YÛSUF SÛRESİ2

Arapça Kur'an. 2

Kervan Geçiyor6

Yûsuf'u Mısır'a Götürüyorlar7

Kadın Onu Kendine Râmetmek İstiyor8

İzahı9

Yûsuf'un Gömleği Yırtılıyor10

İzahı10

Kadınlar Ellerini Kestiler11

Yûsuf'u Zindana Atıyorlar12

Aziz'in Rü'yâsı15

Îzâhı15

Rü'yâ Ta'bîr Etme İlmi17

Yûsuf Hazînenin Başına Getiriliyor20

İzahı21

Yûsuf'un Kardeşleri Geliyor21

İzahı23

Yûsuf Kardeşini Yanına Alıyor23

Yûsuf'un Kokusu. 27

İzahı28

Benim Dostum Yerlerin ve Göklerin Yaratanıdır30

Bunlar Gayb Haberleridir32


YÛSUF SÛRESİ

 

(Sûre Mekkî'dir.)

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,

1— Elif, Lam, Râ. Bunlar apaçık kitabın âyetleridir.

2— Doğrusu Biz onu akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik.

3— Biz, sana bu Kur'an'ı vahyetmekle; kıssaların en güzelini sana anlatıyoruz. Halbuki sen daha önce bundan habersizdin.

 

Arapça Kur'an

 

Hurûtf-ı mukattaa hakkındaki bilgi Bakara sûresinin başında geç­mişti.

Bunlar apaçık, nıübhem ve kapalı şeyleri açıklığa kavuşturan, tefsîr ve beyân eden kitabın, Kur'an'm âyetleridir.

«Doğrusu Biz onu akıl erdiresiniz diye apaçık bir Kur'an olarak indirdik.» Bu böyledir; zîrâ Arap dili dillerin en basiti, en açığı, en ge­nişi, gönüllerde olan mânâları en güzel ve en çok karşılayabilen bir dildir. Bu sebepledir ki kitapların en şereflisi, en şerefli dille en şe-şerefli peygambere meleklerin en şereflisinin elçiliğiyle indirilmiştir. Bu, yeryüzünün en şerefli yerinde olmuştur. İndirilmeye başlanması, senenin aylarının en şereflisi olan Ramazân'dadır. Böylece o, her yön­den mükemmelleştirilmiştir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Biz, sana bu Kur'an'ı vahyetmekle; kıssaların en güzelini sana anlatıyoruz.» bu­yurmuştur.

Bu âyetlerin nüzul sebebi hakkında İbn Cerîr şöyle rivayet eder: Bana Nasr İbn Abdurrahmân el-Ebedî'nin... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ey Allah'ın elçisi, bize keşke kıssa anlatsay-dm, dediler de «Biz, sana... kıssaların en güzelini anlatıyoruz...» âye­ti nazil oldu. İbn Cerîr, hadîsi başka bir kanaldan olmak üzere Amr îbn Kays'dan mürsel olarak da rivayet etmiştir. Yine İbn Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Saîd el-Attâr'ın... Sa'd'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) e Kur'an nazil oldu. Bir süre onlara (ashabına) bunu okudu. Ey Allah'ın elçisi, bize kıssa anlat-saydm, dediler de Allah Teâlâ : «Elif, Lâm, Râ. Bunlar apaçık kitabın âyetleridir. Doğrusu Biz onu akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik.» âyetlerini indirdi. Sonra Allah Rasûlü onlara bir sü­re bunları okudu da: Ey Allah'ın elçisi, bize rivayet etseydin ya, de­diler. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Allah, sözün en güzelini... indir­miştir...» (Zümer, 23). âyetini indirdi. Ve râvî, hadîsin tamâmını zik­retti. Hadîsi, Hâkim de İshâk İbn Rahûyeh kanalıyla Amr îbn Mu­hammed el-Kuraşî'den rivayet etmiştir. Yine İbn Cerîr'in kendi isna­dı ise Mes'ûdî'den onun da Avn îbn Abdullah'tan rivayetine göre; o, şöyle anlatmıştır: Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabı usandılar da: Ey Allah'ın elçisi, bize rivayet et, dediler. Allah Teâlâ : «Allah, sö­zün en güzelini... indirmiştir...» (Zümer, 23) âyetini indirdi. Son­ra tekrar usandılar da : Ey Allah'ın elçisi, bu sözün üstünde ve Kur'an dışında bize rivayet et, dediler. Bununla kıssaları kasde-diyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Elif, Lâm, Râ. Bunlar apaçık kitabın âyetleridir. Doğrusu Biz onu akıl erdiresiniz di­ye Arapça bir Kur'an olarak indirdik. Biz, .sana bu Kur'an'ı vahyet-mekle; kıssaların en güzelini sana anlatıyoruz. Halbuki sen daha ön­ce bundan habersizdin.» âyetlerini indirdi. Onlar hadîs (kıssa) istedi­ler de onlara sözlerin en güzelini verdi. Onlar, kıssalar istediler de on­ları kıssaların en güzeline irşâd etti.

Kur'an'ı övmeyi de içeren bu âyet-i kerîme'de onun, (Kur'an'ın) dışındaki bütün kitablardan müstağni kıldığına dâir İmâm Ahmed'in rivayet etmiş olduğu şu hadîsi zikretmemiz uygun olacaktır : O der ki: Bize Süreye İbn Nu'mân'ın... Câbir İbn Abdullah'tan rivayetine göre; Ömer îbn Hattâb, Hz. Peygamber (s.a.) e kitab ehlinden birisin­den elde etmiş olduğu bir yazıyı getirmişti. Bunu Hz. Peygamber (s.a.) e okudu da o kızdı ve : Ey Hattâb oğlu, yahûdî ve hıristiyanlann düşün­meden dalıp uyduklan gibi sizde mi ona kapılıyorsunuz? Nefsim kud­ret elinde olan (Allah) a yemîn ederim ki ben size onu bembeyaz ve tertemiz olarak getirdim. Yahûdî ve hıristiyanlara bir şey sormayın. Size bir gerçeği haber verirler de yalanlamış; bir bâtılı haber vermiş olurlar da onları doğrulamış olursunuz. Nefsim kudret elinde olan (Al­lah) a yemîn ederim ki; şayet Mûsâ diri olsaydı, bana tâbi olmaktan başka yapacağı hiç bir şey olmazdı, buyurdu.

îmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk'ın... Abdullah İbn Sabit' den rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Ömer, Allah Rasûlü (s.a.) ne gel­di ve : Ey Allah'ın elçisi, Kurayza kabilesinden bir arkadaşıma uğra­mıştım. Bana Tevrat'tan cümleler yazdı. Sana arzetmeyeyim mi? de­di. Allah Rasûlü (s.a.) nün yüz ifâdesi değişti. Abdullah İbn Sabit de­vamla şöyle anlatır : Ben Ömer'e : Allah Rasûlü (s.a.) nün yüzü ne hale girdi görmüyor musun? dedim de Ömer: Allah'ı Rabb olarak, İs­lâm'ı din olarak, Muhammed'i de Rasûl olarak kabul edip razı olduk, dedi. Hz. Peygamber (s.a.) ,in kızgınlığı gitti ve şöyle buyurdu: Mu-hammed'in nefsi kudret elinde olan (Allah) a yemîn olsun ki, Mûsâ aranızda olsaydı da sonra beni bırakıp ona tâbi olmuş olsaydınız mut­laka sapıklığa düşmüş olurdunuz. Siz ümmetlerden benim nasibim, ben de peygamberlerden sizin nasîbinizim.

Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî der ki: Bize Abdülgaffâr İbn Abdul­lah İbn Zübeyr'in Hâlim İbn Urfata'dan rivayetinde o, şöyle anlatıyor:[1]

 

 

Allah Teâlâ buyurur ki : Ey Muhammed, kavmine anlatacağın kıssalar içinde Yûsuf'un baoasma söylediklerine dâir olan kıssayı da onlara anlat. Hz. Yûsuf'un babası Ya'kûb (a.s.) dur. Nitekim İmâm Ahmed der ki: Bize Abdüssamed'in... İbn Ömer'den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buvurmuştur : Kerîm oğlu, Kerîm oğlu, Ke­rîm Yûsuf İbn Yafcüb İbn İshâk îbn İbrahim'dir. Hadîsi sâde­ce Buhârî tahrîc etmiştir. Buhârî hadîsi Abdullah îbn Muhammed' den o da Abdüssamed'den rivayet etmiştir. Yine Buhârî der ki: Bi­ze Muhammed'in... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) ne soruldu : İnsanların hangisi en şe­reflidir? Şöyle buyurdu : Allah katında onların en şereflisi en çok Al­lah'tan korkanlarıdır. Biz bunu sormuyoruz dediler de, İnsanların en şereflisi Allah'ın halîl'inin oğlu, peygamberinin oğlu, peygamberinin oğlu, Allah peygamberi Yûsuf'tur, buyurdu. Bunu sormuyoruz, dedi­ler de : Arap kabilelerinden mi soruyorsunuz? buyurdu. Onlar; evet, dediler. İdrâki güzel olursa câhiliye devrinde en hayırlınız İslâm'da da en hayırlınızdır, buyurdu. Râvî der ki: Bu hadîse Ebu Üsâme de Ubeydullah'dan rivayetle tâbi olmuştur.

İbn Abbâs peygamberlerin rü'yâsımn vahiy olduğunu söyler. Bu rü'yânın tâbîri üzerinde müfessirler görüş beyân etmişlerdir. Şöyle ki: On bir yıldız onun kardeşlerinden ibarettir ki, onlar on bir kişiy* diler. Güneş ve ay ise, onun ana ve babasından ibarettir. Bu açıkla* ma İbn Abbâs, Dahhâk, Katâde, Süfyân es-Sevrî, Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslenı'den rivayet edilmiştir. Bu rü'yânın yorumu (açıkla­ması) kırk sene sonra —seksen sene sonra olduğu da söylenmiştir--meydana gelmiştir. Ki o, ana babasını tahtının üzerine çıkarmış ve kardeşleri de önünde idi. Kur'an diliyle bu, şöyle anlatılır: «Hepsi onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: Babacığım; işte bu, vaktiyle gördüğüm rü'yânın gerçekleşmesidir. Doğrusu Rabbım, onu gerçek­leştirdi.» (Yûsuf, 100). Bir hadîste bu on bir yıldızın isimleri sayıl­mıştır.

İmâm Ebu Ca'fer îbn Cerîr der ki: Bana Ali İbn Saîd el-Kindî' nin... Câbir'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) e Büstâne el-Yahûdî denilen birisi geldi. Ve ona ; Ey Muham­med, Yûsuf'un kendisine secde ettiğim gördüğü yıldızlan bana haber ver, isimleri nedir? dedi. Hz. Peygamber (s.a.) bir süre susup ona hiç bir cevap vermedi. Cibril (a.s.) gelip ona isimlerini haber verdi. Allah Rasûlü (s.a.) ona haber gönderip : Eğer sana onların isimlerini haber verirsem, bana îmân eder misin? buyurdu. Adam; evet, dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü : Haretân. Tank, Zeyyâl, Zû el-Kenefât, Kâbis, Vessâb,  Amûdân, Füleyk,  Mısbâh,  Darûh,  Zu el-Farğ  (?), Dıyâ' ve Nûr. buyurdu. Yahûdî: Allah'a yemîn olsun ki bunlar, onların isim­leridir, dedi. Hadîsi Beyhakî Delâil'de Saîd İbn Mansûr kanalıyla eı-Hakem îbn Zahîr'den rivayet etmiştir. Bu hadîsi Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî ve Ebu Bekr el-Bezzâr Müsned'lerinde, İbn Ebu Hatim de tefsirinde rivayet etmişlerdir. Ebu Ya'lâ hadîsi dört şeyhinden, onlar da Hakem İbn Zahîr'den rivayet etmişlerdir. Ebu Ya'lâ'nm rivayetin­de şu fazlalık vardır : Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: Yûsuf bunları gördüğünde, babası Yakûb'a anlattı. Babası ona dedi ki: Bu, dağınık bir iştir. Bundan sonra Allah onu toplayacaktır. Allah Rasûlü buyur­du ki: Güneş babası, ay da annesidir. Hakem İbn Zahîr el-Fezârî ha­dîsi rivayette tek kalmıştır. İmamlar onu zayıf görmüşler ve bir çok­ları da onu terketmiştir. (Hadîsini metruk kabul etmişlerdir.) Cuzcâ-nî: Sakıttır, Yûsuf'un güzelliğine dâir hadîsin de sahibidir, demiştir.[2]

 

5 — Dedi ki : Oğulcuğum, rü'yânı kardeşlerine anlat­ma, sonra sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytân insanın ap­açık bir düşmanıdır.

 

Allah Teâlâ oğlu Hz. Yûsuf kendisine görmüş olduğu rü'yâyı an­lattığında Ya'kûb'un, oğluna neler söylediğini haber veriyor. Onun rü'-yâsının tâbiri kardeşlerinin kendine boyun eğmesi, ona aşın ta'zîm ve hürmette bulunmalarıdır. Zîrâ ona hürmet, ikram ve ta'zînıden dola­yı secde edeceklerdir. Ya'kûb (a.s.) onun bu rü'yâsmı kardeşlerinden birine anlatmasıyla onların kendisini çekemeyeceklerinden ve bu se­beple de ona kin tutacaklarından korkmuştu. Bu sebepledir ki ona: Oğulcuğum, rü'yânı kardeşlerine anlatma. Sonra sana tuzak kurar­lar. Sana öyle bir hîle yaparlar ki bu hîle ile seni öldürürler, demişti. Yine bu sebepledir ki Allah Rasûlü (s.a.) bir hadîste şöyle buyurur: Sizden birisi sevdiği (bir rü'yâ) gördüğünde onu anlatsın. Sevmediği bir şey gördüğünde ise (yattığı yerde) diğer tarafına dönsün ve üç de­fa soluna üfürerek onun kötülüğünden Allah'a sığınsın ve onu kimse­ye anlatmasın. Bu kendisine hiç bir zarar vermeyecektir. İmâm Ah-med'in ve Sünen sahiplerinden bazısının Muâviye İbn Hayde el-Ku-şeyrî kanalıyla rivayet etmiş oldukları başka bir hadîste ise Allah Ra­sûlü (s.a.) şöyle buyurur: Rü'yâ, ta'bîr edildiği zaman düşer, buyur-, muştur. Bulunup zahir oluncaya kadar, nimetin gizlenmesi emri de buradan alınmıştır. Nitekim bir hadîste de şöyle Duyurulur: İhtiyâçların giderilmesine, onların gizlenmesi ile yardım isteyiniz. Muhakkak ki her nimet sahibi hased olunmuştur.[3]

 

6 — Rabbın seni böylece beğenip seçecek, sana rü1 yaların yorumlanmasına dâir bilgi verecek, ve daha önce ataların İbrahim'e ve îshâk'a nimetlerini tamamladığı gi­bi, sana ve Ya'kûb hanedanını da tamamlayacaktır. Mu­hakkak ki Rabbın Alîm'dir, Hakîm'dir.

 

Allah Teâlâ Hz. Ya'kûb'un oğlu Yusuf'a şöyle dediğini haber ve­rir : Muhakkak ki Rabbın nasıl seni seçmiş, bu yıldızlar güneş ve ay ile beraber sana göstermişse aynı şekilde Rabbın seni öylece beğe­nip peygamberliği için seçecek ve sana —Mücâhid ve bir çoklarının tefsirine göre— rü'yâların yorumlanmasına dâir bilgi verecek ve daha önce ataların İbrahim —Halil ile onun oğlu— tercih edilmeyen bir gö­rüşe göre kurbân edilen— îshâk'a nimetlerini tamamladığı gibi sana ve Ya'kûb hanedanını da tamamlayacaktır. Muhakkak ki Rabbın ri-sâleti (peygamberliği) kime vereceğini en iyi bilendir, Hakîm'dir. Nitekim Allah Teâlâ diğer âyette şöyle buyurmaktadır:[4]

 

7  — Andolsun ki, Yûsuf'da ve kardeşlerinde soran­lar için nice âyetler vardır.

8  — Hani demişlerdi ki: Biz güçlü bir topluluk oldu­ğumuz halde Yûsuf ve kardeşi, babamızın yanında bizden daha sevgilidirler. Doğrusu babamız apaçık bir sa­pıklık içindedir.

9  — Yûsuf'u öldürün veya bir yere atın ki, babanı­zın teveccühü yalnız size kalsın, ondan sonra da tevbe eder, sâlihler topluluğu olursunuz.

10  — İçlerinden bir sözcü dedi ki : Yûsuf'u öldürme­yin, onu bir kuyunun derinliklerine bırakın da yolcular­dan biri onu bulup alsın, eğer yapacaksanız (böyle ya­pın).

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Yûsuf'un kıssasında ve onun kardeşle­riyle beraber olan haberinde bunu soranlar, bu konuda bilgi sahibi ol­mak isteyenler için ibret, öğütler ve âyetler vardır. Muhakkak ki o, hayretengîz bir haber olup gerçekten öğrenilmeye değerdir. «Hani de­mişlerdi ki: Biz, güçlü bir topluluk olduğumuz halde; Yûsuf ve kar­deşi, babamızın yanında bizden daha sevgilidirler.» Zanlanna göre şöyle yemîn etmişlerdir: Allah'a yemîn olsun ki; Yûsuf ve kardeşi, —onun ana bir kardeşi olan Bünyâmîn'i kaydediyorlar— toplulukça daha fazla ve güçlü olduğumuz halde babamızın yanında bizden daha sevgilidirler. Doğrusu babamız, o ikisini bizden öne geçirme ve onları bizden daha fazla sevme suretiyle apaçık bir sapıklık içindedir.

Burada Yûsuf'un kardeşlerinin peygamberliğine dâir bir delil ol­madığı bilinmelidir. Aksine âyetin akışının zâhîri bunun tersine delâ­let etmektedir. İnsanlardan bazıları, bundan sonra onlara vahyedildi-ğini sanmışlardır. Halbuki bu şüphelidir ve bunu iddia eden bir delile muhtaçtır. Bunlar: «Biz; Allah'a, bize indirilmiş olana, İbrahim'e, İs­mail'e, İshâk'a, Ya'kûb'a ve torunlarına indirilmiş olanlara... îmân et­tik... deyiniz.» (Bakara, 136) âyeti dışında bir delil zikretmemektedirler. Bu ise, bir ihtimâlden ibarettir. Zîrâ İsrâiloğulları kabilelerine «Es-bât» denir. Nitekim arap kabilelerine «kabâîl», Aden kabilelerine de «Şuûb») denilir. Allah Teâlâ İsrâiloğullan kabilelerinden peygamber­lere vahyedildiğine dâir bir delil yoktur. En doğrusunu Allah bilir.

«Yûsuf'u öldürün. Veya bir yere atın ki babanızın teveccühü yal­nız size kalsın.» Diyorlardı ki: «Babanızın sizi sevmesi ile aranızdaki bu engeli babanızın gözü önünden yok edip kaldırın ki babanız sâde­ce sizinle ilgilensin. Bunu, ya onu öldürmek suretiyle veya bir arazîye atmak suretiyle yapın ki ondan yana rahata eresiniz ve babanızca se-vilesiniz. Onun yok edilmesinden sonra sâlih bir kavim olursunuz. Böy­lece günâhtan önce içlerinde tevbeyi de gizlemiş oldular. «İçlerinden bir sözcü dedi ki...» âyeti hakkında Katâde ve Muhammed îbn tshâk der ki: Bu, en büyükleri olup. ismi Rûbîl idi. Süddî bu sözü söyleye­nin Yahûzâ, Mücâhid ise Şem'ûn olduğunu söyler. «Yûsuf'u Öldürire-yin.» Ona düşmanlık ve kininizde onu öldürmeye kadar varmayın Halbuki onların Yûsuf'u öldürmeye imkânları yoktur. Zîrâ Allah Te-âlâ, onun hakkında mutlaka yerine getirilmesi ve tamamlanması ge­reken bir iş murâd etmişti ki, o da ona vahyetmesi ve peygamberlilr vermesi, Mısır ülkesine yerleştirmesi ve orada kendisine hüküm ver­mesi idi. Allah Teâlâ, Rûbîl'in sözü ve onu bir kuyunun derinliklerine atmaları işaretiyle onlan bundan çevirip caydırdı. Katâde, bu kuyu­nun Beyt'ül-Makdis kuyusu olduğunu söyler. «Yolculardan biri onu bulup alsın.» Yolculardan gelip geçenler onu alırlar da siz de böylece onun tarafından rahata erersiniz. Onu öldürmeye gerek yoktur, dedi «Eğer yapacaksanız.» Şayet söylediğinizi yapmaya azmetmiş iseniz böylece yapın.

Muhammed îbn Yesâr der ki: Onlar sıla-i rahm'i kesmek, baba­ya âsî gelmek gibi büyük bir işi aralarında kararlaştırdılar. Onların kararlaştırmış oldukları bu iş, hiç bir günâhı olmayan zayıf ve küçük bir çocuğa acımasızlık; hak, hürmet ve fazilete lâyık bir pîr-i fânîye merhametsizlik örneğidir. Üstelik bu iş, Allah katında büyük bir öne-me sahiptir. Bunlarla birlikte kemiklerinin incelik ve zayıflığı, yaşı­nın büyüklüğüne rağmen oğlu ve sevgili yavrucuğu ile aralarım ayır­mak suretiyle babanın çocuğu üzerindeki hakkını da ihlâl etmiş olu­yorlardı. Yukarda anılan sıfatlarına ilâveten o (babaları), küçük ço­cuğu sevmek suretiyle Allah katında bir makama da sahiptir. Babası ile arası ayrılan çocuk ise; kuvvetsiz, yaşı küçük, babasının lutfuna ve ona sığınmaya muhtaçtır. Allah, onları yine de bağışlayacaktır. Zî­râ O, merhametlilerin en merhametlisidir. Muhakkak ki onlar büyük bir iş yüklenmişlerdir. Bu sözleri İbn Ebu Hatim, Seleme İbn Fadl ka­nalıyla rivayet etmiştir.[5]

 

11  — Dediler ki : Ey babamız; sen bize Yûsuf'u ne­den güvenmiyorsun? Halbuki biz, onun iyiliğini istemek­teyiz

12  — Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin, oynasın. Şüphesiz biz onu koruruz..

 

Yûsuf'u tutup kuyuya atmayı büyük kardeşleri RûbîTin kendile­rine öğrettiği biçimde plânladıklarında, babalan Ya'kûb (a.a.) a gel­diler ve dediler ki: Ey babamız, sana ne oluyor ki bize Yûsuf'u güven miyorsun? Halbuki biz, onun iyiliğini istemekteyiz. Bu; onlar tarafin dan ortaya atılan bir iddia ve (yapacakları işe doğru) atılmış bir adım, bir hazırlıktı. Onlar, babasının onu sevmesine karşı kalblerindeki çe-kememezlikten ötürü bu söylediklerinin tersini istiyorlardı. «Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin, oynasın, (veya: gezelim, oynaya­lım.)» dediler. İbn Abbâs der ki: Koşsun ve neş'elensin. Katâde, Dah-hâk, Südd! ve başkaları da bu şekilde tefsir etmişlerdir. «Şüphesiz biz onu koruruz.» Yani onlar: Biz onu senin için korur, muhafaza ederiz, dediler.[6]

 

13  — Dedi ki: Onu götürmeniz doğrusu beni tasaya düşürüyor. Siz ondan habersizken onu kurdun yemesin­den korkuyorum.

14  — Dediler ki : Biz bir toplulukken onu kurt yerse; bu takdirde biz, muhakkak hüsrana uğrayanlardan olu­ruz.

 

Allah Teâlâ haber veriyor ki; peygamberi Ya'kûb, Yûsuf'un kar­deşleri Yûsuf'u, kendileriyle beraber sahraya çobanlığa göndermesini İstediklerinde oğullarına cevab olarak şöyle demişti: Onu götürmeniz, doğrusu beni tasaya düşürüyor. Sizin gitmenizle dönmeniz arasındaki sürede ondan ayrı kalmak bana zor geliyor. Zîrâ Hz. Ya'kûb, ona aşı­rı bir sevgi besliyordu. Çünkü onda, büyük hayrın alâmetlerini sez­miş, yaratılış ve huyca onda kemâl ve peygamberlik alâmetlerini gör­müştü. Allah'ın salâtı ve selâmı onun üzerine olsun. Siz atmaya ve ço­banlığa dalarak meşgul olursunuz ve siz ondan habersizken bir kurdun gelip onu yemesinden korkuyorum, dedi. İşte onlar, Hz. Ya'-kûb'un ağzından bu kelimeyi alıp, yaptıklarında bunu kendilerine bir özür edindiler. Hemen o saat ona cevab olarak şöyle dediler: Andol-sun ki biz, bir toplulukken ona kurt hücum edip aramızdan onu yer­se; bu takdirde biz, muhakkak ki âciz, helak olmuş, hüsrana uğrayan­lardan olmuş oluruz.[7]

 

15 — Onu götürdükleri vakit, kuyunun derinlikleri­ne bırakmayı birlikte kararlaştırdılar. Biz de kendisine vahyettik ki :.Sen onlara, kendileri hiç farkına varmadan yaptıklarını bir bir haber vereceksin.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Babalarına müracaattan sonra babaları­nın yanından Yûsuf'u alıp götürdüklerinde, «Onu kuyunun derinlik­lerine bırakmayı birlikte kararlaştırdılar.» Bu, onların yaptıklarının ne kadar büyük olduğuna işaret eder. Onlar, bütünüyle Hz. Yûsuf'u kuyunun derinliklerine bırakmayı çoktan kararlaştırmış ve bunda it­tifak etmişlerdi. Babalarına izhâr ettiklerine göre; onlar, Yûsuf'u, ona bir ikram olsun, diye ve sanki ona değer vererek, onu rahatlatmak ve gönlünü hoş etmek, onu neş'elendirmek için almışlardı. Denilir ki; Hz. Ya'kûb (a.s.), Yûsuf'u onlarla beraber gönderdiğinde onu kucak­lamış, onu öpmüş ve ona duâ etmişti. Süddî ve başkaları der ki: On­lar, babalarının gözünden kaybolur kaybolmaz hemen ikramı bir ta­rafa bırakmışlar, hemen ona eziyyete başlamışlardı. Sövme ve benze­ri şekillerle sözle; dövme ve benzeri şekillerle de fiilen ona eziyyet ver­meye başlamışlardı. Sonra içine atmaya karâr verdikleri kuyunun ba­şına gelmişler, onu ipe bağlayıp kuyuya sarkıtmışlardı. Yûsuf, onlar­dan birine sarılınca; sarıldığı kişi onu tokatlayıp dövmüştü. Kuyunun kenarlarına tutunmaya teşebbüs ettiğinde ise ellerine vurmuşlar, da­ha sonra kuyunun yarısına geldiğinde ipi kesivermişlerdi. Yûsuf, ön­ce suya düşüp suya gömülmüş, daha sonra kuyunun ortasındaki bir kayaya tırmanmıştı. O kayaya «râğûfe» denilir ki, Yûsuf onun tepe­sine oturmuştu.

Allah Teâlâ : «Biz de kendisine vahyettik ki: Sen onlara, ken­dileri hiç farkına varmadan yaptıklarını bir bir haber vereceksin.» bu­yurur ki, böylece zorluk halinde ona kolaylık indirdiğini, lutfunu ve rahmetini anlatır. İşte bu darlık halinde Hz. Yûsuf'a, onun kalbini hoş etmek ve ona sebat vermek üzere şöyle vahyetmiştir: Sen içinde bulunduğun duruma üzülme, muhakkak ki senin için bundan güzel bir kurtuluş ve ferahlık vardır. Onlara karşı Allah sana yardım ede­cektir. Seni ve senin mertebeni yüceltecektir. Sen onlara, sana yaptıkları bu işi ilerde haber vereceksin. Allah Teâlâ: «Kendileri hiç far­kına varmadan...» buyurur ki Katâde burayı şöyle anlar: Kendileri Allah'ın ona vahyetmekte olduğunun hiç farkına varmadan... İbn Ab-bâs der ki: Onların senin hakkında yapmış oldukları işlerini onlara haber vereceksin. Onlar seni tanımayacaklar ve sen olduğunu hisset­meyecekler. Nitekim İbn Cerîr der ki: Bana Hâris'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle anlatmış : Yûsuf'un kardeşleri, Yûsuf'un ya­nına girdiklerinde; o, onları tanımış, onlar ise kendisini tanımamış­lardı. Bir ölçek getirildi ve Yûsuf onu alıp eline koydu. Sonra içine üf­ledi de ölçek tınladı. Yûsuf : Muhakkak bu gümüş kap bana haber ve­riyor ki; sizin babanızdan Yûsuf denilen bir kardeşiniz varmış., onu sizin önünüze geçirir imiş. Siz onu götürmüş ,ve bir kuyunun derinlik­lerine atmışsınız, dedi. Sonra tekrar üfledi ve kab tınladı. Baba­nıza gelmiş ve : Muhakkak ki onu kurt yedi, demişsiniz, sahte bir kana bulanmış gömleğini getirmişsiniz, dedi. Birbirlerine : Mu­hakkak ki şu gümüş kab, ona sizin haberlerinizi ulaştırıyor, dediler. îbn Abbâs (r.a.) der ki: Öyle sanıyoruz ki bu âyet, onlar hakkında ve onlar hiç farkına varmadan bu durumlarını onlara haber vermek için nazil olmuştur.[8]

 

16  — Akşam üstü ağlaya ağlaya babalarına geldiler.

17  — Dediler ki : Ey babamız; gerçekten biz gitmiş­tik ki yanş yapalım. Yûsuf'u da eşyamızın yanında bırak­mıştık. Onu kurt yemiş. Her ne kadar doğru söylüyorsak da sen bize inanacak değilsin.

18  — Onlar sahte bir kan ile   gömleğini   getirdiler. Dedi ki : Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık bana güzelce bir sabır gerekir. Sizin şu anlattıkla­rınıza karşı yardımına sığınılacak, Allah'tır.

 

Allah Teâlâ Yûsuf'un kardeşlerinin, onu kuyunun derinliklerine attıktan sonra neler yaptıklarını haber verir. Onlar gece karanlığında ağlayarak," Yûsuf'un arkasından üzüntü ve feryâd, figan izhâr ede­rek, babalanna karşı kederli görünerek dönmüşlerdi. Kendi zanlarına göre, vuku bulanlar hakkında özür dileme sadedinde şöyle demişler­di : ((Gerçekten biz gitmiştik ki yarış yapalım, Yûsuf'u da eşya ve el­biselerimizin yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş.» Hz. Ya'kûb'un da Yûsuf hakkında korktuğu zâten bu idi. Onların : «Her ne kadar doğ­ru söylüyorsak da sen bize inanacak değilsin.» demeleri, giriştikleri işi anlatmakta ne kadar yumuşak davrandıklarına işaret eder. Onlar di­yorlar ki: Şayet biz, senin katında doğrular olsaydık dahi senin bize inanıp bizi doğrulamayacağmı biliyoruz. Sen bizi bu hususta itham edip dururken inanman ve bizi doğrulaman nasıl olacak? Zîrâ sen onu kurt yemesinden korkmuştun ve onu kurt yedi. Meydana gelenin ga­ripliği ve bu işimizdeki garip tesadüf sebebiyle bizi yalanlamanda el­bette sen ma'zûrsun.

((Onlar sahte bir kan ile gömleğini getirdiler.» Bu işler, onların Yûsuf'a karşı topluca kurup işlemiş oldukları desiseyi te'yîd sadedin­de yaptıkları işlerdendir. Mücâhid, Süddî ve bir çoklarının zikrettiği­ne göre; onlar, bir oğlağı tutmuşlar, boğazlamışlar ve kurt Yûsuf'u yerken üzerinde olan gömleği imiş intibaını vermek üzere Yûsuf'un elbisesine oğlak kanını bulaştırmışlardı. Kanı gömleğe bulaştırmışlar-dı ama onu yırtmayı, parçalamayı unutmuşlardı. Bu sebepledir ki Al­lah'ın peygamberi Ya'kûb yanında bü işleri kabul görmemiş; aksine onların işlemiş oldukları işten dolayı içinde husule gelen düşünceye i'mâ yollu olarak onlara: «Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sü­rüklemiş. Artık bana güzelce bir sabır gerekir.» Sizin ittifak ettiğiniz ve işlediğiniz işe karşı ben, güzel bir şekilde sabredeceğim. Sonunda Allah, yardımı ve lutfu ile bunu giderecektir. Sizin anlattığınız şu ya­lan ve olmayacak şeylere karşı yardımına sığınılacak, Allah'tır, de­mişti. Sevrî'nin Semmâk'dan, onun Saîd İbn Cübeyr'den, onun da îbn Abbâs'tan rivayetinde o, «Onlar sahte bir kan ile gömleğini getirdi­ler.» âyeti, hakkında şöyle demiştir: Şayet onu, yırtıcı hayvan yemiş olsaydı; elbette gömleğini de parçalardı. Şa'bî, Hasan, Katâde ve bir çokları da böyle söylemiştir. Mücâhid: Güzel sabır; içinde feryâd ü figan olmayan sabırdır, demiştir. Hüşeym'in Abdurrahmân İbn Yah­ya'dan, onun da Hibbân İbn Ebu Cebele'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) ne: «Artık bana güzelce bir sabır gere­kir.» âyeti sorulmuştu. İçinde şikâyet olmayan sabırdır, buyurdu. Bu hadîs mürseldir. Abdürrezzâk der ki: Sevrî, ashabından birisinin şöy­le dediğini naklediyor : Üç şey sabırdandır : Acını anlatmaman, başı­na gelen musibeti söylememen ve nefsini   temize   çıkarmaman.   Burada (Yûsuf sûresinin tefsirinde) Buhârî, İfk hâdisesi konusunda Hz. Âişe (r.a.) hadîsini zikreder de, onun şu sözüne*yer verir : Allah'a ye-mîn olsun ki; bana ve size, Yûsuf'un babasından başka bir misâl bu­lamıyorum. «Artık bana güzelce bir sabır gerekir. Sizin şu anlattık­larınıza karşı yardımına sığınılacak, Allah'tır.»[9]

 

19  — Bir kervan gelip sucularını gönderdiler. O da kovasını salıp dedi ki : Müjde; işte bir oğlan. Onu bir mal olarak sakladılar. Allah yaptıklarını bilendir.

20  — Onu ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar. Onu yanlarında alıkoymak istemediler.

 

Kervan Geçiyor

 

Allah Teâlâ, kardeşleri Yûsuf (a.sj u o kuyuya atıp da orada ya­payalnız . bıraktıkları zaman onun başına gelenleri haber verir. Ebu Bekr İbn Ayyâş'm söylediğine göre; Hz. Yûsuf, kuyuda üç gün kal­mıştır. Muhammed İbn İshâk der ki: Kardeşleri onu kuyuya attık­ları zaman, o gün kuyunun etrafına oturmuşlar, onun ne yapacağını ve ona ne olacağını gözlemeye başlamışlar. Allah Teâlâ, onun için bir kervan göndermiş. Kervan o kuyuya yakın bir yere konaklayarak su­cularını göndermişlerdi. Sucu kuyuya gelip de kovasını oraya sallan­dırdığı zaman Yûsuf (a.s.) kovaya sarılmış ve sucu onu çıkararak müjde vermiş : «Müjde; işte bir oğlan.» demişti. Kurrâdan bazısı bu­rayı şeklinde okumuşlar ve Süddî bunun, kovayı sallan­dıran adamın bir çocuk elde ettiğini bildirmek üzere seslendiği kim­senin ismi olduğunu sanmıştır. Süddî'den böyle bir sözün sâdır olması garîbdir. Zîrâ bu Kirâeti bu şekilde tefsir, sâdece İbn Abbâs'tan gelen bir rivayette vardır. En doğrusunu Allah bilir. Buna göre bu kırâetin anlamı, ancak diğer bir kırâete dönebilir ve bu durumda müjdeyi ken­di nefsine izafe etmiş, tamlamanın ikinci kısmı olan birinci şahıs za­mirini de hazfetmiş olur. Bu şekil kullanılış Arab dilinde mevcûd olup cümlelerinde durum böyledir. Bu kırâeti diğer bir kırâet olan kırâeti açıklamaktadır. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ : «Onu bir mal olarak sakladılar.» buyurur ki; sucu­lar onu, kervandaki diğerlerinden saklamışlar ve şayet onun durumu­nu söylerse onda kendilerine ortak olurlar korkusuyla; Biz bunu satın aldık ve suyun sahiplerinden onu kendimize mal edindik, demişlerdi. Bu açıklama Mücâhid, Süddî ve İbn Cerîr'indir. İbn Abbâs'tan riva­yetle Avfî, «Onu bir mal olarak sakladılar.» âyeti hakkında der ki: Bu­rada Yûsuf'un kardeşleri kasdedilmektedir. Onlar (Yûsufun kardeş­leri) kendini öldürür korkusuyla Hz. Yûsuf da durumunu aynı şekil­de gizlemiş ve satılmayı tercih etmişti. Buna göre Yûsuf da kardeşle­ri kendini Öldürür korkusuyla durumunu aynı şekilde gizlemiş ve sa­tılmayı tercih etmişti. Buna göre Yûsuf'un kardeşleri, Yûsuf'u kerva­nın sucusuna anlatmışlar ve o da arkadaşlarına : «Müjde, işte satılan bir oğlan.» diye seslenmiş ve kardeşleri onu satmıştı. Allah Teâlâ : «Allah onların yaptıklarını bilendir.» buyurur ki, Yûsuf'un kardeşleri­nin ve onu satın alanların ne yaptıklarını en iyi bilen O'dur. O, bunu değiştirmeye ve engellemeye elbette Kâdir'dir. Fakat geçmiş takdiri ve hikmeti ile, kaderi ve kazasının yerine gelmesi için o halde bırak­mıştır. Dikkat ediniz; yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbı olan Allah ne yücedir. Bunda Rasûlü Muhammed (s.a.) e bir ta'rîz vardır. Allah Teâlâ ona bildiriyor ki: Muhakkak Ben, kavminin sa­na olan eziyyetini en iyi bilenim. Onların yaptıklarım elbette inkâra da kadirim. Fakat Ben, onlara mühlet veriyorum. Sonra akıbeti sana, hükmü de onların aleyhine kılacağım. Nitekim kardeşlerine karşı hü­küm ve güzel akıbeti de Yûsuf'a hâs kılmıştım.

Allah Teâlâ : «Onu ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar.» bu­yurur ki; kardeşleri Yûsuf'u az bir bedelle satmışlardı. Bu açıklama, Mücâhid ve İkrime'nindir. Ayette geçen kelimesi noksan­lık, azlık anlamındadır. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurur: «Ec­rinin eksilmesinden ve kendisine haksızlık edilmesinden korkmaz.» (Cinn, 13). Yani kardeşleri onun karşılığında son derece az bir ücret almışlardır. Bununla birlikte onlar, onu yanlarında alıkoymak iste­miyorlardı. Ona karşı bir rağbetleri yoktu. Şayet onlar, hiç karşılıksız istemiş olsaydılar ona da icabet edeceklerdi. İbn Affân, Mücâhid ve Dahhâk; «Onu sattılar.» kısmındaki özne zamirinin, Yûsuf'un kardeş­lerine âit olduğunu söylerler. Katâde ise kervana âit olduğunu söyle­miştir. Birinci görüş daha kuvvetlidir. Zîrâ Allah Teâlâ : «Onu yanla­rında alıkoymak istemediler.» buyurur ki, bunu istemeyen Yûsuf'un kardeşleri olup kervandakiler değildir. Zîrâ kervandakiler, onu müjdelemişler ve bir mal olarak onu saklamışlardı, şayet onu yanlarında alıkoymak istememiş olsalardı, onu satın almazlardı. Böylece burada­ki zamirin, Yûsuf'un kardeşlerine âit olduğu görüşü tercihe şayan gö­rülüyor.

Âyetteki kelimesinde haram anlamı kasdedildiği de, zulüm anlamı kasdedildiği de söylenmiştir. Bu her ne kadar böyle ise de, burada maksad bu değildir. Zîrâ herkesçe ma'lûm olup bilinmek­tedir ki; her durumda onun bedeli herkese haramdır. Zîrâ o; Rafc-mân'ın haUTinin oğlu, peygamber oğlu, peygamber oğlu peygamDer-dir. Kerîm oğlu Kerîm oğlu Kerîm oğlu Kerîm'dir. Burada maksad, ancak eksik veya bozuk (ayarsız) anlamları veya her ikisi birden ola­bilir. Yani onlar; Yûsuf'un kardeşleridir ve onu satmışlardır. Bunun­la birlikte bedellerin en düşüğü ile bu işi yapmışlardır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Birkaç dirheme.» buyurmuştur. İbn Mes'ûd'dan riva­yete göre; onlar, Yûsuf'u yirmi dirheme satmışlardır. İbn Abbâs, Nevf el-Bekâlî, Süddî, Katâde ve Atiyye el-Avfî de böyle söylemiştir. Atiyye buna ilâve olarak : İkişer dirhem paylaşmışlardır, der. Mücâhid : Yir­mi iki dirheme; Muhammed İbn İshâk ve İkrime : Kırk dirheme sat­tıklarını söyler, Dahhâk: «Onu yanlarında alıkoymak istemediler..) âyeti hakkında der ki: Zîrâ onlar, onun peygamberliğini ve Allah ka­tındaki derecesini bilmediler, demiştir. Mücâhid de der ki: Onu sat­tıklarında peşinden gitmeye başladılar. (Onu satın alanlara) : Ona sı­kı sahip olun ki sakın kaçmasın, diyorlardı. Nihayet onu Mısır'a götür­düler ve dediler ki: Bunu kim satın alırsa; muhakkak ferahlanır, se­vinir. Ve onu müslüman birisi olan Kral satın aldı.[10]

 

21 — Onu satın alan Mısırlı, karısına dedi ki : Ona güzel bak, olur ki bize faydası dokunur veya onu evlâd ediniriz. îşte böylece Yûsuf'u Biz oraya yerleştirdik. Ve ona rü'yâlarm yorumunu öğrettik. Ve Allah emrinde gâ-libdir. Fakat insanların çoğu bilmezler.

22 — Erginlik çağına gelince; ona hüküm ve ilim ver­dik. İşte böyle mükâfatlandırırız, Biz ihsan edenleri.

 

Yûsuf'u Mısır'a Götürüyorlar

 

Allah Teâlâ, Yûsuf (a.s.) a lutuflanndan olarak, onu Mısır'da sa­tın alacak birini takdir buyurup hazırladığını, bu kişinin ona itinâ, gös­terip ikramda bulunduğunu, ailesine onun hakkında hayır tavsiye et­tiğini, onda hayır ve felah sezdiğini haber verir. O kişi karısına : «Ona güzel bak, olur ki bize faydası dokunur veya onu evlâd ediniriz.» de­mişti. Mısır'da onu satın alan kişi Mısır'ın azîzi, veziri idi. İbn Abbâs' can rivayetle Avfî, onun isminin Kıtfîr olduğunu söyler. Muhammed İbn İshâk ise; isminin Itfîr İbn Rûhayb olup, onun Mısır azîzi ve Mı­sır hazîneleri üzerine görevli olduğunu söyler. Buna göre; o zamanda Mısır kralı, Reyyân İbn Velîd isminde Amâlika'dan birisiydi. Muham­med İbn İshâk'a göre karısının ismi Râîl Bint Raâîl imiş. Başkaları ise karısının isminin Zelîhâ (veya Züleyhâ) olduğunu söylerler. Yine Muhammed İbn Sâib'den, onun Ebu Sâlih'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre; Hz. Yûsuf'u Mısır'da satın alan, Mâlik İbn Bûyeb İbn Anka İbn Medyan İbn İbrahim imiş. En doğrusunu Allah bilir. Ebu İs-hâk'ın Ebu Ubeyde'den, onun da Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetinde İbn Mes'ûd şöyle demiş : İnsanların en ferasetlileri üçtür : Karısına : «Ona güzel bak.» dediğinde Mısır azîzi, babasına : «Babacığım onu üc­retle tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve emin kişi­dir.» (Kasas, 26) diyen kadın ve kendisine Ömer İbn Hattâb (r.a.) ı halîfe bırakan Ebubekir es-Sıddîk. Allah Teâlâ buyurur ki: Nasıl ki Yû­suf'u kardeşlerinden kurtarmışsak yine «böylece Yûsuf'u Mısır ülke­sine yerleştirdik. Ve ona rü'yâların yorumunu öğrettik. Ve Allah em­rinde gâlibdir.» Bir şeyi murâd ettiği zaman geri çevrilmez, engellen­mez ve muhalefet edilemez. Bilakis O, dışındaki her şeye gâlibdir. Saîd İbn Cübeyr, «Ve Allah, emrinde gâlibdir.» âyetinin tefsirinde: O, dile­diğini yapandır, demiştir. Allah Teâlâ : «Fakat insanların çoğu bilmez­ler.» buyurur ki; yaratıkları hakkındaki hikmetini ve dilediğine lutuf-da bulunmasını anlayamazlar, bilemezler.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Yûsuf erginlik çağına gelip aklı ve ya­radılışı kemâle erince; ona hüküm ve ilim verdik.» Burada peygam­berlik kasdedilmektedir. Allah Teâlâ o kavimler arasında peygamber­liği ona vermiştir. «İşte böyle mükâfatlandırırız, Biz ihsan edenleri...» Muhakkak ki o, amelinde ihsan sahibi olup, Rabbı Teâlâ'nm itâatma uygun ameller işlerlerdi. Hz. Yûsuf'un erginlik çağma ulaştığı süre­nin miktarında ihtilâf edilmiştir. İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde; otuz üç sene derler. İbn Abbâs'tan rivayete göre; otuz küsur senedir. Dah-hâk : Yirmi, Hasan : Kırk, İkrime : Otuz beş, Süddî: Otuz, Saîd İbn Cü-beyr: On sekiz sene derler. İmâm Mâlik, Rabîa, Zeyd İbn Eşlem ve Şa'bî erginliği baliğ olmakla açıklamışlardır. Bundan başkaları da söy­lenmiştir. En doğrusunu Allah bilir.[11]

 

23 — Evinde bulunduğu kadın onu kendine ram et­mek istedi. Kapıları sımsıkı kapadı. Ve : Sana söylüyorum gelsene, dedi. O da : Allah'a sığınırım, doğrusu o, benim efendimdir, bana iyi bakmıştır. Muhakkak ki zâlimler as­la felah bulmaz, dedi.

 

Kadın Onu Kendine Râmetmek İstiyor

 

Allah Teâlâ burada, Yûsuf'un Mısır'da evinde bulunduğu azizin karısından haber vermektedir. Kocası ona, Yûsuf'a ikramda bulunma­sını tavsiye etmişti. «Evinde bulunduğu kadın, onu kendine râm et­mek istedi.» Onu kendine davet etti. Zîrâ güzelliği ve dehâsı sebebiyle onu kuvvetli bir sevgi ile sevmiş ve bu onu Yûsuf için güzelleşmeye sevketmişti. Kadın Yûsuf'un üzerine kapılan kapamış ve onu kendi­ne davet ederek : «Sana söylüyorum gelsene.» demişti. Yûsuf bundan şiddetle kaçınmış ve : «Allah'a sığınırım, doğrusu o, benim efendim­dir.» demişti. Onlar, Rabb kelimesini büyük efendi hakkında kullanır­lardı. Yani Yûsuf şöyle demek istemişti: Muhakkak ki senin kocan benim efendimdir ve bana iyi bakmış, bana iyilik etmiştir. Ben ona ailesi hakkında fuhuşla mukabele etmem. Zîrâ, «Muhakkak ki zâlim­ler asla felah bulmaz.» Mücâhid, Süddî, Muhammed İbn İshâk ve baş­kaları da böyle söylemişlerdir.

Kâriler kelimesinin okunuşunda ihtilâf etmişlerdir. Çokları bunu he harfinin fethası, ye harfinin sükûnu ve te harfinin fethası ile okumuşlardır. İbn Abbâs, Mücâhid ve bir çokları der ki: Bunun anlamı: O, Yûsuf'u kendine çağırmıştır, şeklindedir. Ali İbn Ebu Talha ve Avfî de İbn Abbâs'tan rivayetle bu kelimenin, «gelsene» anlamında olduğunu söylerler. Zirr İbn Hubeyş, İkrime, Hasan ve Ka-tade de böyle söylemiştir. Hasan'dan rivayetle Amr İbn Ubeyd bu kelimenin süryânîce olup, «yapış, tut» anlamında olduğunu söyler. Süddî İse; «gelsene» anlamında kıptîce olduğunu söylemiştir. Mücâhid bu­nun Arap dilinde olduğunu ve çağırma fiilini ifâde ettiğini söyler. Bu-hârî îkrime'nin Havran dilinde «gelsene» anlamında olduğunu söyle­diğini nakleder. Buhârî bunu bu şekliyle muallâk olarak rivayetle zik­retmiştir. İmâm Ebu Ca'fer İbn Cerîr ise müsned olarak şöyle rivayet eder: Bana Ahmed İbn Süheyl el-Vâsıtî'nin... İbn Abbâs'ın kölesi İk-rime'den : «Sana söylüyorum gelsene.» âyeti hakkında rivayetine gö­re; o, şöyle demiştir : Haydi gelsene. Bu, Havran dilindedir. Ebu Ubeyd Kasını İbn Sellâm der ki: Kisaî kırâetini hikâye eder ve der ki: Bu Havran halkının dili olup Hicaz halkına geçmiştir. Mânâsı: Gel, dir. Ebu Ubeyd der ki: Havran halkından yaşlı bir âlime sordum da bunun bildiği, tanıdığı dilleri olduğunu anlattı. İmâm İbn Cerîr, bir şâirin Ali İbn Ebu Tâlib'e göndermiş olduğu bir şiirini bu kırâete şâhid olarak getirir.(...)

Diğerleri ise : Senin için hazırlandım, anlamında olmak üzere bu­rayı he harfinin kesresi, he harfinden sonra bir hemze ve te harfinin zammesi ile şeklinde okumuşlardır. İbn Abbâs, Ebu Abdur-rahmân es-Sülemi, Ebu Vâil, İkrime ve Katâde, bu kırâetin kendilerin­den rivayet edildiği kimselerdir. Hepsi de burayı «senin için hazırlan­dım.» anlamıyla açıklamışlardır. İbn Cerîr : Ebu Amr ve Kisâî, bu kırâeti hoş karşılamazlardı, der. Abdullah İbn İshâk da burayı he har­finin fethası ve te harfinin kesresi ile şeklinde okumuştur ki bu da garibtir. Bütün Medine halkının da içlerinde bulunduğu di­ğerleri ise; bu kelimeyi he harfinin fethası ve te harfinin zammesi ile şeklinde okumuşlardır.(...)

Abdürrezzâk der ki: Bize Sevrî'nin... İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ben kârileri işittim ve onların kırâetlerinin birbirine yakın olduğunu duydum. Siz, size öğretilen şekilde okuyu­nuz. Derine dalmaktan ve ayrılığa düşmekten sakınınız. Bu; ancak siz­den birinin, aynı mânâda olan ve demesi gibidir. Sonra Abdullah burayı şeklinae okudu. Râvî Ebu Vâil dedi ki: Ey Ebu Abdurrahmân, muhakkak ki bazı kimseler burayı şeklinde okuyorlar, ne dersin? Abdullah : Ben onu, bana öğ­retilen ve sevdiğim bir şekilde okuyorum, diye cevab verdi. İbn Cerîr der ki: Bana İbn Vekî'nin... Ebu Vâil'den rivayetine göre; Abdullah:

şeklinde okumuştur. Mesrûk ona : Muhakkak ki insan­lar, burayı şeklinde okuyorlar, ne dersin? diye sordu da : Beni bırakın; muhakkak ki ben onu bana okutulan, sevdiğim şekilde okuyorum, dedi. Yine İbn Cerîr der ki: Bana Müsenna'nın... İbn Mes' ûd'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: ne ve te har­finin fethası ile olup biz onu hemzeli okumayız.

Diğerleri ise burayı şeklinde he harfinin kesresi, ye harfinin sükûnu ve te harfinin zammesi ile okumuşlardır. Ebu Ubeyde Ma'mer İbn Müsennâ bu kelimenin tesniye, cemî ve rriüennes yapıl­mayacağını, herkese sâdece bu lâfızla hitab olunacağını söylemiştir. Bu ifâdeye nazaran sâdece sonundaki zamirler şu şekilde değiştiril­mektedir[12]

 

24 — Andolsun ki o, istekli idi. Eğer Habbının bur­hanını görmemiş olsaydı; o da onu arzu etmiş gitmişti. İşte Biz, böylece ondan fenalığı ve fuhşu bertaraf ettik. Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.

 

İnsanların bu makamdaki sözleri ve ibareleri birbirinden çok fark­lıdır. İbn Cerîr ve başkalarının zikretmiş oldukları İbn Abbâs, Mücâ-hid, Saîd İbn Cübeyr ve seleften bir grubun sözleri bu konuda rivayet edilenler arasındadır. En doğrusunu Allah bilir. Bazıları der ki: Yû­suf'un istekli olmasından maksad, bunu hatırından geçirmesidir. Ni­tekim Beğavî, Tahkik ehlinden olan bazılarından hikâye etmiş, sonra Abdürrezzâk'ın Ma'mer kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayet ettiği bir hadîse burada yer vermiştir. Bu hadîste Allah Rasûlü (s.a.) buyurur ki:

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Kulum bir iyilik yapmaya niyet ettiğinde onu işlemediği takdirde onun lehine bir iyilik olarak yazarım. Şayet işleyecek olursa; on misli ile yazarım. Eğer o bir kötülüğe niyetlenir de onu işlemezse; bağışlarım. Eğer işlerse; onu misli ile ya­zarım. Bu hadîs Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde tahrîc edilmiş olup, birçok farklı lâfızlarla rivayeti vardır. Ve yukardaki de bunlardan bi­risidir.

Onu dövmeye niyetlendi, denilmiştir. Başka bir rivayette : Onu zevcesi olarak temenni etmişti de denilmiştir. Yine denilir ki: «An-doısun ki, o istekli idi. Eğer Rabbının burhanını görmemiş olsaydı.» Yani buna niyyet dahi etmemiştir. Arab dili bakımından bu söz şüp­helidir. Bununla birlikte İbn Cerîr ve başkaları zikretmişlerdir.

Hz. Yûsuf'un gördüğü bürhân hakkında da bir çok şey söylenmiş­tir. İbn Abbâs, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Muhammed İbn Şîrîn, Ha­san, Katâde, Ebu Salih, Dahhâk, Muhammed İbn İshâk ve başkala­rından rivayete göre; o, babası Ya'kûb (a.s.) un suretini görmüş. Bu suretinde Ya'kûb (a.s.), parmağını ısırır halde imiş. Sâîd İbn Cübeyr' den gelen bir rivayete göre şöyle denilmiştir : Ya'kûb, Yûsuf un göğ­süne vurmuş. İbn Abbâs'tan rivayetle Avfî der ki: Efendisinin hayâ­lini gördü. Muhammed İbn İshâk da bazılarından hikâye ederek böy­le söylemiştir. Buna göre o (yani Yûsuf'un görmüş olduğu bürhân) kapıya yaklaşmış olan efendisi Itfîr'in hayâlidir.

İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb'in... Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir : Yûsuf, başını evin ta­vanına kaldırmış ve evin duvarında şu yazıyı görmüş : «Zinaya yak­laşmayın. Muhakkak ki o, azgınlıktır. Ve yol olarak da kötüdür.» (İs-râ, 32). Ebu Ma'şer el-Medenî de Muhammed. îbn Kâ'b'dan bu şekilde rivayet etmiştir. Abdullah İbn Vehb der ki: Bana Nâfi' îbn Yezîd'in... el-Kurazî'den rivayetine göre; o, Yûsuf'un gördüğü bürhân hakkında şöyle dermiş : Bunlar; Allah'ın kitabından üç âyettir : «Halbuki sizin üzerinizde koruyucular vardır.» (İnfitâr, 10), «Ne yaparsan yap... Mutlaka Biz sizi görürüz...» (Yûnus, 61), «Herkesin yaptığını gözeten Allah... bir olur mu?» (Ra'd, 33). Nafi' der ki: Ebu Hilâl'i Kurazî'nin sözünün bir benzerini söylerken işittim. Ancak o dördüncü bir âyet olarak : «Zinaya yaklaşmayın. Muhakkak ki o, azgınlıktır. Ve yol ola­rak da kötüdür.» (İsrâ, 32). âyetini de eklemiştir. Evzaî der ki: Ken­dirini bundan men'eden Allah'ın kitabından bir âyeti duvarda görmüş­tür. İbn Cerîr der ki: Doğrusu; şöyle denilmesidir: Muhakkak ki o niyet ettiğinden kendisini men'eden Allah'ın âyetlerinden bir şey gör­müştür. Bunun Ya'kûb'un sureti olması, kralın (veya bir meleğin) su­reti olması, kendisini bundan men'eden yazılmış bir şeyi görmüş ol­ması caizdir. Bunlardan birinin ta'yîn edilmesine kesin bir delil yoktur. Doğru olan, Allah Teâlâ'nın buyurmuş olduğu veçhile mutlak ola­rak' bırakılmasıdır.

Allah Teâlâ buyurur ki: «îşte Biz, böylece ondan fenalığı ve fuh­şu bertaraf ettik.» İçinde bulunduğu durumdan onu çeviren bir bur­hanı ona nasıl göstermişsek aynı şekilde onu bütün işlerinde fuhuş­tan ve kötülükten temizlemişizdir. «Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş, seçil­miş, temizlenmiş ve en hayırlı kullanmızdandı.» Allah'ın salâtı ve se­lâmı onun üzerine olsun.[13]

 

İzahı

 

 

25  — İkisi de kapıya koştular. Kadın, onun gömleği­ni arkasından boylu boyunca   yırttı.   Kapının   yanında efendisine rast geldiler. Kadın dedi ki: Ailene kötülük et­mek isteyenin cezası; zindana atılmaktan veya acıklı bir azâbdan başka ne olabilir?

26  — Dedi ki: O, beni kendisine râm etmek istedi. Kadının ailesinden biri de şehâdet etti : Eğer gömleği ön­den yırtılmışsa; o (kadın) doğru söylemiştir. Bu (Yûsuf) ise yalancılardandır.

27  — Eğer gömleği   arkadan   yırtılmışsa, o (kadın) yalan söylemiştir, bu (Yûsuf) ise doğru söyleyendir.

28  — Gömleğinin arkadan yırtılmış    olduğunu    gö­rünce; (kadının kocası) dedi ki : Doğrusu bu, sizin tuzağı-nızdandır, siz kadınların tuzağı büyüktür.

29  — Yûsuf; sen bundan vazgeç. Ey kadın; sen de günâhının bağışlanmasını dile. Çünkü sen gerçekten suç­lulardan oldun.

 

Yûsuf'un Gömleği Yırtılıyor

 

Allah Teâlâ, onların (Yûsuf ile Azîz'in karısının) kapıya doğru koşarak çıktıkları hali haber veriyor. Yûsuf kaçıyor, kadın ise onu eve geri döndürmek için peşinden gidiyordu. İşte bu esnada kadın ona ye­tişmiş, arkasından gömleğini tutmuş ve boydan boya yırtınıştı. Göm­leğin üzerinden düştüğü de söylenir. Yûsuf kaçmaya devam etmiş, ka­dın da peşinden. Kapının yanında kadının kocası ile karşılaşmışlar. İşte bu sırada kadın, hilesi ile içinde bulunduğu durumdan sıynlıver-miş ve kendini temize çıkarıp Yûsuf'a iftira ederek kocasına şöyle de­miş : Ailenize zina ile kötülük etmek isteyenin cezası; zindana atıl­maktan veya acıtıcı bir şekilde dövmek suretiyle acıklı bir azâbdan başka ne olabilir? İşte o zaman Yûsuf (a.s.), Hakk'tan medet aramış, kadının kendisine atmış olduğu hıyanet suçundan kendini temize çı­kararak doğru bir şekilde : «O, beni kendisine ram etmek istedi», di­yerek kadının peşine düştüğünü, kendine çektiğini ve gömleğini yırt­tığını anlatmıştır. Kadının ailesinden biri de şehâdet etti ki: Eğer gömleği önden yırtılmışsa; kadın Yûsuf'un, onu kendine ram etmek istediğine dâir sözünde doğru söylemiştir. Zîrâ çağıran Yûsuf, ona kar­şı direnen de kadın ise; bu durumda kadının onu göğsünden itmiş ve gömleğini Önden yırtmış olması gerekir. Eğer böyle ise kadının sözü doğrudur. «Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa; kadın yalan söylemiş­tir, Yûsuf ise doğru söyleyendir.» Ve gerçekten vuku bulan da böyle­dir. Yûsuf kadından kaçıp kadın onun peşinden koşarak gömleğinin arkasından onu geri çevirmek üzere tuttuğunda, gömleğini arkasın­dan yırtınıştı.

Kadının ailesinden olan bu şâhid hakkında ihtilâf edilmiştir : Bu şâhid küçük mü yoksa büyük müdür? Burada seleften iki görüş riva­yet edilmiştir. Abdürrezzâk der ki: Bize İsrail'in... İbn Abbâs'tan ri­vayetine göre; «Kadının ailesinden biri de şehâdet etti.» âyeti hakkın­da : O, sakallıydı, demiştir. Sevrî ise Câbir kanalıyla... îbn Abbâs'tan rivayetle onun, kralın yakın adamlarından birisi olduğunu söyler. Mü-câhid, İkrime, Hasan, Katâde, Süddî ve Muhammed İbn İshâk; onun bir erkek olduğunu söylerler. Zeyd İbn Eşlem ve Süddî; onun, kadının amcası olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbâs onun, kralın has adamla­rından biri olduğunu söyler. İbn İshâk; Züleyhâ'nm, kral Reyyân İbn el-Velîd'in kız kardeşinin kızı olduğunu zikreder. Avfî, İbn Abbâs'ın, «Kadının ailesinden biri de şehâdet etti.» âyeti hakkında şöyle dedi­ğini nakleder : Beşikte bir çocuk idi. Ebu Hüreyre, Hilâl İbn Yesâr, Ha­san, Saîd İbn Cübeyr ve Dahhâk İbn Müzâhim'den onun, evde bir ço­cuk olduğu rivayet edilmiştir ki, İbn Cerîr bu görüşü tercîh etmiştir. Bu hususta merfû' bir de hadîs vârid olmuştur ki İbn Cerîr şöyle der:

Bize Hasan İbn Muhammed'in... îbn Abbâs'tan, onun da Hz. Peygam­ber (s.a.) den rivayetine göre o: Küçük oldukları halde dört kişi ko­nuşmuştur. v buyurmuş ve onlar arasında Yûsuf'un şahidini de zik­retmiştir. Hadîsi başkaları da Hammâd İbn Seleme kanalıyla... îbn Abbâs'tan rivayet etmişlerdir. Buna göre; o, şöyle demiştir: Küçük ol­dukları halde dört kişi konuşmuştur: Bunlar; Firavun'un kızı Mâşi-ta'nın oğlu, Yusuf'un şahidi, Cüreyc'in arkadaşı ve îsâ İbn Meryem'­dir. Leys İbn Eşlem ise Mücâhid'den naklen: O, Allah'ın emrinden olup, insan cinsinden değildi, der. Ancak bu, garîb bir sözdür.

Allah Teâlâ: «Gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce...» buyurur ki; kadının kocası, Yûsuf'un doğru; kadının da Hz. Yûsuf'a attığı iftirada yalancı olduğunu anlayınca: Doğrusu bu, sizin tuzağı-nızdandır. Bu gencin ırzına atmış olduğun şu çamur ve iftira, sizin tu­zaklarınız cümlesindendir. Siz kadınların tuzağı büyüktür, demiştir. Sonra Azîz, Yûsuf (a.s.) a, olanları gizlemesini emrederek şöyle demiş­tir : «Ey Yûsuf, sen bundan vazgeç. (Bu sayfayı kapat ve kimseye an­latma:) Ey kadın; sen de günâhının bağışlanmasını dile.» Adam karı­sına böyle söylemiştir. Zîrâ o yumuşak huylu, yumuşak tabiatlı biri­siydi. Veya onu ma'zûr görmüştü. Kocası ona : Sen de günânının ba­ğışlanmasını dile, sen bu genç hakkında kötülük düşündün, sonra suç­suz olduğu halde ona iftira ettin. İşte meydana gelen bu günâhları­nın bağışlanmasını dile. Çünkü sen gerçekten suçlulardan oldun, de­miştir.[14]

 

İzahı

 

 

30  — Şehirde bir takım kadınlar dediler ki : Azız'in karısı delikanlısını kendine ram etmek istiyormuş, sevgi­si bağrını yakmış. Görüyoruz ki o, apaçık bir sapıklıkta­dır.

31  — Onların dedikodularını işitince;   onlara  haber yolladı. Onlar için yaslanacak yerler hazırladı ve onlar­dan her birine birer bıçak verdi. (Yûsuf'a) : Çık karşıla­rına, dedi. Hepsi onu görünce kendisini çok büyüttüler. Ve ellerini kestiler. Dediler ki: Allah'ı tenzih ederiz. Hâşâ bu, bir beşer değildir, ancak çok şerefli bir melektir.

32  — Kadın dedi ki : işte beni, onun için ayıpladığı­nız budur. Onu kendime râm etmek istedim, ama o iffe­tinden çekindi. Eğer istediğimi  yapmazsa;   andolsun  ki, zindana atılacak ve zillete uğrayanlardan olacaktır.

33  — Dedi ki : Rabbım, zindan bana bunların beni davet ettiklerinden daha iyidir. Eğer Sen bunların tuzak­larını benden uzaklaştırmazsan; onlara meyleder, câhil­lerden olurum.

34  — Rabbı onun duasını kabul etti de onların tu­zaklarını kendisinden savdı. Muhakkak ki O'dur O, Se-mi'. Alîm.

 

Kadınlar Ellerini Kestiler

 

Allah Teâlâ haber veriyor ki; Hz. Yûsuf ile Azîz'in karısının ha­beri şehirde yani Mısır'da yayıldı da, insanlar arasında konuşulmaya başlandı. Şehirde büyük emirlerin kadınları gibi bir takım kadınlar; vezîr olan Azîz'in karısının bu yaptığını hoş görmeyip bu yüzden onu ayıpladılar ve dediler ki: Azîz'in karısı delikanlısını kendisine râm et­mek istiyormuş ve onu kendine davet etmiş. Sevgisi bağrını yakmış. Sevgisi, k'albinin zarına kadar ulaşmış. İbn Abbâs'tan rivayetle Dah-hâk âyetteki kelimesinin; öldürücü sevgi (kara sevda) olduğunu söyler. Şeğâf bundan daha aşağı derecededir.. kelimesi, kalb zarı anlamınadır. Kadınlar şöyle de demişlerdi: Görü­yoruz ki delikanlısını sevmesinden ötürü onu kendisine râm etmek is­temesinde o, apaçık bir sapıklıktadır. «Onların dedikodularını, konuş­malarını İşitince...» âyeti hakkında Muhammed İbn İshâk der ki: On­lara Yûsuf'un güzelliği haberi ulaştı da, onu görmeyi çok arzuladılar. Bu sözleri, onu görebilmek ve müşahede edebilmek için söylediler. İş­te o zaman «Onlara haber yolladı.» Onları evinde bir ziyafete davet et­ti. ((Onlar için yaslanacak yerler hazırladı.» İbn Abbâs, Saîd İbn Cü-beyr, Mücâhid, Hasan, Süddî ve başkaları derler ki: O, hazırlanmış oturacak yerlerdir. Orada örtüler, yastıklar, yiyecekler vardır. Orada turunç (portakal) ve benzeri bıçaklarla kesilecek yiyecekler vardır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Onlardan her birine birer bıçak verdi.» buyurmuştur ki; bu, kadının bir hîlesi idi. Ayrıca onların Yûsuf'u gör­mek üzere çâre aramalarına bir mukabelesinden ibaretti. «Yûsuf'a: Çık karşılarına, dedi.» Kadın, Yûsuf'u başka bir yere saklamıştı. Yû­suf karşılarına çıkıp da onu gördüklerinde, kendisini çok büyüttüler ve onu görmenin şaşkınlığı ile bıçaklarla portakalı kesiyoruz sanarak ellerini kesmeye başladılar. Burada maksad, onların ellerini bıçaklar­la kesmiş olmalarıdır ki, bunu bir çokları söyler. Mücâhid ve Katâde'-den rivayete göre ise; onlar, ellerini kesmişler ve nihayet bıçakları at­mışlardır. En doğrusunu Allah bilir.

Zeyd İbn Eslem'den rivayetle anlatıldığına göre; Azîz'in karısı, onlar yeyip (içip) gönülleri hoş olduktan sonra, onların önlerine por­takal koymuş ve her birine birer bıçak vermiş. Sonra : Yûsuf'u görmek ister misiniz? diye sormuş. Onlar; evet, deyince Yûsuf'a birini gönde­rip karşılarına çıkmasını emretmiş. Kadınlar, Yûsuf'u gördüklerinde ellerini kesmeye başlamışlar. Sonra kadın Yûsuf'a dönmesini emret-, miş, o da dönmüş. Onların Yûsuf'u önden ve arkadan görmelerini iste­miş. Onlar habire ellerini kesiyorlarmış. Nihayet acıyı hissettiklerinde arkalarım dönmeye başlamışlar. Azîz'in karısı: Siz bir kere bakmakla böyle yaptınız, o halde ben nasıl ayıplanırım? demiş. Onlar da demiş­ler ki: «Allah'ı tenzih ederiz. Hâşâ, bu, bir beşer değildir, ancak çok şerefli bir melektir.» Sonra Azîz'in karısına şöyle demişler: Bu gördü­ğümüzden sonra, artık senin ayıplanacağını sanmıyoruz. Zîrâ onlar beser içinde ne onun bir benzerini ve ne de güzellikte ona bir yakınını asla görmemişlerdir. Hz. Yûsuf —Allah'ın salâtı ve selâmı onun üze­rine olsun— a güzelliğin yansı verilmiş imiş. Nitekim İsrâ olayına dâ­ir sahîh bir hadîste vârid olduğuna göre; Allah RasûliL (s.a.), üçüncü gökte Yûsuf (a.s.) a uğramış. Şöyle buyurur: Bir de baktım ki, gü­zelliğin yansı ona verilmiştir, buyurmuştur. Süfyân es-Sevrî'nin Ebu tshâk'tan, onun Ebu'l-Ahvas'tan, onun da Abdullah İbn Mesûd'dan rivayetinde o, şöyle demiş : Yûsuf ve annesine, güzelliğin üçte biri ve­rilmiştir. Yine Ebu İshâk'ın Ebu'l-Ahvas'dan,. onun da Abdullah'dan rivayetinde o, şöyle demiş : Yûsuf'un yüzü şimşek gibi parıldardı. Bir kadın herhangi bir ihtiyâcı için ona geldiği zaman kendisi yüzünden fitneye düşer korkusuyla yüzünü örterdi. Hadîsi Hasan el-Basrî de Hz. Peygamber (s.a.) den mürsel olarak rivayet eder ki; o, şöyle buyur­muştur : Yûsuf ve annesine; dünya halkının güzelliğinin üçte biri, in­sanlara ise kalan üçte ikisi verilmiştir. Süfyân'ın Mansûr'dan, onun Mücâhid'den, onun da Rabîa el-Cüraşî'den rivayetinde; o, şöyle demiştir : Güzellik ikiye bölündü de Yûsuf ve annesi Sâr-rs'ye güzelliğin yansı, diğer yarısı da öbür yaratıklar arasında bölüştürüldü. İmâm Ebu Kasım es-Süheylî der ki : Bunun anla­mı şudur : Yûsuf Âdem (a.s.) in güzelliğinin yansına sahibdi. Zî-râ Allah Teâlâ, Adem'i eliyle en mükemmel surette ve en güzel şekil­de yaratmıştı. Onun zürriyyeti içinde, güzelliğinde ona denk olabile­cek kimse yoktur. Yûsuf'a onun güzelliğinin yansı verilmişti. Bu se­bepledir ki o kadınlar Yûsuf'u gördükleri zaman : «Hâşâ.» demişlerdi. Mücâhid ve birçoklan burayı: Allah korusun, şeklinde açıklamışlar­dır. «Bu, bir beşer değildir.» Bazılan burayı şeklin­de okurlar ki, bu durumda anlamı: Bu; satın alınabilecek bir şey de­ğildir, şeklindedir. «Ancak çok şerefli bir melektir. Kadın dedi ki: İş­te beni, onun için ayıpladığınız budur.» Azîz'in karısı bu sözü, onlara karşı bir ma'zeret beyânı olarak söylemiş ve bununla Hz, Yûsuf'un gü­zelliği ve kemâli ile sevilmeye lâyık olduğunu belirtmiştir.

Kadın dedi ki: ((Onu kendime râm etmek istedim, ama o iffetin­den çekindi.» Bazılan der ki: Kadınlar, onun apaçık güzelliğini gör­düğünde; Azîz'in karısı onlara, gizli olan diğer sıfatlannı da haber ver­di. Bu ise, güzelliği ile beraber olan iffetidir. Azîz'in karısı sonra teh-dîdle şöyle der: «Eğer istediğimi yapmazsa; andolsug ki zindana atı­lacak ve zillete uğrayanlardan olacaktır.» İşte o zaman Hz. Yûsuf (a.s.), onların kötülük ve hilesinden Allah'a sığınıp şöyle demişti: Rabbım, zindan bana bunların beni davet ettikleri fuhuştan daha iyidir. Eğer Sen, bunların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan; onlara meylede­rim. Eğer beni nefsimle başbaşa bırakırsan, benim nefsime karşı bir gücüm yoktur. Senin kuvvetin, kudretin olmaksızın ben kendime ne bir zarar ne bir fayda veremem. Sensin kendisinden yardım istenilen, ancak Sana tevekkül edilir. Sen- beni kendi nefsime bırakma. Eğer Sen, bunların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan; onlara meyleder, câ­hillerden olurum. Rabbı onun duasını kabul etti de onların tuzakları­nı kendisinden savdı. Muhakkak ki O'dur O, Semî\ Alîm. Böyle­ce Allah Teâlâ, Hz. Yûsuf (a.s.) u büyük bir iffet ile korumuş, onu muhafaza etmiş ve Yûsuf kadından şiddetle çekinip geri du-' rarak zindana atılmayı buna tercih etmiştir. İşte bu kemâl derecele­rinin en üstünüdür: Güzellik, kemâl ve gençliğine rağmen hanımı Mı­sır Azîz'inin karısı, kendisini davet etmiş; kadın, Mısır Azîz'inin karısı olmasına ilâveten güzellik, mal ve makam bakımından en üst düzeyde olmasına rağmen Hz. Yûsuf, kendisini ondan alıkoymuş ve Allah'tan korkusu, O'nun sevabı ümidiyle hepsini buna tercih etmiştir.

Bu sebepledir ki, Buhârİ ve Müslim'in Sahihlerinde mevcûd bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur:

Allah'ın gölgesinden başka hiç bir gölgenin olmadığı bir günde Al­lah Teâlâ, şu yedi sınıf kimseyi gölgesi altında gölgelendirir : Adaletli imâm (devlet reisi), Allah'ın ibâdetinde yetişen genç, mescidden çık­tığı zaman oraya dönünceye kadar kalbi mescide bağlı kalan kişi, Al­lah için birbirini seven, Allah sevgisi üzere bir araya gelen ve bu sevgi ile birbirinden ayrılan iki kişi, güzellik ve makam sahibi bir kadın ken­disini davet ettiği halde: Muhakkak ben Allah'tan korkarım, diyebi­len kişi, sadaka verip sol elinin verdiğini sağ eli bilmeyecek kadar sa­dakayı gizleyen kişi, yalnız olduğu halde Allah'ı anıp gözleri yaşa-ran kişi.[15]

 

35 — Sonra bütün delilleri onun lehinde gördükleri halde yine de bir süre için onu zindana atmayı uygun bul­dular.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Sonra yine de onu bir süre zindanda hap­setmeyi kendileri için daha uygun ve faydalı gördüler. Onun bu gü­nâhtan beri olduğunu anladıktan sonra, onun iffet ve temizliğinde doğru olduğuna dâir deliller ortaya çıktıktan sonra onlar —yine de en doğrusunu Allah bilir— söz yayıldığı zaman Hz. Yûsuf'un kadını kendine râm etmek istediği vehmini uyandırır şekilde onu hapse at­tılar. Bu sebepledir ki; büyük kral, Hz. Yûsuf'un zindanda kaldığı sü­renin sonunda kendisini istediği zaman; kendisine isnâd edilen iha­netten beri ve uzak olduğu meydana çıkıncaya kadar çıkmak isteme­mişti. İşte bu anlaşıldıktan ve meydana çıktıktan sonradır ki, ırzı ter­temiz olarak hapisten çıkmıştır. Allah'ın salâtı ve selâmı onun üzeri­ne olsun. Süddî der ki: Kadının Hz. Yûsuf hakkında yaptıklarının şüyu bulmaması, onun ırzı temize çıkıp da kadını rüsvây etmemesi için onu hapsetmişlerdir.[16]

 

36 — Onunla beraber iki kişi daha zindana girdi. Bunlardan biri dedi ki : Ben rü'yâmda kendimi şarap sı­kıyor gördüm. Öbürü de : Ben de başımın üzerinde kuşla­rın yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm, dedi. Bize bunun yorumunu bildir, çünkü senin gerçekten iyilik edenlerden olduğunu görüyoruz.

 

Yûsuf'u Zindana Atıyorlar

 

Katâde der ki: Onlardan birisi kralm sâkîsi, diğeri de ekmekçisi idi. Muhammed İbn îshâk ise der ki: Kralın sakisinin ismi Nebvâ, di­ğerinin de ismi Micles (?) idi. Süddî der ki: Kralın o ikisini hapset­mesinin sebebi; onların yemek ve içeceği ile, kendisini zehirlemeyi planladıklarını sanmasından idi.

Yûsuf (a.s.) hapiste cömertliği, emîn oluşu, doğru sözlülüğü, ağır­başlılık ve vakan, çok ibâdeti —Allah'ın salât ve,selâmı onun üzerine olsun— rü'yâ ta'bîrini bilmesi, hapistekilere ihsanda bulunması, has­talarını ziyaret etmesi, onların haklarına riâyeti ile meşhur olmuştur. Bu iki genç, hapishaneye girdikleri zaman ona yakınlık duydular, onu çok sevdiler de kendisine : Allah'a yemîn olsun ki biz seni çok sevdik, dediler. Hz. Yûsuf: Allah sizi mübarek kılsın, beni kim sevmişse; mu­hakkak onun sevgisinden bana zarar gelmiştir: Beni halam sevmişti, onun yüzünden zarara girdim, beni babam sevmişti, onun yüzünden eziyete dûçâr kaldım, beni Azîz'in karısı sevdi yine öyle oldu, dedi. On­lar : Allah'a yemîn olsun ki; bundan başkasına gücümüz yetmiyor, de­diler. Daha sonra bir rü'yâ gördüler. Kralın sâkîsi kendini şarap —ya­ni üzüm— sıkarken gördü. Abdullah İbn Mes'ûd'un kirâetinde şarap kelimesi yerine üzüm kelimesi vardır. Bu kırâeti İbn Ebu Hatim, Ah-med İbn Sinan kanalıyla... İbn Mes'ûd'dan rivayet etmiştir. «Ben rü'-yâmda kendimi şarap sıkıyor gördüm.» âyeti hakkında Dahhâk da der ki: Burada üzüm kasdediîiyor. Umman ahâlîsi, üzüme şarap adı ve­rirler.

İkrime şöyle anlatır : Kralın sâkîsi rü'yâyı şöyle anlatmıştır : Rü'-yâmda gördüm ki üzüm çubuğu dikmişim, üzüm çubukları bitmiş ve onda salkımlar çıkmış. Ben onları sıkmışım, sonra onlarla kralı suvar­mışım (onlardan krala içki-vermişim.) Hz. Yûsuf şöyle dedi: Hapiste üç gün kalacaksın, sonra çıkıp ona şarap vereceksin. Ekmekçi olan di­ğeri de şöyle dedi: Ben de başımın üzerinde kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bize bunun yorumunu bildir. Çünkü senin, gerçek­ten ihsan edenlerden olduğunu görüyorum. Âlim ve müfessirlerden çoğuna göre meşhur olan, bizim zikretmiş olduğumuzdur ki; o ikisi rü'yâ görmüşler ve bu rü'yânm ta'bîrini istemişlerdir. Ancak İbn Cerîr der ki: Bize İbn Vekî' ve İbn Humeyd'in... Abdullah'dan rivayetlerin­de o, şöyle demiştir. Yûsuf'un iki arkadaşı bir şey görmemişlerdi. Onu tecrübe etmek üzere kendilerini rü'yâ görmüş gibi göstermişlerdi.[17]

 

37  — Dedi ki : Size rızık olmak üzere verilen yemek­lerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiririm. Bu; Rabbımın bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah'a inanmaz bir kavmin dinini terkettim. Hem onlar âhirete küfrederdi.

38  — Atalarım İbrahim, îshâk ve Ya'kûb'un dinine uydum. Herhangi bir şeyi Allah'a şirk koşmamız bize ya­raşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lutfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.

 

Hz. Yûsuf (a.s.) o ikisine, her ne rü'yâ görürlerse görsünler; onun açıklamasını bildiğini ve o ikisine bunların vuku bulmasından önce ta'bîrini haber vereceğini söyler. Bu sebepledir ki: «Size rızık olmak üzere verilen yemeklerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiri­rim.» demiştir. Mücâhid der ki: Hz. Yûsuf şöyle diyor : Uykunuzda (rü'yânızda) sîze rızık olmak üzere yemek getirildiğini görseniz, ye­meklerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiririm. Süddî de böy­le söylemiştir. îbn Ebu Hatim —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Bize Ali İbn el-Hüseyn'in.. İbn Afobâs'tan rivayetinde o, şöyle demiş­tir : Bilmiyorum, herhalde Yûsuf (a.s.) bazı alâmetlerden bilgi çıkarı­yordu. Bu, herhalde böyledir. Zîrâ ben Allah'ın kitabında, onun o iki kişiye şöyle dediğini görüyorum: «Size rızık olmak üzere verilen ye­meklerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiririm.» Yemek tatlı veya acı olarak geldiği zaman, işte o sırada bundan birtakım mânâlar çıkarırdı. Sonra îbn Abbâs şöyle devam eder: Ancak bu; ona öğreti­len ve onun da böylece bildiği bir ilimdir. Bu; garîb bir eser (haber) dir.

Sonra Hz. Yûsuf şöyle demiştir: Bu; ancak bana Allah'ın öğret-mesindendir. Çünkü ben Allah'ı, âhiret gününü inkâr eden, âhiret günü Allah'ın sevabını ve azabını ummayan kimselerin dinini terket­tim. «Atalarım îbrâhîm, İshâk ve Ya'kûb'un dinine uydum.» Küfür ve şirk yolundan ayrıldım, bu peygamberlerin —Allah'ın sala ti ve se­lâmı hepsinin üzerine olsun— yoluna girdim. Hidâyet yoluna giren, peygamberlere uyan ve zâlimlerin yolundan yüzçevirenin hali böyle olur. Allah Teâlâ onun kalbine hidâyet bahşeder, bilmediklerini öğre­tir, onu hayırda kendisine uyulan ve olgunluk yoluna çağıran bir reîs kılar.

«Herhangi bir şeyi Allah'a şirk koşmamız bize yaraşmaz. Bu (Tev-hîd), Allah'ın bize ve insanlara olan lutfundandır.» Bu tevhîd, tek ve ortağı olmaksızın O'ndan başka ilâh olmadığını ikrar ve kabul etmektir. İşte bu, «Allah'ın bize ve insanlara olan lutfundandır.» Bunu bize vahyetnıiş ve bununla emretmiştir. Bu aynı zamanda Allah'ın insan­lara da bir lutfudur. Zîrâ biz, insanları buna çağıran davetçiler kılın-mışızdır. «Fakat insanların çoğu şükretmezler.» Allah'ın peygamber­ler göndermek suretiyle kendilerine nimet bahşetmiş olduğunu bil­mezler. Aksine : «Allah'ın verdiği nimeti küfre çevirip değiştirirler ve milletlerini helak olacakları yere götürürler.»  (İbrâhîm, 28).

İbn Ebu Hatim der ki : Bize Ahmed îbn Sinan'ın... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, dedeyi baba makamında sayar ve şöyle dermiş: Allah'a yemîn olsun ki; kim dilerse Hacer (ül-Esved) yanında ken­disiyle la'netleşirim; Allah Teâlâ ne dedeyi, ne de nineyi zikretmemiş-tir. Allah Teâlâ Yûsuf dan haber vererek şöyle buyurur: «Atalarım îbrâhîm, İshâk ve Ya'kûb'un dinine uydum.»[18]

 

39  — Ey zindan arkadaşlarım; darmadağınık ve de­ğişik Rablar mı hayırlıdır, yoksa Vâhid ve Kahhâr olan

Allah mı?

40  — Sizin O'nu bırakıp taptıklarınız; kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları adlardan başka bir şey de­ğildir. Allah onlara hiç bir hüküm indirmemiştir. Hüküm; ancak Allah'ındır. Kendisinden başkasına ibâdet etme­menizi emretmiştir. İşte dosdoğru din.   Ama   insanların çoğu bilmezler.

 

Sonra Hz. Yûsuf (a.s.), bu iki gence hitâb ile onları tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdete ve kavimlerinin tapmakta oldukları Allah'ın dışındaki putları terketmeye çağırıp onlara şöyle der: «Darmadağınık ve değişik Rablar mı hayırlıdır, yoksa (izzeti, celâli, azamet ve salta­natı ile her şeyin idaresini üzerine alan) Vâhid ve Kahhâr olan Al­lah mı?»

Sonra onlara açıklar ki; onların ilâh ismi vererek taptıkları, on­ların bilgisizliklerinden başka bir şey değildir ve onlar kendiliklerin­den onlara adlar takmışlar, sonradan gelenler bir öncekilerden bun­ları almıştır. Bunların Allah katından bir dayanakları yoktur. Bu se­bepledir ki: «Allah onlara hiç bir hüküm, (hüccet ve bürhân) üıdir-memiştîr.» demiştir. Sonra Hz. Yûsuf onlara hükmün, tasarrufun, di­leme ve hükümranlığın bütünüyle Allah'a ait olduğunu, kullarına sâ­dece kendisine ibâdeti kesinlikle emrettiğini haber verir. Ve der ki: «İşte dosdoğru din budur.» Sizi çağırmış olduğum Allah'ı birleme, ame­li sâdece O'nun için yapma, Allah'ın emretmiş olduğu, sevip razı ol­duğu hüccet ve burhanla indirdiği dosdoğru din budur. «Ama insan­ların çoğu bilmezler.» Bu sebepledir ki onların çoğunluğu müşrikler­dir. «Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların çoğu inanmaz­lar.» (Yûsuf, 103).

îbn Cerîr der ki: Hz. Yûsuf, onların rü'yâlarını ta'bîr etmeyip bu sözlere yönelmiştir. Zîrâ o biliyordu ki; rü'yâlarınm ta'bîri, onlardan birisi için zararlıdır. Dolayısıyla onları rü'yânm ta'bîri ile ilgili söz­lere dönmemeleri için başka bir şeyle meşgul etmek istemiş, onlar bu sözlerine dönünce o yine nasîhata dönmüştür. îbn Cerîr'in bu söyle­diği şüphelidir. Zîrâ o, önce rü'yânın ta'bîrini onlara va'detmiş, fakat onların seciyyelerinde hayrı kabul ile hayra yönelme ve kulak verme gördüğü için, onların kendisine ta'zîm ve ihtiramda bulunarak soru sormalarını onları tevhide ve İslâm'a çağırmaya bir sebep kabul et­miştir. Bu sebepledir ki onları tevhîd ve İslâm'a çağırmayı bitirdikten sonra, onların tekrar sorma ve istemelerine mahal bırakmaksızın rü'-yâlanm ta'bîr etmeye başlamış ve şöyle demiştir:[19]

 

41 — Ey zindan arkadaşlarım; biriniz efendisine şa­rap içirecek, diğeri de asılacak, kuşlar onun başından yi­yecektir. İşte sorduğunuz iş böylece olup bitmiştir.

 

Hz. Yûsuf o ikisine şöyle diyor: «Ey zindan arkadaşlarım; biriniz efendisine şarap içirecek.» Bu, kendisini şarap sıkıyor olarak gören idi. Fakat Hz. Yûsuf diğeri üzülmesin diye, onu belirtmemiş ve «Diğeri de asılacak, kuşlar onun başından yiyecekler.» kavlinde bunu belirsiz olarak bırakmıştır. Halbuki o, başının üzerinde kuşların yediği bir ek­mek taşıdığını gören kimsedir. Sonra onlara bu işin bitmiş olduğunu, çaresiz meydana geleceğini bildirmiştir. Zîrâ rü'yâ; ta'bîr edilmediği sürece, kişinin başında bir kuştur. Ta'bîr edildiği zaman ise vuku bu­lur. Sevrî der ki: İmâre İbn Ka'kâ'nm İbrahim'den, onun da Abdul­lah'tan rivayetinde o, şöyle demiştir : Onlar söyleyeceklerini söyleyip Hz. Yûsuf'un rü'yâlarının ta'bîrini onlara haber verdiğinde o ikisi: Biz hiç bir şey görmedik, demişler, bunun üzerine Hz. Yûsuf: «İşte sorduğunuz iş böylece olup bitmiştir.» demiştir. Abdullah İbn Mes'ûd'-dan bu sözünü Muhammed İbn Fudayl, Alkame'den, o da İbn Mes'ûd'-dan rivayet etmiştir. Mücâhid, Abdurrahmân İbn Mes'ûd'dan rivayet etmiştir. Mücâhid, Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem ve başkaları da böyle tefsir etmiştir.

Bunun özeti: Kim, bâtıl (aslı olmayan) bir rü'yâ uydurur ve tef-sîr ederse; (yorumunu yaptırsa) bu rü'yânın yorumu kendisini bağlar, şeklinde olup en doğrusunu Allah bilir.

İmâm Ahmed'in Muâviye İbn Hayde'den, onun da Hz. Peygam­ber (s.a.) den rivayetle zikrettiği bir hadîste şöyle buyurulur: Rü'yâ, ta'bîr edilmediği sürece kişinin üzerinde bir kuştur. Ta'bîr edildiği za­man vâki' olur. Ebu Ya'lâ'nın Müsned'inde Yezîd er-Rukâşî kanalıyla Enes'den merfû' olarak rivayete göre : Rü'yâ, ilk ta'bîr edenindir, buy-rulmuştur.[20]

 

42 — O ikisinden kurtulacağını sandığı kimseye de­di ki : Efendinin yanında beni an. Fakat şeytân onu efen­disine anmayı unutturdu. Bu yüzden daha nice yıl zin­danda kaldı.

 

Hz. Yûsuf, kurtulacağım sandığı kralın şarapçısına diğeri asıla­cağını hissetmesin diye ondan gizli olarak —yine de en doğrusunu Al­lah bilir— şöyle dedi: «Efendinin yanında beni an.» Benim hikâyemi efendin olan kralın yanında an. Ancak kendisine tavsiye edilen bu ki­şi, efendisinin yanında Hz. Yûsuf'u ve onun hikâyesini anmayı unut­tu. Bu, Allah'ın peygamberinin hapisten kurtulmaması için şeytânın yapmış olduğu hileler cümlesindendir.  «Fakat şeytân onu efendisine anmayı unutturdu.» âyetindeki zamirin, hapisten kurtulana âit oldu­ğu açıklaması doğrudur. Mücâhid, Muhammed İbn İshâk ve bir çok-lan böyle söylemiştir. Zamirin Hz. Yûsuf (a.s.) a râci olduğu da söy­lenmiştir. İbn Cerîr bu görüşü İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime ve başka­larından rivayet etmiştir. İbn Cerîr burada bir de müsned hadîs riva­yet edip şöyle der: Bize İbn Vekî'nin... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Yûsuf, söylemiş olduğu sö­zü söylememiş olsaydı; uzun süre hapiste kalmazdı. Zîrâ o, kurtuluşu­nu Allah'tan başkasının yanında aramıştır. Bu hadîs, gerçekten za­yıftır. Zîrâ Süfyân îbn Vekî' zayıf bir râvîdir. Hadîsin râvîleri içinde­ki İbrâhîm İbn Yezîd, el-Hûzî olup diğerinden daha zayıftır. Hadîs, Katâde ve Hasan'dan mürsel olarak rivayet edilmiştir. Başka yerde mürsel hadîsler kabul edilse bile burada bu mürsel hadîsler kabul edil­mez. En doğrusunu Allah bilir.

Âyette geçen ( £&. ) kelimesini Mücâhid ve Katâde : Üç ile do­kuz arası, şeklinde açıklarlar. Vehb İbn Münebbih der ki: Eyyûb belâ­da yedi sene, Yûsuf hapiste yedi sene kalmış ve Buhtunnasr azabı (iş­kencesi) yedi sene sürmüştür. Dahhâk'ın İbn Abbâs (r.a.) dan riva­yetine göre; o, «Bu yüzden daha nice yıllar (Yûsuf) zindanda kaldı.» âyeti hakkında: On iki sene demiştir. Dahhâk ise on dört senedir, der.[21]

 

43  — Hükümdar dedi ki : Ben gördüm ki, yedi semiz ineği yedi zayıf inek yemektedir. Yedi yeşil başak ve bir o kadar da kurumuş başak. Ey ileri gelenler; eğer rü'yâ yorumlayabiliyorsanız şu benim rü'yâmın anlamını söy­leyin.

44  — Dediler ki : Karmakarışık rü'yâlar bunlar. Biz böyle rü'yâlarm yorumunu bilenler değiliz.

45  — O ikiden kurtulmuş olanı nice zaman sonra ha­tırladı da dedi ki : Ben, size onun yorumunu bildireyim. Hemen gönderin beni.

46  — Yûsuf, ey doğru sözlü; bildir bakalım bize : Ye­di semiz ineği, yedi zayıf ineğin yemesini ve yedi yeşil ba­şakla bir o kadar da kuru başağı. Geri dönüp insanlara haber vereyim de onlar bilsinler.

47  — Dedi ki : Yedi sene alıştığınız biçimde ekin ekin. Yediğiniz bir mikdar dışında biçtiklerinizi başağında bı­rakın.

48  — Sonra bunun ardından  yedi  kurak  yıl  gelir. Saklayacağınız az bir mikdar dışında biriktirdiklerinizi yer, götürür.

49  — Sonra bunun ardından öyle bir yıl gelir ki in­sanlar, onda yağmura kavuşturulur ve onda sıkıp sağar­lar.

 

Aziz'in Rü'yâsı

 

Mısır kralının bu rü'yâsı, Allah Teâlâ'nm Hz. Yûsuf'un hapisten izzet ve ikram ile çıkmasına sebep olarak takdir buyurmuş olduğu bir rü'yâdır. Kral bu rü'yâyı görmüş, rü'yâ onu korkutmuş ve ne yapa­cağım, yorumunun ne olacağını bilmeyerek şaşkınlık içinde kalmış, kâhinleri, kâhinlik taslayanları, devletin ileri gelenlerini ve emirlerini toplamış, gördüğünü onlara anlatmış ve yorumlamalarını istemiş, on­lar ise bunu bilemeyip onun karmakarışık rü'yâlar olduğunu ileri sü­rerek özür beyân etmişler; «Karmakarışık rü'yâlar bunlar. Biz böyle rü'yâlarm yorumunu bilenler değiliz.» demişlerdi. Yani onlar şöyle demişlerdi: Şayet bu sahîh bir rü'yâ olsaydı neyse, ama bu karmaka­rışık bir şeydir. Ve biz bunun yorumunu bilmeyiz. İşte o esnada Hz. Yûsuf'un kendisini kralın yanında anma tavsiyesini şeytân ona unutturmuştu. İşte o anda ve nice zaman sonra hatırlayıp krala ve kralın bu rü'yânm yorumu için topladıklarına dedi ki: Ben size bu rü'yâ'nın yorumunu bildireyim. Beni hapisteki doğru sözlü Yûsuf'a gönderin. Onlar bu adamı, Hz. Yûsuf'a göndermişler ve o, Hz. Yûsuf'un yanına gelip : «Ey Yûsuf, ey doğru sözlü; bildir bakalım bize...» diyerek kra­lın görmüş olduğu rü'yâyı ona anlattı. İşte o zaman Hz. Yûsuf (a.s.), tavsiyesini unutmuş olan bu gence öfkelenmeksizin ve rü'yânm yoru­mundan önce çıkmayı şart koşmaksızın rü'yânm ta'bîrini anlatmış, şöyle demişti: «Yedi sene alıştığınız biçimde ekin ekin.» Size peşpeşe yedi sene yağmur ve bolluk gelecek. Hz. Yûsuf, yedi semiz' ineği senelerle yorumlamıştır. Zîrâ meyveler ve ekinlerin istihsâl olunduğu yeryüzünü işleyen onlardır. Yeşil başaklar da bunlardır. Sonra onla­ra bu yedi sene ne yapacaklannı öğretip der ki: «Yediğiniz bir mik-dar dışında biçtiklerinizi başağında bırakın.» Bu yedi bolluk senesin­de yerden ne kaldırırsanız yiyeceğiniz az bir mikdar dışında sür'atle bozulmaması ve kalıcı olması için başaklarında bırakıp biriktirin. Ye­di darlık yılında yararlanmanız için israf etmeyin ve yemeniz azar azar olsun. Yedi darlık; yedi bolluk senesini izleyen yedi kıtlık sene-sidir. Semiz inekleri yiyen ank inekler; işte bu yedi kurak yıldır. Zîrâ kıtlık, senelerinde, bolluk yıllarında biriktirdiklerini yiyeceklerdir. İşte kuru başaklar da bunlardır. Sonra Hz. Yûsuf onlara bu yedi kıtlık yı­lında hiç bir bitki bitirilmeyeceğinî, atmış oldukları tohumların onla­ra hiç bir şey getirmeyeceğini haber verip : «Saklayacağınız az bir mikdar dışında biriktirdiklerinizi yer, götürür.» demiş, daha sonra kıt­lığın peşinden insanların kendisinde yağmura kavuşturulacakları ve sıkıp sağacakları bir senenin geleceğini müjdelemiştir. Yani onlara, bu yedi kurak seneden sonra öyle bir yıl gelecek ki; insanlara yağmur ya­ğacak, ülkelerde bitkiler bitecek ve insanlar âdetleri üzere sıkmakta oldukları zeytinyağı, şeker ve benzerlerini sıkacaklar. Hattâ bazıları, süt sağmanın da buna dâhil olduğunu söylemiştir. İbn Abbâs'tan ri­vayetle Ali İbn Ebu Talha kısmım; sağarlar, şeklinde açıklamıştır.[22]

 

Îzâhı

 

Rü'yâ konusunda İbn Haldun diyor ki:

Rü'yâ görmenin hakikati, nefs-i natıkanın, ruhanî olan kendi zâ­tında, bir an için vak'aların suretlerini mütâlâa etmesidir. Şüphe yok ki, nefs ruhanî olduğu zaman (ma'nevî bir hale geldiği vakit), vak'a-ların suretleri, onda bilfiil mevcûd olur. Nitekim rûhânî olan bütün zâtların hali böyledir. Nefs-i natıka, cismânî maddelerden, bedene âit idrâk hallerinden ve organlarından tecerrüd ettiği zaman, rûhânî bir hal alır. Nefs için bu hal, uyku sebebiyle bir an için vukua gelir. Ni­tekim bundan bahsedeceğiz. İmdi nefs, uyku sayesinde ve o an için­de, istikbâlde meydana gelecek işlerden merak ettikleri hakkında bilgi iktibas ederek, kendine hâs idrâk vâsıtalarına, bu bilgi ile döner. Şayet bu iktibas zayıfsa, karışık olması sebebiyle hayâldeki misâli ve remzi (nıuhâkât) açık bir şekilde aksettirmiyorsa, bu remz, ta'bîre muhtaç olur. Bu iktibas, rumuzdan müstağni kalınacak kadar kuv­vetli olursa, misâl ve hayâlden arınmış ve hâlis olması sebebiyle ta'bî­re muhtaç olmaz.

Nefste böyle bir anın (lemha) vâki' olmasının sebebi şudur: Nefs bilkuvve rûhânî olan bir zâttır. Beden ve ondaki idrâk vasıtalarıyla ikmâl edilmiştir. Onun, bedenden ve öna âit idrâklerden mutlaka kur­tulması gerekir. Tâ ki zâtı saf akıl haline gelsin, vücûdu oilfiil kâmil olsun. Bu suretle nefs, bedendeki idrâk vâsıtalarından hiç bir şeye muhtaç olmadan ve doğrudan idrâk eden rûhânî bir zât olur. Ancak nefs nev'inin ruhanîler arasındaki derecesi, ufuk-ı a'lâ sakinleri olan meleklerden aşağıdır. Çünkü melekler, zâtlarını ne bedendeki idrâk organları vasıtasıyla ne de diğer bir şeyle kemâle erdirmiş değillerdir (Onlardaki kemâl bi-gayrihi değil bi'z-zâttir).

Nefs, bedende bulunduğu müddetçe, kendisi için bu isti'dâd hâsıl olur. Bu isti'dâdın bir Özel şekli vardır. Evliyada mevcûd olan gibi. Bir de geneli vardır, umûm insanlarda mevcûd olan gibi. İşte rü'yâ hâ­disesi budur.

Nebîlerdekine gelince: Bu, beşerî varlıktan insilâh ederek, ruha­nîlerin en yükseği olan saf meleklik haline geçişi te'mîn eden bir isti*-dâddır. Bu isti'dâd vahiy hallerinde nebilerde mükerrer olarak ortaya çıkar. Nebî, bedendeki idrâk hallerine ve vâsıtalarına avdet edip idrâkten ne vâki' olacaksa, o vukua geldiği zaman; bu, açıkça uyku vaziyetine benzer. Her ne kadar uyku ve rü'yâ hali, bu vaziyetin çok aşağısında ise de, yine de bu benzerlik mevcûddur. Bu benzerlikten dolayı Sâri' (Muhammed s.a.) rü'yâyı, «O, nübüvvetin kırk altı cüz'-ünden bir cüz'dür», ta'bîri ile ifâde etmiştir. Diğer bir rivayette kırk üç, başka bir rivayette ise yetmiş sayısı zikredilmiştir. Fakat bu riva­yetlerin hiç birinde bizzat sayı kasdedilmiş değildir. Maksad, bu mer-tebelerdeki farklı durumların çokluğunu anlatmaktan ibarettir. Bu­nun da delili, hadîsin bazı rivayetlerinde, Araplarda çokluğu ifâde eden yetmiş sayısının zikredilmiş olmasıdır. Bazılarının, «Kırk altı sayısı­nın bahis konusu edilmesi, vahiy başlangıcından itibaren ilk altı ay rü'yâ şeklinde idi. Bu süre bir senenin yarısıdır. Mekke üe Medine'de­ki nübüvvet müddetinin tümü yirmi üç senedir. Bu duruma göre bu müddete dâhil olan yarım sene bu sürenin kırk altıda biridir», şek­linde bir görüş ortaya atmaları, hakikat olmaktan uzak bir sözdür. Çünkü bu durum, sâdece Nebî (s.a.) için vâki' olmuştur. Aynı müd­detin, diğer Nebilerden her biri için de vâki' olduğunu nereden bili­yoruz? Bununla beraber bir de şu var: Bu durum, sâdece rü'yâ ile geçen zamanın nübüvvetle geçen zamana olan nisbeti hakkında bir fi­kir verir, nübüvvetin hakikati karşısında rü'yânın hakikati ve mâhi­yeti hakkında hiç bir şey ifâde etmez.

Evvelce verdiğimiz izahat anlaşıldıktan sonra, şu hususun da bi­linmesi lâzım gelir: «Rü'yâ nübüvvetin şu kadarda biridir» sözü ile, insanlara şâmil olan ilk kademedeki isti'dâdın, fıtratan nebiler sınıfı­na hâs olan yakın isti'dâda olan nisbeti kasdedilmiştir. Zîrâ ilk kade medeki bu isti'dâd her ne kadar insanların umûmunda mevcûd ise de, (Peygamberlerdeki isti'dâddan) uzak olan bir isti'dâddır ve bu isti'-dadla beraber birçok engel ve köstekler (mevâni' ve avâik) bulunur. Bu engel ve köstekler, o isti'dâdın (kuvve halinden çıkıp) fiil haline gelmesine mâni olur.

Bahis konusu engellerin en büyüğü, zahirdeki hisler ve dış duyu organlarıdır. Bu sebeple Allah, insanları, uykuda iken kendilerinde tabiî bir hal olarak mevcûd olan uyku hali ile hicâb ve hissi perdeleri üzerlerinden kalkacak bir yapıda yaratmıştır. Bu perde kalktığı za­man nefs, hak olan âlemde, merak ve arzu ettikleri şeyleri öğrenme­ye teşebbüs eder, bazı vakitlerde bu âlemden bir lemha ye an idrâk eder, bu an içinde maksadını ele geçirir, merak ettiğini öğrenir. Bun­dan dolayı sâri' (Hz. Muhammed), rü'yâyı mübeşşirâttan (ve nübüv­vetin müjdecisi olan işaretlerden) saymış ve : Mübeşşirât müstesna, nübüvvetten bir şey kalmadı, demiş; ya Rasûlallah, mübeşşirât ned'ir? diye sorulduğu zaman: Salih (iyi) bir adamın gördüğü veya ona gösterilen sâlih   (ve sâdık)   rü'yâdır,  buyurmuştur.

Uyku ile his hicabının ve duyu perdesinin ortadan kalkmasının sebebini size tasvir edeyim: Nefs-i natıkanın idrâki ve fiilleri sâdece cismânî olan hayvanı ruhla vukua gelir. Hayvanı rûh ise latîf bir bu­hardır ve merkezi, kalbin sol iç kısmıdır. Nitekim Calinos ve diğer tabîbler, teşrîh hakkındaki eserlerinde meseleyi böyle izah etmişlerdir. Bu ince buhar, atar ve diğer damarlarda kanla birlikte dolaşır. Vü-cûdda his, hareket ve diğer bedenî fiilleri meydana getirir. Latîf bu­harın en ince kısmı dimağa yükselir, beynin soğukluğunu mutedil ha­le getirir, böylece beynin iç taraflarında mevcûd olan kuvvetlerin fiil­lerini ve te'sîrlerini tamâmlar. İmdi nefs-i natıka sâdece bahis konu­su rûh-i buhârî ile idrâk eder ve düşünür, ona bağlıdır. Latîf bir şe­yin kesin bir şeyde te'sîr vücûda getirmemesi, tekvindeki hikmetin ge­reğidir. Bedendeki maddeler arasında latîf olan, bahis konusu hayvani ruhtur. Onun için bu rûh, cismâniyet itibarıyla kendisine zıd olan bir zâtın yani nefs-i natıkanın eserlerine ve te'sîrlerine mahal olmuştur. Nefs-i natıkanın bedendeki eser ve te'sîrleri bu rûh vasıtasıyla hâsıl olmuştur. (Nefs-i natıka çok latîf ve ince olduğu ve kesîf olan beden­deki organlara doğrudan te'sîr edemediği için bu organlar içinde en latîf olan hayvânî ruha te'sîr etmiş, o vâsıta ile de kesîf ve cismânî olan, bu özelliği sebebiyle kendisine zıd bulunan beden üzerinde mü­essir olmuştur. Kısaca nefs-i natıkanın, beden üzerindeki te'sîri sâde­ce hayvânî rûh vasıtasıyla olmaktadır).

Daha evvel nefs-i natıkanın iki çeşit idrâki bulunduğunu izah etmiştik. Dış duyularla olan idrâk bu 'beş duyudur. İç duyularla olan idrâk, bu beynin kuvvetleridir. Bu idrâklerin tümü, nefs-i natıkayı, kendisinin üstündeki rûhânî zâtlan (zevât-ı rûhâniyye) idrâk etmek­ten alıkoyar, halbuki o, fıtrattan bu gibi şeyleri idrâk etme isti'dâdma sahiptir. Dış duyu organları cismânî oldukları için, karşılaştıkları yorulma ve bıkma gibi haller sebebiyle uyuklamaya, gevşemeye ve zayıflamaya ma'rûz kalırlar, tasarruf ve meşguliyetinin çokluğu se-bibiyle rûh darmadağınık bir hale gelir. Bu yüzden, kâmil surette (dış) idrâkten tecerrüd etmesi için Allah, dış duyu organları için isti­rahat etme arzusu yarattı. Bu ise; hayvânî ruhun, dış duyu organla­rının (havâss-ı zahirenin) tümünden geri çekilmesi ve iç duyuya (hiss-i bâtın) dönmesiyle hâsıl olur. Bedeni bürüyen ve saran gece se­rinliği bu durumun husule gelmesine yardam eder. Böylece garîzî ve tabiî hararet bedenin derinliklerini (ve oraya ulaşmayı) ister, zahir­den çekilerek batma yönelir, Biniti olan hayvânî ruhu bâtına doğru sevkeder. Ekseriya insanların sâdece gece uyumalarının sebebi budur.

Ruh, dıştaki duyulardan çekilir, iç kuvvetlere döner, nefs-i natı­ka, kendisine ağırlık veren meşgaleleri ve engelleri üzerinden atarak hafifler ve (dış formlardan uzaklaşıp) hafızadaki surete döner. O va­kit, ondan, kendisine, terkîb ve tahlil yolu ile bir takım hayâlı suret­ler aks eder. Bu şekilde temessül eden hayâli suretlerin çoğu mu'tâd-dır. Zîrâ kısa bir müddet evvel idrâk" edilen ma'lûm şeylerden çıka­rılıp vücûda getirilmiştir. Sonra dış duyuları toplayan müşterek his, bu suretleri kendine indirir ve dıştaki beş duyu organına uyg^ın bir şekilde onları idrâk eder. Nice zaman olur ki, kendine hâs bâtmî kuv­vetlerle çekişme halinde bulunmakla beraber, bir an için nefs-i natı­ka, rûhânî zâtına yöneliverir ve bu suretle kendi rûhânî idrâki ile doğrudan idrâk eder bir duruma gelir. Çünkü nefs, böyle bir idrâke isti'dadlı olarak yaratılmıştır. O vakit zâtına bağlı bir vaziyete gelen eşyanın suretlerini iktibas eder, onları kapıverir. Sonra hayâl, idrâk edilen o suretleri alır ve onları hemen hakikatte olduğu gibi veya bilinen kalıplardaki remizlerle temsil eder. Bu temsillerden rumuz (muhâkât) şeklinde olanlar ta'bîre ihtiyâç gösterir, (gayb âleminden) idrâk etmekte olduğu lemhayı ve anı (tâm olarak) idrâk etmeden önce, (dış âleme âit) hafızadaki suretler üzerinde nefs-i natıkanın terkîb ve tahlil faaliyetine girişmesi, karışık rü'yâları oluşturur, (adgâs ü ahlâm, Yûsuf, 44; Enbiyâ, 5).

Sahih bir hadîsle Nebi (s.a.) şöyle buyurur: Rü'yâ üç çeşittir: Allah'tan olan rü'yâ, melekten olan rü'yâ, şeytândan olan rü'yâ. Bu tafsilât ve izah şekli, bahsettiğimiz hususa mutabıktır. Rü'yânın açık olanı Allah'tan, rumuz şeklinde (ve temsili) olduğu için ta'bîre ihti­yâç göstereni melekten, adgâs ü ahlâm da şeytândandır. Çünkü so­nuncu türden olan (bedenî ve hissî) rü'yâlar tümü ile bâtıl ve asılsız­dır. Bu bâtılın kaynağı da şeytândır.

Rü'yânın hakikati ile ona sebep olan ve vücûda gelmesini sağla­yan uyku halinin mâhiyeti işte budur. Rü'yâ insanî nefsin özelliklerin­den olup, umumiyetle insanlarda mevcûddur. İnsanlar içinde rü'yâ görmeyen hiç bir kimse yoktur. Hattâ her insan, uyanık iken ken­disinden sâdır olan şeyleri, daha evvel rü'yâsmda, bir kere değil, bir­çok defa görmüş ve bu suretle uykuda iken nefsin gaybı idrâk ettiği­ne, vaziyetin mutlaka böyle olduğuna dâir kendisinde kesin bir ka­nâat hâsıl olmuştur. Böyle bir halin uyku âleminde vukua gelmesi mümkün olunca, diğer hallerde de aynı şeyin vücûda gelmesini im­kânsız kılan herfiangi bir şeyin bulunmadığı anlaşılır. Çünkü zât-ı müdrike birdir ve hususiyetleri de umumiyetle her halükârda mev­cûddur. Lutfu ve ihsanı ile hak olana ulaştıran Allah'tır.

Yukarda anlatılan rü'yâ hali, ekseriya kasıdsız ve ona kadir olmak bahis konusu olmadan vukua gelir. Şöyle ki: Nefs belli bir şey hakkında merak içinde olur, o yüzden uykuda, bahsedilen o «anda» (lemha'da), o şey nefse vâki' olur, ve nefs de onu görür, ama kasdet-tiği için görmüş değildir.

(Mesleme İbn Ahmed Macritî'ye ait) Kitâb'ül-Gâye'de (Gâyet'ül-Hâkim) ve riyazet ehlinin diğer eserlerinde, uykudan önce söylenilen isıimler Zikredilmiştir. Bu isimler, merakla arzu edilen şeylerin rü'yâ-da görülmesine sebep olur. Buna Halûmiye ismi verilmektedir. Mes­leme, Kitâb'ül-Gâye'de bunlardan bir Halûme zikretmiş ve buna: Ha-lûmetu't-tabbâ-ı tâm (tâm olan tabiatın halûmesi) ismini vermiştir,[23]

 

Rü'yâ Ta'bîr Etme İlmi

 

Şer'î ilimlerden olan bu ilim, ilimler san'atlar haline gelip, âlim­ler bunlara dâir eserler yazdıkları sırada İslâm'da ortaya çıkmıştır. Rü'yâ ve onu ta'bîr etme (yorumlama) hususu, halefte olduğu gibd selefte de mevcûd idi. Hattâ bu husus, İslam öncesi dinî cemaatlarda (krallıklarda) ve milletlerde de var olagelmiştir. (Meselâ Yunan rü'­yâ ta'bîrcisi Artemidorus'un Arapçaya çevrilen eseri, bk. İstanbul Üni­versitesi ktp. Ay. Nu. 4726) Ancak bu hususta Müslüman rü'yâ ta'bîr-cilerinin söyledikleriyle iktifa edildiği için, eskilerin rü'yâ ta'bîrleri bi­ze ulaşmamıştır. Her neyse, beşer nev'inde rü'yânm mutlaka mevcûd olduğu ve zarurî olarak ta'bîr edildiği muhakkaktır. (Meselâ) Kur'an'-da da geçtiği üzere doğru sözlü (ve sıddîk) bir zât olan Yûsuf (a.s.) rü'yâ ta'bîr ederdi, (bk. Yûsuf, 43-44). Keza Hz. Peygamber (s.a.) in ve Hz. Ebubefcir (r.a.) in rü'yâ gördükleri sahîh hadîslerde nakledil­miştir.

Rü'yâ, gayba âit idrâklerden bir idrâk (ve o âlemi idrâk etme vâsıtalarından bir vâsıta) dır. Hz. Peygamber (s.a.) bir hadîslerinde: (Sâdık ve) sahîh rü'yâ, nübüvvetin kırk altı cüz'ünden bir cüz'dür, di­ğer bir hadîste ise : Mübeşşirâddan (ve gayb âleminden verilen müj­delerden) sâlih bir şahsın gördüğü veya diğer bir şahsın onun hakkın­da gördüğü rü'yâyı sâdıkadan başka bir şey kalmamıştır, buyurmuş­lardır.

Vahiy nâmına Hz. Peygamber (s.a.) de ilk önce görülen şey rü'­yâ idi. Gördüğü her rü'yâ, mutlaka sabah aydınlığı gibi (apaçık ola­rak doğru) çıkardı. Hz. Peygamber (s.a.) sabah namazını kıldıktan sonra cemaata döner ve ashabına : İçinizden bu gece rü'yâ gören biri var mı? diye sorardı. Onlara bu hususta suâl sormasının sebebi, İs­lâm'ın gâlib geleceğine ve izzet bulacağına dâir onlar tarafından görülen rü'yâda vâki' olan şeyler (ve manevî    işaretler) ile   sevinmek (çevresindekileri de sevindirmek) idi.

Rü'yanın gaybı idrâk etme vâsıtası oluşunun sebebi şudur: Kal-bî rûh (kalbteki rûh) latîf bir buhar halinde, et olan kalp çukurun­dan çıkarak atar damarlara ve kanla beraber bütün bedene yayjlır. (İnsandaki) hayvani kuvvetlerin fiilleri ve ihsası, o sayede kemâl bulur. Beş duyu organı vasıtasıyla fazla tasarrufta bulunması ve za­hirî kuvvetlerin sevk ve idaresi yüzünden ona, (kalbî ruha melal ve) bitkinlik gelir. Beden sathını, ma'lûm olduğu üzere gecenin serinliği burur. İşte o vakit kalbteki merkezine doğru bedenin her tarafından gerisingeri çekilir. Tekrar faaliyete geçebilmesi için (üzerindeki yor­gunluğu ve bıkkınlığı atarak) bu suretle istirahata geçer. O yüzden dış duyu organları tümden muattal olur. Daha evvel bu eserin baş tarafında da geçtiği gibi uykunun ve uyumanın mânâsı budur. Son­ra sözü edilen kalbî rûh, (kalbin ruhu) insandaki akıllı ruhun (rûh-ı akıl) bineğidir. Akıllı rûh, emir (ve gayb) alemindeki her şeyi zâtıyla idrâk eder. Çünkü onun hakikati ve zâtı, idrâkin kendisidir. Onun gayba âit idrâkleri taakkul etmesine engel olan şey, içinde bulun­duğu beden, cismânî kuvvetler ve hislerle meşguliyet perdesidir. Eğer bu perdeden hâlî olup ondan tecerrüd etse, ayn-ı idrâk olan hakîka-tına döner, ve idrâk edilebilir her şeyi idrâk eder. Şayet ondan kıs­men tecerrüd edecek (ve1 cismâniyetten sıyrılacak) olsa, meşguliyet­leri hafifleyeceğinden, tecerrüd ettiği miktarda kendi (ruhanî) âle­minden mutlaka bir anlık (lemha) idrâke sahip olur. O bu halet için­de iken, en büyük şâğıl olan zahirî his şâğıllan tümüyle hafifler. Böy­lece orada bulunan kendi (rûhânî) âleme lâyık idrâkleri kabul edebil­me isti'dâdım kazanır. Kendi âleminden idrâk edeceği şeyi idrâk edin­ce (bunlarla birlikte) bedenine döner, (bedene dönmek zorundadır). Çünkü bedeninde bulunduğu sürece cismânîdir, ve (bu âlemde) cos-mânî idrâk vâsıtaları olmadan, faaliyette bulunmak onun için müm­kün değildir.

Bilgi elde etmeye yarayan cismânî idrâkler (ve melekeler) sâde­ce beyinle ilgilidir. Bunlardan faal (mutasarrıf) olan hayâldir. (Mu­hayyile) o hissî suretlerden bir takım hayalî suretler çıkarır. Sonra bunları, nazar ve istidlal esnasında kendilerine ihtiyâç duyulan vak­te kadar muhafaza etmek üzere hafızaya sevk eder. Aynı şekilde nefs de o hayâtı suretlerden diğer bir takım rûhî-aklî suretler tecrîd eder. Böylece tecrîd hissî (mahsûs) olandan aklî (ma'kûl) olana yükselir. İkisi arasındaki vâsıta ise hayâldir. Onun için nefs, kendi âleminden idrâk edeceği şeyleri idrâk ettiğinde, bunu hayâle ilkâ eder. O da bu­nu, kendisine münâsib düşen bir suretle şekillendirdikten sonra onu müşterek hisse sevk eder. Bunun üzerine uyku halinde bulunan şahıs bunu mahsûs, (hissi, cismânî ve maddî) imiş, gibi görür. Böylece id1 râk, aklî ruhtan hissî idrâk seviyesine inmiş olur. Ve yine hayâl ikisi arasında vâsıta olur. Rü'yânın hakikati budur.

Bu ifâdelerden, «doğru çıkan düş» (rü'yâ-yı sâliha) ile «asılsız olan karmakarışık düş» (adgâs ü aiılâm) arasındaki fark sizin için zahir olmalıdır. Şüphe yok ki bunların hepsi de uyku halinde hayal­de (muhayyilede) mevcûd olan suretlerden ibarettir. Ancak bu suret­ler eğer (onları) idrâk eden aklî ruhtan inmişse, bu rü'yâdır. Yok eğer uyanıkken, muhayyilenin hafızaya tevdî' ettiği suretlerden alınmışsa, bu da adgâs ü ahlâm (denilen karmakarışık ve asılsız düş) dür.

Malûm olsun ki rü'yâ-yı sâdıkanm doğruluğuna delâlet ve sıh-hatına şehâdet eden bir takım alâmetler vardır. Öyleki rü'yâ gören şa­hıs uyku esnasında (bu alâmetler ve işaretler vasıtasıyla) Allah tara­fından kendisine bir müjdenin verildiğini hisseder.

Birinci alâmet, rü'yâ gören şahsın derhal uyanmasıdır. Çok de­rin bir uykuda bile olsa, sanki acele olarak his âlemine dönmek ister­cesine hemen uyanır. Çünkü (gaybtan) ona ilkâ olunan idrâk, o ka­dar ağır (ve o derece kuvvetlidir) ki, bu halet karşısında nefs his âle­mine, bedenî gaile ve cismânî meşguliyetlerle dolu olacağı bir hâlete kaçmak zorunda kalır.

Diğer bir alâmet, mezkûr idrâkin devamlı ve sabit olmasıdır. Çünkü bu rü'yâ bütün teferruatıyla onun hafızasına nakşedilmiştir. Hiç bir şekilde yanılma ve unutma hali ona yol bulamaz. Onu hatır­lamak için düşünmeye ve' hafızasına müracaat etmeye hiç ihtiyâç duymaz. Daha doğrusu uyandığı zaman görmüş olduğu rü'yâyı zih­ninde, aynen müşahede ettiği gibi taze ve canlı olarak muhafaza eder. Onun hiç bir teferruatı kaybolmaz. Çünkü ruhî idrâk, zaman içinde geçmez, zihinde bir tertîb üzere olmaz. Tersine bir anda ve defaten hâsıl olur. Evet adgâs ü ahlâm denilen (ve şuur altına hap­sedilmiş olan fikir, duygu ve düşüncelerin şuur üzerine vurmasından ibaret olan asılsız) rü'yâ zaman içinde geçer. Söylediğimiz gibi bu çeşit rü'yâlar dimağın kuvvetlerinde yer alır ve muhayyile kuvveti onu hafızadan alarak müşterek hisse gönderir. Bedenin fiilleri, za­man içinde geçtiğinden idrâk bir tertîb dâhilinde vukua gelir. Sıra ile kimi önce, kimi sonra zihne gelir. Beynin kuvvetlerine arız olan unutma hali ona da arız olur. Halbuki nefs-i natıkanın idrâkleri hiç de böyle değildir. O zaman süreci içinde geçmez, bir tertibi de yok­tur. Nefse intiba ederek ona nafcş olunan bütün idrâkler bir andan daha kısa bir sürede ve defaten vücûda gelir. Bazan rü'yâ gören şa­hıs, uyandıktan sonra da rü'yâ uzun müddet hafızasında (canlı ve taze olarak) baki kalır ve ilk idrâkin kuvvetli olması halinde gaflet se­bebiyle asla fikirden uzaklaşmaz. Şayet bir rü'yâ, uykudan uyandık­tan sonra ancak düşünülerek ve üzerinde durularak hatırlanabiliyor ve tekrar hatırlanınca da bir çok tafsilâtı unutuluyor ise, o çeşit rü'­yâ (asli faslı olmayan ve) adgâs ü ahlâm denilen bir rü'yâdır.

Bahis konusu rü'yâ-yı sâdıkamn alâmetleri aynı zamanda vahyin hususiyetleridir. Nitekim Allah Teâlâ: «Ya Muhammed, sana inen vahiy hususunda acele edip dilini hareket ettirme, şüphe yok ki, onu toplamak ve okutmak bize aittir. Biz okuduğumuz zaman onun kı-râetini ta'kîb et. Sonra onun beyân: da Bize aittir.» (Kıyame, 16), buyurmuştur.

Rü'yânın vahiy ve nübüvvetle bir münâsebeti vardır. Onun için sahih bir hadîste: Rü'yâ, nübüvvetin kırk altı cüz'ünden bir cüz'dür, buyurulmuştur. Bundan dolayı rü'yânın mümeyyiz vasıflan ile nü­büvvetin mümeyyiz vasıfları arasında da bu miktarda bir münâsebet mevcûd olmuştur. İmdi bu nükteleri nazar-ı dikkatten uzak tutma­mak lâzımdır. Bunun izahı da, bahsettiğimiz husustan ibarettir: «Ve Allah dilediğini yaratır».

Rü'yâ ta*bîr etmenin mânâsına gelince. Bilmek lâzımdır ki aklı rûh, idrâk edeceği şeyi idrâk edip, bunu muhayyileye gönderdiği ve muhayyile de ona bir suret verdiği zaman, o idrâki az çok onun mâ­nâsına münâsib düşen suretler dâhilinde şekillendirir. Meselâ aklî rûh, en muazzam sultanın mânâsını idrâk edince muhayyile onu deniz suretinde şekillendirir veya düşmanlığı idrâk ettiğinde muhayyile bu­nu yılan suretinde tasvir eder. Şayet rü'yâ gören şahıs uyandığı za­man kendi haline dâir hiç bir şey bilmiyor ve sâdece bir deniz veya yılan gördüğünü hatırlıyorsa, rü'yâyı ta'bîr eden zât, denizin hissi bir suret olduğuna ve idrâk olunan mânânın onun ötesinde bulunduğu­na kesinlikle kanâat getirdikten sonra teşbih ve temsildeki kuvvetle nazar edip idrâk olunan mânâyı tesbîtte kendisine yardımcı olacak diğer bir takım karinelerle de istidlalde bulunarak; meselâ der ki: Denizden maksad sultandır. Zîrâ o, muazzam bir şeydir. Onun için sultanı ona teşbih etmek münâsib düşer.

Aynı şekilde verdiği zararın büyüklüğünü dikkate alarak düş­manının yılana teşbih edilmesi uygun düşer. Keza kadınlar da kab kabilinden olduklarından onları da (ev eşyasına ve) kablara benzet­mek muvafık olur. Ve bunun emsali çoktur.

Bazan (rü'yâda) görülen şey sarih olur. Vazıh ve aşikâr olduğun­dan veya idrâk olunan mânâ ile onun benzeri olan suret arasında yakın bir münâsebet bulunduğundan bu çeşit rü'yâlar tâbire muhtaç olmaz. Bundan dolayı sahih bir hadîste : Rü'yâ, üç çeşittir. Allah'tan olan rü'yâ, melekten olan rü'yâ ve şeytândan olan rü'yâ, denilmiştir. İmdi Allah'tan olan rü'yâ sarîh olup ta'bîre ihtiyâç göstermez. Melek­ten olan rü'yâ, rü'yâ-yı sâdıka olup ta'bîre muhtaçtır. Şeytândan olan rü'yâ ise adgas ü anlamdır.

Şunu da bilmek gerek : Rûh, idrâk ettiği şeyi muhayyileye gön­derdiğinde, muhayyile mu'tâd his kalıplarına dökerek ona bir suret verir. Çünkü muhayyile hissin mu'tâd kalıplarda idrâk etmediği, bir şeye hiç bir şekilde bir suret veremez. Onun için anadan doğma amâ olana sultam deniz, 'düşmanı yılan ve kadını kab - kaçak şeklinde tas-vîr edemez, tecessüm ettiremez. Zîrâ o, böyle bir şey idrâk etmemiştir. Belki muhayyile bu gibi şeyleri o şahsa, onun işiterek ve koklayarak idrâk ettiği şeylere benzeyen ve münâsib düşen bir biçimle tasvir eder. Onun için ta'bîr yapan bir kimsenin bu gibi şeylere dikkat etme­si (ve hatâya düşmekten kendisini koruması) lâzım gelir. Zîrâ. çok ke­re bu gibi şeyler sebebiyle ta'bîr karışır ve ta'bîre esâs olan kanun bo­zulur.

Bilinmelidir ki ta'bîr ilmi, küllî kanunlara ve umûmî kaidelere dâir bir bilgi olup rü'yâyı ta'bîr eden şahıs kendisine hikâye edilen hu­susların ibaresini ve te'vîlini bu kanun ve kaideler üzerine bina eder. Meselâ (muabbirler bir yerde) deniz pâdişâha delâlet eder, der; başka bir yerde deniz gayza ve öfkeye delâlet eder, derler; diğer bir yerde ise deniz derde ve musibete delâlet eder, derler. Yine onlar meselâ bir yerde yılan düşmana delâlet eder; başka bir yerde yılan sır saklayan şahıstır, diğer bir yerde de yılan hayattır, derler ve buna benzer bir takım şeyler söylerler.

İmdi muabfoir sözü edilen küllî kanun ve umûmî kaideleri hafı­zasına iyice yerleştirir. Her bir yerde rü'yâya en lâyık olmak üzere mezkûr kaidelerin ta'yîn ettiği karinelerin gereğine göre ta'bîr yapar. Bahis konusu karinelerden bazısının menşe'i uyanıklıkta bazısının kö­kü uykuda olur. Diğer bir kısmının kaynağı kendisinde yaratılan hâs­sa sebebiyle muabbirin nefsinde doğan (ve tulûât kabilinden olan) şeyler olur.

«Bir kimse niçin yaratılmışsa o şey o kimseye kolaylaştırılır.» (Bir kimsede fıtratan rü'yâ ta'bîr etme isti'dâdı varsa o kimse bu işi ko­laylıkla yapar.)

Öteden beri bu ilim selef arasında nakledilegelmiştir. Muhammed İbn Şîrîn (Öl. 110/770) bu konuda ulemânın en meşhuru idi. Buna dâir olan kaideler ona istinaden yazılmış. Halk bu kanunları çağımıza kadar birbirinden nakledegelmiştir. Ondan sonra bu ilme dâir eser te'lîf eden Kirmânî olmuştur.

Daha sonra muahhar müellifler, bu ilme dâir birçok eserler yazmışlardır. Bugün çağımızda, Mağrîb ahâlîsi arasında rağbette olan, Kayravan ulemâsından îbn Ebu Tâlib Kayravânfnin el-Mümti' ve diğer eserleridir. Sâlimî'nin (Muhammed İbn Ahmed İbn Ömer) Ki-tâb'ül-îşâre'si de bu konuya dâir kısa ve çok faydalı bir eserdir. Tu­nus'taki hocalarımızdan İbn Râşid'in Merkabet'ül-Ulyâ'sı da böyledir. Bu, nübüvvet nuru ile ışık saçan bir ilimdir. Zîrâ ikisi arasında bir münâsebet vardır ve rü'yâ, vahyi idrâk etme ve alma vâsıtalarından biridir. Nitekim bu husus sahîh bir hadîste bu şekilde sabit olmuştur. «Gaybı bilen Allah'tır.» (Mâide, 116).[24]

 

50  — Hükümdar dedi ki : Onu bana getirin. Bunun üzerine ona elçi gelince : Efendine dön ve ellerini kesen o kadınların zoru neydi kendisine sor. Şüphesiz ki benim Rabbım onların düzenini bilir, dedi.

51  — Dedi ki : Yûsuf'tan kâm almak istediğiniz za­man ne halde idiniz? Onlar dediler ki : Hâşâ, Allah için biz onun bir kötülüğünü görmedik. Azîz'in karısı da şöy­le dedi: Şimdi hak ortaya çıktı. Onu kendime ben râm et­mek istedim. Ve o, gerçekten sâdıklardandır.

52  — Bu; gıyabında kendisine gerçekten hıyanet et­mediğimi, hâinlerin hilesini Allah'ın başarıya erdirmeye-ceğini, onun da bilmesi içindi.

53 — Ve ben, nefsimi temize çıkarmam. Çünkü ne^ fis var şiddetiyle kötülüğü emredendir. Meğer ki Rabbı-mın esirgediği bir nefs ola. Rabbım Gafûr'dur, Rahîm'dir.

 

Allah Teâlâ haber veriyor ki; kralın adamları kendisine görmüş olduğu rü'yânın yorumunu hoşuna giden ve anladığı bir şekilde ge­tirdikleri zaman Hz. Yûsuf (a.s.) un faziletini, ilmini, rü'yâsına güzel bir şekilde muttali' olduğunu ve ülkesindeki tebeasmdan ahlâkça üs­tün olduğunu bildi ve : Onu hapisten çıkarıp bana. getirin, diye em­retti. Elçi, Hz. Yûsuf'a bu haberi getirdiği zaman; kral ve tebeası onun suçtan berî olduğunu, Azîz'in, karışı tarafından kendisine nisbet edi­len suçtan ırzının temiz olduğunu kesin olarak bilmeleri için hapis­ten çıkmayı kabul etmedi. Onlar, kesin olarak bileceklerdir ki; onun hapsedilmesi, hapsedilmesini gerektiren bir işten dolayı olmayıp, ona bir zulüm ve düşmanlıktan ötürü olmuştur. Demişti ki: «Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi kendisine sor. Şüphesiz ki benim Rabbım onların düzenini bilir.»

Bu davranışı üzerine Hz. Yûsuf'u öven, onun fazilet ve şerefine, kadrinin yüceliğine ve sabrına işaret eden hadîsler vârld olmuştur. Müsned ile Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Zührî kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü şöyle bu­yurmuştur : Biz şüphe etmeye İbrahim'den daha lâyığız. «Hani İbra­him : Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, deyince : İnanmıyor mu­sun? demişti. O da: Hayır öyle değil, ama kalbim iyice mutmain ol­sun, demişti.» (Bakara, 260)

Allah Lût'a merhamet eylesin. Muhakkak ki o, sağlam bir yere sı­ğınmıştı. Şayet ben Yûsuf'un kaldığı kadar hapiste kalsaydım, çağı­rana hemen icabet ederdim. (Alah Rasûlü (s.a.) nün bu sözleri tevazu' kabîlindendir. Yoksa elbette o azîmce peygamberlerin en güçlüsü, ma­kam yönüyle en yücesi, her türlü övmeye en çok lâyık olanıdır.) İmâm Ahmed de der ki: Bize Affân'm... Ebu Hüreyre'den, onun da Hz. Pey­gamber (s.a.) den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), «Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi kendisine sor. Şüphesiz ki benim Rabbım onların düzenini bilir.» âyeti hakkında şöyle buyur­muştur : Semiz ve ank ineklerden sorulduğunda, Yûsuf'un sabrına ve şerefine şaşarım. Allah muhakkak onu bağışlamıştır. Şayet onun ye­rinde ben olsaydım, hemen kapıya koşardım. Fakat o, kendisinin ma'-zûr görülmesini istemiştir. Bu, mürsel bir hadîstir.

«Dedi ki: Yûsuf'tan kâm almak istediğiniz zaman ne halde idi­niz?» Kral, Azîz'in karısı yanında ellerini kesmiş olan kadınları topladığı zaman, onların hepsine birden hitâbla, veziri olan Azîz'in karısını kasdederek onlara şöyle demişti: Ziyafet günü «Yûsuf'tan kâm almak istediğiniz zaman ne halde (ne durumda) idiniz? Onlar dediler ki: Hâşâ, Allah için biz onun bir kötülüğünü görmedik.» Allah için Yû­suf itham edilmiş, değdldir. Allah'a yemîn olsun ki biz, onun herhangi bir kötülüğünü bilmiyoruz. «İşte o zaman Azîz'in kansı da şöyle dedi: Şimdi hak ortaya çıktı.» İbn Abbâs, Mücâhid ve bir çokları derler ki: Azîz'in kansı o zaman : Hak ortaya çıktı, zahir oldu, demiştir.

Onu kendime ben râm etmek istedim. Ve o: «O beni kendine râm etmek istedi.» sözünde gerçekten sâdıklardandır. Bu; gıyabında kendisine gerçekten hiyânet etmediğini onun da bilmesi içindi. Ben bunu kendime karşı itiraf ediyorum ki; kocam kendisine ihanet et­mediğini, büyük günâhın meydana gelmediğini kocam bilsin. Evet, ben bu gençten kâm almak istedim ama o kabul etmedi. İşte kocamın benim suçsuz olduğumu bilmesi için bunu itiraf ettim. Hâinlerin hile­sini Allah'ın başarıya erdirmeyeceğini onun da bilmesi içindi bu. Bu­nunla birlikte ben, nefsimi temize çıkarmam. Zîrâ nefis konuşur, te­mennide bulunur. Ve bu sebepledir ki ben ondan kâm almak istedim. Zîrâ nefis kötülüğü çokça emredendir. Meğer ki Rabbımın, Allah'ın esirgediği bir nefs ola. Muhakkak ki Rabbım Gafûr'dur, Rahîm'dir. Kıssanın akışına, sözün mânâlarına en uygun, en lâyık ve en meşhur görüş budur ki; bu sözler, Azîz'in karısına aittir. Mâverdî Tefsîr'inde bu görüşü hikâye etmiş, İmâm el-Allâme Ebu Abbâs İbn Teymiye —Al­lah ona rahmet eylesin— de bu görüşü desteklemek üzere başlı ba­şına bir eser meydana getirmiştir.

Bu sözleri «Bu; gıyabında kendisine (kocasına) gerçekten hiyâ­net etmediğini... onun da bilmesi içindi...» âyetinden itibaren iki âye­tin, Hz. Yûsuf (a.s.) un sözü olduğu da söylenmiştir. Buna göre an­lam şöyle oluyor : Kralın benim ma'sûnı olduğumu'bilmesi, Azîz'in gı­yabında karısı hususunda kendisine gerçekten hıyanet etmediğini, hâinlerin hilesini Allah'ın başarıya erdirmeyeceğini bilmesi için elçiyi geri çevirdim. Bununla birlikte ben, nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, var şiddetiyle kötülüğü emredendir. İbn Cerir ve İbn Ebu Ha­tim, bu görüşün dışında başka bir görüş rivayet etmezler. İbn Cerir der ki: Bize Ebu Küreyb'in... İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle an­latmıştır : Kral kadınları topladığında onlara : Yûsuf'tan kâm almak istediniz mi? diye sormuş; onlar: Hâşâ, Allah için biz onun bir kötü­lüğünü görmedik, demişler. Azîz'in kansı da şöyle demiş : Şimdi hak ortaya çıktı. Onu kendime ben râm etmek istedim. Ve o, gerçekten sâ-d^dardandır. Yûsuf da dedi ki: «Bu; gıyabında kendisine gerçekten hiyânet etmediğimi   onun da bilmesi içindi.»   Bunun   üzerine Cibril (a.s.) ona : Düşündüğünü düşündüğün gün de mi? diye sormuş ve Hz. Yûsuf: «Ve ben, nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, var şid­detiyle kötülüğü emredendir.» demiştir. Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, İbn Ebu Hüzeyl, Dahhâk, Hasan, Katâde ve Süddî de böyle söylemişlerdir. Ancak birinci görüş, daha kuvvetli ve daha açıktır. Zîrâ sözün akışının tamâmı kralın huzurunda Azîz'in karısının sözle-rindendir. Hz. Yûsuf (a.s.) yanlarında değildi. Aksine ondan sonra kral Hz. Yûsuf'u yanma getirmiştir.[25]

 

54  — Hükümdar dedi ki: Onu bana getirin de yanı­ma alayım. Onunla konuşunca da dedi ki: Sen bugün bi­zim yanımızda önemli bir mevki sahibisin, eminsin.

55  — Dedi ki: Beni memleketin   hazîneleri   üzerine ta'ynı et. Çünkü ben onları iyi korurum, bilirim.

 

Yûsuf Hazînenin Başına Getiriliyor

 

Allah Teâlâ haber veriyor ki; kral, Hz. Yusuf (a.s.) un ma'sûm olduğunu, ırzının kendisine nisbet edilen suçtan berî, tertemiz oldu­ğunu anlayınca dedd ki: «Onu bana getirin de yanıma alayım.» Onu hâs adamlarımdan ve kendileriyle meşverette bulunduklarımdan kıla­yım. Onunla konuşup tanışınca, fazilet ve üstünlüğünü görünce on­daki yaradılış ve huy güzelliğini, kemâlini anlayınca kral kendisine şöyle dedi: «Sen bugün bizim yanımızda önemli bir mevki sahibisin, eminsin.» Hz. Yûsuf da dedi ki: «Beni memleketin hazîneleri üzerine ta'yîn et. Çünkü ben onları iyi korurum, bilirim.» deyip kendini övdü. O halde bir kimsenin, ihtiyâç halinde ve durumu bilinmediği zaman kendini övmesi caizdir. Hz. Yûsuf kendisinin emniyetli bir hazinedar, üzerine aldığı işi bilen birisi olduğunu da söylemiştir. Şeybe İbn Neame der ki: Bana tevdî' edip vereceğini iyi korurum, kuraklık senelerini iyi bilirim. Şeybe'nin bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

Hz. Yûsuf, güç yetireceğini bildiği bir işi insanların menfaatma olarak istemiştir. Yeryüzü hazîneleri üzerine vazifelendirilmesini he­men istemiştir. Bunlar; durumlarım haber vermiş olduğu başlarına gelecek kıtlık seneleri için mahsûllerin toplandığı   ehramlar   (büyük binalar) dır. Böylece ihtiyâca en muvafık, en doğru ve faydalı bir şe­kilde onlar için tasarrufta bulunacaktır. Ona rağbet ve bir ikram ola­rak, onun bu isteğine icabet edilmiş, bu isteği kabul edilmiştir. Bu­nun için Allah Teâlâ şöyle buyurur: «İşte böylece, Biz Yûsuf'u yer­yüzünde yerleştirdik. Nereyi isterse orada konaklardı. Rahmetimizi is­tediğimize veririz. Ve îhsân edenlerin ecrini zayi' etmeyiz.»[26]

 

İzahı

 

 

57 — Ama âhiret mükâfatı, îmân edip de takvada dâim olanlar için daha hayırlıdır.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «İşte böylece Biz, Yûsuf'u yeryüzünde yerleştirdik. Nereyi isterse orada konaklardı.» Süddî ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem : Orada dilediği gibi tasarrufda bulunurdu, demiş­lerdir.

İbn Cerîr der ki: Darlık, hapis ve esaretten sonra, orada dilediği yerde konaklama yeri edinirdi. «Rahmetimizi istediğimize veririz. Ve ihsan edenlerin ecrini zayi' etmeyiz.» Yûsuf'un; kardeşlerinin eziyys-tine sabretmesini, Azîz'in karısı yüzünden hapsedilmeye sabretmesini zayi* etmedik. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ, bunların hemen peşinden ona selâmet, yardım ve onu destekleme olarak getirmiştir. «Ve ihsan edenlerin ecrini zayi* etmeyiz. Ama âhiret mükâfatı, îmân edip de tak­vada dâim olanlar için daha hayırlıdır.» Allah Teâlâ, burada peygam­beri Yûsuf (a.s.) için âhiret yurdunda biriktirdiklerinin, dünyada iken ona vermiş olduğu tasarruf ve nüfuzdan daha büyük, daha çok ve üs­tün olduğunu haber verir. Nitekim O, Süleyman (a.s.) hakkında da şöyle buyurur : «Bu, bizim bağışımızdır. Artık ister hesâbsızca ver, is­ter tut, dedik. Doğrusu katımızda onun için yüksek bir makam ve gü­zel bir netice vardır.» (Sad, 39-40).

Mısır kralı Reyyân İbn Velîd Hz. Yûsuf'u, Mısır'da satın alan ve kendisinden kâm almak isteyen kadının kocasının yerine Mısır ülke­sinde vezirlik makamına getirdi. Hükümranlığı Yûsuf (a.s.) un elle­rine teslim etti. Âyetten maksadın bu anlam olduğunu Mücâhid de söy­lemiştir.

Muhammed İbn İshâk der ki: Yûsuf krala : «Beni memleketin hazîneleri üzerine ta'yîn et. Çünkü ben onları iyi korurum, bilirim.» dediğinde, kral; öylece yaptım, deyip anlattıklarına göre onu Itfîr'in işine ta'yîn etti ve Itfîr'i görevinden azletti. Allah Teâlâ buyurur ki: «İşte böylece Biz, Yûsuf'u yeryüzünde yerleştirdik. Nereyi isterse ora­da konaklardı. Rahmetimizi istediğimize veririz. Ve ihsan edenlerin ecrini zayi' etmeyiz.» Bana anlatıldığına göre; --yine de en doğrusu­nu Allah bilir— Itfîr, o günlerde öldü ve kral Reyyân İbn Velîd Hz. Yûsuf'u Itfîr'in karısı Râîl ile evlendirdi. Râîl, Hz. Yûsuf'un yanına girdiği zaman : Bu, senin istemiş olduğundan daha hayırlı değil mi? demişti. Anlattıklarına göre Râîl şöyle demiştir : Ey doğru sözlü, beni ayıplama, gördüğün gibi ben güzel, mal, mülk ve dünya nimetleri için­de bir kadın idim. Arkadaşım (kocam) kadınlara varmazdı. Benim gör­düğüm kadarıyla sen de Allah'ın seni yarattığı üzere güzel bir görünüşe sahipsin. Yine anlattıklarına göre; Hz. Yûsuf, onu bakire olarak bulmuş, onunla münâsebetinden kadın kendisine Efrâhîm İbn Yûsuf ve Mîşâ İbn Yûsuf isminde iki erkek çocuk doğurmuş. Efrâhîm'in de Yûşa' İbn Nûn'un babası olan Nûn adındaki çocuğu, bir de Eyyüb (a.s.) un karısı olan Rahmet olmuş.

Fudayl İbn İyâz der ki: Azîz'in karısı yolun ortasında durmuş ve nihayet Yûsuf oradan geçince şöyle demiş : Allah'a itaati sebebiyle kö­leleri krallar, Allah'a isyanları sebebiyle kralları da köleler yapan Al­lah'a hamdolsun.[27]

 

58  — Yûsuf'un kardeşleri gelip yanma girdiler. On­ları tanıdı, ama onlar kendisini tanımıyorlardı.

59  — Onların yüklerini  hazırlatınca  dedi ki : Bana baba bir kardeşinizi getirin. Görmüyor musunuz ki ben, ölçüyü tam ölçüyorum ve ben konukseverlerin en iyisi-yim.

60  — Eğer onu bana getirmezseniz; benden bir ölçek dahi alamazsınız ve bir daha bana yaklaşmayın.

61  — Dediler ki : Onu babasından istemeye çalışırız ve herhalde bunu yaparız,

62 — Yûsuf uşaklarına dedi ki: Karşılık olarak ge­tirdiklerini de yüklerinin içine koyun. Olur ki ailelerine dönünce bunu anlarlar da geri dönerler.

 

Yûsuf'un Kardeşleri Geliyor

 

Süddî, Muhammed İbn İshâk ve bunların dışındaki müfessirlerin anlattığına göre; Yûsuf'un kardeşlerini Mısır ülkesine getiren sebep şudur : Hz. Yûsuf  (a.s.)  Mısır'da vezîr olup yedi bolluk senesi geçtikten sonra kıtlık seneleri onların peşinden gelmiş ve kuraklık bütün Mı­sır ülkesini kaplayarak Hz. Ya'kûb (a.s.) ve çocuklarının da bulundu­ğu Ken'ân ülkesine ulaşmıştı. îşte o zaman Hz. Yûsuf, insanların mah­sûllerini ihtiyatla sarfetmiş, onların mahsûllerini güzel bir şekilde top­lamış, bundan büyük bir meblâğ, müteaddit çok büyük depolar mey­dana gelmişti. Diğer ülkelerden insanlar, kendilerine ve ailelerine yi­yecek almak üzere gelmişlerdi. Hz. Yûsuf, her bir kişiye senede bir de­ve yükünden fazla vermiyor imiş. Bizzat Hz. Yûsuf (a.s.) kendi kar­nını doyurmaz, o, kral ve orduları gündüzün ortasında bir defa yemek yer imişler. Tâ ki insanlar, ellerinde bulunanla yedi sene süresince ye-tinsînler diye. Bu, Allah'ın Mısır ahâlîsine bir rahmetidir.

Müfessirlerden bazılarının anlatmış olduğu; Hz. Yûsuf birinci se­ne zahireyi onlara mallan karşılığında, ikinci sene eşyaları karşılığın­da, üçüncü ve dördüncü sene de bu şekilde satmış, nihayet onların el­lerinde olan her şeye sahip olduktan sonra kendileri ve çocukları mu­kabili onlara zahire satmış. Daha sonra onları âzâd edip, bütün mal­larını kendilerine geri vermiş, şeklindeki ifâdelerin sıhhatim en iyi Allah bilir. Bunlar doğrulanmayıp yalanlanmayan İsrâiliyyât cinsin-dendir.

Burada anlatılanlardan maksad şudur : Yiyecek için gelenler için­de babalarının bu husustaki emrine uyarak gelen Yûsuf'un kardeşle­ri de vardı. Onlara Mısır Azîz'inin insanlara, bedeli mukabilinde yiye­cek verdiği haberi ulaşmıştı. Onlar, karşılığında yiyecek almak üzere satılacak mallarını da yanlarına almışlar, on kişi olarak binitlerine bi­nip yola çıkmışlar, Ya'kûb (a.s.), Hz. Yûsuf (a.s.) un kardeşi Bünyâ-mîn'i yanma alıkoymuş. O, Yûsuf'tan sonra çocuklarının en sevgilisi imiş. Yûsuf azameti ile otururken onun yanma girdiklerinde onlara bakar bakmaz tanımış, onlar ise Yûsuf'u tanımamışlar. Zîrâ o, daha küçük bir çocukken ondan ayrılmışlar, onu kervana satmışlardı. Ker­vanın onu nereye götürdüğünü bilmiyorlardı. Onun nelere sâhib ol­duğunu da hissetmemişlerdi, bilmiyorlardı. Bu sebepledir ki onu ta­nımamışlar. Hz. Yûsuf ise, onları tanımıştır. Süddî ve başkaları şöyle anlatırlar : Hz. Yûsuf, onlara hitâb etmeye başlamış ve onları hoş kar­şılamayan bir tavırla kendilerine : Sizi ülkemize getiren nedir? diye sormuş. Onlar : Ey Azîz, muhakkak biz yiyecek için geldik, demişler. Hz. Yûsuf : Belki de siz casussunuz, demiş. Onlar : Allah korusun, de­mişler. Neredensiniz? diye sormuş, onlar : Ken'ân ülkesinden, babamız Ya'kûb Allah'ın peygamberidir, demişler. Hz. Yûsuf : Onun sizden baş­ka evlâdı var mı? diye sormuş, onlar : On iki kardeş idik. En küçüğü­müz gitti ve çölde helak oldu. Babasına bizim en sevimlimiz idi. Onun kardeşi kaldı ve babası da onunla teselli bulmak üzere yanında alıkoydu, demişler. Hz. Yûsuf, onların müsâfir edilmelerini ve kendileri­ne ikramda bulunulmasını emretmiş.

Onların ölçeklerini tâm olarak ölçüp yüklerini yükleyip hazırla­tınca onlara dedi ki: Sizin anlattıklarınızda doğru olduğunuzu foilebil-mem için bahsetmiş olduğunuz kardeşinizi bana getirin. «Görmüyor musunuz ki ben, ölçüyü tâm ölçüyorum ve ben konukseverlerin en iyi-siyim.» Böylece onları dönmeye teşvik etmiş, sonra da korkutarak şöy­le demiş : «Eğer onu bana getirmezseniz; benden bir ölçek dahi ala­mazsınız ve bir daha bana yaklaşmayın.» Eğer ikinci kere yanınızda onu da getirmezseniz; sizin için benim yanımda bir daha yiyecek yok. «Ve bir daha bana yaklaşmayın. Onlar da demişler ki: Onu babasın­dan istemeye çalışırız.» Bizim söylemiş olduğumuz hususlarda doğru­luğumuzu bilmen için onu sana gelmesini sağlamak üzere mümkün olan her şeyi yapar ve sarfetmedik gücümüzü bırakmayız. Süddî der ki: Onu (Bünyâmîn'i) beraberlerinde getirinceye kadar onlardan re­hinler almış. Ancak bu şüphelidir. Zîrâ Hz. Yûsuf, onlara iyilikte ve ihsanda bulunup onlara çok ilgi göstermiştir. Bunun sebebi de, onla­rın dönmesini çok istediğindendir.

Yûsuf uşaklarına dedi ki: Karşılığında yiyecek almak üzere getir­miş oldukları eşyalarını da yüklerinin içinde onların anlayamayacağı bir yere koyun. Olur ki ailelerine dönünce bunu anlarlar da onu geri getirirler.

Söylendiğine göre; Hz. Yûsuf (a.s.), yiyecek almak için dönecek­leri bir başka eşyalarının olmamasından korkmuştur. Yine söylendiği­ne göre Hz. Yûsuf, yiyecek karşılığında babası ve kardeşlerinden bir bedel almaktan sakınmıştır. Bir başka anlatılışa göre ise; onu eşyaları içinde bulduklarında, almış oldukları eşyanın bedelini sahibine geri götürmedikçe rahat edemeyerek onların geri dönmelerini istemiştir. Zîrâ onların böyle yapacaklarını bilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.[28]

 

63 — Babalarına döndüklerinde dediler ki : Ey baba­mız; artık bize zahire verilmeyecek. Kardeşimizi bizimle beraber gönder de zahiremizi alalım. Biz herhalde onu koruruz.

64 — Dedi ki : Daha önce kardeşinizi size ne kadar inandıysam, bunu da ancak o kadar inanırım. Ama Al­lah, koruyucuların en hayırlısıdır ve O, merhametlilerin en merhametlisidir.

 

Allah Teâlâ, onların babalarına döndüklerinde : «Ey babamız, ar­tık bize zahire verilmeyecek.» dediklerini ve bununla bundan sonra şa­yet onlarla birlikte kardeşleri Bünyâmîn'i göndermeyecek olursa zahi­re verilmeyeceğini kaydetmişlerdir. Ona «Onu bizimle beraber gönder

ki bize zahire verilsin.» demişlerdir. Bazıları kelimesini, ba­şında ye harfi ile okumuşlardır ki; buna göre anlam : Kardeşimizi bi­zimle beraber gönder de, o (Azız) bize zahire versin, şeklindedir. «Biz herhalde onu koruruz.» Onun için korkma. Muhakkak ki o, sana geri dönecek, demişlerdi. Nitekim onlar Yûsuf hakkında da : «Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin, oynasın. Şüphesiz biz onu koruruz.» (Yûsuf, 12) demişlerdi. Bunun içindir ki onlara : «Daha önce karde­şinizi size ne kadar inandıysam, bunu da ancak o kadar inanırım.» Sanki ona daha önce kardeşine yaptığınızdan başkasını mı yapacak­sınız? Onu benden kaybettiniz ve onunla benim arama girmediniz mi? Ama Allah koruyucuların en hayırlısıdır ve O, merhametlilerin en merhametlisidir. O, yaşlılığım ve oğluma olan sevgim sebebiyle elbet­te bana merhamet edecektir. Allah'tan onu bana geri döndürmesini, onunla işlerimi toparlamasını umarım. Muhakkak ki O, merhametli­lerin en merhametlisidir, demiştir.[29]

 

65 — Yüklerini açtıkları vakit, karşılık olarak götür­düklerinin kendilerine iade edilmiş   olduğunu   gördüler.

Dediler ki : Ey babamız, daha ne isteriz, işte mallarımız da bize geri verilmiş, onunla ailemize yine zahire getiri­riz Kardeşimizi koruruz ve bir deve yükü zahire artırırız. Esasen bu, az bir ölçektir.

66 — Dedi ki : Etrafınız kuşatılmadıkça muhakkak bana getireceğinize dâir Allah'a karşı sağlam bir söz ver­mezseniz, onu sizinle asla göndermem. Artık onlar söz ve­rince : Allah söylediklerinize Vekîl'dir, dedi.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Yûsuf'un kardeşleri, eşyaları açtıkların­da karşılık olarak götürdükleri mallarının kendilerine geri verilmiş ol­duğunu gördüler. Yûsuf uşaklarına onu kendilerinin yükleri içine koy­masını emretmişti. Onu eşyaları içinde buldukları zaman : Ey baba­mız, daha ne isteriz? «İşte mallarımız da bize geri verilmiş.» dediler. Katâde de der ki: Daha bundan başka ne isteriz? Bize tâm olarak ve­rildiği halde, karşılık olarak götürdüğümüz eşyamız da bize geri ve­rilmiş. Şayet kardeşimizi bizimle beraber gönderirsen; onunla ailemi­ze yine zahire getiririz. «Kardeşimizi koruruz. Ve bir deve yükü zahi­re artırırız.» Hz. Yûsuf (a.s.) her bir kimseye bir deve yükü (yiyecek) veriyordu. Mücâhid der ki: Bir merkeb yükü. Diğer dillerde deve ismi bazan merkebe de verilir. Bu, onun söylediği gibidir. «Esasen bu, az bir ölçektir.» Bu; sözün tamamlanması ve güzelleştirilmesi kabîlinden-dir. Mânâ şöyle oluyor: Kardeşlerinin alması mukabilinde bu zâten azdır ve ona denk de değildir.

Dedi ki: Etrafınız kuşatılıp hepiniz mağlûb olup onu kurtarma­ya gücünüz yetmez halde olmadıkça muhakkak bana getireceğinize dâir Allah'a karşı sağlam bir söz verip yemîn etmezseniz, onu sizinle asla göndermem. «Artık onlar söz verince» ve bunu onlara karşı te'-kîd edince : «Allah söylediklerinize Vekîl'dir.» dedi. İbn İshâk der ki: Hz. Ya'kûb böyle yapmıştır. Zîrâ mutlak ihtiyâçları olan yiyecek için onları göndermekten başka çâre bulamamış ve Bünyâmîn'i onlarla birlikte göndermiştir.[30]

 

67  — Ve dedi ki : Oğullarım, hepiniz bir kapıdan gir­meyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber, Al­lah katında size bir faydam olmaz. Hüküm ancak Allah'­ındır. Ben, O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yal­nız O'na tevekkül etsinler.

68  — Babalarının kendilerine emrettiği yerden gir­diler. Bu, Allah katında onlara bir fayda sağlamazdı. An­cak Ya'kûb içindeki dileği meydana   çıkarmış   oldu. O, şüphe yok ki kendisine öğrettiğimiz için bir ilim sahibi idi, ama insanların çoğu bilmezler.

 

Allah Teâlâ haber veriyor ki; Hz. Ya'kûb (a.s.), çocuklarını kar­deşleri Bünyâmîn ile birlikte Mısır'a doğru yola çıkarmak için hazır­ladığı zaman onlara hepsinin bir kapıdan girmemelerini, ayrı ayrı de­ğişik kapılardan girmelerini emretmiştir. İbn Abbâs, Muhammed İbn Kâ'b, Mücâhid, Dahhâk, Katâde ve Süddî'nin de söyledikleri gibi on­lara göz değmesinden korkmuştur. Gerçekten de onlar, son derecede güzellik sahibi idiler. Onlara insanların nazarlarının değmesinden korkmuştur. Muhakkak ki göz (nazar) gerçektir ve atlıyı kısrağından aşağı düşürür. İbn Ebu Hâtim'in İbrâhîm en-Nehaî'den rivayetinde o, «Hepiniz ayrı ayrı kapılardan girin.» âyeti hakkında der ki: Hz. Ya'­kûb onun (Hz. Yûsuf'un) kardeşlerini kapılardan birinde karşılayacak ğını bilmiştir.

«Bununla beraber, Allah katında size bir faydam olmaz.» Bu sa­kınma, Allah'ın kader ve kazasını elbette geri çevirmez. Zîrâ Allah Te­âlâ bir şey murâd ettiği zaman, O'na muhalefet ile karşı gelinmez. «Hüküm ancak Allah'ındır. Ben, O'na tevekkül ettim. Tevekkül eden­ler de yalnız O'na tevekkül etsinler. Babalarının kendilerine emrettiği yerden girdiler. Bu, Allah katında onlara bir fayda sağlamazdı. An­cak Ya'kûb, içindeki dileği meydana çıkarmış oldu.» Ki, o da onlara nazar değmesinin önüne geçmektir. «O, şüphe yok ki kendisine öğret­tiğimiz için bir ilim sahibi idi.» Katâde ve Sevrî : İlmi ile amel ederdi, demişler, İbn Cerîr de : Biz ona öğrettiğimiz için" ilim sahibiydi, de­miştir. «Ama insanların çoğu bilmezler.»[31]

 

İzahı

 

69 — Yûsuf'un yanma girince o, kardeşini yanına aldı ve: Ben senin kardeşinim, onların yapmış oldukları­na artık üzülme, dedi.

 

Yûsuf Kardeşini Yanına Alıyor

 

Allah Teâlâ haber verir ki Hz. Yûsuf'un kardeşleri, yanlarında onun kardeşi Bünyâmîn olduğu halde Yûsuf'a geldiklerinde, onları şerefle kabul etmiş ve onları müsâfir ederek onlara lütuf ve ihsanlar­da bulunmuş, kardeşi ile yalnız kalarak durumunu, başından geçen­leri ona anlatmış, kendisinin kardeşi olduğunu bildirmiş, ona : «Onla­rın yapmış olduklarına üzülme.» diyerek bunu onlardan gizlemesini, kardeşi olduğuna dâir verdiği bilgiye onları muttali' etmemesini em­retmiş ve sonra da onu izzet, ikram, ta'zîm içinde yanında bırakmak üzere bir hile kuracağı hususunda onunla anlaşmıştı.[32]

 

70  — Onların   yüklerini   yüklettiğinde su kabını öz kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra bir münâdî.- Ey ka­file; siz gerçekten hırsızlarsınız, diye bağırdı.

71  — Onlara döndüler ve: Ne kaybettiniz? dediler.

72  — Dediler ki: Hükümdarın  su kabını  kaybettik, onu getirene de bir deve yükü var. Ben de buna kefilim.

 

Hz. Yûsuf, onların yüklerini hazırlatıp develerine yiyecek yüklet­tiğinde, uşaklarından birine su kabını da (yüklerin içine) koymasını emretti. Âlimlerden çoğunun görüşüne göre; bu, gümüşten bir kab-dır. Bunun altından olduğu da söylenmiştir. —Ki bu görüş, İbn Zeyd'-indir— ondan su içer ve o zamanda yiyecek son derece kıt olduğun­dan insanlar için yiyeceği onunla ölçerdi.   Bu açıklama   İbn Abbâs, Mücâhit!, Katâde, Dahhâk ve Abdurahmân İ'bn Zeyd'indir. Şu'be'nin Ebu Bişr'den, onun Saîd İbn Cübeyr'den, onun da İbn Abbâs'tan ri­vayetinde o, şöyle demiştir: Bu, kralın su kabı olup, gümüştendi ve ondan su içerlerdi. Bir kile (veya Sâ) gibi idi. Câhiliye devrinde Ab-bâs'da onun bir benzeri vardı. Hiç kimsenin hissetmeyeceği bir şekil­de onu Bünyâmîn'in eşyası içine koydu. Sonra aralarından bir münâ-dî şöyle bağırdı: «Ey kafile, siz gerçekten hırsızlarsınız.» Münâdîye döndüler ve : Ne kaybettiniz? dediler. «Dediler ki: Hükümdarın (ölç­mede kullandığı) su kabını kaybettik, onu getirene bir deve yükü var.» Bu, bir ücret kabîlindendir. «Ben de buna kefilim.» Bu sözler, bir çeşit kefalet ve garantidir.[33]

 

73  — Dediler ki: Allah'a yemin ederiz, siz de öğren­diniz ki biz, yeryüzünde fesâd çıkarmak için gelmedik ve biz hırsızlardan değiliz.

74  — Eğer yalancılar iseniz; bunun cezası nedir? de­diler.

75  — Dediler  ki: Bunun  cezası,   yükünde   bulunan kimsenin kendisidir. îşte o kimse bunun cezasıdır. Biz zâ­limleri böyle cezalandırırız.

76  — Bunun üzerine kardeşinin   kablarmdan   evvel onlarınkini aramaya  başladı.  Sonra onu kardeşinin ka­bından çıkardı. İşte Biz, Yûsuf için böyle bir tedbîr kul­landık. Yoksa o hükümdarın dinine göre kardeşini tuta­bilecek değildi. Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi dere­celerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir bi­len vardır.

 

O uşaklar, Yûsuf'un kardeşlerini Hırsızlıkla itham ettiklerinde; Yûsuf'un kardeşleri onlara şöyle dediler : «Allah'a yemîn ederiz, siz de öğrendiniz ki biz, yeryüzünde fesâd çıkarmak için gelmedik ve biz hır­sızlardan değiliz.» Bizi tanıdığınızdan bu yana bildiniz ve anladınız ki; —zîrâ onlarda güzel bir ahlâk müşahede etmişlerdi— biz, yeryü­zünde fesâd çıkarmak için gelmedik. Ve biz hırsızlar değiliz. Bizim seciyyelerimiz, bu sıfata müsâid seciyyeler değildir. Uşaklar onlara dedi ki: Eğer yalancılar iseniz; su kabını alanı sizin içinizde bulursak ve hırsız sizin içinizde ise onun cezası nedir? «Dediler ki: Bunun ce­zası, yükünde bulunan kimsenin kendisidir. İşte o kimse bunun ceza­sıdır. Biz, zâlimleri böyle cezalandırırız.» Hz. İbrahim'in şeriatı böyle idi. Hırsız, kendisinden hırsızlık yapılan kimseye verilirdi. Yûsuf da zâten bunu istiyordu. Bunun için aramaya kardeşinin kabından önce onların kablarmdan başladı. Durumu gizlemek için, önce onları araş­tırdı. Sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. Kardeşini onların iti­rafları ve kendilerini ilzam etmeleri hiikmü- ile onlardan aldı. Böylece onlan, inandıkları ile bağlamış oldu. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «İşte Biz, Yûsuf için böyle bir tedbîr kullandık.» buyurur ki; bu hik met ve beklenen faydadan dolayı Allah'ın sevip hoşnûd olduğu arzu lanan, sevilen bir hiledir. «Yoksa o, hükümdarın dinine göre kardeşi­ni tutabilecek değildi.» Dahhâk ve başkalarının söylediğine göre; Mı­sır kralının hükmüne binâen onu (kardeşini) alma hakkı yoktu. An­cak Allah Teâlâ Hz. Yûsuf'un kardeşini, kardeşlerinin ilzam etmeleri ile alıkoymasını takdir buyurmuştur. Hz. Yûsuf, onların şeriatların­da böyle olduğunu biliyordu. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ onu : «Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz.» şeklinde övmüştür. Nitekim baş­ka bir âyette de şöyle buyurur : «Allah içinizden îmân etmiş olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir...»   (Mücâdile, 11).

«Ve her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.» Hasan el-Basrî der ki: Allah Teâlâ'ya varıncaya kadar hiç bir âlim yoktur ki, onun üzerinde bir âlim olmasın. Abdürrezzâk'ın Süfyân es-Sevrî kanalıyla... Saîd İbn Cübeyr'den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor : İbn Abbâs'ın yanında idim. Garib, şaşırtıcı bir söz söyledi. Bir adam hayretle : Al­lah'a hamdolsun, her bir bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır, dedi. İbn Abbâs : Ne kötü söyledin, Allah en iyi bilendir ve O, her bilenin üzerindedir, dedi. Semmâk'ın îkrime'den onun da İbn Abbâs'tan ri­vayetinde o, «Ve her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Şu şundan, bu ötekinden daha bilgilidir. Al­lah ise her bilenin üstündedir. İkrime de böyle söylemiştir : Katâde der ki : İlim Alfah'ta nihayet buluncaya kadar her bilgi sahibinin üs­tünde bir bilen vardır. O'ndan başlanmış, âlimler ilmi öğrenmişler ve (ilim)  O'na dönecektir. Bu âyet, Abdullah (İbn Mes'ûd)  un kırâetin-de : Her bilenin üstünde en iyi bilen vardır, şeklindedir.[34]

 

77 — Dediler ki: O çalmışsa, daha evvel onun bir kardeşi de çalmıştı. Yûsuf bunu içinde gizledi, onlara aç­madı. Sizin durumunuz daha kötüdür. Allah sizin anlat­makta olduğunuzu en iyi bilendir, dedi.

 

Hz. Yûsuf'un kardeşleri, su kabının Bünyâmin'in eşyası içinden çıkarıldığını gördükleri zaman: «O çalmışsa, daha evvel onun bir kardeşi de çalmıştı.» diyerek kendilerinin ona benzemekten beri olduk­larını Azîz'e ifâde ettiler ve Hz. Yûsuf (a,s.) u kasdederek, bunun yap­tığı gibi daha önce onun bir kardeşinin de böyle yaptığım anlattılar. Katâde'den rivayetle Saîd İbn Cübeyr der ki: Hz. Yûsuf anne tara­fından dedesinin bir putunu çalmış ve onu kırmıştı.

Muhammed İbn îshâk'ın Abdullah İbn Ebu Necîh'den, onun da Mücâhid'den rivayetinde o, şöyle anlatıyor : Bana ulaştığına göre Hz. Yûsuf'un başına gelen ilk belâ şöyledir : Onun, îshâk'm kızı olan bir halası vardı ve İshâk evlâdının en büyüğü idi. Onların aralarında, bü­yüklerine mîrâs olarak bırakılan İshâk'ın kuşağı ona ulaşmıştı. Onu korumayı üzerine alan kim ise, onun için bir mal olur, bu hususta .münâkaşa edilmez ve onun hakkında dilediğini yapardı. Ya'kûb'un Yûsuf adlı çocuğu doğduğu zaman Yûsuf'un halası onu almış ve bü­yütmeye başlamıştı. Çocuk, sanki ondan olmuş gibi ona ısınmış ve onun Yûsuf'u sevdiği kadar hiç kimse hiç bir şeyi sevmemişti. Yûsuf on yaşlarına gelince; Ya'kûb'un gönlüne Yûsuf'un sevgisi düşmüş vp kadına gelerek : Ey kızkardeşciğim, Yûsuf'u bana teslim et. Allah'a yemin olsun ki; benden bir an bile ayrı olmasına dayanamıyorum, demişti. Kadın : Allah'a yemîn olsun ki; ben onu terkedecek değilim, deyip : Onu benim yanımda birkaç gün bırak, ona bakayım, ona do­yayım, olur ki bu beni teselli eder, avutur. Veya benzeri bir söz ekledi. Hz. Ya'kûb onun yanından çıktığında, İshâk'ın kuşağına yönelip onu aldı ve elbisesinin altından Yûsuf'un beline doladı. Sonra: İshâk (a.s.) in kuşağı kayboldu. Kimin aldığını, kimin ele geçirdiğini araş­tırınız,  dedi.  Arandı,  sonra : Ey ev  halkı,  üstlerinizi  çıkarınız,  dedi, onlar üstlerini çıkardılar ve kuşağı Yûsuf'ta buldular. Kadın : Allah'a yemin olsun ki; o benim malımdır, onun hakkında dilediğimi yapa­rım, dedi. Ya'kûb ona geldiği zaman durumu haber verdi de, Hz. Ya'-kûb kendisine : İşte sen, işte o. Şayet bunu yapmışsa o (Yûsuf) senin malındır, bundan başkasına gücüm yetmez, dedi. Kadın, Yûsuf'u alı­koydu ve kadın ölünceye kadar Ya'kûb Yûsuf'u alamadı. Mücâhid der ki: İşte Hz. Yûsuf kardeşini alıkoyduğu zaman kardeşlerinin : «O çal-mışsa, daha evvel onun bir kardeşi de çalmıştı.» demeleri budur.

Allah Teâlâ : «Yûsuf bunu içinde gizledi, onlara açmadı.» kav-liyle bundan sonraki «Sizin durumunuz daha kötüdür. Allah sizin anlatmakta olduğunuzu en iyi bilendir.» kısmını kasdetmiştir. Hz. Yû­suf'un bu sözü ızmâr Kable'z-zikir kabilinden olup gerek Kur'an'da, gerek hadîste, gerekse nesir ve şiir olarak arap dilinde pek çoktur.(...)

Avfî'nin İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Yûsuf bunu içinde giz­ledi, onlara açmadı.» âyeti hakkında şöyle der : Yûsuf «Sizin duru­munuz daha kötüdür. Allah sizin anlatmakta olduğunuzu en iyi bi­lendir.» sözünü içinde gizledi.[35]

 

78  — Dediler ki : Ey Azîz, gerçekten  bunun ihtiyar bir babası var, onun yerine bizden birini al. Doğrusu biz seni ihsan edenlerden görüyoruz.

79  — Dedi ki : Eşyamızı yanında bulduğumuz kim­seden başkasını yakalamaktan Allah'a sığınırız. Çünkü biz o zaman zâlimlerden oluruz.

 

Bünyâmîn'in yakalanarak Yûsuf'un kardeşlerinin itirafı gereğin­ce onun yanında bırakılması kesinleşince; onlar, Hz. Yûsuf'u yumu­şatmaya ve merhamete getirmeye çalıştılar ve dediler ki: «Ey Azîz, gerçekten bunun ihtiyar bir babası var.» Onu çok sever ve kaybetmiş olduğu çocuğunun yerine onunla teselli bulur. Onun yerine, senin ya­nında ondan bir bedel olmak üzere bizden birisini al. «Doğrusu biz se­ni ihsan edenlerden, (adaletli ve hayn kabul edenlerden) görüyoruz.» Dedi ki: Sizin sözleriniz ve itirafınızdan sonra eşyamızı yanında bul­duğumuz kimseden başkasını yakalamaktan Allah'a sığınırız.  Çünkü biz, suçlunun yerine bir suçsuzu alıkorsak «o zaman zâlimlerden olu­ruz.»[36]

 

80  — Ondan ümitlerini kesince, fısıldaşarak bir ya­na çekildiler. Büyükleri dedi ki : Bilmiyor musunuz ki, ba­banız sizden Allah adına bir söz almıştı, daha önce de Yû­suf hakkında bir kusur işlemiştiniz. Babam bana izin ve­rinceye veya Allah hakkımda hükmedinceye kadar, ben buradan asla ayrılmam. O, hükmedenlerin en hayırlısı-dır.

81  — Siz babanıza dönün de deyin ki : Ey babamız; doğrusu oğlun hırsızlık etti. Ve biz bildiğimizden başka bir şey görmedik. Hem biz gaybın bekçileri de değildik.

82  — Bulunduğumuz kasabanın halkına, aralarında geldiğimiz kervana da sor. Biz gerçekten sâdıklarız.

 

Allah Teâlâ haber veriyor ki; Yûsuf'un kardeşleri, babalarına ge­ri getireceklerine dâir söz yerdikleri ve ahidde bulundukları kardeş­leri Bünyâmîn'i kurtarmaktan ümidlerini kesip bu onlar için müm­kün olmayınca aralarında fısıldaşarak insanlardan ayrılıp bir kenara çekildiler. Büyükleri olan Rûbîl —'Bunun, Yûsuf'un kardeşleri onu öl­dürmeye kalkıştıklarında kuyuya atılma fikrini ortaya atan Yahûzâ olduğu da söylenir— onlara dedi ki: Bilmiyor musunuz ki babanız onu kendisine geri götüreceğinize dâir sizden Allah adına bir söz almıştı. Daha önce ondan Yûsuf'u kaybetmiş olmanız sebebiyle bunun (Bün-yâmîn'in geri götürülmesinin) sizin için nasıl imkânsız olduğunu gö­rüyorsunuz. Babam benden hoşnûd olarak dönmeme izin verinceye veya Allah hakkımda kılıçla hükmedene, yahut da kardeşimi geri alma imkânını bana verinceye kadar ben bu ülkeden asla ayrılmam. O, hük­medenlerin en hayırlısıdır .

Sonra onlara olayların ne şekilde olduğunu; babaları katında ken­dileri için bir özür olması ve ona suçsuz olduklarını anlatabilmeleri için haber vermelerini emretti. «Hem biz gaybın bekçileri de değil­dik.)» âyeti hakkında İkrime ve Katâde derler ki: Biz, oğlunun hırsız­lık yapacağını bilmiyorduk. Abdurrahmân İbn Zeyd Eşlem de der ki : Onun gizlice bir şey çalacağını bilmedik. Bize ancak hırsızın cezası sorulmuştu.

Bulunduğumuz kasabanın halkına —bu kasabadan maksadın Mısır olduğu söylenmiştir. Katâde bir başkasının da söylendiğini ifâ­de eder. —aralarında geldiğimiz kervana da bizim doğruluğumuzu, emin olduğumuzu ve onu nasıl muhafaza edip koruduğumuzu sor. Biz, onun hırsızlık yaptığı ve hırsızlığı sebebiyle onu yakaladıklarına dâir sözümüzde gerçekten sâdıklarız.[37]

 

83  — Ya'kûb dedi ki : Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık bana güzelce sabır gerekir. Umu­lur ki Allah, onların hepsim birden bana getirecektir. Mu­hakkak ki Alîm, Hakîm O'dur O.

84  — Ve onlardan yüz çevirdi de : Vah, yazık oldu Yûsuf'a, dedi ve üzüntüden gözleri ağardı. Artık üzüntü­sünü içinde saklıyordu.

85  — Dediler ki : Vallahi sen, hâlâ Yûsuf'u anıp du­ruyorsun, sonunda ya kederinden bitkin düşeceksin ve­ya helake uğrayanlardan olacaksın.

86 — Dedi ki : Ben üzüntümü ve kederimi yalnız Al­lah'a açarım. Ve ben, Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum.

 

Hz. Ya'kûb, Hz. Yûsuf'un sahte kana bulanmış gömleğini getir­dikleri zaman, onlara söylediği gibi yine onlara : «Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık bana güzelce sabır gerekir.» de­miştir. Muhammed İbn İshâk der ki: Onlar, Hz. Ya'kûb'a gelip de olanları haber verdiklerinde; onları itham etmiş ve Yûsuf'a yaptıkla­rının aynını Bünyâmîn'e de yaptıklarını sanarak : «Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık bana güzelce sabır gerekir.» de­miştir. Bazı kimseler derler ki: Onların bu yaptıkları ilk işlerinin üze­rine gelince; birincinin hükmü, bu ikinci olaya çekildi de onun : «Ha­yır, nefsleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık bana güzelce sabır gerekir.» sözü sahîh olmuştur.

Sonra Hz. Ya'kûb üç evlâdını kendisine geri döndürmesi için Al­lah'a yalvarır. Bunlar; Hz. Yûsuf ile kardeşi Bünyâmîn ve babası ken­disinden hoşnûd olup dönmesini emretmesi veya kardeşini gizlice ge­ri alması şeklinde Allah'ın kendisi hakkındaki emrini bekleyerek Mı­sır diyarında kalan Rûbîl'dir. Hz. Ya'kûb şöyle demiştir : «Umulur ki Allah, onların hepsini birden bana getirecektir. Muhakkak ki (benim durumumu en iyi bilen) Alîm'dir, (işlerinde, kaza ve kaderinde) Ha-kîm'dir O.»

Oğullarından yüzçevirdi de Yûsuf'un ilk, eski üzüntüsünü hatır­layarak : «Vah yazık oldu Yûsuf'a.» dedi. İki oğlunun (Bünyâmîn ile Rûbü'in) üzüntüsü, onun küllennıiş olan üzüntüsünü yeniledi. Ab-dürrezzâk der ki : Bize Sevrî'nin... Saîd İbn Cübeyr'den naklettiğine göre; o, şöyle demiştir : İstircâ —bir musibete dûçâr kalındığında İn-nâ Lillâh ve İnnâ İleyhi Râciûn demek— bu ümmetin dışında hiç kimseye verilmemiştir. Hz. Ya'kûb (a.s.) un; «Vah, yazık oldu Yû­suf'a.» dediğini duymaz mısınız? Böyle dedi ve üzüntüden gözleri ağar­dı. Artık üzüntüsünü içinde saklıyordu. Susuyor ve durumunu bir mahlûka şikâyet etmiyordu. Katâde ve başkaları da böyle söylemiştir. Dahhâk, «Artık üzüntüsünü içinde saklıyordu.» kısmını; hüzünlü idi, şeklinde açıklar.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ahnef İbn Kays'dan riva­yetinde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Dâvûd (a.s.); Ey Rabbım, İsrâiloğulları sana İbrahim, İshâk ve Ya'kûb ile (bunların isimleriyle)   dilekte bulunuyorlar. Beni de dördüncü kıl, dedi de;  Allah Teâlâ ona şöyle vahyetti: Ey Dâvûd, muhakkak ki İbrahim, Be­nim sebebimle ateşe atıldı da sabretti. Bu musibet senin başına gelme­di. Muhakkak ki İshâk, Benim sebebimle kanını verdi. (Kurbân edil­meye razı oldu.) da sabretti. Bu musibet de senin basma gelmedi. Ya'-kûb'un sevgili (çocuğunu) ondan aldım da nihayet üzüntüden gözle­ri ağardı. Ve sabretti. Bu musibet de sana gelmedi. Bu hadîs, mürsel olup aynı zamanda münkerdir. Doğru olan ise, kurbân edilenin Hz. İs-mâîl olduğudur. Hadîsin râvîlerinden Alî İbn Zeyd İbn Cüd'ân'm bir­çok münker ve garîb hadîsleri vardır. En doğrusunu Allah bilir. Bu hususta doğruya en yakın olanı; bunu Kâ'b, Vehb ve benzerleri gibi Ahnef İbn Kays —Allah ona rahmet eylesin— in İsrâiloğullarından hikâye etmiş, olmasıdır. En doğrusunu Allah bilir. İsrâilliyyâtı anla­tanlar nakleder ki; Hz. Yûsuf; hırsızlık sebebiyle kardeşini hapsettiği zaman Hz. Ya'kûb, Hz. Yûsuf'a onu geri göndermesi için bir mektup yazmış ve kendilerinin musibetlere dûçâr kalmış bir aile olduğunu ha­tırlatmıştı. Bu cümleden olarak Hz. İbrâhîm ateş, Hz. İshâk boğazlan­ma, Hz. Ya'kûb ise oğlunun ayrılığı musibetine düşmüştü. İsrâiliyyâtı anlatanlar, bunu uzun bir hadîste zikrederler ki sıhhatli değildir ve en doğrusunu Allah bilir. İşte o zaman Hz. Ya'kûb'un oğulları ona acımışlar ve ona olan şefkat ve merhametlerinden kendisine şöyle demişler : «Val­lahi sen hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun.» Onu anmayı hiç bırakmıyorsun. Sonunda ya kederinden bitkin düşeceksin, veya helâka uğrayanlardan olacaksın. Eğer senin bu durumun devam ederse; biz senin helak ve telef olacağından korkarız. Onların söylediklerine bir cevab olarak Hz. Ya'kûb dedi ki: «Ben, üzüntümü ve kederimi yalnız Allah'a açarım. Ve ben, Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum. (O'ndan her hay­rı umuyorum.)» İbn Abbâs, «Ve ben Allah katından sizin bilmediğini­zi biliyorum.» kısmını şöyle açıklar : Ben biliyorum ki Yûsuf'un rü'-yası doğrudur ve muhakkak ki ben ona secde edeceğim.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hasan İbn Arafe'nin... Enes İbn Mâ­lik (r.a.) den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Peygamber Ya'kûb (a.s.) un bir kardeşliği vardı. Bir gün ona : Göz­lerini gideren ve sırtını kamburlaştıran nedir? diye sordu. Hz. Ya'­kûb : Gözlerimi gideren Yûsuf'a ağlamamdır. Sırtımı kamburlaştıran ise Bünyâmîn üzerine olan üzüntümdür, diye cevab verdi. Bunun üze­rine Cibril (a.s.) ona gelip : Ey Ya'kûb, Allah sana selâm söylüyor ve buyuruyor ki; Beni benden başkasına şikâyet etmekten utanmıyor mu­sun? dedi de Ya'kûb : «Ben üzüntümü ve kederimi ancak Allah'a aça­rım.» dedi. Cibril (a.s.) : Senin şikâyetini Allah en iyi bilendir, dedi. Bu hadîs de garîb olup aynı zamanda münkerdir.[38]

 

87  — Ey oğullarım; haydi gidin Yûsuf'u ve kardeşini araştırın. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Zî-râ kâfirler güruhundan   başkası   Allah'ın   rahmetinden ümidini kesmez.

88  — Onlar   yanma   vardıklarında   dediler   ki : Ey Aziz; bizi de ailemizi de darlık bastı, pek değersiz bir mal­la geldik. Bize yine tam ölçek ver ve tasadduk et. Muhak­kak ki Allah, tasadduk edenleri mükâfatlandırır.

 

Yûsuf'un Kokusu

 

Allah Teâlâ Hz. Ya'kûb (a.s.) un, çocuklarını Hz. Yûsuf ve kar­deşi Bünyâmîn hakkındaki haberleri araştırmak üzere yola çıkmaya çağırdığını haber verir. Ara'ştırma anlamındaki  kelimesi hayırda, tecessüs ise şer ve kötülükte kullanılır. Hz. Ya'kûb onları çokça gayret göstermeğe çağırmış, onları müjdelemiş ve Allah'ın rahmetinden ümîd kesmemelerini emretmiştir. İsteyip kasdettiklerin-de Allah'tan ümîd ve emellerini kesmeyecekler; zîrâ Allah'tan ümîdi ancak kâfir olan bir kavim keser.

Allah Teâlâ : «Onlar yanma vardıklarında dediler ki...» buyurur ki, burada sözün takdiri şöyle olacaktır : Gittiler, Mısır ülkesine gir­diler ve Yûsuf'un yanma vardılar da şöyle dediler : «Ey Azız, bizi de, ailemizi de darlık bastı.» Bununla kıtlık, kuraklık ve yiyecek azlığını kasdediyorlar. «Pek değersiz bir malla geldik.» Bizim, karşılığında yi­yecek almak üzere yanımızda bulunan yiyecek ücreti az bir ücrettir. Bu açıklamayı Hasan, Mücâhid ve bir çokları yapmıştır. İbn Abbâs der ki: Harar çuvalı, ip gibi geçersiz kötü şeylerdi. Yine İbn Abbâs'-tan gelen rivayetlerden birinde : Ancak noksanı ile geçerli olan bozuk dirhemler, denilmiştir. Katâde ve Süddî de böyle söylemiştir. Saîd İbn Cübeyr bunların yaramaz, kıymetsiz dirhemler olduğunu söyler. Ebu Salih de; çam ağacı, çitlembik (veya sakız ağacı) meyvesi idi, demiş­tir. Dahhâk bunların, geçmeyen dirhemler olduğunu söyler. Ebu Sa­lih der ki: Onlar, çitlembik ağacı meyveleri getirmişlerdi. (...)

Allah Teâlâ onların şöyle dediklerini haber verir : Bu pek değersiz ve az ücret karşılığında bize. daha önce vermiş olduğun kadar yiyecek ver. İbn Mes'ûd burayı : Binitlerimizi yük­le ve bize ta-âadduk et, şeklinde okumuştur. İbn Cüreyc der ki: Karde­şimizi geri vermek suretiyle bize tasadduk et. Saîd İbn Cübeyr ve Süd-dî, «Bize tasadduk et.» âyeti hakkında onların şöyle demek istedikleri­ni belirtirler : Bu değersiz mal karşılığı olarak bize tasaddukta bulun ve bunları yeterli kabul et. Süfyân İbn Uyeyne'ye soruldu : Hz. Pey­gamber (s.a.) den önce peygamberlerden birisine sadaka haram kılın­dı mı? Şöyle cevapladı: Allah Teâlânm : «Bize yine tâm ölçek ver ve tasadduk et. Muhakkak ki Allah tasadduk edenleri mükâfatlandırır.» kavlini işitmediniz mi? Süfyan İbn Uyeyne'nin bu sözünü İbn Cerîr, Hâris'ten, o da Kâsun'dan rivayet etmiştir. İbn Cerîr der ki: Bana Hâris'in... Osman îbn Esved'den rivayetine göre; o, Mücâhid'e : Kişi­nin duasında : Ey Allah'ım, bana tasadduk et, demesi, mekruh olur mu? diye sorulduğunu işitmiş. Mücâhid şöyle cevaplamış : Evet sada­ka ancak sevâb bekleyen, isteyen içindir.[39]

 

89  — Siz, câhiller iken Yûsuf'a  ve  kardeşine  neler yaptığınızı biliyor musunuz? dedi.

90  — Dediler ki : Yoksa sen gerçekten Yûsuf musun? O da dedi ki : Ben, Yûsuf'um, bu da kardeşim. Doğrusu Allah size lütfetti. Çünkü kim sakınır ve sabrederse; mu­hakkak ki Allah ihsan edenlerin ecrini zayi' etmez.

91  — Dediler ki : Allah'a yemin ederiz, Allah gerçek­ten seni bizden üstün kılmıştır. Doğrusu biz suçlu idik.

92  — Dedi ki : Bu gün size başa kakmak ve kınamak yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin merhamet-

lisidir.

 

Allah Teâlâ burada Hz. Yûsuf (a.s.) tan haber veriyor ki; kardeş­leri, başlarına gelen darlık, zorluk, yiyecek azlığı ve genel kıtlığı an­lattıklarında, onun içinde bulunduğu hükümranlık, tasarruf ve geniş­liğin yanında babasının iki çocuğunu kaybetmekten doğan üzüntüsü­nü hatırlattıklarında; babası ve kardeşlerine karşı acıma, merhamet ve şefkat benliğini kapladı da dayanamayıp ağladı ve kendini onlara tanıttı. Onun tacı alnından kaldırdığı, alnında bir ben bulunduğu söylenir. Dedi ki : «Siz câhiller iken Yûsuf'a ve kardeşine neler yap­tığınızı biliyor musunuz?» Yûsuf'la babasını birbirinden nasıl ayırdı­nız? İşlediğiniz bu işe sizi ancak bilgisizliğiniz sürüklemiştir. Seleften birisi: Allah'a asî gelen herkes câhildir, bilgisizdir, demiş ve : «Hem Rabbın, bilmeyerek kötülük işleyip de tevbe eden ve ıslâh olanlardan yanadır. Bundan sonra da Rabbın muhakkak Gafûr'dur, Rahîm'dir.» (Nahl, 119) âyetini okumuştur. En doğrusunu Allah bilir ama açık olan; Hz. Yûsuf kendisini onlara Allah Teâlâ'nm bu husustaki izni ile tanıtmıştır. Nitekim ilk iki kerede kendisini onlardan bu husustaki Allah Teâlâ'nm vâki' emri üzerine gizlemiştir. En doğrusunu Allah bilir. Fakat durum sıkışıp iş güçleşince; Allah Teâlâ bu darlığı açmış, ferahlatmıştır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «Şüphesiz ki güçlükle beraber bir kolaylık vardır.» (İnşirah, 5). İşte o zaman onlar : «Yoksa sen gerçekten Yûsuf musun?» demişlerdir. Bu­rayı Übeyy İbn Kâ'b ( »Ju-^ cJljî ) şeklinde, İbn Muhaysın da şeklinde okumuşlardır. Birincisi, meşhur olan kı-râettir. Zîrâ soru sîgası büyük görmeye, hayrete delâlet eder. Yani on­lar bu duruma şaşırmışlardır. Zîrâ iki veya daha çok sene ona gidip gelmişler ve onu tanımamışlardır. Bununla birlikte o, kendilerini ta­nımış ve kendini gizlemişti. Bu sebepledir ki onu büyük görme sade­dinde olarak : «Yoksa sen gerçekten Yûsuf musun?» demişler. O da şöyle cevap vermiş : Ben Yûsuf'um, bu da kardeşim. Doğrusu Allah Teâlâ ayrılıktan ve bir müddet sonra bizi bir araya getirmek suretiyle bize lütfetti. «Çünkü kim sakınır ve sabrederse; muhakkak ki Allah, ihsan edenlerin ecrini zayi' etmez.» Onlar da Hz. Yûsuf'un kendilerine olan yaradılış, tasarruf ve —Yûsuf'un kardeşlerinin peygamber olma­dıklarını söyleyenlere göre— peygamberlik yönüyle üstünlüğünü itiraf, ve ona kötülük edip hakkında hatalı davrandıklarını ikrarla dedi­ler ki: «Bu gün size başa kakmak ve kınamak yok.» Bu günden sonra benim hakkımdaki günâhınızdan bir daha bahsetmeyeceğiz. Buna ilâ­ve olarak Hz. Yûsuf, onların bağışlanmasına dua ederek : «Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin merhametlisidir.» demiştir. Süddî der ki: Onlar Yûsuf'tan özür dilediler de şöyle dedi: «Bu gün size başa kakmak ve kınamak yok.» Bir daha sizin günâhınızı size hatırlatma­yacağım. İbn İshâk ve Sevrî: «Bugün size başa kakmak ve kınamak yok.» âyetini şöyle açıklarlar : Yaptığınızdan ötürü katımda bugün si­ze başa kakma ve kınama yok. Allah sizi bağışlasın. Yaptığınız şeyleri Allah gizlesin. O, merhametlilerin merhametlisidir.[40]

 

93  — Şimdi siz, şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne sürün, görmeye başlar. Bütün ailenizi de bana ge­tirin.

94  — Kafile ayrılınca babaları dedi ki : Bana bunak demezseniz; inan olsun ki, Yûsuf'un kokusunu duyuyo­rum.

95  — Dediler ki : Allah'a yemin ederiz, sen hâlâ es­ki şaşkınlığmdasın.

 

Hz. Yûsuf der ki: Şimdi siz, şu gömleği götürün de çok ağlamak­tan kör olmuş olan babamın yüzüne sürün, görmeye başlar. Ya'kûb oğullarının tamâmını, bütün ailenizi de bana getirin. Kafile Mısır'­dan çıkınca babaları olan Hz. Ya'kûb (a.s.), oğullarından yanında kal­mış olana dedi ki: «Bana bunak demezseniz; inan olsun ki, Yûsuf'un kokusunu duyuyorum.» Abdürrezzâk der ki: Bize İsrail'in... İbn Ab-bâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiş : Kafile (kervan Mısır'dan) çı­kıp ayrılınca, bir rüzgâr esip Yûsuf'un gömleğinin kokusunu Ya'kûb'a getirdi de : «Bana bunak demezseniz; inan olsun ki, Yûsuf'un koku­sunu duyuyorum.» demiş ve onun kokusunu sekiz günlük: yoldan al­mıştır. Süfyân es-Sevrît Şu'be ve başkaları bunu Ebu Sinan'dan rivâyet etmişlerdir. Hasan ve İbn Cüreyc derler ki: Aralarında seksen fer­sah vardı. Ayrılmalarından beri ise seksen sene geçmişti.

«Bana bunak demezseniz...» âyeti hakkında İbn Abbâs, Mücâhid, Atâ, Katâde ve Saîd İbn Cübeyr: Bana beyinsiz, sefih demezseniz, açıklamasını getirmişlerdir. Yine Mücâhid ile Hasan ise : Bana ihti­yarladın (bunadın) demezseniz, açıklamasını getirirler. Onların, «Sen hâlâ eski şaşkınlığmdasm.» sözleri hakkında İbn Abbâs : Eski hatân üzeresin, demiştir. Katâde der ki: Yani Yûsuf'a olan sevginden sen onu unutmadın ve başka bir şeyle teselli de olmadın, Onlar ne baba­larına ve ne de Allah'ın bir peygamberine söylenmemesi gereken ağır bir kelime konuştular. Süddî ve başkaları da böyle söylemiştir.[41]

 

İzahı

 

96  — Fakat müjdeci gelip de onu yüzüne sürünce; derhâl gördü ve dedi ki: Ben, size Allah katından sizin bil­meyeceğinizi biliyorum, dememiş miydim?

97  — Dediler ki : Ey babamız; bizim için mağfiret di­le, biz gerçekten suçlular idik.

98  — Dedi ki : Sizin için ilerde Rabbımdan mağfiret dileyeceğim. Muhakkak ki O'dur O, Gafur, Rahim.

 

İbn Abbâs ve Dahhâk âyetteki müjdeciyi; ulak, haberci olarak tefsir etmiştir. Mücâhid ve Süddî, bunun Hz. Ya'kûb'un oğlu Yahûzâ olduğunu söylerler. Süddî der ki: Sahte kana bulanmış gömleği geti­ren o olduğu için, bu sefer de gömleği bir önceki suçunu bununla gi­dermek isteyerek getirmiş ve babasının yüzüne sürmüş, böylece o da derhal görmüştür. İşte o zaman Hz. Ya'kûb oğullarına dedi ki: «Ben, size Allah katında sizin bilmeyeceğinizi biliyorum, dememiş miydim?» Ben biliyordum ki Allah onu bana geri dönderecek. Ve ben size : «Ba­na bunak demezseniz; inan olsun ki, Yûsuf'un kokusunu duyuyorum.» demiştim. İşte o zaman, babalarına karşı yumuşak davranarak (ya da onu yumuşatmaya çalışarak) babalarına dediler ki: «Ey babamız; bizim için mağfiret dile, biz gerçekten suçlular idik. Dedi ki: Sizin için ilerde Rabbımdan mağfiret dileyeceğim. Muhakkak ki O'dur, O Ga­fur, Rahîm.» Kim ona tevbe ederse; onun tevbesini kabul buyurur. İbn Mes'ûd, İbrahim et-Teymî, Amr İbn Kays, İbn Cüreyc ve başkaları; onlara mağfiret dilemeyi, seher vaktine ertelediğini söylerler. İbn Ce-rîr der ki: Bana Ebu Sâib'in... Muhârib İbn Disâr'dan rivayetine gö­re; o, şöyle anlatıyor : Hz. Ömer (r.a.) mescide gelmiş ve birisinin : Ey Allah'ım, beni davet ettin, icabet ettim. Bana emrettin, itaat ettim. İşte şu seher vakti, beni bağışla, dediğini duymuştu. Sesi işitti de bir de ne görsün; ses, Abdullah îbn Mes'ûd'un evinden geliyor. Bunu Ab­dullah'a sorduğunda o, şöyle dedi: Muhakkak ki Hz. Ya'kûb, «Sizin için ilerde Rabbımdan mağfiret dileyeceğim.» sözü ile oğullarına dua­yı seher vaktine ertelemişti. Bunun cum'a gecesi olduğuna dâir hadîs vârid olmuştur. İbn Cerîr der ki: Bana Müsennâ'nın... İbn Abbâs'tan, onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayetine göre; «Sizin için ilerde Rabbımdan mağfiret dileyeceğim.» âyeti hakkında şöyle buyurur: Cum'a gecesi gelinceye kadar. O, kardeşim Ya'kûb'un oğullarına olan sözüdür. Hadîs bu kanaldan rivayetinde garîb olup, merfû' oluşu şüp­helidir. En doğrusunu Allah bilir.[42]

 

99  — Onlar Yûsuf'un yanma girdiklerinde; o anası­nı, babasını bağrına bastı ve : Allah'ın isteği ile Mısır'a emîn olarak girin, dedi.

100  — Ana - babasını tahtın üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi onun için secdeye kapandılar. Dedi ki : Babacığım; işte bu; vaktiyle gördüğüm   rü'yânın   gerçekleşmesidir. Doğrusu, Rabbım onu gerçekleştirdi ve bana ihsan etti de, şeytân benimle kardeşlerimin arasını bozduktan son­ra, beni zindandan çıkardı ve sizi çölden getirdi. Muhak­kak ki Rabbım, dilediğine lutufkârdır. Muhakkak ki O'-dur O, Hakîm, Alîm.

 

Allah Teâlâ Hz. Ya'kûb (a.s.) un Mısır ülkesine, Hz. Yûsuf (a.s.) un yanma gelişini haber verir. Hz. Yûsuf kardeşlerine, ailelerinin bü­tününü yanına getirmelerini söylediğinde; onlar, sonuncularına varın­caya kadar yüklenip Ken'ân ülkesinden göçmüş ve Mısır ülkesine doğ­ru yola çıkmışlardı. Hz. Yûsuf onların yaklaştıklarını haber alınca; on­ları karşılamaya çıkmış ve kral, emirlerine, ileri gelenlerine Hz. Yû­suf'la beraber Allah'ın peygamberi Ya'kûb (a.s.) u karşılamak üzere çıkmalarını emretmiş. Kralın da Hz. Ya'kûb'u karşılamak üzere çık­tığı söylenirse de bu kesin değildir. Müfessirlerden bir çoklarına; «O, anasını, babasını bağrına bastı ve : «Allah'ın isteği ile Mısır'a emîn olarak girin, dedi.» âyeti müşkil görülmüştür. Bazıları: Burada tak-dîm te'hîr vardır. Âyetin anlamı: Allah'ın isteği ile Mısır'a emîn ola­rak girin, dedi ve ana - babasını bağrına bastı, tahtın üzerine çıkarttı, şeklindedir, demişlerdir. îbn Cerîr, bunu kabul etmemiş ve Süddî'den rivayet etmiş olduğu şu açıklamayı tercih etmiştir : Muhakkak ki Yû­suf, ana - babasını karşıladığı zaman onları bağrına basmış, sonra ülkenin giriş kapısına ulaştıklarında : «Allah'ın isteği ile Mısır'a emîn olarak girin.» demiştir. Ancak bu da şüphelidir. Zîrâ bağrına basma ancak evde olur. Nitekim, «Yûsuf kardeşini yanına aldı.» (Yûsuf, 69) âyetinde de böyledir. Yine bir hadîste : Kim, bir bidatçi ile kucakla-şırsa; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların la'neti onun üzerine­dir, buyurulmuştur. O halde onlar yanına girip de onları bağrına bas­tıktan sonra, «Allah'ın dilemesi ile Mısır'a emîn olarak girin.» demiş olmasına ne engel vardır. Kaldı ki bunun zımnında : Allah dilerse için­de bulunduğunuz zorluk ve kıtlıktan emîn olarak Mısır'da ikâmet edin, anlamı da vardır. En doğrusunu Allah bilir ama Allah Teâlâ'nın geri­ye kalan kuraklık senelerini de Hz. Ya'kûb'un gelişinin bereketiyle Mı­sır halkı üzerinden kaldırmış olduğu söylenir. Nitekim Allah Rasû-lü (s.a.) de, Mekke ahâlîsi hakkında : Ey Allah'ım, onlara karşı bana Yûsuf'un yedi senesi gibi yedi sene ile yardım et, diye beddua etmiş, sonra ona gelip yalvarmışlar, şefaat dilemişler ve bu konuda Ebu Süf-yân'ı göndermişler de onlar için duâ etmiş ve onun (s.a.) duası bere­keti ile geriye kalan seneler onlardan kaldırılmıştı.

«Anasını, babasını bağrına bastı.» âyeti hakkında Süddî ve Ab-durrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem şöyle derler : Bağnna bastığı ancak babası ve teyzesidir. Annesi ise, daha önce ölmüştü. Muhammed İbn İshâk ve İbn Cerir ise; ana ve babasının yaşamakta olduklarını söy­lerler. İbn Cerir der ki: Annesinin öldüğüne dâir bir delil yoktur. Kur'-an'ın zahiri annesinin yaşadığına delâlet eder. İbn Cerîr'in destekle­diği bu görüşe, âyetin akışı da delâlet etmektedir.

Allah Teâlâ'nın : «Ana - babasını tahtın üzerine çıkarıp oturttu.» âyetinde İbn Abbâs, Mücâhid ve bir çoklarının söylediğine göre, taht kasdedilmektedir. Yani kendisi ile birlikte ana - babasını tahtına oturt­muştur.

«Hepsi onun için secdeye kapandılar.» Ana - babası ve kardeşleri —ki on bir kişi idiler— onun için secde ettiler. «Dedi ki: Babacığım; işte bu, vaktiyle gördüğüm rü'yânın gerçekleşmesidir.» Hz. Yûsuf bu rü'yâyı babasına anlatmış ve şöyle demişti: «Babacığım, rü'yâmda on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde etmek­tedirler.» (Yûsuf, 4). Büyüklerine selâm verdikleri zaman ona secde etmeleri onların şeriatında caizdi. Bu, Hz. Âdem'den itibaren Hz. îsâ (a.s.) nın şeriatına gelinceye kadar caiz kalmakta devam etmiştir. Bu, bu ümmete haram kılınmış ve secde, sâdece Rabb Teâlâ'ya hâs kılın­mıştır. Katâde ve başkalarının sözlerinin içeriği budur. Bir hadîste ri­vayet edildiğine göre :

Bir' keresinde Muâz Şam'dan döndüğünde Allah Rasûlü (s.a.) ne secde etti de Allah Rasûlü : Bu da nedir ey Muâz? diye sordu. Muâz : Ben Şam'a gittim ve onları papazlarına, patriklerine secde eder gördüm. Kendi kendime bunu sana yapmamızın güzel olacağını düşündüm, dedi. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu : Böyle yap­mayınız. Şayet bir kimseye başka birine secde etmesini emretmiş olsaydım, kadına kocasına secde etmesini emrederdim. Muhammed'in nefsi kudret elinde olan (Allah) a yemîn ederim ki bir kadın kocası­nın hakkını yerine getirmedikçe Rabbının hakkını yerine getirmiş ola­maz. İstemediği halde kocası onu davet ederse bu daveti geri çevire-mez (ve kocasının emrine) itaat eder. Başka bir hadîste rivayet edil­diğine göre; Selmân, İslâm'a yeni girdiği sıralarda Medine sokakların­dan birinde, Hz. Peygamber (s.a.) e rastlamış ve ona secde etmişti. Al­lah Rasûlü şöyle buyurdu : Ey Selmân, bana secde etme, ölmeyen, di­ri (Allah) a secde et.

Hz. Yûsuf'un kardeşlerinin, ona secde etmesinden maksad şudur : Onların şeriatlarında bu caiz idi. Bu sebepledir ki ona secde etmişler­dir. İşte o zaman Yûsuf şöyle demiştir : «Babacığım; işte bu, vaktiyle g-ördüğüm rü'yâmn gerçekleşmesidir. Doğrusu Rabbım, onu gerçekleş­tirdi.» İş buraya vardı. İşin vardığı neticeye te'vîl ismi verilir. Nitekim Allah Teâlâ da bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Onlar onun te'-vîlinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vîlinin geldiği gün, daha Önce onu unutmuş olanlar derler ki...» (A'râf, 53) Yani kıyamet günü onlara va'dedilmiş olan hayır ve şer onlara gelir.

«Doğrusu, Rabbım onu gerçekleştirdi,» sahîh ve doğru kıldı. Daha sonra Hz. Yûsuf, Allah'ın kendisi üzerine olan nimetlerini anıp, şöyle demiştir: «Ve bana ihsan etti de, şeytân benimle kardeşlerimin arası­nı bozduktan sonra, beni zindandan çıkardı ve sizi çölden getirdi.» İbn Cüreyc ve başkaları şöyle diyor : Onlar; çölde koyunları olan ahâlî idiler. İbn Cüreyc der ki: Onlar; Şam havzasındaki Filistin ülkesinde arabalarda otururlardı. Yine İbn Cüreyc'in ifâdesine göre birisi de şöyle demiştir : Onlar, Hımsa'dan aşağıdaki Şi'b civarındaki el-Evlâc'da idiler. Koyun ve develeri olan çöl ahâlîsi idiler.

«Şeytân, benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zin­dandan çıkardı ve sizi çölden getirdi. Muhakkak ki Rabbım, dilediği­ne lütuf kârdır.» Bir işi murad ettiği zaman ona sebepler halkeder, onu kolaylaştırır ve takdir buyurur. Muhakkak ki kullarının faydasına olanları en iyi bilendir O. Sözlerinde, fiillerinde, kaza ve kaderinde, se­çip irâde buyurduklarında hikmet sahibidir O. Ebu Osman en-Nehdî, Selmân'dan rivayetle der ki: Yusuf'un rü'yâsı ile yorumu arasında kırk sene vardır. Abdullah İbn Şeddâd : Rü'yâmn en yücesi ona (Yû­suf'un rü'yâsına) erişmiş, onda son bulmuştur, der ki bu sözü İbn Cerîr rivayet etmiştir. Yine İbn Cerîr şöyle der : Bize Amr İbn Ali'­nin... Hasan'dan rivayetinde o, şöyle demiştir : Yûsuf un Ya'kûb'dan ayrılmasından onların karşılaşmalarına kadar geçen süre seksen se­nedir. Hz. Ya'kûb'un kalbinden hüzün, yanaklarına akan yaş hiç kesil-memiştir. Yeryüzünde Allah'a Ya'kûb'dan daha sevgili hiç bir kul yok­tur. Hüşeym'in Yûnus'dan, onun da Hasan'dan rivayetine göre Yûsuf'­un rü'yâsı ile yorumu arasındaki süre seksen üç senedir. Mübarek İbn Fudâle, Hasan'dan rivayetle der ki: Yûsuf on yedi yaşında iken kuyu­ya atıldı. Babasından seksen sene ayrı kaldı. Bundan (babası ile bu­luşmasından) sonra yirmi üç sene yaşadı. Öldüğünde yüz yirmi ya­şında idi. Katâde; Hz. Yûsuf'un rü'yâsı ile yorumu arasında otuz beş sene olduğunu söyler. Muhammed İbn İshâk der ki: En doğrusunu Al­lah bilir ama anlatıldığına göre; Yûsuf'un Ya'kûb'dan ayrı kalışı, on sekiz senedir. Kitab ehli ise, bu sürenin kırk sene veya o civarda oldu­ğunu sanırlar. Ya'kûb (a.s.) Mısır'a Hz. Yûsuf'un yanma geldikten sonra Yûsuf'la beraber on yedi sene kalmış, sonra vefat etmiştir. Ebu İshâk es-Sübey'î'nin Ebu Ubeyde'den, onun da Abdullah İbn Mes'ûd'-dan rivayetinde o, şöyle demiştir : İsrâiloğulları Mısır'a girdiklerinde altmış üç kişi olarak girmişlerdi. Oradan çıktıklarında ise altı yüz yet­miş bin kişi idiler. Ebu İshâk ise Mesrûk'tan rivayetle onların Mısır'a girdiklerinde, erkekli kadınlı üç yüz doksan kişi olduklarını söyler ki, en doğrusunu Allah bilir. Mûsâ İbn Ubeyde'nin Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'den, onun da Abdullah İbn Şeddâd'dan rivayetinde; Ya'kûb ailesi, Mısır'da Hz. Yûsuf'un yanında toplandıklarında büyüklü kü­çüklü, kadınlı erkekli seksen altı kişi imişler. Oradan' çıktıklarında ise altı yüz bin küsur kişi imiş.[43]

 

101 — Rabbım; bana Sen mülk verdin ve sözlerin te'-vîlini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı, Sen dünya­da da, âhirette de benim velîmsin. Müslüman olarak ca­nımı al. Ve beni sâlihlere kat.

 

Benim Dostum Yerlerin ve Göklerin Yaratanıdır

 

Hz. Yûsuf'un üzerine nimet ana - babası ve kardeşlerinin onunla bir araya gelip toplanması ile tamamlandığında ve Allah Teâlâ ona peygamberlik ve hükümranlık nimeti bahşettiğinde, Rabbma bu şe­kilde duâ etmiş ve Rabbından nasıl ki dünyada onun üzerine nimetini tamâmlamışsa bunları âhirette de sürdürmesini, öldüğü zaman müs-lüman olarak vefat ettirmesini istemiştir. —Bu açıklama Dahhâk'ın-dır.— Hz. Yûsuf Rabbından kendisini peygamber ve rasûllerden kar­deşleri olan sâlihlere katmasını da istemiştir. Allah'ın salâtı ve selâ­mı hepsinin üzerine olsun.

Bu duayı Hz. Yûsuf (a.s.)  un ölüm anında söylemiş olması da mümkündür. Nitekim Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerinde Hz. Âişe (r.a.) den rivayet edildiğine göre o, şöyle demiş :

Allah Rasûlü (s.a.) hastalanıp ağırlaştığı sırada onu yap­makta olduğu gibi yapmak üzere elini tuttum. Elini elimden çek­ti ve şöyle buyurdu : Ey Allah'ım, beni bağışla ve Refik el-A'lâ ile beraber kıl.

Hz. Yûsuf'un eceli gelip ömrü sona erdiği zaman İslâm üzere öl­meyi ve sâlihlere katılmayı istemiş olması da ihtimâl dahilindedir. Çünkü o, bunu bir temenni olarak istemiştir. Nitekim bir başkasına . duâ eden kişi: Allah seni İslâm üzere öldürsün, der. Duâ eden de şöy­le der : Ey Allah'ım, bizi müslümanlar olarak yaşat, müslümanlar ola­rak öldür ve bizi sâlihlere kat.

Hz. Yûsuf'un bunları, ölümü temenni ederek istemiş olması da mümkündür. Zîrâ bu, onların dininde caiz idi. Nitekim Katâde, «Müs­lüman olarak canımı al ve beni sâlihlere kat.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Allah Teâlâ, onun işlerini toparlayıp gözünü aydın ettiğinde; o, o gün dünya nimetleri, hükümranlığı, bolluk ve genişliği için­deydi de, kalbi sâlihlere karşı bir iştiyak duydu. İbn Abbas şöyle der­miş : Yûsuf (a.s.) tan önce hiç bir peygamber ölümü temenni etme­miştir. İbn Cerîr ve Süddî'nin İbn Abbâs'tan rivayetle zikrettiklerine göre, bu şekilde dua eden ilk peygamber odur. Buna göre İslâm üzere ölmeyi ilk kez isteyenin Hz. Yûsuf olması muhtemeldir. Nitekim Hz, Nûh da, «Rabbım; beni, anamı, babamı, inanmış olarak evime gire­ni... bağışla.» (Nûh, 28) diyenlerin ilkidir. Bunu bir temenni olarak isteyenlerin ilki olması da muhtemeldir. Nitekim Katâde'nin bu hu­sustaki ifâde şekli açıktır. Fakat bu, bizim şeriatımızda caiz değildir. İmâm Ahmed İbn Hanbel —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Bize İsmail İbn İbrahim'in... Enes İbn Mâlik'ten rivayetinde, Allah Rasû-lü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Başına gelen bir zarardan dolayı hiç bi­riniz ölümü temenni etmesin. Eğer mutlaka ölümü temenni edecekse : Ey Allah'ım, hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat, ölüm benim için hayırlı olduğu zaman beni öldür, desin. Hadîsi Buharı ve Müslim Sahîh'lerinde tahrîc etmişlerdir. Yine Buhârî ve Müslim'de şöyle bir hadîs vardır : Sizden birisi başına gelen bir zarardan ötürü asla ölümü temenni etmesin. Eğer iyi bir kimse ise iyiliği artar, kötü­lük yapan biri ise belki özrü kabul olunur. Fakat şöyle desin : Ey Al­lah'ım, hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat, ölüm be­nim için hayırlı olduğu zaman beni öldür.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Muğîre'nin... Ebu Ümâme'den ri­vayetinde o, şöyle anlatıyor : Allah Rasûlü (s.a.) nün yanında otur­muştuk. Bize öğüt verdi ve kalblerimizi yumuşattı. Bu sırada Sa'd îbn Ebu Vakkâs ağladı ve ağlamasını çoğalttı da : Keşke ölmüş olsaydım, dedi. Hz. Peygamber (s.a.) : Ey Sa'd, benim yanımda mı ölümü te-mennî ediyorsun? diye sordu ve sorusunu üç kere tekrarlayıp, sonra şöyle buyurdu : Ey Sa'd, eğer sen cennet için yaratılmış isen; ömrü­nün uzaması veya amelinin güzel olması, senin için en hayırlı olandır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan'ın... Ebu Hüreyre'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetinde o, şöyle buyurmuştur: Sizden birisi, asla ölümü temenni etmesin ve ameline güvenmiş olması dışın­da kendisine gelmezden önce asla ölümüne duâ etmesin. Zîrâ sizden birisi öldüğü zaman ameli kesilir. Mü'minin ömrü, ancak hayrını arttı­rır. Hadîsi, sâdece İmâm Ahmed rivayet etmiştir. Bu; zarar sâdece o kişiye hâs olması durumundadır. Fitnenin, din hususunda olması du­rumuna gelince; işte o zaman Ölümü istemek caizdir. Nitekim Allah Teâlâ'nın haber verdiğine göre; Firavun, dinlerinden dolayı sihirbaz­ların peşine düşüp onları öldürmekle tehdîd ettiği zaman şöyle demiş­lerdi : «Rabbımız; üzerimize sabır yağdır ve bizi müslümanlar olarak öldür.» (A'râf, 126). Hz, Meryem de doğum sancısı kendisini bir hur­ma ağacının altına getirdiğinde: «Keski bundan evvel öleydim de unutulup gideydim.» (Meryem, 24) demişti. Zîrâ o biliyordu ki insan­lar, kendisine zina isnadında bulunacaklardır. Çünkü kocası yokken hâmile kalmış ve çocuk doğurmuştu. Onlardan birisi: Bu da sana ne­reden geliyor? diyecektir. Nitekim onlar, kendisini ilk olarak şu söz­lerle karşılamışlardı: «Ey Meryem! Andolsun ki utanılacak bir şey yaptın. Ey Harun'un kızkardeşi, baban kötü birisi değildi. Anan da iffetsiz değildi.» (Meryem, 27-28). Allah Teâlâ ona bu durumdan bir çıkış ve ferahlık kılmış; çocuğu beşikte iken konuşturarak, ona Allah'­ın kulu ve elçisi olduğunu söylemiştir. O, büyük bir âyet, parlak bir mucizedir. Allah'ın salâtı ve selâmı onun üzerine olsun. İmâm Ahmed ve Tirmizî'nin «Uyku (rü'yâ) ve duâ kıssası» nda rivayet ettikleri Mu-âz hadîsinde şöyle buyurulur : Bir kavmin fitnesini murâd ettiği za­man, beni fitneye düşmemiş olarak kendi katına al, beni vefat ettir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Seleme'nin... Mahmud İbn Lebîd'-den rivayetinde, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur : İki şey var­dır ki Âdemoğlu onlardan hoşlanmaz : (Birincisi) ölümdür. Halbuki ölüm, mü'min için fitneden daha hayırlıdır. O, mal azlığından da hoş­lanmaz, flalbuki malın azlığı, hesabın azlığıdır.

Dinde fitne vuku bulduğu zaman ölümü istemek caizdir. Bu se­bepledir ki Hz. Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.), halifeliğinin sonlarında işle­rin toparlanıp bir araya gelmeyeceğini, durumun daha da zorlaşaca­ğını gördüğünde : Ey Allah'ım, beni katına al, ben onlardan usandım, onlar da benden usandılar, demiştir. Buhârî de —Allah ona rahmet eylesin— mihnetlere dûçâr kalıp Horasan emîri ile aralarında geçen nahoş hâdiseler meydana geldiği zaman : Ey Allah'ım, beni katına al, beni öldür, demiştir. Bir hadîste şöyle buyurulur : Muhakkak ki kişi, Deccâl'in zamanında bir kabre uğrar da gördüğü fitneler, sarsıntılar, her fitneye düşen için bir fitneden ibaret olan korkunç işler sebebiy­le : Keşke ben senin yerinde olaydım, der.

Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Anlatıldığına göre Hz. Yûsuf'a yap­tıklarım yapan Ya'kûb'un oğulları için babaları istiğfar etmiş, Allah Teâlâ onlar hakkındaki tevbesini kabul buyurup onları affetmiş ve gü­nâhlarını bağışlamıştır. Kasım der ki: Bize Hüseyn'in... Enes İbn Mâ-lik'ten rivayetine göre; o, şöyle anlatmıştır : Allah Teâlâ, Hz. Ya'kûb'­un işlerini düzene koyup gözünü aydın kıldığı zaman, oğullan arala­rında konuşarak bir kenara çekilmişler, birbirlerine : Siz ne yaptığını­zı bilmiyor musunuz, sizden şu ihtiyara neler ulaştığını, Yûsuf'a ne­ler geldiğini bilmiyor musunuz? demişler. Aralarında evet, denilmiş. Bi­risi demiş ki: O ikisinin bizi affetmesi sizi aldattı. Peki Rabbınız katında sizin durumunuz ne olacak? Nihayet işlerini ihtiyara götürme­ye karâr vermişler. Onun huzuruna çıkıp oturmuşlar. Hz. Yûsuf da babasının yanında oturuyormuş. Ey babamız, biz sana bir iş hususun­da geldik ki bir benzeri için sana asla gelmemiştik. Bizim başımıza bu işin bir benzeri daha gelmemişti, demişler ve nihayet babalarını hare­kete geçirmişler. Peygamberler; insanların en merhametlileridir. Ey oğullarım, size ne oluyor, neyiniz var? diye sormuş, onlar : Bizden sa­na, bizden kardeşimiz Yûsuf'a erişenleri bilmedin mi? demişler, o; evet demiş. İkiniz bizi affetmediniz mi? demişler, evet, demiş. Eğer Allah bizi affetmemişse; ikinizin affetmesi bize hiç bir fayda sağlamaz, de­mişler. Ey oğullarım, ne istiyorsunuz? diye sormuş da şöyle demişler : Bizim için Allah'a duâ etmenizi istiyoruz. Yaptıklarımızdan ötürü Al­lah'ın bizi affettiğine dâir Allah'tan sana vahiy geldiği zamandır ki ancak bizim gözümüz aydın olacak ve kalblerimiz sükûnet bulacak. Değilse bize, dünyada asla göz aydınlığı yok. İhtiyar kalkmış, kıbleye yönelmiş. Yûsuf da babasının arkasında durmuş. Onlar da ikisinin ar­kasında boynu bükük bir halde ve huşu' içinde durmuşlar. Hz. Ya'kûb duâ etmiş, Hz. Yûsuf âmin demiş. Yirmi sene onlar hakkında duaya icabet olunmamış. Salih el-Mürrî der ki: Bu onları korkutmak için imiş. Râvî anlatmaya şöyle devam eder : Nihayet yirminci senenin ba­şı geldiğinde Cibril (a.s.), Hz. Ya'kûb'a inmiş ve şöyle demiş : Muhak­kak ki Allah Teâlâ, beni sana çocukların hakkındaki duana icabet et­tiğini, yaptıklarından ötürü onları affettiğini ve senden sonra peygam­berlik üzere onların sözlerini kabul buyurduğunu müjdelemem için gönderdi. Bu hadîs Enes'den mevkuf olup, Yezîd er-Rukâşî ve Salih el-Mürrî gerçekten zayıftırlar.

Süddî şöyle anlatır: Hz. Ya'kûb (a.s.) ölüm zamanı geldiğinde, Hz. Yûsuf'a kendisini İbrâhîm ve İshâk'ın yanma defnetmesini vasiy-yet etmiş. Vefat ettiğinde Hz. Yûsuf, onu tahnit ettirmiş ve Şam'a gön­dermiş de, Hz. İbrâhîm ve İshâk (a.s.) in yanlarına defnolunmuş.[44]

 

102  — Bunlar gayb haberlerindendir ki, sana vahye-diyoruz. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları zaman sen orada değildin.

103  — Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanla­rın çoğu inanmazlar.

104  — Halbuki sen, buna karşı onlardan hiç bir üc­ret de istemiyorsun. O, âlemler için bir öğütten başka bir şey değildir.

 

Bunlar Gayb Haberleridir

 

Allah Teâlâ Hz. Yûsuf'un kardeşlerinin kıssasını, Allah'ın Hz. Yû­suf'u onlardan nasıl üstün kıldığını, onların Yûsuf'u helak ve yok et­mek istemelerine rağmen ona güzel akıbet, zafer, hükümranlık ve hüküm verdiğini anlattıktan sonra, kulu ve elçisi Muhammed (s.a.) e hitaben buyurur ki: Ey Muhammed, bunlar geçmişin gayblannın ha­berlerindendir ki, sana bir ibret ve sana muhalefet edenler dinlerler de öğüt alırlar diye bildirip, vahyediyoruz. Bunlar elbirliği edip, Yû­suf'u kuyuya atmak üzere düzen kurdukları zaman sen onların yanın­da, onları müşahede eder değildin. Fakat biz sana (bu Kur'an'ı) inzal etmek ve sana vahyetmek suretiyle bunları bildiriyoruz. Nitekim Allah Teâlâ (bu kabilden olmak üzere) başka âyetlerde şöyle buyurur : «Bun­lar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefîl olacak diye kalemlerini atarlarken sen yanlarında değil­din. Çekişirlerken de orada bulunmadın.» (Âl-i İmrân, 44), «Musa'ya buyruğumuzu bildirdiğimiz vakit, batı yönünde değildin sen. Gören­lerden de değildin... Biz Musa'ya seslendiğimiz vakit sen, Tûr'un ya­nında değildin. Fakat sen, Rabbmdan bir rahmet olarak gönderildin.» (Kasas, 44-46), «Sen, Medyen halkı arasında bulunup da onlara âyet­lerimizi okumuyordun. O haberleri sana gönderen Biziz.» (Kasas, 45), «Mele-i A'lâ'da olan tartışmalar hakkında benim bir bilgim yoktur. Bana sâdece vahyolunur. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.» (Sâd, 69-70).

Allah Teâlâ bunlarla onun (Muhammed'in) Rasûlü olduğunu, in­sanlara bir ibret, dünya ve dinlerinde kendileri için bir kurtuluş oldu­ğu için geçenlerin haberlerine onu muttali* kıldığını anlatıyor. Bunun­la birlikte insanların çoğu îmân edici değildir. Bu sebepledir ki bura­da : «Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların çoğu inanmazlar.» buyururken başka bir âyette ise şöyle buyurmuştur : «Eğer sen, yer­yüzünde bulunanların çoğunluğuna uyarsan; seni Allah'ın yolundan saptırırlar.»  (En'âm, 116)  Buna benzer daha birçok âyetler mevcûd-dur.

Halbuki ey Muhammed, sen nasihatin, hayra, olgunluğa çağır­manın karşılığı olarak onlardan bir ücret ve karşılık istemiyorsun. Bi­lakis sen, bunu Allah'ın hoşnûdluğunu dileyerek ve yaratıklarına bir nasihat olması için yapıyorsun. «O (Kur'an), âlemler için (öğüt ala­cakları, hidâyete erişecekleri, dünyada ve âhirette kendisiyle kurtula­cakları) bir öğütten başka bir şey değildir.»[45]

 

105  — Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, yüz­lerini çevirerek onları görüp geçerler.

106  — Onların çoğu Allah'a îmân etmezler ille de şirk koşanlardır onlar.

107  — Allah tarafından onları kuşatacak bir azabın kendilerine gelip çatmasından veya farkında olmadan kı­yamet saatinin ansızın gelmesinden emin midirler?

 

Allah Teâlâ insanların çoğunun Allah'ın âyetleri ve O'nun birli­ğine delâlet eden deliller üzerinde düşünmekten gafil olduklarını ha­ber verir, Allah Teâlâ göklerde ve yerde parlak, sabit yıldızlar, seyya­reler, dönen felekler yaratmıştır. Hepsi O'nun emri altındadırlar. Yer­yüzünde nice birbirine komşu kıt'alar, hayvanlar, bitkiler; tatlarında, kokularında, renklerinde ve niteliklerinde birbirine benzeyen ve ben­zemeyen meyveler vardır, Vâhid, Ahad, çeşitli yaratıkları yaratan, de­vam ve bakâda yegâne, her şeyin kendine muhtaç olduğu, O'nun hiç bir şeye muhtaç olmadığı isimler (Esmâ-i Hüsnâ) ve sıfatlar sahibi olan Allah'ın sânı ne yücedir.

Allah Teâlâ: «Onların çoğu Allah'a îmân etmezler, ille de şirk koşanlardır onlar.» buyurur ki, İbn Abbâs şöyle der : Onlar îmânla­rında ille de şirk koşanlardır. Şirk koşanlar oldukları halde onlara: Gökleri yaratan kimdir? Yeryüzünü yaratan kimdir? Dağlan kim yaratmıştır? denildiğinde; Allah, derler. Mücâhid, Ata, İkrime, Şa'bî, Ka-tâde, Dahhâk ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de böyle söylemiş­lerdir. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde rivayet edildiğine göre; müş­rikler, (Hac'daki) telbiyelerinde şöyle derlerdi: Buyur (Rabbımız) se­nin ortağın yok, ancak senin için olan müstesna. Sen ona ve onun sa­hip olduklarına sahipsin. Sahih bir hadîste rivayet edildiğine göre ise onlar : Buyur (Rabbımız), senin hiç bir ortağın yok, dediklerinde Al­lah Rasûlü (s.a.) : Yeter, yeter, bunun üzerine ziyâdede bulunmayın, anlamında olmak üzere; kâd, kâd, buyurmuş. Allah Teâlâ da : «Doğ­rusu şirk, büyük bir zulümdür.» (Lokman, 13) buyurur. Allah ile be­raber O'ndan bir başkasına ibâdet etmek; işte o, en büyük şirktir. Ni­tekim Buhârî ve Müslim'in Sahîh'İerinde İbn Mes'ûd'dan rivayet edil­diğine göre; o, şöyle anlatır : Ey Allah'ın elçisi, günâhların hangisi en büyüktür? diye sordum. Seni yaratmış olduğu halde, Allah'a denk (eş) Koşmandır, buyurdu.

Hasan el-Basrî, «Onların çoğu Allah'a îmân etmezler, ille de şirk koşanlardır onlar.» Ayeti hakkında : O, münafıktır. Bir amel işlediği .zaman insanlara gösteriş için yapar. O, bu amelinde müşriktir, sözü ile Allah Teâlâ'nm : «Doğrusu münafıklar, Allah'a oyun etmek ister­ler. Oysa O, onların oyunlarını başlarına geçirir. Onlar namaza tem­bel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı pek az anarlar.» (Ni-sâ, 142) âyetini kasdetmektedir.

Ortada başka bir şirk daha vardır ki, gizli olup çok kere onu ya­pan bunun şirk olduğunu hissetmez. Nitekim Hammâd îbn Seleme'-nin Asım İbn Ebu Necûd'dan, onun da Urve'den rivayetinde o, şöyle anlatmıştır : Huzeyfe, bir hastanın yanma girmişti. Onun pazusunda bir kayış (muska şeklinde bir deri parçası) görmüş ve onu kesmiş —veya onu söküp çıkarmıştır— sonra şöyle demiş : «Onların çoğu Al­lah'a îman etmezler, ille de şirk koşanlardır onlar.» Bir hadîste ise şöyle buyrulur : Kim, Allah'tan bir başkası ile yemîn ederse; muhak­kak şirk koşmuştur. Hadîsi İbn Ömer'den rivayet eden Tirmizî hasen olduğunu söyler. İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd ve başkalarının İbn Mes'ûd (r.a.) dan rivayet ettikleri bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) : Üfürük­çülük, muskacılık, tılsım ve büyü şirktir, buyurmuştur. Yine İmâm Ahmed ve Ebu Davud'un rivayet etmiş oldukları bu hadîsin diğer bir rivayette lafzı şöyledir : Kehânet (fal), şirktir. Bizden kim böyle bir şeye düşmüş ise Allah muhakkak onu tevekkül ile giderir. Hadîsi İmâm A'hmed bundan daha geniş bir şekilde şöyle rivayet eder : Bize Ebu Muâviye'nin,.. Abdullah İbn Mes'ûd'un hanımı Zeyneb'den riva­yetinde o, şöyle anlatıyor: Abdullah, bir ihtiyâcını giderip kapıya geldiği zaman bizi, hoşlanmayacağı bir halde görmekten hoşlanmadığı için öksürür ve tükürürdü. Bir gün geldi ve öksürdü. Yanımda bana yılancık hastalığına karşı muska yapan bir ihtiyar kadın vardı. Onu yatağın altına soktum. Girdi ve yanıma oturdu. Boynumda bir ip gör­dü de : Nedir bu ip? diye sordu. Benim için muska yapılmış bir iptir, dedim. Onu aldı, kopardı, sonra şöyle dedi: Muhakkak ki Abdullah'ın ailesi şirk'den müstağnî'dir. Allah Rasûlünü şöyle buyururken işit­tim : Muhakkak ki muska, tılsım ve büyü şirktir. Ben ona : Niçin böyle söylüyorsun? Gözüm yaşarıyor idi. Ben falan yahûdîye gözüme muska yapması için gidip gelirdim. Muska yaptığı zaman gözüm sa­kinleşmişti, dedim. Abdullah şöyle dedi: Bu, ancak şeytândandır. Şey­tân, eliyle gözüne vururdu. O sana (gözüne) muska yaptığı zaman ise bundan alıkonuldu. Halbuki Allah Rasûlü (s.a.) nün söylediği gibi söylemen sana yeterdi. O, şöyle derdi: Kötü hâli gider, ey insanların Rabbı; şifâ ver, Sensin şifâ veren. Senin şifândan başka bir şifâ yok­tur. Hiç bir hastalığı bırakmayan şifâ ver.

İmâm Ahmed'in Vekî' kanalıyla... îsâ İbn Abdurrahmân'dan ri­vayet ettiğine göre; o, şöyle anlatıyor : Abdullah İbn Ukeym hasta iken onu ziyaret etmek üzere yanına girmiştik. Ona : Bir şey assaydın ya denildi de şöyle dedi: Allah Rasûlü (s.a.) : Kim bir şey asarsa ona teslim edilmiş olur, buyurmuşken ben mi bir şey asacağım! Hadîsi Neseî, Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. İmâm Ahmed'in Müsned'in-de Ukbe İbn Âmir'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle bu­yurmuştur : Kim, bir tılsım asarsa; muhakkak şirk koşmuştur. Hadî­sin bir başka rivayeti şöyledir : Kim bir tılsım asarsa; Allah Teâlâ onu tamâma erdirmesin. Kim bir katır boncuğu (nazar boncuğu) asarsa; Allah onu rahat ve sükûn içinde kılmasın. Alâ'dan, onun babasından, onun da Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetinde o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Allah Teâlâ buyurur ki: Ben ortakların şirkten en müstağni olanıyım. Kim bir amel işler de, amelinde Be­nimle birlikte bir başkasını şirk koşarsa; Ben, onu ve şirk koştuğunu terk ederim. Hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Ebu Saîd İbn Ebu Fudâ-le'den rivayete göre o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işit­miş : Allah Teâlâ ilkleri ve sonuncuları, şüphe olmayan bir günde top­ladığı zaman bir münâdî şöyle çağırır (nida eder) : Kim Allah için iş­lemiş olduğu bir amelde ortak koşmuş ise; onun sevabını, Allah'tan bir başkasının katından istesin. Muhakkak ki Allah Teâlâ, ortakların şirkten en müstağni olanıdır. Hadîsi Ahmed rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yûnus'un... Mahmûd îbn Lebîd'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) : Sizin hakkınızda en çok korktuğum; şirk-i asgar  (en küçük şirk)  dır, buyurmuştur. Şirk-i asgar da nedir ey Allah'ın elçisi? dediler de : Riyadır, Allah Teâlâ kıyamet günü in­sanların amellerinin karşılıklarım verdiği zaman : Dünyada kendileri­ne gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin; bakın bakalım onların ya­nında bir karşılık bulacak mısınız? buyurur, buyurdu. Hadîsi İsmâîi İbn Ca'fer de Muttalib'in kölesi Amr İbn Ebu Amr kanalıyla... Mah-mûd İbn Lebîd'den rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan'ın... Abdullah İbn Amr'dan ri­vayetinde Allah Rasûlü (s.a.) : Kehânet,, kimi bir ihtiyâçtan geri çe-virmişse; muhakkak ki b, şirk koşmuştur, buyurmuştur. Ey Allah'ın elçisi, bunun keffâreti nedir? dediler de şöyle buyurdu : Onlardan bi­rinin : Ey Allah'ım, Senin hayrından başka hiç bir hayır yok. Senin uğurundan başka hiç bir uğur yok. Senden başka hiç bir İlâh yok, demesidir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdullah İbn Nemîr'in... Kâhil oğul­larından birisi olan Ebu Ali'den rivayetinde o, şöyle anlatmış : Ebu Mûsâ el-Eş'arv bir hutbe okudu da şöyle dedi: Ey insanlar, bu şirkten sakininiz. Muhakkak ki o, bir karıncanın kımıldamasından daha giz­lidir. Abdullah İbn Hazm ve Kays İbn Mudârib kalkıp şöyle dediler : Ya söylediğinden dönersin (sözünü geri alırsın), ya da bize izin veril­sin veya verilmesin Ömer'e gideriz, dediler. Şöyle dedi: O halde söy­lediğimden dönüyorum. Allah Rasûlü (s.a.) bir gün bize hutbe okudu da şöyle buyurdu : Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha. gizlidir. Allah'ın söylemesini mu-râd buyurduğu birisi şöyle dedi: Ey Allah'ın elçisi, karıncanın kımıl­damasından daha gizli iken biz ondan nasıl sakınırız? Ey Allahım, bile bile Sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sı­ğınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz, deyiniz, buyurdu. Hadîs başka bir kanaldan da rivayet edilmiş olup, burada Hz. Peygambere soru soranın Ebubekir es-Sıddîk olduğu belirtilmekte­dir. Nitekim Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî'nin Abdülazîz İbn Müslim ka­nalıyla... Ma'kıl İbn Yessâr'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatmış: Hz. Peygamber (s.a.) in yanında bulundum —veya bana Ebubekir es-Sıddîk, Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet etti —ki o, şöyle buyurdu : Şirk sizde, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir. Ebubekir : Şirk, sâdece Allah ile beraber bir başka ilâha duâ edeninki değil midir? diye sordu da Allah Rasûlü (s.a;) : Şirk sizde, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir. Onun küçüğünü ve büyüğünü senden gidereni sana gos-termeyeyim mi? Ey Allahım, bile bile Sana şirk koşmaktan Sana sığınırım. Bilmediğim şeylerden dolayı Senden mağfiret di­lerim, buyurdu. Hafız Ebu Kasım el-Beğavî'nin Şeybân İbn Ferrûh kanalıyla.,. Ebubekir es-Sıddîk'tan  rivayetinde   Allah Rasûlü (s.a.) :

Şirk, ümmetimde karıncanın Safâ'yâ çıkmasından (tırmanmasından) daha gizlidir,. buyurmuştu. Ebubekir : Ey Allah'ın elçisi, bundan kur­tuluş ve çıkış nasıldır? dedi de : Söylediğin zaman onun azından, ço­ğundan, küçüğünden ve büyüğünden kurtulacağım bir şeyi sana ha­ber vermeyeyim mi? buyurdu da onun; evet ey Allah'ın elçisi, deme­si üzerine : Ey Allah'ım, bildiğim halde Sana şirk koşmaktan yine Sana sığınırım. Bilmediğim şeylerden de Senden mağfiret dilerim, de, buyurdu. Darekutnî, hadîsin isnâdmdaki Yahya İbn Kesîr'e, Ebıı Nadr denildiğini ve hadîsinin metruk olduğunu söyler. İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd, Tirmizî, —Neseî hadîsin sahîh olduğunu söyler— nin Ya'lâ İbn Atâ kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayet ettiklerine göre; Ebubekir es-Sıddîk (r.a.) şöyle demişti: Ey Allah'ın elçisi, sabahladı­ğımda, akşamladığımda ve yatağıma yattığımda söyleyeceğim bir şey öğret. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdular : Ey Allah'ım, ey gökleri ve yeri yaratan, ey görüleni ve görülmeyeni bilen, her şeyin Rabbı ve mâliki olan, Senden başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. Nefsi­min şerrinden, şeytânın şerrinden ve şirkinden Sana sığınırım, de. İmâm Ahmed'e âit bir rivayette onun Leys îbn Ebu Süleym kanalıy­la... Ebubekir'den naklettiğine göre; o, şöyle demiş: Allah Rasûlü (s.a.) bana şöyle dememi emretti... Ve râvî duayı zikretti. Sonunda şöyle bir fazlalık vardır: Nefsime karşı kötülük işlemekten veya kö­tülüğü bir müslümana sürüklemekten, (çekmekten)... Sana sığını­rım.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Allah tarafından onları kuşatacak bir azabın kendilerine gelip çatmasından, veya farkında olmadan kıyamet saatinin ansızın gelmesinden emîn midirler?» Bu müşrikler, hissetme­yecekleri bir yerden kendilerini kuşatacak bir şeyin (azabın) gelme­sinden emîn mi oldular? Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde de şöyle buyurur: «Kötü işler düzenleyenler, Allah'ın, kendilerini yere batırmasından, yahut haberleri yokken üzerlerine ansızın azâb gel­mesinden emîn mi bulunuyorlar? Yahut onlar dönüp dolaşırken ken­dilerini yakalamasından mı? Allah'ı âciz bırakacak değillerdir. Yahut yok olmak endîşesindeyken yakalamasından mı? Muhakkak ki Rab-bin, Rauf'tur, Rahîm'dir.» (Nahl, 45-47), «Kasabaların halkı; kendi­leri geceleyin uyurlarken, azabımızın onlara gelip çatmasından emîn mi oldular? Yoksa kasabaların halkı; kendileri, güpegündüz oynar­larken azabımızın onlara gelip çatmasından emîn mi oldular? Artık onlar; Allah'ın düzeninden emîn mi oldular? Hüsrana uğrayanlar topluluğundan başkası Allah'ın düzeninden emîn olmaz.» (A'râf, 97-99).[46]

 

108 — De ki: Benim yolum işte budur. Allah'a basi­retle davet ediyorum, ben de bana uyanlar da Allah'ı tenzih ederiz. Ben asla müşriklerden değilim.

 

Allah Teâlâ, insanlık ve cin âlemlerine elçi olarak gönderdiği ku­luna, insanlara şöyle haber vermesini emreder : Muhakkak ki bu, O'nun yolu, sünnetidir. O yol; yegâne ve ortağı olmayan Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdete davettir. O, basiret, yakın (kesin bilgi) ve burhanla Allah'a davet etmektedir. O ve ona tâbi olan herkes Al­lah Rasûlü (s.a.) nün davet etmiş olduğuna şer'î ve aklî bürhân, ke­sin bilgi ve basiretle davet etmektedirler.

«Allah'ı tenzih ederiz.» Allah'ı tenzih ederiz, O'nu ulular O'nun ortağı ve benzeri veya dengi veya çocuğu veya babası veya arkadaşı veya veziri veya O'na bir işaret edeni olmasından tenzih ve takdîs ederim. Yücedir, mukaddestir ve bunlann hepsinden münezzehtir. «Yedi gök, yeryüzü ve içinde bulunanlar O'nu teşbih eder. O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların teşbihlerini an­lamazsınız. Muhakkak ki O, Halim, Gafur olandır.»  (İsrâ, 44)[47]

 

109 — Senden önce gönderdiğimiz elçiler de ancak kasabalar halkından, kendilerine vâhyettiğimiz birtakım erkeklerdi. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, görsünler kendilerinden önce geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğu­nu. İttikâ edenler için âhiret yurdu elbet daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?

 

Allah Teâlâ, Peygamberlerini kadınlardan değil erkeklerden- gön­derdiğini haber veriyor. Bu, âlimlerin Cumhurunun görüşüdür. Nitekim bu âyetin akışı da delâlet etmektedir ki Allah Teâlâ, Âdemoğul-ları kızlarından hiç bir kadına kanun koyucu mâhiyette bir vahiy ile vahyetmemiştir. Bazıları (Hz. İbrahim) Halil'in hanımı Sârra, Hz. Musa'nın annesi ile Hz, îsâ'nın annesi Meryem'in peygamber oldu­ğunu sanmışlar ve meleklerin Hz. Sârra'ya İshâk'ı, İshâk'ın ardından da Ya'kûb'u müjdelemeleri ile Allah Teâlâ'nm : «Musa'nın annesine : Onu emzir... diye vahyettik.» (Kasas, 7) âyeti ile, meleğin Hz. Mer­yem'e gelip ona Hz. îsâ (a.s.) yi müjdelemesini; Allah Teâlâ'nm: «Hani melekler : Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçip temizledi. Dün­yaların kadınlarından seni üstün tuttu, demişlerdi. Ey Meryem, Huşu' ile Rabbınm dîvânına dur. Secdeye kapan. Rükû' edenlerle birlikte rükû' et.» (Âl-i îmrân, 42-43) âyetlerini delil olarak göstermişlerdir. Evet; bu kadarı kadınlar için meydana gelmiştir. Fakat bununla on­ların peygamber olmaları gerekmez. Onlann peygamber olduklarını söyleyenler bununla, bu kadar şereflendirmeyi kasdetmişlerse elbette bunda şüphe yoktur. Ancak burada söylenecek bir söz daha kalıyor ki; o da, sâdece bunların peygamberlik için yeterli olup olmadığıdır. Ehl-i Sünnet ve'1-Cemâat Mezhebinin kabul ettiği ve Şeyh Ebu Hasan Ali İbn İsmail el-Eş'arî'nin onlardan rivayet ve nakletmekte olduğu görüşe göre; kadınlar içinde peygamber olmayıp, sâdece onlann için­de Sıddîk'lar vardır. Nitekim Allah Teâlâ, onlann en şereflisi olan İmrân kızı Meryem hakkında şöyle buyurur : «Meryem Oğlu Mesih peygamberden başka bir şey değildir. Ondan önce de peygamberler geçmiştir. Annesi de dosdoğru bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi...» (Mâide, 75) Allah Teâlâ burada, onun kadınların makâmlannın en şereflisi olan Sıddîklık makamında olduğunu haber vermiştir. Şayet peygamber olsaydı, bu- şereflendirme ve yüceltme makamında elbette onu da zikrederdi. İmrân Kızı Meryem bizzat Kur'ân'ın metni, âyetin delaletiyle Sıddîk'tır.

İbn Abbâs'tan rivayetle, «Senden önce gönderdiğimiz elçiler de ancak kasabalar halkından, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkek­lerdi.» âyeti hakkında Dahhâk der ki: Sizin söylediğiniz gibi onlar, gök ehlinden değildirler. İbn Abbâs'tan vârid olan bu sözü, Allah Teâlâ'nm şu âyetleri de desteklemektedir: «Senden Önce gönderdiği­miz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, sokaklarda gezinir­lerdi...» (Furkân, 20), «Biz onları, yemek yemez bir cesed kılmadık ve onlar (dünyada) ebedî de değildirler. Nihayet onlara verdiğimiz sözü yerine getirdik. Kendilerini ve dilediklerimizi kurtardık, aşırı gi­denleri de yok ettik.» (Enbiyâ, 8-9), «De ki: Ben, peygamberlerin ilki değilim.» (Ahkâf, 9).

Allah Teâlâ : «Kasabalar halkından...»  buyurur ki;  burada kasabalar ile, şehirler kasdedilmektedü\ Onlar tabiat ve huy bakımından insanların en sertleri ve kuruları olan çöl halkından değildirler. Alı­şılmış ve bilinen; şehirler halkının tabiatça daha ince, köy halkından daha latif olduğudur. Koy ve kasabalar halkı ise, çöllerde oturanlara göre şehirlilerin durumuna daha yakındırlar. Bu sebebledir ki Allah Teâlâ : «Bedeviler; küfür ve nifak bakımından daha yaman ve (bu­nunla beralser) Allah'ın peygamberlerine indirdiğinin (hükümlerin) hududunu bilmemeye daha müsaittirler.» (Tevbe, 97) buyurmuştur. «Ancak kasabalar halkından...» âyeti hakkında Kâtâde der ki: Zîrâ onlar, çadırlarda yaşayanlardan daha bilgili ve daha çok hilim sahi­bidirler. (Bir hadîste rivayet edildiğine göre; Allah Rasûlü bedeviler­den birisine devamlı olarak verdirdi ve artırdı ki sonunda razı edebildi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Bir Kureyş'li, An-sâr'dan birisi, Sakîf ve Devs'den biri dışında hiç kimseden bir hediye kabul etmemeye azmettim.

İmâm Ahmed der ki: Bize Haccâc'ın... Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabından yaşlı zâttan —A'meş bunun îbn Ömer olduğunu söyler— onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetine göre; o, şöyle buyur­muştur : İnsanlara kansan ve onların eziyetlerine sabreden - mü'min onlara karışmayan ve eziyetlerine sabretmeyenden daha hayırlıdır.

Allah Teâlâ: «Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki...» buyurur ki; ey Muhammed, şu seni yalanlayanlar yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, görsünler kendilerinden önce geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğunu? Peygamberleri yalanlayan ümmetlerin akıbetlerinin nasıl olduğunu görsünler. Kâfirler için de bunun bir benzeri vardır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur : «Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Ne var ki yalnız gözler kör olmaz, göğüslerde olan kalbler de körleşir.» (Hacc, 46). On­ların haberlerini işittikleri zaman görürler ki; Allah Teâlâ kâfirleri helak etmiş ve inananları kurtarmıştır. Bu, yaratıkları hakkında Al­lah Teâlâ'nın sünneti olmuştur. Bu sebebledir ki: «İttikâ edenler için âhiret yurdu elbet daha hayırlıdır.» Nasıl ki dünyada inananları kur-tarmışsak aynı şekilde âhiret yurdunda da onlara kurtuluşu yazmışız-dır. Elbette bu onlar için dünyadan çok daha hayırlıdır, buyurulmuş-tur. Nitekim başka bir âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Şüphesiz ki Biz peygamberlerimize ve îmân etmiş olanlara hem dünya hayatında, hem de şâhidlerin şehâdet edecekleri günde mutlaka yardım ederiz. O gün zâlimlere ma'zeretleri fayda vermez. La'net onların, yurdun kö­tüsü de onlarındır.» (Ğâfir, 51-52). (...)[48]

 

110 — Nihayet o Peygamberler ümitsizliğe düşüp kesinlikle yalanlandıklarını sandıkları sırada, onlara yar­dımımız gelmiştir. Böylece dilediğimiz kurtarılmıştır. Suç­lular güruhundan ise baskınımız asla geri çevrilmeyecektir.

 

Sıkışık durumda ve yardıma muhtaç olunan zamanların en şid­detlilerinde Allah Teâlâ'dan bir ferahlık ve açıklık beklendiği zaman; Allah'ın yardımının, Allah'ın elçileri —'Allah'ın sâlat ve selâmı onlar üzerine olsun— üzerine indiğini haber veriyor. Nitekim başka bir âyet­te şöyle buyrulur : «Onlara öyle yoksulluk, öyle bir sıkıntı gelmiş ve sarsıntıya uğramışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki mü'-minler : Allah'ın yardımı ne zaman? diyordu. Bilesiniz ki, Allah'ın yar­dımı pek yakındır.» (Bakara, 214). Âyetteki ( ı^J-5" * kelimesin­de iki kırâet vardır. Bunlardan birincisi, zâl harfinin şeddesi iledir. Hz. Âişe (r.a.) böyle okumuştur. Buharı der ki: Bize Abdülazîz İbn Abdullah'ın... Urve İbn Zübeyr'den rivayetine göre; Urve, Hz. Aişe'ye «Nihayet o Peygamberler ümitsizliğe düşünce...» âyetini sormuştu. Urve şöyle anlatır : Yalan mı söylediler yoksa yalanlandılar mı? de­dim. Âişe : Yalanlandılar, dedi. Ben : Madem ki kavimlerinin kendile­rini yalanladığını kesin olarak bildiler, o halde bu zan nedir? dedim. Evet, yemîn olsun ki bunu kesin olarak bildiler, anladılar, dedi. Ben ona : Kendilerinin yalan söylemiş olduklarını mı sandılar? dedim. Al­lah korusun, Peygamberler Rab'larına karşı böyle bir zan içine düş­memişlerdir, dedi. Ben : O halde bu âyet nedir? dedim. Onlar Rabla-rına îmân eden ve onları doğrulayan, peygamberlerin tâbileridir. Üzer­lerine belâ, musibet uzamış ve Allah'ın yardımı onlara gecikmişti. Ni­hayet o Peygamberler kavimlerinden kendilerini yalanlamış olan kim­selerden ümitlerini kesip kendilerine tâbi olanların da kendilerini ya­lanlamış olduklarını sandıklan zaman Allah'ın yardımı onlara gelmiş­tir, dedi. Yine Buhârî'nin Ebu Yemmân kanalıyla... Urve'den rivaye­tinde o, şöyle anlatmış : Herhalde bu kelimedeki zâl harfi şeddesiz ol­malıdır, değil mi? dedim de, Hz. Âişe : Allah korusun, dedi. Râvî'nin anlattıkları burada sona eriyor.

İbn Cüreyc der ki: Bana İbn Müleyke (veya Melike) nin haber verdiğine göre; İbn Abbâs, bu âyetteki kelimesini şed-desiz olarak okumuş. Abdullah İbn Ebu Müleyke, İbn Abbâs'ın : On­lar beşer idiler, dediğini ve İbn Abbâs'ın : «Nihayet Peygamber ve be­raberindeki mü'minler: Allah'ın yardımı ne zaman? diyordu. Bilesi­niz ki Allah'ın yardımı pek yakındır.» (Bakara, 214) âyetini okudu­ğunu söyler. İbn Cüreyc der ki: Bana İbn Ebu Müleyke'nin söyledi­ğine, Urve'nin de Hz. Âişe'den haber verdiğine göre; o, buna muhalif olup kabul etmemiş ve : Allah Teâlâ'nın Muhammed (s.a.) e va'det-miş olduğu hiç birşey yoktur ki; o, Ölünceye kadar bunun olacağını bilmiş olmasm. Fakat peygamberlere musibetler o kadar devam etti ki, sonunda onlar beraberlerindeki inananların kendilerini yalanla­mış olduklarını sandılar, demiştir. Urve hadîsinde İbn Ebu Müleyka şöyle der : Hz. Âişe, bu âyeti yalanlama kökünden olarak zâl harfinin şeddesi ile okurdu.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ'nın kırâet yo­luyla... Yahya İbn Saîd'den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor : Birisi Kasım İbn Muhammed'e gelip : Muhakkak ki Muhammed İbn Kâ'b Kurazî, bu âyetin : «Nihayet o Peygamberler ümitsizliğe düşüp, ke­sinlikle kendilerinin yalanlandıklarını sandıkları sırada...» şeklinde olduğunu söylüyor, demişti.. Kasım dedi ki: Benden ona haber ver; ben Hz. Peygamber (s.a.) in hanımı Âişe'nin, «Nihayet o Peygamber­ler ümitsizliğe düşüp, kesinlikle kendilerinin yalanlandıklarını sandık­lan sırada.» âyetini okuyup : Onları kendilerine tâbi olanlar yalanla­mıştır, diye ilâve ettiğini işittim. Bu hadîsin de isnadı sahihtir.

İkinci kırâet, bu kelimedeki zâl harfinin şeddesiz okunuşudur. Bu­nun da tefsirinde ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbâs'ın açıklaması yukarı­da geçmişti. Süfyân es-Sevrî'nin A'meş kanalıyla... Abdullah İbn Mes'-ûd'dan rivayetine göre; o, «Nihayet o Peygamberler ümitsizliğe düşüp, kesinlikle yalanlandıklarını sandıkları sırada...» âyetindeki kelimesini şeddesiz olarak okumuştur. Abdullah der ki: İşte Âişe'nin hoşlanmadığı budur. İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs (R. Anhümâ) dan olan bu rivayetler, diğerlerinin bunlardan yaptıkları rivayete muhaliftir. A'meş'in Müslim'den onun da İbn Abbâs'tan rivayetinde o, «Nihayet o Peygamberler ümitsizliğe düşüp, kesinlikle yalanlandıklarını sandık­ları sırada...» âyeti hakkında şöyle demiştir : Peygamberler, kavimle­rinin kendilerine icabet etmesinden ümit kesip, kavimleri de Peygam­berlerin onları yalanladıklarını sandıklan sırada onlara, buna karşı yardım gelmiştir. «Böylece dilediğimiz kurtarılmıştır.» Bu görüşün bir benzeri Saîd İbn Cübeyr, İmrân İbn Haris es-Sülemî, Abdurrahmân İbn Muâviye, Ali İbn Ebu Talha, Avfî'den, onlar da İbn Abbâs'tan ri­vayet etmişlerdir.

İbn Cerîr der ki: Bana Müsennâ'nın... İbrahim İbn Ebu Hurre el-Cezerî'den rivayetine göre; o, şöyle anlatmıştır : Kureyş'ten bir genç Saîd İbn Cübeyr'e sorup : Ey Ebu Abjdullah, şu harf (Kırâet) nasıldır? Ben buraya geldiğim zaman bu sûreyi hiç okumamış olmamı temenni ettim. «Nihayet o Peygamberler ümitsizliğe düşüp, kesinlikle yalanlan­dıklarını sandıkları sırada...» Saîd İbn Cübeyr dedi ki: Evet, nihayet o peygamberler kavimlerinin kendilerini doğrulamasından ümitlerini kesip, kendilerine gönderildikleri kimseler de peygamberlerin yalan söylediklerini sandıklan sırada onlara yardım gelmiştir. Dahhâk îbn Müzâhim der ki: O günkü gibi ilme çağınlıp da duraksayan bir kim­seyi hiç görmemiştim. Bunun için Yemen'e kadar yolculuk yapmış ol­saydım bu dahi az gelirdi. İbn Cerîr'in başka bir kanaldan rivayetinde ise Saîd İbn Cübeyr'e bu soruyu soranın Müslim İbn Yessâr olduğu, Saîd İbn Cübeyr'in, bu cevabı verip sonra kalkıp onu kucakladığı ve : Sen nasıl beni ferâhlatmışsan Allak da seni ferahlatsın, dediği kayde­dilir. Saîd İbn Cübeyr'den bundan başka bir kanaldan rivayette onun, âyeti bu şekilde tefsir ettiği kaydedilir. Mücâhid İbn Cebr ve Seleften bir çokları da âyeti böyle tefsir etmişlerdir. O kadar ki Mücâhid, âyet­teki kelimesini zâl harfinin fethası ile okumuştur. Bu kırâeti İbn Cerîr de rivayet eder. Şu kadar var ki âyeti böyle tefsir edenler; sanmak fiilindeki özne zamirini, peygamberlere tâbi olan ina­nanlara döndürürler. İçlerinden bazıları ise bu zamîri kâfirlere dön­dürürler ki buna göre mânâ şöyle olacaktır : Kâfirler peygamberlere va'dedilen yardım hususunda onların yalan söylemiş olduklarını san­dılar.

İbn Mes'ûd'dan gelen -rivayetlere gelince; İbn Cerîr der ki: Bize Kâsım'ın... Temîm îbn HazlenVden rivayetine göre; o, Abdullah İbn Mes'ûd'un bu âyet hakkında şöyle dediğini işitmiş : «Nihayet o Pey­gamberler kavimlerinin kendilerine îmân etmesinden ümitsizliğe dü­şüp, onlara Allah'ın emri geciktiğinde kavimleri de onların yalan söy­lemiş olduklarını sandılar.» Burada kelimesinin zâl har­fi şeddesiz okunmuştur. Hz. Âişe, İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs'tan gelen bu her iki rivayeti de hoş görmemiş ve bu şekilde tefsir edeni de hoş karşılamamıştır. İbn Cerîr Hz. Âişe'nin görüşünü kabul ile Cumhûr'-dan nakledilen görüş olarak almış, diğer görüşü bütünüyle za­yıf görmüş, reddetmiş, kabul etmemiş ve ondan hoşnûd da olmamış­tır. En doğrusunu Allah bilir.[49]

 

111 — Andolsun ki, onların (peygamberlerin) kıssa­larında aklı olanlar için ibretler vardır. Bu (Kur'an), uy-durulabilecek bir söz değildir. O; sâdece kendinden önce­ki kitablarm tasdiki, her şeyin tafsilidir. İnananlar toplu­luğu için de hidâyet ve rahmettir

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Andolsun ki peygamberlerin kavimleriy­le olan haberlerinde, inananları nasıl kurtarıp küfredenleri nasıl he­lak ettiğimizde aklı olanlar için ibretler vardır. Bu Kur'an, Allah'tan başkası tarafından uydurulabilecek bir söz değildir. O sâdece kendin­den önce gökten indirilmiş kitablarm içindeki sıhhatli olanları tasdik eder, onlardaki tahrif, tebdil ve değiştirmeyi kabul etmez, onlan ya nesheder veya kabul eder. O, herşeyin tafsilidir. Onda helâl kılma, ha­ram kılma, sevilen ve hoşlanılmayan şeyler, tâatlar, vâcib'ler, müsta-hablar ile emir, haramlar ve onlara benzeyen mekruhlardan yasakla­ma, işleri bütün açıklığıyla, geleceğe dâir gayb'ları (bilinmezlikleri) mücmel ve mufassal bir şekilde haber verme, isimlerle ve sıfatlarla Rab Teâlâ'dan haber verme, yaratıklara benzemekten O'nun tenzih edilmesi vardır. Bu sebebledir ki: İnananlar topluluğu için hidâyet ve rahmettir. Onunla kalbleri azgınlıktan olgunluğa, sapıklıktan doğ­ruluğa erişir. Onunla kulların Rabbından bu dünya hayatında ve öbür dünyada rahmet isterler. Yüce Allah'tan bizleri de dünyada ve âhiret-te onlardan kılmasını dileriz. O günde yüzleri beyazlatılmış ve parlak olanlar kazanmış, yüzleri karartılmış olanlar da alış verişlerinde kay­bederek dönmüşlerdir.[50]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4030-4031

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4034-4035

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4035-4036

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4036

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4037-4038

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4039

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4039

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4040-4041

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4041-4043

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4043-4045

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4046-4047

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4047-4049

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4049-4051

[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4058-4059

[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4064-4066

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4067

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4067-4068

[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4069-4070

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4070-4071

[20] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4071-4072

[21] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4072-4073

[22] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4074-4075

[23] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4080-4084

[24] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4084-4089

[25] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4090-4092

[26] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4092-4093

[27] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4107-4108

[28] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4108-4110

[29] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4111

[30] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4112

[31] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4113

[32] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4118

[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4118-4119

[34] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4120-4121

[35] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4121-4122

[36] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4122-4123

[37] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4123-4124

[38] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4125-4126

[39] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4127-4128

[40] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4129-4130

[41] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4130-4131

[42] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4135

[43] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4136-4139

[44] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4140-4143

[45] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4144-4145

[46] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4145-4149

[47] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4150

[48] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4150-4152

[49] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4153-4155

[50] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 8/4156

Free Web Hosting