HÛD SÛRESİ2

Bu Kitab. 2

izahı3

Gökleri ve Yeri Yaratan. 4

İzahı5

İnsan Psikolojisi6

Allah'ın Yolundan Alıkoyanlar8

Hz. Nûh ve Kavmi10

Gemi Yapılıyor12

Sular Kaynamaya Başlayınca. 12

İzahı13

Binin Gemiye. 13

Sular Çekiliyor14

İzahı15

Hz. Nûh Rabbına Yalvarıyor16

İzahı17

İzahı18

Âd Kavmi ve Hûd Peygamber18

Semûd Kavmi ve Hz. Salih. 19

Hz. İbrahim'e Gelen Elçiler20

Elçilerimiz Lût'a Geldiğinde. 22

Medyen Halkı ve Şuayb Peygamber25

Hz. Musa'yı Da Belgelerle Gönderdik. 28

Sen Dosdoğru Ol31


HÛD SÛRESİ

 

(Bu Sûre Mekke'de Nazil Olmuştur.)

 

Bu Kitab

 

Hafız Ebu Ya'lâ der ki: Bize Halef İbn Hişam el-Bezzâr'm... Ebube-kir'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) ne sor­dum ; Seni ihtiyarlatan nedir? Şöyle buyurdu : Beni Hûd, Vakıa, Amme Yetesâelûn ve Veize'ş-şemsü Küvvirat sûreleri ihtiyarlattı. Ebu îsâ et-Tirmizî der ki: Bize Ebu Küreyb Muhammed İbn el-A'lâ'nın... İbn Ab-bâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Ebubekir : Ey Allah'ın elçi­si, ihtiyarladın, demişti. Allah Rasûlü: Beni Hûd, Vakıa, Mürselât, Amme Yetesâelûn, Veize'ş-şemsü Küvvirat (sûreleri) ve kardeşleri, ih­tiyarlattı, buyurdu. Bir rivayette ise : Hûd (sûresi) ve kardeşleri, bu­yurmuştur. Taberânî der ki: Bize Abdan İbn Ahmed'in Sehl İbn Sa'd' dan rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Beni Hûd ile kardeşleri Vakıa, Hakka, Veize'ş-şemsü Küvvirat (sûreleri) ihtiyar­lattı. Başka bir rivayette ise: Hûd sûresi ve kardeşleri, buyurmuştur. Hafız Ebu'l-Kâsım Süleyman İbn Ahmed et-Taberânî'nin el-Mu'cem el-Kebîr'inde Muhammed îbn Osman îbn Ebu Şeybe kanalıyla... Ab­dullah İbn Mes'ûd (r.a.) dan rivayetine göre Ebubekir : Ey Allah'ın el­çisi, seni ihtiyarlatan nedir? demişti. Allah Rasûlü: Hûd ve Vakıa sû­releri buyurdu. Hadîsin isnâd zincirinde bulunan Amr İbn Sabit met­ruk bir râvî olup, Ebu İshâk da İbn Mes'ûd'a yetişmemiştir. En doğ­rusunu Allah bilir.[1]

 

Râhmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

1  — Elif, Lam, Râ. Bu kitab, âyetleri kesinleştirilmiş, sonra da Hakim ve Habîr olan Allah tarafından uzun uza-dıya açıklanmıştır.

2  — Allah'tan   başkasına  kulluk   etmeyesiniz   diye. Muhakkak ki ben, size O'nun katından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.

3  — Rabbınızdan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin. Her lütuf sahibine lutfunu versin. Eğer yüz çevirirseniz; o za­man ben, başınıza gelecek büyük bir günün azabından korkarım.

4  — Dönüşünüz ancak Allah'adır. Ve O, her şeye Ka­dir'dir.

 

Sûrenin başındaki hece harfleri hakkında Bakara sûresinin baş­langıcında bilgi vermiştik ki burada tekrarına gerek görmüyoruz. Tev-fîk Allah'tandır.

Allah Teâlâ : «Âyetleri kesinleştirilmiş, sonra da uzun uzadıya açık­lanmıştır.» buyurur ki âyetler lafızlarında muhkem, mânâlarında uzun uzadıya açıklanmış, mufassaldır. Böylece o, hem şekil ve hem de mânâ itibarıyla mükemmeldir. Bu açıklama; Mücâhid ve Katâde'den riva­yet edilmiş olup İbn Cerîr'in tercîh ettiği görüştür.

Allah Teâlâ: «Hakîm ve Habîr olan Allah tarafından...» buyurur ki; O, sözlerinde, hükümlerinde hikmet sahibi, işlerin âkibetlerinden bihakkın haberdâr olan Allah katmdandır.

«Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye.» Bu muhkem ve uzun uzadıya açıklanmış olan Kur'an, tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdet için inmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, başka âyetlerde şöyle buyu­rur : «Senden önce gönderdiğimiz her peygambere : Benden başka Tan­rı yoktur, Bana kulluk edin, diye vahyetmişizdir.» (Enbiyâ, 25), «An-dolsun ki, her ümmete : Allah'a ibâdet edin ve putlardan kaçının, diye peygamber göndermişizdir.» (Nahl, 36).

«Muhakkak ki ben, size O'nun katından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.» Muhakkak ki ben, O'na muhalefet ettiğiniz takdirde azâb ile uyarıcı, O'na itaat ettiğinizde ise sevabı müjdeleyiciyim. Nite­kim Sahih bir hadîste rivayet edildiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.) Mek­ke'de Safa tepesine çıkmış (en yakınlarından başlayarak Kureyş'ten olan akrabalarını)   çağırmış ve Kureyş toplanınca.

Sizin üzerinize sabah veya akşam düşmanın ansızın gelmekte ol­duğunu size haber versem ne dersiniz, beni doğrular mıydınız? diye sor­muş, onlar da; evet, demişlerdi. Şöyle buyurdu : Muhakkak ki ben, si­zi şiddetli bir azabın önünde uyarıcıyım.

«Rabbınızdan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin.» Geleceğiniz hususunda geçmiş günâhlarınızdan Allah'a tevbe ve istiğfarda bulunmanızı ve bu hal üze­re devam etmenizi size emrediyorum. Eğer böyle yaparsanız belli bir süreye kadar dünyada sizi güzelce geçindirir. Her fazilet sahibine de âhiret yurdunda hak ettiğini verir. Geçimin dünyada, fazilet sahibine hak ettiğinin verilmesinin de âhiret yurdunda olduğu şeklindeki açık­lama Katâde'ye aittir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle bu­yurur : «Kadın olsun, erkek olsun her kim inanmış olarak iyi amel iş­lerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Mükâfatlarını yaptıklarından da­ha güzeli ile ödeyeceğiz.» (Nahl, 97). Sahîh bir hadîste rivayet edildi­ğine göre, Allah Rasûlü (s.a.) Sa'd'a şöyle buyurmuştur :

Hanımının ağzına koyduğun lokma ve yiyeceğe varıncaya kadar Allah'ın rızâsını dileyerek vermiş olduğun her bir nafaka ile muhak­kak ki sen ecre nail olacaksın.

İbn Cerîr'in Müseyyeb İbn Şerîk kanalıyla... İbn Mes'ûd'dan riva­yetine göre; o, «Her lütuf sahibine lutfunu versin.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Kim bir kötülük işlerse; bu, onun aleyhine bir kötülük ola­rak yazılır. Kim de bir iyilik işlerse; bu, onun lehine on iyilik olarak yazılır. Şayet işlemiş olduğu kötülüğün cezasını dünyada iken görür­se onun için on iyiliği kalmış olur.

Eğer bununla dünyada cezalandırılmaz ise, (âhirette) on iyiliğin­den birisi alınır ve dokuz iyilik ona kalır. Sonra İbn Mes'ûd şöyle der : Birleri onlarına gâlib gelen kişi helak olmuştur.

Allah Teâlâ : «Eğer yüz çevirirseniz; o zaman ben, başınıza gele­cek büyük bir günün azabından korkarım.» buyurur ki; bu, Allah'ın emirlerinden yüzçeviren, elçilerini yalanlayan kimseler için şiddetli bir tehdîddir. Allah'a döndüğü günde muhakkak azâb onu yakalayacaktır. «Dönüşünüz ancak Allah'adır.» Kıyamet günü dönüşünüz ve varacağı­nız yer Allah'tır. «Ve O, her şeye Kâdir'dir.» O, dostlarına dilediği ih­sanda bulunmaya, düşmanlarından intikam almaya ve kıyamet günü yaratıkları (kendine) döndürmeye elbette güç yetiricidir. Burası kor­kutma makamıdır. Daha önce geçen kısım ise teşvik makamı idi.[2]

 

izahı

 

 

5 — Dikkat edin, onlar peygambere düşmanlıklarını gizlemek için iki büklüm olurlar. Elbiselerine büründük-leri zaman da dikkat edin.  Allah, onların  gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.  Çünkü O, göğüslerde  olanı bilendir.

 

İbn Abbâs der ki: Cinsî temas halinde avret yerlerinin göğe dön­mesinden hoşlanmazlardı da Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Hadîsi Bu­hârî, İbn Cüreyc kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet eder. Bu rivayete göre İbn Abbâs : «Dikkat edin, onlar iki büklüm olurlar.» âyetini oku­muştur. Ey Ebu Abbâs, iki büklüm olmaları da nedir? diye sordum. Şöyle cevabladı: Kişi, hanımı ile temasta bulunduğunda veya abdest bozmaya çıktığında utanırdı da, «Dikkat edin, onlar iki büklüm olur­lar.» âyeti nazil oldu. Yine Buhârî'nin bir rivayetinin lafzı şöyledir : İbn Abbâs dedi ki: Bir takım kimseler abdest bozmaya çıktıklarında avret yerlerinin göğe dönük açık olmasından ve kadınlarıyla temasta bulunduklarında yine avret yerlerinin göğe dönmüş olmasından uta­nırlardı da bu onlar hakkında nazil oldu. Sonra Buhârî der ki: Bize Humeydî'nin... Amr'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: îbn Ab­bâs, «Dikkat edin, onlar iki büklüm olurlar. Elbiselerine büründükle-ri zaman da dikkat edin.» âyetini okudu.   Buhârî ve başkaları;   ibn

Abbâs'tan rivayetle  ( Oyu^j ) kelimesini «Başlarını örterler.» şeklin­de açıklamışlardır.

Bu âyetin tefsîrindeki diğer bir rivayette ise İbn Abbâs şöyle der : Bununla Allah hakkındaki şüphe ve kötü amel kasdedilmektedir. Bu açıklama Mücâhid, Hasan ve başkalarından da rivayet edilmiştir ki; onlar, bir şey yaptıklarında veya söylediklerinde bunu Allah'tan gizle-yebileceklerini sanarak iki büklüm olurlardı. Allah Teâlâ da onlara bildirdi ki; onlar, uykularında gecenin karanlığında elbiselerine bü-ründükleri zaman onların gizledikleri sözü ve açığa vurduklarını bi­lir. Çünkü O, kalblerde olanı bilendir. Onların kalblerinin gizlemiş ol­duğu niyyetleri ve gizlilikleri iyi bilir. Züheyr İbn Ebu Sülmâ meş­hur muallâkasında ne güzel söylemiş :

«İçinizdekileri, gizli kalsın için Allah'tan sakın gizlemeyin. Zîrâ Allah'tan ne gizlenirse onu mutlaka bilir.»

«Geciktirilir ve bir kitaba konulur. Bir hesâb günü için biriktiri­lir veya çabuklaştırılır da intikam alınır.»

Bu câhiliye devri şâiri bu sözleriyle bir yaratıcının varlığını, cüz'-iyyâtı bildiğini, ona dönüş ve cezayı, kıyamet günü için amellerin say­falarda yazılmasını itiraf etmiştir.

Abdullah İbn Şeddâd der ki: Onlardan birisi Allah Rasûlü (s.a.) ne uğradığı zaman, iki büklüm olur ve başını örterdi de Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. «Ona gizli kalsın için...» kısmındaki zamirin Allah'a döndürülmesi daha uygundur. Zîrâ hemen peşinden «Elbiselerine büründükleri zaman da dikkat edin. Allah, onların gizlediklerini ve açı­ğa vurduklarını bilir.» buyurmaktadır.[3]

 

6 — Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki, rız­kı Allah'a ait olmasın. Onların durup dinlenecek ve sak­lanacak yerlerini de O bilir. Hepsi apaçık kitabdadır.

 

Allah Teâlâ, yaratıkların büyüğü ve küçüğü ile, yeryüzündeki, denizdeki ve karadaki diğer hayvanların rızıklarına kefîl olduğunu haber veriyor. O, onların durup dinlenecek ve saklanacak yerlerini de bilir. Onların yeryüzünde yürümeleriyle varacakları, sığınacakları yu­valarını da en iyi bilir. Ali İbn Ebu Talha ve başkalarının İbn Abbâs'-tan rivayetlerine göre âyetteki «Durup dinlenecek yerleri)); sığınacak­ları yer, «Saklanacak yerleri» ise; ölecekleri yerdir. Mücâhid'den riva­yete göre; «Durup dinlenecekleri» yer, rahimde; «Saklanacak yerleri» ise sulblerdedir. Nitekim bu husus hayvanlarda da böyledir. Bu açık­lama İbn Abbâs, Dahhâk ve bir cemaattan da rivayet edilmiştir. İbn Ebu Hatim burada müfessirlerin sözlerini zikretmiştir. Ayrıca En'âm sûresinin doksan sekizinci âyetinde de bunları zikreder ki, en doğru­sunu Allah bilir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ'nın katında bir kitabda, bunların tamâmını açıklar mâhiyette yazılıdır. Nitekim Allah Teâlâ, başka âyetlerde şöyle buyurur : «Yerde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki; onlar da sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitabda hiç bir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onlar Rablarına toplanırlar.» (En'âm, 38}, «Gaybın anahtarları O'nun ka-tındadır. O'ndan başka kimse bilmez. Karada ve denizde olanı da O bilir. Bir yaprak düşmez ki, onu bilmesin. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru müstesna olmamak üzere her şey apaçık bir kitabdadır.)) (En'âm, 59).[4]

 

7  — Hanginizin  daha güzel  ameli olduğunu  dene­mek için; gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zâten Arş'ı su üstünde idi. Andolsun ki; ölümden sonra muhak­kak siz yine diriltileceksiniz, desen; küfredenler mutlaka : Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyecek­lerdir.

8  — Sayılı bir müddete kadar üzerlerinden azabı er­teleyecek olsak mutlaka: Bunu  alıkoyan da ne?  derler. Dikkat edin, o geldiği gün onlardan asla dönmeyecek, ala­ya aldıkları şey onları mahvedecektir.

 

Gökleri ve Yeri Yaratan

 

Allah Teâlâ her şeye Kadir olduğunu, gökleri ve yeri altı günde yarattığını, bundan önce Arş'ının su üzerinde olduğunu haber veri­yor. Nitekim İmânı Ahmed der ki: Bize Ebu Muâviye'nin... İnırân İbn Husayn'dan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) : Ey Temim oğullan, müjdeyi kabul ediniz, buyurmuştu. Onlar : Bize müjdeledin, o halde bize müjdelediğini ver, dediler. Ey Yemen ehli, müjdeyi kabul ediniz, buyurdu, onlar : Biz kabul ettik, bu işin (başlangıcının) nasıl oldu­ğunu bize haber ver, dediler. Her şeyden önce Allah vardı. Arş'ı su üzerindeydi. Levh-i mahfûz'da her şeyi yazdı. Sonra gökleri ve yeri yarattı, buyurdu. İmrân İbn Husayn devamla şöyle anlatır : Birisi bana gelip : Ey İmrân, deven bağından boşandı, dedi, peşinden çıktım ve bilmiyorum benden sonra neler oldu? Bu hadîs Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde değişik lafızlarla tahrîc olunmuştur. Onlardan birinin lafzı şöyledir :

Onlar : Bu işin başlangıcını sana sormak üzere geldik, dediler de : Allah vardı ve O'ndan önce hiç bir şey yoktu. —Bir rivayette «O'ndan önce» lafzı yerine «O'ndan başka», diğer rivayette ise «O'nunla bera­ber» ifâdeleri vardır. —Arş'ı su üzerindeydi. Zikir'de her şeyi yazdı. Sonra gökleri ve yeri yarattı, buyurdu. Müslim'in Sahîh'inde Abdullah İbn Amr İbn el-Âs-'dan rivayet edildiğine göre;  Allah Rasûlü  (s.a.) şöyle buyurmuştur :

«Allah Teâlâ gökleri ve yeri yaratmazdan elli bin sene önce yaratık­ların kaderlerini takdir etti, yazdı. Arş'ı su üzerindeydi.» Bu âyetin tefsi­rinde Buharı der ki: Bize Ebu Yemmâm'm... Ebu Hüreyre (r.a.) den ri­vayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah Teâlâ bu­yurur ki: İnfâkda bulun ki sana infâk olunsun. Ve şöyle buyurdu : Al­lah'ın eli doludur, harcama onu eksiltmez. Gece ve gündüz devamlı ve­rir. Yeri ve göğü yarattığından bu yana ne infâk ettiğini görür müsü­nüz? Elinde olanı hiç eksiltmemiştir. Arş'ı su üzerindeydi ve bir elinde terazi olup alçalıp yükseliyordu.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd İbn Harun'un... Ebu Razîn Lakît İbn Âmir İbn Müntefik el-Ukaylî'den rivayetine göre; o, şöyle anlatır : Ey Allah'ın elçisi Rabbımız yaratıklarını yaratmazdan önce nerede idi? diye sorduk, şöyle buyurdu. Bir bulutun üstündeydi. Altında hava, üs­tünde hava vardı. Bundan sonra Arş'ı yarattı. Hadîsi tefsirde Tirmizî; Sünnet'te İbn Mâce, Yezîd İbn Hârûn kanalıyla rivayet etmişlerdir. Tirmizî hadîsin hasen olduğunu söyler.

Mücâhid, «Arş'ı su üstünde idi.» âyeti hakkında; hiç bir şey ya­ratmazdan önce açıklamasını getirir. Vehb İbn Münebbih ve Damre İbn Habîb de böyle söylemişlerdi. Katâde, İbn Cerîr ve bir çokları da bu görüştedirler.

«Arş'ı su üstünde idi.» âyeti hakkında Katâde der ki: Gökleri ve yeri yaratmazdan önce yaratmaya başlamasının nasıl olduğunu size haber veriyor. Rebî' İbn Enes de: «Arş'ı su üstünde idi.» Gökleri ve yeri yarattığında bu suyu ikiye böldü; yarısını Arş'ın altına koydu ki doldurulmuş deniz işte odur, demiştir. İbn Abbâs : Arş'a Arş isminin verilmesi onun yüceliğindendir, demiştir. İsmâîl İbn Ebu Hâlid'in Sa'd et-Tâî'den işittiğine göre; o, Arş'ın kırmızı yakuttan olduğunu söyle­miş.

Muhamed İbn İshâk, «Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zâten Arş'ı su üstünde idi.» âyeti hakkında der ki: «o, yüce nefsini nitelediği gibi idi. O zaman da sudan başka hiç bir şey yoktu ve su­yun üzerinde Arş'ı, Arş'ın üzerinde de celâl ve ikram sahibi, izzet, sal­tanat, mülk, kudret, hilim, ilim, rahmet ve nimet sahibi, dilediğini işleyen Allah vardır. A'meş'in... Saîd İbn Cübeyr'den rivayetine göre, İbn Abbâs'a «Arş'ı su üstünde idi.» âyeti sorulmuş. Ve : Su neyin üs­tündeydi? denilmişti. Şöyle cevabladı: Rüzgârın sırtı üstündeydi.

Allah Teâlâ : «Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek için...» buyurur ki O, gökleri ve yeri tek ve ortağı olmadığı halde ken­disine ibâdet etsinler diye yarattığı kullarının faydalanması için ya­ratmıştır. O, bunları boş yere yaratmamıştır. Nitekim Allah Teâlâ, başka âyetlerde şöyle buyurur : «Biz göğü, yeryüzünü ve ikisinin ara­sında bulunanları boşuna yaratmadık. Bu, küfretmiş olanların zannı-dır. Vay o küfretmiş olanlara cehennem ateşinden.» (Sa'd, 27), «Sizi boşuna yarattığımızı ve bize hiç döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur ve O, yüce Arş'm Rabbıdır.» (Mü'minûn, 115, 116), «Ben cinleri ve in­sanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.»  (Zâriyât, 56).

Allah Teâlâ : «Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek için...» buyurmuş, «Hanginizin daha çok ameli olduğunu denemek için...» buyurmamış. Zîrâ amel, sırf Allah için olmadıkça, Allah Ra-sûlü (s.a.) nün şeriatı üzere olmadıkça güzel olmaz. Ne zaman bir amelde bu iki şarttan birisi bulunmazsa o amel bâtıldır ve boşa git­miştir.

«Andolsun ki; ölümden sonra muhakkak siz yine diriltileceksiniz, desen; küfredenler mutlaka : Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyeceklerdir.» âyetinde Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Muham-med, sen bu müşriklere Allah'ın kendilerini nasıl ilk defa yaratmışsa aynen onun gibi ölümlerinden sonra dirilteceğini haber versen, gökle­ri ve yeri yaratanın Allah olduğunu bildikleri halde kıyameti ve ba'su ba'del mevti yine de inkâr edeceklerdir. Allah Teâlâ bu hususu şu âyet­lerde dile getirmektedir : «Andolsun ki; onlara kendilerini kimin ya­rattığını sorsan; Allah diyeceklerdir.» (Zuhrûf, 87), «Andolsun ki, on­lara : Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir? diye sorsan; şüphesiz «Allah'tır.» diyecekler.» (Ankebût, 61), Bütün bunlara rağmen, onlar, ilk defa yaratmadan daha kolay olmak­la birlikte, kıyamet günü diriltilme ve O'na döndürülmeyi inkâr eder­ler. Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Önce yaratan, son­ra onu tekrar eden O'dur. Bu, O'nun için daha kolaydır.» (Rûm, 27), «Sizin yaratılmanız da, yeniden diriltilmeniz de bir tek kişininki gi­bidir.» (Lokman, 28). Onlar: Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyeceklerdir. Bu sözlerini sırf küfür ve inâdlarından söy­lerler ve derler ki:   Diriltilmenin vuku bulacağına dâir haberini doğrulamayız, tasdik etmeyiz. Bunu ancak büyülediğin kimse kabulle­nir ki, ancak o senin söylediğine tâbi olur.

«Sayılı bir müddete kadar üzerlerinden azabı erteleyecek olsak: Bunu alıkoyan da ne? derler.» âyetinde Allah Teâlâ buyurur ki: Bu müşriklerin azabını ve cezalandırılmasını mahdûd bir süreyle, sayılı bir müddete kadar te'hîr edip konulmuş, belli edilmiş bir müddete ka­dar bununla onları tehdîd etmiş olsak, onlar yalanlama ve çabuklaş­tırılmasını isteme sadedinde olmak üzere : Bu azabı bizden alıkoyup geciktiren de nedir? diyeceklerdir. Zîrâ onların seciye ve tabiatları ya­lanlama ve şüpheye alışmıştır. Yalanlama ve şüpheden kaçacak bir yerleri yoktur.

«Ümmet» kelimesi, Kur'an ve sünnette müteaddit mânâlarda kul­lanılır. Ondan, «bir süre» kasdedilir. Nitekim Allah Teâlâ bu âyette : ((Sayılı bir müddete kadar.» buyurmuştur. Hz. Yûsuf hakkında da: «O ikiden kurtulmuş olan nice zaman sonra hatırladı da dedi ki...» (Yûsuf, 45) buyurmuştur. Bu kelime, uyulacak önder hakkında da kullanılır. Nitekim şu âyette böyledir. «Muhakkak ki İbrahim, başlı başına bir ümmet idi. Allah'a itaat ederdi ve bir muvahhiddi. Hiç bir zaman için müşriklerden olmamıştır.» (Nahl, 120). Din mânâsında kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ müşriklerin şöyle dediklerini haber verir : «Doğrusu biz, babalarımızı bir din üzerinde bulduk ve onların izlerinde gitmekteyiz.» (Zuhrûf, 23). Cemâat, grup hakkında kulla­nılır. Nitekim şu âyetlerde bu anlamdadır: «Medyen suyuna varınca davarlarını sulayan bir insan topluluğu gördü.» (Kasas, 23), «Andol-sun ki; her ümmete : Allah'a ibâdet edin ve putlardan kaçının, diye peygamberler göndermişizdir.» (Nahl, 36), «Her ümmetin bir rasûlü vardır. Onların Rasûlleri gelince aralarında adaletle hükmedilir ve asla zulme uğratılmazlar.» (Yûnus, 47). Buradaki ümmetten maksad ise mü'mini ve kâfiri ile kendilerine peygamber gönderilenlerdir. Ni­tekim Müslim'in Sahîh'inde rivayet edilen bir hadîste şöyle buyuru-lur : Nefsim kudret elinde olana yemîn olsun ki; bu ümmetten yahû-dî ve hıristiyan beni işitip de bana îmân etmeyen hiç kimse yoktur ki cehenneme girmesin. Tâbi olan ümmete gelince; onlar peygamber­leri tasdik edip doğrulayanlardır. Nitekim Allah Teâlâ : «Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.» (Âl-i İmrân, 110) buyurur­ken sahîh bir hadîste şöyle buyurulur : Ben : Ümmetim, ümmetim, diyeceğim. Ümmet kelimesi, fırka ve grup anlamında da kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ şu âyetlerde buyurur ki: «Musa'nın kavminden bir topluluk da vardır ki; hakk'a irşâd ederler ve onunla hükmeder­ler.» (A'râf, 159), «Kitab ehlinden secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır.»  (Âl-i İmrân, 113).[5]

 

İzahı

 

Hangimizin daha güzel ameli olduğunu denemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zâten Arş'ı su üstünde idi. Yani gökle­ri ve yeri yaratmazdan önce Arş'ı su üstünde idi. Kâ'b el-Ahbâr der ki: Allah Teâlâ yeşil bir yakut yarattı. Sonra ona heybet nazarıyla baktı ve o titreşen su haline döndü. Sonra rüzgârı yarattı ve suyu onun üze­rine koydu. Sonra Arş'ı suyun üzerine koydu.

Samure der ki: Allah Sübhânehu'nun Arş'ı suyun üzerindeydi. Sonra gökleri ve yeri yarattı. Kalemi yarattı ve yarattığı şeyleri onun­la yazdı. Kıyamet gününe kadar yarattığı ve yaptığı her şeyi de onun­la yazdı. Sonra o yazı, bin yıl Allah'a hamd ile tesbîh etti. Henüz Al­lah, yaratıklarından hiç birini yaratmamıştı.

Saîd İbn Cübeyr dedi ki: İbn Abbâs'a Allah Teâlâ'nın «Ve Arş'ı su üzerinde idi» kavli sorulup su, neyin üzerindeydi? denildi. İbn Ab-bâs; rüzgârın üzerindeydi, dedi.

Vehb İbn Münebbih der ki: Gökleri ve yeryüzünü yaratmasın­dan önce Allah'ın Arş'ı vardı. Sonra Allah Teâlâ suyun süzmesinden bir avuç aldı. Sonra avucunu açtı, bir duman yükseldi. Sonra bundan iki günde yedi göğü yarattı. Bilâhare sudan bir çamur aldı ve onu Bey-tullah'ın olduğu yere koydu. Sonra ondan yeryüzünü yuvarladı. Son­ra iki günde rızıkları yarattı. Gökleri iki günde, yeryüzünü de iki gün­de yarattı. Yedinci günde son yaratma işini bitirdi.

Bazı bilginler dediler ki: Bütün eşyanın yaratılıp suyun üzerin­de konulmasında, Allah'ın kudretinin mükemmelliğinin delilleri var­dır. Çünkü zayıf bina katı ve sağlam bir temel üzerine kurulmazsa ayakta duramaz. Öyleyse en büyük yaratık olan şu Arş gökler ve yer­yüzü suyun üzerinde nasıl durur? Bu iş de Allah'ın kudretinin mü­kemmelliğini gösterir.

îmrân îbn Hüsayn (r.a.) der ki: Hz. Peygamberin yanına vardım ve kapıda devemi bağladım. O sırada Temîm oğullan kabilesinden bir topluluk geldi. Hz. Peygamber dedi ki: Ey Temîm oğullan müjdelerle geldiniz. Onlar da; bizi muştuladın, öyleyse bize iki defa ver, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah'ın yüzü değişti. Sonra Yemen'den bir top­luluk yanma geldi. Onlara; Temîm oğulları kabul etmediğine göre ey Yemen halkı, siz muştuyu alın, buyurdu. Onlar: Kabul ettik ey Al­lah'ın Rasûlü, dediler. Sonra; biz din konusunda senden bilgi almak ve bu dünyanın başlangıcının nasıl olduğunu sana sormak için geldik, dediler. Hz. Peygamber buyurdu ki: Allah vardı ve onunla beraber daha önce hiç bir şey yoktu. O'nun Arş'ı suyun üzerindeydi. Sonra gökleri ve yeri yarattı. Ve her şeyi zikirde kaydetti. İmrân İbn Hu-sayn der ki: Sonra bir adam geldi ve bana dedi ki: Ey İmrân, koş ve deveni tut. Çünkü kaçtı. Ben kalktım, devemi aradım. Bir de baktım ki önüne çit engel olmuş duruyor. Allah'a yemin ederim ki; devem kaçmamış olsaydı da ben oradan kalkmamış olsaydım. Bunu çok arzu ederdim.

Ebu Rezîn el-Akîlî: Ey Allah'ın Rasûlü, yaratıkları yaratmazdan önce Rabbımız neredeydi? dedi. Rasûlullah buyurdu ki: O, amâ'da idi. Onun üstü hava, altı hava idi. Arş/mı suyun üzerinde yaratmıştı. Tirmizî bu hadîsi tahrîc eder. Ahmed İbn Hanbel ise der ki: Amâ'dan maksad; O'nunla beraber hiç bir şey yoktu, demektir. Ebu Bekr el-Beyhâkî, el-Esmâ ve's-Sıfât isimli eserinde; Hz. Peygamberin, Allah vardı ve O'ndan önce hiç bir şey yoktu, sözü ile ilgili olarak şöyle der : Ne su vardı, ne Arş vardı, ne de bu ikisinin dışında bir şey. Arş'ı su­yun üzerindeydi, kavli ile de suyu yarattı ve suyun üzerine Arş'ı koy­du, demek istediğini söyler. Sonra her şeyi zikire kaydetti. Ben Amâ kelimesini medli olarak harekelenmiş biçimde kitapta gördüm. Aslın­da memdûd olarak amâ diye yazılır ve mânâsı ince bulut demektir. Hz. Peygamber (tama» kavli ile bulutun üzerinde onu yönetiyor ve onun üzerinde bulunuyordu, demek istemiştir.1.. Üzerinde hava yok­tu. Yani bulutun üzerinde hava yoktu. Altında hava yoktu, sözü de bulutun altında hava yoktu, demektir. Denildi ki: Bu amâ kelimesi maksûr olarak yazılır. Ve böyle yazılınca da sabit hiç bir şey yoktu, anlamına gelir. Çünkü yaratılışdan kör edilmiş mânâsını taşır. Ya­ratılıştan görülmeyen şey olmadığı için görülmez. Sanki Allah'ın Ra­sûlü cevabında şöyle buyurmuştur : Allah yaratıklarını yaratmazdan önce vardı ve O'ndan başka hiç bir şey yoktu. Üzerinde de hava yok­tu, altında da hava yoktu sözünden maksad, amâ'mn üzeridir. Yani hiç bir şey olan amâ'mn üzerinde hava yoktu, altında da hava yoktu, demektir. Çünkü bir şey olmayınca onun üzerinde veya altında hava durmaz. Allah en iyisini bilendir.

İbn el-Esîr der ki: Lugatta amâ; ince buluttur. Kesîf buluttur dendiği de olmuştur. Denildi ki: Bu; kabarcık anlamına gelir:.. Ba­zılarından nakledilir ki maksûr elifle yazılan amâ zekânın kavraya­madığı her şey demektir.[6]

 

9  — Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, son­ra onu geri alırsak; andolsun ki o, pek ümitsiz, pek nan­kör olur.

10  — Şayet başına gelen bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırırsak: Kötülükler başımdan gitti, der, şıma-rır ve öğünür.

11  — Sâdece sabredip de güzel ameller işleyenlere; işte onlara mağfiret ve büyük ecîr vardır.

 

İnsan Psikolojisi

 

Allah Teâlâ, Allah'ın merhamet buyurduğu inanan kulları müs­tesna olmak üzere insanı ve ondaki zemmedilmiş, kötü sıfatları ha­ber veriyor. Bir nimetten sonra ona bir zorluk dokunduğu zaman ge­leceğe nisbetle hayırdan ümit kesme, geçmiş haline nisbetle ise bir küfür ve inkâr meydana gelir. Sanki o, hiç bir hayır görmemiş ve bun­dan sonra da hiç bir açıklık, ferahlık ummaz haldedir. Aynı şekilde bir musibetten sonra ona bir nimet ulaştığında : «Kötülükler başım­dan gitti, der.» Bundan sonra bana ulaşacak hiç bir eziyyet ve kötü­lük kalmadı, der. O, elindekilerle şımarmış, başkalarına karşı şıma­rık ve övüngen olmuştur. Allah Teâlâ buyurur ki: «Sâdece (zorluk­lara, musibetlere) sabredip de (afiyet ve bolluk halinde) güzel ameller işleyenler; işte onlara (kendilerine dokunan sıkıntıya mukabil bir) mağfiret ve (bolluk zamanlarında işlemiş olduklarına karşılık da) bü­yük bir ecîr vardır.» Nitekim bir hadîste şöyle buyurulur : Nefsim kud­ret elinde olana yemîn ederim ki kendisine batan bir dikene varın­caya kadar mü'min kişinin başına bir üzüntü, bir keder, bir dert ve hastalık, bir hüzün gelmez ki Allah Teâlâ onlarla onun hatâlarından bir kısmım bağışlamış olmasın. Buhârî ve Müslim'de bulunan bir ha­dîste ise şöyle buyurulur:

Mü'minin işine şaşılır. Onun bütün işleri hayırdır ve bu özel­lik sâdece mü'mine mahsûstur. Şayet ona bir ferahlık gelirse; şükreder ve bu onun için hayır olur. Şayet kendisine bir sı­kıntı dokunursa; sabreder de bu da onun için hayır olur. Bu, mü'min dışında kimse için değildir. Nitekim Allah Teâlâ baş­ka âyetlerde şöyle buyurur: «Asr'a andolsun ki, hiç şüphesiz insan hüsrandadır. Ancak îmân edenler ve sâlih amel işleyenler, birbirleri­ne hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.» (Asr, 1-3), «Gerçekten insan, hırsına düşkü» yaratılmıştır. Başına bir fenalık gelince, feryadı basandır. Kendisine hayır dokununca da çok cimridir. Ancak namaz kılanlar müstesna.»   (Meâric,  19-22).[7]

 

12  — Belki de sen; ona bir hazîne   indirilmeli   veya yanında bir melek gelmeli değil miydi? demelerinden ötü­rü sana   vahyolunanların bir kısmını  terkedecek   olur­sun. Sen, ancak bir uyarıcısın. Ve Allah, her şeye Vekil' dir.

13  — Yoksa: «Onu kendisi uydurdu» mu? diyorlar. De ki: Eğer doğru söylüyorsanız, haydi onun sûrelerine benzer uydurma on sûre meydana getirin, Allah'tan baş­ka çağırabileceklerinizi de çağırın.

14  — Size cevab veremezlerse bilin ki; o, ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Ve O'ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ müslüman olmuyor musunuz?

Allah Teâlâ'nın da haber verdiği üzere O, peygamberi hakkında müşriklerin söylemiş oldukları sözler ve inâdlaşmalan hususunda elçi­si (s.a.) ni teselli buyuruyor. Allah Teâlâ bir âyette müşriklerin Hz. Peygamber hakkında şöyle dediklerini haber verir: «Bu nasıl peygam­berdir ki; yemek yiyor, sokaklarda geziyor? Ona beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya. Yahut kendisine bir hazîne verilseydi veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya. O zâlimler dediler ki: Siz, büyü­lenmiş bir adamdan başkasına tâbi olmuyorsunuz.» (Furkân, 7-8). Al­lah Teâlâ elçisi (s.a.) ne emredip onlann söyledikleri bu sözlerden do­layı kalbinin daralmamasını, bundan dolayı üzülmemesini, bunların kendisini gece ve gündüz Allah'a götüren dayanaklardan caydırmama­sını tavsiye ediyor. Nitekim başka bir âyette : «Andolsun ki, onlann söylediğinden dolayı kalbinin sıkıldığını biliyoruz. Sen hemen Rabbını hamd ile tesbîh et. Ve secde edenlerden ol. Ve sana yakın gelinceye kadar Rabbına ibâdet et.» (Hicr, 97-99) buyururken, burada da şöyle buyurur: Bu sözleri söylemelerinden senin kalbin daralır ve sana vah-yolunan şeylerin bir kısmını terkedecek olursun. Sen ancak bir uyarı­cısın. Senden önceki peygamber kardeşlerin sana bir Örnektir. Onlar da yalanlandılar ve eziyyet edildiler. Onlar, kendilerine Allah'ın yardımı gelinceye kadar sabrettiler.

Sonra Allah Teâlâ, Kur'an'ın i'câzına işaret buyurur. Beşer hiç bir şekilde onun bir benzerini, onun sûreleri gibi on sûreyi, onunki gibi bir sûreyi getirmeye güç yetiremez. Zîrâ Rabbın sözü; yaratıkların sözü­ne benzemez. Nitekim sıfatlan sonradan olanların sıfatlarına benzeme­diği gibi, O'nun zâtına da hiç bir şey benzemez. Yücedir, Mukaddestir, Münezzehtir, O'ndan başka ilâh ve O'nun dışında Rab yoktur.

«Size cevab veremezlerse, sizin çağırmış olduğunuz muârazaya güç yetiremez ve karşı duramazlarsa; biliniz ki onlar, bundan âcizdirler. Muhakkak ki bu kelâm, Allah katında O'nun ilmini, emir ve yasakla-nnı içerir halde indirilmiştir.» O'ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ müslü­man olmuyor musunuz?[8]

 

15  — Kim, dünya hayatını ve onun süsünü isterse; onlara amellerinin karşılığım   burada   tamamen öderiz. Onlar bu hususta hiç bir zarara da uğratılmazlar.

16  — Onlar, öyle kimselerdir ki; âhirette kendilerine ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri ameller boşa git­miştir. Yapageldikleri zâten bâtıldır.

 

Bu âyet hakkında îbn Abbâs'tan rivayetle Avfî der ki: Muhakkak ki riyakârlar, iyiliklerinin karşılığını bu dünyada alırlar. Şüphesiz on­lar, zerre miktar haksızlığa uğratılmazlar.

O, buyurur ki: Kim oruç, namaz veya geceleyin teheccüd namazı gibi sâlih ameller işler ve bunu yegâne dünyayı isteyerek yaparsa Al­lah Teâlâ : Dünyada onun istemiş olduğu sevabı, karşılığı ona tam ola­rak veririm, buyurur. Dünyayı isteyerek yapmış olduğu ameli böylece boşa gitmiştir. O, âhirette hüsrana uğrayanlardandır. Mücâhid, Dah-hâk ve bir çoklarından da böyle rivayet edilmiştir. Enes İbn Mâlik, âye­tin Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında nazil olduğunu söylerken, Mücâ­hid ve başkaları da riyakârlar hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Katâde der ki: Kimin düşüncesi, üzüntüsü, düşkünlüğü, isteği ve niy-yeti dünya olursa; Allah Teâlâ, onun iyiliklerinin karşılığını dünyada verir. Sonra karşılığı verilecek bir iyiliği olmadığı halde âhirete götü­rülür. Mü'mine gelince; iyiliklerinin karşılığını dünyada görür, bunla­ra karşı âhirette de sevaba nâü olur. Bu husus, yukandakine benzer şekilde merfû' bir hadîste de belirtilmiştir.

Allah Teâlâ, başka âyetlerde de şöyle buyurur: «Kim, geçici dün­yayı isterse; onun için oradan dilediğimiz kadar dilediğimiz kimseye hemen veririz. Sonra onun için cehennemi hazırlarız. O, kötülenmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Kim de âhireti isterse ve onun için inan­mış olarak gerekli çabayı gösterirse; işte onların çabalan şükre değer­dir. Her birine, bunlara da onlara da Rabbının nimetinden ulaştırırız. Rabbının nimeti kimseye engellenmiş değildir. Bak nasıl onları birbiri­ne üstün kıldık. Elbette ki âhiret, dereceler bakımından da büyüktür, üstünlük bakımından da.» (İsrâ, 18-21).

«Kim, âhiret kazancını isterse; onun kazancım artırırız. Kim de, dünya kârını isterse; ona da bundan veririz. Âhirette ise onun (baş­kaca) hiç bir nasibi yoktur.» (Şûra, 20).[9]

 

med (s.a.) Allah'ın risâletini tebliğ etmişlerdir. Cibril Muhammed'e, Muhammed de ümmetine tebliğ etmişlerdir.

Burada kasdedilenin Hz. Ali olduğu da söylenmişse de bu, zayıf bir görüş olup söyleyeni dahi belli değildir. Birinci ve ikinci açıklama doğru olandır. Zâten mü'minin fıtratı, icmâlî olarak şeriata şâhiddir. Tafsilâtı, uzun uzadıya açıklanması ise şeriattan alınır ve fıtrat onu doğrulayıp îmân eder. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Rabbmdan açık bir delili bulunan, ardınca da Rabbı tarafından bir şâhid gelen...» bu­yurmuştur ki; bu, Kur'an olup Cibril onu Hz. Peygamber (s.a.) e, pey­gamber Muhammed de ümmetine tebliğ edip ulaştırmıştır.

Sonra Allah Teâlâ: «Ondan önce de Musa'nın rehber ve rahmet olan kitabını tasdik eden...» buyurur ki, Kur'an'dan önce Musa'nın ki­tabı vardır ve o da Tevrat'tır. Allah Teâlâ Tevrat'ı o ümmete kendisi­ne uyulacak bir önder, bir rehber ve Allah katından onlara bir rah­met olarak indirmiştir. Kim ki ona gerçekten îmân ederse; o kimseyi Kur'an'a îmân etmeye götürür. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «İşte on­lar, Kur'an'a inanırlar.» buyurmuştur. Daha sonra Allah Teâlâ, Kur' an'ı veya onun bir kısmını inkâr edenleri tehdîdle şöyle buyurur : «Her­hangi bir güruh onu inkâr ederse; onun varacağı yer ateştir.» Müşrik olsun, kitab ehli olsun, başkaları olsun renkleri, şekilleri, cinsleri deği­şik olmakla beraber diğer bütün âdemoğulları cemiyetlerinden, Kur' an'ın kendisine ulaşıp da Kur'an'ı inkâr edenin varacağı yer ateştir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde: «Bu Kur'an; bana sizi de, ulaş­tığı kimseleri de uyarmam için vahyolundu.» (En'âm, 19), «De ki: Ey insanlar; ben gerçekten Allah'ın hepiniz için gönderdiği peygamberi­yim.» (A'râf, 158) buyururken burada da: «Herhangi bir güruh onu inkâr ederse; onun varacağı yeri ateştir.» buyurmuştur.

Müslim'in Sahîh'inde Şu'be kanalıyla... Ebu Mûsâ el-Eş'arî (r.a.) den rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemin olsun ki yahûdî veya hıristi-yan olsun, bu ümmetten bir kimse beni işitir de sonra bana îmân et­mezse ateşe girer.

Eyyûb esHSahtiyânî, Saîd İbn Cübeyr'in şöyle dediğini nakleder: Gerektiği şekilde Allah Rasûlü (s.a.) nün hiç bir hadîsini işitmemişim-dir ki onun bir isbâtım —veya tasdikini demiştir— bir delilini Kur' an'da bulmuş olmayayım. Bana ulaştığına göre Allah Rasûlü (s.a.) : Yahûdî veya hıristiyan olsun, bu ümmetten beni işitip de bana îmân etmeyen mutlaka ateşe girer, buyurmuş. (Kendi kendime) : Bunun Al­lah'ın kitabında isbâtı, delili nerededir? diye konuşmaya başladım. Al­lah Rasûlü (s.a.) nden işitip de tasdikini Kur'an'da bulamadığım hemen hemen yok gibidir. Nihayet şu âyeti buldum : «Herhangi bir güruh onu inkâr ederse; onun varacağı yeri ateştir.» Burada kasdedilen gü­ruh, diğer bütün dinlerden olanlardır.

Allah Teâlâ: «Senin de bundan şüphen olmasın. Doğrusu o, Rab-bm tarafından gelen bir gerçektir.» buyurur ki; Kur'an, Allah katın­dan gelen bir gerçektir, onda hiç bir şek ve şüphe yoktur. Nitekim Al­lah Teâlâ, başka âyetlerde şöyle buyurur: «Elif, Lâm, Mîm. Şüphe gö­türmeyen kitabın indirilmesi âlemlerin Rabbmdandır.» (Secde, 1-2), «Elif, Lâm, Mîm. İşte bu kitab, onda hiç bir şüphe yoktur.» (Bakara, 1-2). Allah Teâlâ burada : «Ama insanların bir çoğu inanmazlar.» bu­yurur ki; başka âyetlerde de şöyle buyurmuştur : «Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların çoğu inanmazlar.» (Yûsuf, 103), «Eğer sen, yeryüzünde bulunanların çoğunluğuna uyarsan; seni Allah'ın yo­lundan saptırırlar.» (En'âm, 116), «Andolsun ki, İblîs, onlar hakkın­daki zarınım gerçekleştirmiş ve mü'minlerden bir topluluk hâriç ona tâbi olmuşlardı.» (Sebe, 20).[10]

 

18  — Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır? Bunlar Rablarmm huzuruna götürülürler ve şâ-hidler: Rablarına yalan uyduranlar bunlardır, derler. Bi­lin ki, Allah'ın la'neti zâlimlerin üzerinedir.

19  — Onlar ki Allah yolundan alıkorlar. Ve o yolu eğ­riltmeye çalışırlar. Ve âhireti inkâr edenler de onlardır.

20  — Bunlar yeryüzünde âciz bırakacak olanlar de­ğillerdir. Allah'a karşı duracak yardımcıları da yoktur.

Onların azabı kat kat olacaktır. Onlar, işitmeye taham­mül edemez ve göremezlerdi de.

21  — Kendilerini kayba uğratanlar,  işte  bunlardır. Uydurdukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiştir.

22  — Şüphesiz âhirette büsbütün kayba uğrayanlar da bunlardır.

 

Allah'ın Yolundan Alıkoyanlar

 

Allah Teâlâ burada Zâtına karşı yalan uyduranların âhiret yur­dunda melekler, peygamberler, diğer beşer ve cinlerin huzurunda rüs-vây olacaklarını beyân buyurur. Nitekim İmâm Ahmed der ki: Bize Behz ve Affân'ın... Safvân İbn Mihrez'den rivayetlerine göre; o, şöyle anlatmıştır: İbn Ömer'in elini tutmuştum. Birden karşısına bir adam çıktı ve : Kıyamet günü necvâ (Rabb ile kulun gizlice konuşması) hak­kında Allah Rasûlü (s.a.) nün nasıl buyurduğunu işitmiştin? diye sor­du. İbn Ömer şöyle dedi: Allah Rasûlü (s.a.) nün şöyle buyurduğunu işittim:

Allah Teâlâ Mü'mini yaklaştırır ve onun üzerine affını, bağışla­masını koyar. Ona günâhlarını ikrar ettirip der ki : Şu günâhı biliyor musun? Palan günâhı biliyor musun? Falan günâhı bili­yor musun? Kul iki defa : Biliyorum Rabbım, biliyorum Rabbım, der. İşte o zaman Allah Teâlâ : Muhakkak ki Ben, bunları dünyada giz­lemiştim. Bu gün ise onları sana bağışlıyorum, buyurur, sonra iyilikle­rinin kitabı durulur. Diğerlerine veya kâfirler gelince; bütün yaratık­ların huzurunda : Rablanna yalan uyduranlar bunlardır, diye nida olu­nur. Hadîsi, Buhârî ve Müslim Sahîh'lerinde Katâde'den tahrîc etmiş­lerdir.

Allah Teâlâ: «Onlar ki Allah yolundan alıkorlar. Ve o yolu eğrilt­meye çalışırlar.» buyurur ki; onlar, insanları Allah'a ulaştıran hidâyet yoluna girmekten, hakka tâbi olmaktan alıkoyup çevirirler. Onları cen­netten uzaklaştırırlar. «Ve o yolu eğriltmeye çalışırlar.» Yolların eğri büğrü olmasını, i'tidâl üzere ve doğru olmamasını isterler. «Ve âhi-reti, âhiretin meydana geleceğini, olacağını inkâr edenler de onlardır. Bunlar yeryüzünde âciz bırakacak olanlar değillerdir. Allah'a karşı du­racak yardımcıları da yoktur.» Bilakis onlar; Allah'ın kahrı, galebesi, kabzası ve hükümranlığı altındadırlar. O, âhiretten önce dünya yur­dunda onlardan intikam almaya güç yetiricidir. «Sâdece gözlerin dı­şarı fırlayacağı bir güne kadar onları te'hîr etmektedir.» (İbrâhîm, 42). Buharı ve Müslim'de bulunan hadîste :

Muhakkak ki Allah Teâlâ zâlime mühlet verir. Nihayet onu yakala­dığında asla kurtulmaz, buyurulmuştur. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Onların azabı kat kat olacaktır. Onlar, işitmeye tahammül edemez ve göremezlerdi.» buyurmuştur ki; onlara kulaklar, gözler ve kalbler vermiş­tir. Ama kulakları, gözleri ve kalbleri onlara hiç bir fayda sağlamamış, aksine onlar hakkı işitmekten sağır, hakka tâbi olmaktan kör olmuşlar­dır. Nitekim Allah Teâlâ, onlann ateşe girerken şöyle diyeceklerini haber verir : «Eğer kulak vermiş veya düşünmüş olsaydık, bu çılgın cehennem­likler arasında bulunmazdık.» (Mülk, 10). Başka bir âyette ise şöyle buyurur : «Küfredip Allah yolundan alıkoyanlara, bozgunculuk yaptık­larından dolayı azâb üstüne azâb artırırız.» (Nahl, 88). Yine bu sebep­ledir ki onlar, terketmiş oldukları her bir emir ve işlemiş oldukları her bir yasaktan dolayı azaba dûçâr kalacaklardır. Görüşlerin en sıhhatli­sine göre; onlar, âhiret yurduna nisbetle emir ve yasaklanyla şeriatla­rın fürûu ile de mükelleftirler.

Allah Teâlâ : «Kendilerini kayba uğratanlar, işte bunlardır. Uy­durdukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitmiştir.» buyurur ki, on­lar, gerçekten kendilerine yazık etmişlerdir. Zîrâ onlar; yakıcı, kızgın bir ateşe girmişlerdir. Orada azâb edilecekler, göz açıp kapayıncaya ka­dar bile cehennem azabı onlardan çekilmeyecektir. Nitekim Allah Te­âlâ şöyle buyurur; «O ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini ar­tırırız.» (îsrft, 97).

«Allah'ın dışında uydurmuş oldukları eşler ve putlar da kendile­rinden uzaklaşıp kaybolmuştur.» Onlara bir fayda vermemiş, aksine onları büsbütün zarara uğratmışlardır. Allah Teâlâ başka âyetlerde şöy­le buyurur: «İnsanlar bir araya getirildikleri zaman bunlar, onlara düşman kesilirler. Ve onlann tapınmalarım inkâr ederler.» (Ahkâf, 6), <(Onlar, kendilerine güç kazandırsın diye Allah'ı bırakarak tanrılar edin­diler. Hayır, aleyhlerine döneceklerdir.»  (Meryem, 82-83). İbrâhîm Halîl de kavmine şöyle demişti: «Dünya hayatında Allah'ı bırakıp aranız­da putları dostluk vesilesi kıldınız. Sonra da kıyamet gününde birbiri­nize küfreder ve karşılıklı la'net okursunuz. Varacağınız yer ateştir, yardımcılarınız da yoktur.» (Ankebût, 25). Allah. Teâlâ başka bir âyet­te de şöyle buyurur : «O zaman uyulanlar, uyanlardan uzaklaşmış ve azabı görmüş oldular. Aralarındaki bütün bağlar kopmuştu.» (Baka­ra, 166) Bu ve başka âyetler onların hüsranda olduklarına, büsbütün kaybedeceklerine ve helak olacaklarına delâlet etmektedir. Bu sebeple­dir ki burada da : «Şüphesiz âhirette büsbütün kayba uğrayanlar da bunlardır.» buyurmuş ve onların durumlarını açıklamıştır. Onlar, âhi-ret yurdundaki alış-verişte insanların en fazla kayba uğrayanlarıdır. Zîrâ onlar yüce dereceleri bırakmış, alçak dereceleri almışlardır. Cen­net nimetleri yerine kaynak suyu, misk kokulu, ağzı kapalı saf bir içe­cek yerine insanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su ile kara bir dumanın gölgesini; huri iyn yerine kanlı irinden bir' yiyeceği, yüce köşkler yerine cehennem çukurunu, Rahmân'a yakınlık ve O'nu gör­me yerine Deyyân olan Allah'ın öfkesi ve azabını bedel olarak almış­lardır. Hiç şüphe yok ki âhirette en fazla zarar gören, kayıpta olanlar bunlardır.[11]

 

(en-Nazar îlallâh) içermektedir. Onlar; bu durumda ebedî kalacaklar, ölmeyecekler, ihtiyarlamayacaklar, hastalanıp uyumayacaklar, büyük abdeste çıkmayacaklar, tükrük ve sümükleri olmayacaktır. Bunlar sâ­dece misk kokan bir ter olarak kendilerinden çıkacaktır.

Sonra Allah Teâlâ, kâfirlerle inananlara bir misâl verir ve buyurur ki: Bu iki zümre; Allah Teâlâ'nın mutsuzlukla nitelendirdiği kimse­lerle, mutlu kişiler olan mü'minlerin durumu şöyledir: Birincileri kör ve sağır, ikincileri ise gören ve işiten gibidir. Kâfir, dünyada gerçek hak­kı görmekten kördür. Âhirette ise hayra yol bulamaz ve onu bilemez. Hüccetleri işitmekten sağırdır, faydalanacağı şeyi işitemez. «Şayet Al­lah, onlarda bir hayır görseydi; onlara işittirirdi. Eğer işittirmiş olsay­dı; yine de yüz çevirenler olarak arkalarını dönerlerdi.» (Enfâl, 23). Mü'mine gelince : Zekî, anlayışlı, akıllı, hakkı görendir. Hak ile bâtılı birbirinden ayırır ve hayra tâbi olup şerri terkeder. Hüccet işitendir. Onunla şüpheyi birbirinden ayırır ve bâtıla rağbet etmez. Hiç bu ve di­ğeri birbirine eşit olur mu?

«Hâlâ ibret almıyor musunuz?» İbret alıp bunlarla diğerlerini bir­birinden ayıramıyor musunuz? Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Cehennem ashabı ile cennet ashabı bir değildir. Cen­net ashabı; işte onlardır kurtuluşa erenler.» (Haşr, 20). «Kör ile gö­ren bir değildir. Karanlıklarla aydınlık da (bir değildir). Gölgelik ile sıcaklık da bir değildir. Diriler ile ölüler de bir değildir. Muhakkak ki Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerde olanlara işittirecek değilsin. Sen, ancak bir uyarıcısın. Muhakkak ki Biz, seni müjdeleyici ve uyarı­cı olarak hak ile gönderdik. Hiç bir ümmet yoktur ki, ona uyarıcı gel­miş olmasın.» (Fatır. 19-24).[12]

 

25 — Gerçekten  Nuh'u   da  kavmine   göndermiştik. Ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım.

26  — Allah'tan başkasına ibâdet   etmeyin.   Doğrusu ben, hakkınızda acıklı bir günün azabından korkuyorum.

27  — Bunun üzerine kavminden küfredenlerin ele ba­sıları dediler ki : Biz, senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. İçimizde sâdece ayak takımının, baş­langıçta düşünmeden sana uydukları gözümüzün önün­dedir. Sizin bize üstün bir meziyyetinizi görmüyoruz. Ak­sine Biz sizi yalancılar sanıyoruz.

 

Hz. Nûh ve Kavmi

 

Allah Teâlâ, Nûh (a.s.) dan haber veriyor. O, Allah Teâlâ'nm yer­yüzü halkından putlara tapan müşriklere göndermiş olduğu ilk elçidir. O, kavmine : Ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Eğer Allah'tan baş­kasına tapınacak olursanız; sizi başınıza gelecek Allah'ın azabı husu­sunda uyarıyorum. Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin. Doğrusu ben, hakkınızda acıklı bir günün azabından korkuyorum. Eğer içinde bu­lunduğunuz halde devam edecek olursanız, azâblandırılmanızdan kor­kuyorum, demişti. Bunun üzerine kavminden küfredenlerin elebaşları ve reisleri dediler ki: Biz, senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğu­nu görüyoruz. Sen bir melek değilsin. Fakat bir beşersin. Nasıl oluyor da bizim dışımızda sana vahyolunuyor? Sonra görüyoruz ki sana içi­mizde sâdece terziler, alış-veriş yapanlar —sokaktaki değersiz kimse­leri kasdediyorlar— ve benzerleri tâbi oluyor. Eşraf ve ileri gelen­ler sana tâbi olmuyorlar. Sonra sana tâbi olanlar düşünüp, taşınıp, gö­rüp öyle tâbi olmuş değiller. Aksine mücerred senin davetin ile sana icabet edip tâbi olmuşlardır. Onların, başlangıçta düşünmeden sana uydukları gözümüzün önündedir. Bu dininize girdiğinizden bu yana yaratılış, ahlâk, nzık ve durumca sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmedik. Biz kendiniz için iddia etmiş olduğunuz iyilik, salâh, ibâdet ve şayet varacak olursanız âhiret yurdunda mutluluk iddianızda sizi yalancı sanıyoruz.

Bunlar, kâfirlerin Nûh (a.s.) ve ona tâbi olanlara itirazlarıdır. Bunlar onların 'bilgisizliklerine, ilim ve akıllarının azlığına delâlet eder. Zîrâ Hakk'a tâbi olanların aşağı tabakadan olmaları, hak için bir âr ve ayıp değildir. Muhakkak ki tâbi olanları eşraftan veya ayak takı­mından olsun hak, hadd-i zâtında sıhhatli ve doğrudur. Onların iddia­larının aksine hakkında hiç bir şek ve şüphe olmayan hakka tâbi olan­lar; işte onlar, fakîr dâhi olsalar şereflilerin ta kendileridir. Zengin dâ­hi olsalar ona tâbi olmamakta ayak direyenler; işte onlar rezîl, pespaye kimselerdir. Sonra çok kere vuku bulan, insanların zayıflarının hakka tâbi olmasıdır. Şerefli ve büyük kimseler hakkında çok kere vu­ku bulan da hakka muhalefettir. Nitekim Allah Teâlâ, bir âyet-i kerî-me'de şöyle buyurur : «Senden önce de herhangi bir kasabaya bir uya­rıcı gönderdiğimiz vakit; o kasabanın varlıklıları sâdece dediler ki: Doğrusu biz, babalarımızı bir din üzerinde bulduk ve onların izlerinde gitmekteyiz.» (Zuhruf, 23). Rûm kralı Hirakl, Ebu Süfyân Sahr İbn Harb'e Hz. Peygamber (s.a.) in sıfatlarından sorduğunda : Ona tâbi olanlar insanların şereflileri mi yoksa zayıfları mı? diye sormuştu. Ebu Süfyân'ın : Bilâkis zayıfları, cevabı üzerine de : Fakirler, rasûl-lerin tabiileridir, demiştir.

Onların : «Başlangıçta düşünmeden sana uydukları gözümüzün önündedir.» demeleri de bir ayıp değildir. Zîrâ hak, bedîhî olduğ 'ndan düşünmeye gerek ve mahal kalmaz. Bilakis her temiz ve zekî kişiye dü­şen, hemen hakka tâbi olmakdır. Burada ancak beceriksiz, âciz ve ahmaklar düşünürler. Bütün peygamberler —Allah'ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun— son derece açık bir iş getirmişlerdir. Bir ha­dîste rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kimi İslâm'a davet etmişsem, onun bir tereddüdü oldu. Ancak Ebube-kir müstesna. Zîrâ o, ne tereddüd etti ve ne de düşündü. Çünkü o, son derece açık ve büyük bir işi görmüş ve sür'atle ona koşmuştur.

Allah Teâlâ : «Sizin bize üstün bir meziyyetinizi görmüyoruz.» de­diklerini haber verir. Evet, onlar bunu görmüyorlardı. Zîrâ hakka kar­şı kör olup, onu işitmiyor ve görmüyorlardı. Aksine onlar, şüpheleri içinde gidip geliyor, bilgisizlik karanlıklarında bocalıyorlardı. Onlar; müfteriler, yalancılar, nasîbsizler ve alçak kimselerdi. Âhirette ise, en ziyâde kayıpta olanlar onlardır.[13]

 

28 — Nuh dedi ki: Ey kavmim, eğer Rabbım tarafın­dan bir delilim bulunur ve O, katından bana ihsan eder de bunlar sizden gizli kalırsa; onu istemediğiniz halde size zorla mı kabul ettireceğiz?

 

Allah Teâlâ, Nuh'un kavmine şöyle cevab verdiğini haber veriyor : Ey kavmim, eğer Rabbım tarafından bir delilim bulunur ve ben kesin bilgi, apaçık bir iş, gerçek ve doğru bir peygamberlik —ki o, hem Nûh ve hem de onlara Allah'ın büyük bir rahmetidir— üzere olursam ve bunlar da size gizli kalır, ona ulaşamaz, onun kadrim bilmez, aksine onu yalanlamaya ve reddetmeye koşarsanız; onu istemediğiniz halde, size zorla mı kabul ettireceğiz?[14]

 

29  — Ey kavmim; buna karşılık olarak sizden hiç bir mal istemiyorum. Benim ücretim yalnız Allah'a aittir. îna-nanları da kovacak değilim. Çünkü onlar, Rablarına ka­vuşacaklardır. Ne var ki ben, sizi câhil bir kavim olarak görüyorum.

30  — Ey kavmim; ben onları kovarsam beni Allah'a karşı kim savunur? Hâlâ düşünmüyor musunuz?

 

Hz. Nûh (a.s:) kavmine şöyle diyor: Size olan nasîhatıma karşı­lık sizden bir mal, bir ücret istemiyorum. Ben ecrimi ancak Allah'tan diliyorum. İnananları da kovacak değilim. Sanki onlar, Hz. Nûh(a.s.) dan inananları yanından kovmasını istemişlerdi. Onlarla beraber otur­mayı soyluluk ve ihtişamları ile bağdaştıramıyorlardı. Nitekim onların benzerleri de, rasûllerin sonuncusu (s.a.) ndan yanında bulunan zayıf kimseler topluluğunu yanlarından uzaklaştırmasını ve kendileriyle özel bir mecliste oturmasını istemişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyetleri indirmişti: «Sabah akşam Rabblarına, rızasını dileyerek dua edenleri kovma.» (En'âm, 52), «Sabah akşam Rablannm nzâsını dile­yerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının gü­zelliklerini isteyerek gözlerini onlardan ayırma.» (Kehf, 28). Allah Te­âlâ başka bir âyette de şöyle buyurur: «Biz, böylece onların bir kısmı­nı bir kısmıyla denedik ki: Aramızdan Allah bunlara mı lütfetti? de­sinler. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?» (En'âm, 53).[15]

 

31 — Ben size : Allah'ın hazineleri yanımdadır, demi­yorum. Gaybı da bilmem. Meleğim de demiyorum. Hor gördüklerinize Allah iyilik vermeyecektir de demiyorum. İçlerinde olanı en iyi bilen Allah'tır. Yoksa ben de zâlim­lerden olurum.

 

Hz. Nûh onlara, Allah'ın izni ile kendilerini tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdete çağıran Allah'ın bir elçisi olduğunu haber veriyor. Bun­dan dolayı onlardan bir ücret de istemiyor. Bilakis o, şerefli olsun, de­ğersiz olsun kime rastlarsa Hakk'a davet ediyor. O'na icabet eden kur­tulmuştur. Sonra onlara haber veriyor ki, Allah'ın hazîneleri üzerinde tasarrufa gücü yoktur. Allah'ın muttali kılmış oldukları dışında gaybı da bilmemektedir. O meleklerden bir melek de değildir. Aksine risâletle gönderilmiş, mucizelerle desteklenmiş bir beşerdir. O diyor ki: Şu sizin küçümseyip hor gördükleriniz var ya; işte îmânları sebebiyle Allah ka­tında onların bir sevabı yoktur da demiyorum. Zîrâ onların içlerinde-kini en iyi bilen Allah'tır. Eğer dış durumlarında olduğu gibi içlerinden de îmân etmiş iseler onlar için en güzel karşılık, mükâfat vardır. On­lar îmân ettikten sonra her kim, onlara bir kötülük ederse; zâlim ve hakkında bilgisi olmadığı bir sözü söylemiş olur.[16]

 

32  — Onlar dediler ki : Ey Nûh; bizimle tartıştın, çok uğraştın, doğru sözlü isen haydi tehdîd ettiğin şeyi getir.

33  — Dedi ki : Onu size dilediği takdirde ancak Allah getirir. Ve siz, O'nu asla âciz bırakamazsınız.

34 — Allah sizi azdırmak isterse; ben size öğüt ver­mek istesem de faydası olmaz, Rabbınız O'dur. O'na dön­dürüleceksiniz.

 

Allah Teâlâ, Hz. Nuh'un kavminin Allah'ın intikamına, azabını ve öfkesinin acele olarak gelmesini istediklerini haber veriyor. Belâ ve musibet ise konuşmaya bağlıdır. Onlar dediler ki: Ey Nuh; bizimle tar­tıştın, çok uğraştın. Biz sana tâbi olmayacağız. Eğer doğru sözlü isen haydi bakalım bizi tehdîd etmiş olduğun azâb ve intikamı getir. Bizim için dilediğin bedduada bulun, bize va'detmiş olduğunu getir. Dedi ki: Onu size dilediği takdirde ancak Allah getirir. Ve siz, O'nu asla âciz bırakamazsınız. Sizi cezalandıracak ve azabı hemen getirecek olan si­zin kendisini hiç bir şeyle âciz bırakamayacağınız Allah'tır. «Allah sizi azdırmak isterse; ben, size öğüt vermek istesem de faydası olmaz.» Şa­yet Allah Teâlâ sizi azdırmak ve helak etmek istemişse; size dini teb-lîğ etmem, sizi sakındırmam ve size nasihat etmem ne fayda getire­cek? «Rabbınız O'dur. O'na döndürüleceksiniz.» İşlerin dizgini O'nun elindedir. O, asla zulmetmeyen adaletli hâkim ve tasarruf sahibidir. Yaratma ve işler O'nundur. İlk defa yaratan yoktan varedip açığa çı­karan ve sizleri kendine döndürecek olan O'dur. Dünya ve âhiretin mâ­likidir.[17]

 

35 — Yoksa; «onu kendiliğinden uydurdu» mu der­ler? De ki : Ben bunu uydurduysam vebali banadır. Oysa ben, sizin işlediğiniz günâhlardan tamamen uzağım.

 

Burası bu kıssanın ortasında bir ara cümlesi ve sözüdür. Bu, kıs­sayı te'kîd ve gönüllere yerleştirmek üzere getirilmiştir. Allah Teâlâ Muhammed (s.a.) e şöyle buyurur: Bu inkâr eden kâfirler, yoksa bu­nu kendiliğinden uydurdu mu diyorlar? «De ki: Ben bunu uydurduy­sam vebali banadır. (Bunun günâhı benim üzerimedir.) Oysa ben, si­zin işlediğiniz günâhlardan uzağım.» Bunlar, uydurulmuş değildir. Zî-râ ben, Allah'a karşı yalan söyleyenler hakkında Allah katındaki aza­bı en iyi bilenim.[18]

 

36  — Nuh'a vahyolundu ki : Senin kavminden îmân edenlerden başkası asla inanmayacaktır. Bunun için on­ların işlediklerine üzülme.

37  — Gözetimimiz altında sana bildirdiğimiz gemiyi yap. Zulmedenler için Bana bir şey söyleme. Çünkü on­lar, suda boğulacaklardır.

38  — Gemiyi yapmaya başladı. Kavminin ileri gelen­leri yanına uğradıkça onunla eğlenirlerdi. O da dedi ki: Bizimle alay ediyorsunuz, ama sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.

39  — Rüsvây edici azabın kime geleceğini ve sürekli azabın kime ineceğini göreceksiniz.

 

Gemi Yapılıyor

 

Allah .Teâlâ haber veriyor ki; Nuh'un kavmi, Allah'ın intikamı ve onlara azabının çarçabuk gelmesini istediklerinde, Allah Teâlâ ona vahyetti. Nûh (a.s.) onlara Allah Teâlâ'nın : «Rabbım, kâfirlerden yer­yüzünde yurt tutan hiç bir kimse bırakma.» (Nûh, 26), «O da Rabbı-na yalvarmış : Ben yenildim, bana yardım et, demişti.» (Kamer, 10) âyetlerinde haber vermiş olduğu bedduasını etti. İşte o zaman Allah Teâlâ, kendisine şöyle vahyetti: «Senin kavminden îmân edenlerden başkası inanmayacaktır. Bunun için onların işlediklerine üzülme. Gö­zetimimiz altında sana bildirdiğimiz ve ne yapacağını öğrettiğimiz şe­kilde gemiyi yap. Zulmedenler için Bana bir şey söyleme. Çünkü onlar, suda boğulacaklardır.»

Seleften birisi der ki: Allah Teâlâ Hz. Nuh'a ağaçlan parça par­ça kesmesini ve kurutmasını emretti. Bunlar, yüz senede oldu. Diğer bir yüz senede de yontup düzeltti. Bunun kırk senede olduğu da söylen­miştir ki en doğrusunu Allah bilir. Muhammed İbn îshâk'm naklen zik­rettiğine göre : Allah Teâlâ Hz. Nuh'a gemiyi sac ağacı (siyah, sert mo bilyalık kereste) den yapmasını, uzunluğunu 80 kulaç, genişliğini de 50 kulaç yapmasını, iç ve dışını ziftlemesini, suyu yarması için ona me­yilli bir göğüs yapmasını emretti. Katâde geminin uzunluğunun 300, genişliğinin de 50 kulaç olduğunu söyler. Hasan'dan rivayete göre, ge­minin uzunluğu 600 kulaç, genişliği de 300 kulaçtı.

Yine Hasan ve İbn Abbâs'dan rivayete göre geminin uzunluğu 1.200 kulaç, genişliği de 600 kulaç idi. Geminin uzunluğunun 1.000 kulaç, ge­nişliğinin de 100 kulaç olduğunu söylemiştir. En doğrusunu Allah bi­lir. Yukardakilerin hepsi şöyle demiştir: Geminin göğe doğru yüksek­liği 30 kulaçtı, 3 katlı idi. Her kat on kulaç idi. En alt kat hayvanlar ve vahşî hayvanlar için, orta kat insanlar için, üst kat da kuşlar içindi. Kapısı yan tarafmdaydı ve üzerini örten bir örtü vardı.

İmâm Ebü Ca'fer İbn Cerîr garîb bir haber zikreder : Ali İbn Zeyd İbn Ced'ân kanalıyla... Abdullah İbn Abbâs'dan rivayet edilen bir ha­dîste o, şöyle demişti: Havariler, îsâ İbn Meryem'e : Gemide bulunan birisini bizim için diriltseydin de, bize ondan bahsetseydi, dediler. On­ları alıp götürdü ve bir toprak tepeciğine vardı. Avucuyla topraktan bir avuç alıp : Biliyor musunuz bu nedir? diye sordu. Onlar : Allah ve Ra-sûlü en iyi bilendir, dediler. O : Bu, Hâm İbn Nuh'un topuğudur, dedi. Ve tepeciğe asası ile vurarak : Allah'ın izni ile kalk, dedi. Bir de gör­düler ki; o, kalkmış başından toprağı silkeliyor ve ihtiyarlamış. îsâ (a.s.) ona : Bu şekilde mi helak oldun? diye sordu. O; hayır, dedi. Genç iken öldüm. Fakat ben sandım ki o tûfân kıyamettir. İşte bunun için ihti­yarladım. Hz. îsâ : Bize Nuh'un gemisinden bahset, dedi. Dedi ki: Uzun­luğu 1.200 kulaç, genişliği 600 kulaç idi. 3 kat idi. Ondaki bir kat hay­vanlar ve vahşîler için, bir kat insanlar için, bir kat da kuşlar içindi. Hayvanların pislikleri çoğaldığında Allah Teâlâ Nûh (a.s.) a vahyetti ki, filin kuyruğunu sık. O da filin kuyruğunu sıktı ve ondan bir erkek bir de dişi domuz düştü. Pisliğe yöneldiler. Geminin levhaları arasında fareler meydana gelip geminin omurgasını ve iplerini kemirmeğe baş­ladıklarında, Allah Teâlâ Nuh'a aslanın iki gözü arasına vurmasını vahyetti. Nûh vurdu da onun burun deliğinden bir erkek, bir de dişi kedi çıktı ve farelere yöneldiler. îsâ (a.s.) ona : Bütün ülkelerin battı­ğını Nûh nasıl bildi? diye sordu. Şöyle dedi: Kendisine bir haber ge­tirmesi için kargayı gönderdi. Bir leş buldu da üzerine indi. Hz. Nûh ona korkması için bedduada bulundu. İşte bu sebeple evcilleşmez. Son­ra güvercini gönderdi. Güvercin, gagasında bir zeytin yaprağı ve ayak­larıyla çamur getirdi. Nûh bununla ülkelerin batmış olduğunu anladı.

Nuh onu da boynundaki yeşillikle taçlandırdı. Ünsiyet ve emniyet için­de olması için ona dua etti. İşte bu sebepledir ki evlere alışır, dedi. Biz dedik ki: Ey Allah'ın elçisi, onu ailelerimize götürsek de bizimle be­raber otursa ve bizimle konuşsa. Rızkı olmayan nasıl bize tâbi olur? de­di ve ona : Allah'ın*izni ile dön, dedi de tekrar toprak oldu.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Gemiyi yapmaya başladı. Kavminin ile­ri gelenleri yanına uğradıkça onunla eğlenir alay eder, onun va'detmiş olduğu suda boğulmayı yalanlarlardı. O da dedi ki: Bizimle alay edi­yorsunuz, ama sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.» Bu, şiddetli bir vaîd ve kuvvetli bir tehdîddir. «(Dünyada) rüsvây edici azâ-bın kime ineceğini göreceksiniz.»[19]

 

40 — Nihayet buyruğumuz gelip sular kaynamaya başlayınca : Her cinsten birer çifti ve hakkında hüküm ve­rilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye al, dedik. Zâten onunla beraber pek az kimse inan­mıştı.

 

Sular Kaynamaya Başlayınca

 

Hiç kesilmeyen, aralıksız, devamlı yağmurlardan ibaret Allah'ın emri geldiğinde; bu, Allah Teâlâ'nm Nûh (a.s.) a bir va'didir. Bu öyle bir yağmurdur ki, Allah Teâlâ bu hususta başka bir âyette şöyle bu­yurur : «Bunun üzerine Biz de gök kapılarını boşanan sularla açmış­tık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık da su belirtilen bir ölçüye göre birleşiverdi. Onu tahtadan yapılmış, mıhla çakılmışa bindirdik. Nan­körlük edilmiş olan mükâfat olmak üzere bizim gözetimimizle yüzü­yordu.» (Kamer, 11-14), âyette geçen kelimesi hakkında İbn Abbâs'tan rivayete göre; bu kelime, yeryüzü anlamındadır. Sanki yer yüzü, kaynayan -su kaynaklan haline gelmiş ve nihayet ateş yeri olan fırınlardan su kaynamıştı. Bu; selefin cumhuru ile halef âlimlerinin görüşüdür. Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.) den rivayete göre ise; bu kelime sabahın açılması, şafağın sökmesidir ki, sabahın ve fecrin ışığı ve ay­dınlatmasıdır. Ancak birinci açıklama daha kuvvetlidir. Mücâhid ve Şa'bî derler ki: Bu fırın Kûfe'de idi. İbn Abbâs'tan rivayete göre; Ten-nûr, Hindistan'da bir kaynaktır. Katâde'den rivayete göre ise; adına Ayn el-Verde denilen Cezîre'de bir kaynaktır. Bu sözler de garîbdir.

İşte o zaman Allah Teâlâ Nûh (a.s.) a kendisiyle beraber her cins­ten birer çifti gemiye yüklemesini emretti. Ruh taşıyan her bir yara­tık cinslerinden birer çifti yanma alacaktı. Erkek ve dişi olmak üzere nebatlardan da ikişer tane almakla emrolunduğu söylenir. Yine söy­lendiğine göre; onun ilk koyduğu kuş, dere ( Ojjj| ) kuşu olup sonuncu olarak koyduğu hayvan da merkebdir. İbÜs de merkebin kuyruğuna ya­pışmış olarak girmişti. Merkeb ayağını gemiye bastı ve doğrulmaya ça­lıştı. Ancak kuyruğuna yapışmış olan İblîs onu ağırlaştırmıştı. Nûh ona : Sana ne oluyor? Yazıklar olsun, girsene, demeye başladı. Merkeb doğrulmaya çalıştıysa da başaramadı. Bunun üzerine Hz. Nûh : Se­ninle beraber İblîs olsa dahi gir, dedi ve ikisi birden gemiye girdiler.

Ebu Ubeyde İbn Abdullah İbn Mes'ûd'un anlattığına göre; onlar, Hummaya tutuluncaya kadar arslanı beraberlerine alıp gemiye yük-leyememişler. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Zeyd İbn Es-lem'den, onun da babasından rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöy­le buyurmuş : Nûh gemiye her bir cinsten birer çift yüklediğinde as­habı : Yanlarında aslan varken hayvanlar nasıl sükûnet içinde olacak­lar? diye sormuşlar. Allah Teâlâ da aslana hummayı musallat kılmış. İşte bu, yeryüzüne inen ilk humma olmuş. Sonra fareden şikâyet ede­rek : Şu küçük hayvancık bizim yiyeceklerimizi ve eşyalarımızı bozu­yor, demişler. Allah Teâlâ aslana vahyetmiş ve hapşırmış ve bu hapşır-masıyla kedi çıkmış. Bunun üzerine fare kediden gizlenmiş.

Allah Teâlâ : «Hakkında hüküm verilmiş olanın dışında kalan ço­luk çocuğunu ve inananları gemiye al.» buyurur ki; hakkında hüküm verilmiş olanlar, Allah'a îmân etmemiş olanlardır. Yalnız başına bir ta­rafa çekilmiş olan oğlu Yâm ile Nuh'un karısı onlardandı. Nuh'un ka­rısı Allah'ı ve O'nun elçisini inkâr etmişti. Allah Teâlâ: «Kavminden inananları gemiye al.» buyurmuştur. «Zâten onunla beraber pek az kimse inanmıştı.» Hz. Nûh, onların arasında dokuz yüz elli sene yani uzun bir müddet kalmasına rağmen onlardan çok azı kendisine îmân etmişti. İbn Abbâs'tan rivayete göre; onlar, kadınları da dâhil olmak üzere seksen kişiydiler. Kâ'b el-Ahbâr'dan rivayet edildiğine göre ise; onlar, yetmiş iki kişiydiler. Sayılarının on olduğu da söylenmiştir. Baş­ka bir rivayete göre ise; bunlar, sâdece Nûh ile üç oğlu Sâm, Hâm, Yâ-fes ve bu üçünün hanımları ile Yâm'ın karısı olmak üzere dört geli­ninden ibarettir. Nuh'un karısının da, onlarla beraber gemide olduğu söylenmişse de şüphelidir. Aksine zahir olan, Nuh'un karısının helak olduğudur. Zîrâ o, kavminin dini üzere idi ve onların başına gelenler onun da başına gelmiştir. Nitekim -Lût (a.s.) un karısının başına da onun kavminin basma gelenler gelmiştir. En doğrusunu Allah bilir ve O, hüküm verenlerin en yücesidir.[20]

 

İzahı

 

 

41  — Nûh dedi ki : Ona binin, onun akıp gitmesi de durması da Allah'ın adıyladır. Rabbım muhakkak Gafur ve Rahîm'dir.

42  — Dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken

Nûh bir kenarda ayrı kalmış oğluna : Bizimle beraber gel, küfredenlerle birlikte olma, diye seslendi.

43 — O : Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır, deyin­ce; Nûh : Bu gün Allah'ın rahmetine erişenden başkası için Allah'ın buyruğundan kurtuluş yoktur, dedi. Ve araları­na dalga girdi. Oğlu da boğulanlardan oldu.

 

Binin Gemiye

 

Allah Teâlâ, Hz. Nûh (a.s.) un gemide beraberinde taşımakla em-rolunduğu kimselere şöyle dediğini haber verir: «Ona binin. Onun yü­rümesi de durması da Allah'ın adıyladır.» Suyun üzerinde yürümesi de, yürümesinin sona ermesi de yanaşması da Allah'ın adıyladır. Al­lah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «Sen ve beraberindekiler ge­miye yerleşince : Bizi zâlim kavimden kurtaran Allah'a hamdolsun, de. Ve sen indirenlerin en hayırlısısm.» (Mü'minûn, 28-29). Bu sebeple her işin başında, gemiye, hayvana vs. binerken besmele çekilmesi müs-tehabdır. Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «O, bütün çift­leri yaratmıştır. Sizin için bineceğiniz gemiler ve hayvanlar varetmiş-tir. Ta ki, bunların üzerlerine oturunca Rabbınızm nimetini anarak : Bunları buyruğumuza veren ne yücedir, diyesiniz. Yoksa biz bunlan zaptedemezdik ve biz şüphesiz Rabbımıza döneceğiz.» (Zuhruf, 12-14). İlerde inşâallah Zuhruf sûresinde de geleceği üzere işlerin başında bes­mele çekmeye teşvik eden hadîsler vârid olmuştur. Güvenimiz Allah'a­dır.

Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki: Bize İbrahim İbn Hâşim el-Beğa-vî'nin... İbn Abbâs'tan, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetine göre; o, şöyle buyurmuştur : Gemilere bindikleri zaman ümmetimin su­da boğulmaktan emîn olması şöyle demeleridir : «Melik Allah'ın adıy­la. Onlar, Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Halbuki kıyamet günü bütün yeryüzü onun avucundadır. Ve gökler O'nun kudretiyle dürül-müş olacaktır. O, koştukları ortaklardan münezzehtir, yücedir.» (Zü-mer, 67). «Onun yürümesi de durması da Allah'ın adıyladır. Rabbım muhakkak Gafur ve Rahîm'dir.»

Allah Teâlâ : «Rabbım muhakkak Gafur ve Rahîm'dir.» buyur­muştur ki, kâfirlerin toptan suda boğulmaları ile intikamın hemen pe­şinden Allah'ın Gafur ve Rahîm olduğunun zikredilmesi son derece münâsibtir. Nitekim: «Şüphesiz ki Rabbın; cezayı çabuk verendir. Ve muhakkak ki O, Gafûr'dur, Rahîm'dir.» (A'râf, 167). «Doğrusu Rab-bm,  insanların zulmetmelerine  rağmen mağfiret sahibidir.  Şüphesiz ki, Rabbının cezalandırması şiddetlidir.»  (Ra'd, 6) ve benzeri âyetler­de de Allah Teâlâ intikamı ile rahmetini birlikte zikretmiştir.

Allah Teâlâ : «Dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken...» buyurur ki, gemi onları bütün yeryüzünü örtmüş, kaplamış olan suyun üzerinde götürüyordu. Su dağlann başına kadar yükselmiş ve hattâ dağların başından on-onbeş kulaç daha yükseğe çıkmıştı. Suyun dağ­ların başından yüksekliğinin seksen mil olduğu da söylenmiştir. İşte bu gemi suyun yüzünde Allah'ın izni ile, O'nun koruması, inayeti ve nimeti altında yürüyordu. Nitekim Allah Teâlâ, başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır: «Gerçekten su taştığı zaman, sizi Biz taşıdık gemide. Bunu sizin için bir öğüt ve ibret yapalım. Ve anlayışlı kulaklar anlasın diye.» (Hakka, 11-12), «Onu tahtadan yapılmış, mıhla çakılmışa bin­dirdik. Küfredilmiş olan mükâfat olmak üzere bizim gözetimimizle yü­rüyordu. Andolsun ki, Biz, onu bir âyet olarak bıraktık. İbret alan yok mudur?» (Kamer, 13-15).

Allah Teâlâ : «Nûh bir kenarda ayrı kalmış oğluna : Bizimle bera­ber gel, küfredenlerle birlikte olma, diye seslendi.» buyurur ki; bu, dör­düncü oğul olup ismi Yâm idi ve kâfirdi. Babası gemiye binerken onu îmâna, kendileriyle beraber gemiye binmeye, kâfirlerin boğulacağı gi­bi boğulmamaya çağırdı. O da : «Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır.» dedi. Onun camdan bir binit edindiği söylenmişse de, bu isrâiliyyâttan-dır ve sıhhatini en iyi Allah bilir. Kur'an'da açıkça belirtilen ise onun : «Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır.» demiş olmasıdır. Bilgisizliği ile tufanın dağların başlarına ulaşmayacağını sanmış ve bir dağ başına çı­karsa bunun kendisini suda boğulmaktan kurtaracağım sanmıştı. Ba­bası Nûh (a.s.) da ona : «Bugün Allah'ın rahmetine erişenden başkası için Allah'ın buyruğundan kurtuluş yoktur, Allah'ın buyruğundan bu­gün seni koruyacak bir şey yoktur, demişti. (Bu arada) aralarına dal­ga girdi, oğlu da boğulanlardan oldu.[21]

 

44 — Denildi ki : Ey yer suyunu çek, Ey göK, sen üe tut, su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdî'ye oturdu. Zâlimler güruhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun, denildi.

 

Sular Çekiliyor

 

Allah Teâlâ haber veriyor ki gemide olanlar dışında yeryüzü hal­kı suda boğulduğunda O, yeryüzüne, ondan kaynamış ve üzerinde top­lanmış olan suları çekmesini, göğe de yağmurunu tutmasını emretti. Su çekilmeye eksilmeye başladı. İş de bitti. Bütün yeryüzü halkından Allah'a küfredenlerden hiç kimse kalmadı. Gemi içindekilerle Cûdî'yc oturdu. Mücâhid, Cûdî'nin Cezîre'de bir dağ olduğunu söyler. O günde dağlar suda boğulmaktan (kurtulmak üzere) uzanıp yükselmişler, o ise Allah için tevazu göstermiş ve suya batmamıştı. İşte Nuh (a.s.) un gemisi onun üzerinde durdu, demir attı.

Katâde der ki: Gemi dağın üzerinde bir ay durdu da sonunda on­dan indiler. Yine Katâde şöyle diyor: Allah Teâlâ Nûh (a.s.) un gemi­sini Cezire topraklarından Cûdî üzerinde bir ibret ve alâmet olmak üze­re bıraktı ki; bu ümmetin ilkleri onu görsünler. Ondan sonra nice ge­miler helak olup gitti ve kül oldular.

Dahhâk, Cûdî'nin Musul'da bir dağ olduğunu söylerken, bazıları da onun Tür olduğunu söylemişlerdir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize baba­mın... Tevbe İbn Sâlih'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Zirr İbn Hubeyş'in Kinde kapılarından girişte sağda bulunan bir zaviyede na­maz kıldığını gördüm. Ona niçin orada cum'a günü çokça namaz kıl­dığını sorduk da şöyle söyledi: Bana ulaştığına göre; Nuh'un gemisi, burada karaya oturmuş. Albâ' İbn Ahmer'in... İbn Abbâs'tan rivaye­tine göre; o, şöyle demiştir: Nûh ile beraber gemide seksen erkek var­dı ve aileleri de onlarla birlikteydi, onlar yüzelli gün gemide kalmış­lardı. Allah Teâlâ gemiyi Mekke'ye doğru yöneltmiş ve kırk gün Beyt'-in etrafını dolaşmış, sonra Allah Teâlâ onu Cûdî'ye yöneltmiş ve onun üzerinde karâr kılmış. Hz. Nûh kendisine yeryüzü hakkında haber ge­tirmesi için kargayı göndermiş ve o da gidip leşlerin üzerine konmuş, dönüşü gecikmiş. Bunun üzerine güvercini göndermiş ve güvercin, kendisine bir zeytin dalı getirmiş, ayaklarını da çamura bulaştırmış. Böylece Nûh (a.s.) suyun çekilmiş olduğunu anlayıp Cûdî'nin alt kıs­mına (eteğine) inmiş ve orada bir köy inşâ tetirerek köye «semânûn» adını vermiş. Bir gün eski dillerini unutmuşlar ve seksen dil meyda­na gelmiş. Bunlardan birisi de Arab dili olmuş. Bazısı diğer bazısının sözünü anlamaz olmuş da, Hz. Nûh (a.s.) onları birbirleriyle anlaştı­rır imiş.

Kâ*b el-Ahbâr der ki: Gemi, Cûdî üzerinde karâr kılmazdan Önce Doğu ile Batı arasında dolaşmıştır. Katâde ve başkaları derler ki: Ge­miye Receb ayının onuncu günü binmişler, yüz elli gün su üzerinde kalmışlar ve gemi onları, Çûdî üzerinde bir ay durdurmuş. Gemiden çıkışları Muharrem ayının aşûra günü olmuş. Bu açıklamanın bir ben­zeri, merfû' bir hadîste de vârid olmuş ve hadîsi İbn Cerîr rivayet et­miştir. Onlar, o günlerinde oruç tutmuşlar. En doğrusunu Allah bilir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Ca'fer'in... Ebu Hüreyre'den riva­yetine göre; o, şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.), yahûdîlerden bir kısım insanlara uğramıştı. Onlar, aşûra günü oruç tutuyorlardı. Allah Rasûlü (s.a.) : Bu oruç da nedir? diye sormuş ve onlar: Bu günde Al­lah Musa'yı ve îsrâiloğullarını suda boğulmaktan kurtardı ve bu gün de Firavun'u suda boğdu. Bu günde gemi Cûdî üzerine oturdu. Nûh ve Mûsâ —Allah'ın selâmı ikisinin üzerine olsun— Allah'a şükür için bu günde oruç tuttular, dediler. Hz. Peygamber (s.a.) : Ben Musa'ya ve bu günün orucuna daha lâyığım, buyurdu, oruç tuttu ve ashabına: Sizden kim sabaha oruçlu çıkmışsa; orucunu tamâmlasın, kim de aile­sinin yemeğinden bir şeyler yemişse; günün kalanını tamâmlasın, bu­yurdu. Hadîs bu kanaldan rivayetinde garîb olmakla beraber sahîh bir hadîste bunun bir kısmı için şâhid vardır.

Allah Teâlâ : «Zâlimler güruhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun, helak olma ve hüsran onlara olsun, denildi» buyurur ki, sonuncuları­na varıncaya kadar hepsi helak oldular, onlardan hiç bir kalıntı kal­madı.

İmâm Ebu Ca'fer îbn Cerîr ve yüce Âlim Ebu Muhammed İbn Ebu Hatim tefsirlerinde Mûsâ İbn Ya'kûb kanalıyla... Hz. Peygamber (s.a.) in hanımı Âişe'den rivayet ederler ki Hz. Peygamber (s.a.) şöyle bu­yurmuştur : Eğer Allah Teâlâ Nuh'un kavminden birisine merhamet etmiş olsaydı, küçük çocuğun annesine merhamet ederdi. Allah Rasû­lü (s.a.) şöyle devam buyurdu : Nûh (a.s.), kavmi içinde dokuz yüz elli sene kaldı. Yani yüz sene ağaç dikti, ağaçlar büyüyüp her bir tarafa dal budak sardı. Sonra onlan kesti, sonra onları gemi yaptı. Ona uğ­ruyor, onunla alay ediyor ve : Karada gemi yapıyorsun, peki nasıl yü­zecek? diyorlar; o ise : Yakında bileceksiniz, diyordu. Gemiyi bitirip sular kaynadığında ve sular evlerin deliklerinden girmeye başlayınca, küçük çocuğu hakkında korkmuştu. Onu çok fazla seviyordu. Dağa çıkmaya başladı. Ve nihayet üçte birine ulaştı. Su kendisine ulaşınca, yine çıkmaya başladı ve dağın üçte ikisine ulaştı. Su kendisine yeti­şince, çıkmaya devam etti ve nihayet dağın tepesine vardı. Su dizle­rine ulaşınca çocuğu iki eliyle birden yukarı kaldırdı ve ikisi birden boğuldu. Şayet Allah Teâlâ onlardan birine acımış olsaydı; işte bu küçük çocuğun annesine acırdı. Hadîs bu kanaldan rivayetinde garîb bir hadîstir. Kâ'b el-Ahbâr ve Mücâhid İbn Cebr'den bu çocukla an­nesinin kıssası yukardakine benzer şekilde rivayet edilmiştir.[22]

 

İzahı

 

Siyer bilginleri dediler ki: Gemi durunca Nuh, yeryüzünden ha­ber getirmesi için kargayı gönderdi. Karga bir leş gördü ve gemiye dönmedi. Bunun üzerine güvercini gönderdi. Güvercin, gagası arasın­da bir zeytin dalı ile döndü. Ayağına da çamur bulaşmıştı. Bunun üze­rine Nûh, suların çekildiğini anladı. Bu sebeple karga için korku te­mennisinde bulundu ve bu nedenle karga evlerde duramaz. Güverci­ni de boynundaki yeşillik tâcıyla taçlandırdı ve ona emniyyet için duâ etti. Bu sebeple güvercin evlerde yaşar. Rivayete göre Hz. Nûh, Re-ceb'in yirmisinde gemiye binmişti. Gemi altı ay suların üzerinde yüz­dü. Bu sırada Beyt el-Harâm'a uğradı, Allah onu batmaması için su­yun üzerine çıkarmıştı. Gemi, Beyt el-Harâm'da durdu ve yedi kerre tavaf etti. Hacer-i Esved'i ise, Ebu Kubeys dağına kaldırmıştı. Nûh ve beraberindekiler Aşûra günü gemiden indiler. Nûh Aleyhisselâm o gün oruç tuttu ve beraberindekilere de Allah'a şükür için oruç tutma­larını emretti. Dağın yakınında bir köy kurdular. Oraya «seksenler çarşısı» adı verildi. Orası yeryüzünde tufandan sonra i'mâr edilen ilk köydür. Denildi ki kâfirler içerisinde tufandan kurtulan sâdece Ûc İbn Unk olmuştur. Su, onun dizlerine kadar ulaşmıştır. Tufanla helak ol­maktan kurtuluşunun nedeni de şu idi: Nûh Aleyhisselâm gemi yap­mak için sedir ağacına gerek duydu. Ancak onu taşıması mümkün ol­madı. Ûc İbn Unk bu ağacı Şam'dan Nûh Aleyhisselâm'a getirdi. Bu­nun için Allah Teâlâ onu boğulmaktan kurtardı.

Derseniz ki: İlâhî hikmet, yüce kerem; henüz bulûğ çağına eriş­memiş ve işledikleri günâhlar dolayısıyla mükellefiyet altında bulun­mayan çocukların helak edilmesini neden îcâbettirmiştir? Ben derim ki: Bazı müfessirler; Allah Azze ve Celle'nin, o sırada kadınların ra­himlerini kırk yıl kısır bıraktığım ve o müddet esnasında hiç bir ka­dının çocuk doğurmadığım söylemişlerdir. Bu cevab pek kuvvetli de­ğildir. Çünkü kuş ve hayvanlar gibi öteki canlıların batırılması için de aym suâl îrâd edilebilir. Ayrıca Nuh'un kavminden başka diğer kâ­fir milletlerin çocuklarının helak edilmesi halinde de bu suâl söz konusu olabilir. Bu konuda susturucu cevap şudur : Allah Sübhânehu yara­tıklarının hepsine hâkimdir. Mutlak mülk sahibi O'dur. İstediğini ya­par ve dilediğine hükmeder. Yaptığından sorulmaz. Başkaları ise yap­tığından sorumludurlar.[23]

 

45  — Nûh Rabbına  yakardı ve: Ey Rabbım;   oğlum benim âilemdendi, ama Senin va'din haktır. Ve Sen ha­kimlerin en iyi hükmedenisin, dedi.

46  — Buyurdu ki: Ey Nûh; o senin ailenden değildir. Çünkü kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi Ben­den isteme. Câhillerden olmaman için sana öğüt veriyo­rum.

47  — Rabbım;  bilemediğim şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve yarlıgamazsan, hüs­rana uğrayanlardan olurum, dedi.

 

Hz. Nûh Rabbına Yalvarıyor

 

Hz. Nûh (a.s.) un bu sorusu suda boğulan çocuğunun durumu hakkında bilgi edinmek içindir. Demişti ki: «Ey Rabbım; oğlum be­nim âilemdendi.» Sen bana ailemin kurtulacağını va'detmiştin. Mu­hakkak ki Senin va'din haktır, ondan dönülmez. O halde Sen hüküm verenlerin en iyi hükmedeni olduğun halde nasıl suda boğuldu? Allah Teâlâ da buyurdu ki: Ey Nûh; o senin ailenden; kurtarılmalarını va'-dettiğim ailenden sayılmaz. Zîrâ Ben, ancak ailenden îmân edenlerin kurtuluşunu sana va'dettim. Bu sebepledir ki: Hakkında hüküm veril­miş olanlardan idi, buyrulmuştur.

Suda boğulan bu çocuğun Hz. Nuh'un oğlu olmadığı, onun ancak zinadan olma bir çocuk olduğu şeklinde bir açıklamaya gidenlerin bu görüşlerinin hatalı olduğu imamlardan bir çoğu tarafından belirtil­miştir. Bu çocuğun Hz. Nuh'un oğlu olmadığı, ancak karısının oğlu ol­duğu şeklindeki görüş Mücâhid, Hasan, Ubeyd îbn Umeyr, Ebu Ca'fer el-Bâkır ve İbn Cüreyc'den nakledilmiş olup bazıları: «Çünkü kötü bir iş işlemiştir.» âyeti ile «Onlar, kullarımızdan iki sâlih kulun nikâhında iken hainlik ettiler...» (Tanrım, 10) âyetlerini buna delil geti­rirler. Bu iki âyeti delil getirerek bu görüşe sâhib olanlardan biri de Hasan el-Basri'dir, Diğer bazıları da onun, karısının çocuğu olduğunu söylerler. Bu söz sahibinin bununla Hasan'ın kasdettiği mânâyı kas-detmiş olması veya çocuğun Hz. Nuh'un yanında büyümüş olması göz önüne alınarak cna nisbet edilmesinin mecazî olduğunu kasdetmiş ol­ması ihtimal dahilindedir. İbn Abbâs ve seleften bir çokları: Hiç bir peygamberin karısı asla zina etmemiştir, derler. İbn Abbâs : «O senin ailenden değildir.» âyeti hakkında : Kurtulmalarını sana va'detmiş ol­duklarımızdan değildir, demiştir. Şüphesiz İbn Abbâs'ın bu sözü ger­çektir. Zîrâ Allah Teâlâ, bir peygamberin karısına ahlâksızlık imkânı vermeyecek kadar kıskançtır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ mü'minle-rin annesi, Sıddîk'ın kızı, Hz. Peygamber (s.a.) in hanımı Hz. Âişe'ye zina isnadında bulunanlara Öfkelenmiş ve bunu söyleyip yayan mü'-minleri ayıplamış, takbih etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bu hususta şöyle buyurmaktadır: «O uydurma haberi getirenler, içinizden belli bir zümredir. Bunu kendiniz için kötü sanmayın. O, sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden her birine kazandığı günâha karşılık ceza vardır. En büyük azâb da-içlerinden elebaşılık yapanadır... Onu dili­nize dolamıştınız. Ve bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Önem­siz bir şey sanıyordunuz ama Allah katında önemi büyüktür.»  (Nûr, 11, 15)

Abdürrezzâk'ın Ma'mer kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Muhakkak ki o, sâlih olmayan bir amel işlemiştir, şeklinde olup hainlik zinadan başka bir konuda olmuştur. Âyetin Al­lah Rasûlü tarafından bu şekilde okunduğuna dâir bir de hsdîs vârid olmuştur. Şöyle ki: İmâm Ahmed'in Yezîd İbn Hârûn kanalıyla... Esma Bint Yezîd'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) nü : Muhakkak o, sâlih olmayan (bir iş) işlemiştir, şeklinde oku­duğunu ve şöyle dediğini işittim : «De ki: Ey kendi nefislerine karşı haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Mu­hakkak ki Allah, bütün günâhları yarhğar ve aldırmaz. Çünkü O, Ga-fûr'dûr, Rahînı'dir.» (Zümer, 53). Yine Ahmed'in Vekî' kanalıyla... Ümmü Seleme'den rivayetine göre; Allah Rasûlü âyeti : Muhakkak ki o, sâlih olmayanı işlemiştir, şeklinde okumuştur. Hadîsi Ahmed Müs-ned'inde de tekrar vermiştir. Ümmü Seleme, Mü'minlerin annesidir ve açık olan odur ki —en doğrusunu Allah bilir— o, Esma Bint Yezîd olup künyesi Ümmü Seleme idi.

Abdürrezzâk da der ki: Bize Sevrî ve İbn Uyeyne'nin... Süleyman İbn Katte'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : İbn Abbâs Kâ'be'nin yanında iken Allah Teâlâ'nın: «O ikisine ihanet ettiler.» (Tahrîm, 10)

âyeti sorulmuştu. Şöyle dedi: O, muhakkak ki zina değildir. Fakat bi­risi insanlara onun deli olduğunu haber verir, öteki ise (kavmine) mi­safirleri gösterir, onlara delâlet ederdi. «Çünkü kötü bir iş işlemiştir.» âyetini okudu. İbn Uyeyne der ki: Bana Ammâr ed-Dühnî'nin haber verdiğine göre; o, Saîd İbn Cübeyr'e sormuş da şöyle demiş: Nuh'un oğluydu. Muhakkak ki Allah, yalan söylemez, Allah Teâlâ: «Nûh oğ­luna... seslendi.» buyurmuştur. Âlimlerden birisi de: Hiç bîr peygam­ber hanımı asla zina etmemiştir, der. Bu açıklama Mücâhid, İkrime, Dehhâk, Meymûn İbn Mihrân ve Sabit İbn Haccâc'dan da rivayet edil­miş olup, Ebu Ca'fer İbn Cerir bu sözü tercih etmiştir ve şüphesiz doğru olan da budur.[24]

 

48 — Ey Nûh; bizim katımızdan selâmetle in. Sana ve seninle beraber olan ümmetlere hayır ve bereketler olsun. Ama öyle ümmetler var ki, onları bir süre geçindi­receğiz. Sonra onlara can yakıcı bir azâb vereceğiz, de­nildi.

 

Allah Teâlâ haber veriyor ki; gemi Cûdî üzerine oturup durdu­ğunda, Allah katından selâmetle inmesi söylendi. Bu selâmet onun üzerine, onunla birlikte olan mü'minlere ve kıyamet gününe kadar onun zürriyetinden gelecek bütün müzminleredir. Nitekim Muhammed İbn Kâ'b der ki: Bu selâmete, kıyamet gününe kadar inanan her er­kek ve kadın girmiştir. Aynı şekilde azâb ve faydalandırmaya da kı­yamet gününe kadar her bir kâfir erkek ve kadın girmiştir.

Muhammed îbn İshâk der ki: Allah Teâlâ, tufanı durdurmayı murâd ettiğinde; yeryüzüne bir rüzgâr gönderdi, su sakinleşti, yerin derinliklerindeki yeryüzü kaynaklan ve gökyüzünün kapılan kapandı. Allah Teâlâ «Yere suyunu çek, göğe de sen de tut, denildi...» buyurdu. Su eksilmeye, yere batıp çekilmeye başladı. Tevrat ehlinin zannetti­ğine göre geminin Cûdî üzerine oturması yedinci ayın onyedinci ge-cesindedir. Onuncu ayın ilk günü de dağların başlan görülmüştür. Bundan itibaren kırk gün geçtiğinde Nûh, gemiye binmiş olduğu de­liği açtı, sonra ne olduğuna bakması için kargayı gönderdi ve karga geri dönmedi. Güvercini gönderdi ve güvercin kendisine geri döndü. Ayakları için yer bulamadı da, Hz. Nûh güvercin için elini açıp yaydı ve onu gemiye aldı. Sonra yedi gün geçti ve Hz. Nûh güvercini bak­ması için tekrar gönderdi. Akşam olduğunda geri dönmüştü ve ağzın­da bir zeytin yaprağı vardı. Hz. Nûh anladı ki, yeryüzünde su azal­mıştır. Sonra yedi gün daha kalıp tekrar güvercini gönderdi ve o dön­medi. Hz. Nûh anladı ki yeryüzü belirmiştir. Tûfân'ın gönderilmesi ile Hz. Nuh'un güvercini göndermesi arasındaki zaman bir seneye ulaşıp ikinci senenin birinci ayının ilk günü girdiğinde yeryüzü açıldı ve kara görüldü. Hz. Nûh geminin örtüsünü açtı ve yeryüzünü gördü. İkinci senenin ikinci ayında,«bu ayın yirmi yedinci gecesinde : «Ey Nûh, bizim katımızdan selâmetle in... denildi.»[25]

 

İzahı

 

Bilginler tûfân konusunda farklı görüşleri benimsediler. Ekseriy-yet, tufanın bütün yeryüzünü kapladığını söylerken, bazıları da sâde­ce o gün insanların yaşadıkları dünyayı kapladığını belirttiler. Hattâ bir kısmı tufanın bütün yeryüzünü kaplamadığı gibi, bütün insanları da yoketmiş olmadığını belirtirler. Her grubun görüşünü destekleyen delilleri bulunmaktadır.

Takiyeddîn el-Makrizî el-Hitat isimli eserinde der ki: Müslüman, yahûdî ve hıristiyan peygamberlere tâbi olan şeriat mensûblarının hepsi; Hz. Nuh'un, insanlığın ikinci atası olduğu konusunda ittifak et­mişlerdir. Hz. Âdem'den sonra ikinci çoğalış Nuh'a aittir. Ve Allah Âdem'in çocuklarını Hz. Nûh soyundan türetmiştir. Âdem'in torunla­rının hepsi Nûh Aleyhisselâm'ın çocuklarından üremişlerdir. Ancak kıbtîler, mecûsîler, hindliler ve cinliler bu görüşe karşı çıkarak tûfâ-m reddetmişlerdir. Bir kısmı tufanın yalnızca Bâbil bölgesinde ve onun gerisinde kalan Batı diyarında olduğunu iddia etmişlerdir. Mecûsîlere göre; ilk insan olan Kiyumers'in çocukları Bâbil'in Doğu tarafındaki ülkelerde yaşıyorlardı. Tûfân onları kuşatmadığı gibi, Hind'i ve Çin'i de kuşatmamıştır. Şeriat ehlinin görüşleri ise hakikatin kendisidir. Allah Nûh Aleyhisselâm'ı ve beraberindekileri gemiyle kurtarınca; Hz. Nuh'un dışında seksen kişi de, birlikte kurtulmuşlardır. Ancak bilâ­hare bu seksen kişi ölmüş, onların soyundan kimse kalmamıştır. Da­ha sonra devam eden nesiller, Nuh'un üç çocuğunun neslinden olmuş­tur. Allah Teâlâ'nın; «Baki kalanları da onların soyundan kıldık» (Sâffât, 77) kavli de bunu desteklemektedir. İbn el-Esîr"in el-Kâmü isim­li eserindeki görüşü de böyledir.

îbn Haldun der ki: Tufanın, Nûh Aleyhisselâm'ın daveti zama­nında olduğu konusunda ittifak edilmiştir. Tûfân bütün yeryüzünde­ki i'mârı harâbetmiştir. Nûh ile beraber gemiye binemeyenlerin hepsi helak olmuşlar ve onlann arkasından nesiller gelmemiştir. Dolayısıy­la yeryüzü halkının hepsi, Nuh'un soyundan gelmiştir. Nûh, yaratık­ların ikinci atası olmuştur. Bazıları tufanın umûmî olduğu görüşünü belirtmek için ve buna delil olmak üzere derler ki: Tûfân esnasında sular, yeryüzünün dış tabakalarında acâib izler bırakmıştır. Muhtelif yerlerde hattâ dağların tepesinde muhtelif cevherlerle kaplı deniz ka­lıntıları görülmektedir. Keza ovalarda ve çöllerde deniz maddeleriyle karışık halde canlı ve bitkisel madde artıkları birbirinin üzerine kcn-muş ve birbirinin içine gömülmüş olarak bulunmaktadır. Mağaralarda birbiriyle uyuşması mümkün olmayan muhtelif yapıdaki canlı kemik­leri bulunmuştur. Bunların yanında yapılmış birçok araç kalıntıları ve beşeri izlere rastlanmıştır. Bu da gösteriyor ki; tûfân, o araçları ve kalıntıları oralara sürüklemiş ve hepsini yoketmiştir. Bu maddeler, katı çamur tabakaları arasına karışıp taşlaşmıştır. Ve Halîk Teâlâ'nın emrini gösteren birer şâhid olarak devam edegelmiştir.

Mısır müftüsü Şeyh Muhammed Abduh'a tûfân'ın umumiyeti ve Hz. Nuh'un risâletinin umumîliği konusunda suâl sorulduğunda, aşa­ğıdaki şekilde cevab vermiştir : Kur'an-ı Kerîm'de tufanın ve Hz. Nuh'­un risâletinin umumiyeti konusunda kesin bir nass vârid olmamıştır. Yer alan hadîslere gelince; senedlerinin doğruluğu farzedilse bile, bun­lar âhad rivayetlerdir ve kesin inancı gerektirmez. Çünkü bu gibi ger­çeklerin belirlenmesi için tahminlere değil kesin inanca gerek vardır. Dinî bir akîde olarak inanılması gerektiği zaman; zanna değil, kesin inanca dayanmak gerekir. Tarihçi ve araştırmacı ise tercîh ettiği bir zanna bağlanabilir. Görüş sahibi, tarihçi veya râvîye güvenip güven­memekte serbesttir. Tefsîrcilerin ve tarihçilerin bu konuda zikrettik­leri şeyler rivayet sınırını aşıp da kişiyi güven hududundan güvensiz­lik hududuna götürecek ağırlıkta değildir. Keza bu rivayetler, dinî bir inanç için kesinlik ifâde eden delil de sayılmazlar. Tûfânm bütün yeryüzünü kaplayıp kaplamadığı meselesi din mensûbları ve jeoloji bilginleri arasında tartışma konusudur. Keza milletler arası tarihçi­ler arasında da ihtilâf mevzuudur. Kitab ehli ve İslâm ümmetinden bilginler tûfânm bütün yeryüzünü kapladığını söylerler. Nazar ehli bilginlerden bir çokları da bunlara uymuşlardır. Bunlar görüşlerine delil olarak, dağların tepelerinde katılaşmış sedefleri ve balık kalıntı­larının varlığım göstermektedirler. Bu gibi şeylerin ancak denizlerde oluşabileceğini ve dağların tepesinde görülmesinin, suyun birçok ke­reler oraya kadar çıktığına delil olduğunu söylerler. Bu ise, ancak su­ların bütün yeryüzünü kaplaması halinde mümkün olur. Müteahhi-rînden nazar ehlinin çoğu, tufanın umûmî olmadığı kanâatındadırlar. Onların bu konuda açıklanması uzun sürecek delilleri vardır. Ancak müslüman bir kişinin mücerred olarak Çinlilerden hikâyeler duyuldu­ğu veya yüce kitabın âyetlerinin muhtemel te'vîllerine dayanarak tû-fânın umûmî olduğu hükmünü inkâr etmesi doğru olmaz. Aksine di­ne inanan herkesin, âyetlerin zahirinin ve senedi sahîh olan hadîslerin delâlet ettiği gerçeklerden hiç birini inkâr etmemesi ve te'vîle sapma­ması gerekir. Ancak zahirin kasdedilmemiş olduğunu kesinkes göste­ren aklî bir delil olunca buna başvurulabilir. Bu gibi meselede böyle bir delile ulaşmak uzun araştırmayı ve çok yorulmayı icâbettirir. Yer­yüzünün katmanlarını derinden derine bilip incelemeyi gerektirir. Bu ise, muhtelif aklî ve naklî bilimlere vâkıf olmakla mümkündür. Kesin bir bilgi olmadan kendi kanâatinin doğru olduğunu söyleyen kimse aşın gitmiştir. Onun sözü dinlenmez ve bilgisizliklerini yaymasına müsamaha edilmez. Şüphesiz ki Allah Sübhânehu ve Teâlâ en iyi bi­lendir.[26]

 

49 — îşte bunlar, gayb haberlerindendir ki sana vah-yediyoruz. Ne sen, ne de kavmin daha önce bunları bile­mezdiniz. Öyleyse sabret, çünkü akıbet müttakîlerindir.

 

Allah Teâlâ peygamberi (s.a.) ne buyurur ki: Bu kıssa ve benzer­leri; gayb haberlerindendir, geçmiş gaybların haberleridir, sanki sen onlara şâhid imisin gibi olduğu şekilde onları sana vahyediyoruz, ta­rafımızdan sana bir vahy olarak bunlan bildiriyoruz. Ne sen, ne de kavmin daha önce bunlan bilemezdiniz. Ne sende ve ne de kavmin­den bir kimsede bu hususta herhangi bir bilgi yoktur ki, seni yalan­layanlar : Muhakkak sen bunlan O'ndan öğrendin, desinler. Bilâkis sana bunlan Allah doğru bir şekilde, olduklan hale mutabık olarak haber vermiştir. Nitekim senden önceki peygamberlerin kitablan da buna şâhiddir. O halde kavminden seni yalanlayanların yalanlaması­na ve sana olan eziyyetlerine sabret.  Muhakkak ki Biz, inayetimizle seni koruyup gözetecek ve sana yardım edeceğiz. Dünyada ve âhirette nasıl ki daha önce peygamberlere, düşmanlarına karşı yardım etmiş­sek güzel akıbeti sana ve sana tâbi olanlara kılacağız. «Şüphesiz ki Biz, peygamberlerimize ve îmân etmiş olanlara mutlaka yardım ede­riz.» (Ğâfir, 51), «Andolsun ki Bizim, peygamber kullarımıza sözümüz vardır. Onlar; muhakkak ki yardım görenlerdir.» (Sâffât, 171-172), «Öyleyse sabret, çünkü akıbet Allah'tan sakınanlarındır.»[27]

 

İzahı

 

 

50  — Âd'a da kardeşleri Hûd'u gönderdik. O dedi ki: Ey kavmim; Allah'a ibâdet edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur, yoksa sâdece yalan uyduran kimseler olursunuz.

51  — Ey kavmini; ben sizden bunun için bir ücret is­temiyorum. Benim ücretim, yalnız beni yaratana aittir. Aklınız ermiyor mu?

52  — Ey kavmim; Rabbınızdan mağfiret dileyin, son­ra O'na tevbe edin ki.size gökten bol bol yağmur gönder­sin, kuvvetinize kuvvet katsın. Ve suçlular olarak dön­meyin.

 

Âd Kavmi ve Hûd Peygamber

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Âd'a da, onlara tek ve ortağı olmayan Al­lah'a ibâdeti emretmesi, uydurmuş oldukları ve ilâh isimleri yakış­tırdıkları putlardan men'etmesi için kardeşleri Hûd'u gönderdik. O da onlara haber verdi ki, bu nasihati ve Allah'tan tebliği karşılığında, on­lardan herhangi bir ücret istememektedir, o sevabını ancak kendisi­ni yaratan Allah'tan dilemektedir. O demişti ki: «Aklınız ermiyor mu? ücretsiz olarak dünyada ve âhirette sizin salâhınıza olana çağıranı an­lamıyor musunuz?» Sonra onlara geçmiş günâhlarını örtecek istiğfar ve gelecekleri hakkında da tevbe ile emretti. Kim, bu sıfatla nitelenmiş olursa; Allah Teâlâ onun rızkını genişletip işlerini kolaylaştırır ve onun durumunu muhafaza eder. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Size gökten bol bol yağmur göndersin...» buyurmuştur. Bir hadîste şöyle buyurulur: Kim, istiğfara yapışır ve devam ederse; Allah Teâlâ her bir üzüntüden ona bir ferahlık, her bir sıkıntıdan bir çıkış yolu kılar ve onu hiç ummadığı yerden nzıklandırır.[28]

 

53  — Onlar dediler ki : Ey Hûd; sen bize apaçık bir burhanla gelmedin, senin sözünden   dolayı   ilâhlarımızı terkedemeyiz ve sana inanmayız.

54  — ilâhlarımızdan biri seni fena çarpmış, demek­ten başka bir şey de söylemeyiz. Dedi ki : Doğrusu ben, Allah'ı şâhid tutuyorum. Siz de şâhid olun ki; sizin Al­lah'tan başka şirk koştuğunuz şeylerden ben uzağım.

55  — Hepiniz birlikte tuzak kurun bana. Sonra da hiç müsâade etmeyin.

56  — Ben, sâdece benim de, sizin de Rabbınız olan Allah'a tevekkül ettim. Yürüyen hiç bir canlı yoktur ki, O, alnından tutmasın. Elbette doğru yoldadır benim Rabbım.

 

Allah Teâlâ onların, peygamberlerine şöyle dediklerini haber ve­rir : Ey Hûd; sen bize dâvana delâlet edecek apaçık bir burhanla gel­medin. Senin mücerred «onları terkedin.» sözünle biz ilâhlarımızı terketmeyiz ve sana inanıp seni doğrulamayız. «İlâhlarımızdan biri seni fena çarpmış.» demekten başka bir şey de söylemeyiz. Onlar di­yorlardı : «İlâhlarımızdan biri onlara ibâdeti men'etmen onları ayıp­laman sebebiyle senin aklını bozmuş ve seni delirtmiş sanıyoruz.» O da dedi ki: Doğrusu ben, Allah'ı şâhid tutuyorum. Siz de şâhid olun ki; sizin Allah'tan başka O'na şirk koştuğunuz bütün eşlerden ve put­lardan ben uzağım. Hepiniz; siz ve gerçek iseler ilâhlarınız birlikte tu­zak kurun bana. Sonra da göz açıp kapayacak kadar bile müsâade et­meyin.

Allah Teâlâ: «Ben, sâdece benim de, sizin de Rabbınız olan Al­lah'a tevekkül ettim. Yürüyen hiç bir canlı yoktur ki O, alnından tut­masın.» buyurur ki; bunların hepsi O'nun kahrı, hükümranlığa altın­dadır. O, hükmünde asla zulmetmeyen Âdil, Hâkim'dir. Muhakkak ki O, doğru yoldadır. Velîd İbn Müslim'in Salvân İbn Amr'dan, onun da Eyfâ' İbn Abd el-Kelâf'dan rivayetine göre; o, aYürüyen hiç bir canlı yoktur ki, O, alnından tutmasın. Elbette doğru yoldadır benim Rab-bım.» âyeti hakkında der ki: Kullarının alınlarından (başlarının ön kısımlarından) tutar. Mü'min kulu karşılar. Öyle ki onun için bir babanın çocuğuna olduğundan daha şefkatlidir. Kâfir için ise şöyle buyrulur: «Ey insan, keremi bol Rabbma karşı seni ne aldattı?» (İn-fitâr, 6)

Bu makam onun, onlara getirdiğinin doğruluğuna ve onların fay­da ve zarar vermeyen, aksine işitmeyen ve görmeyen bir cansızdan ibaret, sevemeyen ve düşman olamayan putlara ibâdetlerinin bâtıl ol­duğuna kesinlikle delâlet eden yüce bir hüccet ve burhanı içine al­maktadır. İbâdetin sâdece kendisine tahsisine hak kazanan ancak ve ancak tek ve ortağı olmayan, mülkün elinde olduğu, tasarrufun ken­disine âit olduğu Allah'tır. Hiç bir şey yoktur ki O'nun mülkü, kahn ve hükümranlığı altında olmasın. O'ndan başka ilâh ve O'nun dışın­da Rab yoktur.[29]

 

57 — Yüz çevirirseniz, bilin ki; ben size neyi bildir­mek için gönderildimse onları bildirdim. Rabbım, yerinize sizden başka bir kavmi de getirebilir. Ve siz ona bir şey yapamazsınız. Doğrusu Rabbım, her şeyi hakkıyla koru­yandır.

58  — Emrimiz gelince; Hûd'u ve beraberindeki mü'-minleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Onları katı bir azabtan kurtardık.

59  — Âd da, Rablannm âyetlerini bile bile inkâr et­tiler. Peygamberlerine isyan ettiler. Ve her inâdçı zorba­nın emrine uydular.

60  — Bu dünyada da, kıyamet gününde de la'nete uğradılar. Bilin ki : Âd Rablarını inkâr ettiler. Ve yine bilin ki; Hûd'un kavmi Âd, Allah'ın rahmetinden uzak­laştı.

 

Hûd onlara demişti ki: Şayet size getirmiş olduğum tek ve orta­ğı olmayan Rabbınız Allah'a ibâdetten yüz çevirecek olursanız, mu­hakkak ki Allah'ın beni kendisiyle göndermiş olduğu risâletini size tebliğ etmemle aleyhinize hüccet konulmuş olur. Rabbım yerinize siz­den başka ve yegâne O'na ibâdet edip, O'na şirk koşmayan bir mil­leti de getirebilir ve size aldırmaz. Siz ona, onu inkâr etmenizle hiç bir zarar veremezsiniz. Aksine bunun vebali yine size döner. Doğrusu Rab­bım her şeyi hakkıyla koruyandır. Kullarının söz ve işlerine şâhiddir ve onları hakkıyla muhafaza eder de onlara bunların tam karşılığını verir. Eğer işledikleri hayır ise bulacakları hayır, kötülük ise bulacak­ları kötülüktür.

Allah Teâlâ : «Emrimiz gelince...» buyurur ki; bu, kısır (yağmur getirmeyen ve nebatatı döllemeyen) rüzgârdır. Allah Teâlâ, sonuncu­larına kadar onları helak buyurmuş, Hûd ve ona tâbi olanları rahme­ti, lutfu ile çok ağır işkencelerden kurtarmıştır.

«Âd da, Rablannm âyetlerini bile bile inkâr ettiler, Allah'ın pey­gamberlerine isyan ettiler.» Zîrâ bir peygamberi inkâr eden; bütün peygamberleri inkâr etmiş olur. Zîrâ kendisine îmânın vâcib olması yönüyle onlardan hiç birinin arasında bir fark yoktur. Âd kavmi, Hûd'u inkâr etmiş ve onu inkâr etmeleri bütün peygamberleri inkâr etme mev­kiinde kabul edilip bununla bir tutulmuştur. ((Her inâdçı zorbanın emrine uydular.» Doğru yoldaki peygamberlerine tâbi olmayı bırak­tılar da her bir inâdçı zorbanın emrine uydular. Bu sebepledir ki bu dünyada hem Allah'ın, hem de her anışlarında Allah'ın inanan kul­larının la'netine uğradılar. Kıyamet günü de bütün varlıkların huzûrunda onlara: «Bilin ki Âd Rablannı inkâr ettiler...» diye nida edi­lecektir. Süddî der ki: Âd'dan sonra gönderilen hiç bir peygamber yoktur ki onun diliyle onlara la'net edilmiş olmasın.[30]

 

61 — Semûd'a da kardeşleri Salih'i gönderdik. Ey kavmim; Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrı­nız yoktur. O'dur sizi yeryüzünden yaratıp orayı i'mâr etmenizi isteyen. Mağfiret dileyin O'ndan, sonra da tev-be edin. Şüphesiz Rabbım, size yakındır, kabul edendir, dedi.

 

Semûd Kavmi ve Hz. Salih

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «Semûd'a da kardeşleri Salih'i gönder­dik...» Bunlar Tebûk ile Medine arasındaki Hıcr şehirlerinde oturur­lardı. Âd'dan sonra olup Allah Teâlâ onlardan, kardeşleri Salih'i pey­gamber olarak göndermişti. Onlara yegâne Allah'a ibâdeti emretti. Bu sebepledir ki şöyle buyurur: «O'dur sizi yeryüzünden yaratan...» Sizi ilk önce O'ndan yaratmış, babanız Âdem'i orada halketmiştir. O'dur sizi yeryüzünü i'mâr edenler kılan ve siz onun ürünlerini yetiştirip alıyorsunuz. Geçmiş günâhlarınız için O'ndan bağışlanma dileyin. Sonra gelecekte yapacaklarınız hususunda O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbım, size yakındır, kabul edendir. Allah Teâlâ başka bir âyette ise şöyle buyurur: «Kullarım sana Beni sorarsa, şüphesiz ki, Ben çok ya­kınım. Bana dua edince Ben, o duâ edenin duasına karşılık veririm.» (Bakara, 186).[31]

 

62 — Dediler ki : Ey Salih,  aramızda bundan önce kendisinden iyilik beklenmiş kimseydin sen. Şimdi kal­kıp da babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi vazge­çirmek mi istiyorsun? Doğrusu, bizi çağırdığın şeyden şüphe ve endîşe içindeyiz.

63 — Dedi ki : Ey kavmim; Rabbımdan açık bir deli­lim olur, bana rahmet eder ve ben de O'na baş kaldırır-sam söyleyin bakalım, beni Allah'a karşı kim savunur? Bana hüsrandan başka bir şey kazandırmazsınız.

Allah Teâlâ burada, Salih (a.s.) ile kavmi arasında geçen konuş­maları, kavminin ona karşı söylediklerinde bilgisizlik ve inâd içinde olduklarını zikreder. Onlar; şöyle demişlerdi: «Ey Salih, aramızda bundan önce kendisinden iyilik beklenmiş kimseydin sen. (Bu söyle­diklerini söylemezden önce biz senin aklından iyilik ve hayır umar­dık.) Şimdi kalkıp da babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi vaz­geçirmek mi istiyorsun? Doğrusu, bizi çağırdığın şeyden büyük bir şüphe ve endîşe içindeyiz.» O da dedi ki: «Ey kavmim; Rabbımdan be­ni size gönderdiği şey hakkında kesin bilgi ve bir burhana sahip olur­sam, bana rahmet eder ve ben de sizi Hakk'a, yegâne Allah'a ibâdete çağırmayı terketmek suretiyle O'na baş kaldırırsam; söyleyin baka­lım, beni Allah'a karşı kim savunur? Şayet O'nu terketseydim, siz as­la bana bir fayda sağlamaz ve bana hüsrandan başka bir şey kazan­dırmazdınız.»[32]

 

64 — Ey kavmim; bu, size bir âyet   olarak   Allah'ın yarattığı dişi devedir, bırakın onu da Allah'ın toprağın­da otlasın. Ona kötü maksadla dokunmayın. Yoksa siz, pek yakın bir azaba uğrarsınız.

65  — Buna rağmen onu kesip devirdiler. O zaman: Yurdunuzda üç gün daha kalın.    Bu; yalanlanmayacak bir sözdür, dedi.

66  — Emrimiz gelince; Salih'i ve beraberindeki mü' minleri, tarafımızdan bir rahmet ile azâbdan ve o günün rüsvâyhğından   kurtardık.   Doğrusu   Eabbın   Kavî'dir, Azîz'dir.

67  — Zulmedenleri bir çığlık tuttu. Oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.

68  — Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki; Se-mûd, Rablarını inkâr etmişlerdi. Ve yine bilin ki; Semûd, Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.

 

Bu kıssa hakkında yeteri kadar bilgi A'râf sûresinde (âyet, 73-78) geçmişti ki burada tekrarına gerek görmüyoruz. Tevfîk Al­lah'tandır.[33]

 

69  — Elçilerimiz  İbrahim'e  müjdelerle  gelmiş : Se­lâm, demişlerdi de o; Selâm, demiş ve beklemeden onlara kızartılmış bir buzağı ikram etmişti.

70  — Ellerinin ona uzanmadığını görünce, durumlarmi beğenmedi ve içine korku düştü.   Korkma,   biz   Lût kavmine gönderildik, dediler.

71  — Karısı ayakta idi. Bunun üzerine güldü. Biz de ona İshak'ı, İshâk'ın ardından Ya'kûb'u müjdeledik.

72  — Vay başıma   gelenler,   ben mi doğuracağım? Ben kocamış biri, şu erim de bir ihtiyar iken. Doğrusu bu, şaşılacak bir şey, dedi.

73  — Dediler ki : Allah'ın işine mi şaşarsın ey evin hanımı? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinize­dir. O, Hamîd'dir, Mecîd'dir.

 

Hz. İbrahim'e Gelen Elçiler

 

Allah Teâlâ, elçileri olan meleklerin Hz. İbrahim'e müjdelerle gel­diklerini haber veriyor. Meleklerin ona îshâk'ı müjdeledikleri söylen­miştir. Başka bir görüşe göre ise; onlar, Lût kavminin helaki müjde­sini getirmişlerdir. Bunlardan birinci görüşe Allah Teâlâ'nm : «İbra­him'in korkusu dinip de müjde kendisine ulaşınca; Lût kavmi hak­kında bizimle tartışmaya girişti.» (Hûd, 74) âyeti de delâlet etmek­tedir. Melekler geldikleri zaman; selâm demişler, o da onlara; selâm size, diye mukabele etmişti. Beyân âlimlerinin ifâdesine göre; Hz. İb­rahim'in vermiş olduğu selâm, meleklerin selâmından daha güzeldir. Zîrâ İbrahim'in selâmı, cümlede merfû' olarak getirilmiştir ki; arap dilinde merfû' olma durumu, sübût ve devama delâlet eder.

«Onlara semiz bir buzağı ikram etmişti.» İbrahim çabucak gitmiş, onlara yiyecek getirmişti ki; bu, kızdırılmış taşta kızartılmış bir bu­zağı idi. Bu mânâ İbn Abbâs, Katâde ve bir çoklarından rivayet edil­miştir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmaktadır: «Hemen ailesine giderek semiz bir buzağı getirmiş, onların önüne sü­rüp : Yemez misiniz? demişti.» (Zâriyât, 26-27). Bu âyet-i kerîme bir­çok yönlerden müsâfirlik âdabım içermektedir.

Allah Teâlâ: «Ellerinin ona uzanmadığım görünce; durumlarını beğenmedi ve içine korku düştü.» buyurur ki, elbette meleklerin yemeğe karşı bir arzulan ve istekleri yoktur ve onlar yemek de yemezler. Bu sebepledir ki Hz. İbrahim, onların getirdiğinden yüz çe­virme hallerini ve bütünüyle uzaklaşmalarını gördüğü zaman, onların durumlarını beğenmemiş ve içine korku düşmüştü.

Süddî der ki: Allah Teâlâ Lût kavmine melekleri gönderdiğinde; melekler, genç erkekler şeklinde yürüyerek gelmişler ve İbrahim'in yanma inerek ona müsâfir olmuşlardı. Hz. îbrâhîm onları görünce, onlara ta'zîmde bulunmuş ve hemen ailesinin yanına giderek onlara se­miz bir buzağı getirmiş, onu kesmiş, sonra kızgın taşlarda kızartmış ve onlara ikram ederek onlarla birlikte oturmuştu. Sârre, ayakta on­lara hizmet ediyordu. Allah Teâlâ bu anı şöyle anlatır: Hanımı ayak­taydı ve îbrâhîm oturmuştu. İbrahim onlara ikram etmiş ve yemez misiniz? demişti. Onlar: Ey İbrahim, biz bir yemeği ancak ücreti mu­kabilinde yeriz, demişler, Hz. İbrahim : Muhakkak ki bunun ücreti vardır, demişti. Melekler: Bunun ücreti nedir? diye sormuşlar. O: Başında Allah'ın ismini zikredersiniz, sonunda da Allah'a hamdeder-siniz, demişti. Hz. İbrahim, onların ellerinin yemeğe uzanmadığını gör­düğünde; onların durumlarını beğenmedi. Onların yemediklerini gö­rünce onlardan korktu, içine bir korku düştü. Sârre İbrahim'e baktı. O meleklere ikramda bulunmuş, kendisi ayakta onlara hizmet ediyor­du. Güldü ve şöyle dedi: Şu müsâfirlerimize şaşılır; onlara ta'zîmde bulunarak bizzat kendimiz hizmet ediyoruz, onlar ise bizim yemeği­mizi yemiyorlar.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyin'in... Osman İbn Mih-san'dan İbrahim'in müsâfirleri hakkındaki rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Onlar, dört kişiydiler : Cibril, Mîkâîl, İsrafil ve Rafâîl. Râvî Nûh İbn Kays der ki: Nûh İbn Ebu Şeddâd'ın sandığına göre onlar, İbrahim'in yanma girdiklerinde; Hz, İbrahim onlara bir buzağı ikram etmişti. Cibril buzağıyı kanadıyla meshetmiş ve buzağı kalkıp çıkarak annesine kavuşmuştu. Buzağının annesi de evdeydi.

Allah Teâlâ meleklerin: «Korkma...» dediklerini haber verir. Ya­ni onlar şöyle demişlerdi: Bizden korkma, biz Lût kavmini helak et­mek üzere gönderilmiş melekleriz. Bunun üzerine Sârre onların helak olacağı müjdesine gülmüştü. Zîrâ onların fesadı çok, küfür ve inâd-lan şiddetli idi. İşte bu gülmesi sebebiyle Sârre, ümit kesildikten son­ra çocuk müjdesiyle mükâfatlandırılmıştır. Katâde der ki: Sârre gül­müş ve gaflet içindelerken bir kavme azabın gelmesine şaşmıştı.

Allah Teâlâ: «Bunun üzerine güldü. Biz de ona İshâk'ı, İshâk'ın ardından Ya'kûb'u müjdeledik.» buyurur. İbn Abbâs'tan rivayetle Av-fî; âyetteki kelimesini hayız gördü, şeklinde anlamıştır. Muhammed İbn Kays der ki: Sârre gülmüştür. Zîrâ o, onların (me­leklerin) Lût kavminin yapageldiklerini yapmak istediklerini san­mıştı. Kelbı: Sârre, İbrahim'deki korkuyu gördüğü için gülmüştür, der. Her ne kadar İbn Cerîr, Muhammed İbn Kays ve Kelbî'nin bu açıklamalarını onlara kadar varan isnadı ile rivayet ediyor ise de son derece zayıf olup hiç bir şekilde iltifat edilemez. En doğrusunu Allah bilir. Vehb İbn Münebbih : O, ancak İshâk ile müjdelendiği için gülmüştür, der. Ancak bu da âyetin akışına muhaliftir. Zîrâ âyette açık­ça görülmektedir ki; müjde, onun gelmesinden sonradır. «Biz de ona İshâk'ı, İshâk'ın ardından Ya'kûb'u müjdeledik.» Yani onu öyle bir çocukla müjdeledik ki; o çocuğun da çocuğu, devamı ve nesli olacak­tır. Ya'kûb, îshâk'm çocuğudur. Nitekim Allah Teâlâ Bakara süresin­deki âyette şöyle buyurur : «Yoksa Ya'kûb'a ölüm geldiğinde siz ora­da mıydınız? Hani o, oğullarına : Benden sonra neye ibâdet edecek­siniz? demişti. Onlar da: Senin ilâhına ve ataların İbrahim'in, İs­hâk'ın tek ilâhı olan Allah'a ibâdet edeceğiz. Ve O'na teslim olmuşuz, demişlerdi.» (Bakara, 133). Bu âyeti delil olarak alanlar, Hz. İbrahim' in boğazlayacağı oğlunun İsmail olduğunu, bu çocuğun İshâk olma­sının mümkün olmadığını söylerler. Zîrâ kendisi hakkında müjde ve­rilen ve Ya'kûb'un kendisi için doğacağı müjdelenen İshâk'tır. Henüz vücûdu va'dedilen Ya'kûb isminde çocuğu olmamışken ve küçük bir çocuk iken Hz. İbrâhîm onu boğazlamakla nasıl emrolunabilir? Al­lah'ın va'di haktır ve onda dönme olmaz. O halde bu durumda İshâk' in boğazlanmasının emredilmesi mümkün değildir ve neticede boğaz­lanması emredilenin, îsmâîl olduğu ortaya çıkar. Bu istidlal son dere­ce güzel, sıhhatli ve açıktır. Allah'a hamdederiz. Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'de Sârre'nin şöyle dediğini hikâye eder : «Vay başıma gelenler, ben mi doğuracağım? Ben kocamış biri, şu erim de bir ihtiyar iken.» Allah Teâlâ Sârra'nın ne yaptığını Zâriyât sûresinde şöyle hikâye eder : «Bunun üzerine zevcesi, hayretle seslenerek döndü, yüzünü kapaya­rak : Kısır bir kocakarı, dedi.» (Zâriyât, 29). Nitekim kadınlar, şaş­kınlık halinde söz ve işlerinde böyle davranırlar. Melekler : Allah'ın işi­ne mi şaşarsın ey evin hanımı? Allah'ın işine şaşma. Zîrâ O, bir şeyin olmasını istediği zaman ona; ol, der ve o da hemen oluverir. Buna şaş­ma. Sen çocuktan kesilmiş bir ihtiyar ve kocan yaşlı bir ihtiyar dahi olsa muhakkak ki Allah Teâlâ dilediğine güç yetiricidir, dediler. Ve şöyle devam ettiler : «Allah'ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir. O Hamîd'dir, Mecîd'dir.» Muhakkak ki Allah Teâlâ bütün işlerinde Hamîd, sözlerinde ise Mahmûd'dur. Sıfatlarında ve zâtında temcîd olunmuştur. Bu sebepledir ki Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde riva­yet edildiğine göre; sahabe : Sana selâmı bildik, ey Allah'ın elçisi, se­nin üzerine duâ nasıldır? diye sormuşlardı. Şöyle buyurdu : Ey Al­lah'ım, İbrâhîm ve İbrâhîm ailesine duâ buyurmuşsan, Muhammed ve Muhammed ailesine de duâ buyur. Nasıl İbrahim'in ailesini mübarek kılmışsan, Muhammed ve Muhammed ailesini de mübarek kıl. Mu­hakkak ki Sen; Hamîd'sin, Mecîd'sin, deyiniz.[34]

 

74  — İbrahim'in- korkusu geçip de müjde kendisine ulaşınca; Lût kavmi hakkında bizimle tartışmaya girişti.

75  — Doğrusu İbrahim; yumuşak huylu, çok içli ve kendisini Allah'a vermiş bir kimseydi.

76  — Ey İbrahim; bundan vazgeç, zîrâ Rabbmın fer­manı gelmiştir. Onlara muhakkak geri çevrilmeyecek bir azâb gelmektedir.

 

Allah Teâlâ, bu âyetlerde de Hz. İbrahim'den haber veriyor. Me­lekler onun ikram ettiğinden yemediklerinde gönlüne bir korku düş­müştü. Bu korkusu gidip de melekler onu çocukla müjdeleyip Lût kav­minin helakini haber verdiklerinde onlarla konuşmaya başlamıştı. Olayı Saîd İbn Cübeyr bu âyetin tefsirinde şöyle anlatır : Cibril ve yanındakiler Hz. İbrahim'e geldiklerinde ona : Muhakkak ki biz, şu köyün ahâlîsini helak edicileriz, demişlerdi. İbrahim onlara : Siz için­de üç yüz mü'min olan bir köyü mü helak edeceksiniz? diye sormuş. Onlar : Hayır, demişler. İçinde kırk mü'min olan bir köyü mü helak edeceksiniz? diye sormuş, onlar; hayır, demişler. Otuz, demiş, onlar beşe ulaşıncaya kadar hep hayır, demişler. Ne dersiniz; orada bir tek müslüman kişi olsa orayı helak eder misiniz? diye sormuş ve onlar yi­ne hayır, demişler. İşte bu sırada İbrahim (a.s.) : Muhakkak ki ora­da Lût var, demiş ve onlar : Orada olanı biz iyi biliriz, karısı dışında onu ve ailesini muhakkak kurtaracağız... demişler ve İbrahim susup gönlü huzur bulmuş. Katâde'nin söyledikleri buna yakındır. İbn İs-hâk şöyle ilâve eder : Ya orada bir tek mü'min varsa ne dersiniz? di­ye sormuş, onlar; hayır, demişlerdi. Hz. İbrahim: Şayet orada Lût varsa; onunla onlardan azâb alıkonulup geri çevrilir, demiş ve onlar da : Biz orada olanı en iyi bilenleriz, demişlerdi.

Allah Teâlâ, «Doğrusu İbrahim; yumuşak huylu, çok içli ve ken­disini Allah'a vermiş bir kimseydi.» âyetinde bu güzel sıfatlarla İbra­him'i övmektedir ki; bunların tefsiri, daha önce (Tevbe sûresinin 114. âyetinde) geçmişti. Allah Teâlâ: «Ey İbrahim; bundan vazgeç, zîrâ Rabbınm fermanı gelmiştir...»  buyurur ki, onlar hakkında kaza yerini bulmuş, onların helaki ve suç işleyen kavimlerden çevrilmeyen Allah'ın baskınının başlarına gelmesi sözü hak olmuştur.[35]

 

77  — Elçilerimiz Lût'a gelince; onların gelmelerinden endîşeye düştü, çok sıkıldı ve : îşte bu çok çetin bir gün­dür, dedi.

78  — Kavmi ona koşa koşa geldi. Daha önce de kötü işler işlerlerdi. Ey kavmim; işte kızlarım, bunlar sizin için daha temizdir. Allah'tan korkun da müsâfirlerin önünde beni rezîl etmeyin. İçinizde aklı erer bir kimse de yok mu­dur? dedi.

79  — Dediler ki : Senin kızlarınla bizim bir ilgimizin olmadığını biliyorsun. Sen, ne istediğimizi de bilirsin.

 

Elçilerimiz Lût'a Geldiğinde

 

Allah Teâlâ haber veriyor ki; elçileri olan melekler Lût kavmini Allah'ın o gece helak buyuracağını Hz. İbrahim'e haber verip bildir­dikten sonra Hz. Lût'a geldiler. Söylendiğine göre Hz. İbrahim'in ya­nından ayrıldıktan sonra Hz. Lût (a.s.), kendine âit bir arazîde —baş­ka bir rivayete göre evinde— olduğu sırada ona geldiler. Onlar, Allah Teâlâ'nın bir imtihanı olarak —ki yüce hikmet ve hüccetler Allah'ın­dır— son derece güzel yüzlü genç şeklinde ona geldiler. Hz. Lût, onla­rın gelmelerinden endîşeye düştü, son derece sıkıldı ve şayet onları müsâfir etmez ise kavminden birinin onları müsâfir edip onlara bir kötülük yapacaklarından korktu da; «îşte çok çetin bir gün, dedi.» İbn Abbâs ve bir çokları derler ki: İmtihanı ve musibeti çok bir gün. Zîrâ Hz. Lût, onları müdâfaa mecburiyetinde kalacağını anladı ve bu ona çok ağır geldi.

Katâde'nin anlattığına göre; melekler Hz. Lût kendine âit bir arazide iken geldiler ve Ona müsâfir oldular. Hz. Lût onlardan utan­dı, önlerinde yürüdü ve yolda dönüp gitmelerini hissettirir bir halde şöyle dedi: Allah'a yemîn olsun ki ey gençler, yeryüzünde halkı bun­lardan daha habîs bir yer bilmiyorum. Sonra biraz yürüdü ve bu sö­zünü onlara dört kere tekrarladı. Katâde der ki: Peygamberleri bu şe­kilde şehâdette bulunmadıkça, onları helak etmemekle emrolunmuş-lardı.

Süddî der ki: Melekler, Hz. İbrahim'in yanından Lût'un kasaba­sına doğru yola çıktılar. Gece yarısı Sedom nehrine ulaştılar. Orada Lût'un su taşıyan bir kızını gördüler de: Ey kızcağız, bir ev var mı? diye sordular. Kız: Ben size gelinceye kadar yerinizde durun, dedi. Kavminin onlara bir şey yapmasından korkmuştu. Babasına geldi ve: Ey babacığım, şehrin kapısında gençlere rastladım, yüzleri onlar­dan daha güzel kimse görmemiştim. Sakın kavmin Onları ele geçirip onlara bir ahlâksızlık yapmasın, dedi. Lût'un kavmi onun, erkekleri müsâfir etmesini yasaklamış ve: Yolumuzdan çekil, erkekleri biz mü­sâfir edeceğiz, demiştiler. Melekler Hz. Lût'a geldiklerinde, ailesi hal­kından başka kimse onların geldiğini bilmiyordu. Ancak Lût'un karı­sı çıkıp kavmine haber verdi de koşa koşa ona geldiler. Allah Teâlâ : «Kavmi ona koşa koşa geldi.» buyurur ki; onlar gençlerin gelmesine sevinçlerinden koşa koşa ona gelmişlerdi. «Daha önce de kötü işler iş­lerlerdi.» Bu onlarda âdeta bir huy haline gelmişti ki zâten bu hal-delerken azâb onları yakalamıştır. Lût onlara : «Ey kavmim; işte kız­larım, bunlar sizin için daha temizdir.» deyip onlara kavminin kadın­larını göstermişti. Peygamber, ümmeti için baba mesabesindedir. On­lara dünya ve âhirette kendileri için en faydalı olanı göstermişti. Ni­tekim başka bir âyette zikredildiğine göre; onlara şöyle demişti: «İn­sanlar arasında erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Ve Rabbınızın sizin için yarattığı eşleri bırakıyor musunuz? Hayır, siz azmış bir kavim­siniz.» (Şuarâ, 165-166). Allah Teâlâ başka bir âyette aralarında şu konuşmaların geçtiğini zikreder: «Biz seni elâlemin işine karışmak­tan (erkekleri müsâfir etmekten) men'etmedik mi? dediler. Alacaksa­nız işte bunlar benim kızlarım, dedi. Senin ömrüne andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde muhakkak serseri bir halde idiler.» (Hicr, 70, 72). Bu âyet:i kerîme'de ise o, şöyle demiştir : «İşte kızlarım, bunlar sizin için daha temizdir.» Mücâhid; Hz. Lût'un kızları olmadığını, onların ümmetinden olduğunu, zîrâ her peygamberin ümmetinin babası ol­duğunu söyler. Bu açıklama, Katâde ve bir çoklarından rivayet edil­miştir, îbn Cüreyc der ki: Onlara kadınlarla evlenmeyi emretmiş, on­lara zina yolunu göstermemiştir. Saîd İbn Cübeyr de şöyle der: O, kavminin kadınlarını kasdetmiştir ki; onlar, peygamberin kızları, o da kavminin babasıdır. Ahzâb sûresinin altıncı âyetinin kırâetlerin-den birisi şöyledir : «Peygamber, mü'minler için kendi öz nefislerin­den daha evlâdır. Onun eşleri ise onların anneleridir. O da onlann ba­basıdır.» (Ahzâb, 6). Rebî' İbn Enes, Katâde, Süddî, Muhammed İbn İshâk ve başkalarından da böyle rivayet edilmiştir.

«Allah'tan korkun da müsâfirlerin önünde beni rezîl etmeyin.» Kadınlarınızla yetinme emrini kabul edin. «İçinizde aklı erer bir kim­se yok mudur?» Kendisine hayır olan, emrettiğimi kabul edecek, ya­sakladığımı bırakacak bir kimse yok mu? Onlar şöyle dediler: «Senin kızlarınla bizim bir ilgimizin olmadığını biliyorsun?» Sen iyi bilirsin ki bizim kadınlarımıza ihtiyâcımız ve onlara karşı bir iştihâmız yok. «Sen, ne istediğimizi de bilirsin.» Bizim erkeklerden başka bir arzu­muz, maksadımız yok, sen bunu biliyorsun. O halde bu sözü bize tek­rarlama ihtiyâcını nereden duyuyorsun. Süddî der ki: Onlar : «Sen, ne istediğimizi de bilirsin.» sözleriyle kendilerinin sâdece erkekleri is­tediklerini belirtmişlerdir.[36]

 

80  — Keski size yetecek bir kuvvetim olsaydı. Veya sağlam bir yere sığmsaydım, dedi.

81  — Dediler ki: Ey Lût; biz Rabbmm elçileriyiz. On­lar sana ilişemeyecekler. Bir ara geceleyin ailenle birlik­te yola çık. Karının dışında kimse geri kalmasın. Doğrusu onların başına gelecek olan onun da başına gelecektir. Onların başına gelecek sabahleyindir. Daha sabah yakın değil mi?

 

Allah Teâlâ peygamberi Lût (a.s.) dan haber vererek buyurur ki: Muhakkak ki Lût (a.s.) onları: «Keski size yetecek bir kuvvetim ol­saydı...» sözüyle tehdıd etmiştir. Yani keşke size yetecek bir kuvve­tim olsaydı da sizi cezalandırmış olsaydım, bizzat kendim ve aşiretim size gerekenleri yapsaydım. Bu sebepledir ki Muhammed İbn Amr İbn Alkame kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah Lût'a rahmet eylesin, mu­hakkak ki o sağlam bir yere sığınmıştı. —Bununla Hz. Peygamber Al­lah'ı kasdediyor— Allah Teâlâ ondan sonra hiç bir peygamber gönder­memiştir ki onu, kavminden kalabalık bir grup içinde göndermiş ol­masın.

İşte o esnada melekler kendilerinin ona Allah'ın elçileri oldukla­rını, kavminin kendisine ilişemeyeceklerini haber verdiler ve: «Ey Lût; biz, Rabbının elçileriyiz. Onlar sana ilişemeyecekler.» dediler, ge­cenin sonunda ailesini yürütmesini, ailesinin arkasından, onları yü­rüterek kendinin de gitmesini emrettiler. Dediler ki: «Kimse geri kalmasın.» Yani onların (kavminin) başına gelenleri işittiğinde üzücü, rahatsız edici o sesler sizi ürkütmesin. Aksine yolunuza devam edin. «Karısının dışında...» Bir çokları; âyetin bu kısmının, olumlu mânâ­dan istisna olduğunu, «Geceleyin ailenle birlikte yola çık.» emrinden istisna edildiğini söylerler. İbn Mes'ûd, âyeti bu şekilde okumuş ve âyetteki kelimesini mansûb olarak okumuştur. Zîrâ bu is­tisna, olumlu bir mânâdan istisna edilmiş olup bu görüşte olanlara göre bu kelimenin mansûb okunması vâcibtir. Diğer kâri' ve nahivci-ler ise; âyetteki kelimesinin, «Kimse geri kalmasın.» kıs­mından istisna edildiğini söyleyip, bu kelimenin merfû' ve mansûb okunmasının caiz olduğu görüşündedirler. Bunlar Lût'un karısının on­larla beraber çıktığını sarsıntıyı duyunca arkasına döndüğünü, «Vah kavmim.» dediğini, gökten başına bir taş gelerek onu öldürdüğünü anlatırlar.

Sonra melekler ona bir müjde olmak üzere kavmin helakinin ya­kın olduğunu haber verdiler. Zîrâ o, kendilerine : Onları hemen he­lak edin, demiş; onlar da : «Onların helak olma zamanı sabahleyindir. Sabah yakın değil mi?» demişlerdi. Lût'un kavmi kapıda durmuş ve sanki oraya bağlanmışlardı. Onlar her bir taraftan oraya koşa koşa gelmişlerdi. Lût kapıda durmuş, onlarla mücâdele ediyor, onları men'-ediyor ve içinde bulundukları halden onları nehyediyordu. Onlar ise onun (bu sözlerini) kabul etmiyorlar, bilakis onu tehdîd ediyorlardı. İşte bu sırada Cibril (a.s.) karşılarına çıkıp yüzlerine kanadı ile vur­du ve gözlerini kör etti. Döndüler ve yollarını bile bulamadılar. Nite­kim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Andolsun ki, onlar rnüsâfirlerine kö­tülük yapmayı kaydetmişler di. Biz de gözlerini kör ettik. Azabımı ve tehdidimi tadın.» (Kamer, 37). Ma'mer'in Katâde'den, onun da Hu-zeyfe İbn Yemmân'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatmış : İbrahim (a.s.), Lût kavmine gelir ve   şöyle   derdi: Adabına   uğramamız   için Allah sizi bundan men'etmedi mi? Onlar kendisine itaat etmediler, tâ ki haklarında yazılan vaktine ulaşınca melekler Lût'a ulaştılar. O kendine ait bir yerde çalışıyordu. Onları müsâfir olmaya davet etti. Dediler ki: Bu gece biz senin müsâfirleriniz. Allah Teâlâ Cibril'e, Lût onların aleyhinde üç defa şehâdette bulununcaya kadar onlara azâb etmemekle emretmişti. Lût onları müsâfir olmaya çağırdığında kav­minin yapmakta olduğu kötülüğü zikretti, bir süre onlarla beraber yürüdü, sonra onlara dönüp : Bu kasaba ahâlîsinin ne yapmakta ol­duklarını biliyor musunuz? Yeryüzünde onlardan daha şerlisini bil­miyorum. Sizi nereye götüreyim? Kavmime mi? Onlar Allah'ın yara­tıklarının en şerlileri iken, dedi. Cibril meleklere dönüp : Bunu mu­hafaza ediniz, bu birinci, dedi. Lût, onlarla bir süre daha yürüdü. Ka­sabanın yolunun yansına geldiklerinde, kasaba halkının onlara bir kötülük yapmasından korktu, onlardan utandı ve : Bu kasaba halkı­nın ne yaptığını bilmiyor musunuz? Yeryüzünde onlardan daha şerli­sini bilmiyorum. Muhakkak ki benim kavmim Allah'ın yarattıkları­nın en şerlisidir, dedi. Cibril meleklere dönüp : Muhafaza ediniz; bu ikinci, dedi. Evin kapısına ulaştığında onlardan utancından ve onla­ra (kavminin bir kötülük yapmasından) korkarak ağladı ve : Muhak­kak ki benim kavmim Allah'ın yarattığının en şerlisidir. Bu kasaba ahâlîsinin ne yapmakta olduğunu bilmiyor musunuz? Yeryüzünde bun­lardan daha şerli bir kasaba halkı bilmiyorum, dedi. Cibril meleklere : Muhafaza ediniz; bu üç, azâb hak oldu, dedi. (Eve) girdiklerinde kötü ihtiyar kadın (karısı) gitti, yüksek bir yere çıktı ve elbisesiyle işareti verdi. Günahkârlar koşarak ona geldiler ve : Ne haber var? dediler* Dedi ki: Lût'a öyle bir kavim müsâfir oldu ki yüzü onlardan daha gü-. zelini, kokulan onlardan daha hoş olanını asla görmedim. Koşarak ka­pıya geldiler. Lût onlan kapıda karşıladı ve uzun uzun onlarla ınücâ-* dele etti. O içerde, diğerleri dışarda idiler, Onlara Allah'ın adını ve-i rip : «İşte kızlarım, bunlar sizin için daha temizdir.» dedi.                :

Melekler kalktı ve kapıyı kapadı. Cibril, onların cezâlandmlması için izin istedi de Allah Teâlâ ona izin verdi. Olduğu (aslî) şekli ile semâya yükseldi. Kanadını açtı. —Cibril'in iki kanadı vardır. Kanadı üzerinde dizi dizi incilerden tüyler vardır. Ön dişleri parlak, alnı açık, saçları mercan gibi, siyah kıvırcık saçlıdır. O, kar gibi bembeyaz inci­dir, ayakları yeşile çalar—. Dedi ki: «Ey Lût; biz, Rabbının elçileriyiz. Onlar sana ilişemeyecekler.» Ey Lût, kapıdan çekil ve bizi onlarla baş-başa bırak. Lût kapıdan çekildi, Cibril çıkıp kanadını yaydı ve kana­dıyla onların yüzüne öyle bir vuruş vurdu ki gözlerini yardı, kör ol­dular. Yolu bilemediler ve evlerini bulamadılar. Sonra Lût, o gece aile­sini götürmekle emrolundu da şöyle buyuruldu : «Bir ara geceleyin ailenle birlikte yola çık.» Muhammed" İbn Kâ'b, Katâde ve Süddî'den de bunların bir benzeri rivayet edilmiştir.[37]

 

82  — Emrimiz gelince; oranın üstünü altına getirdik ve üzerine yığın yığın sert taşlar yağdırdık.

83  — Ki bu taşlar, Rabbmın katında işaretlenmiştir. Bunlar zâlimlerden hiç bir zaman uzak olmayacaktır.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «Emrimiz gelince; —ki güneş doğarken-dir— oranın —Sedom'un— üstünü altına getirdik.» Allah Teâlâ baş­ka bir âyette şöyle buyurur: «Onlara giydirdiğini giydirdi...» (Necm, 54). Yani onların üzerine slccîl'den taş yağdırdık. Siccîl kelimesi, Fars­ça olup çamurdan taş anlamındadır. Bu açıklama İbn Abbâs ve baş-kalarınmdır. Diğer bazıları ise bu kelimenin iki kelimeden müteşekkil olduğunu söylerler. Birinci kelime olan «Senk» kelimesi taş anlamın­da, kil kelimesi ise çamur anlamındadır. Allah Teâlâ başka bir âyet­te şöyle buyurur : «Ki üzerlerine çamurdan taş yağdıralım.» (Zâriyât, 33). Yani taşlaşmış son derece katı. Bazıları buradaki siccîl kelimesi­nin kızartılmış anlamında olduğunu söyler.(...)

Bazıları, âyetteki kelimesinin : Gökte bu iş için hazır­lanmış, anlamında olduğunu söylerler. Başkaları ise bunun : Onların başlarına inmede birbirini ta'kîb eden, yığın yığın, anlamında oldu­ğunu söylemişlerdir. Allah Teâlâ : «Ki bu taşlar, Rabbının katında işaretlenmiştir.» buyurur ki bunlar belirlenmiş, mühürlenmiş olup üzerlerinde sahiplerinin isimleri vardır. Her taşın üzerinde ineceği kimsenin ismi yazılıdır. Katâde ve İkrime ise kelimesinin tokalı anlamında olduğunu, onlarda kırmızılıktan bir eser olduğunu söylemişlerdir. Anlattıklarına göre; bu taşlar, ülke ahâlîsinin üzerine inmiştir. Ayrıca oranın çevresindeki köylere dağılmış olanların da üze­rine inmiştir. Onlardan birisi insanların yanında konuştuğu esnada birdenbire gökten bir taş gelmiş ve insanların arasından onun tepe­sine düşerek helak etmiştir. Taş, diğer ülkelerde olanları da ta'kîb et­miş ve sonuncularına varmcaya kadar onları helak ederek onlardan hiç kimse kalmamıştır.

Mücâhid der ki: Cibril Lût kavmini evlerinden, avlularından al­mış, onları hayvanları ve eşyalarıyla birlikte taşıyıp kaldırmış ve ni­hayet gök ehli, köpeklerinin ulumasını dahi işitmiştir. Sonra onları ters çevirmiş. Onları sağ kanadının, kanadını örttüğü zaman örtülen kısmı üzerinde taşımış. Onları çevirdiğinde onlardan ilk düşen ayrı olanları olmuş. Katâde der ki: Bize ulaştığına göre; Cibril, orta (bü­yük) kasabayı kenarlarından yakalamış, sonra onu gökyüzüne uçur­muş. Nihayet gökyüzü halkı, onların köpeklerinin seslerini dahi işit­miş. Sonra birbiri üzerindelerken onları helak etmiş. Sonra alay ede­rek kavimden (başka yerlere) dağılmış olanların peşine düşmüş. Ka­tâde der ki: Bize anlatıldığına göre dört kasaba olup, her kasabada yüz bin kişi varmış, Bir rivayette ise; onlar, üç kasaba olup büyük­leri Sedom imiş. Yine bize ulaştığına göre; İbrahim (ajs.), Sedom'un başına (karşısındaki yüksek bir yere) çıkıp şöyle dermiş : Ey Sedom, bu gün sana ne oldu?

Katâde ve başkalarından bir rivayette şöyle anlatılır : Bize ulaş­tı ki Cibril (a.s.) sabah olunca kanadını açmış, onların arazîsini için­deki sarayları, hayvanları, taşlan ve ağaçlarıyla, içinde olan şeylerin bütünüyle yerden koparmış, sonra onları kanadı" içinde toplayıp kat­lamış, sonra onları dünya semasına çıkarmış. Nihayet gökyüzü sakin­leri, insanların ve köpeklerin seslerini işitmişler. Onlar, dört bin kere bin kişi (4 Milyon) imişler. Sonra onları ters çevirip, ters çevrilmiş halde yeryüzüne dönderip birbirleri üzerine atmış, onları alt üst et­miş ve üstlerine sert taşlar yağdırmış. Muhammed İbn Kâ'b el-Ku-razî der ki: Lût kavmi beş kasabada idiler; Sedom —ki bu en büyük­tür—, Sa'be, Sa've, Asre ve Doma. Cibril bunları kanadına yüklemiş, yükseltmiş ve nihayet dünya göğünün ahâlîsini köpeklerinin uluma­sını ve tavuklarının seslerini işitmişler. Sonra onları yüzleri üzeri çe­virmiş ve sonra da Allah Teâlâ, onların üzerine taş yağdırmıştır. Al­lah Teâlâ : «Ülkelerinin üstünü altına getirdik. Üzerlerine sert taş yağ­dırdık.» (Hicr, 74) buyurur ki; Allah Teâlâ onu (Sedom'u) ve çevre­sindeki şehirleri helak buyurmuştur.

Süddî der ki: Lût kavmi, sabaha eriştiklerinde Cibril inmiş, yedi kat yerden yeryüzünü söküp koparmış, onu taşıyarak göğe ulaştırmış. O kadar ki dünya semâsı halkı, köpeklerinin ulumalarının ve horoz­larının seslerini işitmişler. Sonra onları ters çevirip öldürmüş. İşte Al­lah Teâlâ'nm : «Altı üstüne gelen kasabaları da o kaldırıp çarptı.» (Necm, 53) sözü budur. Yeryüzüne düştüğünde ölmeyene gelince; Al­lah Teâlâ, o yerin altında iken üzerine taş yağdırmıştır. Yeryüzünde onlardan dağılmış olanların ise köylerde peşine düşülmüş; birisi ko­nuşurken taş gelmiş ve onu öldürmüş. İşte AJlah Teâlâ'nın «Ve üzerlerine  (köylerde) sert taşlar yağdırdık.» kavli budur. Süddî böyle söy­lemiştir.

Allah Teâlâ : «Bunlar zâlimlerden hiç bir zaman uzak olmayacak­tır.» buyurur ki bu ceza ve azâb zulümlerinde onlara benzeyenlerden hiç bir zaman uzak olmayacaktır. Sünenlerde İbn Abbâs'tan rivayet edilen merfû' bir hadîste şöyle buyurulur : Lût kavminin yaptığını ya­panı bulduğunuz zaman, hem yapanı ve hem de yapılanı öldürünüz. Kendisinden rivayet edilen bir kavlinde İmâm Şafiî ve âlimlerden bir grup bu hadîsle amel ederek evli olsun veya olmasın livâta yapanın öldürüleceği görüşündedirler. İmâm Ebu Hanîfe ise onun önce yük­sek bir yerden atılıp, sonra taşlanacağı görüşündedir. Nitekim Allah Teâlâ Lût kavmine böyle yapmıştır. En doğrusunu Allah Teâlâ bilir.[38]

 

84 — Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı yolladık. Dedi ki : Ey kavmim; Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhı­nız yoktur. Ölçüyü tartıyı eksik tutmayın. Ben, sizi iyi bir halde, refah içinde görüyorum. Ve sizi azâbla kuşatacak bir günden korkuyorum.

 

Medyen Halkı ve Şuayb Peygamber

 

Allah Teâlâ : «Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı yolladık.» buyurur. Bunlar araplardan bir kabile olup Hicaz ile Şam arasında Meân ülke­sine yakın ve onlarla tanınan, adına Medyen denilen bir yerde oturur­lardı. Allah Teâlâ onlara Şuayb'ı yolladı. Şuayb, neseb yönünden on­ların şereflilerinden idi. Bu sebepledir ki: «Kardeşleri Şuayb'ı yolla­dık» buyurmuştur. Onlara yegâne Allah'a ibâdet etmelerini emretmiş, ölçü ve tartıyı eksik tutmaktan onları men'etmiştir. Şöyle demişti: «Ben sizi (maişet ve rızkında) iyi bir halde, refah içinde görüyorum.» Allah'ın haramlarını işlemeniz sebebiyle içinde olduğunuz şeylerin siz­den sökülüp alınmasından «Ve sizi azâbla kuşatacak âhiret yurdun­daki bir günden korkuyorum.»[39]

 

85  — Ey kavmim; ölçüyü ve tartıyı hakkaniyetle ye­rine getirin. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin, yeryü­zünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.

86  — îmân ediyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı sizin için daha hayırlıdır. Sonra ben sizin üzerinizde bir koru­yucu da değilim.

 

Şuayb (a.ş.) önce onları, insanlara verdikleri zaman ölçü ve tar­tıyı eksik tutmaktan men'etmiş, sonra ise verme ve almalarında ada­letle ölçü ve tartıyı tâm tutmalarını emretmiş, yeryüzünde fesada koş­maktan onları men'etmiştir. Onlar yol keserlerdi.

Allah Teâlâ : «Allah'ın geri bıraktığı sizin için daha hayırlıdır.» buyurur. İbn Abbâs der ki: Allah'ın rızkı, sizin için daha hayırlıdır. Allah'ın vereceği rızık sizin insanlara eksik vermenizden daha hayır­lıdır, demiştir. Rebî' İbn Enes : Allah'ın tavsiyesi (vasiyyeti) sizin için daha hayırlıdır, derken; Mücâhid : Allah'a itaat sizin için daha hayır­lıdır, demiş, Katâde de : Allah'tan olan nasibiniz, sizin için daha ha­yırlıdır, demiştir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de şöyle der : Helak azâbda, kalma (geride bırakılan) ise rahmettedir. Ebu Ca'fer îbn Cerîr der ki: Allah'ın geri bıraktığı sizin için daha hayırlıdır. Öl­çü ve tartıyı tâm tuttuktan sonra kalan kâr sizin için insanların mal­larını almanızdan daha hayırlıdır. Bu açıklama, İbn Abbâs'tan riva­yet edilmiştir. Ben de derim ki: Bu, Allah Teâlâ'nın : «De ki: Mur­darın çokluğu hoşunuza gitse de; murdarla temiz bir olmaz.» (Mâide, 100) âyetine benzemektedir. Yoksa ben sizin üzerinizde bir koruyucu değilim. Ben sizi murâkebe edici ve koruyucu değilim. Bunları insan­ların sizi görmesi için değil, bilakis Allah için yapınız.[40]

 

87 — Dediler ki : Ey Şuayb; senin namazın mı bize babalarımızın taptıklarını ve mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmamızı men'ediyor? Sen, doğrusu aklı başında, yu­muşak huylu birisin.

 

Onlar —Allah onları kahretsin— alay yollu ona diyorlardı ki: Ey Şuayb, senin namazın mı —A'meş: Senin Kur'an'ın mı? diye açıklı­yor— bize babalarımızın taptığı putları ve mallarımızı dilediğimiz gi­bi kullanmamızı men'ediyor? Yani biz senin sözün üzerine mi ölçü ve tartıyı eksik tutmayı bırakacağız? Onlar bizim mallarımız; onlarda biz dilediğimizi yaparız.

Senin namazın mı bize babalarımızın taptıklarını bırakmamızı emrediyor? âyeti hakkında Hasan der ki: Evet, Allah'a yemin olsun ki onun namazı babalarının taptıklarını bırakmalarını onlara emre­diyor. Sevrî: «Mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmamızı men'ediyor.» âyetinde zekâtı kaydettiklerini söyler.

îbn Abbâs, Meynûn İbn Mihrân, İbn Cüreyc, İbn Eşlem ve İbn Ce-rîr'in söylediklerine göre onlar —Allah düşmanları— «Sen, doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin, d sözünü alayvarî söylüyorlardı. Allah onlan kahretsin ve rahmetinden uzaklaştırsın ki, öylece de yap­mıştır.[41]

 

88 — Dedi ki : Ey kavmim; ben Rabbımdan apaçık bir delil üzere iken O, bana kendisinden güzel bir rızık ih­san etmişse ne dersiniz? Size yasakladığım şeylere aykırı hareket etmek istemem. Gücümün yettiği kadar islâh et­mekten başka bir isteğim yoktur. Başarım ancak Allah'­tandır. O'na tevekkül ettim ve O'na yöneliyorum.

 

Şuayb onlara diyor ki: Ey kavmim; (ben kendisine çağrıldığım hususta) Rabbımdan apaçık bir delil (ve basiret) üzere iken O, bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmişse ne dersiniz? Burada güzel rızık ile peygamberliğin kaydedildiği de, helâl rızkın kasdedildiği de söylenmiştir ki, her ikisine de ihtimâli vardır.

Sevrî «Size yasakladığım şeylere aykırı hareket etmek istemem.» âyetinde der ki: Size bir şeyi yasaklayıp da sizden gizli olarak, gizli saklı yerlerde ona aykırı hareket etmem. Nitekim Katâde de, «Size yasakladığım şeylere aykırı hareket etmek istemem.» âyetinde şöyle diyor : Sizi bir işten men'edip de ben onu işleyecek değilim. Size em­redip yasakladıklarımda gücüm yettiğince ve bütün gücüm ve tâka-tımla sizi ıslaha çalışmaktan başka bir amacım yoktur. İstediklerim­de hakka isabet etmede başarım ancak Allah'tandır. Bütün işlerimde O'na güvendim. Ve ona yönelip dönüyorum. Bu açıklamaya Mücâhid ve başkaları yapmışlardır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Hakîm İbn Muâviye'den, onun da babasından rivayetine göre, kardeşi Mâlik : Ey Muâviye, Mu-hammed komşularımı aldı, ona git, muhakkak ki o seninle konuşur ve seni tanır, demişti. Şöyle anlatıyor : Onunla birlikte gittim. Dedi ki: Komşularımı bana bırak. Onlar müslüman olmuşlardı. (Hz. Pey­gamber) ondan yüzünü çevirdi de o öfkeyle kalktı ve : Allah'a yemin olsun ki eğer sen böyle yaparsan insanlar senin bir şey emrettiğini ve ona aykırı hareket ettiğini sanırlar, dedi. O konuşurken ben onu çe­kiyordum. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: Ne diyorsun? Şöyle dedi: Allah'a yemîn olsun ki, sen eğer böyle yaparsan; insanlar senin bir şey emrettiğini ve buna (emrettiğine) aykırı hareket ettiğini sanırlar. Allah Rasûlü : Gerçekten bunu söylerler miydi? Şayet ben bunu yap­mışsam bunun vebali ancak banadır, onlara bundan bir vebal yoktur, buyurdu. Komşularını ona gönderdiler.

Yine Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk'ın... Behz İbn Hakîm'den, onun babasından, onun da dedesinden rivayetine göre; o, şöyle anlat­mıştır : Hz. Peygamber (s.a.) benim kavmimden bazı kimseleri bir töhmet yüzünden yakalamış ve hapsetmişti. Kavmimden birisi Allah Rasûlü (s.a.) hutbe okurken gelip : Ey Muhammed komşularımı ni­çin hapsediyorsun? dedi. Allah Rasûlü (s.a.) ona cevab vermedi de o : Muhakkak ki bazı kimseler : Sen bir şeyi yasaklıyorsun ve yalnız ba­şına onu yapıyorsun, diyorlar, dedi. Hz. Peygamber (s.a.) : Ne söylü­yor? buyurdu. Ben, Allah Rasûlü onun sözünü işitir de kavmine bed­dua eder ve bu bedduadan sonra ebediyyen felah bulamazlar korku­suyla aralarına lâf karıştırmaya başladım. Allah Rasûlü (s.a.) sözü­ne devam etti de nihayet onun ne dediğini anladı ve şöyle buyurdu : Gerçekten onu söylediler mi —onlardan birisi gerçekten böyle söyle­di mi?— Allah'a yemîn olsun ki şayet yapmışsam bu onlara değil, benim üzerime bir vebaldir. Komşularını serbest bırakınız.

Yine bu kabilden olmak üzere İmâm Ahmed şu hadîsi rivayet eder : Bize Ebu Âmir'in... Ebu Hamîd ve Ebu Esîd'den rivayetine gö­re; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Benden bir söz işittiğiniz zaman kalbleriniz bilir, tanır, size yumuşak gelir, kendinize onu ya­kın görürseniz; bilin ki o söze en lâyığınız benim. Benden bir söz işi­tip de o sözden kalbiniz hoşnûd olmaz ve sizler ondan nefretle uzak­laşır, kendinizden onu uzak görürseniz; bilin ki o söze sizin en uzağı­nız benim. Bu hadîsin isnadı sahihtir. Aynı isnâd ile Müslim : Sizden biriniz mescide girdiğinde : Ey Allah'ım, bana rahmetinin kapılarını aç; mescidden çıktığında ise : Ey Allah'ım, ben senden fazlasını, ih­sanını isterim, desin, hadîsini tahrîc etmiştir. Yukardaki hadîsin an­lamı —en doğrusunu Allah bilir— şöyle olmalıdır : Benden size bir hayır ulaştığı zaman bilin ki ona en lâyığınız benim. Her ne ki hoş­lanılmaz; ona sizin en uzağınız benim. Size yasakladığım şeylere ay­kırı hareket etmek istemem.

Katâde'nin Azra'dan, onun Hasan el-Uranî'den, onun Yahya İbn el-Bezzâr'dan, onun da Mesrûk'tan rivayetine göre; bir kadın, İbn Mes'ûd'a gelip : Sen saçına saç ekleyeni (peruk takam) men mi edi­yorsun? diye sormuş ve o; evet, demiştir. Kadın : Fakat belki senin kadınlarından bazısında da vardır, değil mi? demiş ve İbn Mes'ûd şöyle cevab vermiş : O halde sâlih kulun vasiyyetini ben muhafaza et­memiş olurum : Size yasakladığım şeylere aykırı hareket etmek iste­mem.

Osman İbn Ebu Şeybe'nin Cerîr'den, onun da Ebu Süleyman'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ömer İbn Abdülazîz'in içinde emir ve yasak bulunan mektupları bize gelirdi. Sonunda şöyle yazılıydı: Bunlardan ancak sâlih kulun dediği gibisi olmuştur : «Başarım ancak Allah'tandır. O'na tevekkül ettim ve O'na yöneliyorum.»[42]

 

89 — Ey kavmim, bana karşı gelmeniz; Nuh kavmi­nin, Hûd kavminin, Sâlih kavminin başına gelen felâke­tin benzerini, sakın başınıza getirmesin. Lût kavmi de siz­den pek uzak değildir.

90 — Rabbmızdan mağfiret dileyin, sonra da tevbe edin O'na. Doğrusu benim Rabbım, Rahîm'dir, Vedûd'-dur.

 

Şuayb onlara der ki: Ey kavmim, bana karşı gelmeniz; bana düş­manlık ve kin beslemeniz sizi içinde bulunduğunuz küfür ve fesâdda ıs­rara sürüklemesin. Böyle yaparsanız Nuh, Hûd, Salih ve Lût kavim­lerinin başına gelen musibet ve azabın bir misli sizin de başınıza ge­lir. Katâde,  «Ey kavmim, bana karşı gelmeniz... felâketin benzerini sakın başınıza getirmesin.» âyetindeki ( jlü ) kelimesini: Benden ayrı olmanız, şeklinde Süddî ise : Bana olan düşmanlığınız sebebiyle sapıklık ve küfürde devam ederseniz, onların başına gelen azâb, sizin de başınıza gelir, şeklinde açıklamıştır. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Avfın... Ebu Leylâ el-Kindî'den rivayetine göre; o, şöyle anlatır: Efendimin hayvanını (binitini) tutmuş onunla bera­berdim. İnsanlar, Osman İbn Affân'ın çevresini kuşatmışlardı. Birden evinden üzerimize (karşımıza) çıktı ve : Ey kavmim, bana karşı gel­meniz Nûh kavminin, veya Hûd kavminin veya Salih kavminin başı­na gelen felâketin benzerini sakın başınıza getirmesin. Ey kavmim, beni öldürmeyiniz. Eğer siz beni öldürürseniz şöyle olursunuz, dedi ve parmaklarını birbirine geçirdi.

Allah Teâlâ : «Lût kavmi de sizden pek uzak değildir.» buyurur ki burada zaman yönünden uzaklığın kasdedildiği söylenmiştir. Katâ­de der ki: Onlar ancak dün sizin önünüzde helak olundular. Bu uzak­lığın yer bakımından olduğu da söylenmiş olup her ikisine de ihtimâli vardır. «Rabbınızdan geçmiş günâhlar için mağfiret dileyin, sonra da gelecekte vuku bulacak kötü amellerinizden O'na tevbe edin. Doğru­su benim Rabbım; tevbe edip O'na dönenler için Rahîm'dir, Vedûd'-dur.»[43]

 

91 — Dediler ki : Ey Şuayb, söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve seni aramızda cidden zayıf görüyoruz. Taraftârlarm olmasaydı, seni taşlardık.   Esasen   sen bizim yanımızda şerefli kimse de değilsin.

92 — Dedi ki : Ey kavmim; benim taraftarlarım size göre Allah'tan daha mı üstün ki O'na sırt çevirdiniz? Doğ­rusu Rabbım, sizin yaptıklarınızı kuşatmıştır.

 

Onlar diyorlar ki: Ey Şuayb, söylediklerinin çoğunu anlamıyo­ruz. Bizim kulaklarımızda sağırlık, bizimle senin aranda perde var. Ve seni aramızda cidden zayıf görüyoruz. Saîd İbn Cübeyr ve Sevrî'nin söylediğine göre; onun gözlerinde rahatsızlık vardı. Ayrıca Servî ona peygamberlerin hatibi dendiğini ae kaydeder. Süddî' «Seni aramızda cidden zayıf görüyoruz.» âyetinde. onların : Sen bir teksin, demek is­tediklerini söyler. Ebu Ravk der ki: Onlar bununla onun zelîl olduğu­nu kasdetmişlerdir ve demişlerdi ki: Zîrâ senin aşiretin bile senin di­nin üzere değiller.

«Taraftarların, kavmin ve aşiretin olmasaydı; şayet senin kav­min şerefçe bize üstün olmasaydı, muhakkak ki biz seni taşlardık.» Burada taşlamanın; taş ile olacağı da, sövme ile olacağı da söylen­miştir. «Esasen sen bizim yanımızda şerefli kimse de değilsin.» Ey kav­mim, benim taraftarlarım size göre Allah'tan daha mı üstün ki beni kavmim sebebiyle bırakıyorsunuz da peygamberine bir kötülük dokun­durmanızın Allah'a büyük ve ağır geleceğinden dolayı beni bırakmı­yorsunuz? Allah'ın tarafını arkanıza attınız, O'na sırt çevirdiniz, O'na itâatla ta'zîmde bulunmadınız? «Doğrusu Rabbım, sizin yaptıklarını­zı kuşatmıştır.» Sizin bütün amellerinizi O en iyi bilendir ve bunlar sebebiyle sizi mutlaka cezalandıracaktır, dedi.[44]

 

93 — Ey kavnrni; elinizden   geleni   yapın. Doğrusu ben de yapacağım. Kime rüsvây edecek bir azabın gelece ğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözetmeyenlerdenim.

94  — Emrimiz gelince; Şuayb'ı ve beraberindeki ina­nanları, katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Zulmeden­leri de korkunç bir ses yakaladı ve oldukları yerde diz üs­tü çöküverdiler.

95  — Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki; Se-mûd da Medyen de Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.

 

Allah'ın peygamberi Şuayb (a.s.) kavminin davetine icabet etme­sinden ümidi kestiğinde dedi ki: «Ey kavmim, elinizden geleni yapın, yolunuz üzere gitmeye devam edin. —Bu şiddetli bir tehdîddir—. Ben de yolum ve metodum üzere gideceğim. Âhiret yurdunda kime rüs-vây edecek bir azabın geleceğini ve benimle sizden kimin yalancı ol­duğunu bileceksiniz. Gözetleyin, bekleyin, doğrusu ben de sizinle be­raber gözetleyenlerdenim.» Allah Teâlâ buyurur ki: Emrimiz gelin­ce; Şuayb'ı ve beraberindeki inananları, katımızdan bir rahmet olarak kurtardım. Kavminden zulmedenleri de korkunç bir ses yakaladı. Ve oldukları yerde hareketsiz, sönmüş, cansız halde diz üstü çöküverdiler. Allah Teâlâ burada onlara korkunç bir sesin geldiğini, A'râf sûresin­de bir sarsıntının onları yakaladığını, Şuarâ sûresinde de onlara «zul-le gününün azabının» geldiğini zikreder. Halbuki onlar, bir tek üm­mettir. O halde azaba dûçâr kaldıkları günde bütün bu aaablar, on­lar için bir araya gelmiştir. Allah Teâlâ bu âyetlerden her birinde, sö­zün akışına uygun olanını zikretmiştir. A'râf sûresinde onlar: «Ey Şuayb; seni ve beraberindeki inanmış olanları, memleketimizden çı­karırız.» (A'râf, 88). dediklerinde, orada sarsıntının zikredilmesi uy­gundur. Onların üzerinde zulmettikleri ve peygamberlerini çıkarmak istedikleri yer, onları sarsmıştır. Burada onlar peygamberlerine karşı sözlerinde edebsizlik ettiklerinde; onları susturacak ve söndürecek VkOTİEünç bil sesin zikredilmesi münâsibttr. Şuaiâ sûresinde ise on\ar. «Eğer sâdıklardan isen bize gökten bir parça indir.» (Şuarâ, 187). de­diklerinde Allah Teâlâ (onların bu davranış ve sözlerine en münâsib gelen azabı zikrederek) şöyle buyurur : «Ve onları bulutlu bir günün azabı yakaladı. Doğrusu o, büyük bir günün azabı idi.» (Şuarâ, 189). İşte bu son derece ince, garîb (Kur'an) sırlarındandır. Devamlı ve çok hanıd, minnet Allah'adır.

Sanki yurtlarında ondan önce hiç yaşamamışlardı. Bilin ki;' Se-mûd kavmi gibi Medyen halkı da, Allah'ın rahmetinden uzaklaştı. Semûd kavmi onların yurtlarına komşu, yol kesme ve küfürde onların tenzeri olup onlar gibi arap idiler.[45]

 

96  — Andolsun ki Musa'yı, âyetlerimizle ve apaçık bir delille Firavun'a ve erkânına gönderdik.

97  — Yine de onlar Firavun'un emrine uydular. Oy­sa Firavun'un emri hiç de doğru değildi.

98  — O, kıyamet gününde kavmine Öncülük eder ve onları ateşe götürür. Ne kötü yerdir onların gittikleri yer.

99  — Hem burada, hem de kıyamet gününde la'nete uğratıldılar. Kendilerine verilen bu bağış ne kötü bir ba­ğıştır.

 

Hz. Musa'yı Da Belgelerle Gönderdik

 

Allah Teâlâ Hz. Mûsâ (a.s.) yi âyetleri, kesin, parlak delil ve hüc­cetleri ile kıbtî milleti üzerinde Mısır diyarının kralı olan Firavun —Allah ona la net etsin— a gönderdiğini haber veriyor. Firavun'un azgınlık ve sapıklıkta ki yoluna ve metoduna uydular. Oysa Firavun' un emri'hiç de doğru değildi. Onda bir olgunluk ve hidâyet yoktu. Sırf bilgisizlik, sapıklık, küfür ve inâddan ibaretti. Onlar, nasıl ki dünya­da ona uymuşlarsa; kıyamet günü de onların öncüleri ve reisleri olup onları cehennem ateşine götürecek, ölüm havuzlarından içeceklerdir. En ağır azâbdan onun nasibi elbette en çok olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ, başka âyetlerde şöyle buyurur: «Fakat Firavun, peygambere isyan etti. Biz de onu çok ağır bir cezaya uğrattık.» (Müzzemmil, 16) «Ama o yalanlayıp isyan etti. Sonra arkasını döndü, koşmaya başla­dı. (Adamlarım) toplayıp seslendi ve : Sizin en yüce Rabbınız benim, dedi. Bunun üzerine Allah, onu dünya ve âhirette azâbıyla yakaladı. Şüphesiz ki, bunda korkan kimseler için ibret vardır.» (Nâziât, 21-26) : Allah Teâlâ burada ise şöyle buyurur : «O, kıyamet gününde kavmi­ne Öncülük eder ve onları ateşe götürür. Ne kötü yerdir onların gittikleri yer.» İşte kendilerine uyulanların hali budur; onlar (Allah'a) dö­nüş gününde azâblan en çok olacaklardır. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i kerînıe'de : «Hepiniz için katmerlidir. Ne var ki bilmezsiniz.» (A'râf, 38) buyururken kâfirlerin ateşte şöyle diyeceklerini haber verir: «Rab-bımiz, biz büyüklerimize ve yöneticilerimize itaat etmiştik, Onlar da bizi yoldan saptırdılar. Rabbımız onlara azâbdan iki kat ver. Ve on­ları büyük bir la'netle la'netle.»  (Ahzâb, 67-68).

îmâm Ahmed der ki: Bize Huşeym'in... Ebu Hüreyre'den rivaye­tine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : İmr'ül-Kays câhi-liyye şâirlerinin sancağını ateşe  (doğru giderken)  taşıyandır.

Allah Teâlâ: «Hem burada, hem de kıyamet gününde la'nete uğ­ratıldılar. Kendilerine verilen bu bağış, ne kötü bir bağıştır.» buyurur ki; onları, cehennem azabı ile cezalandırmamıza ilâveten bu dünya hayatında da la'nete uğrattık. Kendilerine verilen bu bağış ne kötü bir bağıştır. Mücâhid der ki: Kıyamet günü de onlara bir la'net artı­rılmış olup işte iki la'net budur.

Ali İbn Ebu Talha'nm İbn Abbâs'tan rivayetinde o, «Bu bağış ne kötü bir bağıştır.» âyeti hakkında şöyle der: O, dünya ve âhiret la'-netidir. Dahhâk ve Katâde de böyle söyler. Allah Teâlâ'mn şu .sözü de böyledir: ((Onları ateşe çağıran önderler kıldık. Kıyamet günü de yardım görmezler. Bu dünyada arkalarına la'neti taktık. Kıyamet gü­nünde de onlar iğrenç kimselerden olacaklardır.» (Kasas, 41-42) Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Sabah akşam ateşe sunulur­lar. Kıyamet çattığı gün : Firavun'un adamlarını azabın en şiddet­lisine sokun, denir.» (Ğâfir, 46).[46]

 

100  — Bunlar; o kasabanın haberleridir ki, sana an­latıyoruz. Onların bir kısmı hâlâ duruyor, bir kısmı ise si­linip gitmiştir.

101  — Onlara Biz zulmetmedik, fakat onlar kendile­rine zulmettiler. Rabbınm emri gelince de Allah'ı bırakıp taptıkları ilâhları kendilerine bir fayda vermedi. Kayıp­larını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.

 

Allah Teâlâ bu peygamberlerin ümmetleri ile beraber haklarında cereyan eden olayları, kâfirleri nasıl helak buyurup inananlan nasıl kurtardığını zikrettiğinde buyurur ki: Bunlar o kasabaların haber-lerindendir ki sana anlatıyorum. Onların bir kısmı hâlâ ma'mûr hal­de duruyor, bir kısmı ise helak olmuş, köhneleşmiş ve silinip gitmiş­tir. Onları helak ettiğimizde biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar el­çilerimizi yalanlamak ve onları inkâr etmek suretiyle kendi kendileri­ne zulmettiler. Rabbının emri gelince Allah'ı bırakıp da taptıkları, dua ettikleri putları, ilâhları kendilerine bir fayda vermedi. Allah'ın onla­rı helak etme emri geldiğinde onları bundan kurtaramadı. Kayıpları­nı artırmaktan başka bir şeye de yaramadı. Mücâhid, Katâde ve baş­kaları âyetteki kısmını «Eksiltmesiz» şeklinde açıkla­mışlardır. Bu böyledir; zira onların helak ve yok olmaları ancak bu ilâhlara tâbi olup onlara ibâdet etmeleri sebebiyledir. İşte bu sebeple onların başlarına gelen gelmiş; dünyada ve âhirette onlar sebebiyle hüsrana uğramışlardır.[47]

 

102 — İşte böyledir Rabbının yakalayışı, kasabaların zâlim halkını yakaladığı zaman. Çünkü O'nun yakalama­sı hem şiddetli, hem de acıklıdır.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «Peygamberlerimizi yalanlayan o zâlim nesilleri nasıl helak etmişsek, aynı şekilde onların benzer ve emsalle­rine de böylece yaparız. O'nun yakalaması hem şiddetli, hem de acık­lıdır.» Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ebu Musa el-Eş'arî (r.a.) den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) : Allah Teâlâ muhak­kak ki zâlime mühlet verir. Nihayet onu yakaladığında asla kurtula­maz, buyurmuş ve sonra da : «İşte böyledir Rabbının yakalayışı, ka­sabaların zâlim halkını yakaladığı zaman. Çünkü O'nun yakalaması hem şiddetli, hem de acıklıdır.» âyetim okumuştur.[48]

 

103  — Muhakkak ki âhiret azabından korkanlar için, bunda âyet vardır. O gün; bütün insanların toplanacağı gündür ve o görülecek gündür.

104  — Biz o günü, ancak belirli bir süreye kadar er­teleriz.

105  — O gün gelince; Allah'ın izni olmadan kimse konuşamaz. Onlardan kimisi bedbaht, kimisi de bahtiyar­dır.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «Andolsun ki, kâfirleri helak etmemiz­de, peygamberlere yardım etmemiz ve inananları kurtarmamızda hiç şüphesiz âhiret yurdundaki va'dimizin doğruluğuna ibretler ve âyet­ler vardır. Şüphesiz ki Biz, peygamberlerimize ve îmân etmiş olanlara hem dünya hayatında, hem de şâhidlerin şehâdet edecekleri günde mutlaka yardım ederiz.» (Gâfir, 51). Allah Teâlâ başka bir âyette ise şöyle buyurur : «Rabları da peygamberlere vahyetti ki: Biz, zâlimle­ri mutlaka helak edeceğiz. Onlardan sonra yeryüzüne sizi yerleştire­ceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkanlara va'dimdir.» (İb-râhîm, 13-14).

Allah Teâlâ burada : «O gün onlardan hiç biri kalmamak üzere ilkleri ve sonlarıyla bütün insanların toplanacağı gündür.» buyurur­ken başka bir âyette şöyle buyurur ; «Hiç birini bırakmaksızın topla­rız onları.» (Kehf, 47) «Ve o görülecek gündür.» o, öyle büyük bir gündür ki; bütün melekler orada hazır bulunur, bütün peygamber­ler orada toplanır, insan, cinnî, kuş ve vahşî hayvanları ile toptan bü­tün yaratıkların toplanacağı bir gündür. Onlar hakkında zerre ağır­lığı zulmetmeyen Âdil hüküm verir. Şayet bir tek iyilik dahi olsa onu kat kat artırır.

«Biz o günü, ancak belli bir süreye kadar erteleriz.» Kıyametin kopmasını ancak şu sebeple geciktiriyoruz : Âdem'in neslinden sayılı insanların vücûda gelmesi hususundaki Allah'ın sözü, kazası ve ka­deri kesinleşmiştir. Allah Teâlâ onlar için belli bir süre koymuştur. Süre sona erip Âdem'in zürriyetinden çıkmaları takdir buyurulmuş olanların varlıkları tekâmül ettiği zaman Allah Teâlâ kıyameti kopa­rır. Bu sebepledir ki: «Biz o günü, ancak belirli bir süreye, muvakkat bir müddete kadar erteleriz.» buyurmuştur. Bu süre ne artar ve ne de eksilir. O gün gelince; Allah'ın izni olmadan kimse konuşamaz. O gün gelince —ki, kıyamet günüdür— Allah'ın izni olmadan kimse ko­nuşamaz. Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «O gün rûh ve melekler saf halinde duracaklardır. Rahmân'ın izin verdiğinden baş­kaları konuşamazlar. O da doğruyu söyler.» (Nebe', 38), «Sesler Rah­mân'ın heybetinden kısılmıştır ve sen fısıltıdan başka bir şey işitmez­sin.» (Tâhâ, 108). Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde, Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet edilen uzun şefaat hadîsinde şöyle buyurulur : O gün peygamberler müstesna kimse konuşamaz. O gün peygamberlerin davası ise : Ey Allah'ım kurtar, kurtar, demekten ibarettir.

Allah Teâlâ : «Onlardan kimisi bedbaht, kimisi de bahtiyardır.» buyurur ki orada toplananlardan kimisi bedbaht, kimisi de bahtiyar­dır. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurulur : «Bir fırka cennette, bir fırka da çılgın alevli cehennemdedir.» (Şûra, 7). Hafız Ebu Ya'lâ Müs-ned'inde der ki: Bize Mûsâ İbn Hayyân'm... Hz. Ömer (r.a.) den riva­yetine göre; o, şöyle demiştir: «Onlardan kimisi bedbaht, kimisi de bahtiyardır.» âyeti nazil olduğunda, Hz. Peygamber (s.a.) e sonlum ve dedim ki: Ey Allah'ın elçisi, ne üzere amel edeceğiz? Bitirilen bir şeye mi, yoksa bitmemiş bir şey üzerine mi? Buyurdu ki: Elbette bi­tirilen şey üzerine ey Ömer, kalem onu yazmıştır. Fakat herkes yara­tıldığı şeye müyesser ve muvaffak kılınır.

Sonra Allah Teâlâ bedbaht ve bahtiyârlann durumunu açıklamak üzere buyurur ki:[49]

 

106  — Bedbahtlara gelince; onlar, cehennemdedirler. Orada yüksek sesle solurlar.

107  — Gökler ve yer durdukça orada temelli kala­caklardır. Rabbmm dilediği müddet başka. Muhakkak ki Rabbm, dilediğini yapandır.

 

Allah Teâlâ : «Orada yüksek sesle solurlar.» buyurur ki bu âyet­te geçen ve kelimeleri hakkında İbn Abbâs şöyle der: Zefir boğazda, şehîk ise göğüstedir. Yani onların teneffüs etmeleri zefir, nefes almaları ise şehîk'tir ve bunda onlar için bir azâb var­dır. Allah bizi bundan korusun. «Gökler ve yer durdukça orada temel­li kalacaklardır.» İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Araplar bir şeyi ebedî olarak devamla nitelemek istediklerinde : Bu; gökler ve yerin de-vâmınca devamlıdır, derlerdi. Aynı şekilde : O, gece ve gündüz birbi­rini ta'kîb ettikçe, gece ve gündüz durdukça ve geyikler kuyruklarını sallayıp hareket ettirdikçe bakîdir, derler ve bununla ebedî olmayı kasdederlerdi. İşte Allah Teâlâ. da aralarında bildikleri ve âdet haline getirdikleri ile hitâbda bulunmuş ve : «Gökler ve yer durdukça orada temelli kalacaklardır.» buyurmuştur. Ben de derim ki: Burada gök­ler ve yerin devamından, onların cinsinin kasdedilmiş olması muhte­meldir. Zîrâ âhiret âleminin de gökleri ve yeri olması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i kerîmede : «O gün yer başka bir yerle değişti­rilir. Gökler de başka göklerle.» (İbrâhîm, 48) buyurur. Bu sebeple­dir ki Hasan el-Basrî «Gökler ve yer durdukça...» âyeti hakkında şöy­le demiştir: Bu gök bir başka gök ile, bu yeryüzü başka bir yeryüzü ile değiştirilir. Bu gök ve yer kalmaz. İbn Ebu Hatim der ki: Süfyân İbn Hüseyn kanalıyla... İbn Abbas'tan gökler ve yer durduk­ça... âyeti hakkında anlatıldığına göre; o, şöyle demiştir : Her cenne­tin göğü ve yeri vardır. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de : Yer yer olarak, gök de gök olarak devam ettikçe...  der.

Allah Teâlâ'nın : «Rabbının dilediği müddet başka. Muhakkak ki Rabbın, dilediğini yapandır.» âyeti Allah Teâlânın şu kavli gibidir : «Allah'ın diledikleri müstesna, devamlı kalmak üzere duracağınız yer ateştir. Muhakkak ki Rabbın Hakîm'dir, Alîm'dir.» (En'âm, 128). Mü-fessirler, bu âyette zikredilen istisnadan maksadın ne olduğu husu­sunda, birçok görüşler ileri sürerek ihtilâf etmişlerdir. «Zâd'ül-Mesîr» kitabında Şeyh Ebu'l-Ferec İbn el-Cevzî ve diğer tefsir âlimleri bu gö­rüşleri nakletmişlerdir. İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr —Allah ona rah­met eylesin— kitabında bunlardan bir çoğunu nakletmiş ve Hâlid İbn Ma'dân, Dahhâk, Katâde ve Ebu Sinan'dan nakletmiş olduğu görüşü tercih etmiştir. İbn Ebu Hâtim'in İbn Abbâs ve Hasan'dan rivayet et­tiği bu görüşe göre; buradaki istisna, Allah Teâlâ'nın melekler, pey­gamberler ve mü'minlerden şefaat edenlerin büyük günâh sahiplerine şefaat ettiklerinde onların şeîâatlan ile ateşten çıkaracağı tevhîd eh­linin âsîlerine aittir. Sonra merhametlilerin en merhametlisi olan Al­lah'ın rahmeti gelecek ve ömründe bir gün «Allah'tan başka ilâh yok­tur.» diyen ve fakat hiç bir hayır işlememiş olanları ateşten çıkaracak­tır. Nitekim bu mânâda olmak üzere Allah Rasûlü (s.a.) nden sahih ve meşhur haberler; Enes, Câbir, Ebu Saîd, Ebu Hüreyre ve sahabeden başkaları   tarafından   rivayet   edilen   hadîsler   de   vârid   olmuştur.

Bundan sonra cehennemden asla kurtulup uzaklaşamayacak ve orada ebediyyen kalmak hakkında vâcib olan dışında ateşte kimse kal­mayacaktır. Eski ve yeni âlimlerden bir çoğunun, bu âyet-i kerîme'nin tefsirinde söyledikleri budur. Bu âyetin tefsirinde sahabeden mü'min-lerin emîri Ömer İbn Hattâb, İbn Affân, İbn Mes'ûd, Ebu Hüreyre, Ab­dullah İbn Amr, Câbir ve Ebu Saîd'den; Tâbiûn'dan Ebu Miclez, Şa'bî ve başkalarından; İmamlardan Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem, İs-hâk İbn Rahûyeh ve başkalarından; garîb görüşler rivayet edilmiştir. Taberânî'nin Mu'cem el-Kebîr'inde Ebu Ümâme Sudayy İbn Aclân el-Bâhilî'den garîb bir hadîs rivayet edilmişse de isnadı zayıftır. En doğ­rusunu Allah bilir. Katâde : Allah neyi istisna ettiğini en iyi bilendir, demiş; Süddî de bu âyetin «Onlar orada temelli kalacaklardır.» âyeti ile mensûh olduğunu söylemiştir.[50]

 

108 — Bahtiyar olanlar ise cennettedirler. Gökler ve yer durdukça temelli kalacaklardır orada, Rabbınm dile­diği başka. Bu, ardı arkası kesilmeyen bir vergidir.

 

Allah Teâlâ buyurur ki : Peygamberlere tâbi olmuş olan bahtiyar­lar ise cennettedirler, gökler ve yer durdukça orada temelli kalacaklar­dır. Rabbınm dilediği başka. Buradaki istisnanın anlamı şudur : On­ların içinde bulundukları nimetlerde devamları Allah'ın zâtına vâcib bir şey değildir. Bilakis bu, Allah Teâlâ'mn dilemesine bağlıdır ve bu onlara Allah'ın bir nimetidir. Bu sebepledir ki kendilerine nefes (alıp verme) ilham olunduğu gibi tesbîh ve hamdetme de ilham olunur. Dah-hâk ve Hasan el-Basrî derler ki: Bu; cehennemde olan muvahhidlerin âsîleri hakkındadır. Sonra oradan çıkarılırlar. Nitekim bunun hemen peşinden : «Bu, ardı arkası kesilmeyen bir vergidir.» buyurmuştur. Bu açıklama İbn Abbâs, Mücâhid, Ebu'l-Âliye ve bir çoklarına aittir. Zîrâ bazı kimseler, Allah'ın dilemesinin zikredilmesinden sonra ortada bir kopukluk, kesiklik veya bir kapalılık, veya başka bir şey olduğunu sana­bilirler. Aksine Allah Teâlâ burada devamlı ve kesinti olmayacağını ke­sinleştirmiştir. Nitekim burada cehennem halkının ateşteki azabının de­vamlı ve dilemesine bağlı olduğunu da beyân buyurmuştur. O, adaleti ve hikmeti gereği onlara azâb eder. Bu sebepledir ki: «Muhakkak ki

Rabbın dilediğini yapandır.» buyurmuştur. Başka bir âyette de : «O, yaptığından sorumlu değil, fakat onlar sorumludur.» (Enbiyâ, 23) buyu­rur. Allah Teâlâ burada : «Bu, ardı arkası kesilmeyen bir vergidir.» sö­züyle kalbleri hoş tutmuş ve kasdedileni kalblere yerleştirmiştir. Buhârî ve Müslim'in, Sahîh'lerinde rivayet edilen bir hadîste şöyle buyurulur : Ölüm, çok güzel bir koç şeklinde getirilir ve cennetle cehennem ara­sında boğazlanıp sonra şöyle denilir : Ey cennet halkı, ebedîlik var, ölüm yok; ve ey cehennem halkı ebediyyet var ve ölüm yok.» Yine Bu-hâri ve Müslim'de rivayet edildiğine göre; bir münâdî şöyle nida ede­cek :

Sizin için sıhhatli olmak var. ebediyyen hasta olmayacaksınız, si­ze yaşamak var, asla ölmiyeceksiniz, sizin için genç olmak var asla ihtiyarlamayacaksınız, sizin için devamlı nimetlendirilmek vardır, ebe­diyyen yoksul düşmeyeceksiniz. İşte Allah Teâlâ'nın : «Yapmakta ol­duklarınızdan dolayı mîrâsçı kılındığınız cennet işte budur, diye ses-İL.nilir.» (A'râf, 43). kavlinden murad budur.[51]

 

109  — Öyleyse bunların taptıkları şeyler konusunda sakın şüphede olma. Daha önce babalarının taptıkları gi­bi onlar da taparlar. Onların paylarını eksiksiz ödeyece­ğiz.

110  — Andolsun ki Musa'ya da, kitabı verdik de hak­kında ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbından bir söz geçmiş olmasaydı; aralarında hüküm verilmiş bitmişti bile. Doğ­rusu onlar, bundan yana şiddetli bir tereddüd ve şüphe içindedirler.

111 — Hiç şüphe yok ki Rabbın, herkese amellerinin karşılığını tamamen ödeyecektir. Muhakkak ki O, yaptık­larınızdan haberdârdır.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Bu müşriklerin taptıklarının bâtıl, bilgi­sizlik ve sapıklık olduğunda şüphen olmasın. Muhakkak ki onlar, da­ha önce babalarının taptıklarına tapıyorlar. Onların içinde bulunduk­ları durum hakkında, bilgisizliklerinde babalarına tâbi olmaktan baş­ka bir dayanakları yoktur. Allah Teâlâ bu yüzden onları yaptıklarının tâm karşılığı bir ceza ile cezalandıracak; âlemlerden hiç kimseyi azâb-landırmadığı bir azâb ile onların kâfir olanını azâblandıracaktır. Şa­yet onların iyilikleri olursa Allah Teâlâ âhiretten önce dünyada bun­ların karşılığını onlara tâm olarak ödeyecektir. Süfyân es-Sevrfnin Câbir el-Cu'fî'den, onun Mücâhid'den, onun da İbn Abbâs'tan rivaye­tine göre; o, «Onların paylarını eksiksiz ödeyeceğiz» âyeti hakkında şöyle der : Kendilerine va'dolunmuş olan hayır veya şer. Abdurrah-mân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki: Onların azâbdan nasîblerini eksiksiz ve tâm olarak vereceğiz.

Sonra Allah Teâlâ Musa'ya kitab verdiklerini zikreder. İnsanlar onun hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Kimi îmân etmiş, kimi de onu inkâr etmiştir. O halde ey Muhammed, senden önce geçen peygam­berlerde senin için güzel bir örnek vardır. Seni yalanlamaları, seni öf­kelendirmesin ve bu seni kederlendirip korkutmasın. «Eğer Rabbından bir söz geçmiş olmasaydı; aralarında hüküm verilmiş bitmişti bile.» İbn Cerîr der ki: Şayet azabın belli bir süreye kadar te'cîline dâir söz geçmiş olmasaydı, Allah Teâlâ onlar arasında hüküm verip bitmişti bi­le. Buradaki ( 4JO ) kelimesinden maksadın; Allah Teâlâ'nm pey­gamber gönderip, aleyhinde hüccet konulmaksızın kimseye azâb etme­yeceği, olabilir. Nitekim Allah Teâlâ : «Biz, peygamber göndermedikçe azâb ediciler değiliz.» (İsrâ, 15) buyurmuştur. Başka bir âyette ise şöyle buyurur : «Şayet Rabbmın verilmiş bir sözü ve ta'yîn ettiği bir vakit olmasaydı; hemen azaba uğrarlardı. Onların söylediklerine sab­ret.» (Tâhâ, 129-130). Sonra Allah Teâlâ, peygamberin kendilerine ge­tirdiğinde kâfirlerin kuvvetli bir şüphe içinde olduklarım haber verip : «Doğrusu onlar, bundan yana şiddetli bir tereddüd ve şüphe içindedir­ler.» buyurmuştur. Daha sonra Allah Teâlâ ümmetlerin ilklerini ve sonuncularını  toplayacağım,  amellerine  göre  eğer hayır  ise  hayırla, şer ise şer ile onları cezalandıracağını haber verip şöyle buyurur : Hiç şüphe yok ki Rabbın, herkese amellerinin karşılığını tamamen ödeye­cektir. Muhakkak ki O, (onların bütün amellerinden; büyüğü, önem­sizi, küçüğü ve büyüğü ile bütün) yaptıklarından haberdârdır.» Bu âyet-i kerîme'nin birçok kırâetleri vardır ve mânâları da yukarda zik­rettiklerimize dönmektedir. Allah Teâlâ'nın : «Hepsi muhakkak huzu­rumuza getirileceklerdir.»   (Yâsîn, 32)   kavlinde olduğu gibi.[52]

 

112  — Öyleyse sen, emrolunduğun gibi dosdoğru ha­reket et. Beraberindeki tevbe edenler de. Aşırı gitmeyin. Çünkü O, yaptıklarınızı görür.

113  — Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka yardımcılarınız yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz.

 

Sen Dosdoğru Ol

 

Allah Teâlâ, Rasûlü ile inanan kullarına dosdoğru yolda devam ve sebatı emrediyor. Bu, zıd gidenlere muhalefet ve düşmanlara karşı za­ferde yardımların en büyüklerindendir. Onları haddi aşmaktan ve az­gınlıktan men'ediyor. Zîrâ bu; bir müşriğe karşı dahi olsa helaktir, he­lak edicidir. Allah Teâlâ kullarının amellerini en iyi gören olduğunu, hiç bir şeyden gafil olmadığını, ona hiç bir şeyin gizli kalmayacağını bildiriyor. Allah Teâlâ : «Zulmedenlere meyletmeyin.» buyurur. İbn Ab-bâs'tan naklen Ali İbn Ebu Talha burayı : Onlar* yağcılık yapmayın, şeklinde açıklar. Avfî ise İbn Abbâs'ın buradaki meyli, küfre meylet­mekle tefsir ettiğini söylemiştir. Ebu'l-Âliye : Onların amellerini hoş­görüyle karşılamayın, derken; îbn Abbâs'tan rivayetle İbn Cüreyc ; Haksızlık edenlere meyletmeyin, açıklamasını getirmiştir. Bu söz gü­zeldir. Yani zâlimlerden yardım istemeyin ki böylece onların geri ka­lan işlerinden hoşnûd olmuş gibi olursunuz. Yoksa size de ateş doku­nur. Sizin Allah'tan başka sizi kurtaracak bir dostunuz, O'nun azabın­dan sizi kurtaracak bir yardımcınız da yoktur.[53]

 

114  — Gündüzün iki tarafında ve gecenin de yakın saatlarmda namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri gide­rir. Bu; öğüt kabul edenlere bir öğüttür.

115  — Sabret, çünkü Allah ihsan edenlerin ücretini zayi' etmez.

 

Ali İbn Ebu Talha'nın İbn Abbâs'tan rivayetinde o, «Gündüzün iki tarafında namaz kıl...» âyetinde sabah ve akşam namazının kas­dedildiğini söyler. Hasan ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de böy­le söylemiştir. Kendinden gelen bir rivayette Hasan, Katâde, Dahhâk ve başkaları; bunun, sabah ve ikindi namazları olduğunu söyler. Mü-câhid der ki: O, günün başında sabah, sonunda ise öğle ve ikindidir. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ve kendinden gelen bir rivayette Dah­hâk da böyle söylemiştir. «Gecenin gündüze yakın saatlarında namaz kıl.» âyetinde İbn Abbâs, Mücâhid, Hasan ve başkaları, yatsı nama­zının kasdedildiğini söylerler. İbn Mübârek'in Mübarek İbn Fudâle'-den rivayetine göre; Hasan, «Gecenin gündüze yakın saatlarında na­maz kıl.» âyetinde akşam ve yatsının kasdedildiğini söylemiştir. Allah Rasûlü buyurur ki: O ikisi, gecenin gündüze yakın iki kısmı olup ak­şam ve yatsıdır. Mücâhid, Muhammed İbn Kâ'b, Katâde ve Dahhâk da bunun akşam ve yatsı namazları olduğunu söylemiştir. Bu âyetin îsrâ gecesinde beş vakit namazın farz olmasından önce nazil olmuş olması ihtimâl dahilindedir. (Beş vakit namazın farziyyetinden önce) namazlardan ikisi vâcib idi ki bunlar güneşin doğuşundan önce bir namaz ve güneşin batışından Önce bir namaz idi. Gece esnasında da kıyamda bulunma (geceyi ihya etme) hem Hz. Peygamber ve hem de ümmeti üzerine vâcib idi. Sonra ümmeti hakkında nesholundu da Hz. Peygamber üzerinde vâcib olarak kaldı. Bir kavle göre ondan da bu­nun vücûbu nesholunmuştur. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ: «Çünkü iyilikler kötülükleri giderir.» buyurur ki; hayırları işleme, geçmiş günâhlara keffârettir. Nitekim İmâm Ahmed ve Sünen sahiplerinin mü'minlerin emîri Ali İbn Ebu Tâlib'den riva­yet etmiş oldukları bir hadîste o, şöyle demiştir : Ben, Allah Rasûlü (s.a.)   nden bir hadîs işittiğim zaman, mutlaka Allah Teâlâ  benim hakkımda ne fayda dilemişse beni onunla faydalandirmıştır. Bana on­dan birisi bir hadîs rivayet ettiği zaman ona yemîn verdirir, yenıîn verdiğinde onu doğrulardım. Ebubekir bana Allah Rasûlü (s.a.) nün şöyle buyurduğunu işttiğini —ki o doğru söylemiştir— rivayet etti: Hiç bir müslüman yoktur ki bir günâh işlesin, peşinden abdest alıp iki rek'at namaz kılsın da bağışlanmasın. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'le-rinde mü'minlerin emîrî Osman İbn Affân'dan rivayet edilir ki o, Allah Rasûlü (s.a.) nün abdesti gibi abdest almış sonra etrafındakilere şöyle demiş : Allah Rasûlünü böylece abdest alırken gördüm. Buyurdu ki: Kim, benim şu abdestim gibi abdest alır da sonra kalkıp öğle namazını kılarsa; sabah namazı ile o namazı arasındakiler bağışlanır. Sonra ikindi namazını kılarsa; ikindi namazı ile bu namazı arasındakiler bağışla­nır. Sonra akşam namazım kılarsa; ikindi namazı ile bu namazı ara­sındakiler bağışlanır. Sonra yatsıyı kılarsa; akşam namazı ile bu na­mazı arasındakiler bağışlanır. Sonra geceler ve belki o gecesinde ve­fat eder. Sonra eğer kalkar, abdest alır ve sabah namazını kılarsa; yatsı namazı ile bu namazı arasındakiler bağışlanır. İşte kötülükleri gideren iyilikler bunlardır.

Ebu Hüreyre'den, onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet etmiş olduğu sahih bir hadîste o, şöyle buyurmuştur :

Şayet birinizin kapısında bol sulu bir nehir olsa, her gün onda beş kere yıkansa, onun kirinden bir şey bırakır mı? Ne dersiniz? Ha­yır, hiç bir kir bırakmaz, dediler de şöyle buyurdu : İşte beş vakit na­maz da böyledir. Allah Teâlâ bunlarla günâh ve hatâları siler. Müslim Sahîh'inde der ki: Bize Ebu Tâhir ve Hârûn İbn Saîd'in... Ebu Hürey­re'den rivayetlerine göre;  Allah Rasûlü  (s.a.)  şöyle buyururdu :

Beş vakit namaz; cum'aya kadar, cum'a; Ramazân'a kadar, Ra­mazân; büyük günâhlardan sakındığı takdirde birbirlerinin arasında-kilere keffârettirler. İmâm Ahmed der ki; Bize Hakem İbn Nâfi'in... Ebu Eyyûb el-Ensarî'den rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyururmuş : Muhakkak ki her namaz, önündeki hatâyı giderir. Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Avn'ın... Ebu Mâlik el-Eş'arî'den rivayet ettiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş­tur : Namazlar; birbirlerinin aralanndakine keffâret kılınmıştır. Al­lah Teâlâ : «Çünkü iyilikler; kötülükleri giderir.» buyurmuştur.

Buhârî der ki: Bize Kuteybe İbn Saîd'in... İbn Mes'ûd'dan riva­yetine göre; bir adam bir kadını öpmüş, sonra Hz. Peygamber (s.a.) e gelip bunu haber vermişti. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Gündüzün iki tarafında gecenin gündüze yakın saatlarmda namaz kıl. Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir.» âyetini indirdi. Adam : Bu benim için mi ey Allah'ın elçisi? diye sordu da : Bütün ümmetim içindir, buyurdu. Buhârî hadîsi Kitâbü's-Salât'da bu şekilde rivayet etmiştir. Tefsîr'de ise Müsedded kanalıyla Yezîd İbn Züreyn'den bir benzerini tahrîc etmiştir. Hadîsi Müslim, Ahmed ve Ebu Dâvûd dışındaki Sünen sahipleri muh­telif kanallardan olmak üzere Ebu Osman en-Nehdî'den rivayet etmiş­lerdir. Ebu Osman en-Nehdî'nin adı Abdurrahmân İbn Müll'dür.

İmâm Ahmed, Müslim, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî ve İbn Cerîr'in —Lafız İbn Cerîr'indir— muhtelif kanallardan olmak üzere Semmâk İbn Harb'dan... onun da İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, şöyle de­miştir : Bir adam Hz. Peygamber (s.a.) e gelip : Ey Allah'ın elçisi, ben bir bahçede bir kadın buldum ve ona her şeyi yaptım. Şu kadar var ki onunla cinsî temasta bulunmadım. Onu öptüm ve kucakladım, bun­dan başka bir şey yapmadım. Bana dilediğini yap, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) bir şey söylemedi. Adam gitti ve Ömer : Allah Teâlâ bunu ona gizlemiş, keşke o da kendi nefsinde gizleseydi, dedi. Allah Rasûlü pe­şinden baktı, sonra : Onu bana geri getiriniz, buyurdu. Geri getirdiler de ona : «Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatla-rında namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu; öğüt kabul edenlere bir öğüttür.» âyetini okudu. Muâz der ki: Bir rivayette Ömer : Ey Allah'ın elçisi, bu sâdece ona mı yoksa bütün insanlara mı? diye sordu da : Bilakis bütün insanlara, buyurdu.

İmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Ubeyd'in... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş­tur : «Muhakkak ki Allah Teâlâ aranızda huylarınızı; rızıklarınızı pay­laştırdığı gibi bölüştürmüştür. Allah dünyayı sevdiğine de, sevmedi­ğine de verir. Dini ise sâdece sevdiğine verir. Allah kime din vermişse; muhakkak ki onu sevmiştir. Nefsim kudret elinde olan (Allah) a ye­min olsun ki, kalbi ve dili müslüman olmadıkça kul müslüman olmaz. Komşusu musibetlerinden, kötülüklerinden emin olmadıkça kişi îmân etmiş olmaz. Biz : Ey Allah'ın peygamberi, komşunun musibet ve kö­tülükleri de nedir? diye sorduk da şöyle buyurdu : Aldatması ve zul­müdür, Kul, haram bir mal kazanır da ve ondan harcamada bulunur­sa   (infâkda bulunursa)  bu onun için bereketlendirilmez, sadaka olarak verse ondan kabul olunmaz. Arkasında bıraktığı ancak onun ce­hennem azığı olur.

Muhakkak ki Allah kötüyü kötü ile silmez, fakat kötüyü iyi ile siler. Muhakkak ki çirkin  (pis)  çirkini silmez.

İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Sâib'in... İbrahim'den rivayetine gö­re; o, şöyle demiştir: Ansârdan birisi olan Muattib'in oğlu falan de­di ki: Ey Allah'ın elçisi, bir kadının yanına girdim ve kişinin hanımı­na yaptığı şeyleri ona yaptım. Şu kadar var ki; onunla cinsî temasta bulunmadım. Allah Rasûlü (s.a.) ona ne cevab vereceğini bilemedi. Tâ ki: «Gündüzün iki tarafında ve gecenin de (gündüze) yakın sa-atlarında namaz küm. Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu; öğüt kabul edenlere bir öğüttür.» âyeti nazil oluncaya kadar. O zaman Al­lah Rasûlü onu çağırdı ve âyeti kendisine okudu. İbn Abbâs'tan riva­yete göre; bu şahıs, Amr İbn Ğaziyye el-Ansârî et-Temmârdır. Mukâ-tü bunun Ebu Nüfeyl Âmir İbn Kays el-Ansârî olduğunu söyler. Ha-tîb el-Bağdâdî ise onun Ebu'l-Yeser Kâ'b İbn Amr olduğunu zikreder.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yûnus ve Affân'ın... İbn Abbâs'tan rivayetlerine göre; bir adam Ömer'e geldi ve: Benden bir şey satın almak üzere bir kadın geldi. Onu evde bir odaya soktum ve cinsî te­mas dışında ona bir şeyler yaptım, dedi. Ömer : Yazıklar olsun sana, belki de o, kocası Allah yolunda cihâda gitmiş bir kadındır, dedi. Adam; evet, dedi de Hz. Ömer : Git, Ebubekir'e sor, dedi. Adam Ebube-kir'e gelip ondan sordu da Ebubekir : Belki de o kocası Allah yolunda cihâda gitmiş bir kadındır, deyip Ömer'in dediği gibi konuştu. Son­ra Hz. Peygamber (s.a.) geldi. Allah Rasûlü ona Ömer ve Ebubekir'in sözleri gibi: Belki de o, kocası Allah yolunda cihâda gitmiş bir ka­dındır, buyurdu. «Gündüzün iki tarafında gecenin de yakın saatlann-de namaz kıl. Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir.» âyeti nazil oldu.

Adanı: Ey Allah'ın elçisi, bu sâdece bana mı mahsûs, yoksa bütün insanlara mı? diye sordu. Ömer elini göğsüne vurup : Hayır, bir tek kişiye âit bir nimet değil, aksine bütün insanlaradır, dedi. Bunun üze­rine Allah Rasûlü  (s.a.) : Ömer doğru söyledi, buyurdu.

İmâm Ebu Ca'fer'in Kays İbn Rebî' kanalıyla... Ebu Yeser Kâ'b İbn Amr el-Ansârî'den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor : Benden bir dirhemlik hurma almak üzere bir kadın gelmişti. Evde bundan daha temiz ve daha iyi hurma var, dedim. Girdi, ona eğildim ve onu öp­tüm. Ömer'e gelip ona sordum. Allah'tan kork, bunu kendine gizle ve kimseye haber verme, dedi. Sabredemedim, nihayet Ebubekir'e gelip ona sordum da: Allah'tan kork, bunu kendine gizle ve kimseye ha­ber verme, dedi. Sabredemedim, nihayet Hz. Peygamber (s.a.) e ge­lip ona haber verdim de : Allah yolunda gazaya çıkan birinin arkasından hanımına böyle bir şey mi yaptın? buyurdu. O kadar ki ken­dimi cehennem ehlinden sandım ve o saatta müslüman olmuş olma­mı temenni ettim. Allah Rasûlü (s.a.) bir süre başlarını öne eğdiler de Cibril indi: Ebu Yeser nerede? buyurdu. Geldim ve bana : «Gündü­zün iki tarafında ve gecenin de yakın saatlarında namaz kıl... Bu; öğüt kabul edenlere bir öğüttür.» âyetini okudu. Birisi: Ey Allah'ın elçisi, sâdece ona mı mahsûs, yoksa bütün insanlara mı? diye sordu da : Bü­tün insanlara, buyurdu.

Hafız Ebu'l-Hasan ed-Dârekutnî der ki: Bize Hüseyn İbn İsmâîl el-Mehâmilî'nin... Muâz İbn Cebel'den rivayetine göre; o, Hz. Peygam­ber (s.a.) in yanında otururken bir adam gelmiş-ve : Ey Allah'ın el­çisi, kendisine helâl olmayan bir kadına dokunan, onunla cima' etme dışında kişinin karısıyla yaptıklarından hiç birisini bırakmayıp yapan bir adam hakkında ne dersin? demişti. Hz. Peygamber (s.a.) ona : Gü­zel bir abdest al, sonra kalk namaz kıl, buyurdu. Allah Teâlâ bu âyeti yani: «Gündüzün iki tarafında gecenin de yakın saatlarında namaz kıl.» âyetini indirdi. Muâz : Bu; sâdece ona mı mahsûs, yoksa bütün müslümanlara mı? diye sordu da Allah Rasûlü : Bilakis bütün müs-lümanlara, buyurdu. Bu hadîsi İbn Cerîr muhtelif kanallardan olmak üzere Abdülmelik İbn Umeyr'den rivayet etmiştir.

Abdürrezzâk der ki: Bize Muhammed İbn Müslim'in... Yahya İbn Ca'de'den rivayetle haber verdiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) in as­habından birisi bir kadını anmıştı. O, Allah Rasûlü (s.a.) nün yanın­da oturuyordu. Bir ihtiyâcı için ondan izin istedi, Hz. Peygamber ona izin verdi, ihtiyâcının peşinden gitti de onu bulamadı. Adam Hz. Pey­gamber (s.a.) e yağmuru müjdelemek üzere geldi ve kadını bir su bi­rikintisi yanında oturur buldu. Onu göğsünden itip ayaklan arasına oturdu. Erlik organı elbise saçağı gibi oldu. Adam pişman olarak kalk­tı ve Hz. Peygamber (s.a.) e gelip yaptığını haber verdi de Rasûlullah ona : Rabbından mağfiret dile ve dört rek'at namaz kıl, buyurup : «Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlarında na­maz kıl.» âyetim okudu.

İbn Cerîr der ki: Bana Abdullah İbn Ahmed İbn Şebbye'nin Ebu Ümâme'den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor : Bir adam Hz. Peygam­ber (s.a.) e gelip : Ey Allah'ın elçisi, bana Allah'ın cezasını uygula, diye bir veya iki defa tekrar etti. Allah Rasûlü (s.a.) ondan yüzünü çevirdi. Sonra namaz kılındı. Hz. Peygamber (s.a.) namazını bitirdi­ğinde : Benim hakkımda Allah'ın cezasını uygula, diyen adam nere­de? diye sordu. O : İşte ben oyum, dedi. Allah Rasûlü : Abdesti tâm olarak alıp biraz önce bizimle beraber namaz kıldın mı? diye sordu. Adam; evet, dedi. Muhakkak ki sen, o hatândan annenin seni doğurmuş olduğu zamandaki gibi tertemizsin. Bir daha ona dönme, buyur­du da Allah, elçisi (s.a.) ne : «Gündüzün iki tarafında ve gecenin de yakın saatlarında namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu; öğüt kabul edenlere bir öğüttür.» âyetini indirdi.

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Ebu Osman'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatır: Bir ağaç altında Selmân el-Fârisî ile beraber­dim. Ağaçtan kuru bir dal aldı, onu salladı ve yaprakları döküldü. Sonra şöyle dedi: Ey Ebu Osman, bunu niçin yaptığımı sormayacak mısın? Ben : Niçin yaptın? diye sordum. Ben Allah Rasûlü (s.a.) ile bsraber bir ağacın altında iken o bana böylece yaptı. Ağaçtan bir ku­ru dal aldı, salladı ve yapraklan döküldü. Ey Selmân, bunu niçin yap­tığımı sormayacak mısın? buyurdu. Ben : Niçin yaptın? diye sordum. Muhakkak ki müslüman güzelce abdest alıp, sonra beş vakit namazı kıldığında hatâları şu yaprakların döküldüğü gibi dökülür, buyurdu ve : «Gündüzün iki tarafında ve gecenin de yakın saatlarında namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu; öğüt kabul edenlere bir öğüttür.» âyetini okudu.

İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'nin... Muâz (r.a.) dan rivayetin­de Allah Rasûlü (s.a.) ona : Ey Muâz, kötülüğün peşinden onu sile­cek bir iyilik yap. İnsanlara güzellikle muamele et, buyurmuştur. Yi­ne İmâm Ahmed —Allah ondan razı olsun— der ki: Bize Vekî'nin... Ebu Zerr'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş : Nerede olursan ol Allah'tan kork. Kötülüğün peşinden onu silecek bir iyilik yap. İnsanlara güzel muamele et. Ahmed der ki: Bir kötülük yaptığın zaman peşinden onu silecek bir iyilik getir, buyurdu. Ben : Ey Allah'ın elçisi, Lâ İlahe İllallah iyiliklerden mi? diye sordum. O; iyiliklerin en üstünüdür, buyurdu. Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî der ki: Bize Hüzeyl İbn İbrahim el-Cümmânî'nin... Enes İbn Mâlik'ten rivâ-tinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Gece veya gündüzün bir kısmında Lâ İlahe İllallah diyen hiç bir kul yoktur ki; iyiliklerden onun bir benzerini yapıncaya kadar sayfasındaki kötülükler silinmiş olmasın. Hadîsin isnâdındaki Osman İbn Abdurrahmân, el-Vakkâsî denilen kişidir ki zayıftır.

Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Bişr İbn Âdem ve Zeyd İbn Ahram'm... Enes'den rivayetine göre bir adam : Ey Allah'ın el­çisi, nefsimin beni sürüklediği hiç bir günâhı terketmedim, işledim, demişti. Allah Rasûlü (s.a.) Allah'tan başka ilâh olmadığına ve be­nim Allah'ın elçisi olduğuma şehâdet eder misin? diye sordu. Adam; evet, deyince : İşte bu; onların hepsinin hakkından gelir, buyurdu. Ha­dîsi bu- kanaldan sâdece Bezzâr rivayet etmiş olup hadîs mesturdur.[54]

 

116  — Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri yeryü­zünde bozgunculuğa engel olmalı değil miydiler? Onlar­dan kurtardıklarımız pek. azdır. Zâlim olanlar ise yalnız kendilerine verilen refahın ardına düştüler. Suçlu kimse­lerdi onlar.

117  — Kasabaların halkı ıslâh edip dururken Rabbm haksız yere onları yoketmez.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Geçmiş nesillerde aralarında meydana gelen kötülükler, münkerler ve yeryüzünde fesâd çıkarmalardan men'-edecek hayır ehli kimseler bulunmalı değil miydi? Allah Teâlâ : «On­lardan kurtardıklarımız pek azdır.» buyurur ki; bu neviden kimseler, onların içinde az bulunup çok değildiler. İşte Allah Teâlâ'nın, o ka­vimlerin durumlarının değiştirildiği ve ansızın azabına dûçâr kaldık­ları sırada kurtardıkları bunlardır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ, bu şerefli ümmete içlerinde iyilikle emreden ve kötülükten men'eden kim­selerin bulunmasını emretmiştir. Nitekim şöyle buyurur: «İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulun­sun. İşte onlar; kurtuluşa erenlerdir.» (Âl-i İmrân, 104). Bir hadîste de şöyle buyurulmaktadır : İnsanlar kötülüğü görüp de onu değiştir­mediklerinde Allah, onların tamâmına azâb edeyazdı. Bunun içindir M Allah Teâlâ : «Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri yeryüzünde bozgunculuğa engel olmalı değil miydiler? Onlardan kurtardıklarımız pek azdır...» buyurmuştur.

Allah Teâlâ : «Zâlim olanlar ise yalnız kendilerine verilen refahın ardına düştüler.» buyurur ki; onlar, içinde bulundukları günâh ve münkerler üzere devam ettiler ve diğerlerinin bunu hoş karşılama­masına iltifat etmediler. Sonunda azâb, beklemedikleri bir anda baş­larına geliverdi. «Suçlu kimselerdi onlar.» Sonra Allah Teâlâ bir ka­sabayı ancak zâlim ise helak buyurduğunu, zâlimler olmadıkça azâb ve baskınının ıslâh olmuş bir kasabaya gelmediğini haber verir. Nitekim başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır : «Onlara Biz zulmetmedik, fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.» (Hûd, 101), «Ve Rabbın kullarına zulmedici değildir.»   (Fussilet, 46).[55]

 

118  — Rabbın dileseydi; bütün insanları tek bir üm­met yapardı. Onlar ise hâlâ ayrılıktadırlar.

119  — Esasen onları bunun için yaratmıştır. Rabbı-nın rahmet ettikleri müstesnadır. Bununla beraber, Rab-bınm şu sözü de tamamen yerine gelmiştir: Şüphesiz ki Ben, cehennemi hep insan ve cinn ile dolduracağım.

 

Allah Teâlâ, bütün insanları îmân veya küfür ümmeti olmak üze­re tek bir ümmet yapmaya kadir olduğunu haber verir. Nitekim baş­ka bir âyette şöyle buyurmuştur : «Eğer Rabbın dileseydi, yeryüzün­deki insanların hepsi îmân ederdi.» (Yûnus, 99). «Onlar ise hâlâ ay­rılıktadırlar. Rabbmın rahmet ettikleri müstesnadır.» İnsanlar ara­sında dinlerinde, inançlarında, görüşlerinde ve mezheblerinde ayrılık hâlâ devam etmektedir. İkrime bu âyette : Onlar ise hâlâ hidâyet ko­nusunda ayrılıktadırlar, derken Hasan el-Basrî: Onlar ise hâlâ rızık-ta, (nzıkları hususunda) ayrılıktadırlar. Bazısı bazısına müsahhar kı­lınmıştır, demiştir. Ancak meşhur ve sahîh olan, ilk (yani İkrime'nin) görüşüdür.

«Rabbmın rahmet ettikleri müstesnadır.» Allah Teâlâ'nın elçile­rinin kendilerine haber vermiş olduğu ve emr edildikler i dine yapışan, peygamberlerin tâbîlerinden rahmet olunanlar bundan müstesnadır. Nihayet bunlar ümmî olan Hz. Peygamber (s.a,) Rasûl ve peygamber­lerin sonuncusu olduğunda ona tâbi olmuş, onu doğrulamış, ona yar­dım edip destek olmuşlar, böylece dünya ve âhiret mutluluğunu ka­zanmışlardır. Zîrâ onlar; Fırka-i nâciye'dirler. Nitekim Müsned ve Sünen'lerde birbirini kuvvetlendiren kanallardan rivayet edilmiş bir hadîsde şöyle buyurulur : Muhakkak ki yahûdîler yetmiş bir fırkaya bölündüler. Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya bölünecektir. Bir fırka dı­şında ayrıldılar. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bir fırka dışında hepsi cehennemdedir. Onlar kimdir ey Allah'ın elçisi? dediler de : Benim ve ashabımın durumunda olanlar, buyurdu. Hadîsi bu fazlalıkla Müstedrek'inde Hâkim rivayet etmiştir.

Atâ'nın söylediğine göre, «Onlar ise hâlâ ayrılıktadırlar.» âyetin­de; yahûdîler, hıristiyanlar ve mecûsîler kasdedilmektedir. «Rabbının rahmet ettikleri müstesnadır.» âyetinde ise hanîfler kaydedilmiştir. Katâde der ki: Ülkeleri ve bedenleri ayrı dahi olsa, Allah'ın rahmeti­ne layık olanlar; cemâat ehlidir. Ülkeleri ve bedenleri toplanmış, bir araya gelmiş dahi olsa, Allah'a âsî gelenler; ayrılık ehlidir.

«Esasen onlan bunun için yaratmıştır.»- âyeti hakkında kendinden gelen bir rivayette Hasan el-Basrî: Onları ihtilâf için yaratmıştır, der. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha ise; onları fırka fırka (fır­kalar halinde) yaratmıştır, der. Bu; «Onlardan kimisi bedbaht, kimi­si de bahtiyardır.»   (Hûd, 105)  âyeti gibidir.

Onları rahmet için fırka fırka yaratmıştır, da denilmiştir. İbn Vehb der ki: Bana Müslim îbn Hâlid'in... Tâvûs'tan rivayetine göre iki adam ona gelip hasımlaşmışlar ve hasımlıkta ileri gitmişlerdi. Tâ­vûs : İhtilâf ettiniz ve çoğalttınız, dedi. O iki kişiden birisi: Bunun için yaratıldık, deyince Tâvûs : Yalan söyledin, dedi. O adam : Allah Teâlâ : «Onlar ise hâlâ ayrılıktadırlar. Esasen onları bunun için yarat­mıştır. Rabbının rahmet ettikleri müstesna.» buyurmamış mı? dedi. Tâvûs : Onlan ihtilâf etsinler diye yaratmadı. Fakat onları, cemâat ve rahmet için yarattı, dedi.

Hakem İbn Ebân'm İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetin­de o, şöyle demiştir : Onları rahmet için yaratmıştır, değilse azâb için yaratmamıştır. Mücâhid, Dahhâk ve Katâde de böyle söyler. Bu sö­zün anlamı Allah Teâlâ'nın şu sözüne dönmektedir : «Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.»   (Zâriyât, 56).

«Onları rahmet ve ihtilâf için yaratmıştır.» anlamı kasdedilmek­tedir de denilmiştir. Nitekim kendisinden gelen bir rivayette Hasan el-Basrî «Onlar ise hâlâ ayrılıktadırlar. Esasen onları bunun için ya­ratmıştır. Rabbının rahmet ettikleri müstesnadır.» âyeti hakkında şöy­le der : İnsanlar, muhtelif dinlere ayrılmışlardır. «Rabbının rahmet et­tikleri müstesnadır.» Rabbm kime rahmet etmişse; ihtilâfa düşme­miştir. Ona : Bunun için (ayrılığa düşmeleri için) yaratmadı mı? de­nildi de şöyle dedi: Bunları cenneti için, öbürlerini cehennemi için, bunları rahmeti için, öbürlerini de azabı için yaratmıştır. Atâ İbn Ebu Rebâh ve A'meş de böyle söyler.

İbn Vehb der ki: Mâlik'e «Onlar ise hâlâ ayrılıktadırlar. Esasen onlan bunun için yaratmıştır. Rabbının rahmet ettikleri müstesna­dır.» âyetini sordum. Bir grup cennette, bir grup da cehennemdedir. Kendisinden bize rivayet edildiğine göre Tefsîr'de Mâlik «Esasen onlan bunun için yaratmıştır.» âyetinde: Onları rahmet için yaratmış­tır, der. Bir grup ise : Onları ihtilâf için yaratmıştır, demiştir.

Allah Teâlâ : «Bununla beraber, Rabbının şu sözü de tamamen yerine gelmiştir: Şüphesiz ki Ben, cehennemi hep insan ve cinn ile dolduracağım.» âyetinde kaza ve kaderinde tâm ilmi, geçerli hikmeti ile yarattıklarından cennete hak kazanacakların ve cehenneme hak kazanacakların olduğunu haber verir. Muhakkak ki O, cehennemi mutlaka cinn ve insan topluluklarından dolduracaktır. Bu husustaki yü­ce hüccet ve tâm hikmet O'nundur. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayete göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyur­muştur : Cennet ve cehennem hasımlaştılar. Cennet: Bana ne oluyor ki bana sâdece insanların zayıflan ve önemsizleri girecek? dedi. Ateş de: Ben sâdece büyüklenenler ve zâlimlere seçildim, dedi. Allah Teâlâ cen­nete : Sen rahmetimsin. Seninle dilediğime merhamet ederim, buyurdu. Ateşe de : Sen azâbımsın. Seninle dilediğimden intikam alırım. Her bire­riniz de dolacaktır, buyurdu. Cennete gelince; onda devamlı bir üstünlük olacaktır. Nihayet Allah Teâlâ onun için cennet faziletlerinde kalacak yaratıklar yaratacaktır. Ateşe gelince; o : Daha yok mu? demeye de­vam edecek de sonunda Azız olan Rab, üzerine ayağım koyacak ve : İzzetim hakkı için yeter, yeter, diyecek.[56]

 

120 — Peygamberlerin haberlerinden sana naklet­memiz, senin kalbini bunlarla pekiştirmek içindir. Bu­nunla sana hak, mü'minlere de öğüt ve nasihat geldi.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Senden önce geçen peygamberlerin üm-metleriyle birlikte olan haberleriyle ilgili kıssalarını sana haber veri­yoruz, anlatıyoruz. Onlarla nasıl mücâdele ve münâkaşalar olmuş, peygamberler yalanlama ve eziyyetlere nasıl katlanmışlar, Allah Te­âlâ kendi taraftarları olan mü'minlere nasıl yardım etmiş, düşmanla-n olan kâfirleri nasıl yalnız bırakmış? İşte bütün bunlar ey Muham-med, senin kalbine sebat vermemiz içindir. Ayrıca geçen peygamber kardeşlerin senin için bir örnek olsunlar içindir.

Allah Teâlâ : «Bununla sana hak geldi.» buyurur ki İbn Abbâs, Mücâhid ve seleften bir grubun söylediğine göre; burada, bu sûre kas-dedilmektedir. Kendisinden gelen bir rivayette Hasan ve Katâde'den rivayete göre ise; burada, bu dünya kasdedilmektedir. Yani anlam:

Bu dünyada sana hak geldi, şeklindedir. Sahîh ojan ise şudur': Pey­gamberlerin kıssalarını ve Allah'ın hem onlan ve-hem de onlara ina­nanları nasıl kurtardığını, kâfirleri nasıl helak eylediğini içeren bu sûrede kâfirlerin geri durup yüz çevirdiği, mü'minlerin mutmain ol­duğu öğütler, nasihatler, doğru haber ve hak kıssalar sana gelmiştir.[57]

 

121  — İnanmayanlara de ki : Elinizden geleni yapın, biz de yapacağız.

122  — Bekleyin, biz de bekleyeceğiz.

 

Allah Teâlâ Rasûlüne, tehdîd şeklinde Rabbmdan getirdiklerine inanmayanlara şöyle demesini emrediyor: Yolunuz, metodunuz üzere elinizden geleni yapın. Biz de yolumuz ve metodumuz üzere yapaca­ğız. Bekleyin, biz de bekleyeceğiz. Bu yurdun (dünyanın) akıbetinin kime olacağını bileceksiniz. Şurası muhakkak ki; zâlimler, asla kur­tuluşa eremezler. Allah Teâlâ elçisine olan va'dini yerine getirmiş, ona yardım edip desteklemiş, kelimesini en yüce, kâfir olanların kelimesi­ni ise en aşağı kılmıştır. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.[58]

 

123 — Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na ibâdet et ve O'na te­vekkül et. Rabbın, yaptıklarınızdan gafil değildir.

 

Allah Teâlâ göklerin ve yerin bilinmezliklerini bildiğini, dönüşün kendisine olduğunu, hesâb günü her bir amel işleyene karşılığım tâm olarak vereceğini haber veriyor. Yaratma ve emr O'nundur. Allah Te­âlâ kendine ibâdeti ve kendisine tevekkülü emretmiştir. O'na tevekkül edip dönenlere O kâfidir.

Allah Teâîâ: «Rabbın, yaptıklarınızdan gafil değildir.» buyurur ki ey Muhammed, seni yalanlayanların durumu O'na asla gizli değil­dir. Bilakis O, onların durumlarını ve sözlerini en iyi bilendir. Bu yüzden dünyada ve âhirette onlan yaptıklarına tâm uygun bir ceza ile cezalandıracak; her iki dünyada da onlara karşı sana ve taraftarları­na yardım edecektir.

İbn Cerîr der ki. Bize İbn Vekî'nin... Kâ'b'dan rivayetinde o, şöy­le demiştir : Tevrat'ın sonu, Hûd sûresinin sonudur.[59]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3893

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3894-3896

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3900-3901

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3901

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3902-3905

[6] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3906-3907

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3908-3909

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3910

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3911

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3912-3914

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3915-3917

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3917-3918

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3919-3920

[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3920-3921

[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3921

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3922

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3923

[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3923

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3924-3926

[20] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3926-3928

[21] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3931-3932

[22] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3933-3934

[23] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3935

[24] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3936-3938

[25] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3938-3939

[26] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3939-3941

[27] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3941-3942

[28] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3957-3958

[29] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3958-3959

[30] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3960-3961

[31] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3961

[32] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3962

[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3963

[34] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3964-3966

[35] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3967-3968

[36] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3968-3970

[37] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3970-3973

[38] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3973-3975

[39] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3975

[40] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3976

[41] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3977

[42] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3977-3979

[43] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3980

[44] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3981

[45] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3982-3983

[46] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3983-3984

[47] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3985

[48] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3985

[49] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3986-3987

[50] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3987-3989

[51] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3989-3990

[52] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3991-3992

[53] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3992

[54] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3993-3998

[55] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/3999-4000

[56] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4000-4002

[57] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4002-4003

[58] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4003

[59] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4003-4004

Free Web Hosting