır. Bunlara zekât verilebi­leceğini Kur'an âyeti hükme bağlamış olmasına rağmen Hz. Ömer (r.a.), bu konuda tasarrufta bulunmakta bir sakınca görmemiştir.

Köleler : Bunlar, sahipleriyle üzerinde anlaştıkları belirli bir mik­tardaki mal karşılığında hürriyetlerine kavuşacak olan mükâteb köle­lerdir. Hürriyete kavuşmaları için kolaylık sağlamak amacıyla zekâttan onlara pay verilir.

El-Ğârimîn (Borçlular) : Borçlan servetlerini kapsayan kimselerdir, bunlar. Ancak bu borçlan ma'siyetten dolayı olmamalıdır; yine borcun nedeni lüks ve benzeri şeyler, olmamalıdır. Bunlara zekâttan bir pay verilmesi suretiyle, borçlanm ödemelerine yardımcı olunur ve borç yü­künden kurtarılmış olurlar. Aynca bunda şerefli bir hayat sürmelerine yardımcı olmak da vardır.

Fîsebîlillah (Allah yoluda): Bu da genel bir harcama yeridir. Bunun sınırlarını şartlar çizer. Mücâhidlerin ihtiyâçlannm karşılanması, has­taların tedavisi, öğrenme imkânı bulamayanlara öğrenim sağlamak, İslâm toplumunun herhangi bir faydasını sağlayan benzeri diğer hususlar, bu türdendir. Bu konudaki tasarruf, diğer şart ve ortamlar içerisinde Sosyal her çalışmayı kapsayacak kadar geniş boyutlara ulaşır.

İbn'üs-Sebîl (Yolda Kalmış) : Harcayacak bir şey bulamayan ve malından uzakta bulunan kimselerdir. Savaş, talan ve zulümden do-'layı hicret edip mallarını geride bırakan ve mallarından yararlanma im­kânını bulamayan kimseler gibi.

İslâm bu grupların zekâttaki mallarını, ancak bizzat kendilerinin rızık aramak için özel yolların tümünü denemelerinden sonra tanır. İslâm, insanın kerametini (şeref ve haysiyetini) korumaya Özen gös­terir. Bu bakımdan o, her ferdin bir nzık kapısına sahip olmasını ve bu konuda topluma bile boyun eğmemesini şiddetle ister.

Bu nedenle İslâm, çalışma yoluyla ihtiyâçtan kurtulmayı teşvik etmiş ve içinde yaşayan her bir ferde çalışma imkânı hazırlamayı top­lumun ilk görevi olarak belirlemiştir. Rasûlullah (s.a.) a birisi gelip ondan dilenir. Rasûlullah (s.a.), ona bir dirhem vererek, odunculuk ya­pıp, elinin emeği ile geçinebilmesi için onunla bir ip almasını emreder ve buyurur ki:

Sizden birinizin sırtında bir demet odun getirmesi, —versin veya vermesin— birisinden dilenmesinden daha hayırlıdır. (Buhârî, Müslim.)

Zekât şeklindeki bu yardım, toplum için" bir muhafaza, bütün gü­cünü harcadığı halde birşey elde edemeyen veya yetecek miktardan azını veya ancak yetecek kadarını elde edebilen kimseler için de bir ga­rantidir. Diğer taraftan zekât; üretim, tüketim ve çalışma arasında ma­lın sağlıklı ve mükemmel bir şekildeki dolaşımını gerçekleştirmek için, bütün toplum grupları arasında dönüp dolaşan bir devlet olabilmesi için de bir araçtır. Böylelikle İslâm; her ferdin bütün gücüyle çalışma­sını, sosyal yardıma güvenerek çalışmayı bırakmamasını sağlamış, hem de ihtiyâcı olana açığını kapatacak şekilde yardımcı olmayı, zaruret­lerin ağırlığını, ihtiyâçların baskısını üzerinden kaldırmayı ve ona şe­refli bir hayatı kolaylaştırmayı gerçekleştirmiş olur. Bundan ayrı ola­rak da —önceden açıkladığımız gibi— ümmetin sermâyesinin sağlıklı dolaşımım garantilemiş olur.

Zekât; dayanışması ve karşılık garantisi bulunan, hayatının hiç bir cephesinde faizci düzenin hiç bir garantisine gerek duymayan bir top­lumun ana direğidir.

Bizim duygularımızda ve İslâm düzeninin uygulanmasına tanık olmayan, bu düzenin îmânı bir tasavvur, îmânı bir terbiye, îmânî bir ahlâk esâsı üzeıine kurulduğunu, insan ruhunda özel bir şekilde doku­nulduğunu, bundan sonra da doğru tasavvurlarını, temiz ahlâkını ve yüce faziletlerini yerleştireceği düzenini kurduğunu görmeyen kuşakların duygularında «zekât», bir şaşkınlığa yol açmıştır. Bu şaşkınlar, İslâm'ın «Zekât» ı, faiz esâsı üzerine kurulu câhili düzenin karşısına koyduğunu, ferdî gayret veya faizden uzak bir yardımlaşma yoluyla da hayatı gelişir, iktisâdı ilerler hale getirdiğini, göremeyenlerdir.

İnsanlığa mal olmuş bu yüce tabloyu göremeyen bu bahtsız ku­şakların hissinde bu tablo şaşkınlık uyandırmıştır. Bu bahtsız kuşaklar, faiz esâsı üzerinde yükselmiş materyalist düzenin çukurlarında doğmuş ve yaşamıştır. Cimrilikten, birbirini yemekten, ferdiyetçilikten, insanla­rın vicdanlarına egemen olan ve malın, muhtaç olanlara ancak aşağı­lık faizle aktarılmasını öngören bencillikten başkasına tanık olmamıştır bu kuşaklar. Onların tanık oldukları bu düzenler, insanları bir mal bi­rikimi olmadıkça veya mallarının bir kısmı ile faizci sigorta kurumla­rına ortak olmadıkları sürece hiç bir garanti ve güvenlikleri olmaksızın yaşamak zorunda bırakmıştır. Bu düzenler, faizci yollarla elde etmediği sürece, sanayii ve ticâreti, kendilerini ayakta tutan malı elde edemez hale düşürmüştür. İşte bu bahtsız kuşakların duygularında, bu faizci düzenden başka bir düzenin bulunmadığı, hayatın ancak bu temel üzerine kurulacağı kanısı yer etmiştir.

Bu kuşaklar, zekâtın şeklinden o derece hayrete kapılmışlar ki onu, gülünç ve ferdî bir ihsan sanıyorlar ve bu temel üzerine çağdaş hiç bir düzenin yükselemeyeceğini kabul ediyorlar : Kân ile birlikte sermâ­yelerin yüzde iki buçuğunu ifâde eden zekâtın toplam büyüklüğü ne olacak ki? (Bu oran zirâat ve kenzlerde % 20'ye, % 10'a ve % 5'e kadar yükselir, diyorlar.) Halbuki İslâm'ın özel bir şekilde işlediği, tevcîhât (yöneltmeler) ve teşrîât (yasamalar) ile özel bir şekilde eğittiği içinde yaşamayanların vicdânlarındakine oranla daha yüce bir tasavvura sahip özel hayat düzeniyle ortaya çıkardığı insanlar bu zekâtı verirler. Müslüman devlet de bu zekâtı, ferdî bir ihsan olarak değil, farz kılın­mış bir hak olarak tahsil eder ve onunla müslüman toplum içerisinde özel imkânları yeterli gelmeyen herkese güvenlik sağlayacak şekilde harcar. O kadar ki ferd, her durumda kendisinin de, çoluk çocuğunun da hayatının güvenlik altında olduğunu anlar; borcu sermâyesini kap­layan borçluların borcu, ticarî olsun veya olmasın zekât gelirinden ödenir.

Düzenin şeklîliği önemli değildir. Önemli olan düzenin ruhudur. Yöneltmeleriyle, yasamalarıyla ve düzeniyle İslâm'ın eğittiği toplum, düzenin şekil ve uygulamalarıyla uyum halindedir, yasama ve yöneltme ile birlikte mükemmeldir. Dayanışma, toplumun vicdanından ve nizâ­mından, uyumlu ve mükemmel halde ortaklaşa doğar. Bu gerçeği, diğer materyalist düzenlerin gölgesinde doğup büyümüş ve yaşamış olanlar düşünemezler. Fakat bu, biz müslümanlann yakından bildiğimiz ve îmânı zevkimizle zevkine vardığımız bir gerçektir. Eğer onlar, talihsiz­likleri, nasîbsizlikleri ve liderliklerini ellerinde bulundurdukları insan­ların bedbahtlığı nedeniyle bu zevkten mahrum iseler, onların payı da varsın bu olsun ve Allah Teâlâ'nın : «îmân edip sâlih amel işleyen, na­maz kılıp zekât verenler...» diye müjdelemiş olduğu bu hayırdan mah­rum kalsınlar,.. Ecir ve sevâbtan mahrum olmalarının yanında rahat, huzur ve endişesizlikten de mahrum kalsınlar. Onlar, başka bir neden­den değil, yalnızca cahillikleri, câhiliyetleri, sapıklıktan ve inâdlan do­layısıyla tüm bunlardan mahrum kalıyorlar.[68]

Zekât konusunda Yûsuf el-Kardâvî de şu açıklamayı yapıyor :

Zekât, cimrilikten temizleme ameliyesidir. Allah'ın emrini yerine getirmek ve O'nun rızâsını kazanmak için müslümamn ödediği zekât, onu bütün günâhların kirlerinden, özellikle cimrilik ve başkalarını hor görme gibi kötü huylardan temizlemekten başka bir şey değildir. Ne­fislerin hazırladığı ve insanın kendisi sebebiyle imtihana çekildiği bu çirkin huy cimrilik, onu yeryüzünde çalışmaya ve toprağı i'mâr etmeğe sevk eder. Mülkiyet, şahsiyet kazanma ve devamlılık sevgisi, bu itici kuvvetlerdendir. İnsanın, elindeki varlığı başkalarından esirgeyip fay­dayı yalnız kendine ayırması da yine bu kötü huyun eseridir. Yüce Allah, bu konuda şöyle buyuruyor : «İnsan çok cimridir.»; «Zâten nefis­lerde kıskançlık hazırlanmıştır.» Yücelmek isteyen veya insanın ken­dini, dâima başkalarına tercîh etmek gibi bencillik hallerinden uzak tutması, kaçınılmaz bir zarurettir.

Cimrilik, ferd ve toplum için tehlikeli bir âfettir. Bu sıfat, sahibini kana bulaştırır; şeref ile oynatır, şerefini alçaltır; dini götürür, dinini sa­tar; vatana götürür, vatanını satar, ihanet eder. Cenâb-ı Allah, nefsi­nin cimriliğinden korunanların kurtulacaklarını beyân buyurmaktadır : «Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, kurtulacak olanlar onlardır.» Bu âyet-i kerîme, Kur'an-ı Kerîm'de iki kerre zikrediliyor. Bunun se­bebi, bu öldürücü zehirden korunmanın önemine dayanmaktadır.

Hz. Peygamber de bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruyor : Cimrilikten sakının; çünkü cimrilik, sizden Önceki ümmetleri yok etmiştir. İşte ze­kât; bu mânâda, sahibini mahveden cimrilikten, malını da düşmanlık­tan, zehirli bakışlardan koruyarak temizler. Mal sahibinin ve malının temizlenmesi, verdiği zekât ve diğer harcamaların miktarı ile orantılı­dır. Allah yolunda ne kadar çok sarfederse, kendini ve malını, kirlerden o nisbette temizler.

Zekât; sahibini ve malı temizleme, mânâsını ifâde ettiği gibi, onu aynı zamanda hürriyete kavuşturur; mala. bağlanmak, ona boyun eğe­rek esîr olmak ve paraya tapmak zilletinden kurtarıp serbestliğe kavuşturur. Zîrâ İslâm dini, müslümanı her türlü esirlikten uzakta tutarak yalnız Allah'a tapmaya, ma'nevî ve insanî değerlere bağlı kalmaya iter; onun Allah'tan başka hiç bir varlığa boyun eğmeden hür bir hayat ge­çirmesini, kâinatta bulunan her şeyin efendisi olmasını emreder. Nü­büvvet kandilinin saçtığı o nurun, müslümanları Allah'tan başkasına tapmayı gerektiren bu öldürücü zehirden sakındırmasında şaşılacak bir şey yoktur.

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: Altın ile gümüşe (paraya) tapanlarla kadifeye (lüks yaşayış) tapanlar helak olmuştur...

Zekâtın ifâde ettiği mânâlardan biri de, mal sahibinin şahsiyetini geliştirmesi ve halk arasındaki mevkiini yükseltmesidir. Elini hayırlı işlere uzatıp iyilik yapan, insanlara şefkat ve merhamet kanatlarını ge­rerek Allah'ın hakkını ödemek için eli ile bizzat veren kimse içinde bir ferahlık duyar, zevkyâb olur; harp durumundaki müslüman orduya yar­dımda bulunan kimsenin duyduğu haz ve genişliği duyar. Çünkü o, beşerî zaafına ve nefsânî arzularına karşı harbediyor. İşte bu, nefsin tezkiyesi, gelişmesi ve ma'nevî temizliğidir. Âyetteki «tezkiye ve temiz­leme» den anladığımız mânâ budur. Tezkiye kelimesinin tahhir kelime­sine atfedilmesi de bu mânâyı ifâde eder. Zîrâ Kur'an-ı Kerîm'de bu­lunan bütün kelimelerin ayrı ayrı mânâları vardır.

(İşte zekât, zenginin, toplumda itibâr sahibi olmasını ve müsbet mânâda şahsiyet kazanmasını sağlar. Zekât vermeyen, diğer hayır işle­rine de el uzatmayan cimrilerin, cemiyette en sevimsiz kimseler olması, şahsiyetlerinin zedelendiğine, mertebelerinin düştüğüne en güzel bir örnek teşkîl eder. Böyle insanlar, hiç bir zaman mutluluğa ve gönül hoşluğuna eremezler; malın, hakîkî mânâda saadetini tadamazlar. Bir insan için, husûsiyle bir müslüman için en büyük mutluluk, içinde ya­şadığı topluma faydalı hizmetler götürerek hem dünya, hem de âhiret saadetini kazanmasıdır. Varlığından cemiyetin faydalanamadığı zen­ginler, toplum için tehlikeden başka bir şey değildir.)

Zekât, malın büyümesine ve bereketlenmesine sebebtir. Bazı insan­lar bunu garib karşılıyorlar; zekât, görünüşte malı noksânlaştırıyor, na­sıl olur da onu çoğaltır? diyorlar. Biz'buna şöyle cevab veriyoruz :

Bu meseleyi gerçekten kavrayanlar, bu zahirî noksânlaşmanın ar­kasında hakîkaten bir artışın bulunduğunu anlarlar. Zekâtta bütün mal için, husûsiyle zenginin kendi serveti için bir artış vardır. Çünkü mal sahibinin verdiği az bir miktar, ona bilmediği bir taraftan kat kat iade edilir. Bunun misâlini günümüzde görmekteyiz : Kalkınmış zengin devletlerin, bütçelerinden, bazı fakîr devletlere —Allah rızâsı için ol­mayıp— yalnız kendi sanayi v.s. ma'mûllerini onlara satabilmek düşüncesine rna'tûf olarak onların satın alma güçlerini artırmak, dolayısıyla verdiklerinin birkaç mislini geri almak için yardım fonu ayırmaları, bu fikri açıklıkla ortaya koyuyor. (Zekâtta ise, Allah rızası gözetilmek zorunluluğu bulunduğu için, karşı menfaat düşünülemez. Fakat Ce-nâb-ı Allah, rızâsına uygun hareket edenlere elbette diğerlerinden da­ha çok verecektir. Bu veriş, gökten inme olmayıp yine cemiyetteki güç­süz şahıs ve müesseselerin güç kazanması sonunda refaha kavuşan toplumun kalkınması ile olacaktır. Ticarî hayatta yatırımların azal­masından doğan iktisadî sıkıntılar, piyasa darlığı, umûma te'sîr ettiği gibi, ferdlere de te'sîr eder. Bu gerçek bize gösteriyor ki, kapital sahip­leri harcamaları kısıtladıkları takdirde piyasada meydana gelecek dar­lıktan bizzat kendileri de zarar görür; daha az kazanırlar. Yatırımlar çoğaldıkça, kazançları da çoğalır. Zekât da geniş mânâda düşünüldüğü takdirde, bir yatırımdır. Bu yatırımla piyasada ferahlık doğar, satın alma gücü noksan olanların güçleri çoğalarak piyasa daha hareketli duruma gelir. Netîce itibânyla verilen zekâtlar, birkaç misli daha fazla­sıyla geri döner.) Bu konuda Yüce Rabbımız şöyle buyuruyor : «Verdik­leriniz yerine gelecektir. Allah nzık verenlerin en hayırlısıdır.»

«Şeytân, sizleri fakîr olmaktan korkutuyor ve kötülükleri emredi­yor. Allah ise sizlere, mağfiret ve fazileti va'dediyor. Allah'ın hazînesi geniştir, O, her şeyi bilendir.»

«Allah faize verilen malı noksânlaştırır; zekâtı verilen malı ise çoğaltır.»

Yukarıda mealleri zikredilen âyetlerin, toplum ve piyasadaki dar­lıkları giderecek harcamalara verdiği Önem, cidden düşündürücü ve üze­rine araştırmalar yapmayı gerektirici ehemmiyeti hâizdir.

Zekât, cimrilik ve para stokuna sebebiyet veren hırsın kapısına vu­rulan bir kilit; yatırım yapmaya alıştıran, bir âmil, hayır ve harcama yollarına açılan muazzam bir kapıdır.

İnsanlar, alışkanlık zaafları sebebiyle iyiliğe de kötülüğe de mey-yaldırlar. Az da olsa insan, iyilik yapa yapa en büyük hayırsever ve va­tanperver bir kimse olabildiği gibi, kötülük yapa yapa, vermeye ver­meye nihayet en cimri bir kimse olarak vatanına ve milletine karşı büyük kötülük işler.

Her devirde, özellikle yaşadığımız devirde müslüman ülkeler, ikti­sâdı bunalım içinde kıvranırken müslüman zenginlerin, paralarını ya­tırımdan kaçırmaları, yalnız nefsânî zevklerini düşünmeleri, hattâ zür-riyetlerinin istikbâlleri endîşesi ile çırpınmaları, vatan ve milletlerinin akıbetlerinden endîşe duymamaları, müslümanların dertlerini dert edinmemeleri, cemiyet ne olursa olsun bana ne? zihniyetiyle hareket' etmekten başka bir şey değildir. Peygamber Efendimiz, bu tip kimseler için şöyle buyuruyor: Kim, müslümanlarm işlerini düşünmezse; o, on­lardan değildir.

Günümüzdeki müslümanlann yürekler acısı durumu meydandadır. Malî güçsüzlük, yardımlaşmama, herkesin nefsi, nefsî diyerek ayrı bir yol tutması, iki müslümamn bir araya gelip toplumun dertlerini dü­şünmeğe vakit ayıramaz hale gelmeleri, öyle kötü bir çözülme ve da­ğılma meydana getirmiştir ki, bu durumun düzeltilmesi, birinci dere­cede önem kazanmıştır.

Mâlî ve iktisadî konulara müteallik meseleler için bir çözüm yolu bulalım, denildiği zaman müslüman zenginler, teşkilâtsızlıktan ve ele­man noksanlığından şikâyetle kendilerini mes'ûliyetin dışına atarak ucuz kurtulma yolunu tercîh ediyor; ne yapalım? Kimseye güvenilmez oldu, demek suretiyle veya birçok hayır işlerine yardım ettiklerini üe-riye sürerek kendilerini ma'zûr kabul ediyorlar. Oysa ki, zenginler de İslâm cemiyetinin birer uzvu olduklarına göre, bu elemanları yetiştir­mek ve teşkilâtları kurmaktan, zekâtları bir cemiyet elinde toplayıp toplum için en faydalı sahalara sarfetmekten bizzat kendileri de sorum­ludurlar. Sırf para vermek kâfi değildir. Çünkü müslümamn emrolun-duğu cihâd; hem mal, hem de beden ile yapılan cihâddır. Kendi servet­lerine servet katmak için nasıl gece-gündüz durmadan çalışıyorlarsa, sevdikleri ve bağlandıklarını iddia ettikleri dinlerinin yücelmesi ve cemiyetlerinin terakkisi için de bir zaman ayırarak bizzat daha büyük bir gayretle çalışmadıktan sonra hiç bir zaman kendilerini sorumluluk­tan kurtaramazlar.

İşte zekât, kasalara tıkılan veya bu mânâda arsa ve binalara yatı­rılarak toplumun istifâdesinden kaçırılan malın, cemiyet hizmetine ya­tırılması için ahştıncı bir mâhiyet arzetmekte ve bu sahanın kapışım fiilen açmaktadır. Zekât, bu açıdan çok büyük bir önem arzeder.

Zekât, mal sahibini harcamaya alıştırır. Pedagoji ve ahlâkçılarca, âdetlerin insan ahlâkı üzerinde onu yola getirmek ve istenilen istikâ­mete yöneltmek bakımından büyük te'sîri olduğunda ihtilâf yoktur. Bu sebebe mebnî: Âdet ikinci bir huydur, demişlerdir.

Harcamayı, husûsiyle hasad zamanında zirâat mahsûllerinin, ka­sasına giren parasının, küçük ve büyük baş hayvanlarının ve ticâret mallarının zekâtını her şene muntazaman vermeyi âdet edinen bir müslüman, her Ramazân fitresini verip, her bayram kurbânını keserse, artık vermek ve iyilik yapmak, bu müslümamn asıl sıfatlarından biri olur.

Veren nefis, harcamak ve iyilik yapmak i'tiyâdındaki hayır sever nefistir. Bu nefis, malının en iyisini hem kendisi, hem de başkası için verir. Böyle bir kimse, kendisinden su içilen ve zirâatte sulama İşleri için insanların faydalandıkları bir su kaynağı gibidir. Onlar, o kaynak­tan istedikleri gibi faydalanırlar. Kaynak onlara geniş ölçüde bu imkânı tanır. İyiliksever insan da böyledir. Nereye giderse oradaki insanlara fayda sağlar. Bunun mükâfatı da Allah'ın onu, kolaylığa müyesser kıl­masıdır.

Zekât, başka bir yönden de kalbi Rabbına ve âhirete doğru yönelt­meye ve zararlı durumdaki dünya ve mal sevgisine karşı bir ilâçtır.

Şüphesiz Cenâb-ı Allah, müslümana mal toplamayı ve dünyanın hoş nimetlerinden faydalanmayı mübâh kılmıştır; fakat dünyanın, in­san hayatının en önemli gayesi olmasına rızâ göstermez. İnsan, daha büyük bir gaye için yaratılmıştır. Dünya ve dünyada bulunan her şey, insanın faydalanması için yaratılmış; insan da âhiret âleminde ebedî bir hayat sürmek ve bu dünyada, öbür âlem için hazırlanmaya ma'tûf gönderilmiştir. Dünya, âhirete uzanan köprüden başka bir şey değil­dir. Zekât, kalbten dünya sevgisini ve mala taparcasına bağlanarak ha­yat gayesi yapma hastalığını tedavi ederek onu esâs gayeye yöneltir.[69]

Zekâtın toplumdaki hedeflerinden biri de, sosyal yönü ağırlıklı olan hedeftir. İhtiyâç sahiplerine yardım etmek, fakır, miskin, borçlu ve yol­da kalmış yolcular gibi zayıf insanların elinden tutmak, bu hedefin en bariz noktalarından biridir. Bu sınıflara yardım edip ellerinden tut­mak, onlara te'sîr ettiği gibi, birbirine bağlı bulunması hasebiyle bütün cemiyete de te'sîr eder. Doğrusu ferd ile cemiyet içice girmiş du­rumdadır. Belki cemiyet, ferdlerin meydana getirdiği topluluktan başka bir şey değildir. Ferdin şahsiyetini takviye eden, maddî ve ma'nevî bü­tün imkânlarım geliştiren her şey, hiç şüphesiz cemiyeti de kuvvetlen­dirir. İster farkına varsınlar, ister varmasınlar genel olarak topluma te'sîr eden her şey, ferde de tesîr eder.

Zekât, İslâm'da sosyal sigorta nizâmının bir parçasıdır. Bu sigortayı Garb, dar bir çerçeve içinde anlamıştır. Bu çerçeve de; âciz, kimsesiz ve fakîr kimselere yardım yapmak suretiyle bir geçim sigortası anla­yışıdır.

İslâm onu, derin ve gayet geniş bir çerçeve içinde, maddî ve ma'nevî hayatın bütün yönlerini kapsayacak şekilde tanıtmıştır. Edebî, ilmî, siyâsî, savunma, cinayet, ibâdet, medeniyet ve en son hayat sigortası bu dâirenin içine girmektedir. Hayat sigortasına, yanlış olarak sosyal sigorta adı verilmiştir. Bu mânâda sosyal sigorta, zekâttan çok daha geniş ve şümullü bir nizâmdır. Çünkü o, hayatın bütün dallarına şâmil olan muhtelif çizgilerde ve beşerî münâsebetlerin bütün köşelerinde gö­rünmektedir. Zekât, yalnız bu çizgilerden biri olup şimdi sosyal güvenlik ve sosyal sigorta denilen müesseselerin her ikisini de içine almak­tadır.

Sosyal güvenlikle sosyal sigorta arasındaki fark şudur : Sosyal gü­venliğe giren kimse, devamlı olarak veya muvakkaten âciz kaldığı za­manlarda kendini garanti altına almak gayesiyle oraya âidât öder.

Sosyal sigortada ise, ferdler muayyen bir prim ödemeksizin, doğru­dan doğruya sosyal dengeyi devlet sağlar.

Şu bir gerçektir ki, bir sene zekât ödeyenler, öbür sene muhtelif sebeplerle, zekât alacak derecede fakır düşebilirler. Öyle kimseler de vardır ki, daha önce kendilerine zekât vermek farz olmadığı halde fakır ve ihtiyâçlı olmakta devam ettikleri için zekât almaya devamlı hak kazanırlar. İşte bu açıdan mütâlâa edildiği takdirde zekâtın bir sosyal sigorta olduğu görülür. Bu yönü ile zekât, nafile sadakalara ihtiyâç kalmadan, sosyal sigorta yolunda atılan ilk adımdır.

Zekât, ferdin aczinden, sosyal sebeplerden ve beşerin, te'sîrinden kurtulamayacağı umûmî hallerden doğması düşünülen bütün ihtiyâç kapılarını kapamıştır. Zekât, ihtiyâç sahibi bütün sınıflara; bu sınıf­ların bedenî, ruhî ve ahlâkî çeşitli ihtiyâçlarına şâmil bir sigortadır. Meselâ; İslâm, evlenmeyi tatmini gereken ihtiyâçlardan saymıştır. İlim adamlarına lâzım olan kitaplarda böyledir.

Bu sigorta, yalnız müslümanlara mahsııs bir sigorta olmayıp müs-lüman devletin idaresi altında yaşayan bütün Kitab ehli gayr-i müslim-lere de şâmildir. Nitekim Hz. Ömer, bir gün kapı kapı dolaşıp dilenen fakîr bir yahûdîye, Beyt'ül-Mâl (Bütçe) den kendisine yetecek kadar maaş bağlatarak bunu, o ve benzeri kimseler için bir başlangıç yap­mıştı.

Hz. Ömer Şam'a giderken hıristiyanlardan bir kısmının ayaklan üzerine dikilip durduklarını görünce, onlara müslümanlarm hazînesin­den maaş bağlanmasını emretti.

İşte bu, Gurb'ın ancak yakın zamanda düşünebildiği sosyal sigor­tadır. Garb bunu, Allah rızâsı veya düşkünlere yardım için düşünme­miştir. Onda bu fikri doğuran âmil, taşkın ihtilâllerle Sosyalizm ve Ko­münizm gibi zehirleyici akımlardır. Nitekim İkinci Cihan Harbi Batı dünyasına halkı memnun etme ve istiklâllerini devam ettirme düşüncesi vermiştir.

Bu sosyal sigorta fikrinin ilk tezahürü, 1941 senesinde vuku' bul­muştur. İngiltere ile A. B. Devletleri temsilcileri, 1941 senesinde Atlan­tik Andlaşması için toplanmış ve bu toplantıda ferdler için sosyal si­gorta teşkilâtının gerçekleştirilmesini de karâra bağlamıştır.

Fakirlerin haklarını zenginlerin pençesinden kurtarmak için, dînin farz kıldığı, İslâm devletinin tanzim ettiği ve buna dayalı olarak kılıçların çekildiği sosyal sigortayı gerçekleştirmek için İslâm'ın bu devletleri asırlarca geride bırakması hayret edilecek bir husustur. Bununla bera­ber bazı yazarların, sosyal sigortayı bulmanın üstünlüğünü Avrupa'ya irca' ettiklerini de görüyoruz. Kendi tarihimiz ve mirasımız olan sosyal sigorta üzerine ise toprak serpiliyor. Hiç şüphe yoktur ki sosyal sigorta, müslüman hükümetin vergi toplama ve harcama bakımından üzerine dayanacağı bir nizâmdır. Bu sigorta, ferdî iyilik veya nafile sadaka ka­bilinden olmayıp belli başlı bir haktır. Mal sahipleri bakımından farz olan bir vergidir. Zekât; toplama ve tevzî bakımından müslüman devle­tin dayanağı olan bir vergidir. Ancak, zekât devamlı olması hasebiyle ka­nunlara dayalı vergilerden ayrı bir özellik arzeder. Hükümetler, zekâtı ihmâl edip aramadıkları zamanlarda aa müslümanların îmânları ve müslümanlıkları, ancak bunu mallarından ayırıp vermekle tahakkuk edebilir. Çünkü Hz. Allah onu, kula, Rabbını razı kılmak, kendini ve malını temizlemek için farz kılmıştır. Müslümanın onu gönül hoşluğu ve fakirlere eziyyetten hâlî olarak ödemesi gerekmektedir. Zekâtı alan fakır de onu, Allah'ın kuluna ihsan ettiği malda kendisinin bir hakkı olduğu ve bu haktan ötürü gerekirse harbedilebileceğini bilerek alır; zillet ve minnet altında kalmaktan kurtulur.

Müslüman toplum —üstâd Behî el-Hûlî'nin dediği gibi— sadece hissî değerleri ile değil ruhî değerleri ile Ümmet vasfını hâizdir. Bilakis Ümmetin temelinde, varlığını takviye eden ruhî değerler olmaksızın hissî değerlerin bir kıymeti yoktur. Bu sebeple İslâm'ın zekâta önem ver­diğini, hakkına riâyet edip, onu desteklemek maksadı ile toplumun ma­lından infâk yapılmasını farz kıldığını görüyoruz. Ma'nevî âlem için zekât, duygu âlemi için yemek - içmek gibi bir şeydir. İslâm, bu ruhî değerleri, zekâtın verileceği yerleri beyân eden âyet-i kerîme'nin işaret ettiği şu üç esâsta toplamıştır :

1) Toplumun ferdlerine tâm bir hürriyet tanımafe :

Kur'an-ı Kerîm bu konuda kölelerin, kölelik zilletinden kurtarıl­malarının müslümanlar üzerine farz olduğunu açıklıyor. Kölelerin hür­riyete kavuşturulması hususunda müslümanlara, mallarından belli bir miktarı vermelerini farz kılmakta, bütün insanlığın ilk defa öğrendiği yüce bir teşrî'dir. Zekâtın verileceği yerlerden biri, Tevbe sûresinin 59. âyetinde belirtilen köleler sınıfıdır.

2) Ferdlerin Bağış ve Mürüvvet Gayretlerini Toplum için Hissî veya Edebî Menfaat Sağlayan veya Olması Muhtemel Çirkin Halleri Cemiyetten Uzaklaştıran İyilik Yoluna Sarfetmek :  Ferdlerin, hayır eeverlikte hudûdsuz kudretleri ve topluma âit muhtelif hizmetlere karşı, kabiliyetleri vardır. Bu kabiliyetler, akıl vergisi gibidir. Cenâb-ı Allah onu boşuna yaratmamıştır; bilakis hayattaki vazifesini yerine getirmek ve kendi varlığını tahakkuk ettirmek için yaratmıştır. Toplum, ihtiyâç­larım bu şekilde giderir. Toplumda hayır yapma azminin yaygın bir hale gelmesi, yaşama ehliyeti ve şeref olarak kâfî gelir. Belki ferdlerin bizatihi varlıklarının kaynağından, canından, hazînelerinin en kıymetli varlığı olan paralan ve mâdenlerinin en şereflisinden vermeleri, onlar için iyilik olarak kâfî gelir. Ve hayatta mânâların en şereflisini bahşe­derek insanlığı en üstün kıymet seviyesine yükseltir. İşte bu, Allah'ın insanlık için dilediği yüce örneklerden biridir.

3) İnsandaki fıtratı tezkiye için, özellikle Allah'a ulaşmak ve ferdî hayattaki gayesine ulaştırmak için gönderilen ta'lîmât ve inanç esâsla­rına riâyet etmek. Bu gaye; âyet-i kerîme'de '<Allah Yolunda» diye açık­lanan sınıftır. Allah yolunda mefhûmuna giren ordu hazırlamak, düş­mana karşı kendini müdâfaa ve İslâm dini uğrunda cihâd için yapıla­cak harcamalar, aslında inançların korunması ve bu uğurda çarpışmak­tan başka bir şey değildir. Bu cihâd, sırf medeniyetle ilgili veya Allah ile alâkası kesilen kuru bir vatan mefhûmundan ibaret olmayıp aksine bu savaş, her şeyden önce Allah yolunda olan cihâddır. Allah yolunda ya­pılacak en önemli cihâd ise, inançların korunması, müdâfaası, yerleş­tirilmesi ve hâkimiyetinin devam ettirilmesi yolunda yapılandır.[70]

Zekâtın hedefi; senede bir kerre dolaşan ve muvakkat gibi görü­nen yardımlarla yalnız fakirliğe karşı mücâdeleye münhasır değildir. Zekâtın önemli hedeflerinden biri de; mülk edinmenin esâslarını geniş­letmek, mülk sahiplerinin adedini çoğaltmak ve güçlü, fakat ihtiyâçlı kimseleri, ömürleri boyunca kendilerine yetecek kadar varlığa sahip olan zenginler sınıfına yükseltmektir.

Zekâtın hedefi, imkânların müsâade ettiği kadar fakiri zenginleş­tirip onu, ihtiyâç dâiresinden imkân dâiresine çıkarmaktır. Bu da her meslekten ihtiyâç sahibi olan kimselere, kendi iş ve ihtiyâçlarına ye­tecek kadar mal vermek suretiyle olur. Meselâ; ticâretle uğraşıp dara­lan ihtiyâç sahibine, daha başka bir deyişle esnaf ve san'atkârlara ser­mâye, malzeme vs. te'mîn etmek, zirâatla uğraşanlara toprak ve top­rağı işlemek için gerekli araç vs. vermek gibi.

İşte zekât bu şekliyle büyük bir hedefin gerçekleştirilmesine yar­dımcıdır. Bu hedef de fakirlerin sayılarını azaltmak, mal sahiplerinin adedini çoğaltmaktır. Bu, İslâm'ın iktisadî ve içtimâi alanlardaki en büyük hedeflerinden biridir : Bütün insanların, yeryüzünde Allah'ın kullarına emânet ettiği hayır ve menfaatlarda ortak olması,. hayır ve menfaatin yalnız zenginler sınıfına hasredilip diğerlerinin de bundan mahrum bırakılmaması'hedef i...

Yüce Allah şöyle buyuruyor :  «Allah öyle bir Allah'tır ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin faydalanmanız için yaratmıştır.» Âyetteki hepiniz sözü, yeryüzündekiler sözünü de te'kîd olabilir, muhâtab olan insanlar sözünü de... Her iki te'kîd mânâsına almaktan men'edecek bir karine bulunmadığına göre mânâ şöyle olur : Yeryüzünde bulunan her-şey bütün insanlar için yaratılmış olup yalnız bir sınıfın faydalanması için yaratılmış değildir. Bu nokta-i nazardan İslâm, gelir dağılımı ada­letini sağlamakta ve toplumda mal sahiplerini birbirlerine yaklaştırma­ya çalışmaktadır. Bu da zekât nizâmı, harplerden elde edilen ganimet malları ve diğer mâlî imkânlarla tahakkuk eder.

İslâm, toplumda muvâzenenin kurulmasına ve sınıfların bir kıs­mını diğer bir kısmına yaklaştırmaya gayret etmektedir. Kur'an-ı Ke-rîm'de ganimet mallarının taksimi bahsinde bu noktaya açıkça işaret edilmiştir.

İslâm; güç, kabiliyet ve ilâhî ihsanlarda doğuştan bir farklılığın neticesi olarak, insanlar arasında yaşama ve nzık taksîmindeki farklı­lığı ikrar ediyor. Bu ikrarın mânâsı : İslâm; zengini kendi haline bıra­kıyor, istediği gibi zenginliğini artırsın, servet üstüne servet kazansın; buna karşılık fakirin de fakirliği artsın; sürünsün, bu vesile ile her iki sınıf arasındaki mesafe uzayıp gitsin; zenginler toplum içinde kendile­ri için köşklerde ve villalarda yaşayacakları yazılmış, nimet ve zengin­liğe vâris olan yüksek bir tabaka olmaya; fakirleri de mahrumiyet ve sıkıntı içinde kulübelerde ölüme mahkûm edilen bir sınıf olmaya bıra­kıyor, demek değildir. Bilakis İslâm, hukukî teşrîâtını, amelî nizâmla­rını, teşvik ve tavsiyelerini iki sınıf arasındaki mesafeyi yaklaştırmak için sarfediyor.

Ben burada iki sınıf arasındaki mesafeyi yaklaştıracak sebepler­den bahsedecek değilim. Ancak, aralarında bariz bir ilişki olması itiba­rıyla zekâttan bahsedeceğim. Çünkü zekât, zenginden alıp, fakire ver­mek ameliyesidir.

«O Allah ki, sizin için yeryüzünü müsahhar kıldı. O halde yeryüzü­nün etrafında gezin de Allah'ın rızkından yeyin.» (Mülk, 15) mealindeki âyet-i kerîme'nin çağrısına uyarak faydalanmaya hazır olan yeryüzü­nün çevresinde dolaşıp vadilerinde rızık arayan; zirâat, san'at, ticâret veya çeşitli iş kollarında çalışan ve gayret sarfeden, güçleri yettiği ka­dar yerde ve gökte Allah'ın verdiği bütün nimetlerden faydalanarak ferdleri mükemmel bir şekilde çalışan sağlam bir İslâm cemiyetini dü­şünecek olursak; böyle bir cemiyette servetlerine zekât vermek farz olan güçlü mükelleflerin nisbeti ne kadar olur acaba?...

Şüphesiz nisbet, cidden büyük ve böyle kimselerin sayısı da fazla olur. Aczinden dolayı çalışmayan, yahut aile ferdlerinin çokluğu ve ge­lirin azlığı, kendilerini acze düşürenlerin sayısı da daha az olur.

Toplumun bünyesini sarsan, bilerek veya bilmeyerek temelini yıkan en büyük âfetlerden biri de bir tarafta fahiş bir servetin, diğer tarafta şiddetli ibr fakirliğin, bir yanda bol miktarda paranın, öte yanda gün­lük rızkını te'mîn edemeyen düşkünlerin; bir tarafta çok yemenin ver­diği zahmetten şikâyet ederek ellerini göbekleri karnı üzerine koyanla­rın, öbür tarafta komşularında açlığın verdiği ızdırabtan şikâyet ede­rek elini böğrüne koyanlann; bir yanda ihtiyâcı olmadığı halde fazla­dan boş olarak bekletilen muazzam köşklere sahip olanların; öbür yan­da komşuları arasında kendisi, zevcesi, ana-babası ve çocukları ile bir­biri üzerinde istif halinde yaşamaya mecbur kaldıkları bodrum katlan, gece kondulann bulunmasıdır.

Zekâtın hedefi, bu insanları birbirinden uzaklaştıran ve toplumun ağız tadını bozan sınıf farklarını ortadan kaldırmaktır. Zekât, en azın­dan bu kendine uygun tarzda yaşama imkânı bulamayan fakirler sını­fının sokaklara dökülerek kendini hissettirmesini önler. Bundan daha önemlisi; İslâm, fakirlerin zenginler sınıfına yaklaşmalarını sağlaya­rak onları orta sınıf haline getirmeyi hedef almasıdır.[71]

 

Ferd Açısından Zekâtın Önemi:

 

insanlar, dinî ye ahlâkî müeyyidelerden uzak yaşayamazlar. Bir an için böyle yaşadıklarını düşünelim, o takdirde cemiyet ferdlerini derhâl menfaatlar ve şahsî kaprisler kaplar; paraya ve maddeye karşı büyük bir sevgi ve bağlılık duygusu belirir. Maddeye karşı beliren bu bağlılık, zamanla insanı maddeperestliğe kadar götürür; en iğrenç kö­tülükleri âdet haline' getirir, en gaddar cinayet ve zulümleri işlettire­rek, toplum için en büyük felâketleri hazırlar.

Ferdlerin, bu ihtiraslarını yenebilmeleri ve mala karşı beliren aşın sevgilerini cemiyet hizmetine döndürmek suretiyle onlan harcamalara alıştırmak için, Yüce İslâm Dini, müslüman zenginlere nakit parala­rının kırkta birini (% 2,5), toprak mahsûllerinin onda birini ve hay-vanlann belli nisaba göre, belli bir kısmını, Kur'an-ı. Kerîm'de beyân buyurulan yerlere vermelerini emretmiştir.

Zekât miktan ise, mallann cinslerine göre değişiktir. Bütün mal­larla toprak mahsûllerinden ve diğer küçük ve büyük baş hayvanlar­dan alman zekât miktan, büyük bir yekûn teşkil eder. Bunlar gereği gibi tevzî edildiği takdirde, ilâhî tekeffül kısmen yerine getirilmiş olu­yor. Dolayısıyla kul, Rabbma toarşı, mal nimetinden ötürü şükür bor­cunu edâ eder. Her nimetin bir şükrü vardır; malın şükrü de vermektir. Lisân ile yapılan şükürle malın şükrü edâ edilemez. Zekât, malın şük­rüne açılan bir kapıdır.

Zekât, toplumun iktisâden gelişmesine büyük ölçüde yardımcı ol­duğu için, sosyal dengeyi sağlar; cemiyette bir orta sınıf teşekkül et­mesine âmil olur. iktisadî güçler; iyi değerlendirildiği takdirde, cemi­yette bir refah husule gelir. Bu refah, iktisadî krizlerin düzelmesine, dolayısıyla fakîr ve düşkün kimselerin azalmasına ve sınıf mücâdelele­rinin son bulmasına vesile olur. Refah içinde yaşayan bir toplumda kıskançlık, hırsızlık, anarşi, soygun, mal ve can düşmanlığı görülmez; haklı davaların bâtıl savunucuları, haklı kılığına büründürdükleri fi­kirlerini yaymak için ne bir açık kapı ve ne de anarşi doğuracak bir or­tam bulamazlar. Böylece fikirleri ve davaları iflâs eder.

Son zamanlarda İslâm cemiyetlerinde meydana gelen karışıklıklar, ihtilâller, anarşi hareketleri ve içtimaî bozukluklar, fikir adına işlenen birçok cinayetler, ahlâksızlıklar, mal ve servet düşmanlığı, Komünizm propagandası ve bu meyânda silahlı hareketler: müslüman bir cemiyette İslâm'ın en mühim iktisadî emirlerinden biri olan zekâtın verilmemesi sonucu, malların temizlenmemesi ve zenginlerin bu mühim emir kar­şısında gevşek davranmalarından doğan boşluklardan faydalanarak ce­miyetin içine sızmıştır. Kısacası, içtimâi ve iktisadî bozukluklar, zengin­lerin ellerindeki malıların kirlerinden doğmuştur.

Bütün dünyada ve umumiyetle İslâm memleketlerinde görülen bu krizler, iktisadî açıklardan sızan İslâm dışı fikir cereyanları, müslüman memleketlerinde ne kadar tutunmuş ve ne kadar yayılma isti'dâdı gös­termişse, bunun birinci derecede mes'ûlleri müslüman zenginler, ikincj derecede din âlimleri, üçüncü derecede yöneticilerdir.

Zekât, bu açıdan mütâlâa edildiği takdirde, ferdi ve elindeki malını, düşmanlık, kıskançlık, anarşi ve hırsızlık gibi pisliklerden temizleyerek insanların malını da, canını da emniyet içinde bulundurur; mal sahip­lerinin, mallarından huzur içinde faydalanarak can ve mal emniyeti içinde gönül hoşluğu ile yaşamalarını te'mîn eder.

Bütün mal sahipleri, mallarının zekâtını muntazam olarak ödeyip diğer yatırım ve harcamalarda cemiyetin menfaatlarını da göz Önünde bulundurarak hareket ettikleri takdirde, bu emniyeti kendileri sağlamış plurlar. Malı tehlikeye düşüren, malın sahibinden başkası değildir.

Zekât, cidden azımsanmayacak büyük bir meblağ teşkil eder. Yal­nız paradan değil, yukarıda mükerreren belirtildiği ve ilerde de mufas­sal olarak açıklanacağı gibi, gelir te'mîn eden bütün mallardan, yeraltı kaynakları ile toprak mahsûllerinden, hattâ baklagillerden dahi alın­dığı düşünülürse; senede milyarlarca lira değerinde zekât toplamak ve bununla birçok açık delikleri tıkamak mümkündür. Zekâtın verileceği yerler bahsinde de açıklanacağı üzere, bu miktarın sekiz sınıfa tevzî edilmesi gerekir. Bu sınıflardan biri de «Allah yolunda» başlığını taşır.

Bunun mânâsı çok geniştir. İslâm cemiyetlerinin kalkınması ve bu ve-sîle ile yabancı esaretinden kurtulması, birinci derecede Allah yolunda olma vasfını hâizdir; çünkü müslümanlar için en fecî durum, müslti-man olmayanlara boyun eğmektir. Bundan kurtulmak için de mutlaka kalkınmak, sanayileşmek zorunluluğu vardır. Bu kalkınma, müslüman­lar için en büyük ve çetin harplerden biridir. Zekât mallarından, her sene yüzlerce fabrika kurmak, çalışacak durumda olup da iş sahası bulamayanlar için geniş ölçüde iş sahaları açmak mümkündür. İslâm cemiyetlerinin birkaç sene bu şekilde gayret göstermeleri, iktisadî ba­ğımsızlığı elde etmek için kâfidir. Bu sayede fakirlik önlenir; cemiyet içindeki hastalıklar tedavi edilir; mal da, sahibi de her türlü düşman­lıklardan, kötü bakışlardan korunarak ma*nevî kirlerden temizlenir.

Müfessir Muhammed Abduh, bu âyet-i kerîme'nin tefsirinde şöyle diyor: Zekât; mal sahiplerini cimrilik, düşkünlük, alçaklık, fakirlere karşı kalb katılığı ve buna bağlı bütün kirlerden temizler. Mal sahiple­rinin nefislerini de hayır kazanmak ve berekete nail olmak suretiyle yükseltip bu vesile ile hem dünya, hem de âhiret saadetine ulaştırır. Burada temizleyen Hz. Peygamber: temizleme aracı da zekâttır. Tezkiye, büyümek mânâsında bir mübalağa sîgasıdır; ziraî mahsûllerle benzer­lerinin büyümesine işaret ediyor. (Zekât, büyük bir hamle ve hareket olduğu için malı büyütür. Yukarıda da belirtildiği üzere fabrikaların kurulması ve iş sahalarının açılması,- bu büyümenin güzel Örneklerin­den biri olabilir.)

Nefsin tezkiyesi ise, bilfiil Allah'a nisbet edilir. Çünkü Cenâb-ı Al­lah, yaratan, takdir eden ve kulu, kendini temizleyecek işler yapmaya muvaffak kılandır. Nitekim bu babta şöyle buyuruyor :

«Eğer üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti bulunmasaydı, hiç biri­niz temize çıkamazdı; fakat Allah, dilediğini temize çıkarır.» (Nûr, 21).

Tezkiye, Hz. Peygamber'e de isnâd edilir; çünkü o, nefisleri tezkiye edip mertebelerini yükseltmek üzere, Allah'ın buyruklarını beyân eden kavlî ve fiilî sünneti ile mü'minlerin terbiyecisidir.

Tezkiye, bazan da kula nisbet edilir; çünkü kendisi fail durumun­dadır. Allah onu, nefsinin temizlenmesine ve yükselmesine sebep kıl­mıştır. Bu sebep, zekât ve benzeri hayırlı işlerdir. Kulun nefsinin tez­kiyesine işaret eden âyet-i kerîme'nin meali şöyledir : «Nefsini temiz­leyen kurtulmuş, azdıran da ziyandadır.» (Şems, 9 -10), «Kendini temize çıkaran ve Rabbının adını anıp ta namaz kılanlar kurtulmuştur.» (A'la, 14, 15).

«Onlara duâ et» mealindeki âyet-i kerime'nin mânâsı; Ey Peygam­ber! Zekât verenlere duâ et ve şefkat edip onların günâhlarının örtül­mesini iste; çünkü senin duâ ve istiğfarın onlar için bir huzurdur. Bu sebeple günâh işleyip tevbe ettikleri zaman, içlerindeki ızdırab giderek tevbelerinin kabul edilişi dolayısıyla kalbleri tatmin olur; zekât ver­dikleri zaman da, onu bizzat senin alman sebebiyle kabul edildiğinden emin olarak feraha kavuşurlar. (Reşîd Rızâ, Tefsir el-Menâr, XI, 24).

İslâm dini, müslüman ferdin, mâlî ve iktisâdı alandaki kanunlara riâyet etmekle mükellef olduğunu bildirir. Ferd, yaşadığı toplumda can ve mal emniyeti içinde hayat sürebilmesi için, devletin koyduğu ver­gileri noksansız ödemek zorundadır. Devletin vergileri, kanunlar ve prensiblerle tahdîd edilmiştir. Gerektiğinde devlet, ağır vergiler yükle­mek zorunda kalır. Bu durum karşısında ferd, ya hileye başvurup ma­lını vergiden kaçırmak veya hiç vergi ödememek ister; hattâ tamamen vergi ödemeyebilir. Bu gibiler pek çoktur.

Zekât veren bir müslüman ise, kuruşu kuruşuna, hattâ fazlasıyla hesâb ederek malının zekâtını ödemeye alışkın olduğundan, devletin yüklediği mâlî mükellefiyetlerde de aynı disiplin ruhu ile hareket et­meyi vicdanî bir borç bilir. Ticarî ahlâka sahip olduğu için vergi kaçır-maz. Vicdanı buna mâni olur.

Hulâsa zekât, ferdi ticarî ahlâk bakımından eğiterek disipline so­kar; diğer mâlî sorumluluklarda da dürüst hareket etme i'tiyâdını bah­şeder; müslümanm aynı zamanda iyi bir vatandaş olmasını te'mîn eder. Böylece zekât veren müslüman bir zenginin, vergisini ödemesi de ga­ranti edilmiş demektir.

Bir milletin, varlığını devam ettirebilmesi için ferdlerinin iktisadî meseleler hakkında bilgi sahibi olması; mâlî gücün bağımsızlık ..sava­şındaki rolünü kavraması îcâbeder. Devlete Ödenmesi gereken bir ku­ruşun ihmâlinden doğacak çöküntü ve büyük tehlikelerin millî bün­yede yapacağı tahribatı müdrik olması gerekir.

İslâm dini diğer dinlerde görülmeyen zekât gibi mâlî bir ibâdeti müslünıanın müslüman kalma şartlarından biri saymakla ona, mâlî konulardaki devlet emirlerinin önemini de tanıtmaktadır. Zekâtın Al­lah'a karşı bir ibâdet olarak vaz'edilmesi, onun ne derece büyük bir önemi hâiz bulunduğunu göstermektedir. Zekâtım ödemeyen bir zen­gin, diğer emirleri yerine getirse de müslümanlığını ikmâl edemez. Onun tâm bir müslüman olması için bu mâlî emri îfâ etmesi gerekir. Zîrâ zekât vermeyeceğini ilân ederek isyan eden bir mü'mine karşı dev­let harb ilân ediyor.

Zekât veren mü'min; kalkınma ve faydalı işler başarmak zorunda olan devletin, iktisadî güce sâhib olma, dolayısıyla diğer rakîb millet­lere üstün gelme mecburiyetinin şuuruna varmış bir vatandaştır. Böyle mü'min, zekât gibi devlete maddî güç te'mîn eden diğer emirleri de önemseyerek bu emirlerin gerçekleştirilmesinde ihmalkâr davranmaz; bilakis tatbik edilmelerinde yardımcı olur; bilir ki, bu emrin ihmâli devletin çökmesine, zayıflayarak başkalarının oyuncağı haline gelme­sine ve toplumda iktisâdı problemlerin doğmasına sebebtir. İşte zekât müslümana bu şuuru da aşılar.

Buraya kadar zekâtın önemini, veren açısından ele aldık. Ve yapa­bildiğimiz kadarıyla açıklamaya, çalıştık. Aynı konuda daha geniş araş­tırmalar yapıldığı takdirde daha mükemmel izahlar yapmak mümkün olduğunu belirterek bu faslı kapatalım. Ve zekatın, alan açısından öne­mini açıklamaya çalışalım :

îslâm; insanların bolluk içinde refaha kavuşacakları, yerle göğün bereketlerinden faydalanacakları, başlan üstünden ve ayaklan altın­dan rızıklar elde edecekleri; içinde, güven hissedecekleri güzel ve müref­feh bir hayat sürmelerini ister. Hz. Peygamber, dünya mutluluğu konu­sunda şöyle buyuruyor:

Dört şey, kişinin mutluluğunu sağlar :

Sâliha bir hanım, geniş bir mesken, İyi bir komşu ve kolay binile-bilen bir binek.

Dört şey de mutsuzluktur :

Kötü bir komşu, kötü bir hanım, kötü bir binek ve dar bir mesken.

Evet, İslâm insanlann zenginleşerek mutlu olmalarını ister, hiç bir şekilde fakirlikle nıes'ûd olmalarını istemez ve tavsiye de etmez. Hu­sûsiyle İslâm'ın fakirliğe karşı açtığı savaş çok büyüktür. îslâm, fakir­liği çirkin görmüştür.

İslâm nizâmı ile diğer dünya nizâmları arasındaki fark şudur: Maddeye bağlı nizâmlar, sâdece kann doyurmaya ve cinsî arzulan tat­mine ehemmiyet verir; maddî menfaat dâiresinden öteye geçmezler. Dünya nizâmlarının hedefi ve yeryüzündeki hayâl cenneti, refah olup ondan başka bir cennet hayâli ve ideali yoktur.

İslâm nizâmı ise, zenginlik ve refahtan başka önemli bir gayeyi hedef alır. Bu hedef, insanlann ruhları ile Rablanna yükselmeleridir. Rızık ve ekmek mücâdelesinin kendilerini, Allah'ı bilmek, O'na güzel bir şekilde bağlanmaktan meşgul etmemesi, daha hayırlı ve daha de­vamlı bir hayata kavuşma arzusu insanı bu hedefe götürür.

İnsanlar, kendileri ve çoluk çocuklannın rızkını bol miktarda te'mîn etme imkânına sâhib olunca, hayatlanndan memnun olarak, kendilerini zilletten kurtarıp korkulardan emin kılan Rablanna karşı huzur içinde ibâdete yönelirler. İslâm'ın fakirliği kötülediğine, zenginlik ve müref­feh hayatı övdüğüne; Allah'ın Rasûlüne onu zengin kılmakla sitem et­mesinden daha kuvvetli bir delil bulunamaz. Yüce Allah şöyle buyu­ruyor : «Rabbın seni yoksul bulup zengin etmedi mi?»

«Hatırlayın ki bir zamanlar siz yeryüzünde azlıktınız, zayıf sayılır­dınız. İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz. Size ev-bark verdi, yardımıyla destekledi ve temiz şeylerden rızıklandırdı.» (Enfâl, 26).

Peygamber Efendimiz de bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruyor : Ey Allahım! Senden takva, iffet ve zenginlik isterim.

Kur'an-ı Kerîm, fakirlik ve dar geçimi kâfirler ve âsîler için dün­yevî bir ceza yaptığı gibi, zenginlik ve müreffeh hayatı da sâlih müslü-manlar için bir mükâfat yapmıştır. Yüce Allah'ımız bu noktayı işâre-ten şöyle buyuruyor : «Erkek olsun, kadın olsun kim inandığı halde iyi bir iş yaparsa, muhakkak onu müreffeh bir hayat ile yaşatacağız.1) (Nahl, 97), «Eğer o memleketlerin ahâlîsi, inanıp Allah'tan korksalardı, şüphesiz onlara gökten ve yerden bereket kapılarını açardık.» (A'râf, 96), «Kim Allah'tan kor-karsâ ona, (darlıktan) çıkış yolu ihsan eder ve ona, ummadığı taraftan rızık verir.» (Talâk, 2-3), «Kim, Benim zikrim­den (Kur'an'ımdan) yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır. Ve kıyamet günü onu, kör olarak hasredeceğiz.»  (Taha, 124).

Âyet ve hadîslerden anlaşıldığına göre; tasavvufta fakirliğin Övül­mesi, ona bu sahada geniş ölçüde yer verilmesi; bunun aksine zengin­liğin kötülenmesi ve halkın ondan sakındırılması, Fars Manicheistleri ile Hind mistikleri ve hıristiyan râhiblerinin ortaya attıkları fikirlerden başka bir şey değildir. Bu fikirler, her halde İslâm'a dışardan sokulmuş fikirlerdir.

İşte bu sebeple Cenâb-ı Allah, zekât vermeyi farz kılarak onu İs­lâm'ın esâslarından biri yapmıştır. Zekât, zenginlerden alınıp fakirlere verilir. Onunla fakirler; yemek-içmek, giymek, mesken ve evlenmek gibi, ilim adamlarına göre, insanın mübrem ihtiyâçlarından olduğu ka­bul edilen hayatî ihtiyâçlarını te'mîn ederler.

Fakîr, zekât sayesinde hayata katılma imkânına sahip olur ve Al­lah'a itaat yolunda O'na karşı olan vazifelerini kalb huzuru içinde ge­reği gibi yerine getirebilir, kendisinin cemiyetin diri bir uzvu olduğunu, işe yaramaz bir varlık olmadığını, insan cemiyetinde kendisine itibâr, edilen kimse olduğunu, elinden tutulup ona iyi bir şekilde muamele edilerek sitemsiz ve eziyetsiz yardım ellerinin uzatıldığını anlar. Hattâ devlet elinden ve zekât müessesesinden zekât almak suretiyle şahsiyeti rencide olmaz başı dik, şerefli bir şekilde alır. Çünkü o, kendine ayrılan öz malını alıyor.

Fakirin, cemiyette zayi' olmadığını, toplumun kendisine önem ver­diğini ve haklarına riâyet ettiğini bilmesi, onun şahsiyeti bakımından büyük bir kazançtır. Yalnız bu şuur, bütün müslüman cemiyetler için küçümsenmeyecek bir servettir.

Hz. Peygamber bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruyor : Veren el, alan elden daha üstündür.

Zekât, zannedildiği gibi fakirleri tembelliğe sevkeden bir fariza de­ğildir, bilakis çalışmaya teşvik eder. İnsan için en zor şey, başkalarına muhtaç olmak, yabancıya el açıp şahsiyetini rencide etmektir. Bir kimse aldığı zekât ile her ne kadar ihtiyâcını karşılasa da, kendini minnet esareti altında kalma ve başkalarına yük olarak şahsiyeti zedelenme hâlet-i rûhiyesinden kurtaramaz; onda bir azim duygusu belirmeğe baş­lar. Veren elin, alan elden daha üstün olduğunu fiilen idrâk eden bu müslüman, vakarını korumak, cemiyet içinde şerefli bir mevkie otur­mak için mutlaka çalışıp kendi rızkını kendi te'min etmeğe, topluma yük olma zilletinden kurtulmaya gayret eder; yapilan yardımları, be­davadan geçinme vesilesi edinmeyip, bunu bir basamak yapmak suretiy­le dünya varlığından nasibini alma yollarına baş vurur ve alnının teri ile kazanmak zevkinden hisseyâb olur. Peygamber Efendimiz bu konu­da şöyle buyuruyor :

Kimse, kendi el emeğinden daha hayırlı bir yemek yiyemez.

Zekât bu manâsıyla düşünüldüğü takdirde, fakir kimselerin kalkın­masında büyük rol oynayan mühim âmillerden biri olduğu anlaşılır. Zekât sayesinde ferd, hem kendini ihtiyâç ve zaruretten kurtarır, hem başkalarına yük olmaktan kurtulur, hem de çalışma azmi kamçılanır.

Zekâtın önemli faydalarından biri de, fakirin kıskançlık ve kıs­kançlıktan doğan düşmanlık duygularım körleterek malın ve mal sa­hibinin güvenliğini sağlamasıdır.

Dünyevî nimetlerden bolca faydalanma imkânına sahip olan bir zengin müslüman ile, bu imkânları bulamayan fakir bir komşusunu düşünelim. Eğer imkânsızlık sebebiyle çalışmayan veya hiç bir günâhı olmadığı halde geri kalmış cemiyetin umûmî gidişi içinde fakru zaru­retle kıvranan, borç üstüne borç yaparak hayatım sürdüren o fakır, zenginden yardım görürse, ona karşı sevgi ile bağlanır; servetinin ge­nişlemesi için duacı ve yardımcı olup kıskançlık ve düşmanlık duygu­lan kaybolur; onu mal sahibine düşman etmek için harcanan çabalar da boşa gider; hiç bir akımın te'sîri altında kalmadan îmânını korur.

Günümüzdeki anarşik olaylar, kıskançlık, mal ve servet düşman­lığı, Özellikle aristokrat muhitlerde sık sık rastlanan hırsızlık ve adam kaçırma olayları, zekâtın cemiyet hayatına uygulanmadığı ve sosyal adaletin gerçekleştirilmediği toplumlarda meydana gelebilecek tehli­kelere ve çöküntüye güzel bir örnek teşkil etmektedir. Zekâtın hayata uygulandığı bir cemiyette, ferd ve cemiyet huzur ve güven içinde bulu­nur. Hiç bir kimse malından ve canından asla endîşe duymaz.

Zekât vermekle mükellef olan zenginler, zekâtlarım kendileri tevzî ettikleri takdirde, onu verecekleri fakır bir müslüman bulup teslim etmedikçe borçtan kurtulamazlar. Fakirlerin çok olduğu ve zekâtın fa­kir ferdlere verilmesinin lüzumu belirdiği zamanlarda, zengin kimse bir fakîr bulup ona zekât vermekle mükelleftir. Fakir, zenginin bu mes'ûliyetini kaldırıyor. Bu konuda Fahreddîn Razî şöyle diyor :

Zenginin, zekât verecek bir fakîr bulmaya mecbur edilmesi şu mâ­nâya gelir : Cenâb-ı Allah, gûyâ fakire şöyle der : Ey fakîr! Ben seni, her ne kadar birçok mal ve nimetlerden mahrum ettimse de, zengini sana borçlu kıldım. Zengine de her ne kadar çok mal verdimse de, Ben onu senin peşinde koşmaya mecbur kıldım. Sen zenginin zekâtını kabul ederek onu cehennem ateşinden kurtarmakla, kendisine ikramda bulun­muş gibi oluyorsun. Ey fakîr, de ki: Dünyada kötülenmekle ardan, âhirette de azâbtan kurtarmakla aslında belki Ben sana ikram ediyo­rum.

Bu açıklamaya göre; fakîr, cemiyette zenginlerin ibâdetlerinin ka­bulüne medar bir uzuv olması sebebiyle kıymet ve itibâr sahibi olur.

 

Toplum Açısından Zekâtın Önemi

 

Zekât, mülk isteklerinin çatışmasından doğacak dengesizliği gide­rerek muvâzene te'mîn eder. Ne tamamen mal sahibinin mülkiyetini yok eder, ne de tamamen elinde bırakarak fakirlerin de onu edinme­lerine mâni olur.

Zekât görünüşte her ne kadar mâlî bir nizâm ise de, aslında inanç, ibâdet, ahlâkî değerler, yönetim, cihâddan ayrı olmadığı gibi ferd ile toplum, hayat ile yaşayanlardan ayrı bir unsur da değildir.

Zekât, cemiyette malın varlıklı sınıflardan daha fakîr sınıflara ak­tarılmasını, dolayısıyla orta sınıfın çoğalmasını te'mîn eder.

Toplumda malın, yalnız zenginler elinde dolaşması; zengin sınıfın daha zengin, fakîr sınıfın da daha fakîr ve muhtaç duruma düşmesini gerektirir. Halbuki Cenâb-ı Allah malı yalnız bir sınıfın faydalanması için değil, bütün insanların faydalanması için yaratmıştır. Allah'ın ih­san ettiği maldan bütün insanların faydalanamadığı, daha başka bir deyişle, sınıf farklarının ortadan kalkmadığı cemiyetlerde para mut­luluk getirmez, belki huzursuzluk konusu olur. tslâm dini bu sınıf fark­larının ortadan kalkması ve cemiyette orta sınıfın çoğalması için etkili bir tedbîr alarak, zenginlerin elindeki varlıktan, ihtiyâç sahibi olan, çalışamayan veya çalışma kudretine sâhib olduğu halde gerekli sermâye te'mîninden mahrum olan kimselere, mallarının bir kısmını vererek on­ların mertebelerini ve güçlerini yükseltmeyi öngörmüştür.

Çok kimseler vardır ki iş yapabilecek kabiliyete sâhib oldukları hal­de sermaye bulamadıkları için bir iş kuramamaktadırlar. Çünkü ser­mayesiz bir iş kurmak çoğu zaman mümkün değildir. İşte zekât, az da olsa bu sermâyeyi elde etme imkânını verir. İleride zekât miktarının ta'yîni bahsinde de belirtileceği gibi, Hanefî, mezhebine göre bir fakire nisâb miktarı veya daha fazla zekât vermek mekruhtur. Nisâb miktarı 96 gram altın veya bu altının Hz. Peygamber devrinde satın aldığı ya 40 koyun, ya 30 sığır veya 35 devedir. Bugün 40 koyunun karşılığı, küçük bir iş çevirmek için normal bir sermâye sayılabilir. 39 koyun kar­şılığının fakire verilmesinde adı geçen mezhebe göre bir beis yoktur. Fakire verilebilecek en çok zekât miktan 39 koyun olabileceğine göre, günümüzde bu miktar koyunun tanesi 400 lira hesabı ile 15600 T.L.dır. Bu miktar ise, bir kimseye basit bir sermâye demektir. Kaldı ki, diğer mezhebler nezdinde durum daha da değişiktir. Şimdi onlardan da biraz bahsedelim.

İmâm Şafiî, ve İmâm Ebu Yûsuf'a göre, fakire nisâb miktan zekât vermekte bir mahzur yoktur. Nisâb miktarından fazla vermek ise mek­ruhtur.

. Hanbelî mezhebine göre ise fakire ne çok, ne de az ama tâm ihti­yâcı kadar zekât vermek caizdir.

İmâm Mâlik, verilecek zekât miktarında bir tahdîd koymuyor, bunu içtihada bırakıyor. Ona göre zekât verirken cemiyetin ve cemiyet için­deki fakirin durumunu, zekâtın verileceği diğer sınıflan da nazar-ı iti­bâra alarak verilecek zekât miktannı tesbît etmek gerekmektedir. Eğer fakirlere vermek daha yararlı ise, toplumdaki fakirlerin miktanna göre zekât verilir.

İmâm Mâlik'in bu görüşüne göre, fakire verilecek zekât miktannın sının yoktur. Gerektiği zaman bol miktarda verilebilir. Zekâtın toplum açısından sağladığı faydalan daha güzel aksettirmesi bakımından bu görüş, diğer üç görüşten daha kuvvetli ve tercihe şayan gözükmektedir.

Buna göre, daha da serbest hareket ederek, durum müsait olduğu takdirde bir kimseye, onu mükemmel bir iş sahibi yapabilecek kadar zekât vermek mümkün olmaktadır. Zekât müessesesini bu yönü ile düşündüğümüz takdirde, toplumda muazzam bir hareketlenme meyda­na getirmeğe çok müsait olduğunu görürüz. Bu haliyle zekât? cemiyet­te sınıflar arasındaki çatışmayı düşürerek bir alış-veriş husule getirir; sınıf farklarını yok eder. Üst smıflann düşkün sınıflara tazyikleri aza­lır; alt smıflann da mukavemeti çoğalır. Böylece cemiyet içindeki ça­tışmalar önlenerek bir huzur teessüs eder; her türlü eşkiyâlık ve anar­şinin ürediği zemin önlenerek telâfi edilir.

Toplumda orta sınıfın çoğalması, piyasada rahatlık meydana ge­tirir. Mal yalnız bir sınıfın esîri olmaktan kurtularak fakirlerin de satın alma güçleri çoğalır. Sırf zenginler değil, bütün cemiyet ferahlık için­de, sıkıntıya düşmeden istediğini alıp yiyebilme, istediği gibi yaşayabil­me imkânına kavuşur. Malın yalnız zenginler elinde dolaşmasını kına­yan şu âyet-i kerîme, bizlere bu konuda ışık tutmaktadır :

«Cenâb-ı Allah'ın, Peygamberine, kâfir memleketlerin ahâlîsinden ihsan ettiği ganimet malları; Allah'ın. Peygamber'in, akrabasının, ye­timlerin, yoksul ve yolcuların hakkıdır. Tâ ki mal, sizden yalnız zengin­lerin elinde dolaşan bir devlet olmasın.»  (Haşr, 7).

İslâm'ın beş temel emrinden biri olan zekât, aynı zamanda para­nın stok edilmesini önleyen önemli bir iktisâdı tedbîrdir. Zekât, para­nın yatırım yapılmasını öngörür. Elde tutulup yatırılmayan paradan alınan bir vergi gibidir. Bu vergi, 1/40 nisbetinde olup ana parayı kırk senede tüketeceği için sahibini yatırım yapmaya teşvik eder. Ticâret mallarından 1/40, satılan toprak mahsûllerinin parasından da 1/10 nis­betinde zekât alınmaktadır ki bu, yiyecek maddelerinin stokunu önle­mekte çok etkili bir tedbîrdir. İş sahalarına yatırılan paralardan zekât lâzım gelmeyişi de bu fikri kuvvetlendirmektedir. Zekât, ihtiyâçtan fazla, bir sene elde tutulan paradan alınır. Zekât verme emri ile Ce­nâb-ı Allah kula şu istikâmeti veriyor :

İnsanların faydalanması için yarattığım maldan başkalarını da fay­dalandıracaksın. (Bu yatırımla olur. Meselâ; bir kasabada bulunan zen­ginler o kasabada fakır ve işsizlerin çalışacakları iş sahaları açtıkları takdirde onlar rızıklarını çalışarak kazanırlar, zekâta muhtaç olmazlar). Ya da paranı elinde tuttuğun tak'dîrde çalışma sahası bulamayan fakir­lerin ihtiyâçlarını gidereceksin.

Parasını yatırıma aktaran kimsenin elinde para olmadığı için ze­kât vermekle mükellef değildir. Fakat, paranın ticâret niyeti ile arsa ve binalara yatırılması halinde aynı problem bahis konusu olacağından, mes'ûliyet kalkmaz. Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyuruyor:

Bütün harcamalar Allah yolundadır. Bina müstesna; binalarda ha­yır yoktur.

İhtiyâçtan fazla inşâ edilen bütün binalar, sahiplerine vebaldir.

Kim ihtiyâçtan fazla bir bina inşâ ederse; kıyamet gününde ona vebal olacaktır.

Bu açıdan bakıldığı takdirde zekât, müslümanlan çalışmaya itici bir mâhiyet arzettiği görülür.

Para dışındaki toprak mahsûlleri, mâdenler ve petrollerden alına­cak zekât miktarı da göz önünde tutulursa, zekâtın iktisadî bakımdan önemi daha bariz bir şekilde ortaya çıkar.

Dışardan bir güç tatbiki ile sulanmayan bütün toprak mahsûlle­rinden 1/10, insan gücü ile sulanan mahsûllerden 1/20, mâdenler ile definelerden 1/5 nisbetinde zekât alınması öngörülmektedir. Bu mik­tarlar, malın piyasadan kaçırılarak stok edilmesinin toplum piyasasın­da meydana getireceği sıkıntı açısından ne kadar önemli olduğunu or­taya koymaktadır. O demektir ki, 10 sene bekletilen toprak mahsûlleri, beş sene işletilmeyen mâdenler ve petrol yatakları sahiplerinin elinden alınır.

Parada zekâtın 1/40, toprak mahsûllerinde 1/10-1/20 ve 1/5 ol­masının sebebi, kanâatimizce paranın zamanla değerini kaybetme isti'-dâdı göstermesi, toprak mahsûllerinde ise bu ihtimâlin bulunmamasına binâendir. Çünkü para, eşyanın karşılığıdır. Toprak mahsûlleri değer kaybetmeyip sâdece fiyatlarında yükselme ve alçalma olur. Fahreddîn Râzî zekâtın^ iktisâdı bakımdan önemini açıklarken şöyle diyor :

İnsan temel ihtiyâçlardan artan malı elinde tuttuğu zaman mal, yaratılış gayesinden uzaklaşarak muattal kalır. Malın elde stok edilmesi, Allah'ın hikmetinin tezahürüne mâni olmaya çalışmaktır. Bu ise caiz değildir. Bu sebeple Cenâb-ı Allah, malın bir kısmını, fakirlere vermeyi emretti ki, bu gaye tamamen muattal kalmasın.

Kalkınmada büyük rolü olan para ve. diğer maddelerin ilâhî bir emirle bir nevi vergiye tâbi tutulması, müslüman sayılmanın şartla­rından biri olan zekât emri ile tahakkuk ediyor. Bu emir, İslâm dininin kalkınmaya, iktisâdi meselelere, tek kelime ile dünyaya verdiği önemi açıkça göstermeğe kâfidir.

Şayet ferd; saklanması kabil toprak mahsûllerini satma gereği duy­maz, toplumun ihtiyâç ve zaruretlerini nazara almaz da sırf kendi kâ­rım düşünmeğe yönelirse; daha evvel devletçe miktarı tesbît ve tahmin edilen malın zekâtı 1/10 nisbetinde elinden alınarak memleket men­faati için piyasaya arzedüir. Durum 10 sene bu şekilde devam ederse, ana mal tükenerek asıl zarar sahibine olur. İşte zekât, malın da bu şekilde stok edilmesini önler.

Parada 1/40, ilk bakışta basit gibi görünürse de rakamlar çoğal­dıkça zekât miktarı da çoğalacağından, zengine bu parayı vermek ağır gelir. Meselâ; 1.000.000 TL.smdan 25.000 lira zekât vermek gerekir. Bu ise parayı yatırıma sarf etme azmini güçlendirir. Hattâ bu sebebten bazı müslüman zenginlerin sene başında paralarını arsa ve binalara yatırdıkları da görülmektedir. Bu durum ise, zekâtını ödememekten daha çok vebali gerektirmektedir. Yukarıda kaydettiğimiz hadîs-i şe­riflerde, bu vebalin derecesi beyân buyurulmuştur. Parasını zekâttan kaçırıp arsa ve binalara yatıranlar, insanları kandırabilirler, fakat Al­lah'ı nasıl kandıracaklar? Allah'ın bilgisinden, O'nun muhasebesinden gizleyebilecekler mi? Allah'a gerçekten inanan bir müslüman asla pa­rasını zekâttan kaçırmaz, fakirlerin hakkını yiyerek malına ve aşına haram karıştırmaz. Müslüman, hem kendisini hem de cemiyetin men-faatlarını gözeterek paranın ve malın hizmete en uygun sahalarda kul­lanılmasına gayret sarf eder; iktisadî meselelerin cemiyetteki önemini idrâk ederek kanayan yaralan tedâvî etmenin yollarını araştırır. Mâlî konularda sarfedilen gayretler de bir cihâddır. Yüce Allah'ımız bu ko­nuda şöyle buyurmaktadır :

«Mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edin. Eğer bilirse­niz bu sizin için daha hayırlıdır.»  (Tevbc, 41).

Hiç şüphe yoktur ki, zenginlerin paralarını iş sahalarına çevirmek suretiyle çalışabilecek işçilere iş sahası açmaları, onları fakru zaruret­ten kurtaracağı için büyük bir hizmet ve cihâddır. Müslüman Türkle­rin din, dil, âdet, an'ane ve ahlâk ölçüleri tamamen değişik yabancı ülkelere kadar çalışmak için gitmeleri, bu arada çoluk çocuklarının hı-ristiyan inanç ve terbiye metodlarına göre yetiştirilmeğe terk edilme­leri, müslüman âlem için en büyük bir felâket olduğunda hiç şüphe yoktur. İşçileri ve ailelerini bu felâketten kurtaracak iş sahaları açmak, her halde büyük bir cihâddır. Müslüman işte bu şuura varmalı ve bü­tün hayatını ona göre tanzim etmelidir.

Zekât, sosyal bir yardımlaşma olması hasebiyle toplum ferdlerinin birbirlerine şefkat, sevgi ve saygı bağları ile bağlanmasını sağlar; arala­rındaki kıskançlık ve düşmanlık duygularını yok ederek zenginlere şük-retmeyi ve şefkati, fakirlere de minnet esirliği altında kalmamak için çalışma azmini aşılar. Ve ihsan edicilerine karşı duacı olmayı öğretir. Meselâ; bir fabrikanın sahibi, zekâtının tamâmını veya bir kısmını, fabrikasında çalışan dar gelirli işçilerine verdiği takdirde, bu fabrikada iş sahibine karşı grev yapmak, isyan etmek, düşmanca davranışlarda bulunmak, hainlik gibi kötü hallerin vukuu düşünülemez.

Bu konuda büyük müfessir Fahreddîn Râzî şöyle demektedir : Halk, bir insanın, kendilerine iyilik yaptığını, gelen âfetleri defetmeğe çalış­tığım bilince, onu tabiatıyla sever; kalpler mutlaka ona meyleder. Hz. Peygamber bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruyor : Kalpler, iyilik yapanı sevmeye, kötülük yapanı da sevmemeye zorlar.

Fakirler,- zenginlerin kendilerine mallarının bir kısmını sarf ettikle­rini bilirler ve mallan çoğaldıkça daha da sarfedeceklerine kani' olur­larsa, ona duâ ve minnet duyguları içinde yardımcı olurlar; malının daha da çoğalması için gayret gösterirler. Kalblerin büyük te'sîri, ruhla­rın da harareti vardır. Bu durumda dualar, zengin kişinin hayır üzerinde kalmasına sebeb olur. Şu âyet-i kerîme bu noktaya işaret etmektedir . «İnsanlara faydalı olan (mal) ise yeryüzünde kalır.»  (Ra'd1, 17).

Peygamber Efendimiz de : Mallarınızı zekât vermek suretiyle te­mizleyin, buyurmaktadır.

Toplumun hayatiyetini devam ettirebilmesi, yukarıda da belirt­tiğimiz gibi, ferdlerinin birbirlerine karşılıklı sevgi ve saygı bağlan ile bağlanmaları neticesi toplum bütünlüğünün korunmasına bağlıdır.

Toplumda şiddetli ihtiyâç ve geçim sıkıntısına ına'ruz kalan ferd-lerin gittikçe çoğalması, cemiyetteki birliğin yavaş yavaş bozulmasına ve bazı müzmin yaraların açılmasına yol açar. İçten ve dıştan toplum düşmanlarının tehlikeli istismarları neticesi büyük tahribata sebebiyet verir. Toplum düşmanları, çalışmalarını hızlandıracak zemin buldukça sûret-i hak1 tan görünereK fakır ve düşkünlerin haklı davalarım istismar ederler, onları kucaklarına alırlar. Bu vesile ile toplumun birliği bozu­lur ; Bilerek veya bilmeyerek İslama düşman olan cepheye iltihâklar çoğalmaya başlar. Çünkü insanın en zayıf tarafı, geçim darlığından kurtulma ve menfaat sağlama endişesidir. Bu zayıf noktadan yakala­nan ferd, menfaatini ve görünüşte hakkını müdâfaa etme uğruna işle­meyeceği kötülük, yapmayacağı ahlâksızlık yoktur. Boyleleri için rüş­vet almak, cinayet işlemek, hırsızlık ve şakilik gibi en iğrenç davranış­lar mübâh olarak kabul edilir. Büyük müfessir Fahreddîn Râzî, bu ko­nuda şöyle demektedir:

Eğer zenginler, fakirlerin mühim ihtiyâçlarını gidermezler ve bu noktadan doğacak yarayı tedâvî etmezlerse, şiddetli ihtiyâç ve geçim sıkıntısı onları, müslümanlığa düşman kimselerin cephesine katılmaya; veya hırsızlık, yol kesme, adam öldürme vb. kötülükleri işlemeğe sevke-der.

İşte zekât, bu açıdan büyük fayda sağladığı için Allah'ın hikmeti, onun kullara farz olmasını gerektirdi.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi zekât, paranın ve malın stok edilme­sine karşı muazzam bir tedbîrdir. İhtiyâçtan fazla paranın elde tutul­ması, piyasada darlık husule getirir. Malın elde saklanması veya bu hük­me giren stoklar da netice itibarıyla para darlığına götürdüğünden, aynı hükmün içinde yer almaktadır,

Zekât veren bir mü'min, parasını harcamaya alışarak yatırım yap­makta tereddüt göstermez. Para stokunun mes'ûllyeti gerektirdiğini bildiği için, onu arsa ve binalara yatırarak cemiyetin istifâdesinden kaçırmaz. Paranın arsa ve binalara yatırılması, toplum için önemli bir fayda sağlamadığı gibi, ihtiyâçtan fazlası ekonomik yapıya önemli bir katkıda bulunmaz. Hattâ zararlıdır. Mülke yatırılan paralar, yalnız sa­hibinin ve gelecek neslinin hayatlarını garanti edebilir; fakat cemiye­tin ve memleket ekonomisinin zararına .ters bir istikâmette gelişmelere sebebiyet verir. Piyasada para darlığı meydana gelir.

İslâm dini, bu acıklı manzarayı göz önünde bulundurarak toplum yararına yatırılmayan malın, toplum menfaatlanndan kaçırılacak şe­kilde elde tutulmasını, sorumluluğu gerektiren stok hükmüne sokmuş; ve bunu kötü bir akıbetle müjdelemiştir.

Cenâb-i Allah bir âyet-i kerîme'de şöyle buyuruyor : «Biliniz ki, mallarınız ve evlâdlarınız, fitneden başka bir şey değildir. Allah katında ise, büyük mükâfat vardır.»  (Enfâl, 28).

Bu âyet-i kerîme, malın fitne olduğunu beyân buyuruyor. Burada fitne, imtihan konusu mânâsına gelmektedir. Yoksa âdette kullanılan mânâsı ile düşünülecek olursa, bu takdirde dünya varlığından uzaklaş­mak gerekecektir. Halbuki Yüce Rabbımız, müslünıanlann hem dün­yaya, hem de âhirete aynı ölçüde çalışmalarını emretmektedir. Malın, fitne konusu olduğunu açıklamakla Yüce Rabbımız, onun hakkını ver­memenin doğuracağı anarşiye ve çöküntülere işaret etmektedir. Pey­gamber Efendimiz de bir hadis-i şerifte bu noktayı şöyle açıklıyor :

Her ümmetin bir fitnesi vardır; benim ümmetimin fitnesi ise mal­dır.

İhtiyâçtan başka bütün binalar, sahibi için bir vebaldir.

Yukarıda meallerini kaydettiğimiz âyet ve hadîs-i şerifler, İslâm'da iktisâdın ve mâliyenin ne derece önem taşıdığını açıkça göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, mâlî harcamaların Allah yolunda bir cihâd oluşu, dolayısıyla paranın harcanmasının ibâdetten sayılması da bu fikri kuvvetlendiriyor.

Zekât, malın cemiyet yararına harcanmasına yardımcı olup insan tabîatındaki yalnız kendini düşünme ve cimrilik gibi kötü alışkanlıklar zincirini kırar. Bu bakımdan değişik bir önem arzetmektedir.

Zekât, yalnız fakirlere değil başlangıçta kaydettiğimiz diğer sınıf­lara da verilmesi gereken bir farizadır. Onun önemi, bu sınıflar nazar-ı itibâra alınarak mütalaa edilmesi gerekir. Zekâtın hem sosyal yönü, hem de iktisâdi yönü vardır. Bu bakımdan bir kalkınma hamlesidir.

Zekât, fakirler dışında zekât görevlilerine, borçlulara, kölelikten kurtulmak isteyenlere, yolda kalmış yolculara ve bilhassa Allah yolunda olanlara verilmesi gerekir. Allah yolu, geniş manâlı bir mefhûm oldu­ğundan, Allah yolunda savaşanlar; Allah yoluna davet eden müessese­ler ve müslüman toplumun bünyesini kuvvetlendiren sahaları içine al­maktadır. Durum ve gereklere göre; zekât, bu sınıflara tevzî edilir. «Allah yolunda» sınıfı, inançlann tehlikeye düştüğü devirlerde hepsin­den daha çok ehemmiyet kesbeder. İnançların zaafa uğramasına tes'îr eden sebep, gerileme ve iktisadî darlık olduğu devirlerde bu sebebin ortadan kaybolması için gerekli yatırımları yapmak, hayır işlerine koş­mak, en önemli vazifelerden biridir. Bu şekliyle zekât, bir kalkınma hamlesidir.[72]

 

105 — De ki: işleyiniz, Allah, Rasûlü ve mü'minler iş­lediklerinizi görecektir. Ve görüleni de, görülmeyeni de bilene döndürüleceksiniz. O, size neyi işlediğinizi bildire­cektir.

 

Çalışın Bakalım

 

Mücâhid der ki: Bu, Allah'tan emirlerine muhalefet edenler için bir tehdîddir. Allah Teâlâ'ya, Rasûlüne ve mü'minlere onların amelleri arzedilecektir. Kıyamet günü bu, şüphesiz olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «O gün siz huzura alınırsınız ve hiç bir şeyiniz gizli kalmaz.» (Hakka, 18), «O günde ki,' sırlar yoklanıp meydana çıkarılacaktır.» (Târik, 9), «Göğüslerinde bulunanların der­lenip toparlanacağı ân.» (Âdiyât, 10). Allah Teâlâ bazan bunları dün­yada iken de açıklar. Nitekim İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan İbn Musa'nın... Ebu Saîd'den, onun da Allah Rasûlünden rivayetine göre; o, şöyle buyurmuştur : Sizden biriniz kapısı penceresi olmayan katı, sert bir kayanın içinde amel yapmış olsa da Allah Teâlâ onun amelini olduğu gibi insanlara gösterir.

Yine vârid olduğuna göre; dirilenlerin amelleri, akraba ve aşi­retlerinden olan ölülere berzâh'ta arzedilir. Nitekim Ebu Dâvûd et-Ta-yâlisî der ki: Bize Salt İbn Dinar'ın Hasan'dan, onun Câbir İbn Abdul­lah'tan rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Mu­hakkak ki sizin amelleriniz akraba ve aşiretlerinize kabirlerinde arze­dilir. Eğer amelleriniz hayır ise sevinirler. Aksi ise : Ey Allah'ım, Senin tâatmı işlemesini ona ilham et, derler. İmâm Ahmed der ki: Bize Ab-dürrezzâk'ın... Enes'den rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur : Muhakkak ki sizin amelleriniz, ölü olan yakınlarınıza arzolunur. Eğer hayır ise sevinirler. Değilse : Ey Allah'ım, bize hidâyet verdiğin, gibi onları da hidâyete kavuşturmadıkça onları öldürme, der­ler. Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Âişe (R. Anhâ) şöyle demiştir: Biri­sinin amelinin güzelliği senin hoşuna gittiğinde : İşleyiniz, Allah, Ra-sûlü ve mü'minler işlediklerinizi görecektir, de. Buna benzer şekilde ifâdeler, hadîste de vârid olmuştur. İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd'in... Enes'ten rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Sonu­nun nasıl olacağım beklemeden birinin ameline hayran olmanız gerek­mez. Amel yapan kişi, ömrünün bir zamanında —veya zamanının bir parçasında— sâlih amel işler. Şayet o amel üzere ölürse, mutlaka cen­nete girer. Büâhere o kişi değişip kötü amel işleyebilir. Bir kul da var­dır ki zamanının bir bölümünde kötü amel işler. Şayet o amel üzere öl­seydi mutlaka cehenneme girerdi. Sonra değişir de sâlih amel işler. Allah Teâlâ bir kulu için hayır dilediğinde, ölümünden önce ona (hayır amel) işletir, Ey Allah'ın elçisi, ona (hayır ameli) nasıl yaptınr? diye sordular da : Onu sâlih amel işlemeye muvaffak kılar, sonra da 6 amel üzere onun ruhunu kabzeder, buyurdu. Hadîsi bu kanaldan rivayette Ahmed İbn Hanbel tek kalmıştır.[73]

 

106 — Diğer bir kısmı da Allah'ın emrine bırakılmış­lardır; ya onlara azâb eder veya tevbelerini kabul eder. Allah Alîm'dir, Hakim'dir.

 

İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Dahhâk ve birçokları derler ki : Bun­lar, tevbeden geri bırakılan üç kişidir : Mürare İbn Rebf, Kâ'b İbn Mâ­lik, Hilâl İbn Ümeyye. Oturup tenbellik, rahata meyletme, korunma, meyve ve gölgenin hoşluğuna dalarak Tebûk gazvesinden, geri kalıp oturmuşlardı. Bu geri kalmaları, şüphe ve münafıklıklarından değildi. Onlardan bir grup Ebu Lübâbe ve arkadaşlarının yaptığı gibi kendile­rini (mescidde) direklere bağlamışlar, diğer bir grup ise bunu yapma­mışlardı. İşte bunlar anılan üç kişidir. (Kendilerini direklere bağlayan­ların) tevbesi diğerlerinden önce kabul olmuş, bunların tevbesi ise : «Andolsun ki Allah, peygamberin ve güçlük anında ona uyan muhacir ve ansârın tevbelerini kabul etti... Geri bırakılan üç kişiye de yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmişti...» (Tevbe, 117, 118) âyeti nazil oluncaya kadar geri bırakılmıştı. Nitekim bu konunun açıklaması ilerde Kâ'b İbn Mâlik hadîsinde gelecektir.

Allah Teâlâ : ((Ya onlara azâb eder veya tevbelerini kabul eder.» buyurur  ki  onlar,   Allah'ın  affı  içindedirler.   Dilerse  onlara   bunu, dilerse diğerini yapar. Ancak O"nun rahmeti gazabına üstün gelmiştir. O, «Alîm'dir, Hakîm'dir.» Kimin azaba ve kimin de affa müstehak ol­duğunu en iyi bilendir. İşlerinde ve sözlerinde yegane hikmet sahi­bidir. O'ndan başka ilâh ve O'nun dışında Rab yoktur.[74]

 

107  — Zarar vermek, küfretmek, mü'minlerin arasım açmak ve daha evvel Allah'a, peygamberine karşı savaşan kişiyi beklemek ve gözetlemek üzere bir mescid edinenler: Biz iyilikten başka bir şey istemedik, diye yemîn ederler. Allah şehâdet eder ki; onlar hiç şüphesiz yalancılardır.

108  — Orada asla durma. İlk gününden takva üze­rine kurulmuş olan mescid, içinde durmana daha uygun­dur. Orada temizlenmek isteyen adamlar vardır. Allah, temizlenmek isteyenleri sever.

 

Dırâr Mescidi

 

Bu âyetlerin nüzul sebebi şöyledir : Allah Rasûlü (s.a.) nün Me­dine'ye gelmesinden önce orada Hazrec kabilesinden Ebu Âmir er-Râhib isminde birisi vardı. Câhiliye devrinde hıristiyan olmuş, kitab erilinin ilmini okumuş ve câhiliye devrinde ibâdet etmiş olup Hazrec kabilesi içinde büyük bir yer sahibiydi. Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye muhacir olarak gelip müslümanlar onun etrafında toplanınca, îslâm kelimesi en yüce olunca, Allah Teâlâ Bedir günü onları üstün kılınca la'netli Ebu Âmir hiddetinden dilini gösterdi ve düşmanlığını izhâr etti, düşman­lara yardımcı oldu ve Kureyşli müşriklere, Mekke kâfirlerine kaçıp gitti. Onları Allah Rasûlü (s.a.) ne karşı harbe teşvik etti. Arap kabilelerin­den onlara muvafakat edenler toplanıp ta Uhud senesinde müslüman-lara karşı çıktıkları zaman müslünıanların başına gelenler gelmiş, Allah onları imtihan etmiş ve sonuçta güzel akıbet müttakîlerin olmuştu. Bu fâsık, her iki saf arasına çukurlar kazmıştı. Allah Rasûlü (s.a.) o gün bunlardan birine düşmüş ve yaralanmıştı. Yüzü yaralanmış, sağ alt çenesinin ön dişi kırılmış, başı yarılmıştı. Bu Ebu Âmir savaşın başlan­gıcında kendi kavmi olan Ansâra doğru ilerlemiş, onlara hitâb ederek onları kendine yardıma ve muvâfakata meylettirmek istemişti. Onun sözünü (sesini) tanıdıklarında : Ey fâsık, ey Allah'ın düşmanı. Allah senin gözünü aydın etmesin, demişler, üzerine yürüyüp dövmeye kalkış­mışlardı. O : Benden sonra andolsun kavmime bir kötülük isabet etmiş, diyerek dönmüştü. Mekke'ye firarından önce Allah Rasûlü (s.a.) onu Allah yoluna çağırıp, ona Kur'an okurdu. O ise müslüman olmamakta diretir inâd ederdi. (Firarından sonra) Hz. Peygamber (îmândan) uzak, kovulmuş olarak ölmesi için ona beddua etti de bedduası onu tuttu. Uhud da iş bitip de Allah Rasûlü (s.a.) nün durumunun devamlı bir yükselme içinde olduğunu görünce; Ebu Âmir, Hz. Peygambere karşı yardım istemek üzere Rûm kralı Hirakl'e gitti. Hirakl, ona vaadde bu­lunup ümit verdi. O da Hirakl'in yanında (bir süre) ikâmet etti. Orada iken kavmi olan Ansâr'da nifak ve şüphe içinde bulunan bir gruba ya­zıp onlara vaadlerde bulundu. Allah Rasûlü (s.a.) ile savaşacak bir ordu ile birlikte onların yanına geleceği, ona gâlib geleceğini bildirdi ve du­rumu tersine çevireceği konusunda ümid verdi. Mektuplarını iletmek üzere kendisinin yanından gelecek kimselerin sığınabilmesi için bir yer yapmalarını emretti. Burası daha sonra onların yanma geldiğinde onun için bir gözetleme yeri olacaktı. Kubâ mescidi civarında bir mescid in­şâsına başladılar. Yapılarını kurup tahkim ettiler. Bu işi Hz. Peygamber (s.a.) in Tebûk'e çıkışından önce bitirdiler ve Allah Rasûlü'nün gele­rek mescidlerinde kılacağı namazla bu mescidi makbul saydığına delil olarak kullanmak üzere gelmesini ve mescidlerinde namaz kılmasını istediler. Bu mescidi sâdece içlerindeki zayıf ve hastalıklıların soğuk ve yağmurlu gecelerde namaz kılmaları için yaptıklarım söylediler. Allah Teâlâ peygamberini orada namaz kılmaktan korudu da : Şimdi biz sefere çıkmak üzereyiz. Fakat Allah dilerse döndüğümüzde, buyur­du. Allah Rasûlü (s.a.) Tebûk'den Medine'ye dönmek üzere yola çıktı­ğında, onlarla arasında bir gün ya da bir günün bir bölümü kadar za­man' kalmışken mescid-i dırâr'la ilgili vahiy geldi ve bu mescidi bina edenlerin, bu mescidleriyle ilk günden takva üzerine kurulmuş olan Kubâ mescidindeki mü'minler cemâatim bölme ve küfür maksadı ta­şıdıkları bildirildi. Allah Rasûlü Medine'ye gelişinden önce bu mescidi yıkmak üzere adam gönderdi. İbn Abbâs'tan rivayetle «Zarar vermek, küfretmek... üzere bir mescid edinenler...» âyeti hakkında Ali îbn Ebu Talha der ki: Bunlar ansârdan bir gruptur. Bir mescid kurmak iste­diler. Ebu Âmir onlara : Bir mescid bina edin. Gücünüz yettiğince kuv­vet ve silâh hazırlayın. Ben Rûm kralı Kayser'e gidiyorum. Rûm diyârından bir ordu getireceğim, Muhammed ve ashabını (Medine'den) çı­karacağım, dedi. Mescidlerini bitirdiklerinde Hz. Peygambere gelip mes­cidimizin inşâsını bitirdik, senin orada namaz kılmanı ve bize bereketle duâ etmeni isteriz, dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Orada asla (namaza) durma. İlk gününden takva üzerine kurulmuş olan mescid, içinde namaza durmana daha uygundur... Allah zâlimler güruhunu hi­dâyete erdirmez.» âyetlerini indirdi. Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, Urve İbn Zübeyr, Katâde ve âlimlerden bir çoğundan bu şekilde rivayet edil­miştir.

Muhammed İbn İshâk İbn Yessâr'ın Zührî kanalıyla... Asım İbn Ömer İbn Katâde ve başkalarından rivayetine göre; onlar, şöyle demiş­tir : Allah Rasûlü Tebûk'den gelişinde Medine'ye bir günden az bir mesafede bulunan Zû Evân'da konakladı. Daha önce o, Tebûk için ha­zırlanırken mescid-i dırâr'ın sahipleri ona gelmişler ve : Ey Allah'ın el­çisi, biz hastalıklı ve ihtiyâçh kimseler için yağmurlu ve soğuk gecelerde (namaz kılmaları İçin) bir mescid inşâ ettik. Gelip orada bize namaz kıldırmanı isterdik, dediler. Hz. Peygamber : Ben şimdi yola çıkmak üzereyim ve meşgulüm. —Veya buna benzer bir söz söyledi— Allah diler de gelirsek (dönersek) size gelir ve orada size namaz kıldırırım, buyurdu. (Dönüşünde) Zû Evân'da konakladığında bu mescidin haberi (mescid-i dırâr olduğu) nazil olunca Allah Rasûlü (s.a.) Salim İbn Avf oğullarından Mâlik İbn ed-Dahşum ve Ma'n İbn Adiyy'i —veya Bil'ac-lân kabilesinden olan kardeşi Âmir İbn Adiyy'i— çağırdı ve : Gidin, hal­kı zâlim olan şu mescidi yıkın ve yakın, buyurdu. Sür'atle çıkıp Mâlik İbn ed-Dahşum'un topluluğu olan Salim İbn Avf oğullarına geldiler. Mâlik, Ma'na : Beni bekle, ailemden sana ateş getireyim, dedi. Ailesinin yanına girip yapraklı bir hurma dalı aldı, onu yaktı, sonra çıkıp hızla gittiler ve mescide girdiler. Mescid halkı mescidin içindeydi. Mescidi yaktılar, yıktılar. İçindekiler kaçıp dağıldı. İşte onlar hakkında Kur'an' dan : «Zarar vermek, küfretmek üzere bir mescid edinenler...» âyetleri nazil oldu. Ve râvî kıssanın devamını sonuna kadar zikretti. Bu mes­cidi inşâ edenler on iki kişidir : Ubeyd İbn Zeyd oğullarından Hazam İbn Hâlid Amr İbn Avf oğullarından birisi, —bu,şekavet mescidi fikri onun evinde çıkarılmıştı—. Ubeyd oğullarından ve Ümeyye İbn Zeyd oğullarının dostu Sa'lebe İbn Hâtib. Dubey'a İbn Zeyd'den Muattib İbn Kuşeyr. Dubey'a İbn Zeyd oğullarından Ebu Habîbe İbn Ez'ar, Amr İbn Avf oğullarından ve Sehl İbn Huneyf'in kardeşi Abbâd İbn Huneyf, Câriye îbn Âmir ve iki oğlu Mücemmi' îbn Câriye ve Zeyd İbn Câriye, Nebtel el-Hâris —bunlar Dubey'a oğullarındandır— Dubey'a oğulların­dan Bahzec, Dubey'a oğullarından Bicâd İbn Osman, Ümeyye oğulla­rının dostu olan Vedîa îbn Sabit. Bunlar Ebu Lübâbe îbn Abdülmün-zir'in topluluğudur.

«(Bu mescidi bina edenler : Bu mescidi bina etmekle ancak hayır murâd ettik ve insanlara acıdığımızdan bunu inşâ ettik.) Biz iyilikten başka bir şey istemedik, diye yemîn ederler.» Allah Teâlâ da buyurur ki: «Allah şehâdet eder ki; onlar hiç şüphesiz (maksadlarında ve niy-yetlerinde) yalancılardır.» Onlar, bu mescidi ancak Kubâ mescidine zarar vermek, Allah'a küfretmek, mü'minleri parçalamak ve kendisine râhib denilen gerçekte ise fâsık olan Allah ve Rasûlü ile harbeden Ebu Âmir el-Fâsık için —Allah ona la'net etsin— bir hazırlık olmak üzere inşâ etmişlerdir. Allah Teâlâ'nın : «Orada asla (namaza) durma.» kavli Allah tarafından Rasûlüne bir yasaklamadır. Ümmeti de orada namaa kılma hususunda kendisine tâbidir.

Daha sonra Allah Teâlâ, ilk gününden Allah'a, Rasûlüne itaat ve takva üzere, mü'minleri toplamak, İslâm ve ehline sığmak olmak üzere inşâ edilmiş olan Kubâ mescidinde namaza teşvik etmiştir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «İlk gününden takva üzerine kurulmuş olan mescid, içinde (namaza) durmana daha uygundur.» buyurmuştur. Âyetin akışı (ifâdeleri), Kubâ mescidi hakkındadır. Bu sebepledir ki sahih bir ha­dîste Allah Rasûlü : Kubâ mescidinde namaz umre gibidir, buyurmuş­tur. Yine sahîh bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) nün Kubâ mescidini bi-nitli ve yaya olarak ziyaret ettiği kaydedilmiştir. Bir hadîste belirtil­diğine göre; Allah Rasûlü (s.a.), Kubâ mescidini Amr İbn Avf oğulla­rına ilk gelip konakladığında inşâ ve te'sîs etmiş ve kıble yönünü ona bizzat Cibril ta'yîn etmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Muhammed İbn A'Iâ'nın... Ebu Hüreyre (r.a.) den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : «Orada temizlenmek isteyen adamlar vardır.» âyeti, Kubâ halkı hakkında nazil olmuştur. Su ile istincâ ederlerdi de onlar hakkın­da bu âyet indi. Hadîsi Tirmizî ve İbn Mâce, Yûnus İbn Haris kanalıyla rivayet etmişlerdir ki o, zayıftır. Tirmizî, hadîsin bu kanaldan rivaye­tinin garîb olduğunu söyler.

Taberânî der ki: Bize Hasan İbn Ali el-Ma'merî'nin... İbn Abbâs'-tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : «Orada temizlenmek isteyen adamlar vardır.» âyeti nazil oldu. Allah Rasûlü (s.a.) Uveym İbn Sâide'-ye birini gönderip (onu getirtti ve) : Allah'ın sizi övdüğü şu temizlen­me nedir? diye sordu. Ey Allah'ın elçisi, bizden bir erkek veya kadın büyük abdest bozmadan çıktığında mutlaka fercini —veya mak'adım, demiştir— yıkar, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) de : İşte o, budur, buyurdu. İmâm Ahmed der ki: Bize Hüseyn İbn Muhammed'in... Uveym İbn Sâide el-Ansârî'den rivayetine göre; o, şöyle anlatmış : Hz. Peygamber (s.a.)   Kubâ mescidinde onların yanına gelmiş ve :  Muhakkak Allah Teâlâ mescidinizin kıssasında temizlenmeniz hususunda sizi güzelce öv­müştür. Sizin yapagelmekte olduğunuz bu temizlenme nedir? buyur­muş ve onlar şöyle demişler : Ey Allah'ın elçisi, biz bir şey bilmiyoruz. Şu kadar var ki bizim, yahûdîlerden komşularımız var. Onlar, büyük abdestten sonra dübürlerini yıkıyorlardı. Biz de onların yıkadığı gibi yıkadık. Hadîsi İbn Huzeyme Sâhîh'inde rivayet etmiştir. Hüşeym'in Abdülhamîd el-Medenî'den, onun da İbrâhîm İbn İsmâîl el-Ansârî'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) Uveym İbn Sâide'ye : Allah'ın sizi: «Orada temizlenmek isteyen adamlar vardır. Allah temizlenmek iste­yenleri sever.» kavliyle neden övmüştür? buyurdu. Onlar : Ey Allah'ın elçisi, biz dübürleri suyla yıkarız, dediler. İbn Cerîr der ki: Bana Mu-hammed İbn Sâbit'ih şöyle dediğini işittim : «Orada temizlenmek iste­yen adamlar vardır. Allah, temizlenmek isteyenleri sever.» âyeti nazil oldu. Onlar, büyük abdestten sonra dübürlerini yıkarlardı. İmâm Ah-nıed İbn Hanbel der ki: Bize Yahya İbn Âdem'in... Muhammed İbn Abdullah İbn Sellâm'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Ra­sûlü (s.a.) Küba'ya geldiğinde : Muhakkak ki Allah Teâlâ, temizlik hususunda sizi hayırla övmüştür. Bana haber vermeyecek misiniz? buyurdu. Bununla «Orada temizlenmek isteyen adamlar vardır. Allah, temizlenmek isteyenleri sever.» âyetini kasdediyordu. Onlar, şöyle de­diler : Ey Allah'ın elçisi, biz Tevrât'da su ile istincânın bize farz kılın­dığını gördük.

Âyette kasdedilen mescidin, Kubâ mescidi olduğunu seleften bir topluluk açıkça belirtmişlerdir. Bunu Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'-tan; Abdürrezzâk da Ma'mer kanalıyla... ürve İbn Zübeyr'den rivayet etmişlerdir. Atiyye el-Avfî, Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem, Şa'bî, ve Hasan el-Basrî de böyle söylemişlerdir. Beğavî, bu görüşü Saîd İbn Cü-beyr ve Katâde'den rivayet eder.

Sahih bir hadîste takva üzere kurulmuş olan mescidin, Medine'­deki Allah Rasûlü (s.a.) nün mescidi olduğu da vârid olmuştur ki bu haber sahîh'dir. Âyetle bunun arasında bir çelişki söz konusu değildir. Zîrâ Kubâ mescidi, ilk gününden takva üzere kurulmuşsa elbette Allah Rasûlünün mescidi buna daha lâyıktır. Bu sebepledir ki İmâm Ahmed İbn Hanbel Müsned'inde şöyle der: Bize Ebu Nuaym'ın... Übeyy îbn Kâ'b'dan rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a,) : Takva üzere kurul­muş olan mesqid, şu benim mescidimdir, buyurmuştur. Hadîsi sâdece Ahmed İbn Hanbel rivayet etmiştir. İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'-nin... Seni îbn Sa'd es-Sâidî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü'nün zamanında iki kişi, takva üzere kurulmuş olan mescid ko­nusunda ihtilâf ettiler. Birisi; O, Allah Rasûlü (s.a.) nün mescididir, derken; diğeri: O, Kubâ mescididir, demişti: Hz. Peygamber (s.a.) e gelip ona sordular da : O, benim şu mescidimdir, buyurdu. Bu hadîsi d? sâdece İmâm Ahmed rivayet etmiştir. İmâm Ahmed der ki: Bize Mûsâ İbn Davud'un... Saîd İbn Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Takva üzere kurulmuş olan mescid konusunda iki kişi münâkaşa etti. Birisi: O, Kubâ mescididir, dedi. Diğeri ise : O, Hz. Peygamber (s.a.) in mescididir, dedi. Hz. Peygamber ',s.a.) ; O, benim şu mescidimdir, buyurdu. Hadîsi sâdece İmâm Ahmed rivayet etmiştir. İmâm Ahmed der ki: Bize İshâk îbn îsâ'nın... İbn Ebu Raîd'den, onun da babasından rivayetine göre; o, şöyle demiştir: İlk günden takva üzere kurulmuş olan mescid hakkında iki k'şi münâkaşa etti. Birisi: O, Kubâ mescididir, diğeri : O, Allah Rasûlü'nün mescididir, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) : O, benim mescidimdir, buyurdu. Hadîsi Tirmizî ve Ne-seî, Kuteybe'den, o da Leys'den rivayet etmiş, ve Tirmizî hadîsin sahîh olduğumu belirtmiştir. Hadîsi ilerde geleceği üzere Müslim de rivayet etmiştir. İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya'nın... Ebu Saîd el-Hudrî'-den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Biri Hadre oğullarından diğeri Amr İbn Avf oğullarından iki kişi takva üzere kurulmuş olan mescid hakkında ihtilâf ettiler. Hadre kabilesinden olan : O, Allah Rasûlü'nün mescididir, dedi. Amr İbn Avf kabilesinden olan ise : O, Kubâ mescidi­dir, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) ne geldiler ve bunu ona sordular da şöyle buyurdu : O, bu mesciddir, Allah Rasûlü'nün mescididir. Kubâ mesci­dini kasdederek de : Onda çok hayır vardır, buyurdu. Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bize İbn Beşşâr'ın... Humeyd el-Harrât el-Medenî'den rivayetine göre; o, Ebu Seleme İbn Abdurrahmân İbn Ebu Saîd'e : Ba­banın takva üzere kurulmuş olan mescid konusunda neler konuştuğunu hiç işittin mi? diye sormuş. O, babasının şöyle dediğini nakletmiş : Allah Rasûlü (s.a.) ne geldim ve hanımlarından birinin evinde onun yanına varıp : Ey Allah'ın elçisi, takva üzere kurulmuş olan mescid nerededir? diye sordum. Yerden bir avuç çakıl alıp yere saçtı. Sonra : O, sizin şu mescidinizdir, buyurdu. Humeyd der ki: Ona şöyle dedim : Babanın bu şekilde zikrettiğini işittin mi? Hadîsi sâdece Müslim, Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe ve başkaları kanalıyla... Humeyd el-Harrât'dan rivayet et­miştir. Selef ye haleften bir topluluk; bu mescidin, Hz.'Peygamberin mescidi olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş Ömer İbn Hattâb ve oğlu Abdullah ile Zeyd İbn Sabit ve Saîd İbn Müseyyeb'den rivayet edilmiş olup İbn Cerîr bu görüşü tercih etmiştir.

«İlk gününden takva üzerine kurulmuş olan mescid; içinde namaza durmana daha uygundur. Orada temizlenmek isteyen adamlar vardır. Allah temizlenmek isteyenleri sever.» âyeti; ilk inşâ edilirken tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdet üzere kurulmuş eski mescidlerde namazın; sâlihler ile abdesti mükemmel almaya riâyet eden, pislik şüphele­rinden sakınan âbidler eemâatıyla beraber namaz kılmanın müstehâb olduğuna delâlet eder. İmâm Ahmed der M : Bize Muhammed İbn Ca1-fer'in... Ebu Ravfdan rivayetine göre; o, Hz. Peygamberin ashabından birisinden şöyle rivayet eder : Allah Rasûlü (s.a.) onlara sabah namazını kıldırdı ve Rûm sûresini okudu, (kırâette) yanıldı. Namazı bitirdiğin­de şöyle buyurdu : Doğrusu Kur'an'ı karıştırdık. Çünkü sizden bizimle beraber namaz kılan bazı kimseler abdesti güzel almıyorlar. Kim bizim­le beraber namazda hazır bulunursa abdesti güzel alsın. İmâm Ahmed hadîsi başka iki kanaldan olmak üzere Abdülmelik İbn Umeyr kanalıy­la... Zû'1-Kelâ'dan da rivayet etmiş; o Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber namaz kılmış... Ve yukardaki hadîsi olduğu gibi zikretmiştir. Bu da delâlet ediyor ki temizliğin mükemmel oluşu; ibâdeti yerine getirmeyi kolaylaştırır, tamamlanmasına, nıükemmelleştirümesine ve rükünleri­nin tam olarak edasına yardımcı olur.

«Allah, temizlenmek isteyenleri sever.» âyeti hakkında Ebu'l-Âliye der ki: Suyla temizlenmek elbette güzeldir. Fakat onlar, günâhtan te­mizlenenlerdir. A'meş : Günâhtan tevbe ve şirkten temizlenme, der. Muhtelif kanallardan olmak üzere sünen ve başka eserlerde zikredildi-ğine göre; Allah Rasûlü (s.a.), Kubâ halkına : Temizlik hususunda Al­lah Teâlâ sizi övmüştür. Siz ne yapıyorsunuz? diye sormuş ve onlar da : Su ile istincâ ediyoruz, demişlerdir.

Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Abdullah İbn Şebîb'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: «Orada temizlenmek is­teyen adamlar vardır. Allah, temizlenmek isteyenleri sever.» âyeti, Kubâ halkı hakkında nazil olmuştur. Allah Rasûlü (s.a.) onlara sordu da : Biz taştan sonra su ile istincâda bulunuruz, diye cevab verdiler. Bez-zâr : Hadîsi Zührî'den rivayette Muhammed İbn Abdülazîz tek kalmış­tır. Oğlu dışında ondan kimse rivayet etmemiştir, der. Ben de derim ki: Fakîhler arasında meşhur olduğu için hadîsi bu lâfzı ile zikrettim. Daha sonraki muhaddislerden birçoğu veya tamâmı bunu bilmemiştir. En doğrusunu Allah bilir.[75]

 

109  — Binasını Allah korkusu ve rızâsı üzerine kuran kimse nü daha hayırlıdır, yoksa binasını bir yar kenarına kurup da onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yu­varlanan kimse mi? Allah zâlimler güruhunu hidâyete er­dirmez.

110  — Kalbleri paralanmcaya kadar kurdukları bina kalblerinde kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.

 

Binasını Allah Korkusu Üzerine Kuran île Binasını Bir Yar Ke­narına Kuran Kimse

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Binasını Allah korkusu ve Allah'ın hoş-nûdluğu üzere kuran kimse ile, zarar vermek, küfretmek, mü'minlerî parçalamak, daha önceden Allah ve Rasûlü ile harbedene bir gözetleme yeri olmak üzere mescid yapan elbette bir değildir. Bunlar, binalarını «bir yar kenarına kurmuş» olup bunun misâli cehennem ateşindedir. «Allah zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez.)) Allah, fesâd çıkaranla­rın işini asla düzeltmez.

Câbir İbn Abdullah der ki: Zarar vermek üzere kurulan mescidi gördüm. Hz. Peygamber (s.a.) zamanında ondan duman çıkıyordu. İbn Cüreyc der ki: Bize anlatıldığına göre; bazı kimseler, (orayı) kazmışlar ve oradan duman çıktığını görmüşlerdir. Katâde de böyle söylemiştir Halef İbn Yasin el-Kûfî der ki: Allah Teâlâ'run Kur'an'da zikretmiş olduğu münafıkların mescidini gördüm. Orada bir çukur vardı ve o çu­kurdan duman çıkıyordu. Bu gün orası bir mezbeleliktir. Bu haberi İbn Cerîr -^Allah ona rahmet eylesin— rivayet etmiştir.

Allah Teâlâ : «Kalbleri paralanıncaya kadar, kurdukları bina, kalb­lerinde kuşku kaynağı olmakta devam edecektir.» buyurur ki bu şenî' işe kalkışmaları sebebiyle bu, onlarda ve onların kalblerinde bir müna­fıklık, bir şüphe doğurmuştur. Nitekim buzağıya tapanların kalblerine de buzağı sevgisi doldurmuştu.

Allah Teâlâ : «Kalbleri paralanmcaya kadar.» buyurur ki buradan maksad, onların Ölümleridir, Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücâhid, Katâ­de, Zeyd İbn Eşlem, Süddî, Habîb îbn Ebu Sabit, Dahhâk, Abdurrah-mân îbn Zeyd İbn Eşlem ile selef âlimlerinden bir çoğu yapmıştır. «Ve Allah (yaratıklarının amellerini) en iyi bilendir. (Hayır olsun, şer ol­sun bu amelleri ile onları cezalandırmasında) hikmet sahibidir.»[76]

 

111 — Muhakkak ki Allah, mü'minlerin mallarını ve canlarını, karşılığı cennet olmak üzere satın almıştır. On­lar, Allah yolunda savaşırlar; öldürürler ve öldürülürler. Tevrât'da, İncil'de ve Kur'an'da kendi üzerine hak bir va-addir. Kim Allah'tan daha çok ahdini yerine getirebilir? Öyleyse yaptığınız alış-verişe sevinin. En büyük kurtuluş işte budur.

 

Allah Teâlâ, canlarını ve mallarını Allah yolunda cömertçe veren inanmış kullarına bunlara bedel cenneti verdiğini haber veriyor. Bu, O'nun fazlı, keremi ve ihsanı iledir. Kendisine itaat eden kullarına ke­reminden, lutfundan onlardan cennetin karşılığını kabul buyurmuştur. Bu sebepledir ki Hasan el-Basrî ve Katâde şöyle söylerler: Allah'a ye­min olsun ki, Allah Teâlâ onlarla bîatlaşmış ve bedellerini çok yüksek tutmuştur. Şemr İbn Atiyye : Hiç bir müslüman yoktur ki boynunda Allah'ın bîatı olsun da ona vefa göstermesin veya o bîat üzere ölmesin, demiş ve sonra bu âyeti okumuştur. Yine bunun içindir ki: Kim, Allah yolunda hamle ederse (cihâd ederse), yani bu ahdi kabul edip ona vefa gösterirse; Allah ile bîatlaşmıştır, denilmiştir.

Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ve başkaları der ki: Akabe gecesi Abdullah İbn Revâha (r.a.) Allah Rasûlü (s.a.) ne : Rabbın ve kendin için dilediğini şart koş, demişti. Allah Rasûlü : Rabbım için O'na ibâdet etmenizi ve O'na hiç bir şeyle ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Ken­dim için de canlarınızı ve mallarınızı nelerden koruyorsanız, beni de ondan korumanızı şart koşuyorum, buyurmuştu. Onlar : Bunu yapar­sak bizim için ne var? diye sorduklarında Hz. Peygamber: Cennet, bu­yurmuştu. Onlar : Kazançlı bir alış-veriş; ahş-verişi bozmayız ve bo­zulmasını istemeyiz, demişler. Bunun üzerine : «Muhakkak ki Allah, mü'minlerin mallarını ve canlarını, karşılığı cennet olmak üzere satın almıştır...» âyeti nazil olmuştur.

Allah Teâlâ : «Onlar, Allah yolunda savaşırlar; öldürürler ve öldü­rülürler.» buyuruyor ki ister öldürsünler, ister öldürülsünler, isterse hem ölsün, hem öldürülsünler her üç durumda onlar için cennet vâcib olmuştur. Bu sebepledir ki Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde bulunan bir hadîste şöyle buyurulur : Allah Teâlâ kendi yolunda (cihâda) çıka­na kefîl olmuştur. O, sırf Benim yolumda cihâd ve rasûlleri tasdik için cihada çıkmıştır. İşte Allah Teâlâ, eğer o ölürse; kendisini cennete koy­mayı tekeffül eder. Veya ona ecir veya ganimetten elde ettikleriyle beraber evine döndürecektir.

Allah Tâlâ'nm : «Tevrât'da, İncil'de ve Kur'an'da kendi üzerine hak bir vaaddır.» kavli yukardaki va'di bir pekiştirmedir. Bunu kendi nefsine yazdığını ve bu va'dini (önceki) büyük kitablarda rasûllerine bildirdiğini buradan haber vermektedir. Bu büyük kitablar; Musa'ya in­dirilmiş olan Tevrat, İsa'ya indirilmiş olan İncil ve Muhammed (s,a.) e indirilmiş olan Kur'an'dır.

Allah Teâlâ : «Kim Allah'tan daha çok ahdini yerine getirebilir?» buyurur ki O, asla va'dinden hulfetmez, dönmez. Nitekim başka âyet­lerde şöyle buyurmaktadır : «Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?)) (Nisa, 87, 122). Bu sebebledir ki burada da : «Öyleyse yaptığınız alış -verişe sevinin. En büyük kurtuluş işte budur.» buyurur. İşte bu ahdin gereğini yerine getiren, bu ahdine vefa gösterenler buna mukabil ka­zanmış oldukları büyük kurtuluş ve devamlı nimete sevinsinler.[77]

 

İzahı

 

Bilindiği gibi, Huneyn savaşında İslâm ordusunun sayısı' düşman ordusunun üç katıdır. Ancak İslâm ordusunun içinde ikibin adet Mek-ke'li olduğu gibi, küfrünü gizleyen intikam almak için mü'minlerin fır­satını kollayan, Hz. Peygamber (s.a.) i öldürmek isteyen münafıklar, îmânı zayıf kimseler, cihâd ederek hakkı yükseltmek için değil de sırf ganimet için savaşa katılmış olan bazı genç kimseler de bulunmaktadır.

İşte bu saydıklarımız ok yağmuru başlayınca gerisin geriye kaçtı­lar. İslâm ordusu paniğe kapıldı ve bu gibi durumlarda normal olarak meydana gelen durum meydana geldi; bunların dışında kalan İslâm askerleri korkudan değil de mecburiyetten dolayı geri çekildiler, dağıl­dılar. Bu olayda Allah (c.c.) in hikmeti müslümanlan eğitmek idi. Ra-sûlullah (s.a.) her zamanki gibi sebat etti. Kendisine yakın -olan ehl-i beyt'i ve kendisinden hiç ayrılmayan Ebubekir, Ömer ve İbn Mesûd (r.a.) gibi muhacirlerin ileri gelenleri de Hz. Peygamber (s.a.) le bera­ber kalıp sebat ettiler. îbn Mes'ûd (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.) ile be­raber sebat edenlerin seksen kişi olduğunu rivayet etmektedir. Bunla­rın sayısının daha az olduğunu söyleyenler, sâdece Rasûlullah'ın yakınında gördüğü kimseleri hesaba katmaktadırlar. Ancak bu demek de­ğildir ki, bunların dışında kalan tüm ordu korkuya kapılarak dağılmış ve yerini bildiği halde Rasûlullah (ş.a.) ı kasden terketnıişti. Gerçek şu ki; ordu, oklardan canını kurtarmak için kaçan yeni yetme müslüman-lar ve Mekke'lilere bakarak dağılmıştı. Binlerce kişiden oluşan bu in­sanların çoğu etrafındakiler gibi Hz. Peygamber (s.a.) in yerini bilmi-yordular. Hz. Abbâs (r.a.) m bağırması üzerine Rasûlullah (s.a.) in bulunduğu yeri öğrenen müslümanlar, özellikle Ansâr dönüp toparlan­makta gecikmemişlerdir. Bunlar, hadîsçi ve tarihçilerin rivayet ettikleri haberlerdir.

Râfızîler ise âdetleri üzere bu konuda bütün sahabeyi suçlamak­tadırlar. Bunlara göre; bütün ashâb korkuya kapılmış, Allah'a karşı gelmiş, Rasûlullah'ı ölüme terk ederek kaçmışlardır. Bunun içindir ki Enfâl sûresinde geçen ilâhî tehdide ve gazaba müstahak olmuşlardır. Ancak sayıları onu geçmeyen bir grup Hz. Ali (r.a.) ye uyarak Rasû­lullah (s.a.) ile beraber sebat etmişti. Hz. Peygamberle beraber kendi­liğinden sebat eden tek insan Hz. Ali'dir. Eğer o olmasaydı o gün Ra­sûlullah (s.a.) öldürülecek ve İslâm dini de yeryüzünden silinecekti.

Bu sûrenin beş ve altıncı âyetlerini açıklarken bazı çağdaş Şîa ule­mâsının yazmış olduğu bir kitabtan bahsettik. Yine orada bu zevatın, hicretin dokuzuncu senesinde bu sûrenin ilk âyetlerini okumak için Hz. Ali (r.a.) nin gönderilmesini fazla abarttıklarını, buna mukabil Hz. Ebubekir (r.a.) in hacc başkanlığına getirilmesini küçümsediklerini zik­retmiş ve bu konudaki şüpheleri dağıtmıştık.

Mezkûr kitabın müellifi Hz. Ali (r.a.) nin Rasûlullah (s,a.) ile bir^ likte sebat etmesini ise ondan daha fazla abartmış öte yandan diğer sahabeyi çirkin şekilde tahkir etmiştir. Bu zâtın iddiasına göre; o gün Hz. Ömer (r.a.) de kaçanlar arasındaymış ve onunla birlikte bütün müslümanlar kaçmışlar. Yalnız Hz. Ali (r.a.) ve diğer üç kişi (bir riva­yete göre dokuz kişi) onunla birlikte kaçmamışlar.

Burada şunu hemen ifâde edelim ki; bu zâtın Hz. Ömer (r.a.) hak­kında ileri sürdüğü iddia hiç bir muhaddis ve siyer müellifince doğru bulunmamıştır. Müellif Buhârî'nin Katâde (r.a.) den rivayet ettiği ha­dîse dayanmaya çalışmaktadır. Buna göre Müslümanların dağıldığı ve Hz. Ömer'in de aralarında olduğu anlatılıyor. Katâde sözün burasında şöyle devam ediyor : Bir de baktım, Ömer (r.a.) de insanların içinde. Bunlara ne olmuş, ya Ömer? dedim. Ömer, Allah'ın takdiri, dedi. Son­ra insanlar, Hz. Peygamber (s.a.) in bulunduğu yere döndüler. Müellif böyle naklediyor. Biz, onun iddiasında yer alan cehalet ve iftirayı açık­lama durumundayız, çünkü o, kendine göre âyeti tefsir etmek istemektedir. Onun durumunu açıklayalım ki, kitabına rastlayanlar yanlış bilgi edinmekten kurtulabilsinler.

Hadîsi tümüyle almayan bu râfızî âlimi sâdece Ebu Katâde (r.a.) nin : !Bir de baktım, Ömer topluluk içindeydi, sözüne nazarını teksif et­mektedir. Çünkü, şayet Ömer {r.a.) in sebat edenler arasında bulun­duğu bilinmese, Ebu Katâde'nin sözü müsâid olduğu için onu «kaçan insanlar» içinde diye tefsir etmek istiyor, denebilir. Bu ihtimâle binâen olmalıdır ki Kastalânî, bu sözü Hz. Ömer (r.a.) in kaçmayanlar arasın­da olduğu tarzında yorumlamıştır. Hz. Ömer (r.a.) nasıl savaştan kaçan bir korkak olabilir? O, Rasûlullah (s.a.) in İslâm'ı kendisiyle güçlendir­mesi için Allah (c.c.) a dua ettiği ve Allah'ın da kabul buyurduğu zâttır. Hattâ İbn Mes'ûd (r.a.), Ömer (r.a.) müslüman oluncaya kadar, Al­lah (c.c.) a alenen ibâdet edilmediğini bildirmektedir.

Aynı Râfızî bütün sahabeye, hattâ «Bî'at'ür-Rıdvân» ehline de if­tira etmektedir. O ashâb ki, Allah (c.c.) onları Kur'an'da övmüş ken­dilerinden razı olduğuna ye'mîn etmiştir. «Andolsun ki, o ağacın altında sana bîat ederlerken Allah, mü'minlerden razı olmuştur. Kalblerinde olanı bilmiş, onlara güven indirmiş ve onlan pek yakın bir fetihle mü­kafatlandırmıştır. Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunan­lar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralannda merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rızâ isterler. Yüzlerinde secde izinden nişanlan vardır. Bu, onların Tevrat'taki vasıf­larıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir : Onlar filizini yarıp çıkarmış git­tikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları ço­ğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah, inanıp sâlih amel işleyenlere mağfiret ve büyük mükâfat va'detmiştir.»

'Bu ve benzeri Râfızî kitapları Râfızîlerin sahabeye kâfirlerden da­ha çok kızdıklarını göstermektedir. Çünkü Râfızî olan müellif; tüm sa­habenin Mekke'li müellefe-i kulûb'un peşinden giderek savag alanından kaçtıklarını iddia etmektedir. Rasûlullah (s.a.) m yanında üç kişinin dışında kimse kalmadı diyor. Bunlar: a) Ali (r.a.); Hz. Peygamber (s.a.) in Önünde kılıç sallıyordu, b) Abbâs (r.a.); Hz. Peygamber (s.a.)in devesinin yularını tutuyordu, c) Ebu Süfyân İbn Haris İbn Abdülmut-talib (r.a.); Hz. Peygamber (s.a.) in devesinin üzengisini tutmaktaydı. Bu üçüncü şahıs hakkında ihtilâf vardır. Bu zâtın Rasûlullah'ın sol yanında bulunmakta olan İbn Mesûd (r.a.) olduğunu söyleyenler de vardır. Öte yandan orda Benu Hâşim'den dokuz kişinin sebat ettiği de rivayet edilmiştir.

Müellif,   «Sonra  Allah;  Rasûlü ile  mü'minler  üzerine sekînetini (sükûnet sağlayan emniyyetini) indirdi.» mealindeki âyetin, bu savaşta Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte sebat eden mü'minler hakkında nazil olduğunu iddia etmektedir. Buna şu sorularla cevab verilir : O halde âyet niçin birbirini ta'kîb mânâsını ifâde eden ( ^ ) ile bir öncesine bağlanmıştır? Sekînetin inmesi Bî'at-i Rıdvan ehli Ansâr ve Muhacir­lerin savaş alanına dönmesini gerektirmez mi? Ya da onların dönmesi üzerine bu sükûnetin doğması îcâb etmez mi? Müellefe-i kulübün savaş alanından kaçması sonucu kapıldıkları panik ortadan kalktıktan sonra geri dönmemişler midir? Meydana gelen panik ve keşmekeş Rasûlultah (s.a.) in ve Abbâs (r.a.) in çağırması ve kendisinin bulunduğu mahalli bilmelerinden sonra Yüce Allah'ın üzerlerine sekînet indirmesiyle da­ğılmamış mıdır?

Doğrusu şudur ki: Bu âyette sekînetin savaş alanından kaçmaktan sonra olduğuna delâlet eden ( ^ ) edatının kullanılması, sekînetin zıddı olan panik müellefe-i kulûb'un dağılması ile olmuştur. Ve büyük kalabalığın dağılması ile de umûmî bir hal almıştır. Bu gibi hallerde bu, tabîî bir durumdur. Sebebi ve başlangıcı farklı olsa da neticesi aynı olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) ise müslümanların bu durumuna üzül­müş, zihnî sıkıntıya düşmüştür. Bundan sonra Yüce Allah'ın mü'min-leri imtihan etmekteki hikmeti tamamlanınca peygamberine sükûne­tini indirmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.^ amcası Abbâs (r.a.) a Muhacir ve Ansan geri çağırmasını .emretmiştir. Abbâs (r.a.) m onları çağırması ile Allah (c.c.) onların üzerine sekînet indirmiş, onlar da Allah ve Rasûlüne icabet etmişlerdir.

Olayı istediği biçimde aktaran ve birtakım bâtıl yorumlarla karış­tıran bu Rafızî, savaş hakkında nazil olan iki âyeti tahrîf etmeye yel­tenmiş, bu âyetlerin RasûluUah (s.a.) ile beraber sebat eden ve kendi iddiasına göre, üç veya bir kişinin dışında kalanları kınamak için indi­rildiğini iddia etmiş, sahabeyi küfrü gerektiren bir yerme ile yermiştir. Sözün burasında müellif şöyle diyor :

«Nerede kaldı sizin Allah (c.c.) a verdiğiniz söz? Rıdvan bî'atı günü bırakıp kaçmayacağına dâir ettiğiniz yemin? Şunu bilesiniz ki; kaçan cehennemdedir, öldürülen ise şehîd olmuştur. Allah (c.c.) a vermiş ol­duğunuz söze uymadınız. Yüce Allah «Allah mü'minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolun­da savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu) Allah üzerine hak bir vaaddır.» buyurmuştur. Sözünüzü mü bozdunuz, yoksa bî'atı mı? Ki, savaşa bakmadan, orduya aldırmadan sırtınızı dönüp kaçıyorsunuz? Kim bunu yaparsa Allah'ın gazabına uğrar.» Müellif Huneyn savaşı ile ilgili âyeti tefsir ederken Allah (c.c.) in kelâmını böyle tahrîf ediyor. O âyet ki, Yüce Allah'ın mü'minlere olan lutfunu, savaşın başında meydana gelen panik ve dağılmadan sonra kendilerine yapmış olduğu yar­dımım hatırlatmaktan başka bir şey değildir. Bu zâtın bundan mak­sadı, Kur*an'da geçen sahabe ile ilgili övgüleri yoketmek, onları Allah katında mahlûkâtın kötülerinden saymak, onlar hakkında Allah (c.c.) in rızâsını gazaba, cennet va'dini cehennem tehdidine çevirmek iste­mektir.

Bu Rafızî'nin şu bi'at âyetini nasıl eksik bıraktığını görüyorsunuz değil mi? Çünkü âyetin devamı, onun görüşünün karşısında ve yoru­munu bozan bir delil durumundadır. Allah Teâlâ burada şöyle buyuru­yor : «O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin işte bu (gerçekten) büyük kurtuluştur;» Şayet Yüce Allah onların ver­dikleri sözü bozacaklarını veya bu bî'atı feshettiklerini bilseydi, onlara sevinmeyi emretmez, başka bir şeyi değil de sâdece bu işi büyük bir kurtuluş diye ifâde buyurmazdı. Müellif «Yoksa bî'atı fesih mi ettiniz?» sözüyle Ansârın Akabe bî'atında kendi mal ve canlarını korudukları gibi Hz. Peygamberin de mal ve canını koruyacaklarına dâir Rasûlul-lah (s.a.) a verdikleri söze işaret etmektedir. İşin garibi, Allah (c.c.) ve Rasûlü (s.a.) sahabenin (r.a.) verdiği sözü yerine getirdiğine şâhid-lik ederlerken, bu Rafızî hıyanet ettiklerini, kasıdh olduklarım ve bî'atı feshettiklerini iddia etmektedir.

Müellif bundan sonra sözü tekrar Hz. Ömer (r.a.) in savaştan kaç­tığı iddiasına getiriyor. O Ömer (r.a.) ki, Allah (c.c.) kendisiyle İslâm'a kuvvet kazandırmış, onun görüşüne uyan âyet indirmiştir. O Ömer (r.a.) ki, Hz. Peygamber (s.a.) den sonra Kur'an'ı yeryüzüne en çok yayan kimsedir.

Bütün sahabeye iftira eden bu kişi sonra şöyle devam ediyor : Müs­lümanların halini, düştükleri badireyi, Yüce Allah'ın kendilerini kına­masını ve o cesur asker, üstün insanla Hz. Ali (r.a.) ile sahabenin ileri gelenlerine, Ansâr ve Muhacirinin büyüklerine ve kendilerine îmâ ve işaret olunan kimselere karşı nasıl övündüğünü düşünecek olursan, o zaman Hz. Ali (r.a.) nin büyüklüğünü, Allah (c.c.) ve Rasûlü (s.a.) ka­tındaki derecesini din ve devlet uğruna ne denli mücâdele yaptığını an­larsın. Müellif, bunlardan başka bütün mü'minlere hakaret mânâsında bir sürü şairane lâflar ediyor. İşi iyice azdırarak Zübeyr, Talha, Sa'd İbn Ebu Vakkâs gibi Peygamber (s.a.) tarafından cennetle müjdelenmiş kimseleri; Allah ve Rasûlünün kılıcı, Şâm ve Irak fâtihi, İslâm san­caktan Hâlid îbn Velîd'i, Ebu Dücâne, Sa'd İbn Ubâde, Haris İbn Sum-me ve Ebu Eyyûb gibi İslâm kahramanlarını, isimlerini vererek suçlu­yor. Sonra Hz. Ali (r.a.) yi; nasıl da o dağınıklığa karşı koydu, onun uzaydan daha geniş olan göğsü ve kaderden daha geçerli olan kalbi ile ters çevirmeyi başardı, diyerek bu paniğin, sahabenin kalblerini boz­duğu, darmadağınık ettiği yalanını söylemek durumunda kalıyor. Ve yemin ederek; o, Hz. Peygamber (s.a.) in ashabı (r.a.) arasından bu ola­yın mükâfatı ile ayrıcalık kazanıyor, onun şerefiyle üstünlük elde edi­yor, onun şerefiyle doluyor, diyor. İftira edip diğer ashaba hakaret yağ­dırdığı ve Allah adına yalan söylediği takdirde ancak aşırılığının ta­mamlanacağını sanıyor.

Sonra bu sözleri —diğer sahabeye hakaret ettiği gibi— Rasûrullah1-la (s.a.) beraber sebat eden dokuz kişilik Hâşimî topluluğuna, hakaret etmek için söylemediğini, onlara sâdece neseblerinden ötürü hakaret etmediğini, yoksa bunların da bir cesaret ve üstünlüğü olmadığını —oysa bu da bir hakarettir— söyleyerek şöyle devam ediyor : «Kendi­sinden başka hak ilâh olmayan Allah'a yemîn ederim ki; bunlar ancak Ali (r.a.) sebat ettiği için sebat etmişler, onun savunmasından dolayı tutunabilmişlerdir. Çünkü Hz. Ali (r.a.) nin onları korumak ve savun­mak için yeterli olacağını biliyorlardı. Çünkü tarihi inceleyen, azıcık okuyan bir kimse Hâşimîlerden olan bu şahısların daha önce kahra­manlıkları olmadığını bilir. Tarih bunlann o güne kadar hiç bir kimseyi öldürdüklerini yazmamıştır.»

«Allah aşkına bana söyleyiniz. Cesaret ve metanetini bildikleri Hz. Ali (r.a.) şu dokuz kişinin içinde bulunmasaydı onların herhangi biri sebat eder miydi? Vallahi hayır!.. O zaman kıyamet kopar, Rasûlullah (s.a.) öldürülür, din ve devlet giderdi. Bu ümmetin kurtuluşunu mü-teâkib yok olması, yaşarken yıkılması demektir. İşte Hz, Ali (r.a.) nin Rasûlullah (s.a.) ı koruması, onunla beraber yüzü (?) aşmayan savaş­çının sebat etmesi Hz. Peygamber (s.a.) in yaşamasına, din ve devle­tin bakâsına halkın yok olmaktan kurtulmasına sebeb olmuştur.»

Müellif, bu şairane hayâllerden, râfızîce iftiralardan sonra halifelik konusunda din, devlet ve devlet başkanlığı İşlerine Allah (c.c.) in ken­disine işaret buyurduğu zâttan başkalarını seçtiklerinden dolayı üm­meti suçlamaya yöneliyor.

Bundan sonra da Buhârî, Müslim ve benzeri sahih hadîs kitabı sa­hiplerini suçlamaya geçiyor. Çünkü bu zâtlar, bu konuda kendisinin ve emsalinin yaptığı gibi Allah (c.c.) a Rasûlüne (s.a.) Ansâr ve Mu­hacirine iftira etmemektedirler. Buhârî ve Müslim'i suçlarken bu konu­da şöyle diyor : «Buhârî ve Müslim'e şaşıyorum. Bu çok önemli mese­lede Ali (r.a.) yi nasıl sözkonusu etmiyorlar? Oysa Kur'an bu olayda onu zikrediyor.» Biz, el-Menâr mecmuasında onun Buhârî ve Müslim'e iftiralarını cevablandırmıştık. Burada ise Allah (c.c.) in kitabını savu-malım ve ona yaptığı iftirayı cevablandırmaya çalışalım.

Cenâb-ı Allah Kur'an'da ne lâfzan ve ne de zımnen Hz. Ali'nin Hu-neyn'de mü'minleri kurtardığını ifâde buyurmamıştır. Yüce Allah nıü'-minleri kendisinin kurtardığını şöyle ifade etmektedir ; «Allah size çok yerde ve Huneyn'de yardım etti.» ve «sonra Allah sekînetini Rasûlü-nün ve mü'minlerin üzerine indirdi». Ne Hz. Ali'nin ve ne de —şiîlerin onlardan başka kimsenin Rasûlullah (s.a.) m yanında sebat etmedi­ğini iddia ettikleri— üç veya dokuz kişinin üzerine indirdiğini söyle­memektedir. Hz. Peygamber (s.a.) Ie beraber adlan bilinen 80 kişinin daha orada sebat ettiğini söyledik. Bu rivayetler, bu 80 kişiden başka kimsenin orada sebat etmediğini de gerektirmez. Yüce Allah Kur'an'ın-da «Sizin görmediğiniz ordular (melekler) gönderdi de (onlarla) kâfir­lere azâb etti», buyurmaktadır. Görülüyor ki, Allah Teâlâ burada kâfir­lere Hz. Ali (r.a.) nin azâb ettiğini, onları bozguna uğrattığını söyle­memiştir. Bunu ne bir muhaddis, ne de bir siyer bilgini söylememiştir.

Eğer müellif «bu zâtlar oldum olası Hz. Ali (r.a.) nin meziyetlerini saklarlardı onun için böyle bir şeyden bahsetmiyorlar» gibi bir iddiada bulunursa; buna şöyle cevab veririz : Muhaddisler ve siyer âlimleri Hz. Ali (r.a.) nin meziyetlerini anlattıkları kadar hiç bir sahabenin mezi­yetlerini anlatmamışlardır. Buhârî ve Müslim Hz. Peygamberin sebat ettiğini bildirip te Hz. Ali'den bahsetmemişlerse; bu olayda Ebubekir ve Ömer (r.a.) i de zikretmemişlerdir. Buhârî ve Müslim bilinen şart­larına uyduğu için Abbâs ve Ebu Süfyân İbn Haris (r.a.) i özellikle zikretmişlerdir. Müellif Buhâri'den muallak bir rivayet naklederek bu rivayetin Ömer (r.a.) in savaştan kaçanlar arasında olduğunu göster­diğini, bu zâtın Muâviye hakkında hiç bir şey rivayet etmediğini, oysa Ali (r.a.) hakkında birçok hadîse yer verdiğini de iddia etmektedir.

Eğer Buhârî ve Müslim güvenilirliğinden emîn olamadıkları bazı râfızîlerin rivayetini kabul etmemişlerse bundan dolayı niçin kınan­sınlar? Biz görüyoruz ki; bu zât gibi müellifler.aşırılıklarından dolayı, sahabeye iftira ve onları haksız yere yerme maksadıyla Allah (c.c.) a ve Rasûlüne (s.a.) iftira edebilmekte, Allah (c.c.) in âyetlerini tahrife, cür'et edebilmektedirler.

Şunu ifâde edelim ki, Buhârî ve Müslim'in bu dürüstlüklerinde şa­şılacak hiç bir şey yoktur. Asıl şaşılacak olan Rafızî'nin halidir : Ol­mayan bir şeyi, hattâ aksi olan bir şeyi Allah (c.c.) in kitabına isnâd ederken, Huncyn savaşında Hz. Peygamber (s.a.) le beraber Ali (r.a.) ve onunla beraber cesaret, îmân ve Rasûlullah (s.a.) in hayatına önem verdiklerinden dolayı değil de, onun sebatına dayanarak üç veya dokuz kişiden başka kimsenin sebat etmediğine yemîn ederken nasıl oluyor da utanmıyor?

Bundan başka, «O olmasaydı Rasûlullah (s.a.) ölecek, din ve devlet yok olacaktı» gibi iddialarda bulunurken; Allah (c.c.) tan ve Hz. Ali (r.a.) nin bütün meziyetlerini kendisinden aldığı Rasûlullah (s.a.) tan nasıl utanmıyor? Utanmıyor da Rasûlullah (s.a.) la beraber tek başına onun sebat ettiği tarzında iftira ederek Rasûlullah (s.a.) ı, dini ve bü­tün halkı ona borçlu kılıyor. İddia ettiği olayın bir an için gerçek ol­duğunu kabul etsek bile; bu, bahsettiğimiz borçluluğu gerektirmez. Çünkü, zâten Muhacir ve Ansâr'm savaş alanına dönmesi ve nihayet onları savaş alanında desteklemek için meleklerin inmesiyle Rasûlul­lah (s.a.) ve beraberindekilere önce Allah'ın lutfu, sonra desteği, mü­yesser olmuştur.

Bu zât Yüce Allah'ın «Ey Rasûl, Rabbından sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.» âyetine inanmıyor olmalı ki, Rasûlul­lah  (s.a.)  in öldürülmesinden söz ediyor?

Bilmiyor mu ki, Hz. Ali (r.a.) yanında bulunmadığı halde Rasû­lullah (s.a.) nice insanlar ve topluluklar tarafından öldürülmek istenmiş ve Allah (c.c.) kendisini onlardan korumuştur?

Bu zât, Allah (c.c.) m Kur'an ve hadîste Peygamberini muzaffer kılacağı ve dinini bütün dinlerden üstün yapacağına dâir va'dini, düş­manlarını ise perişan edeceğini de mi bilmiyor? Rasûlullah, (s.a.) He­vâzin kabilesinin Huneyn'de savaşmak için toplamış olduğu şeylerin müslümanlara ganimet olacağını biliyordu. Buna rağmen müellif «Ali (r.a.) olmasaydı Hz. Peygamber (s.a.) öldürülür, İslâm devleti yıkılır, ümmet helak olurdu.» sözünü nasıl .sarfedebiliyor? Hevâzin kabilesi, diğer araplann yapamadığı bir şeyi yapmaya kadir miydi? Öte yandan müslünıanlar her bakımdan onlardan daha güçlü değiller miydi? Bütün bunlardan başka Allah (c.c.) in yardımı onlara tahsis edilmemiş miydi?

Müslümanları Rafızîliğe döndürmek için muhaddislere ve sahabe­ye hakaret etmek olur şey mi?

Sağlam akıl, bağımsız fikir sahibi ve İslâm tarihinden haberi olan herkes kesinlikle bilmektedir ki; Rasûlullah (s.a.) in ashabı (r.a.) kor­kak değil, aksine insanların en cesuru idiler. Yüce Allah Peygam­ber (s.a.) ini yardımı ve ashabı ile desteklemişti. Sâdece Hz. Ali (r.a.) ile değil. Nitekim Cenâb-ı Allah «O, seni yardımıyla ve mü'minlerle des­tekleyendir.» buyurmuştur. Şunu da bilmek gerekir ki; Bedir savaşın­da Rasûlullah (s.a.) ile beraber bulunanlar da sayıca az, yaya ve aç kimselerdiler. Bununla beraber, Allah (c.c.) onları kendilerinin üç katı olan Kureyş ordusuna ve ileri gelenlerine karşı muzaffer kılmıştır. İşte bu mü'minler, sayı bakımından Bedir'in şartlarının tamamen aksi olan bu savaşta Hevâzin kabilesi ile savaşmaktan korkacak değillerdi.

Ancak Allah Teâlâ onları imtihan etti. Bu imtihanın sebebini daha ön­ce söylemiş bulunuyoruz. Ki Yüce Allah, kendisine, inayetine, Rasûlü-ne (s.a.), onu yardımıyla destekleyeceğine îmânlarının artmasını, sâ­dece sayı bakımından çoğunlukta olmalarına aldanmamalarını istiyor­du.

Biri çıkıp ta kendisini aşırılık kuşatan, aklını taassub alan bu Şiî'nin yeminine zıt bir yemîn etse ve dese ki: Allah (c.c.) a yemîn ederim ki, Hz. Peygamber (s.a.) i peygamberlerin (a.s.) sonuncusu, dinin ta­mamlayıcısı, âlemlere rahmet olarak gönderen Allah (c.c), onu kâfir­lere karşı muzaffer kılmaya, baskıncıların baskınına karşı korumaya Hz. Ali (r.a.) veya bir başkasının yardımıyla değil, sırf kendi lutfuyla kendisi üstlenmiştir. Eğer Allah (c.c.) )Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.) i ya­ratmamış veya Hz. Ali (r.a.) Huneyn savaşında Rasûlullah (s.a) in or­dusunda bulunmamış olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) öldürülmeyeceği gibi, din de yeryüzünden silinmeyecek, ümmet yok olmayacaktı. Allah (c.c.) da Peygamberine vermiş olduğu zafer sözünü yerine getirecekti. Evet şimdi, sahabenin tümünü sevmekte olan bir Sünnî Allah (c.c.) in kitabına, Rasûlullah (s.a.) in sünnetine, doğru tarihe uygun olan bu yemîni etse, bu yemîn Allah (c.c), Rasûlü (s.a.) ve Hz. Ali (r.a.) nez-dinde, şu Şiî'nin cehaletle ve bütün zikrolunanlara uymayan taassubu ile yapmış olduğu yeminden daha doğru ve daha güzel olurdu. «Al­lah'ın yoldan sapıttırdığı bir kimse için artık hiç bir yol gösterici ola­maz.»[78]

 

112 — Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû' edenler, secde edenler, ma'rûfu em­redenler, münkeri nehyedenler, Allah'ın hududunu koru­yanlardır. Mü'minleri müjdele.

 

Bu güzel sıfatlar ve güzel huylar; mukabilinde Allah'ın canlarını ve mallarını satın almış olduğu mü'minlerin sıfatlandır. Onlar; Bütün günâhlardan «tevbe edenler», kötülükleri terkaderler, ibâdet ederler, Rablarının emirlerini yerine getirirler, ve ona ibâdete devam ederler.

Onların söz ve fiilleri bunlardır. Sözle yapılan amellerin en özeli hamdet-mektir. Bu sebepledir ki: «Hamd edenler...» buyurmuştur. Amellerin en faziletlisi ise oruçtur. Oruç; yemek, içmek ve cima' gibi lezzetleri terketmektir. Burada seyahat ile kasdedilen işte budur. Bu sebepledir ki: «Seyahat edenler.» buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) in hanım­ları da : (Tahrîm, 5) âyetinde bununla nitelenmişlerdir. Yani

onlar, oruç tutanlardır. Aynı şekilde «rükû' ve secde edenler.» buyur­muştur. Bunlarla birlikte onlar, Allah'ın yaratıklarına fayda verirler. Ma'rûfu emretmek, münkerden nehyetmek suretiyle Allah'a itâata on­ları irşâd ederler. Zîrâ onlar, neyin yapılması gerektiğini, neyin de terke-dilmesi gerektiğini bilirler. O, helâl kılma ve haram kılmasında Allah'ın hükümlerinin hududunu muhafaza etmektir. Bu muhafaza hem ilim, hem de amel bakımından olacaktır. Onlar, hem Allah'a ibadet eder ve hem de yaratıklarına nasihat ederler. Bu sebepledir ki: «Mü'minleri müjdele.» buyurmuştur. Zîrâ îmân, bütün bunları içine almaktadır. İşte bu sıfatlarla nitelenmiş olanlara ne mutlu.

Süfyân es-Sevrî'nin Âsim kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd'dan ri­vayetine göre o : «Seyahat edenler, oruç tutanlardır.» demiştir. Aynı görüş Saîd İbn Cübeyr ve Avfî tarafından İbn Abbâs'tan da rivayet edilmiştir. Yine İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha der ki: «Allah Teâlâ'nm Kur'an'da zikretmiş olduğu her seyahat; oruç tutan­lardır.» Dahhâk —Allah ona rahmet eylesin— de böyle söylemiştir. İbn Cerîr der ki: Bize Ahmed İbn İshâk'ın... Âişe (R. Anhâ) dan rivayetine göre o : Bu ümmetin seyahati oruçtur, demiştir. Burada seyahat eden­lerden maksadın, oruç tutanlar olduğu Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Atâ, Ebu Abdurrahmân es-Sülemî, Dahhâk İbn Müzâhim, Süfyân İbn Uyey-ne ve başkalarınca da söylenmiştir. Hasan el-Basrî ise : Seyahat eden­ler; Ramazân ayında oruçlu olanlardır, demiştir. Ebu Amr el-Abdî de : Seyahat edenler; mü'minlerden oruca devam edenlerdir, demiştir. Bu sözün bir benzeri, merfû' bir hadîste de vârid olmuştur. Şöyle ki: îbn Cerîr'in Muhammed İbn Abdullah kanalıyla... Ebu Hüreyre'den riva­yetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) : Seyahat edenler; işte onlar, oruçlu olanlardır, buyurmuştur. Bu hadîsin mevkuf olarak rivayeti daha sıh­hatlidir. Yine İbn Cerîr der ki: Bana Yûnus'un... Ubeyd İbn Ünıeyr'-den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Hz. Peygamber (s.a.) e seyahat edenler soruldu da : Onlar, oruçlu olanlardır, buyurdu. Bu da ceyyid bir mürseldir.

Bunlar, görüşlerin en sıhhatli ve en meşhur olanlarıdır. Ancak se­yahatin cihâd olduğuna delâlet eden haberler de vârid olmuştur. Şöyle ki: Ebu Davud'un Sünen'inde Ebu Ümâme'den rivayet ettiği bir hadise göre bir adam : Ey Allah'ın elçisi, bana seyahat için izin ver, de­mişti. Hz. Peygamber (s.a.) : Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihâd-cbr, buyurdu. İbn Mübârek'in İbn Lehîa'dan rivayetine göre; Umâre İbn Ğaziyye, ona şöyle haber vermiş : Allah Rasûlü (s.a.) nün yanın­da seyahat anılmıştı. Allah Rasûlü şöyle buyurdu : Allah Teâlâ bunun yerine bize Allah yolunda cihâd ve her bir yüksek yerde tekbîri ver­miştir. İkrime'den rivayet edildiğine göre o : Onlar, ilim öğrenenlerdir, (İlim peşinde koşanlardır.) demiştir. Abdurrahmân İbn Zeyd îbn Eşlem de : Onlar muhacirlerdir, demiştir. Her iki görüşü de İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

Burada seyâhattan maksad; sâdece yeryüzünde seyahat etmeyi ve çöllerde, mağaralarda, dağların tepelerinde yalnız kalmayı ibâdet sa­yanların anladığı mânâ değildir. Zîrâ bu, fitne ve dinde sarsıntılar ol­duğu günlerin dışında meşru' değildir. Buhârî'nin Sahîh'inde Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyur­muştur : Kişinin en hayırlı malı, peşine düşerek dağların tepelerine, yağmurların düştüğü yerlere gideceği ve böylece dinini fitnelerden ko­ruyacağı koyun olacaktır.

Avfî ve Ali îbn Ebu Talha'nın İbn Abbâs'tan rivayetlerine göre; o, «Allah'ın hududunu koruyanlardır.» âyeti hakkında: Allah'ın tâatı üzere kâim olanlardır, demiştir. Hasan el-Basrî de böyle söylemiştir. Ondan gelen rivayetlerden birinde ise o : Allah'ın farzlarını koruyan­lardır, demiştir. Başka bir rivayette ise : Allah'ın emri üzere şâhid ve kaim olanlardır, demiştir.[79]

 

Îzâhı

 

 

113  — Cehennem ashabı oldukları munakkak mey­dana çıktıktan sonra, akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek peygambere ve mü'minlere yaraşmaz.

114  — İbrahim'in babası için mağfiret dilemesi; sa­dece ona verdiği bir vaaddan dolayı idi. Ama onun Al­lah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca; ondan uzak­laştı. Muhakkak ki tbrâhîm, çok içli ve halim idi.

 

Müşrikler İçin Mağfiret Dilemek

 

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk'ın... İbn el-Müseyyeb'den, onun da babasından rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ebu Tâlib'in vefatı esnasında Hz. Peygamber (s.a.) onun yanına girdi. Ebu Cehil ve Abdullah İbn Ebu Ümeyye onun yalımdaydılar. Hz. Peygamber ; Ey amca, Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur de. Bu kelime ile ben Allah katında senin için bir delile sahip olayım, dedi. Ebu Cehil ve Abdullah İbn Ebu Ümeyye : Ey Ebu Tâlib, Abdülmutfcaüb'in dininden yüz mü çe­vireceksin? dediler. Onlar böyle söylemeye devam ettiler de sonunda onun konuştuğu son söz : Abdülmuttalib'in dini üzere, demek oldu. Hz. Peygamber (s.a.) : Sana mağfiret dilemekten men'olunmadiğim sürece senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim, buyurdu da : «Cehennem as­habı oldukları muhakkak meydana çıktıktan sonra akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek peygambere ve mü'minlere yaraşmaz.» âyeti ile : «Muhakkak ki sen, her sevdiğini hidâyete erdiremezsin...» (Kasas, 56) âyetleri nazil oldu. Hadîsi Buhârî ve Müslim tahrîc etmiş­lerdir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya İbn Âdem'in... Hz. Ali (r.a.) den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Müşrik olan ana babasına mağfiret dileyen birini işittim, müşrik oldukları halde kişi ana babasına mağfiret diler mi? dedim. İbrahim babasına mağfiret dilemedi mi? dedi. Bunu Hz. Peygamber (s.a.) e söyledim de : «Cehennem ashabı oldukları mu­hakkak meydana çıktıktan sonra akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek peygambere ve mü'minlere yaraşmaz... Ama öldü­ğünde onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı.» âyetleri nazil oldu. «Öldüğü zaman.» kısmını bilmiyorum, Süfyân mı, yoksa İsrail mi söyledi; yoksa hadîsin metni içinde midir? Ben de derim ki: Bu, Mücâhid'den rivayetle sabit olup, o : Öldüğü za­man, demiştir.

îmâm Ahmed der ki: Bize Hasan İbn Musa'nın... îbn Büreyde'den, onun da babasından rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Biz, Hz. Pey­gamber (s.a.) ile beraberdik. Bizi indirdi (konaklattı). Biz, onunla be­raber yaklaşık süvari bin kişi idik. İki rek'at namaz kıldı. Sonra yüzünü bize çevirdi. Gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ömer İbn Hattâb kal­kıp; babam anam sana feda olsun, dedikten sonra : Ey Allah'ın elçisi, sana ne oldu? diye sordu. Şöyle buyurdu : Ben Rabbımdan ümmetime mağfiret dileme hususunda istekte bulundum, bana izin vermedi. On­lara acımamdan dolayı gözlerim yaşardı. Ben size üç şeyi yasaklamış­tım : Sizi kabir ziyaretinden men'etmiştim, onları ziyaret ediniz. Zîrâ kabirleri ziyaret, size hayrı hatırlatır. Üç günden sonra kurbânların etlerini size yasaklamıştım; yeyiniz ve ondan dilediğinizi alıkoyunuz. Kablardan içmeyi size yasaklamıştım; hangi kabdan dilerseniz için, sar­hoşluk veren şeyi içmeyin.

İbn Cerîr'in Alkame îbn Mersed kanalıyla Süleyman İbn Büreyde'­den, onun da babasından rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'­ye geldiğinde, bir kabir kalıntısının yanma gidip oturdu. Ona hitâb et­meye başladı, sonra ağlayarak kalktı. Biz : Ey Allah'ın elçisi, senin yap­mış olduğun şey bizi şüphelendirdi, dedik. Şöyle buyurdu : Annemin kabrini ziyaret konusunda Rabbımdan izin istedim, bana izin verdi. Ona mağfiret dilemek için izin istedim, bana izin vermedi. Allah Rasû-lünün o günkünden daha çok ağladığı görülmemişti.

İbn Ebu Hatim Tefsîr'inde der ki: Bize babamın... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) bir gün kabristana çıktı. Biz de peşinden gittik. Geldi ve nihayet kabris­tanda bir kabrin yanında oturdu. Uzunca münâcâtta bulundu, sonra ağladı. Onun ağlaması ile biz de ağladık. Sonra Ömer İbn Hattâb kalkıp ona doğru gitti. Önce onu, sonra bizi çağırdı ve : Sizi ağlatan nedir? buyurdu. Biz : Senin ağlamana ağladık, dedik. Buyurdu ki: Yanında oturduğun kabir Âmine'nin kabridir. Rabbımdan onu ziyaret için izin istedim, bana izin verdi. Sonra râvî, hadîsi başka bir şekliyle rivayet eder. Sonra da buna yakın olarak İbn Mes'ûd hadîsini zikreder. Onda şu fazlalık vardır : Rabbımdan ona dua için izin istedim, izin vermedi. Bunun üzerine : «Akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek peygambere ve mü'minlere yaraşmaz.» âyeti indi. Beni bir çocuğun an­nesi için hissettiği üzüntü kapladı. Size kabir ziyaretini yasaklamıştım, kabirleri ziyaret ediniz. Zîrâ o, âhireti hatırlatır. Bu hadîsle aynı an­lamda diğer bir hadîs-i şerîf şöyledir : Taberânî der ki: Bize Muham-med İbn Ali el-Mervezî'nin... İbn Abbâs'-tan rivayetine göre; Allah Ra-sûlü (s.a.) Tebûk gazvesinden dönüp de umre yaptığında, Usfân yo­kuşuna indiğinde ashabına : Ben size dönünceye kadar yokuşa arkanızı verin, buyurdu. Gitti ve annesinin kabrinin yanında indi. Rabbına uzunca münâcâtta bulundu, sonra ağladı ve ağlaması arttı. Onlar da onun ağlamasına ağladılar ve : Allah peygamberinin burada ağlaması, ancak ümmeti hakkında onun güç yetiremeyeceği bir şey meydana gel-diğindendir, dediler. Onlar ağladığında Hz. Peygamber kalktı, onlara döndü ye : Sizi ağlatan nedir? buyurdu. Onlar : Ey Allah'ın Peygamberi, senin ağlamana ağladık ve : Herhalde ümmetin hakkında senin güç yetiremeyeceğin bir şey vuku buldu, dedik. Hayır, bir kısmı olmuştur. Fakat annemin kabrine indim, kıyamet günü ona şefaat etmeme izin vermesi için Allah'a dua ettim. Bana izin vermedi. Ona acıdım, zîrâ o benim annemdir ve ağladım. Sonra Cibril bana geldi ve : İbrahim'in ba­bası için mağfiret dilemesi, sâdece ona verdiği bir va'dden dolayı idi. Ama onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzak­laştı. Sen de annenden İbrahim'in babasından uzaklaştığı gibi uzaklaş,-dedi. Ona acıdım, zîrâ o benim annemdir. Rabbımdan, ümmetimden dört şeyi kaldırmasını diledim : Onlardan ikisi kaldırtfdı, ikisini kal­dırmayı ise kabul buyurmadı: Gökten taş yağdırılması, yeryüzünden boğulma, fırkalara ayrılmamaları ve bazısının hıncını bazısını tattırma­ması hususunda Rabbıma dua ettim. Allah onlardan; gökten taş yağ­masını ve yerden boğulmayı kaldırdı. Katil ve karışıklığı kaldırmayı ise kabul buyurmadı, Allah Rasûlü (burada) ancak annesinin kabrine yö­nelmiştir. Zîrâ o, bir kedâ ağacı (hurmaya benzer bir ağaç) altına def-nedilmişti ve Usfân onlarındı.

. Bu, garîb bir hadîs olup siyakı da garîbdir. Hatîb el-Bağdadî'nin «es-Sâbık ve'1-Lâhık» isimli eserinde meçhul bir sened ile Hz. Âişe'den rivayet etmiş olduğu şu hadîs münker olması hasebiyle çok daha ga-rîbdir : Bu hadîste anlatıldığına göre Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin an­nesini diriltmiş, o. îmân etmiş, sonra (tekrar eski haline) dönmüş. Sü-heylî'nin «er-Ravd» isimli eserinde içinde meçhul râvîlerin bulunduğu bir isnâd ile rivayet etmiş olduğu şu hadîs de aynı şekilde münker ve son derece garîbdir : Muhakkak ki Allah Teâlâ babasını ve anasını Hz. Peygamber için diriltmiş ve her ikisi de ona îmân etmiş. Hafız (Ömer İbn Hasan) îbn Dihye der ki: Bu, Kur'an'ın ve iemâ'ın reddettiği uy­durma bir hadîstir. Allah Teâlâ : «Kâfir olarak ölenlerin tevbesi kabul değildir.» (Nisa, 18) buyurmuştur. Ebu Abdullah el-Kurtubî : Bu ha­dîsin muktezâsı... der ve îbn Dihye'ye cevab verir. Onun bu istidlalinin Özeti şudur : Muhakkak ki bu, yeni bir hayattır. Nitekim batışından sonra güneş dönmüş ve Hz. Ali ikindiyi kılmıştır. Tahâvî der ki: Bu. yani güneş hadîsi sabittir. Kurtubî der ki: O ikisinin (Hz. Peygamberin anne ve babasının) diriltilmeleri aklen ve şer'an muhal değildir. Ben işittim ki Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin amcası Ebu Tâlib'i diriltmiş ve o kendisine îmân etmiştir. Ben de derim ki: Bütün bunlar, hadîsin sahih olmasına bağlıdır. Şayet hadîs sahîh ise elbette bunlara bir mâni yoktur. En doğrusunu Allah bilir.

İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî, «Akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek peygambere ve müşriklere yaraşmaz.» âyeti hakkın-da der ki: Allah Rasûlü (s.a.) annesine mağfiret dilemek istedi de Allah Teâlâ onu bundan men'etti. Muhakkak ki Allah'ın Halîli İbrâ-hîm, babası için mağfiret dilemiştir, dedi de Allah Teâlâ : «İbrahim'in babası için mağfiret dilemesi; sâdece ona verdiği bir vaaddan dolayı idi.» âyetini indirdi. Yine bu âyet hakkında İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha der ki: Onlar bu âyet nazil oluncaya kadar onlara (akraba­ları olan müşriklere) mağfiret dilerlerdi. Bu âyet nazil olunca, ölüleri için mağfiret dilemekten men'olunmadılar. Sonra Allah Teâlâ : «İbra­him'in babası için mağfiret dilemesi...» âyetini indirdi.

Bu âyet hakkında Katâde der ki: Bize anlatıldığına göre, Hz. Pey­gamber (s.a.) in ashabından bazıları: Ey Allah'ın peygamberi, mu­hakkak ki bizim babalarımızdan komşuluğu güzel olan, akrabalarına gelip giden, esirleri kurtaran, zimmetlerine vefa gösterenleri vardır. Onlar için mağfiret dilemeyelim mi? dediler. Hz. Peygamber (s.a.) : Evet, Allah'a yemîn olsun ki, ben de İbrahim'in babası için mağfiret dilediği gibi babama mağfiret diliyorum, buyurdu da Allah Teâlâ : «Ce­hennem ashabı oldukları muhakkak meydana çıktıktan sonra akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek peygambere ve mü'minlere yaraşmaz.» âyetini indirdi. Sonra Allah Teâlâ, İbrahim'i ma'zûr göre­rek : «İbrahim'in babası için mağfiret dilemesi, sâdece ona verdiği bir va'dden dolayı idi. Ama onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı.» buyurmuştur. Râvî der ki: Bize anlatıldığına göre, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bana öyle kelimeler vahyolundu ki onlar kulağıma girdi, kalbime yerleşti: Müşrik olarak ölen kimseye mağfiret dilememekle emrolundum. Kim, malının fazla­sını verirse; bu onun için en hayırlı olandır. Kim de tutar (vermez ise) bu onun için en kötü olandır. Allah Teâlâ (hiç kimseyi) yalnızca ken­dine yetecek kadar malı olduğundan dolayı infâk etmeyenleri kına­maz.

Sevrî'nin Şeybânî'den, onun da Saîd İbn Cübeyr'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir ; Yahûdî birisi Ölmüştü. Onun müslüman bir oğlu vardı. Müslüman olan oğlu onunla beraber (onun cenazesine) çıkmadı. Bu, İbn Abbâs'a anlatıldığında şöyle dedi: Onunla beraber yürümesi ve onu defnetmesi gerekirdi. Hayatta olduğu sürece de onun salâhı için, duâ etmeliydi. Öldüğünde ise onu kendi haline bırakmalıydı. Sonra şöyle dedi: İbrahim'in babası için mağfiret dilemesi, sâdece ona verdiği bir va'dden dolayı idi. Ama onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Ona duâ etmedi.

Bunun sıhhatine Ebu Dâvûd ve başkalarının Ali İbn Ebu Tâlib'den rivayet etmiş oldukları şu hadis şehâdet etmektedir : Bu hadîste Ali İbn Ebu Tâlib der ki: Ebu Tâlib öldüğünde : Ey Allah'ın elçisi, senin ihtiyar, dalâlette olan amcan ölmüştür, dedim. Buyurdu ki: Git ve onu defnet. Bana (geri) gelinceye kadar hiç bir şey konuşma. Ve râvî hadî­sin tamâmını zikretti. Rivayete göre; amcası Ebu Tâlib'in cenazesi ile karşılaştığında Allah Rasûlü (s.a.) : Ey amca, muhakkak sana akra­balığı yerine getirdim, buyurmuştu.

Atâ îbn Ebu Rebâh der ki: Zinadan hâmile kalmış bir Habeş'li ka­dın dahi olsa kıble ehlinden bir kimse üzerine duayı elbette bırakacak değilim. Zîrâ ben; müşrikler dışında Allah'ın duayı men'ettiğini asla işitmiş değilim. Allah Teâlâ : «Müşrikler için mağfiret dilemek peygam­bere ve rnü'nünlere yaraşmaz.» buyurmuştur.

îbn Cerir'in îbn Vekî' kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetine gö­re; o, şöyle dermiş : Ebu Hüreyre ve annesi için mağfiret dileyene Allah rahmet eylesin. Ben: Ya babası için? diye sordum da : Hayır, muhak­kak ki babam müşrik olarak ölmüştür, dedi.

«Ama onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı.» âyeti hakkında İbn Abbâs der ki: İbrâhîm babası ölünceye kadar onun için mağfiret dilemekte devam etti. Onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzaklaştı. Bir rivayette ise o, şöyle demiştir: Öldüğünde onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli oldu. Mücâhid, Dahhâk, Katâde ve başkaları da —Allah onlara rahmet eylesin— böyle söylemişlerdir. ,

Ubeyd İbn Umeyr ve Saîd İbn Cübeyr der ki: Kıyamet günü Hz. İbrâhîm babasıyla karşılaştığında ondan uzaklaşacaktır. Babasının yü­zü boz renkli ve bulanık olacak, ey îbrâhîm, ben sana karşı gelirdim, bu gün ise karşı gelmeyeceğim, diyecek de Hz. îbrâhîm : Ey Rabbım, (ya­ratıkların)- diriltileceği günde beni rüsvây etmeyeceğini bana va'det-memiş miydin? Uzaklaştırılmış babamdan daha şiddetli bir rüsvâylık var mı? diyecek. Ona : Arkana bak, denilecek. Bir de görecek ki, o (babası) çamura bulanmış bir erkek sırtlan olmuş. Sonra ayaklarından tutulup ve ateşe atılır.

Allah Teâlâ : «Muhakkak ki İbrahim çok içli ve halîm idi.» buyurur. Süfyân es-Sevrî ve birçoklarının Âsim İbn Dehdele kanalıyla... Abdul­lah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre o : kelimesinin çok duâ eden anlamına geldiğini bildirmiştir. Başka bir kanaldan olmak üzere bu, İbn Mes'ûd'dan da rivayet edilmiştir. İbn Cerîr der ki: Bana Müsen-nâ'nın... Abdullah İbn Şeddâd İbn el-Hâd'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) otururken birisi: Ey Allah'ın elçisi, Evvâh nedir? diye sordu da : Çokça niyazda bulunan, buyurup : Mur hakkak ki İbrahim çok içli ve halîm idi, dedi. Hadîsi İbn Ebu Hatim, İbn el-Mübârek kanalıyla Abdülhamîd İbn Behrâm'dan rivayet etmiş­tir ki o: Çok tazarrû'da bulunan, çok duâ edendir, demiştir. Sevrî'nin Seleme İbn Küheyl kanalıyla... Ebu Ubeydeyn'den rivayet ettiğine gö­re; o, İbn Mes'ûd'a kelimesini sormuş da : O, çok merha­metli olandır, demiş. Mücâhid, Ebu Meysere Amr İbn Şurahbil, Hasan el-Basrî ve Katâde de bu kelimenin; çok merhametli, Allah'ın kulla­rına çok acıyan anlamında olduğunu söylemişlerdir. İbn el-Mübârek'in Hâlid kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «el-fîvvah»; Habeş dilinde yakîn sahibi anlammadır, demiştir. İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî de bu kelimenin, yakîn sahibi anlamına olduğunu söyler. Mücâhid, Dahhâk, Ali İbn Ebu Talha ve Mücâhid'in İbn Abbâs'tan rivayetlerine göre; el-evvâh, mü'mindir. Yine İbn Abbâs'tan rivayetle İbn Ebu Talha: Fazlaca tevbe eden mü'min, ibaresini kaydetmiştir. Avfî ise İbn Abbâs'­tan rivayetle bu kelimenin, Habeş dilinde mü'min anlamına olduğunu söyler. İbn Cüreyc de aynı görüşü paylaşır. Ahmed der ki: Bize Musa'­nın... Ukbe İbn Âmir'den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) Zû el-Bi-câdeyn adındaki kişi için : O, Evvâh'tır, buyurmuştu. Bunun sebebi; o kişinin, K.ur'an'da Allah'ı çok zikretmesi ve duada sesini yükseltmesi­dir. Hadîsi İbn Cerîr rivayet etmiştir. Saîd İbn Cübeyr ve Şa'bî, kelimesinin tesbîh eden anlamında olduğunu söylerler. İbn Vehb'in Muâ-viye İbn Salih kanalıyla Ebu Derdâ (r.a.) dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Kuşluk namazına ancak Evvâh olan devam eder. Ebu Ey-yûb'dan naklen Şüfeyy İbn Mâni' : «el-Evvâh»; hataları anıldığı za­man onlardan mağfiret dileyendir, demiştir. Mücâhid'den rivayete göre ise Evvâh; kendini muhafaza eden, korkan, günâhı gizlice işleyip yine gizli olarak ondan tevbe edendir. Bütün bu görüşleri İbn Ebu Hatim —Allah ona rahmet eylesin— zikretmiştir.

İbn Cerîr der ki: Bize İbn Vekî'nin... Hasan İbn Müslim İbn Ben-nâk'dan rivayetine göre; birisi Allah'ı çokça zikreder ve tesbîh ederdi. Bu, Hz. Peygamber (s.a.) e zikredildi de : Muhakkak o, Evvâh'tır, bu­yurdu. Yine İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb'in... İbn Abbâs'tan ri­vayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.) bir ölüyü defnetmişti. Rasûlullah; Allah sana rahmet eylesin. Muhakkak ki sen Evvâh idin, buyurdu. Bu­rada onun Kur'an'ı çokça okuduğunu kasdediyordu. Şu'be'nin Ebu Yûnus el-Bâhilî kanalıyla... Ebu Zerr'den rivayetine göre; o, şöyle de­miştir : Birisi Beyt-i Harâm'ı tavaf ediyor ve duasında : Evveh, evveh (oh, oh) diyordu. Bu, Hz. Peygamber (s.a.) e anlatıldı da : O, muhak­kak ki Evvâh'tır, buyurdu. Ebu Zerr der ki: Bir gece çıkmıştım; bir de ne göreyim? Allah Rasûlü (s.a.) yanında lâmbalar ile o adamı ge­celeyin defnediyor. İbn Cerîr'in rivayet etmiş olduğu bu hadîs garîbdir.

Kâ'b el-Ahbâr'dan rivayet edildiğine göre; o, «Muhakkak ki İbrâ-hîm çok içli idi.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Cehennem zikredildiği zaman : Ah ateşten! dermiş. İbn Abbâs'tan rivayetle İbn Cüreyc; âyet­teki (   «lyjM   ) kelimesinin, fakîh anlamında olduğunu söylemiştir.

İlim imâmı Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bu görüşlerin en evlâsı; Muhakkak kî o, çokça duâ edendir, diyenlerin görüşüdür. Âyetin akışı­na münâsib olan da budur. Zîrâ Allah Teâlâ, İbrahim'in babasına olan bir va'dinden dolayı ona mağfiret dilediğini zikretmiştir. Hz. İbrâhîm çok duâ ederdi, kendisine zulmeden ve hoşlanmayacağı şeyleri yapan kimseye karşı halîm idi. Bu sebepledir ki: «Babası Hz. İbrahim'e : Sen benim tanrılarımı beğenmiyor musun, ey İbrâhîm! Andolsun ki bun­dan vazgeçmezsen seni taşlarım, uzun bir müddet benden ayni git, dediğinde; İbrâhîm dedi ki: Selâm olsun sana, senin için Rabbımdan mağfiret dileyeceğim. Zîrâ O, bana karşı çok lütuf kârdır.» (Meryem, 46 - 47) âyetinde zikredilen şiddetli eziyetine rağmen babası için mağ­firet dilemiştir. Kendine olan eziyyetine rağmen ona karşı halîm dav­ranmış, ona duâ etmiş, onun için mağfiret dilemiştir. İşte bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Muhakkak ki İbrâhîm çok içli ve halîm idi» buyur­muştur.[80]

 

115  — Allah bir kavmi hidâyete erdirdikten sonra; sakınacakları şeyleri onlara açıklamadıkça dalâlete dü-şürmez. Muhakkak ki Allah, her şeyi bilendir.

116  — Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Öldürür ve diriltir. Sizin için Allah'tan başka bir dost ve yardımcı da yoktur.

 

Allah Teâlâ burada, kendi şerefli nefsinden ve adaletli hükmünden haber verir ki; O, kendilerine risâlet ulaştıktan sonra aleyhlerine hüc­cet ve delil ikâme edilmiş olmadıkça bir kavmi dalâlete düşürmez. Ni­tekim başka bir âyette şöyle buyurmaktadır : «Semûd kavmine gelince; onlara doğru yolu göstermiştik. Ama onlar, körlüğü doğru yola tercih ettiler.»  (Fussilet, 17).

«Allah bir kavmi hidâyete erdirdikten sonra; sakınacakları şeyleri onlara açıklamadıkça dalâlete düşürmez.» âyeti hakkında Mücâhid der ki: Allah Teâlâ'nın mü'minlerin müşrikler için mağfiret dilemeleri hu­susundaki beyânı husûsîdir. İtaat ve ma'siyet olan şeyleri yapınız veya bırakınız şeklinde ifâde etmesi ise umûmîdir.

îbn Cerîr der ki : Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : Size bir yasakla­ma ıgelip te terketmediğiniz durumlarda Allah Teâlâ size hidâyetini bahşedip te Zâtına ve elçisine îmân etmenizi sağladıktan sonra müşrik olan ölülerinize mağfiret dilemenizden dolayı Allah sizin hakkınızda sapıklık (dalâlet) hükmü verecek değildir. Bir şeyin çirkin olduğunu size onu yasaklamak suretiyle beyân etmeden önceki duruma gelince; muhakkak ki siz O'nun nehyini kabul edip, yasaklarına uyacaksınız. Bu durumda elbette O, sizin dalâlete düşmeniz için hükmedecek değil­dir. Zîrâ itaat da, günâh da ancak emredilen ve yasaklanan şeylerden dolayıdır. Emredilmeyen ve yasaklanmayan hususlarda kul ne mutî' ve ne de âsî olmaz.

Allah Teâlâ : «Göklerin ve yerin mülkü Allah'a aittir. Öldürür ve diriltir. Sizin için Allah'tan başka bir dost ve yardımcı yoktur.» buyu­rur. İbn Cerîr der ki: Burada Allah Teâlâ, inanan kullarım müşriklerle ve küfrün ileri gelenleriyle savaşa, göklerin ve yerin mâliki Allah'ın yar­dımına güvenmelerine, O'nun düşmanlarından korkmamalarına teşvik ediyor. Zîrâ onlar için Allah'ın dışında bir dost ve Allah'tan başka bir yardımcı yoktur.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Ebu Dilâme el-Bağdâdî'hin... Hâkim İbn Hizâm'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) ashabı arasında iken birden onlara : Benim işittiğimi işitiyor mu­sunuz? diye sordu. Onlar; biz bir şey işitmiyoruz, dediler de Allah Ra­sûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Doğrusu ben, göğün iniltisini işitiyorum. în-lediği için de onu ayıplamamak gerekir. Zîrâ ondaki her karış yerde ya üzerinde secdede veya kıyamda olan bir kimse vardır. Kâ'b el-Ahbâr der ki: Yeryüzünde bir iğne başı kadar yer yoktur ki orası ile görevli bir melek olmasın. Bu melekler oranın bilgisini Allah'a yükseltir, ulaş­tırırlar. Göğün melekleri kumlardan daha fazladır. Arş'ı taşıyan (me­lekler) den birinin topuğu ile başı arasındaki mesafe yaya yürüme ile yüz yıllık mesafedir.[81]

 

117 — Andolsun ki Allah, peygamberin ve güçlük anında ona uyan muhacir ve ansârın tevbelerini kabul etti. İçlerinden bir kısmının kalbleri kaymak üzere iken yine de onların tevbesini kabul buyurdu. Çünkü O, kendilerine Rauf ve Rahîm'dir.

 

Mücâhid ve birçokları, bu âyetin Tebûk gazvesinde nazil olduğu­nu söylemişlerdir. Onlar suyun ve azığın zor bulunduğu, boğucu sıcağın ve kuraklığın hâkim olduğu son derece zor şartlarda Tebûk savaşına girmişlerdi.

Katâde der ki: Müslümanlar Tebûk savaşında boğucu sıcakta ve Allah'ın bildiği zorluklar içinde Şam'a gittiler. Bu seferde onlar, şid­detli bir sıkıntıya dûçâr kaldılar. O kadar ki bize anlatıldığına göre; iki kişi, bir hurmayı ortadan yarıp paylaşıyordu. Bir grup hurmayı aralarında elden ele dolaştırır; birisi hurmayı somurur, sonra üzerine su içer; sonra bir diğeri hurmayı emer, sonra üzerine su içermiş. îşte bunun için Allah Teâlâ onların tevbelerini kabul buyurmuş ve bu gaz­velerinden  (salimen)  geri döndürmüştür.

İbn Cerîr der ki: Bana Yûnus tbn Abd'üİ-A'lâ'nın... Abdullah İbn Abbâs'tan rivayetine göre; Ömer İbn Hattâb'a «güçlük anı» nı sormuş­lardı. Ömer İbn Hattâb şöyle anlattı: Allah Rasûlü fs.a.) ile beraber bunaltıcı sıcakta Tebûk'e doğru çıktık. Bir yerde konakladık. Susuz kal­mıştık. O kadar ki boynumuzun kopacağım sandık. O kadar ki birisi su aramak üzere gider, bir şey bulmadan döner ve boynunun kesilece­ğini (kopacağım) sanırdı. (Dûçâr kaldığımız susuzluk o derece idi ki) kişi devesini keser, karnındaki pisliği çıkarıp sıkar, ondan çıkan suyu içer ve kalanı da ciğerinin üzerine koyardı. Ebubekir es-Sıddîk : Ey Al­lah'ın elçisi, muhakkak AUah Teâlâ hayır duayı senin için adet haline getirmiştir. Bizim için dua et, dedi. Allah Rasûlü : Bunu ister misin? diye sordu. Onun; evet, cevabı üzerine ellerini kaldırdı, ellerini geri in-dirmemişti ki gökyüzü değişti ve kapkara bulutla doldu, sonra yağmur yağdı. Yanlarında olan kapları doldurdular. Sonra gidip baktık ki yağ­mur askerin bulunduğu yeri geçmemiş.

«Andolsun ki Allah, peygamberin ve güçlük anında ona uyan mu­hacir ve ansârın tevbelerini kabul etti.» âyetini İbn Cerîr şöyle tefsir eder: Andolsun ki Allah; peygamberin; nafaka, binek, azık ve su hu­susunda güçlük anında ona uyan muhacir ve ansânn tevbelerini kabul buyurdu. İçlerinden bir kısmının kalbleri, Allah Rasûlü'nün bu sefer ve gazvesinde başlarına gelen meşakkat ve zorluk sebebiyle, Allah Ra­sûlü'nün dini hususunda şüpheye düşmek ve haktan kaymak üzere iken yine de onların tevbesini kabul buyurdu, sonra onlara Rablanna dönüşü, dini üzere sebatı bahşeyledi. Çünkü O, Rauf ve Rahîm'dir.[82]

 

118 — Geri bırakılan üç kişiye de yeryüzü bütün ge­nişliğine rağmen dar gelmiş ve nefisleri de kendilerini sı­kıştırmıştı da, Allah'tan başka sığınacak hiç bir şey olma­dığını anlamışlardı. Sonra onları da eski hallerine dön­sünler diye tevbeye muvaffak kıldı. Muhakkak ki Allah, Tevvâb, Rahîm olandır.

119 — Ey îmân edenler; Allah'tan korkun ve sâdık­larla beraber olun.

 

Yeryüzü Kendilerine Dar Gelen Üç Kişi

 

İmâm Ahmed der ki: Bize Ya'kûb İbn İbrahim'in... Kâ'b İbn Mâ-lik'den rivayetine göre; o, Tebûk gazvesinde Allah Rasûlü (s.a.) nden geri kalması hususundaki hadîsi şöyle anlatıyor : Tebûk gazvesi dışın­da hiç bir gazvede Allah Rasûlü (s.a.) nden geri kalmamıştım. Bir de Bedir gazvesinde geri kalmıştım. Ancak bu gazveden geri kalan hiç kimse ayıplanmamıştı. Allah Rasûlü (s.a.) (Bedir gazvesinde) Kureyş kervanına doğru (onu hedef alarak) yola çıkmış ve Allah Teâlâ onlarla düşmanlarını umulmayan bir şekilde biraraya getirivermişti. Akabe gecesi; İslâm üzerinde ona el verdiğimizde Allah Rasûlü (s.a.) ile be­raber bulundum. Bunun yerine insanlar arasında daha çok anılır ve daha çok meşhur olsa da Bedir'de bulunmuş olmamı istemezdim. Te­bûk gazvesinde Allah Rasûlünden geri kalmam hususundaki haberime gelince; bu gazveye katılmayıp geri kaldığım zaman kadar güçlü, kuv­vetli ve bolluk içinde olmamıştım. Allah'a yemin olsun ki bu gazveye gelinceye kadar hiç iki binitim olmamıştı. Tebûk gazvesine gelin- ' ceye kadar Allah Rasûlü'nün çıkmış olduğu gazvelerde nereye çıkacağı bilinmesin diye onu gizlemediği (sanki başka bir tarafa gazveye çıkı-lıyormuş hissini vermediği) gazveler son derece azdır. Tebûk gazvesin­de ise Allah Rasûlü (s.a.) şiddetli sıcakta gazveye çıkmış, çölde uzak bir sefere ve kalabalık bir düşmana karşı yönelmişti. İşte bu gazvede, düşmanları için hazırlansınlar diye müslümanlara durumu açıklamış ve yöneldiği tarafı onlara haber vermişti. Allah Rasûlü (s.a.) nün ya­nında müslümanlar çoktu. Onların isimleri bir kitabda —Râvî dîvânı kasdediyor— toplanmamıştı. Gizlenmek isteyen çok az kişi, hakkında Allah'tan bir vahiy inmedikçe durumunun gizli kalacağını sanmıştı. Allah Rasûlü meyvelerin ve gölgenin insanlara sevimli geldiği bir za­manda savaşa çıktı. Ben de bu gazveye çıkmaya niyyeüi idim. Allah Rasûlü (s.a.) ve onunla birlikte mü'minler bu harbe hazırlandılar. Ben de onlarla birlikte harbe hazırlanmak için döndüm. Ama hiç bir ha­zırlık görmedim. Kendi kendime : İstediğim zaman ben bunu yapabi­lirim, diyordum. Ben bu şekilde devam ederken insanlar, ciddiyetle işe sarıldnar"ve bir sabah Allah Rasûlü ve yanındaki müslümanlar yola çıktılar. Ben hiç bir hazırlık yapmamış ve : Bir veya iki gün sonra hazırlanır, sonra onlara iltihâk eder, yetişirim, demiştim. Onlardan ay­rıldıktan sonra hazırlanmak üzere çıktım, ama hiç bir hazırlık yap­mamış olarak döndüm. Sonra tekrar çıktım ve hiç bir hazırlık görmemiş olarak döndüm. Ben bu şekilde devam ederken onlar, sür'atle yol almış oldukları için savaşa geç yetişmiştim. Yola çıkıp onlara yetişmeye niyetlendim. —Keşke bunu yapmış olaydım— Sonra bu benim için mukadder değilmiş. Allah Rasûlü (s.a.) nün harbe gitmesinden sonra insanların yanına çıktım, aralarında dolaştım. Sâdece münafıklığı için ayıplanan veya Allah'ın özrünü kabul buyurduğu bazı kimseleri görmüş olmam beni hüzünlendiriyordu. Tebûk'e ulaşıncaya kadar Allah Ra­sûlü (s.a.) beni hatırlamamış. Tebûk'de halkın arasında otururken : Kâ'b İbn Mâlik ne yaptı? buyurmuş. Selime oğullarından birisi: Ey Allah'ın elçisi, kendisini beğendiği ve iki cübbeye sâhib olduğu için geri kaldı, demiş. O kişiye Muâz İbn Cebel: Ne kötü söyledin, Allah'a yemîn olsun ki ey Allah'ın elçisi, biz onun için hayırdan başka bir şey bilme­yiz, demiş ve Allah Rasûlü (s.a.) susmuşlar. Kâ'b İbn Mâlik devamla şöyle anlatır : Allah Rasûlü (s.a.) nün Tebûk'ten ayrılıp dönüşü ha­beri bana ulaştığı zaman beni bir üzüntü aldı ve bir yalan düşünmeye başladım. Yarın onun öfkesinden ne ile kurtulacağım, diyordum. Bu hususta ailemden aklı eren herkesten yardım istedim. Allah Rasûlü (s.a.) geldi, denildiğinde bütün bâtıllar benden uzaklaştı ve hiç bir şe­kilde kurtulamayacağımı anlayıp doğru söylemeye karâr verdim. "Allah Rasûlü (s.a.) sabahleyin teşrif buyurdular. Bir seferden geldikleri za­man önce mescide gider ve orada iki rek'at namaz kılar, sonra orada otururdu. (Bu seferinden dönüşünde de) böyle yaptığında geride kalan­lar kendisine gelip ondan özür dilemeye ve ona yemîn etmeye başladı­lar. Seksen küsur kişiydiler. Allah Rasûîü (s.a.) onların açıkladıkları özürlerini kabul buyurup kendileri için mağfiret diliyor ve içlerinde sakladıkları şeyi Allah'a havale ediyordu. Nihayet ben geldim. Kendi­sine selâm verdiğimde öfkeli bir tebessümle tebessüm etti, sonra bana : Gel, buyurdu. Yürüyerek geldim ve önüne oturdum. Bana : Seni geri bırakan nedir, bineğini satın almamış miydin? diye sordu. Ey Allah'ın elçisi, eğer senin dışında dünya halkından birinin yanına oturmuş ol­saydım, bir bahane beyân ederek onun öfkesinden kurtulmayı düşünür­düm. Bir mücâdele verdim. (Kendi kendime çok düşünüp mücâdele et­tim.) Fakat sonunda inandım ki bu gün, sana hoşnûd olacağın bir ya­lan söylersem muhakkak Allah Teâlâ seni bana (daha sonra) mutlaka kızdıracaktır. Şayet sana doğruyu söylersem, bu hususta bana sen kı­zacaksın. Fakat ben bunun Allah katında affa mazhar olmam için el­verişli olcağmı umarım. Allah'a yemîn olsun ki benim bir özrüm yoktur. Yine Allah'a yemîn olsun ki (bu gazvede) senden geri kaldığımda hiç bu kadar boş (meşgûliyetsiz) ve eli bol durumda olmamıştım, dedim. Allah Rasûlü (s.a.) : Muhakkak ki bu, doğru söylemiştir. Senin hak­kında Allah hüküm verinceye kadar kalk, git, buyurdu. Kalktım, Selime oğullarından bazıları koşup peşimden geldiler ve : Allah'a yemîn olsun ki bundan önce senin bir günâh işlediğini bilmiyoruz. Geride kalanla­rın beyân ettikleri gibi Allah Rasûlü (s.a.) ne Özür beyân etmekten âciz kalcın. Halbuki Allah Rasûlü (s.a.) nün senin için mağfiret dilemesi bu günâhın için sana yeterdi, dediler. Allah'a yemîn ederim ki bana o kadar serzenişte bulundular ki dönüp kendi kendimi yalanlamak iste­dim. Sonra onlara : Benim bu yaptığımı kimse yaptı mı? diye sordum. Onlar; evet dediler, iki kişi daha penin gibi yaptı. Ve senin söylediğini söylediler. Sana söylenenler onlara da söylendi. Ben kim bu iki kişi? diye sordum. Mürâre İbn Rebî' el-Âmirî ve Hilâl İbn Ümeyye el-Vâkıfı, dediler. Ve Bedir'de bulunmuş güzel ahlâk sahibi, sâlih İki kişiyi zikret­tiler. Bana o ikisini söyledikleri zaman dönüp gittim. Allah Rasûlü müs-lümanların (Tebûk gazvesinden) geri kalan üç kişiyle konuşması­nı yasakladı. İnsanlar bizden uzaklaştı ve bize karşı değiştiler. O ka­dar ki yeryüzü bana garib gelmeye başladı. Sanki burası benim ta­nıdığım yeryüzü değildi. Bu şekilde elli gece kaldık. îki arkadaşım evle­rinde ağlayarak oturup kaldılar. Ben o topluluğun en genci ve güçlüsü idim. Müslümanlarla beraber namazda hazır bulunuyor, çarşılarda do­laşıyordum. Kimse benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra Allah Ra­sûlü meclisinde otururken ona varıyor, selâm veriyor ve kendi kendime : Selâmımı almak için dudaklarını hareket ettirdi mi, hareket ettirmedi mi? diyordum. Sonra ona yalan bir yerde namaz kılıyor, ona gizlice bakıyordum. Namaza döndüğüm zaman bana bakıyor, kendisine dön­düğüm zaman ise yüz çeviriyordu. Müslümanların benden uzaklaşma­ları bu şekilde uzayınca, yürüdüm ve Ebu Katâde —amcam oğlu olup bana insanların en sevimlisidir— nin duvarına tırmandım, ona selâm verdim. Allah'a yemîn olsun ki selâmımı almadı. Ona : Ey Ebu Katâde, Allah için söyle, benim Allah ve Rasûlünü sevdiğimi biliyor musun? de­dim. Sustu. Tekrar Allah'ın adını vererek sordum. Yine sustu. Üçüncü kere Allah'ın adını vererek sordum : Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dedi. Gözümden yaşlar boşandı, geri döndüm ve duvara tırmandım. Ben, Medine çarşısında yürürken Şam Nabatîlerinden Medine'ye sat­mak üzere yiyecek getirenlerden biriyle karşılaştım. Kâ'b İbn Mâlik'i kim gösterir? (Bana Kâ'b İbn Mâlik'i kim gösterir?) diyordu. İnsanlar beni ona göstermeye başladılar. Geldi ve bana Gassân kralından bir mektup getirdi. Ben (okuma yazma bilen) olduğum için mektubu oku­dum. Şunlar yazılıydı: Bundan sonra; bize ulaştığına göre Allah seni horluk, hakaret yurdunda kılmamışken arkadaşın sana cefâ ediyormuş. Bize iltihâk et, seni rahata erdirelim? Mektubu okuduğumda : İşte bu da imtihandır, dedim. Ve onu fırına atıp yaktım. Nihayet elli gecenin kırk gecesi geçtiği zaman bir de gördüm ki Allah Rasûlü (s.a.) nün elçisi bana geliyor: Allah Rasûlü senin karından ayrılmanı emrediyor, dedi. Onu boşayayım mı, yoksa ne yapayım? diye sordum. Bilakis ondan ayrıl, ona yaklaşma, dedi. İki arkadaşıma da bu emrin bir mislini gön­dermişti. Hanımıma: Ailene git ve bu hususta Allah hüküm verinceye kadar onların yanında kal, dedim. Hilâl İbn Ümeyye'nin hanımı Allah Rasûlü (s.a.) ne varıp : Ey Allah'ın elçisi, muhakkak ki Hilâl güçsüz, kuvvetsiz bir ihtiyardır. Hizmetçisi de yok. Ona hizmet etmemi kerîh görür müsün? diye sordu da : Hayır, fakat sana asla yaklaşmasın, buyurdu. Kadın : Allah'a yemin olsun ki onda hiç bir şeye karşı bir hareket yok. Vallahi senin bu emrin vuku bulduğundan bu yana bu güne kadar devamlı ağlıyor, dedi. Ailemden bazısı bana : Hanımın ko­nusunda Allah Rasûlü (s.a.) nden keşke izin isteseydin. Hilâl İbn Ümey­ye'nin hanımına, kendisine hizmet etmesi için izin verdi, dediler. Ben : Allah'a yemin olsun ki bu hususta Allah Rasûlü (s.a.) nden izin iste­meyeceğim. Ben genç birisiyim, kendisinden izin istediğim zaman Allah Rasûlü (s.a.) nün bana ne söyleyeceğini bilmiyorum, dedim. Bundan sonra on gece kaldık ve bizimle konuşmayı yasaklamasından itibaren bizim için elli gece tamâm oldu. Sonra ellinci gecenin sabahında bizim evlerin birinin üstünde sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ'nın bizim hakkımızda buyurduğu gibi bütün genişliğine rağmen yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken Sel' dağına çıkmış birinin en yüksek sesiyle : Ey Kâ'b İbn Mâlik, müjde, diye bağırdığını duydum. Secdeye kapandım ve anladım ki bir ferahlık (keder ve üzüntüden kurtuluş) gel­miştir. Allah Rasûlü (s.a.) sabah namazını kıldığı sırada Allah'ın bizim tevbemizi kabul buyurduğunu ilân etti. İnsanlar bana ve iki arkadaşı­ma müjde vermeye geldiler. Birisi bana doğru at koştururken Eşlem (kabilesi) den birisi de koşup .dağa çıkmıştı. Zîrâ ses, attan daha sür'at-liydi. Bana müjdeyi veren sesin sahibi bana geldiğinde elbisemi çıkar­dım ve müjdesine karşılık üzerimdeki iki elbiseyi ona giydirdim. Allah'a yemîn olsun ki o gün, benim o iki elbisemden başka verecek bir şeyim yoktu. İki elbise ödünç aldım, onları giydim ve Allah Rasûlü (s.a.) ne doğru yola çıktım. İnsanlar bölük bölük beni karşılıyor ve tevbemin kabulünden dolayı beni tebrik ediyor: Allah'ın tevbeni kabul etmesi kutlu olsun, diyorlardı. Nihayet mescide girdim. Allah Rasûlü (s.a.) mescidde etrafında insanlar olduğu halde oturuyordu. Talha İbn Ubey-dullah kalkıp bana doğru koştu ve beni kucaklayıp tebrik etti. Allah'a yemîn olsun ki muhacirlerden onun dışında kimse kalkmadı. —Kâ'b Talha'nın bu hareketini hiç unutmazdı.— Kâ'b devamla şöyle anlatır: Allah Rasûlü (s.a.) ne selâm verdiğimde sevinçten yüzü panldayarak: Annenin seni doğurduğundan beri üzerinden geçen şu günde sana hayrı müjdelerim, buyurdu. Ben : Ey Allah'ın elçisi, senin katından mı, yoksa Allah katından mı? diye sordum. Allah Rasûlü (s.a.); bilakis Allah ka­tından, buyurdu. Râvî der ki: Allah Rasûlü (s.a.) sevindiği zaman yüzü aydınlanır ve sanki bir ay parçası olurdu da sevinci bundan bilinirdi. Önüne oturduğum zaman : Ey Allah'ın elçisi, tevbemin kabulü nedeniy­le Allah ve Rasûlü için malımdan bir sadaka vermek istiyorum, dedim. Malının bir kısmını kendine ayır, bu senin için daha hayırlıdır, buyur­du. Ben : Hayber'deki hissemi tutuyorum, deyip şöyle devam ettim : Ey Allah'ın elçisi, Allah Teâlâ beni yalnızca doğruluğumdan dolayı kur­tarmıştır. Kaldığım sürece yalnızca doğruyu söylemem muhakkak ki benim tevbemin kabul olmasının nedenidir, dedim, Allah'a yemîn ol­sun ki Allah Rasûlü fs.a.) ne doğruyu söylediğimden beri Allah Teâlâ' nın hiç bir müslümana bana verdiğinden daha güzelini verdiğini bil­miyorum. Allah Rasûlü (s.a.) ne bu sözleri söylediğimden beri Allah'a yemin olsun ki şu günüme kadar asla yalana teşebbüs etmedim. Bun­dan sonra da Allah'ın beni bundan koruyacağını umanm. Allah Teâlâ : «Andolsun ki Allah, peygamberin ve güçlük anında ona uyan muhacir ve ansârın tevbelerini kabul etti. İçlerinden bir kısmının kalbleri kay­mak üzere iken yine de onların tevbesini kabul buyurdu. Çünkü O, ken­dilerine Rauf ve Rahîm'dir. Geri bırakılan üç kişiye de yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmiş ve nefisleri de kendilerini sıkıştırmıştı da, Allah'tan başka sığınacak hiç bir yer olmadığını anlamışlardı. Sonra onları da eski hallerine dönsünler diye tevbeye muvaffak kıldı. Mu­hakkak ki Allah Tevvâb, Rahîm olandır. Ey îmân edenler, Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.» âyetlerini indirdi. Kâ'b der ki: Allah'a yemîn olsun ki Allah Teâlâ bana İslâm hidâyetini verdikten sonra, o gün Allah'ın Rasûlü (s.a.) ne doğru söylemiş olmaktan da­ha büyük bir nimet bahsetmemiştir. Zîrâ o gün yalan söylemek sure­tiyle helak olanlar gibi Allah Rasûlü'ne yalan söyleyip helak olmamış­tım. Zîrâ Allah Teâlâ vahyi indirdiğinde, Allah Rasûlü'ne yalan söyle­yip helak olmamıştım. Zîrâ Allah Teâlâ vahyi indirdiğinde, Allah Ra­sûlü'ne yalan söyleyenler hakkında şu âyeti indirmişti: «Kendilerine döndüğünüz zaman onlardan vazgeçmeniz için Allah'a yemîn edecek­lerdir. Öyleyse onlardan yüz çevirin, çünkü murdardırlar. Yaptıkları­nın karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir. Size yemîn ederler ki, kendilerinden hoşnûd olasınız. Siz onlardan hoşnûd olsanız, şüphe­siz ki Allah fâsıklar güruhundan hoşnûd olmaz.» Biz —üç kişi— Allah Rasûlü (s.a.) ne yemîn ettiklerinde Allah Rasûlü'nün yeminlerini kabul buyurup bîat aldığı, haklarında mağfiret dilediği kimselerden geriye bırakılmıştık. Allah Rasûlü (s.a.), Allah hakkımızda hüküm verinceye kadar bizim işimizi te'hîr etmişti. İşte Allah Teâlâ bu hususta : «Geri bırakılan üç kişiye de...»  buyurmuştur. Bizi geri bırakması ve durumumuzu te'hîr etmesi, daha önce zikredilen gazveden geri kalmamızla geri bırakılmamız değildir. Bu, Allah Rasûlü'ne yenıîn edip ona özür beyân ederek Allah Rasûlü'nün yeminlerini kabul ettiği kimseler için­dir.

Bu; sahîh, sabit ve sıhhatinde ittifak edilmiş bir hadîstir. Buhâri ve Müslim hadîsi Sahîh'lerinde Zührî'den yukardakine benzer şekilde riva­yet etmişlerdir. Bu hadîs-i şerif, bu âyetin en güzel ve en geniş bir şekilde tefsirini içermektedir. Hadîs, seleften birçoğu tarafından da bu âyetin tefsiri sadedinde rivayet edilmiştir, Hadîsi «Geri bırakılan üç kişiye de...» âyeti hakkında A'meş. Ebu Süfyân'dan, o da Câbir İbn Abdulalh'tan nakleder. Bu üç kişi; Ka'b İbn Mâlik, Hilâl İbn Ümeyye ve Mürâre İbn Rabîa olup hepsi de ansârdandır, der. Mücâhid, Dan-hâk, Katade, Süddî ve birçokları da böyle söylemişlerdir. Bunlar : Mü­râre İbn Rabîa, demişlerdir. Saîd İbn Cübeyr'den gelen bir rivayette ise : Rebî' îbn Mürâre, denilmiştir. Hasan el-Basrî ise : Rebî' İbn Mü­râre veya Mürâre İbn Rebî', demiştir. Dahhâk'dan gelen bir rivayette : Mürâre İbn Rebî', denilmiştir. Buhâri ve Müslim'in Sahîh'lerinde de böyle kaydedilmiş olup, doğru olanı da budur.

Hadîste geçen : Bedir'de bulunmuş iki kişinin ismini verdiler, kıs­mı hakkında : Bu, Zührî'nin yanılgısıdır. Bu üç kişiden birinin bile Bedir'de hazır bulunduğu bilinmiyor, denilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ (bu âyet-i kerîmelerde) bu üç kişiyi sıkıntı ve keder­den kurtardığını zikrediyor. Müslümanlar, onlardan elli gün ve gece ayrılmışlar, nefisleri onları sıkıştırmış, bütün genişliğine rağmen yer­yüzü kendilerine dar gelmiş, çıkış yolları kapatılmış, ne yapacaklarını bilmez hale gelmişler ve fakat Allah'ın emrine sabredip boyun eğmiş­ler, geri kalmaları hususunda Allah Rasûlü (s.a.) ne doğru söylemeleri sebebiyle Allah Teâlâ onları sıkıntıdan kurtanncaya kadar sebat et­mişlerdir. Onların savaştan geri kalmaları, bir özürden dolayı değildir. Bu sebeple bir süre cezalandırılmışlar, sonra Allah Teâlâ onların tev-besini kabul buyurmuştur. İşte doğru söylemelerinin akıbeti, onlar için bir hayır ve tevbelerinin kabulü olmuştur. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Ey îmân edenler, Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.» bu­yurmuştur. Yani doğru söyleyiniz, doğruluğa yapışınız, doğru söyle­yenlerle olunuz ki helâktan kurtulasınız ve Allah Teâlâ sizin işlerinize bir ferahlık ve çıkış yolu kılsın. İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Muâvi-ye'nin... Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.) den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Doğruluğa sarılınız. Muhakkak ki doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi, doğru söylemeye ve doğruluğu aramaya ve tercih etmeye devam ederse sonunda Allah katında sıddîk olarak yazılır. Yalandan sakının. Muhakkak ki yalan günâha, günâh da ateşe götürür. Kişi, yalan söylemeye ve yalanı arayıp tercih etmeye devam ederse, Allah katında yalancı olarak yazılır. Hadîsi Buhârî ve Müslim Sahîh'lerinde tahrîc etmişlerdir. Şu'be'nin Amr İbn Mürre ka­nalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.) dan rivayetlerine göre;- o şöyle demiştir : Ciddî de olsa, eğlenmek için de olsa yalan hiç doğru değildir. Dilerseniz : «Ey îmân edenler, Allah'tan korkun ve sâdıklardan olun.» âyetini okuyun. İbn Mes'ûd âyeti: «Sâdıklarla beraber olun.» şeklinde değil de «sâdıklardan olun.» şeklinde okumuş ve : Bunda herhangi bir kimseye bir ruhsat görüyor musunuz? demiştir. Abdullah İbn Ömer' den rivayete göre o, âyeti şöyle anlamıştır: Allah'tan korkun ve sâdık­larla (Muhamnıed (s.a.) ve ashabı ile) beraber olun. Hasan el-Basrî der ki: Eğer sâdıklarla beraber olmak istersen, dünyada zühde ve (diğer)  din sahiplerinden geri durmaya koyul.[83]

 

120 — Gerek Medîne'liler için, gerekse onların çevre­sinde bulunan Bedeviler için; Allah'ın peygamberinden geri kalmak, kendilerini ona tercih etmek yaraşmaz. Çün­kü Allah yolunda susuzluk, yorgunluk, açlık, kâfirleri kız­dıracak bir yere ayak basmak ve düşmana karşı başarı kazanmak karşılığında; onlara mutlaka bir sâlih amel ya­zılır. Muhakkak ki Allah, ihsan edenlerin mükâfatını zayi1 etmez.

 

Allah Teâlâ Medine halkından ve Medine çevresindeki arap kabi­lelerinden Tebûk gazvesinde Allah Rasûlü (s.a.) nden geriye kalanları tekdîr buyurup azarlıyor. Vuku bulan meşakkatde ona yardımcı olmak­tan kendilerini uzak tutmalarını da takdir buyuruyor. Muhakkak ki onlar kendilerini ecir ve mükâfattan mahrum etmişlerdir. Zîrâ : «Allah yolunda susuzluk, yorgunluk, açlık, kâfirleri kızdıracak, (düşmanlarını korkutacak) bir yere ayak basmak ve düşmana karşı (bir zafer ve başarı) kazanmak karşılığında; —ki bu ameller onların kaderlerine dâhil olmayıp onların fiillerinden neş/et etmiştir— onlara mutla­ka bir sâlih amel (ve bol sevâb) yazılır. Muhakkak ki Allah, ihsan edenlerin mükâfatını zayi' etmez.» Allah Teâlâ başka bir âyette de şöyle buyurur: «Muhakkak ki Biz/iyi hareket edenlerin ecrini zayi' etmeyiz.»  (Kehf, 30).[84]

 

121 — Onlar, küçük veya büyük nafaka olarak ne infâk ederlerse, ne kadar yol giderler ve bir vâdî geçer­lerse; mutlaka onların lehine yazılır ki Allah yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandırsın.

 

Allah Teâlâ buyurur ki : Bu Allah yolunda savaşanlar «Küçük veya büyük, (az veya çok) nafaka olarak ne infâk ederlerse, (düşmana karşı yürümede) ne kadar yol giderler ve bir vâdî geçerlerse; mutlaka kendilerine onların lehine yazılır.» Allah Teâlâ burada : «Bu, yazılır.) buyurmamış ve «Onların lehine yazılır.» buyurmuştur. Zîrâ bu ameller, onlardan sâdır olmuştur. Yine bu sebepledir ki: «Kendilerini yaptık­larının en güzeli ile mükâfatlandırsın için...» buyurmuştur. Mü'minle-rin emîri Osman îbn Affân (r.a.) m bu âyet-i kerîme'den büyük bir hissesi vardır. Zîrâ o bu gazvede büyük nafakalar infâk etmiş, çok mal harcamıştır. Nitekim Abdullah İbn İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Mûsâ el-Anezî'nin... Abdurrahmân İbn Habbâb es-Sülemî'den rivaye­tine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) hutbe îrâd buyurdu ve güçlük ordusuna katılmaya teşvik buyurdu. Osman İbn Affân (r.a.): Koşumları ve silâhlarıyla beraber yüz devenin donatımı benim üzerime, dedi. Allah Rasûlü tekrar teşvik buyurdu da Osman : Koşumları ve si­lâhlarıyla diğer bîr yüz devenin donatımı da benim üzerime, dedi. Son­ra Allah Rasûlü minberden bir basamak inip tekrar teşvîk buyurdu da Osman İbn Affân: Koşumları ve silâhlarıyla beraber diğer bir yüz devenin donatımı daha benim üzerime, dedi. Râvî der ki: Allah Ra­sûlü (s.a.) nün elini şöyle yaptığını —elini hareket ettirdiğini— gördüm. Abdüssamed burada elini hayret edenler gibi çıkardığını söyler. Bundan sonra (herhangi bir) amel işlememiş de olsa Osman'a bir şey yoktur, buyurdu.

Yine Abdullah der ki: Bize Hârûn İbn Ma'rûfun... Abdurrahmân İbn Semure'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) güçlük ordusunu techîz ettiği sırada Osman, Hz. Peygamber (s.a.) e elbisesinin içinde bin dînâr getirdi ve bunları Allah Rasûlü (s.a.) nün kucağına döktü. Bu günden sonra yapacakları İbn Affân'a zarar ver­mez, buyurup bunu defalarca tekrarladı.

«Ne kadar yol giderler ve bir vâdî geçerlerse... Onların lehine ya­zılır.» âyeti hakkında Katâde der ki: Bir kavim Allah yolunda ailesin­den uzaklaştığı ölçüde Allah'a yakınlığı artar.[85]

 

122 — Mü'minlerin hepsi de seferber olacak değildir­ler. Her topluluktan bir taifenin dinini iyi öğrenmek ve kendisine döndüklerinde kavmini uyarmak üzere geri kal­maları gerekmez mi? Olur ki kaçınırlar.

 

Bir Grup ta Dinde Derin Bilgi Sahibi Olmak için Savaşa Çıkmasın

 

Bu âyet kabilelerin de Allah Rasûlü ile birlikte savaşa çıkmalarını sağlayan bir açıklama niteliğindedir. Allah Rasûlünün Tebûk sava­şına, kabilelerin de kendisiyle birlikte savaşa çıkmalarını bir açıkla­masıdır. Seleften bir grup, Allah Rasûlü (s.a.) sefere çıktığında her müslümana sefere çıkmanın vâcib olduğu görüşündedirler. Zîrâ Allah Teâlâ : «Gerek hafif, gerekse ağırlıklı olarak elbirliğiyle çıkın...» (Tevbe, 41) ve: «Gerek Medîne'liler için, gerekse onların çevresinde bulunan Bedeviler için Allah'ın peygamberinden geri kalmak yaraşmaz.» bu­yurmuştur. Bunlar derler ki: Bu hüküm bu âyetle neshedilrrûştir.

Şöyle de denebilir: Allah Teâlâ kabilelerin; hepsi savaşa çıkma­dığı takdirde her kabileden küçük bir grubun savaşa çıkmasını iste­mektedir, îşte burada bu husus beyân ediliyor: Allah Rasûlü ile bera­ber savaşa çıkanlar ona inen vahyi öğrenecekler ve kavimlerinin yanı­na döndüklerinde düşmanın durumu hakkında vuku bulan şeylerle ka­vimlerini uyaracaklardır. Böylece belirli bir sefere çıkma işinde onlar için iki durum (hem savaşa çıkma ve hem de Hz. Peygambere inen vahyi öğrenme) birleşmiş olacaktır. Hz. Peygamber (s.a.) den sonra ise ka­bilelerden sefere, çıkan grup ya dini iyice öğrenmek veya cihâd için çıkacaklardır. Bu, kabileler üzerine bir farz-ı kifâyedir.

İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu. Talha der ki: «Mü'minlerin hepsi de seferber olacak değildirler.» âyetinde Allah Teâlâ şöyle buyu­ruyor : Mü'minler toptan sefere çıkıp da Hz. Peygamber (s.a.) i yalnız başına bırakacak değillerdir. ((Her topluluktan bir taifenin dinini iyi öğrenmek üzere geri kalmaları gerekmez mi?» Burada seriyyeler kas-dedilmektedir. Onlar, ancak Hz. Peygamberin izni ile seriyyeye çıkar­lardı. Seriyyeler geri döndüklerinde onlardan sonra Kur'an inmiş olur ve oturanlar (seriyyeden geri kalanlar) bunu Hz. Peygamber (s.a.) den öğrenmiş olurlar da : Muhakkak ki Allah Teâlâ peygamberinize Kur'an indirmiştir ve biz onu kendisinden öğrendik, derlerdi. Bu seriyyelere çıkanlar, kendilerinden sonra Allah Teâlâ'nın peygamberine indirdiği­ni öğrenmek üzere geri kalırlar ve diğer seriyyeler gönderilirdi. İşte Allah Teâlâ'nın : «Dinini iyi öğrenmek üzere...» buyurması budur. Bu­rada buyurur ki: Allah Teâlâ'nın peygamberlerine indirdiğini öğren­meleri ve seriyyeler kendilerine döndüğü zaman onlara öğretmeleri için.

«Olur ki kaçınırlar.» Mücâhid der ki: Bu âyet, Muhammed (s.a.) in ashabından bazıları hakkında nazil olmuştur. Onlar çöllere çıkmış­lar, insanlardan iyilik ve istifâde edecekleri bolluk elde etmişler, insan­lardan bulduklarını hidâyete çağırmışlardı. İnsanlar kendilerine : Biz sizi arkadaşlarını terketmiş ve bize dönmüş görüyoruz, demişlerdir. Onlar da içlerinde bir sıkıntı duyarak hep birden çölden gelip Hz. Pey­gamber (s.a.) in huzuruna girmişlerdi. Allah Teâlâ buyurur ki: «Her topluluktan (hayrı isteyen) bir taifenin dinini iyi öğrenmek, (insanla­rın içinde olan sözleri dinlemek ve kendilerinden sonra Allah'ın indir­diklerini iyice öğrenmek) ve kendisine döndüklerinde kavmini (bü­tün insanları) uyarmak üzere geri kalmaları gerekmez mi? Olur ki kaçınırlar.»

Bu âyet hakkında Katâde der ki: Allah Rasûlü (s.a.) ordular gön­derdiği zaman, Allah Teâlâ onlara peygamberini (s.a.) yalnız bırak­mamalarım, bir grubun dinini iyice öğrenmek üzere Allah Rasûlü ile beraber kalmasını, bir grubun da kavmini davet etmek üzere, .kendile­rinden Öncekilerin başına gelenlerle onları sakındırmaları için gitme­sini emretmiştir.

DahhâK der ki: Allah Rasûlü, (s.a.) bizzat gazaya çıktığı zaman özür sahipleri dışında müslümanlardan hiç kimsenin ondan geri kal­ması helâl değildir. Hz. Peygamber kendisi ikâmet buyurup da seriyye gönderdiği zaman ise onların ancak Hz. Peygamberin izni ile çıkmaları onlara helâldir. Kişi, seriyyeye katılarak savaşa çıkınca Kur'an nazil olursa Allah Rasûlü (s.a.) kalan ashabına bunları okurdu. Seriyye dön­düğü zaman Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber kalanlar onlara : Sizden sonra Allah Teâlâ peygamberine Kur'an indirdi, deyip onlara okurlar ve onlara dinlerini iyice öğretirlerdi. İşte Allah Teâlâ'nın : «Mü'minlerin hepsi de seferber olacak değildirler.» sözü budur. Allah Teâlâ buyurur ki: Allah Rasûlü ikâmet buyurduğu zaman «Her topluluktan bir tai­fenin geri kalmaları gerekmez mi?» Bununla kasdedilen şudur : Hz. Peygamber (s.a.) otururken müslümanlarm tamâmının sefere çıkma­ları gerekmez. Hz. Peygamber oturduğu zaman seriyyeler gönderilirse insanların büyük bir kısmı onunla beraber oturur, kalırdı.

İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha der ki: «Mü'minlerin hepsi de seferber olacak değildirler.» âyeti cihâd hakkında değildir. Allah Rasûlü (s.a.) Mudar'ın kuraklık senelerine dûçâr kalmasına beddua buyurduğunda, onların ülkeleri kuraklaşmıştı. Onlardan bir kabile bütünüyle gelir ve sıkıntı içinde Medine'ye konarak yalancı ol­dukları halde müslüman olduklarını söylerlerdi, (Bu gelişleriyle) Hz. Peygamber (s.a.) in ashabını sıkıntıya sokmuş oldular. Allah Teâlâ da elçisine onların (gerçek) mü'minler olmadıklarını haber verdi ve Allah Rasûlü onları aşiretlerine geri gönderdi. Kavimlerini de onların yaptık­larını yapmamaları hususunda uyardı. İşte Allah Teâlâ'nın : «Kendi­sine döndüklerinde kavmini uyarmak üzere geri kalmaları gerekmez mi? Olur ki kaçınırlar.» sözü budur.

Bu âyet hakkında îbn Abbâs'tan rivayetle Avfî der ki: Arap kabi­lelerinden her birinden bir grup ayrılıp Hz. Peygamber (s.a.) e gelir, dinî konularda dilediklerini ona sorarak dinlerini iyice öğrenirler ve Hz. Peygambere : Ne yapmamızı emredersin? Kavmimize vardığımızda aşiretlerimize ne söylememiz gerektiğini bize bildir, derlerdi. Allah Rasûlü onlara Allah'a ve elçisine itaati emreder, kavimlerine namazı ve zekâtı emretmelerini söylerdi. Onlar kavimlerine vardıklarında : Mu­hakkak ki kim İslâm'a girerse; o bizdendir, derler ve onları uyarırlardı. O kadar ki kişi babasından ve anasından bile ayrılırdı. Allah Rasûlü (s.a.) onlara haber verir ve kavimlerini onlarla uyarırdı. Kavimlerine döndüklerinde onları İslama çağırır, onlan ateşten sakındırır ve on­lara cenneti müjdelerlerdi.

İkrime der ki: «Eğer elbirliğiyle çıknıazsanız sizi elîm bir azâbla azâblandırırız.» (Tevbe, 39), «Gerek Medîne'liler için gerekse onların çevresinde bulunan bedeviler için Allah'ın peygamberinden geri kalmak yaraşmaz.» âytleri nazil olduğunda münafıklar: Muhammed'den geri kalan ve onunla beraber sefere çıkmayan çöl halkı helak oldu, dediler. Hz. Peygamber (s.a.) in ashabından bazıları dinlerini öğretmek üzere çöldeki kavimlerinin yanına gitmişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ :

«Mü'minlerin hepsi de seferber olacak değildirler. Her topluluktan bir taifenin geri kalmaları gerekmez mi?» âyetini indirdi ve : «Kabul olun­duktan sonra Allah'ın dini hakkında, tartışmaya girişenlerin delilleri Rabları katında boştur...»  (Şûra, 16)  âyeti nazil oldu.

Hasan el-Basrî der ki: Her topluluktan bir taifenin dinini iyi öğ­renmek üzere sefere çıkmaları gerekmez mi? Çıkanların Allah Teâlâ'-nın kendilerini müşriklere karşı muzaffer kılmasını, onlara yardımını görmek suretiyle dinlerini iyice öğrenmeleri ve kendilerine döndükle­rinde kavimlerini uyarmaları için sefere çıkmaları gerekmez mi?[86]

 

123 — Ey imân edenler; kâfirlerden size yakın olan­larla savaşın. Ve onlar sizde sertlik görsünler. Ve bilin ki; Allah, muhakkak müttakîlerle beraberdir.

 

Kâfirler Sizde Sertlik Görsünler

 

Allah Teâlâ mü'minlere önce kâfirlerin Önde gelenleriyle İslâm di­yarına en yakın olanlarla, sonra onları ta'kîb edenlerle savaşmalarını emrediyor. Bu sebepledir ki Allah Rasûlü Arap Yarımadasındaki müş­riklerle savaşmaya başlamıştır. Sonra Mekke, Medine, Tâif, Yemen, Ye-mâme, Hecr, Hayber, Hadramût ve Arap Yarımadasının diğer bölgeleri ile diğer arap kabilelerinden insanlar bölük bölük Allah'ın dinine gir­diklerinde kitab ehli ile savaşa başlamış, Arap Yarımadası'na insanla­rın en yakını ve kitab ehli olmaları sebebiyle İslâm'a davete insanların en lâyığı olan rumlarla savaş için ordu hazırlamıştır. Tebûk'e kadar varmış, sonra insanların sıkıntıya düşmeleri, ülkenin kuraklığı ve du­rumun darlığı sebebiyle geri dönmüştür. Bunlar, Allah Rasûlünün hic­retinin 9. senesinde meydana gelmiştir. Hicretin 10. senesi veda haccı ile meşgul olmuş ve veda haccmdan onsekiz gün sonra Allah Rasûlü vefat etmiş; Allah Teâlâ onu kendi katındaki nimetlere nail kılmıştır.

Hz. Peygamberden sonra İslâm yıkılmaya yüz tutmuş haldeyken veziri, sıddîkı ve halîfesi Ebubekir (r.a.) işi üzerine almış, Allah Teâlâ dini onunla sağlamlaştırmış, İslâm'ın direklerini sağlamlaştırmış, ken­dilerine galebe çalmak suretiyle dinden dağılanları geri çevirmiş, irtidâd edenleri İslâm'a döndürmüştür. Ebubekir zekât vermeyi reddeden rezîl kişilerden zekâtı almış, hakkı bilmeyenlere açıklamış ve üstlendiği gö­revi Allah Rasûlüne niyâbeten yerine getirmiştir. Daha sonra haça ta­pan rumlara ve ateşe tapan iranlılara karşı İslâm ordularının hazır­lığına girişmiş, risâletin bereketiyle Allah Teâlâ ona ülkelerin hepsini nasîb etmiş, Kisra ve Kayser ile kullardan onlara itaat edenlerin bu­runlarını yere sürtüp, ordularını dize getirmiş, Allah Rasûlü'nün haber verdiği şekilde onların hazînelerini Allah yolunda harcamıştır.

Hz. Ebubekir'in kendisinden sonra tavsiye ettiği veliahdı demek olan Allah'a çokça sığman mihrâb şehidi Ebu Hafs Ömer İbn Hattâb el-Farûk'un ellerinde iş tamamlanmış, kemâle ermiş ve Allah Teâlâ onunla inkarcı kâfirlerin burunlarını yere sürtmüş, azgın ve münafık­ları hor, zelîl kılmıştır. O, doğuda ve batıda ülkeler fethetmiş, uzaktan, yakından diğer ülkelerin. hazîneleri ona taşınmış, o da şeriata uygun şekilde ve hoşnûdluk yolunda bunları dağıtmış, buluşturmuştur.

Övülmüş olarak yaşayan Hz. Ömer şehîd olarak vefat ettiğinde muhacir ve ansârdan ashâb-ı kiram, mü'minlefin emîri ve evinde şehîd edilmiş olan Osman İbn Affân'ın halifeliğinde icmâ' etmiştir. En geniş anlamıyla riyaset elbisesini müslümanlara giydirmiş, Allah'ın en yüce hüccetleri diğer iklimlerdeki kulların boyunlarına uzanmış, yeryüzünün doğu ve batılarında İslâm gâlib gelmiş, Allah'ın kelimesi yüce olmuş ve dini en üstün olmuştu]-. Bu hanîf ümmet, Allah'ın düşmanlarına karşı gayesinin en yücesine erişmiştir. Ne zaman başka bir ümmete gâlib gelseler, onlardan bir sonrakine geçiyor, sonra onları ta'kîb eden zâlim ve fâcirlere intikâl ediyorlardı. Bunda Allah Tealâ'nın : «Ey îmân eden­ler, kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın ve onlar sizde sertlik gör­sünler.» âyetine imtisal etmiş, sarılmış oluyorlardı. Allah Teâlâ : «Ve onlar sizde sertlik görsünler.» buyurur ki kâfirler, kendileri ile sava­şırken sizde bir sertlik görsünler. Kâmil mü'min, ancak mü'min kar­deşine karşı yumuşak ve düşmanı kâfire karşı serfolan kişidir. Nite­kim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Allah'ın sevdiği ve onlann da O'nu sevdikleri, müzminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı zorlu bir kavim getirir.» (Mâide, 54), «Muhammed Allah'ın Ra-sûlüdür. Beraberinde bulunanlarda kâfirlere karşı çetin, kendi arala­rında merhametlidirler.» (Feth, 29), «Ey peygamber, kâfirler ve müna­fıklar ile cihâd ©t ve onlara karşı çetin ol.» (Tevbe, 73), «Ey peygam­ber kâfirler ve münafıklarla savaş. Onlara karşı sert davran.» (Tahrîm, 9). Bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) : Ben çok gülen, çok savaşanım, buyurmuş ve bununla dostunun yüzüne gülen, Allah düşmanlarının ileri gelenleri ile çokça savaşan olduğunu beyân buyurmuştur.

Allah Teâlâ : «Ve bilin ki Allah, muhakkak müttakîlerle beraber­dir.» buyurur ki kâfirlerle savaşın, Allah'a tevekkül edip güvenin ve bilin ki, kendisinden korkup itaat ettiğiniz takdirde muhakkak Allah sizinle beraberdir.

Bu ümmetin en hayırlıları olan üç nesilde, durum son derece istikâ­met üzere olup Allah'a itâata riâyet ediliyordu. Onlar, dâima düşman­larına karşı gâlib geliyor ve pekçok fetihler yapıyorlardı. Düşmanlar de­vamlı horluk ve hüsran içindeydiler. Sonra fitneler, hevâ ve hevesler ile hükümdarlar arasında ihtilâflar meydana gelince İslâm ülkelerinin etrafındaki düşmanlar tamâa düşüp İslâm ülkelerine doğru ilerlediler. Kralların birbirleriyle uğraşmaları sebebiyle onlara engel olunamadı. Sonra İslâm ülkelerine doğru ilerleyip etraftaki birçok ülkeleri ele geçirdiler, devam ederek İslâm ülkelerinden birçoğunu istilâ ettiler. Şüphesiz ki is, ondan önce de sonra da Allah'ın elindedir. Müslüman lardan ne zaman bir kral kalkıp Allah'ın emirlerine itaat etmiş, Al­lah'a tevekkül edip güvenmişse; Allah Teâlâ ona ülkelerin hepsini nasîb etmiş ve Allah'ın sevmesi ölçüsünde düşmanlarından İslâm topraklarım geri alabilmiştir. Müslümanları Allah'ın düşmanları kâfirlere karşı mu­zaffer kılacak, onların kelimesini diğer ülkelerde yüceltecek ve bu hususta yardım istenecek yalnız Allah'tır. Muhakkak ki O, Cömerttir, Kerîm'dir.[87]

 

124  — Bir sûre indirilince; onlardan kimi: Bu, han­ginizin îmânını artırdı? der. îmân etmiş olanlara gelince; onların îmânını artırmıştır. Ve onlar, birbirleri ile müjdeleşirler.

125  — Kalblerinde hastalık    bulunanların ise, mur­darlıklarına murdarlık katmıştır. Ve kâfir olarak ölmüş­lerdir.

 

Allah Teâlâ buyurur ki : «Bir sûre indirilince; münafıklardan ki­mi : Bu hanginizin îmânını artırdı?» der. Birbirlerine bu sûre hangini­zin îmânını artırdı? derler. Allah Teâlâ da buyurur ki :  «îmân etmiş olanlara gelince; onların îmânını artırmıştır. Ve onlar, birbirleri ile müjdeleşirler,»

Bu âyet, îmânın artıp eksilebileceğine delâlet eden delillerin en önemlilerinden biridir. Selef ve halef âlimleriyle imamların çoğunun mez nebi budur. Birçoklarından bu hususta icmâ' bile rivayet edilmiştir. Bu-hârî Şerhinin başında bu konudan uzunca bahsedilmiştir.

«Kalblerinde hastalık bulunanların ise murdarlıklarına murdarlık katmıştır.» Onların şüphelerine yeni şüpheler eklemiştir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Kur'an'dan mü'minler için rah­met ve şifâ indiririz. Zâlimler için ise ancak hüsranı artırır.» (İsrâ, 82), «De ki: Bu, îmân edenlere hidâyet ve şifâdır. îmân etmemiş olanların ise kulaklarında ağırlık vardır. Ve bu; onlara kapalıdır. Sanki bun­lara uzak bir mesafeden sesleniliyor da anlamıyorlar.» (Fussilet, 44). Allah Teâlâ'nın kalblere hidâyet bahşettiği şeyin onların sapıklık ve helakine sebeb olması bahtsız oluşlarının bir bölümüdür. Nitekim mizacı kötü olan (mizacı düzgün olanların) beslendiğiyle beslenmiş olsaydı bu, ancak onun fesadını ve noksanlığım artırırdı.[88]

 

126  — Onlar görmezler mi ki; her yıl bir veya iki kere belâlara çarpılıyorlar da yine tevbe etmiyorlar. Ve ibret almıyorlar.

127  — Bir sûre indiği zaman; birbirlerine bakarlar ve: Sizi bir kimse görüyor mu? der, sonra dönüp giderler. Allah onların kalblerini döndürmüştür. Çünkü onlar, an­lamazlar güruhudur.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Bu münafıklar «Her yıl bir veya iki kere belâlara çarpılıyor (deneniyor) lar da yine (geçmiş günâhlarından) tev­be etmiyorlar ve (gelecek hallerinden) ibret almıyorlar.» Mücâhid; on­ların, kuraklık, kıtlık ve açlıkla denendiklerini (deneneceklerini) söyler­ken, Katâde; senede bir veya iki defa savaşla deneneceklerini söyle­miştir.

Şerîk'in Câbir kanalıyla... Huzeyfe'den rivayetine göre; o, «Onlar görmezler mi ki, her yıl bir veya iki kere belâlara çarpılıyorlar.» âyeti Hakkında şöyle demiştir : Biz, her sene bir veya- iki yalan duyardık. İnsanlardan büyük bir kitleyi onunla sapıtırdı. Huzeyfe'nin bu sözünü İbn Cerîr rivayet etmiştir. Enes'den rivayet edilen bir hadîste şöyle de­nilir : İş mutlaka zorlaşacak, insanlar cimrileşecek ve hiç bir sene ol­mayacak ki kendisinden sonraki daha kötü olmasın. İşte bunu peygam­beriniz (s.a.)  den işittim.

«Bir sûre indiği zaman birbirlerine bakarlar ve : Sizi bir kimse görüyor mu? der, sonra dönüp giderler. Allah onların kalbierini dön­dürmüştür. Çünkü onlar, anlamazlar güruhudur.» âyeti de münafıklar­dan haber vermektedir. Allah Rasûlü (s.a.) ne bir sûre indiği zaman : «Onlar birbirlerine bakarlar ve : Sizi bir kimse görüyor mu?» der, sonra hakdan yüzçevirip, ayrUıp dönüp giderler. İşte onların din husu­sundaki durumları budur. Onlar hakkın yanında sebat etmez, onu ka­bul etmez ve onu anlamazlar. Nitekim Allah Teâlâ, başka âyetlerde şöy­le buyurmaktadır : «O halde bunlara ne oluyor ki, öğütten yüz çeviri­yorlar? Ürkek yaban eşekleri gibi. Ürkmüş olan arslandan.n (Müddes-sir, 49-51), «O küfredenlere ne oluyor ki, gözlerini sana doğru dikip bakmaktadırlar. Sağdan ve soldan halka halka olarak.» (Meâric, 36-37). Bunlar, öyle bir kavimdir ki haktan kaçıp bâtıla gitmek üzere senin yanından sağa ve sola dağılıp uzaklaşırlar.

Allah Teâlâ'nın : «Sonra dönüp giderler. Allah onların kalbierini döndürmüştür.» kavli: «Fakat onlar yoldan sapınca, Allah da onların kalbierini saptırmıştı.» (Saff, 5) âyeti gibidir ki onlar kitabını anla­mazlar, onu anlamayı istemezler. Aksine ona karşı bir şaşkınlık ve nefret durumundadırlar, içindedirler. Bu sebepledir ki yaptıkları bu işe düşmüşlerdir.[89]

 

128 — Andolsun ki; size kendinizden bir peygamber gelmiştir. Sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelir. Sizin üzerinize düşkündür, mü'minlere  raûf ve  rahîm'dir.

129 — Eğer yüz çevirirlerse; de ki: Allah, bana yeter. O'ndan başka hiç bir tanrı yoktur. Ben O'na tevekkül et­tim ve O büyük Arş'm Rabbıdır.

 

Allah Teâlâ burada mü'minlere kendilerinden, kendi cinslerinden ve kendi dinleri üzere bir elçi gönderme nimetini haber veriyor. Nite­kim İbrahim (a.s.) : «Rabbımız onlann arasından bir peygamber gön­der.» (Bakara, 129) demiş, Allah Teâlâ da : «Ândolsun ki Allah, mü'­minlere büyük bir lutufda bulunmuştur. Zîrâ onlara, kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir.» (Âl-i tmrân, 164) buyurmuştur. Burada da : «Ândolsun ki, size kendinizden bir peygamber gelmiştir.» buyurur. Bu peygamber sizin içinizden ve sizin dilinizle gelmiştir. Nitekim Ca'fer îbn Ebu Tâlib, Necâşî'ye; Muğîre İbn Şu'be de Kisrâ'nın elçisine şöyle demiştiler : Muhakkak ki Allah, bizim aramızdan bir peygamber gön­dermişti. Onun nesebi ve sıfatı, çıkışı ve girişi, doğruluğu ve emîn oluşu bilinir... Ve râvî hadisi bütünüyle zikretmiştir.

Süiyân İbn Uyeyne'nin Ca'fer îbn Muhammed'den, onun da baba­sından rivayetine göre; o, «Ândolsun ki; size kendinizden bir peygam­ber gelmiştir.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Câhiliye devrinde doğ­muş olmaktan dolayı Hz. Peygambere hiçbir zarar isabet etmemiştir. AUah Rasûlü (s.a.) de şöyle buyurmuştur : Ben nikâhlı (aileden) doğ­dum, zinadan değil. Bu hadîs, başka bir kanaldan mevsûl olarak riva­yet edilmiştir. Hafız Ebu Muhammed Hasan İbn Abdurrahmân er-Râ-mehürmüzî'nin «el-Fâsıl Beyne'r-Râvî ve'l-Vâî» isimli eserinde Ebu An­nem Yûsuf îbn Hârûn İbn Ziyâd kanalıyla.., Ali'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) : Âdem'den babamın ve anamın beni doğurmasına kadar nikâh (lı aileden) doğdum, zinadan doğmadım. Bana câhiliye devrinin ahlâksızlıklarından hiç bir şey dokunmamıştır, buyurmuştur.

Allah Teâlâ : «Sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelir.» buyurur ki ümmetini sıkıntıya sokan ve onlara zor gelen şeyler ona ağır gelir. Muhtelif kanallardan olmak üzere Hz. Peygamber'den rivayet edilen bir hadîste o : Ben müsamahakâr hanîf dini ile gönderildim, buyurmuştur. Sahîh bir hadîste : Muhakkak ki bu din kolaylıktır, buyurulmuştur. Onun şeriatının bütünü kolay, müsamahakâr, mükemmeldir. Allah Teâlâ kime kolaylaştırmışsa, bu din ona kolaydır.

«Sizin üzerinize düşkündür.» Sizin hidâyetinize, dünya ve âhiret faydasının size ulaşmasına düşkündür. Taberânî der ki : Bize Muham­med İbn Abdullah el-Hadremî'nin... Ebu Zerr'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü gökte kanat çırpan kuşa vanncaya kadar Allah Rasûlü her şeyden bilgi vermiş olarak bizden ayrılmıştır. Allah Rasûlü (s.a.) buyurmuştur ki: Cennete yaklaştıran ve ateşten uzaklaş­tıran hiç bir şey yoktur ki size açıklanmış olmasın.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Fatn'ın... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah Teâlâ haram kıldığı her bir şeye sizden bazılarının göz dikeceğini elbette bilir. Kele­beğin veya sineğin (ateşe ve ışığa) düşmesi gibi sizin peşpeşe ateşe düş­memeniz için muhakkak ki ben sizin kuşaklarınızdan tutmuş, sarıl-mışımdır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan İbn Musa'nın... İbn Abbâs'tan rivayetine göre (bir gece) rü'yâsında Allah Rasûlü (s.a.) ne iki melek gelmiş; biri ayakları ucuna, diğeri başucuna oturmuş. Ayakucuna otu­ran başucuna oturana : Şuna ve şunun ümmetine bir misâl ver demiş. Öteki şöyle demiş : Bunun ve ümmetinin misâli bir kavimdir ki onlar, yolculuklarında bir çölün başına varmıştır. Yanlarında çölü geçebile­cekleri ve dönebilecekleri azıkları yoktur. Onlar bu durumda iken abâ giymiş birisi kendilerine gelir ve : Ne dersiniz, sizi otlan bol bir bah­çeye, su dolu bir havuza götürsem, benim peşimden gelir misiniz? der. Onlar; evet, derler ve onları götürüp otları bol bir bahçeye, su dolu bir havuza eriştirir. Yerler, içerler ve beslenirler. Onlara : Sizin bu halinizi artırsam, burayı bana bıraksanız ve sizi otları bol bir bahçe­ye, su dolu bir havuza götürsem bana uyarmışınız? der. Onlar; evet, derler. Muhakkak ki sizin önünüzde otları bundan daha bol bir bah­çe, suları bundan daha çok bir havuz vardır, benim peşimden geliniz, der. Onlardan bir grup : Doğru söyledi, Allah'a yemin olsun ki ona uyacağız, derler. Diğer bir grup ise : Biz bundan hoşnûd olduk, bura­da kalacağız, derler.

Bezzâr der ki: Bize Seleme İbn Şebib ve Ahmed îbn Mansûr'un birlikte... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetlerine göre; bir bedevi bir hu­susta kendine yardımcı olmasını istemek üzere Allah Rasûlü (s.a.) ne gelmişti. —îkrime : .Öyle sanıyorum ki bir kan (diyet) hususunda dedi— Allah Rasûlü (s.a.) ona bir miktar bir şey verdi. Sonra: Sana iyilik ettim mi? diye sordu. Bedevi; hayır, güzel yapmadın, dedi. Müs­lümanlardan bazısı öfkelenip ona karşı gelmeye çalıştılar. Allah Ra­sûlü onlara bırakmalarını işaret etti. Allah Rasûlü (s.a.) kalkıp evine vardı, bedeviyi eve çağırdı ve ona : Muhakkak sen bize geldin, bizden istedin ve biz de sana verdik Sen ise söylediğin şu sözü söyledin, bu­yurdu. Allah Rasûlü ona bir miktar daha verdi ve : Sana -iyilik ettim mi? diye sordu. Bedevi: Evet, Allah Teâlâ seni hayırlı aşiret ve aile ile mükâfatlandırsın, dedi. Hz. Peygamber (s.a.) : Muhakkak sen bize gel­din, bizden istedin ve biz de sana verdik, sen de söylediklerini söyle­din. Ashabımın gönüllerinde sana karşı bundan dolayı bir öfke meydana gelmiştir. Sen geldiğin zaman onların önünde benim önümde söylediği­ni söyle ki onların kalblerindeki öfke gitsin, buyurdu. Adam; pekiyi, dedi. Bedevi tekrar meclise geldiğinde Allah Rasûlü : Muhakkak ki ar­kadaşınız bize gelmiş, istemiş ve biz de ona vermiştik. O ise söylediğini söylemiş ve biz de onu çağırıp ona vermiştik. O razı olduğunu sanıyor. Ey bedevi öyle mi? buyurdu. Bedevi : Evet, Allah Teâlâ seni hayırlı akrabalarla mükâfatlandırsın, dedi. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyur­du : Benim ve şu bedevinin misâli, bir adam gibidir ki onun bir devesi vardır ve o kaçmıştır. İnsanlar devenin peşine düşerler. Ancak sâdece onun kaçmasını arttırırlar. Devenin sahibi onlara der ki : Devemle aramı serbest bırakın. Muhakkak ki ben ona karşı daha yumuşağım ve onu en iyi bilenim. Deveye yönelir ve yerden bir miktar toz alıp devesini çağırır. Deve gelir ve isteğine (çağrısına) icabet eder. O kişi de yükünü devenin üzerine yükler. Daha önce söylediğini dediğinde şayet ben de size uysaydım muhakkak ki cehenneme girerdi. Sonra Bezzâr hadîsin bu kanaldan başka rivayetini bilmediklerini söyler. Ben de derim ki: İbrâhîm İbn el-Hakem İbn Ebân'ın durumundan dolayı bu hadîs zayıftır. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ burada : «Mü'minlere Rauf ve Rahîm'dir.» buyurmak­tadır. Nitekim bu Allah Teâlâ'mn ona bir emri olup, bir âyette bu şöyle belirtilmektedir : «Mü'minlerden sana uyanlara kanatlarını aç. Şayet sana baş kaldırırlarsa de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım. Aziz, Rahîm'e tevekkül et.»   (Şuarâ, 215-217).

Allah Teâlâ : «Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter.» bu­yurur. Senin onlara getirmiş olduğun temiz, mükemmel, şümullü şe­riattan yüz çevirirlerse; Allah bana yeter de. O'ndan başka ilâh yoktur ve ben O'na tevekkül ettim, de. Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle bu­yurur : «Doğunun ve batının Rabbıdır. O'ndan başka ilâh yoktur. Öy­leyse O'nu vekîl edin.»  (Müzzemmil, 9).

«Ve O, büyük Arş'ın Rabbıdır.» O, her şeyin mâliki ve yaratıcısıdır. Zîrâ O, göklerde ve yerdeki yaratıkların hepsinin tavanı ve toplayıcısı olan büyük Arş'ın Rabbıdır. Arş'ın altında ve göklerle yeryüzü arasında' ne varsa hepsi Allah'ın kudreti altındadır. O'nun ilmi her şeyi kuşat­mıştır. Takdiri her şey hakkında geçerlidir. O, her şeye Vekü'dir.

İmâm Ahmed der ki: Bana Mubammed İbn Ebu Bekr'in... İbn Abbâs'tan, onun da Übeyy İbn Kâ'b'dan rivayetine göre; o, şöyle de­miştir : Kur'an'dan son nazil olan âyet, sûrenin sonuna kadar olmak üzere : «Andolsun ki; size kendinizden bir peygamber gelmiştir.» âye­tidir. Abdullah İbn İmâm Ahmed der ki: Bize Ravh İbn Abdülmü'-min'in... Übeyy îbn Kâ'b (r.a.) dan rivayetine göre; onlar, Ebubekir (r.a.)   in halifeliğinde Kur'an'ı mushaflarda toplamışlardı. Bazı kimseler yazıyor ve onlara Übeyy İbn Kâ'b imlâ ettiriyordu. Berâe sûresin­den «Sonra dönüp giderler. Allah onların kalblerini döndürmüştür. Çünkü onlar, anlamazlar güruhudur.» âyetine geldiklerinde Kur'an'­dan son nazil olanın bu olduğunu sandılar. Onlara Übeyy İbn Kâ'b : Bu âyetten sonra Allah Rasûlü bana iki âyet daha okuttu : «Andolsun ki; size kendinizden bir peygamber gelmiştir. Sıkıntıya uğramanız kendi­sine ağır gelir. Sizin üzerinize düşkündür, mü'minlere raûf ve Rahîm'-dir... Ve O, büyük Arş'ın sahibidir.» deyip şöyle devam etti: Kur'an'dan son nazil olan âyet işte budur. Kur'an; kendisinden başka hiç bir ilâh olmayan Allah ile başladığı gibi, yine onunla bitmiştir. Bu, Allah Teâ-lâ'nın : «Senden önce gönderdiğimiz her peygambere : Benden başka tanrı yoktur, Bana kulluk edin, diye vahyetmişizdir.» (Enbiyâ, 25) âye­tidir. Bu hadîs de garîbdir. İmâm Ahmed der ki: Bize Ali İbn Bahr'm... Abbâd İbn Abdullah İbn Zübeyr'den (r.a.) rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Haris İbn Hazeme, Ömer İbn Hattâb'a Berâe sûresinin sonun­dan iki âyeti, «Andolsun ki; size kendinizden bir peygamber gelmiş­tir...» âyetini getirdi. Hz. Ömer : Bunun üzerine seninle beraber kim vardı? diye sordu. O : Bilmiyorum, Allah'a yemin eder ve şehâdet ede­rim ki ben bu âyeti Allah Rasûlü (s.a.) nden işittim, anladım ve ez­berledim, dedim. Hz. Ömer : Ben de şahidim ki bu âyeti Allah Rasûlü (s.a.) nden işittim, dedi ve şöyle devam etti: Şayet bunlar üç âyet ol­salardı, mutlaka onları başlıbaşına bir sûre yapardım. Kur'an'dan bir sûreye bakın ve bu âyeti ona koyun. Ve bu âyeti Berâe sûresinin sonuna koydular.

Daha önce de geçtiği üzere Kur'an'ın toplanması fikrini Ebubekir es-Sıddîk (r.a.) a veren Ömer İbn Hattâb'dır. Ebubekir, Zeyd îbn Sâ-bit'e emretmiş ve o da Kur'an'ı toplamıştır. Hz. Ömer onlar yazarken yanlarında bulunurdu. Sahih bir haberde belirtildiğine göre, Zeyd şöyle demiştir : Berâe sûresinin sonunu Huzeyme İbn Sabit —veya Ebu Hu­zeyme— de buldum. Daha önce de geçtiği üzere her ne kadar âyeti ilk defa onlara getiren Huzeyme İbn Sabit ise de sahabeden bir topluluk da bu âyeti Allah Rasûlü (s.a.) nden duyduklarını hatırlamışlardır. En doğrusunu Allah bilir.

Ebu Davud'un Yezîd İbn Muhammed'den, onun Abdürrezzâk İbn Ömer —müslümanların güvenilirlerinden ve çok ibâdet edenlerinden-dir— den onun Müdrik İbn Sa'd'dan —Yezîd'in söylediğine göre bu zât da güvenilir bir şeyhdir— onun Yûnus İbn Meysere'den.,. onun da Ebu Derdâ'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Kim sabah ve akşam: «Allah bana yeter, O'ndan başka hiç bir tanrı yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve O, büyük Arş'ın Rabbıdır.» diye yedi kere söy­lerse onu hüzünlendiren şeye karşı Allah ona yeter.

İbn Asâkir'in Abdürrezzâk İbn Ömer'in hal tercemesinde Ebu Zür'a ed-Dimaşkî kanalıyla... Ebu Derdâ'dan rivayetine göre; o, şöyle der­miş : Hiç bir kul yüktür ki doğru veya yalancı olarak yedi kere : «Allah bana yeter, O'ndan başka hiç bir tanrı yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve O, büyük Arş/ın Rabbıdır.» desin de kendisini üzen, hüzünlendiren şeye Allah yeterli olmasın. Bu, garîb bir fazlalıktır. İbn Asâkir, bu ha­dîsin bir benzerini fazlalığı ile beraber Abdürrezzâk Ebu Muhammed'in hal tercemesinde Ahmed İbn Abdullah İbn Abdürrezzâk'dan, o dedesi Abdürrezzâk İbn Ömer'den şeklinde bir rivayet zinciri ile merfû' olarak rivayet etmiştir. Ancak bu hadîs de münkerdir. En doğrusunu Allah bilir.[90]

 

İzahı

 

İslâm Öncesi Arap toplumuna baktığımızda.bir sistemin gelişip ya­yılabilmesi için zorunlu olan unsurlardan hiçbirinin mevcûd olmadığı­nı görürüz. Ne tabiî çevre, ne sosyal yapı, ne tarihî altyapı, ne de insan unsuru bakımından İslâm öncesi Arap toplumu, kapsamlı ve evrensel bir düşünce sistemini hazırlayacak imkânlara sahip değildi.

Şöyle ki; tabiî çevre bakımından Arap Yarımadası, tarih öncesi dönemlerden beri insan hayatı için elverişli bir tabiat yapısına sahip değildi. Yeterli yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, insan hayatı için elve­rişli iklim şartlan, ekonomik imkânları, ulaşım kolaylıkları ve yeterli besin kaynaklan bulunmadığı için; tarihin en eski devirlerinden beri burada geniş yerleşim merkezleri kurulmamıştır. Milâddan önceki asır­larda Sînâ Yarımadası'nda (Vadi Mağara'da) bakır madeni ocaklan bulunuyordu. Kuzey Arabistan'da Medyen civarında altın madeni ya-taklanna rastlanıyordu. Aynca Güney Arabistan'da Bab'ül-Mendeb bo­ğazı civarında Hadramût'ta buhur ve günlük ticâreti yapılmaktaydı. [91]Her bakımdan fakır olan bu çöllerde gündelik hayat öylesine meşakkatli ve zor idi ki; hemen hemen hiç bir büyük devlet bu kum yığınlarına sahip olmayı düşünmemiştir.

Sosyal yapı bakımından Arap cemiyeti kabîleciiik, soy-sop ve asa­biyet bağı üzerine oturuyordu. Göçebe ve yerleşik olmak üzere ikiye aynlan halk tabakası, büyük çoğunluğu itibariyle deve sürülerini otla­tarak geçimlerini sağlıyorlardı. Bilhassa Orta ve Kuzey Arabistan hal­kının çoğunluğu göçebeydi. Çok küçük yerleşim merkezleri ancak vâ-hâlarda ve içmek için açılmış su kuyularının başlarında bulunuyordu. Yerleşik halk, daha çok ticâret kervanlarının güzergâhındaki mahallerde oturuyordu. Kendileri de geçimlerini ticâret ve kervancılıkla sağlı­yorlardı. Bunlara şehirli anlamına medenî (Civil) adı veriliyordu. Be-devî denilen ve çölde göçebelikle, develerini otlatarak geçinen büyük halk yığınları ise yaz-kış otlaklar peşinde dolaşıyorlardı.

Toplum hayatı tamamıyla kabile sistemine dayanıyordu. «Reîs», «Şeyh», «Seyyid» denilen kabile reisleri, mutlak yetkiye sahip bulunu­yorlardı. Çok evlilik esâsına dayanan ailede; erkek tek hâkim idi. Ka­dının hemen hemen hiçbir yetkisi yoktu. Diğer herhangi bir eşya gibi kadın da babadan oğula intikâl ediyordu. Abdullah İbn Abbâs'ın ifâ­desine göre, «bir kişinin babası ölünce hanımları o kişiye kalırdı. Ya mehrini verinceye kadar kadını kendi yanında alıkordu, yahut ta kadın ölür malı o kişiye kalırdı.» (Ebu'l-Hasan Nedevî, Müslümanların Gerile­mesiyle Dünya Neler Kaybetti, 109) Öüddî'nin ifâdesine göre, «bir kişinin babası, kardeşi veya oğlu ölür de geriye karısı .kalırsa, ölenin vârislerinden birisi erken davranarak elbisesini kadının üzerine atardı. O zaman bu kişi, o kadını almaya veya mehrini alarak başka biriyle ni-kâhlamaya hak kazanırdı.» (Taberî, Tefsir, IV, 308). Kız çocuğu olan bir baba günlerce halk arasında dolaşmaktan utanırdı. Bu sebeple kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Hz. Ömer başta olmak üzere kız çocuğunu diri diri toprağa gömen babaların İslâm sonrası acıklı hâtıra­ları İslâm kaynaklannda geniş olarak anlatılır. Evlilik müessesesi ise kadına bakış tarzının sapıklığından kaynaklanan bir düşüklük içinde idi. Hz. Âişe (r.a.) nin naklettiğine göre, araplar arasında dört çeşit ni­kâh şekli vardı: «Normal olarak bugünkü gibi nikâh. Bir adam birinin kızı veya evlâdlığı ile nişanlanır, mehrini öder ve evlenirdi. İkinci tür nikahlanma da şöyle idi: Bir kişinin karısı âdetten temizlenince o kimse karısına; falancaya var ve ondan hâmile kal, derdi. Ve o kişi bir daha karısına hiç yaklaşmazdı. Kadının hâmile olduğu anlaşılınca, adam isterse karısına tekrar yaklaşırdı. Daha çok çocuğun soylu olması için bayie yapılırdı ki buna «istibdâ» nikâhı adı verilirdi. Bir başka nikâh şekli de şöyle idi: On kişiden aşağı olmamak üzere bir grup birleşerek bir kadının yanına varırlar ve hepsi onunla münâsebette bulunurlardı. Şayet kadın hâmile kalırsa, çocuğun doğumundan birkaç gün sonra, kadın o on kişiye haber yollardı. İçlerinden hiç birisi gelmemezlik ede­mezdi. Hepsi biraraya gelince kadın, falanca çocuk senindir, derdi ve on kişiden beğendiği kişiye çocuğunu verirdi. Bu adam o çocuğu alma-mazlık edemezdi. Ve nihayet dördüncü bir nikâh şekli de şöyle idi: Birçok kişi toplanarak bir kadının yanına varırlardı ve kadın gelenler­den hiç birini geri çevirmezdi. Umûma âit olan bü kadınlar kapılarının üzerine bir işaret çekerlerdi. Kadın hâmile kalıp doğum yapınca bütün erkekler gelip başına toplanır ve çocuğun babasını tesbît için bir yetkili  (ehl-i vukuf) seçerlerdi. Çocuk ehl-i vukufun tesbît ettiği kişiye verilir ve onun adıyla anılırdı. Teslim edilen şahıs çocuğu kabul etmekten ka~ çınamazdı.»[92]

Kumar son derece yaygındı. Hattâ mallarıyla birlikte kadınlarını kumara verenler bulunuyordu. Faiz son derece yaygındı ve toplumda ticâret faiz esâsına dayanıyordu. Faiz, parada katlanma ve hayvanlarda yaş hesabına göre olurdu. (Taberî, Tefsir, IV, 59). İçki ve fal da çok yaygındı.

Her kabilenin özel bir putu vardı. «Ensâb» adı verilen putlar, toplu mahallerde bulunmayan, ancak ferdler tarafından dikilen taşlardan olu­şuyordu. (İbn el-Kelbî, Kitâb el-Asnâm, 33). Bir adam yolculuğa çıkıp herhangi bir yerde konakladığı zaman, yerden dört taş alır, en düzgü­nünü seçerek kendine ilâh edinirdi. Diğer üçünü ise tenceresinin altına koyardı. Gideceği zaman seçtiği taşlar olduğu yerde kalırdı. (İbn el-Kelbî, Kitâb el-Asnâm, 44). Belirgin bir âhiret inancı yoktu. Melekle­rin, Allah'ın kızları olduğunu kabul ediyorlardı.

Kabîlecilik öylesine yerleşmiş idi ki, «ister zâlim olsun, ister maz­lum olsun» herkes kendi kabilesinden olana yardım ediyordu. Kabileler arası savaşlar uzun yıllar devam edip gidiyordu. Nitekim «Eyyâm'ül -Arab» adını alan destanı metinler, bu kabile savaşlarının kahramanlık­larını anlatıyordu. Bu ismi alan üç büyük savaş olmuştu.

a- Yevm el-Buâs : Ficâr harbi de denilen bu savaş, Medine'deki Evs ve Hazreç kabilesi arasında ve dört dönem olarak uzun süre devam etmiştir.

b- Yevm el-Bessûs : V. asrın sonlarına doğru meşhur Arap ka­bilelerinden Benu Bekr ile Benu Tağlib arasında cereyan etmiştir. Kıs-sat'ül-Zîr adlı halk destanında anlatılan bu savaş «Bessûs» adlı ka­dına âit bir dişi devenin yaralanması sonucu çıkmış ve kırk yıl sür­müştür.

c- Yevm ed-Dâhis v'el-öabrâ : Bu çatışma Abes kabilesi reisine âit Dâhis isimli bir at ile, Zübyân kabilesi reisine âit öabrâ isimli atın yanşması sırasında, Zübyânîlerin rakîblerine haksızlık etmeleri üze­rine çıkmıştır. Bu savaşta meşhur halk şâiri Antere İbn Şeddâd (522 -615) şiirleri ve silahıyla ün kazanmıştır. Savaş, İslâmiyet'in gelişine de­ğin sürmüştür.[93]

Araplar için mükemmel insan olmanın üç şartı vardı : Belagat, okçuluk ve ata binmek.

Sosyal yapı itibarıyla Arapların insanlık ortak camiasına verebile­cekleri hemen hemen hiç bir evrensel değerleri yoktu.

Tarihî alt yapı bakımından da Arap cemiyeti son derece yetersiz idi. Araplar, tarih sahnesinde çok geç zamanlarda görünmeye başlamışlar ve İslâm öncesinde, yarımadanın dışına ulaşabilen bir varlık gösterememişlerdir. Devlet- kurma süreci araplarda çok geç zamana rastlar. Nenle ise tarihte söz sahibi olan devletler kurulur, yıkılır ve ancak araplar o yıkılış döneminde devlet kurma sürecine girerler. Bu da yarımadanın dar sınırları dışına asla çıkamaz.

Şöyle ki; Araplar genellikle Arab-ı Bâide (Âd, Semûd, Tasm ve Cedis kavimleri gibi "yokolup gitmiş araplar) ve Arab-ı Bakiye (varlıklarını de­vam ettiren araplar) diye ikiye ayrılırlar. Arab-ı Bakiye de ikiye ay­rılır :

a- Arab-ı Âribe. Bunlar, Yemen'de yaşayan Güney araplarıdır. Tevrat'ta Joktan diye geçen Kahtânî'ler bu gruba girer.

b- Arab-ı Müsta'ribe. Hz. İsmail'in soyundan, gelen, Adnan ka­nalıyla Rasûlullah'a ulaşan Kuzey araplarıdır. Bunlar Hicaz, Necid, Palmyra ve Nabt'ta yaşayan Nizârî'ler ve Maadîlerdir.

Yarımadanın tarihinde ilk devletleşme sürecine Güney Arabistan'­da rastlanıyor. Güney Arabistan'da Main veya Maan devleti adı verilen M.Ö. 1400-650 yılları arasında yaşadığı sanılan küçük bir devlet kurul­muştur. Daha sonra yine aynı bölgede başkenti Ma'rib olan Sabâ dev­leti kurulmuştur. (M.Ö. V. -M.Ö. II. asır) Hz. Süleyman ile ilişkisinden Tevrat'ta bahsedilen Sabâ melikesi Belkîs bu devletjn kraliçesi idi. Keza Habeşistan'a bu adı veren «Habasat» kavminin de bu devletin mensubu olduğu sanılmaktadır. Bilâhere Güney Arabistan'da Himyerî devleti kurulmuştur. (M.Ö. II. - M. 525). Meşhur Zu Nüvâs isimli devlet adamının Hıristiyan Habeş'liler ile mücâdelesi destanlara konu olmuş­tur. Keza Fil ordusunun komutanı olan Ebrehe el-Eşrem (Dudağı ya­rık. Ebrehe) San'â'da Külleys tapınağını yaptırarak, araplann Mekke'yi bırakıp oraya gelmelerini istemiş, bunu başaramayınca ünlü, fillerle donatılmış ordularıyla Mekke'ye saldırmıştır. Seyf İbn Zi Yezn de Güney Arabistan'da Habeş'lilere karşı İran'lıların desteğiyle başkaldırmış ve neticede Güney Arabistan 629 da müslümanlar tarafından fethedilene değin bir İran eyâleti haline dönüşmüştür.

Kuzey Arabistan'da devletleşme süreci ise daha geç zamanlara rastlamaktadır. Nabatî Krallığı (M.Ö. IV. asrın sonları) Akabe körfezi­nin kuzeyindeki Petra kentini başkent yapmış bilâhere Roma İmpa­ratoru Trianus tarafından yıkılmıştır. Tedmür devleti (I. Asır) ise kral Uzeyne (Edentus) ile karısı Zenobya (Zeyneb-Zennube) ile şöhret bul­muştur. Uzeyne, İran ile savaşarak başkent Medâin (Ktesiphon) i zab-tetmiş ancak karısının hilesi sonucu öldürülmüştür. İmparatoriçe olan Zenobia Mısır'ı Roma'lılarm elinden almış bilâhere Roma orduları tara­fından esîr edilerek devleti yıkılmıştır  (274). Kuzey Arabistan'da kurulan devletlerden birisi de Gassânî devletidir. (III. Asır) Komşularıyla iyi ilişkiler kuran bu devletin ünlü hükümdarı Haris, Bizans impara­torları tarafından Basileus unvanı ile taltif edilmiştir. 613 te İran'lılar tarafından yıkılmıştır. Lahmî (Hîre) devleti ise (III. Asır ortaları) Hîre'-de kurulmuş ve Hâlid İbn Velîd tarafından yıkılmıştır. (633) (Küçük İslâm Ansiklopedisi, Arabistan maddesi). Bu devletlerde yönetim biçimi mutlak monarşi idi, krallık ve kabile reisliği verasetle intikâl ederdi.

Kıyaslanacak olursa araplar, tarihî altyapı bakımından da son de­rece zayıftılar. Nitekim devletleşme süreci Bâbil'de (M.Ö. 4500-728), Mısır'da (M.Ö. 4400 - 525), İsrâiloğulları'nda (M.Ö.. 2300), Hitit'lerde (M.Ö. 2000-546), Fenikelilerde (M.Ö. 1600-800)., Asurlular'da (M.Ö. 1830-535), İran'da (M.Ö. 900), Hindistan'da (M.Ö, 900), Yunanistan'­da (M.Ö. 900-146), Çin'lilerde (M.Ö. 3341), Japonlar'da (M.Ö. 1200) ve Türk'lerde (M.Ö. 220) yıllarında başlamıştır. Buna karşılık bu dev­letlerin birçoğu, dünyanın büyük bir kesiminde, hâkimiyetlerini uzun asırlar sürdürmüşler ve parlak medenî gelişmelere katkıda bulunmuş­lardır.

Kültür bakımından da İslâm öncesi arapların insanlığa takdim ede­cekleri birşey yoktu. Yazının gelişmediği, dolayısıyla okuma yazma bil­meyen —Kur'an'm ta'bîriyle ümmî— bu toplumda kültürel bakımdan evrensel etkinlikler göze çarpmaz. Beşerî kültür varlığının en önemli sahası olan güzel san'atlar alanında edebiyat müstesna hemen hemen hiç bir gelişme görülmez. Kalıcı ve âbidevî çapta bir mi'mârî eser gö­rülmediği gibi, mûsikî, resim ve heykel dallarında çok cılız ve sâdece çöl insanının ilkelliklerini yansıtan verimlerin dışında, san'at değerini hâiz eserler yoktur. Yazının teşekkülü çok geç zamanlara rastladığı için süsleme ve hat san'atı da gelişme kaydetmemiştir.

Edebiyat sahasına gelince, İslâm Öncesi Arap toplumunda yazılı edebiyat mahsûlleri hemen hemen yok gibidir. Bugün karşımızda du­ran eserler ise İslâm sonrası dönemlerde yazıya aktarılmış, oral (simâî) mahsûllerdir. Hikmetli sözler ve darb-ı meseller halindeki halk edebiya­tının meşhur isimleri Eksem İbn Sayfî, Hâcib İbn Zürâre ve Huss'un kızı Hind, İslâm'ın gelişinden önceki yakın dönemlerde yaşamışlardı. Halbuki aynı dönemlerde dünya edebiyatının klasikleri ürünlerini vereli asırlar olmuştu.

Araplarda edebiyatın gelişen tek dalı şiirdir. Araplar her şâire şiirini ilham eden ve fısıldayan bir cin olduğunu ve şâirin o cin ile dostluk kurduğunu kabul ediyorlardı. Panayırlarda, yıllık toplantılar­da dinî ve millî günlerde şiirlerini okuyan şâir, Arap insanı için gaybın habercisi veya kâhin gibi idi. Çölün bitmez tükenmez ufukları içinde yol alan, hayvanını otlatan bir bedevî için, zengin bir yapıya sahip olan Arap dili, ifâde edilmez bir hazîne sayılırdı. Bu zengin dilin en iyi yo­rum vâsıtası ise şiirdi. Şiirin gelişme tarihi de çok eskilere varmaz. Bi-lâhere Emevîler devrinde derlenip yazılı hale getirilen câhiliyyet devri şiirinin en eski mahsûlleri ancak 500 yılı civarına kadar iner. Yukarda zikredilen Bessûs savaşı esnasında Mühelhil (öl. 531) kasîdeleriyle kav­mini harekete geçirmişti. Yine bu dönemde muallakât adı verilen askı şiirleri ortaya çıkmıştır. Nitekim Tâif yakınlarındaki Nahle mevkiinde kurulan Ukâz, Mecenne ve Zü'1-Mecâz panayırlarında toplanan halk huzurunda tertîb edilen şiir yarışları esnasında birinci gelen şiirler Ka'be'nin duvarına asılarak halka teşhir ediliyordu. Ve genç olsun, yaşlı olsun bütün araplar birinci gelen bu şiirleri okumaktan sonsuz haz du­yuyorlardı. Bu yarışmada birinci gelen şiirler arasında, daha sonra «Muallakât-ı Seb'a» adı verilecek olan yedi askı şâirlerinin (İmrı'ül Kays öl. 540), Tarafa, Züheyr, Lebîd, Amr İbn Külsûm, Antere (öl. 615), Nabiğa el-Zübyânî bazan da Haris ve A'şâ'nın adı geçer) gibi câhiliyye devrinin ünlü isimleri bulunuyordu. Muallakât, daha sonraları Emevîler devrinde Mufaddal ed-Dâbbî tarafından (öl. 786) el-Mufaddaliyyât isim­li eserde toplanmıştır. Klâsik devir Arap şiirinin başlıca konuları, medh (övme), fahr (övünme), mersiye (ağıt), Risâ (ağıt söyleme), hicâ (hic­vetme), nasîb, tegazzül, teşebbüb (kadın ve aşk şiirleri), i'tizâr (özür dileme), isti'tâf (şefkat dileme), vasf (niteleme), teşbih (benzetme), ha-mâse (yiğitlik ve kahramanlık), rnülah (hafif şiirler) ve lehv (eğlence) gibi konulardı. Bu konular, çoğunlukla dar çöl hayatının çerçevesinin dışına taşmayacak şekilde anlatılıyordu. Sevgilinin yurdundan göçme­si, sevgiliye ifâde edilen duygular, sevgilinin kabilesinin kahramanlığı, sevgilinin bineğinin —genellikle deve ve at— tasviri, çölde konaklama yeri, sevgilinin çadırı ve nihayet konak yerinden göçetmiş olan sevgili­nin kabilesinden arta kalan ocak vs. gibi şeylerin tasvirinden ibaret olan bu şiir, hiç bir zaman için evrensel boyutlara ulaşamamıştır. İslâm ge­linceye kadar da, yarımadanın sınırlarının dışında okunup ezberlen­miş değildi. Ancak İslâm'ın gelişinden sonra, onu getiren kavmin malı olan bu eserler yarımadanın dışına taşabilmiştir.   *

İslâm öncesi Arap cemiyetinin gelişmiş olduğu yegâne saha olan edebiyatın durumu bu idi. Ancak konularının dışında bu edebiyatın inkârı imkânsız bir hususiyeti vardı ki bu da çok zengin bir yapıya sa­hip olan Arap dilinin kıvraklığı ve zenginliğiydi. İşte Arap insanına edebiyat zevkini bu zengin dil veriyordu. Konusu son derece zayıf, fa­kat lisânî cephesi fevkalâde üstün olan bu edebiyata İslâm aynı za­manda Kur'an-ı Kerîm ile zengin bir muhteva kazandırmıştır.

Gelişmesini İslâm'dan Önceki iki asrın Ötesine indiremeyen şiir san'atı ile de araplar İslâm'dan önce insanlığa takdim edecek bir hazî­neye sahip değillerdi.

Nihayet son önemli faktör olan insan unsuru bakımından da İslâm öncesi Araplar bir varlık gösterememişlerdi. Arap insanı, şansı kabili­yeti itibariyle hiç bir konunun derinliğine inecek çapta değildi. Kabile taassubu ile dolu olan bu topluluk, kabilesiyle iftihar etmenin ve gös­teriş için canını vermenin ötesinde ne teknik bakımdan, ne de nazarî ilimler yönünden dikkat çekici bir yetenek gösterebilmiştir. İnsan ze­kâsının en önemli ifâdelerinden birisi olan felsefe dalında varlık gös­termemişlerdi. Nitekim bu hususu Şehristânî şöyle ifâde ediyor : «Arap hakimleri çok az bir topluluktur. Hikmetlerinin çoğu da düşünce boş­luklarından ve tabiat bozukluğundan ibarettir.»[94]

Arap insanının bu konudaki yetersizliğini Ahmed Emîn de şöyle belirtiyor : «Arap insanı, kâinata umûmî ve evrensel olarak bakmamış­tır... Bilakis o, çevresine göz atarken, hayranlığını te'mîn eden bir manzara görecek olursa harekete gelerek, içinden bir veya birkaç mısra veya darb-ı mesel veya hikmet dolu söz coşuverir... O manzaranın derin­liklerine inmek, temellerini ve mâhiyetini inceden inceye değerlendirip ona kapsamlı biçimde bakmak ise Arap zekâsı ile uyuşmayan bir şey­dir. Bunun da ötesinde o, birşeye bakarken o şeyi derinliğine düşüne­rek kuşatmaz. Sadece hayranlığını tahrik edecek özel noktalan üzerin­de durur.» [95]

İlmî ve teknik alanda ise hiç bir varlık göstermemişlerdir. Ancak bazı astrolojik ve astronomik bilgilere sahip bulunuyorlardı ki bunlar o günün dünyasında bilinenlere nisbetle bir hiç mesâbesindeydi.

Görülüyor ki; İslâm öncesi Arap toplumu ve insanı, çağında yaşa­nan hayat tarzından habersiz, dışındaki dünya jle boy ölçüşemeyecek derecede geri ve hiç bir alanda başarı gösterememiş bir toplumdu. İşte İslâm bu toplumu aldı, kendi özel eğitim sistemiyle terbiye ederek ci­hanın en hareketli kavimlerinden, en bilgin ve en medenî toplumların­dan biri haline getirdi. Bu gelinen nokta neydi ve bu gelişin sırrı nerede saklıydı?

Bu gelişmenin sırrı, Rasûlullah'ın getirmiş olduğu sistemin ana kaynağında; Kur*an'da saklıydı ve Allah'ın Rasûlü bu insanların üze­rine zaman zaman şefkatla, zaman zaman ibret dolu dersler, öğütler ve­rerek eğilmiş ve onları cihanın en seçkin insanları durumuna getir­mişti. Ümmetine karşı böylesine özenli davranan peygamberin getirdiği risâletin önemini iyice kavramış olan ashabı; onun öldüğü gün deh­şete kapılarak «Muhammed öldü» diyenleri reddetmiş, hattâ Hz. Ömer gibi bazıları da ((Muhammed öldü diyenleri bu kılıcımla öldürürüm» di­yerek karşı çıkmış ama bu çıplak gerçeği de Kur'an'ın buyruğunu ha­tırlayarak kabul etmişlerdir.

İşte kendi aralarından çıkan peygamberin Arap insanına ve daha sonra tüm insanlığa kazandırdığı bu değerler, şu kadar asır sonra bile tüm ihtişamıyla gözler önündedir.[96]

 

İslâm'ın Doğduğu Zaman Dünya Milletlerinin Durumu :

 

Yukarda İslâm'ın —dolayısıyla İslâm düşüncesinin— doğuşu sıra­sındaki Arabistan ve Arap toplumunun durumunu gözden geçirdik. Acaba o zaman dünyanın diğer milletleri düşünce, kültür ve medeniyet alanında hangi noktada bulunuyorlardı?

İslâm Öncesi dünyanın durumu Arabistan'dan hemen hemen fark­sızdı. Dünyadaki kültürel durgunluk her yanda etkinliğini sürdürüyor­du. Kocamış iki kültür bölgesi Bizans ile İran hiç bir yeni fikir getirmi­yordu insanlık âlemine. Uzak Doğu'da yeni bir fikir ışığı yanmadığı gibi, ne Kuzeyde ne de Güneyde insanlığa bir kurtuluş ufku gösterecek çap­ta t?ir fikir meş'alesi yanmıyordu. En uzak doğudan Batıya doğru ge­lindiğinde milletlerin ve devletlerin durumu kısaca şöyleydi:

a- Çin : M.Ö. 1450 -1050 yıllan arasında Shang sülâlesinin hâki-miyyeti ile tarihte büyük bir devlet kuran Çin'de; bilâhere, M.Ö. 1050 - 242 yıllan arasında Chou- sülâlesi iktidarı ele geçirdi.

Çin'de M.Ö. 551-479 yıllan arasında yaşamış olan Konfüçyüs (Kung-Fu-Tseu) Çin toplumunu uzun asırlar etkileyecek olan fikir sis­temini kurar. Aynı dönemlerde yaşayan Lao-tse'nin Taoizm'i, Hindis­tan'dan gelmiş olan Budizm'in etkisiyle kaybolmaya başlar. 220 - 589 yıllan Çin tarihinin parçalanma donemidir. Bu devirde pek çok dev­letçikler kurulur ve dağılır. Nihayet 580 yıllan civânnda. Sui devleti Çin'e hâkim olur. Ve bu dönemde Çin'de Budizm müesseseleşir, Budist tapınakları bir nevi bankerlik kurumları haline gelir. Çin'in ekonomik hayatında faizle muamele gören Budist râhiblerin etkisi fazla olur.[97]

Çin ile yakın ilişki içerisinde bulunmamış olan Arap Yarımadası sakinleri, Çin'in eski ve köklü bir tarihinin bulunduğundan haberdâr olmalıdırlar ki, Rasûluüah : «İlim Cinde de olsa arayın» buyurmuştur. M. Hamîdullah'a göre Hz. Peygamber, Ummân'a yaptığı ticarî seyâ-hatta Çin'lilere rastlamıştır.[98]

b- Japonya : Japonların dünya politikasında görünmeye başla­dıkları dönem tarihin çok geç bir devrine rastlamaktadır. Güneş tanrı­çasının soyundan geldiklerini bildiren Japon rivayetlerine göre, Jimmo -Tenno (Mikado) M.Ö. 660 da imparator olur ve ilk japon devletini kurar. Daha sonra bu milletin kültürel hayatı hakkında fazla bilgiye rastlanmaz. Çin'li seyyâhlann günlüklerinden bilgi edinilmektedir. 250 yılında Yamato devleti kurulur. Bu devlet IV. yüzyılda Budizm'i resmen kabul eder ve böylece Rasûlullah'ın yetiştiği dönemde Budist kül­tür Japonya'ya hâkim olur.[99]

c- Hindistan : Mîlâddan önce yaklaşık 900 yıllarında Ârî ırka mensûb olanlar, bugünkü Hindistan'a gelip yerleşmişlerdi. Aryânîler kast sistemi ile dört sınıfa ayrılmışlardı. Bu sınıflardan birinden diğe­rine geçiş olmazdı:

1- Brahmanlar (râhibler)

2- Kasitaryalar (prensler ve askerler)

3- Vasiaslar (çiftçiler ve hayvancılar)

4- Çudralar (işçiler ve köleler)

Ârî ırka mensûb olmayanlar ise bu kast sisteminin dışında ve daha aşağı bir mertebede bulunuyorlardı.

M.Ö. 560 yılında Gottama Buddha dünyaya gelir ve Hind'li insanın tabiat karşısındaki zaaf ve aczini bir nevi içe dönüşle ve gerçeklerden kaçışla telâfi etmeye çalışır. Aynı dönemlerde Jainizmin kurucusu olan Jina (M.Ö. 540) da dünyaya gelir. Daha sonra M. Ö. 400 yılı dolayla­rında Hindistan'da Mağada devleti kurulur. M.Ö. 327 yılında Yunanlı İskender Hindistan'ı zabtederek ülkesine katar. İskender'in çekilme­sinden bir süre sonra ise M.Ö. 298 Marya devleti kurulur. M.Ö. 155 yı­lında, da Saka türkleri Hindistan'a hâkim olurlar. 308 yılı civarında Gupta devleti Hind birliğini yeniden kurar ve 455 de dağılır. Nihayet 450 de Eptalidler Hindistan'da iktidarı ele geçirirler.

Hindistan'da Hıristiyanlığa benzer bir üçlü ilâh sistemi (trimurti) hâkim idi.

1- Brahma (yaratıcı tanrı)

2- Vişnu-Rrişna (koruyucu tanrı)

3- Şiva (yokedici ve yenileyici tanrı)

Putlar kolleksiyonunu andıran, Hind Budizminde bir zaman geldi ki putların sayısı 400 milyona ulaştı. (M. Hamîdullah, İslâm Peygam­beri, I, 20).

Rasûlullah'ın geldiği dönemden kısa bir süre sonra Budizm Hin­distan'dan tamamen kovulacaktır. Milâdî 606 yılında Kuzey Hindistan, Sanekar kralının oğlu olan Hars tarafından ele geçirildi. Hars İmpara­torluğunu Güneye doğru genişletti. Kısa bir süre sonra yenildi ve böy­lece Hindistan'da tâm bir anarşi hüküm sürmeye başladı ve uzun yıllar daha güçlü bir devlet kurulmadı.[100]

d- Türkler: Tarihi mîlâddan önce ikinci binlere kadar uzanan türklerin tarih sahnesinde belirmesi bir hayli geç dönemlere rastlar.

M.Ö. 1050 - 242 yılları arasında Çin'de hüküm sürmüş olan Çhou- hane­danının Türk olduğu bazı kaynaklarca belirtilmektedir.

Türk milletinin devletleşme sürecine geçişi, M.Ö. 220 yıllarında Teoman Yabgu tarafından kurulan Hun devleti ile olur. M.Ö. 48 yılın­da Türk devleti, Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrılır. 216 - 394 yılları arasında Siyenpiler (Tabgaçlar), 394-552 yılları arasında Avarlar, 552 - 745 yılları arasında da Göktürkler hâkim olurlar. 552 yılında Göktürk Hakanı Bûmin Kağan imparator olmuş ve ondan sonra 12 kağan iktidara gelmiştir. Rasûlullah'ın geldiği devirde Göktürk devleti Doğu ve Batı kağanları tarafından yönetiliyordu, ancak etkin bir rol oynayamıyordu.

e- İran : M.Ö. 2750 - 640 yılları arasında bugünkü İran'da Elâm-lılar hâkim bulunuyordu. Başkentleri Sus kenti olan Elâmlılar ilkin Akad, sonra Asur, sonra da Pers İmparatorluğunun egemenliği altına girmişlerdir. Daha sonra M.Ö. 708 de bu bölgede Medler hâkim olmuş­lardır. 153 yıl bu devletin hâkimiyetinden sonra M.Ö. 555'te Kirus'un, büyük babasını esîr etmesi sonucunda Pers İmparatorluğu kurulmuştur. Ahmenidler denilen bu hanedanın kurucusu olan Kirus, 546 da Lidya devletini, 539 da Babil'i alarak, imparatorluğunu bütünüyle İran, Afga­nistan, Kuzey Hindistan, Belucistan, Güneybatı Türkistan, Mezopotam­ya, Küçük Asya, Suriye, Lübnan, Kıbns, Filistin ve Güney Kafkasya'ya kadar genişletmiştir. Onun yerine geçen oğlu Kambiz, Mısır ve Batı Libya'yı da imparatorluğuna katmıştır. M.Ö. 521 yılında Darayawuş diye bilinen meşhur Dârâ (Yunanca Darius) bu geniş imparatorluğa, Trakya, Makedonya, Batı Karadeniz kıyıları, Sind, Pencap ve Orta Asya'da büyük bir toprak parçasını ekleyerek doğuda Çin ile komşu yapmıştır.

Büyük İskender'in Asya seferine çıkmasıyla Pers İmparatorluğuna bir süre ara verilir. İskender M.Ö. 331 de Gavgamela ve Arbela (Erbil) da III. Dârâ'nm ordularını dağıtır, 330 da Ekteban'a (Hemedân) girerek Pers İmparatorluğuna son verir. Ancak İskender fırtınasının dinmesin­den sonra M.Ö. 249 da Arsakiler (Partlar) yeniden İran devletini ku­rarlar ve 475 yıl boyunca İran'ı yönetirler. M.S. 226 da Arsakilerin ye­rini Sâsânîler alırlar. Başkentleri Ktesiphon (Medâin) idi. Zerdüşt di­nine mensûb olup, Pehlevî farsçası konuşurlardı. İlk imparator I. Er-deşir'dir. Sâsânîler Roma İmparatorluğuyla sürekli mücâdele ettiler.

Rasûlullah'ın geldiği dönemde I. Husrev Enuşirwan (531 - 579) (İslâm kaynaklarında Nûşirevân-ı Âdil diye geçer.) imparator bulunu­yordu. Bu imparator İran'ın hudûdlarını, Küçük Asya ve Yemen'e ka­dar genişletti. Bunun yerine geçen oğlu Hürmüz Türkzâd (579-589) Türk anadan doğma idi. Onun yerine geçen II. Hüsrev Pervîz (589 - 628) Rasûlullah'ın devrinde imparator idi. Bu dönemde Bizans ile İran ara­sında Doğu Akdeniz ve Anadolu'da büyük mücâdeleler oluyordu. Aynı devirde güneyde bir volkan gibi genişleyen İslâmi hareketten habersiz iki büyük devlet birbiriyle toprak mücâdelesi içinde idiler. 617 yılında Üsküdar'a kadar olan arazîyi alan İran'lılar Bizans İmparatorluğunun başkentinin karşı kıyılarına yerleştiler. 626 da Kadıköy'ü aldılar. Muh­teşem Sâsânî İmparatorluğu kendini mahvedecek tehlikeyi sezmeksi-zin, Boğazlara hâkim olmanın sevinç sarhoşluğu içindeydi. Nihayet 642 de III. Yezdigerd İslâm orduları tarafından Nihâvend meydan mu­harebesinde yenilerek 651 kasımında öldürüldü. Kızı Bibi Şehr-Bânû Hz. Hüseyin ile evlendi.

Rasûlullah'ın geldiği esnada gerçekten yeryüzünün iki süper dev­letinden birincisi olan İran, Zerdüşt dinine mensûb ve Mazdeizm'in hâ­kimiyeti altında idi. Mazdek'e göre kadınlar ve mülk eşit olarak payla­şılmalıydı. İsteyen isteyen kadınla birlikte olabilirdi. Hattâ imparatc-riçe bile herkesin birleşme vâsıtası olabilirdi.

f- Habeşistan : Habeşistan'ın halkı aslen Arabistan'dan buraya göç etmiş kavimlerdendi. Daha sonra Habeşistan Hıristiyanlığı kabul ederek, Kıbtî kilisesine bağlandı. Ve muhtelif defalar Arabistan'a hü­cum edip burayı hâkimiyetleri altına aldılar. Habeş imparatorlarına «Necâşî» denirdi (Negus). Arabistan'ı ele geçiren Habeş'liler buraya umûmî bir vâlî atadılar. Bu idare böylece devam edip gitti. Nihayet Rasûlullah'ın geldiği sıralarda Arabistan umûmî vâlîsi Aryat, Ebrehe isimli bir kumandan tarafından öldürüldü. Habeş imparatoru durumu düzeltmek için Ebrehe'yi Arabistan umûmî vâlîsi olarak atadı. 570 yılında fillerle donatılmış ordusuyla birlikte Kâ'be'yi yıkmaya tevessül etti ise de Ebâbîl kuşlarının attıkları taşlar sonucu mağlûb olarak geri döndü.

g- Bizans: Roma devletinin doğu bölümü, daha sonra Bizans adını almıştır ki araplar buna «Rûmiyye» diyorlardı. Roma devleti M.Ö. 216 yılında Roma Cumhuriyeti ile Makedonya Krallığı arasında. 11 yıl devam eden I. Makedonya savaşı ile varlığını göstermeye başlar. Roma M.Ö. I. yüzyılda Akdenizi bir göl haline getirdiği gibi Doğu'da Anadolu'yu Fırat'a kadar alarak İran ile sınırdaş olur. 395 yılında im­parator Büyük Theodosius imparatorluğunu Doğu ve Batı olmak üzere ikiye böler. Doğu Roma'nm başkenti Konstantinopolis, Batı Roma'nın başkenti de Roma olur. İmparator Konstantinus, 313 yılında Hıristi­yanlığı meşru' din olarak tanır ve bilâhere Büyük Theodosius 379 da devletin resmî dini haline getirir. Theodosius'un büyük oğlu Arcadius Doğu Roma imparatoru olarak, İstanbul'da, Honorius ise Batı Roma imparatoru olarak Roma'da babalarının yerine geçerler. Ancak Batı Roma, 80 yıl sonra 476 da yıkılır. Böylece Doğu Roma imparatorları tek başlarına Roma imparatoru olarak devam ederler. Charlamagne'nin 800 yılında kendini Batı Roma imparatoru ilân etmesine değin durum böyledir.. Sayısı 72 olan Roma imparatorlarının 40 ı öldürülmek sure­tiyle tahtı terketmişlerdir.

Doğu Roma, 395 ten 1453 e, Fâtih'in İstanbul'u fethine kadar de­vanı eder. Resmî dili latince olan Bizans'ta bilâhere VI. yüzyılın sonun­da resmî dil Yunanca olmuştur. Ekonomik bakımdan gayet müreffeh yaşayan Bizans 1071 Malazgirt yenilgisiyle bu etkinliğini yitirmiştir.

Rasûlullah'm bi'seti esnasında Bizans'ta Latin asıllı Mauricius ha­nedanından I. Mauricius (582-602), Grek asıllı Phocas hanedanından I. Phocas (602-610) ve Ermeni asıllı Heraclius hanedanından I. He-raclius (610-641) iktidarda bulunuyordu. Sürekli İran'la savaşan Bi­zans, zaman zaman İran'a karşı mağlûb olmuştur. Nitekim Hicretin 6. yılında Ninova'da İran'lılan yenilgiye uğratmışlardı. Bu sırada dünya­nın birinci süper devleti olan Bizans, 641 e doğru Suriye, Filistin, Mısır gibi en büyük eyâletlerini müslümanlara kaptırdı.

Fikrî ve siyâsî hercümerç içerisinde bulunan Bizans da insanlığa taze kan verecek bir ruha sahip bulunmuyordu.

Görülüyor ki; Milâdın yedinci asrında insanlık, dünyanın her tara­fında dinamizmini yitirmiş, yaşlı bir organizmaya benziyordu. İnsan­lık, organizmaya canlılık verecek bir kurtarıcıyı beklemekte son dorece haklıydı. Çünkü kurtuluşu beklemekten başka birşey yapamıyordu. Beklenen kurtarıcı, dünyanın en ücra köşesinden çıktı. İlkel bir top­lumda yeni bir dinamizm insanlığa yepyeni ümidlerin ufkunu açtı.

Rasûlullah'm doğduğu dünyayı Mehmed Akif bize şöyle tasvir et­mektedir :

Ondört asır evvel yine bir' böyle geceydi,

Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!

Lâkin, o ne hüsrandı ki: hissetmedi gözler;

Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!

Nereden görecekler? Göremezlerdi tabiî:

Bir kerre, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi!

Bir kerre de, ma'mûre-i dünya, o zamanlar,

Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!

Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zeminin,-

Salgındı, bugün şarkı yıkan tefrika derdi.

(Safahat, VII, kitap, Gölgeler, 500)

 

Ve Büyük Değişim :

 

Rasûlullah, dünyanın o gün için bilinen üç kafasının tam orta noktasında ve bu sebeble kısa zamanda çevreye yayılma imkânı bulu­nan bir muhitte zuhur etti. Dünyanın Doğusunda veya Batısında, Ku­zeyinde veya Güneyinde değil, tam merkeze en yakın olan bir bölgede dünyaya geldi. Böylece her yere rahatlıkla yayılma imkânı buldu.

Rasûlullah, siyâsî otoritenin en az etkili olduğu bir muhitte zu­hur etti. Eğer çok güçlü devlet otoriteleri ile mücâdele etmek duru­munda kalsaydı, Hz. îsâ gibi daha başlangıçta ağır zulüm ve işkencelere ma'rûz kalabilirdi. Kaldı ki otorite bakımından çok zayıf olan Arabis­tan'da bile fevkalâde tehlikelere ma'rûz kalmıştır.

Yeraltı ve yerüstü kaynakları itibarıyla dünyanın en verimsiz bir muhitinde zuhur etti. Böylece dünyada hâkim olan otoritelerin —do­ğarken— baskısı ile yüz yüze gelmekten uzak kalması mümkün oldu. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin olmaması dış güçlerin ve özellikle iki süper gücün dikkatini üzerine çekmekten alıkoydu. Öyle ki Bizans ve İran; ancak tehlike kendi saraylarını tehdîd edecek duruma geldiği zaman işin önemini farkettiler.

Arabistan tabiî olarak bir fikir sisteminin yayılmasına elverişli en sakin bir ortam idi.

Rasûlullah son derece ibtidâî hayat süren bir toplumda zuhur etti. Çünkü bu toplum, her bakımdan medenîleşmemiş olmakla bakir bir durum arzediyordu. Bakir toplumlar; oturmuş kurumlara sahip olma­dıkları için, gelenekleşmiş ve hattâ kireçleşmiş ilkelerden yoksun olur­lar. Bu ise onlara rahat hareket etme imkânı sağlar. Bu yüzden çok atak davranabilirler. Halbuki kurumlaşmış toplumlar, çok zor hareket etme kâbiliyyetine sahiptirler. Bu sebeple hızlı atılımlar da yapamazlar.

Ayrıca bakir toplumlarda, refahın getirdiği gevşeklik bulunmaya­cağı için, herşeye kolaylıkla katlanılabilir. Hattâ insanlar seve seve kendilerini tehlikeye atabilirler. Nitekim Germenler Roma'lıları, Moğol­lar Çin'lileri bu sebeple mağlûb etmişlerdir. Ölüm korkusu medenî top­lumlarda daha fazla görülmektedir. Zîrâ hayatın nimetlerinden yarar­lanma, isteği; olur olmaz maceralara atılmaya engel olmaktadır.

Buna karşılık ticâret ile iştigâl, dünyanın terkedilmiş bölgesinde yaşayan bu insanlara, dünyada olup bitenlerden haberdâr olma fırsatı sağlıyordu.

Arabistan'ın verimli bir alanda bulunmayışı, Arap ırkının göçler ve savaşlarla dejenere olmasını Önleyen Önemli bir faktör olmuştur. Eğer Akdeniz kıyıları veya Anadolu gibi verimli topraklan olsaydı; 3ün-ya fâtihlerinin gözü Arabistan'ın üzerinde olurdu ve bu da Arap insa­nının değişik kanlarla karışması sonucunu doğururdu.

İslâm öncesi dönemde arapların büyük bir etkinlik gösterememiş olmaları, onların yeni sisteme uyum göstermeleri için en büyük sebep oldu. Bu insanlar kendilerinin dünyanın en üstün, en zekî en seçkin kavmi olduklarını iddia etmiyorlardı. Ayrıca göğün veya güneşin ço­cukları olduklarını da söylemiyorlardı. Ama çok ilkel bir kabile taassu­bu içindeydiler.

Hz. Muhammed gerek soyu-sopu, gerekse şahsiyyeti itibarıyla yeni bir sistemi yüklenmeye en müsait kişiliğe sâhibti. Okuma yazma bil-meyişi, onun kafasının olumsuz şartlanmalardan uzak olmasını sağlı­yordu. Kavminin içinde emin bir kişi olarak, sözünde doğru olması; onun fikrinin benimsenmesinde önemli bir unsurdu. Ticarî kafilelere katılmış olması da ona, çevresindeki dünyayı ve insanlığı kendi vatan­daşlarına göre daha yakından tanıma imkânı sağlamıştı.

Arap dili de İslâm risâletinin tebliğinde önemli bir unsur teşkil ediyor. Zîrâ kelime yapısı, kalıplan ve çekimi ile bu dilin yapısı, evren­sel bir mesajın insanlığa ulaşmasında uygun bir vâsıta olabilecek du­rumdaydı. Dilin yapısından gelen bu zenginlik ve etkileyici hitabet kâ-biliyyeti, İslâm'ın anlatılmasında büyük bir görev üstlenmiştir.

İşte Rasûlullah böyle bir vasatta ve böyle bir kişilik ile İslâm'ın mesajım getirdi. İnsanları önce kendi iç dünyalarına ve dış âleme yön­lendirerek dikkatleri hep varlıklar âlemine çekti. Gerçek ve her türlü sapkınlıktan uzak tek bir Allah inancı ile insanın başka şeylere ve varlıklara karşı durumunu sağlamlaştırdı. Böylece insanlar, kula kul olmaktan veya herhangi bir şeye, kendinden geçercesine bağlanmak­tan kurtuluyorlardı.

Bütün insanların eşitliğini haykırarak, arap cemiyetinde hâkim olan kabîlecilik taassubunu yıktı. Kavmi ve kabilesiyle övünmeyi çok seven bu topluluğa, üstünlüğün takvada olduğunu söyledi. Bir toplum yapısı için gerekli olan bütün ıslâhatı getirdi.

Ezilen zümreleri —köleler, kadınlar, fakirler— ayağa kaldırarak onların hakkını te'mînât altına aldı. Kavmin liderliğini yapmış ve zulmü ile kötü ün salmış kişileri, bu davranışlarından alıkoydu. Vaz­geçmeyenleri uslandırarak adaleti hâkim kıldı.

-Bölgenin dar sınırlarını aşmamış olan Arap insanına, evrenin tüm enginliğim hedef olarak gösterdi. Böylece artık bu insanlar için yalnız Arabistan'a hâkim olmak amaç değildi, tüm dünyada «i'Iâyı kelimâ-tullah» için savaşmaya başladılar.

Basît ve değersiz hedeflere değil, bütün insanlığa şâmil hedeflere, doğru yöneltti onlan. Ve böylece çölün dar sınırlarının dışına taşma­larını sağladı.

Katı ve ilkel bir hayat yaşayan bu topluma, metafiziğin engin kapılarını açtı. Mücerred konulara ve özellikle gayb alanına açılma­larını sağladı. Buna mukabil soyutlamalardan da uzak tutmayı başardı.

Sıcak iklimin genel karakteristiği olarak çabuk kızan ve sinirlerine hâkim olmayan bu topluma, nefsine hâkim olmayı ve kızgınlığını ak­lıyla ve îmânıyla frenlemeyi öğretti.

O güne değin kültürün çetin ve zahmetli handikapları içine gir­memiş olan bu toplumu, kültür faaliyeti içerisine çekti. Okuma yazma dahi bilmeyen insanları, yalnız dünyanın değil, göklerin meseleleriyle uğraşan topluluklar haline getirdi.

O güne değin kabilesi uğruna, ailesi uğruna, hattâ atı ve devesi uğruna ölüme giden insanları, Allah'ı ve .akidesi uğrunda ölüme gi­den insanlar haline dönüştürdü.

Bu gerçeği çok iyi kavramış olan ilk müslümanlar, bunu her yerde rahatlıkla söylüyorlardı. Nitekim İran ordusunun karargâhına bir elçi olarak giden Reb'î İbn Âmir bu gerçeği şöyle dile getiriyordu :

«Bizi buralara Allah gönderdi. Allah'ın dilediği kadarıyla kullan kullara kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul etmektir muradımız. Dünya­nın darlığından, dünya ve âhiretin bolluğuna eriştirmektir maksadımız. Dinlerin zulmünden İslam'ın adaletine getirmektir istediğimiz.)) (İbn Kesîr, el^Bidâye ve'1-Nihâye'den naklen Nedvî, Müslümanların Gerile­mesiyle Dünya Neler Kaybetti, 168).

Keza Habeşistan'a giden müslümanları, geri getirtmek için Mek-ke'li müşrikler tarafından Necâşî'ye gönderilen elçiler, «ey kral, içimiz­den birkaç budala genç, senin memleketine sığındı, onlar kendi kavim­lerinin dinini terketti, ama seninkini de kabul etmedi. Buna mukabil sizce olduğu gibi, bizce de yeni bir din îcâd ettiler. Bu mültecilerin hatâ ve günâhlarım herkesten iyi bilen ebeveynleri, amcaları ve yakınları ara­sındaki en yüksek şahsiyetler onlann iadesini istemek için bizi gönder­diler.» derler. Bunun üzerine müslümanlar adına söz alan.Hz. Ca'fer şöyle der : «Ey kral, doğrusu biz câhil idik putlara tapardık, şehveti­mizin esîri idik. Zayıflara zulmeder ve çirkin olan her şeyi işlerdik. İşte böyle bir zamanda Allah aramızdan bize Hasûlünü gönderdi. Onun emînliğini, namusunu, bütün faziletlerini eskiden beri bilirdik. O, bize başkasına fenalık yapmaktan kaçınmayı, bir olan Allah'tan başkasına tapınmamayı, namaz kılmayı,'zekât vermeyi ve iyi olan her şeyi yap­mayı öğretti. Bu, bizim hoşumuza gitti ve tatbik etmeye başlıyorduk, fakat hemen ardından hemşehrilerimiz bize zulmetmeye başladılar...» (İbn Hişâm, es-Sîre, 21.7-221). Nitekim Hz. Peygamberin geldiği sıra­larda Mekke'de toplam okuma yazma bilenlerin sayısı 20 kişiyi aşmıyordu. (M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 69). Rasûlullah, Bedir savaşında esîr düşenlerden fidye olarak kişi başına 4000 dirhem alı­yordu. Buna mukabil Medîne'li 10 çocuğa okuma yazma öğretenleri fidyesiz bırakacağını bildiriyordu.  (A.g.e. II, 75).

İnsanların genellikle en çok zorluklarla karşılaştığı konular, alış­kanlıklarını terketmeleridir. Bilhassa tiryakilik peyda eden alışkan­lıkları bırakmak çok zordur. İşte Rasûlullah bu alanda da eşine ender rastlanır büyük bir başarı gösterdi. İçkinin oluk oluk aktığı Arap top­lumu, içkiyi yasaklayan âyet-i kerîme inince; istisnasız Medîne'li her­kes, bu vazgeçilmesi çok zor olan alışkanlıklarını bırakarak, evlerinde depo ettikleri şarapları testi testi sokaklara dökmüşler ve bir daha ağız­larına içki koymamışlardır. Nitekim İbn Cerîr Taberî, bize bu konud? çarpıcı bir örnek aktarmaktadır : «Ebu Büreyde babasından nakleder .ki; o, şöyle demiş : Topluca oturmuş içki içiyorduk- Bir süre içtikten sonra kalkıp Rasûlullah'ın yanına gittim, selâm verip oturdum. Bu sırada Mâide süresindeki içkiyi yasaklayan (90-91) âyetler nazil ol­muştu. Hemen kalkıp arkadaşlarımın yanına geldim ve yeni gelen bu âyet-i kerîme'yi okumaya başladım. «Artık vazgeçtiniz değil mi?» cüm­lesine geldiğimde o esnada elinde içki kâsesi bulunan arkadaşlarım, kâ-selerindeki içkinin bir kısmını içtiler bir kısmını döktüler. Kadehler üst dudakların altında durakaldı. Hemen henüz yutmamış oldukları kalan içki artıklarını tükürerek; vaz geçtik ya Rab, dediler ve içki içmeyi bıraktılar...» (İbn Cerîr Taberî, Câmi'ül-Beyân Fî Tefsîr'il Kur'an, Mâide sûresi, 90-91. âyetlerin tefsiri. Ayrıca İbn Kesîr, Türkçe çev. V. 2448 - 2460).                         

Rasûlullah'ın gerçekleştirdiği değişimin boyutlarım gözler önüne serecek sayfalar dolusu parlak nümıineler, İslâm tarihlerinde kaydedil­mektedir. Konumuza ışık tutması için yalnızca bu birkaç örnek ile yetiniyoruz.

Rasûlullah; o câhil, ilkel ve gelişmemiş toplumu 23 sene gibi çok kısa bir süre içerisinde eğiterek, çağlarındaki en gelişmiş medenî top­lumların seviyyesinin üstüne çıkarmıştır. Tarihte varlık gösterememiş bu toplumu, o günkü iki süper devlete üstün gelecek düzeye çıkarmıştır. Bunu yaşayan ilk müslümanlar, bu akılları durdurucu hârika karşı­sında kendilerinden geçiyor ve İslâm öncesi dönemdeki hallerini, dü­şünce ve davranışlarını hatırladıkça, gülümseme ile karışık bir utanç duyuyorlardı. Bunun en parlak örneği Hattâb oğlu Ömer (r.a.) dir.

Rasûlullah'ın en büyük mucizelerinden birisi olan bu eşsiz değişi­mi sağlayan güç kaynağı neydi? Verilecek biricik cevab onun getirmiş olduğu Kur'an'ın ortaya çıkardığı dünya görüşüdür. Bu dünya görüşü o. insanları,   çölün  ufuklarından  kâinatın  enginliklerine  açıvermişti.

Kur'anî dünya görüşünün ortaya koyduğu düşünce sistemi sayesinde gerçekleştirilmişti bu anlatılması güç değişim.

Peygamberin ashabı bu değişimin ne demek olduğunu; bizzat ya­şadıkları câhiliyyet hayatı ile İslâm hayatını karşılaştırarak biliyor ve Allah Rasûlünün kendileri için ne kadar değerli ve o nisbette de mer­hamet ve şefkat numunesi olduğunu ikrar ediyorlardı.[101]

 

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3397-3404

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3404-3406

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3407-3413

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3414

[5] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3414-3418

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3419-3421

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3422-3423

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3423-3424

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3424-3425

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3431

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3432-3433

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3433-3434

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3434-3436

[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3437-3439

[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3440-3441

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3441-3447

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3448-3452

[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3455-3456

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3464-3466

[20] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3467-3474

[21] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3477-3485

[22] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3485-3491

[23] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3492-3494

[24] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3499-3501

[25] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3501-3502

[26] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3502-3505

[27] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3505-3506

[28] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3506-3507

[29] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3507-3508

[30] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3509

[31] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3509-3510

[32] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3511

[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3511-3512

[34] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3512-3513

[35] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3513

[36] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3514-3515

[37] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3515-3520

[38] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3527-3560

[39] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3560

[40] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3560-3561

[41] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3561-3562

[42] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3562-3564

[43] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3564-3565

[44] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3565-3566

[45] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3566-3567

[46] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3567-3568

[47] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3568-3571

[48] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3572-3573

[49] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3573-3578

[50] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3578-3581

[51] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3581-3584

[52] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3584-3585

[53] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3585-3587

[54] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3588

[55] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3588-3592

[56] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3592

[57] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3593-

[58] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3594

[59] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3594-3595

[60] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3596-3598

[61] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3598-3599

[62] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3600-3601

[63] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3601-3602

[64] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3603-3605

[65] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3605-3606

[66] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3607-3608

[67] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3609-3621

[68] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3621-3627

[69] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3627-3631

[70] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3631-3634

[71] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3634-3636

[72] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3636-3650

[73] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3650-3651

[74] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3651-3652

[75] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3652-3658

[76] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3659

[77] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3660-3661

[78] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3661-3669

[79] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3669-3671

[80] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3680-3686

[81] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3687-3688

[82] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3688-3689

[83] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3690-3696

[84] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3696-3697

[85] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3697-3698

[86] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3698-3701

[87] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3701-3703

[88] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3703-3704

[89] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3704-3705

[90] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3706-3710

[91] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3710

[92] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3710-3712

[93] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3712

[94] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3712-3716

[95] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3716

[96] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3710-3717

[97] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3717

[98] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3717

[99] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3717-3718

[100] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3718

[101] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 7/3710-3726

Free Web Hosting