TÂ-HÂ SÛRESİ2

Rahmanın Kur'an'ı2

Musa'nın Haberi4

Firavun İle Yüzyüze. 6

İzâhı8

Fitneler Hadîsi15

Mûsâ ve Sihirbazlar24

Rabbına Suçlu Olarak Gelenler27

Ey İsrâiloğullan. 28

Ey Mûsâ. 29

Ey Hârûn. 31

Ey Sâmiri31

Geçmişlerin Haberleri32

Sûr'a Üflendiği Gün. 33

Ve Dağlar33

Rahmân'ın İzin Verdikleri34

Âdem ve Melekler35

Kör Olarak Haşrolacaklar36

Haddi Aşanların Cezası38

Dünya Hayatının Süsü. 39

 


TÂ-HÂ SÛRESİ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

1  — Tâ-Hâ.

2  — Biz Kur'ah'ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.

3  — Ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt;

4  — Yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir kitâb olarak indirdik.

5  — Rahman, Arş'a hükmetmiştir.

6  — Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın al­tında bulunanlar O'nundur.

7  — istersen sen sözü açığa vur, şüphesiz ki O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.

8  — Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. En güzel isim­ler O'nundur.

 

Rahmanın Kur'an'ı

 

Tekrarına gerek kalmayacak şekilde Hurûf-ı Mukattaa hakkında bilgi Bakara sûresinin başında geçmişti. İbn Ebu Hâtim'in Hüseyn İbn Muhammed el-Vâsıtî kanalıyla...' İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, Tâ-Hâ'mn «Ey adam» anlamında olduğunu söylemiştir.

Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Muhammed îbn Kâ'b, Ebu Mâ­lik, Atıyye el-Avfî, Hasan, Katâde, Dahhâk, Süddî ve İbn Ebzâ'dan riva­yete göre onlar; Tâ-Hâ'nın «ey adam» anlamında olduğunu söylemiş­lerdir. İbn Abbâs, Saîd İbn Cübeyr ve Sevrî'den gelen bir rivayette ise; bu kelime, Nabat dilinden bir kelime olup anlamı «ey adam» dır. Ebu Salih, kelimenin Arapçalaşmış (başka bir dilden Arapçaya girmiş) ol­duğunu söyler. Kâdî îyâz, eş-Şifâ adlı kitabında Abd İbn Humeyd'in tefsirinden Hâşim İbn Kasım kanalıyla... Rebî' İbn Enes'ten müsned olarak rivayet eder ki; o, şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) namaz kıldığı zaman bir ayağı üzerine dikilir, diğerini kaldırırdı. Allah Teâlâ bunun üzerine: «Tâ-Hâ», yani Ey Muhammed, ayağını yere bas. «Biz Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.» âyetlerini indirdi. Hiç şüphe yok ki bunda Hz. Peygambere bir ikram ve güzel bir muamele vardır. «Biz Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.» âyeti hak­kında Dahhâk'dan rivayetle Cüveybir şöyle diyor: Allah Teâlâ Rasû-lüne Kur'an'ı indirdiğinde, o ve ashabı ayağa kalkardı. Kureyş'ten olan müşrikleri: Bu Kur'an Muhammed'e ancak zahmet versin diye indi­riliyor, dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Tâ-Hâ. Biz Kur'an'ı sa­na güçlük çekesin diye indirmedik. Ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt (olarak indirdik))) âyetlerini indirdi. Durum elbette bâtıla uyan­ların sandığı gibi değildir. Aksine Allah, kime ilim vermişse onun için çok hayırlar murâd etmiştir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Muâ-viye'den rivayetle zikredilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) :

Allah Teâlâ kimin hayrını murâd buyurmuşsa onu dinde fakîh kı­lar, buyurmuştur. Bu konuda Hafız Ebu'l-Kâsım et-Taberânî'nin riva­yet etmiş olduğu şu hadîs ne kadar güzeldir. O der ki: Bize Ahmed îbn Züheyr'in... Sa'lebe îbn Hakem'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kıyamet günü Allah Teâlâ kullar arasında hük­metmek için kürsîsi üzerinde oturduğunda âlimlere şöyle buyuracak­tır:

Muhakkak Ben ilmimi ve hikmetimi ancak sizden vuku bulan günâhlarınızı bağışlamayı murâd ettiğim için size vermişimdir, buna aldırmam. Hadîsin isnadı ceyyid olup Sa'lebe îbn Hakem, Leys kabîle-sine mensûbtur. Ebu Ömer «İstiâb» ında verdiği bu bilgiden sonra der ki: Sa'lebe İbn Hakem Basra'da i'kâmet etmiş, sonra Kûfe'ye gitmiş­tir. Öemmâk İbn Harb ondan hadîs rivayet etmiştir. Mücâhid, «Biz Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.» âyetinin «Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun.» (Müzemmil, 20) âyeti gibi olduğunu ve on­ların (ashabın) namazda göğüslerine ipler asmakta olduklarını söy­ler. [1] «Biz Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.» âyeti hak­kında Katâde der ki: Hayır, Allah'a yemîn olsun ki O, Kur'an'ı bir güçlük olarak değil onu bir rahmet, bir nûr ve cennete bir delil kıl­mıştır.

«Ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt olarak indirdik.» Allah Te­âlâ kitabını inzal buyurmuş, elçilerini kullarına rahmet etmek için ve bir rahmet olarak göndermiştir. Böylece zikreden, öğüt alan kişi Allah'ın kitabından işittiğinden istifâde edecektir. O, Allah Teâlâ'nın içinde helâl ve haramlarını indirmiş olduğu bir ZikirMir.

«Yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir kitâb olarak İndir­dik.» Ey Muhammed, sana gelen bu Kur'an her şeyin Rabbı, sahibi, dilediğine güç yetiren, yeryüzünü katılığı ve çukurluğuyla, gökleri yük­sekliği ve letafeti ile yaratanın indirdiği bir kitâbdır. Tirmizî ve başka­larının sahîh gördükleri bir hadîste şöyle buyurulur: Her bir göğün kalınlığı beş yüz senelik yoldur. Burada İbn Ebu Hatim, Allah Rasû­lü (s.a.) nün amcası Abbâs'ın rivâyetiyle el-Ev'âl (geyikler, dağ keçi­leri) hadîsini zikreder.

Allah Teâlâ: «O Rahman, Arç'a hükmetmiştir.» buyurur ki A'râf sûresinde bu konuda burada tekrarına gerek bırakmayacak şekilde açıklama geçmişti. Bu konuda en salim yol, Selefin yolu olup o da:

Bu konuda keyfiyetini araştırmaksızın, tahrif etmeksizin, teşbihe, ib-tâle ve temsile kaçmaksızm Kitâb ve Sünnet'te geçtiği şeklinde kabul etmektir.

«Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında bulunan­lar O'nundur.» Bunların bütünü O'nun mülküdür. O'nun kudret elin­de, O'nun idaresi, dilemesi, irâde ve hükmü altındadır. O bunların ya­ratıcısı, mâliki ve ilâhıdır. O'nun dışında ilâh ve O'ndan başka Rab yoktur^ Muhammed İbn Kâ'b «Toprağın altında bulunanlar»ı; yedinci kat yerin altında olanlar, ile tefsir eder. Evzâî der ki: Yahya İbn Ebu Kesîr'in rivayet ettiğine göre, Kâ'b'a sorulup : Şu yeryüzünün altın­daki nedir? denilmişti. ((Sudur,» diye cevab verdi. Suyun altındaki ne­dir? denildi, «Yeryüzü» dedi. Yeryüzünün altında ne var? denildi, o «su» vardır, dedi. Ya bu suyun altında ne vardır? «Yeryüzü», diye ce-vabladı. Bu yeryüzünün altındaki nedir? denildi, «su» diye cevabladı. Bu suyun altındaki nedir? denildi, o yine «yeryüzü» diye cevabladı. Bu yeryüzünün altında ne var? denildi, buna da «su» diye cevab verdi. Bu suyun altındaki nedir? denildi, o yine «yeryüzü» diye cevabladı. Bu yeryüzünün altındaki nedir? denildi de, «kaya» diye cevap verdi. Bu kayanın altındaki nedir? denildi, «melek» tir dedi. Meleğin altında ne var? denildi: «İki tarafı Arş'a bağlanmış (asılmış) bir balık.» diye ce­vab verdi. Bu balığın altında ne var? denildi de şöyle cevabladı: «Ha­va ve karanlık. İşte burada ilim kesilmiş, sona ermiştir.» İbn Ebu Hâ-tim'in îbn Vehb'in kardeşi oğlu Ebu Ubeydullah kanalıyla... Abdullah îbn Amr'dan rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Yeryüzü katlarından herbirinin arası beş yüz yıllık yoldur. Onlardan en üst olanı iki ucu göğe tutunmuş bir balığın sırtındadır. Balık bir kayanın üzerinde, kaya meleğin elindedir. İkinci kat yeryüzü, rüzgâ­rın hapsedildiği yerdir. Üçüncü katta cehennem taşları vardır. Dör­düncüde cehennemin tutuşturucusu, beşincisinde cehennemin yılan­ları, altıncısında cehennemin akrepleri, yedincisinde sekar vardır. îb-lîs orada bağlanmış bir durumdadır. Önünde bir el, arkasında bir el (mania) bulunmaktadır. Allah Teâlâ dilediği bir şey için onu serbest bırakır. Bu, gerçekten garîb bir hadîs olup merfû' olması şüphelidir.

Hafız Ebu Ya'lâ Müsned'inde Ebu Mûsâ el-Herevî kanalıyla... Câ-bir İbn Abdullah'tan rivayet ediyor ki o, şöyle demiştir: Tebük gazve­sinde Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikteydim. Çok şiddetli sıcak bir hava­da geri dönüyorduk. Birer ikişer kişi olarak dağınık bir haldeydik. Ben askerin başında (önlerinde) idim. Birden birisi karşımıza çıktı, selâm verdi, sonra : Muhammed hanginizdir? dedi. Arkadaşlarım yürüdü, ben onunla beraber durdum. Bir de baktım ki Allah Rasûlü (s.a.) askerler arasında kırmızı bir deve üzerinde elbisesini, güneşten korumak üzere başına örtmüş olarak geliyor. Ben : Ey soran kişi, işte Allah Rasûlü sana doğru geliyor, dedim. O hangileridir? dedi. Ben : Şu genç kızıl de­venin sahibi, dedim. Ona yaklaştı, binitinin yularını tuttu, bunun üze­rine Allah Rasûlü (s.a.) durdular. Sen Muhammed misin? dedi, Allah Rasûlü : Evet, buyurdu. Adam : Ben sana bazı şeyler sormak istiyorum ki bunları yeryüzünde bir veya iki kişi bilir, dedi. Allah Rasûlü'nün: Dilediğini sor, demesi üzerine adam : Ey Muhammed, peygamber uyur mu? diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.) : Gözleri uyur, kalbi uyumaz, bu­yurdu. Adam : Doğru söyledin, deyip : Ey Muhammed, çocuk babası­na ve annesine nereden (nasıl) benzer? diye sordu, Allah Rasûlü: Er­keğin menisi yoğun, koyu ve beyazdır. Kadmın menîsi ise san ve ince­dir. Bu iki meniden hangisi diğerine üstün gelirse ona benzer, buyur­du. Adam : Doğru söyledin, deyip : Çocuğun' neresi erkeğin, neresi ka­dınındır? diye sordu. Hz. Peygamber: Kemiği, damarları ve sinirleri erkeğin; eti, kanı ve saçı kadınındır, buyurdu. Adam yine doğru söyle­din deyip, sonra yüzünü kasdederek: Ey Muhammed, şunun altında­ki nedir? diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.) : Yaratık, diye cevabladı. Adam: Onların altındaki nedir? diye sordu, Hz. Peygamber yeryüzü diye cevabladı. Adam : Yeryüzünün altında ne vardır? diye sordu, Allah Rasûlü «su» diye cevabladı, adam: Bu suyun altındaki nedir? diye sordu: «Karanlık» cevabını aldı. Bu karanlığın altında ne vardır? so­rusuna Hz. Peygamber : «Hava» diye cevab verdi. Adam : Bu havanın altındaki nedir? diye sordu Hz. Peygamber; «toprak» diye cevabladı. Adam : Bu toprağın altında ne var? diye sordu, Allah Rasûlü (s.a.) nün gözleri yaşardı ve: Yaratıcının ilmi yanında yaratıkların ilmi burada kesilmiş, sona ermiştir. Ey soran kişi; bu konuda sorulan sorandan da­ha bilgili değildir, buyurdu. Adam: Doğru söyledin, senin Allah'ın el­çisi olduğuna şahadet ederim, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) : Ey insanlar, bu kimdir biliyor musunuz? diye sordu, onlar: Allah Rasûlü en iyi bi­lendir, dediler de: Bu Cibril (a.s.) dir, buyurdu. Bu, gerçekten-garîb bir hadîs olup siyakı da garîbtir. Hadîsi sâdece Kasım İbn Abdurrah-mân rivayet etmiştir. Yahya îbn Maîn onun hakkında : Önemsiz bir râvîdir, derken; Ebu Hatim er-Râzî, onun zayıf olduğunu söyler. îbn Adiyy ise onun tanınmadığını belirtir. Ben de derim ki: Bu hadîste ka­rışıklık vardır. Onda bazı şeyler diğer birtakım şeylere, bir hadîs baş­ka bir hadîse girmiştir. Muhtemeldir ki bunu ya kasden yapmış veya onda değişiklikler olmuştur. En doğrusunu Allah bilir.

- istersen sen sözü açığa vur, şüphesiz ki O, gizliyi de gizlinin giz­lisini de bilir.» Bu Kur'an'ı yeri ve yüce gökleri yaratan, gizliyi ve giz­linin de gizlisini bilen (Allah) indirmiştir. Başka bir âyette Allah Te-âlâ şöyle buyurmuştur : «Der ki: Onu (Kur'an'ı) göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir. Şüphesiz ki O, Gafur, Rahîm olandır.» (Furkân, 6). Ali îbn Ebu Talha, îbn Abb&s'm şöyle dediğini nakleder: Gizli; Âdemoğlunun nefsinde gizlemiş olduğu şeydir. Gizlinin gizlisi ise; ya­pacak olduğu şeylerden Âdemoğlunun bilmesinden önce ona gizli olan şeydir. Allah Teâlâ bütün bunları en iyi bilendir. Allah'ın bunlardan geçeni ve kalanı bilmesi bir tek ilimdir. Bu hususta bütün yaratıklar O'nun katında bir tek kişi gibidir. Bu, Allah Teâlâ'nm şu kavli gibi­dir : «Sizin yaratılmanız da, yeniden dirilmeniz de bir kişininki gibi­dir.» (Lokman, 28). «O, gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.» âyeti hak­kında Dahhâk: Gizli; içinden geçirdiğin şey, gizlinin gizlisi de; henüz içinden geçirmediğin şeylerdir, derken Saîd İbn Cübeyr: Sen bugünün gizlediğini bilir yarının gizlediğini bilemezsin. Allah Teâlâ ise bugünün gizlediğini ve yarının gizlediğini en iyi bilendir, demiştir. Mücâhid, ((Gizlinin de gizlisi» ile vesvesenin kasdedildiğini söyler. Mücâhid ve Saîd tbn Cübeyr gizlinin gizlisini; içinden geçirmediğin şeylerden ki­şinin yapacağı şey, olarak açıklamışlardır.

«Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. En güzel isimler O'nundur.» Sana bu Kur'an'ı indiren, kendinden başka ilâh olmayan, en güzel isimler ve en yüce sıfatlar kendisine âit olan Allah'tır. Esmâ-i Hüsnâ hakkında varid olan hadîsler daha önce A'râf sûresinin sonlarında geçmişti. Hamd ve minnet Allah'adır.[2]

 

9 — Ve Musa'nın haberi sana geldi mi? 10 — Hani o, bir ateş görmüştü de ailesine: Durun, ben bir ateş gördüm. Size ya ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol gösteren bulurum, demişti.

 

Musa'nın Haberi

 

Allah Teâlâ burada Hz. Musa'nın kıssasını anlatmaya başlar. Ona vahyin başlangıcı ve Allah'ın onunla konuşması nasıl olmuştur bun­ları anlatır. Bunlar, Hz. Musa'nın kayınpederi ile onun koyunlarını ot­latma hususunda aralarında anlaşmış oldukları sürenin bitiminden sonradır. Söylendiğine göre Hz. Mûsâ, ailesiyle birlikte Mısır ülkesine müteveccihen yola çıkmıştı. Oradan ayrılalı on seneden fazla olmuş­tu. Yanında eşi ile beraber giderken yolunu kaybetti. Soğuk bir geceydi. Bulutlu, karanlık soğuk ve sisli bir gecede dağlar ve vâdîler'ara­sında bir yerde konakladı. Âdet olduğu üzere ateş yakmak için yanın­da bulunan bir çakmak taşını çakmaya başladı. Ancak çakmak taşı çakmıyor, ne bir şerare ne de başka bir şey çıkmıyordu. O, bu durum­da (uğraşıp dururken) Tur dağı tarafından bir ateş göründü. Sağ ta­rafından, orada bulunan dağ yönünden ona bir ateş göründü. Ailesine frıüjde verir ki: «Durun, ben bir ateş gördüm. Size ya ondan bir kor getiririm...» dedi. Başka bir âyette: «Yahut ısınmanız için ateşten, alevi olan bir kor getiririm, dedi.» (Kasas, 29) buyurulur ki bu, hava­nın soğuk olduğuna delâlet eder. Âyetteki «Size ondan bir kor getiri­rim» kısmı da karanlık olduğuna delâlet eder.

«Veya ateşin yanında bir yol gösteren bulurum.» demişti ki; bu, onun yolunu şaşırmış olduğuna delâlet eder. Nitekim Sevrî'nin. Ebu Saîd el-A'ver'den, onun İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetin­de o, «Veya ateşin yanında bir yol gösteren bulurum.» âyeti hakkında şöyle demiştir: «Şayet bana yol gösterecek birini bulamazsam size ya­kacağınız bir ateş get-iririm.»[3]

 

11  — Ateşin yanına gelince; kendisine:Ey Mûsâ, di­ye seslenildi.

12  — Şüphesiz ki senin Rabbın Benim Ben. Pabuçla­rını çıkar. Zîrâ sen, mukaddes vâdîde, Tuvâ'dasın.

13  — Ve Ben, seni  seçtim.  Öyleyse  vahyolunanları dinle.

14  — Şüphesiz ki Ben, Allah'ım. Benden başka hiç bir ilâh yoktur. Öyleyse Bana ibâdet et ve Beni anmak için namaz kıl.

15  — Çünkü kıyamet muhakkak gelecektir. Her ne­fis işlediğinin karşılığını görsün diye onu neredeyse gizli­yorum.

16  — Ona inanmayan ve hevesine uyan kimse seni bundan alıkoymasın, yoksa helak olursun.

 

Allah Teâlâ burada: «Ateşin yanına yaklaşıp ona gelince; kendi­sine : Ey Mûsâ, diye beslenildi.» buyururken bir başka âyette : «Feyizli yerdeki vâdînin sağ yanındaki ağaçtan : «Ey Mûsâ, şüphesiz Ben âlem­lerin Rabbı olan Allah'ım, diye seslenildi.» (Kasas, 30) buyurulmuş-tur. Burada da: «Şüphesiz ki (seninle konuşup sana hitâb eden) se­nin Rabbın Benim Ben. Papuçlannı çıkar.» buyurmuştur. Ali îbn Ebu Tâlib, Ebu Zerr, Ebu Eyyûb ve Seleften bir çokları pabuçlarının öl­müş eşek derisinden olduğunu söylerler. Bulunduğu yere ta'zîm için pabuçlarım çıkarmakla emrolunmuş olduğu da söylenir. Saîd îbn Cü-beyr der ki: Kişi nasıl Kâ'be'ye girmek istediği zaman pabuçlarım çı­karmakla emrolunursa aynı şekilde Hz. Musa'ya da pabuçlarını çıkar­ması emrolunmuştur. Mukaddes arazîye pabuçsuz olarak, yalınayak basması için pabuçlarını çıkarması emrolunmuştur. Ve başka açıkla­malar da getirilmiş olup en doğrusunu Allah bilir. Ali İbn Ebu Talha'-nın îbn Abbâs'tan rivayetine göre; âyetteki ( ^sj* } «Tuvâ» keli­mesi, vâdînin ismidir. Bir çokları da böyle söylemiş olup bu açıklama­ya göre Tuvâ kelimesi, cümle içinde atf-ı beyân olmaktadır. Bu keli­menin; ayaklarıyla yere basmanın emredümesi, anlamında olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilir: Zîrâ orası iki kere mukaddes kılınmış­tır. Tuvâ, kendisinde bereket olan şeydir ki böylece kutsallık tekrarlan­mış oluyor. Ancak bunlardan birinci görüş (İbn Abbâs'ın görüşü) en sahîh olanıdır. Bu, Allah Teâlâ'nın şu âyetine benzemektedir: «Hani Rabbı ona, mukaddes vâdîde «Tuvâ» da şöyle seslenmişti...» (Nâzi-ât, 16).

Allah Teâlâ'nın: «Ve Ben, seni seçtim.» kavli şu âyetine benze­mektedir : «Ey Mûsâ; risâletim ve kelâmımla seni insanlar arasından seçtim.» (A'râf, 144). Yani Allah Teâlâ onu, zamanında mevcûd olan bütün insanlar üzerine seçmiştir. Denilir ki: Allah Teâlâ şöyle buyur­du : Ey Mûsâ, insanlar arasından konuşmamı niçin sana tahsis ettiği­mi biliyor musun? Hz. Mûsâ; hayır, diye cevaü verdi de şöyle buyur­du : «Çünkü senin tevazu' gösterdiğin gibi hiç kimse Bana tevazu' gös­termedi.»

öyleyse şimdi sana söyleyip vahyedeceklerimi iyi dinle: «Şüphe­siz ki Ben, Allah'ım. Benden başka hiç bir ilâh yoktur.» Mükellefler Üzerine ilk vacib olan şey onların, tek ve ortağı olmaksızın Allah'tan başka hiç bir ilâh olmadığını bilmeleridir.

«Öyleyse Bana ibâdet et ve Beni anmak için namaz kıl.» Buranın anlamının: Beni anmak için namaz kıl, şeklinde olduğu da Beni andı­ğın esnada namaz kıl, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bunlardan ikin­ci görüşe İmâm Ahmed'in Abdurrahmân İbn Mehdî kanalıyla... Enes'-tan naklettiği hadîsi delâlet etmektedir ki; bu hadîste Allah Rasûlti şöyle buyurmuş : Sizden birisi namazda uyuduğu veya onu unuttuğu zaman hatırladığında hemen kılsın. Şüphesiz Allah Teâlâ: «Beni an­mak için namaz kıl.» buyurmuştur. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerin-de Enes'ten rivayet edilen, bir hadîste Allah Rasûlü şöyle buyurmuş­tur : Kim bir namaz vaktinde uykuda olur veya unutursa bunun kef-fâreti, hatırladığında onu kılmasıdır. Onun bundan başka keffâreti yoktur.

«Çünkü kıyamet muhakkak gelecektir.» Mutlaka kopacaktır, hiç şüphesiz meydana gelecektir. «Neredeyse onu gizliyorum.» Dahhâk'ın İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, âyeti: Neredeyse onu kendimden bi­le gizleyeceğim geliyor, anlamında olacak şekilde okumuştur. Allah Te­âlâ böyle buyurmuştur. Zîrâ Allah'ın nefsinden hiç bir şey ebediyyen gizli kalmaz. îbn Abbâs'tan rivayetle Saîd İbn Cübeyr: Kendisinden, kendi zâtından, açıklamasını getirir. Mücâhid, Ebu Salih ve Yahya.İbn Râfi' de böyle söylemişlerdir. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali îbn Ebu Tal-ha «Onu neredeyse gizliyorum.» âyetinde Allah Teâlâ'mn şöyle buyur­duğunu söyler: Ona Benim dışımda kimseyi muttali' kılmayacağım. Süddî der ki: Gökler ve yer ehlinden hiç kimse yoktur ki Allah Teâlâ onlardan kıyametin bilgisini saklamamış olsun. Bu âyet İbn Mes'ûd kırâetinde : Neredeyse onu kendimden dahi gizleyeceğim geliyor, an­lamına gelecek şekildedir. Allah Teâlâ burada şöyle buyuruyor: Onu bütün yaratıklardan gizledim. O kadar ki kendimden gizleyebilmiş ol­saydım elbette gizlerdim. Katâde der ki: Âyetin «Onu neredeyse giz­liyorum.» kısmı kırâetlerden bazısında: Kendimden gizleyesim geli­yor, şeklindedir. Yemîn ederim ki Allah Teâlâ onu Mukarrabûn melek­lerinden, peygamberlerden ve rasûllerden gizlemiştir. Ben de derim ki: Bu, Allah Teâlâ'mn : «De ki: Göklerde ve yerde gaybı, Allah'tan baş­ka kimse bilemez.)) (Nemi, 65) âyeti gibidir. Başka bir âyette şöyle bu­yurur : «Onun ağırlığını gökler de, yer de kaldıramaz. O size ansızın gelir.» (A'râf, 187) Onun bilgisi gökler ve yeryüzü halkına ağır gelmiş­tir. İbn Ebu Hâtim'in Ebu Zür'a kanalıyla... Vikâ'dan rivayetine gö­re o, şöyle demiş: Âyetteki kelimesini Saîd İbn Cübeyr ba­na Hemze'nin fethası ve fe harfinin kesresi ile okuttu. Buna göre anlam: Onu neredeyse hemen açıklayacağım geliyor, şeklindedir. (...)

Allah Teâlâ buyurur ki: «Her nefis işlediğinin karşılığını görsün.» Her bir amel edene amelinin karşılığını vermek için onu mutlaka ko­paracağım. ((Kim zerre kadar hayır yapmışsa, onu görür, kim de zer­re kadar kötülük yapmışsa onu görür.» (Zelzele, 7-8), «Çünkü siz, an­cak işlediklerinizin karşılığına çarptırılıyorsunuz, (denir).» (Tur, 16). «Ona inanmayan ve hevesine uyan kimse seni bundan (kıyameti kabulden) alıkoymasın.» âyetinde muhâtablar tek tek mükellefler­dir. Yani: Kıyameti yalanlayan, dünyada kendilerine lezzet veren şey­lere yönelen, Mevlâsma İsyan eden, arzularına uyan kimsenin peşinden gitmeyin. Kim, bunlarda onlara muvafakat etmişse; mutlaka kaybet­miş, hüsrana uğramıştır. «Yoksa helak olursun.» Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmuştur: «Düştüğü zaman malı o kimse­ye fayda vermez.» (Leyi, 11).[4]

 

17  — O sağ elindeki nedir ey Mûsâ?

18  — Dedi ki: O benim değneğimdir. Ona dayanırım, onunla davarıma yaprak silkerim ve daha birçok işlerde ondan faydalanırım.

 

19  — Buyurdu: Ey Mûsâ bırak onu.

20  — O da bıraktı. Bir de ne görsün o, hemen koşan bir yılan oluvermiş.

21  — Buyurdu: Tut onu, korkma. Biz onu yine eski durumuna çevireceğiz.

 

Bu, Allah Teâlâ'nın Mûsâ (a,s.) ya vermiş olduğu bir burhan, bü­yük bir mucize ve harikulade bir şeydir ki; böyle bir şeye Allah'tan baş­kasının güç yetiremeyeceğine ve bunu ancak Allah tarafından gönde­rilmiş bir peygamberin getirebileceğine delâlet eder. Allah Teâlâ: «O sağ elindeki nedir ey Mûsâ?» buyurur ki; müfessirlerden bazısı şöyle diyor: Allah Teâlâ bunu Hz. Musa'ya ancak onu buna alıştırmak üze­re söylemiştir. Yani: Senin şu elinde olan ve bildiğin değneğin var ya; İşte şimdi Bizim ona ne yapacağımızı göreceksin. «O sağ elindeki ne­dir ey Mûsâ?» âyetindeki soru, anlatma ve zihinlere yerleştirme soru­sudur. Hz. Mûsâ da: «O benim değneğimdir, (yürürken) ona dayanı­rım, onunla davarıma yaprak silkerim.» Koyunlarımın yemesi için yap­rakları düşsün diye onunla ağaç silkelerim, dedi. İmâm Mâlik'den ri­vayetle Abdurrahmân İbn Kasım der ki: Âyette geçen ke­limesi; kişinin, ucu kıvrık bir değneği dala takarak yaprak ve meyve­leri düşsün diye onu silkmesidir ki dalı kırmaz. îşte âyetteki silkme budur ve ağacın dalını kırmaz. Meymûn İbn Mihrân da böyle söyle­miştir.

«Ve daha birçok işlerde ondan faydalanırım.» Onda benim için maslahatlar, menfaatlar ve bunun dışında diğer birtakım ihtiyâçlar vardır. Bazıları âyette mübhem bırakılan diğer ihtiyâçların ne oldu­ğu hususunda kendilerini zorlamışlardır. Geceleyin. onun yolunu ay­dınlatırdı, o uyuduğu zaman koyunlarını korurdu, onu dikerdi de he­men bir ağaç olup onu gölgelerdi gibi buna benzer harikulade birta­kım durumlar zikredilmiştir. Halbuki zahir olan şudur ki onun değne­ğinden faydalandığı şeyler bunlar değildir. Şayet böyle olsaydı Hz. Mûsâ, değneğinin bir yılan olmasını garip karşılamaz ve ondan kaç­mazdı. O halde bütün bunlar İsrâiliyâttandır. Aynı şekilde birisinin : Şüphesiz o, Âdem (a.s.) in değneği idi, sözü ile bir başkasının : Kıya­met gününde önce çıkacak olan Dâbbetü'1-Arz odur, sözü de böyledir. İbn Abbâs'tan rivayete göre o, bu değneğin isminin Mâşâ olduğunu söylemiştir. En doğrusunu Allah bilir.

«Buyurdu : Ey Mûsâ, elindeki değneği bırak. O da bıraktı ve bir de ne görsün o, hemen koşan bir yılan oluvermiş.» Derhâl o sana bü­yük bir yılan, sür'atle hareket eden uzun bir ejdarhâ haline geliver­miş. Bir de gördü ki o, sanki beyaz bir yılan gibi hareket ediyor. Bu be­yaz yılan, hareket yönüyle yılanların en hızlısı ve fakat aynı zamanda en küçük olanıdır. Bu ise yani Hz. Musa'nın değneğinden oluşan yı­lan ise son derece büyük ve son derece sür'atli idi. Koşan, hareket eden bir yılandı.

İbn Ebu Hâtİm der ki: Bize babam'm... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o : «O da bıraktı. Bir de ne görsün o, hemen koşan bir yılan olu­vermiş.» âyeti hakkında şöyle demiş : Ondan önce yılan değilmiş. Bir ağaca uğramış ve onu yemiş. Bir kayaya uğramış ve onu yutmuş. Hz. Mûsâ kayanın onun karnına düşerken çıkardığı sesi işitince arkasını dönüp kaçmış. Ey Mûsâ, onu al, diye seslenmiş de almamış. İkinci ke­re : Onu al ve korkma, denilmiş, üçüncü seferinde ona: Muhakkak sen, emîn olanlardansın, denilmiş ve onu almış.

«O da bıraktı. Bir de ne görsün o, hemen koşan bir yılan oluvermiş.» âyeti hakkında Vehb İbn Münebbih der ki: Hz. Mûsâ asasını ye-' re bırakmış kısa bir zaman sonra bakanların kendisine bakakaldığı büyük bir ejderhâ haline gelivermiş. Bir şeyler arar gibi hareket et­meye başlamış. Sanki yakalayacak bir şeyler arar gibiymiş. Hâmile bir deve büyüklüğünde bir kayaya uğrayıp onu yutmuş. Büyük bir ağacın köküne köpek dişlerinden biriyle vurup onu yerinden sökmüş. Gözleri ateş gibi yamyormuş. Asanın eğri kısmı bir yeleye dönmüş. Ye­lesinin kıllarının kısa mızrak gibi olduğu söylenir. Asasının iki bu­dağı, içinde azı ve köpek dişleri olan, bu dişleri gıcırdayan geniş bir kuyuya dönüşmüş. Hz. Mûsâ bunu görünce arkasını dönüp hiç ardı­na bakmadan kaçmış ve uzaklaşmış. Artık yılanı arkasında bıraktı­ğım gördüğünde, Rabbını hatırlayıp Rabbından utanarak durmuş. Son­ra ona : Ey Mûsâ, olduğun yere dön, diye seslenilmiş ve o da müdhiş bir korku içinde dönmüş. «Onu elinle tut, korkma, Biz yine eski durumuna çevireceğiz.» buyurmuş. O sırada Hz. Musa'nın üzerinde yün­den bir kaftan varmış.(...) Rab Teâlâ asasını almayı ona emrettiğin­de, kaftanın bir ucunu eli üzerine uzatmış. Melek ona: Ey Mûsâ, şa­yet Allah Teâlâ senin korktuğun şeye izin vermiş olsaydı ne dersin kaftan sana bir fayda sağlar mıydı? diye sormuş, Hz. Mûsâ: Hayır, fakat ben güçsüzüm, güçsüzlükten yaratıldım, deyip kaftanı elinden atmış, sonra elini yılanın ağzı üzerine koymuş. Onun azı ve köpek diş­lerinin sesini işitmiş. Avucunu yummuş bir de görmüş ki yılan, eski­den almış olduğu asâsıdır ve elinde dayandığı zaman iki budağı ara­sında daha önce koymakta olduğu yerinde imiş. Bu sebepledir ki Al­lah Teâlâ: Biz onu yine eski durumuna, bundan önce bilmekte oldu­ğun haline çevireceğiz, buyurmuştur.[5]

 

22 — Elini de koltuğunun altına koy ki diğer bir mu­cize olarak kusursuz, bembeyaz çıksın.

23  — Bununla sana daha büyük mucizelerimizi gös­terelim.

24  — Firavun'a git, doğrusu o, azmıştır.

25  — Dedi ki: Rabbım, göğsümü aç.

26  — îşimi kolaylaştır.

27  — Dilimden de düğümü çöz ki,

28  — Sözümü iyi anlasınlar.

29  — Kendi ailemden bir vezîr ver bana.

30  — Kardeşim Harun'u.

31  — Onunla destekle beni.

32  — Onu işimizde ortak yap,

33  — Ki Seni daha çok tesbîh edelim.

34  — Ve Seni daha çok analım.

35  — Şüphesiz ki Sen, bizi görmektesin.

 

Firavun İle Yüzyüze

 

Bu da Hz. Mûsâ (a.s.) ya verilen ikinci bir burhandır. Diğer bir âyette açıkça belirtildiği gibi Allah Teâlâ ona elini cebine sokmasını emretmiştir. Burada bu durum «Elini de koltuğunun altına koy.» kav-liyle ifâde edilmiştir. Başka bir yerde ise şöyle buyurulur: «Elini koy­nuna sok... Bu ikisi Firavun ve erkânına karşı Rabbmdan iki burhan­dır.» (Kasas, 32). Mücâhid «Elini koltuğunun altına koy.» âyeti ile Hz. Musa'nın elini pazusu altına koymakla emrolunduğunu söyler. Hz. Mûsâ (a.s.) elini cebine sokup ta sonra çıkardığında o, bir ay parçası gibi parlamıştır.

Allah Teâlâ : «Kusursuz, bembeyaz çıksın.» buyurur ki; burada elinin alatenlilikten, hastalıktan veya herhangi bir ayıptan âıî olarak çıkacağı haber verilmiştir. Bu açıklama İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Katâde, Dahhâk, Süddî ve başkalarının sözüdür. Hasan el-Basrî der ki: Mûsâ elini çıkardı, Allah'a yemîn olsun ki o, bir lâmba gibi (par­lıyordu). Böylece Hz. Mûsâ, Rabbına kavuşmuş olduğunu bilip anladı. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Bununla sana daha büyük mucizele­rimizi gösterelim.» buyurmuştur. Vehb der ki: Rabbı ona : Yaklaş, bu­yurdu. Yaklaşmaya devam etti de nihayet sırtım ağacın bir dalma yas­ladı, sükûnet buldu, titremesi geçti, elini değneğinde topladı, Rabbına baş ve boyun eğdi.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Firavun'a git, doğrusu o, azmıştır.» Da­ha önce kendisinden kaçarak Mısır'dan çıkmış olduğun Mısır kralı Firavun'a git. Onu tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdete çağır. Ona em­ret; tsrâiloğullanna iyi davransın, onlara işkence etmesin. Şüphesiz o, azıp haddi aşmıştır. Dünya hayatını tercih etmiş ve en yüce Rabbı unutmuştur. Vehb İbn Münebbih der ki: Allah Teâlâ Musa'ya şöyle buyurmuş: Benim risâletimle git. Şüphesiz sen, korumam ve gözet­mem altındasın. Ben, seninle beraberim, sana yardım ediciyim. Ben sana hükümranlığımdan öyle bir kalkan giydiririm ki, Benim emrimi yerine getirmede gücünü onunla kemâle erdireceksin. Sen, Benim or­dularımdan büyük bir ordusun. Seni yaratıklarımdan zayıf bir yaratı­ğa peygamber olarak gönderdim. Benim hilemden emîn olmuş, dünya ona beni unutturmuş ve sonunda Benim hakkımı, Benim Rab olduğu­mu inkârla Beni tanımadığını sanmıştır. îzzetim adına yenıîn ederim ki şayet zâtımla yaratıklarım arasında koymuş olduğum kader olma­mış olsaydı; onu öfkesiyle göklerin, yerin, dağların ve denizlerin öfke­leneceği cabbâr bir sultânın yakalayışıyla yakalardım. Göğe emretmiş olsaydım onun tepesine taş yağdırırdı. Yeryüzüne emretmiş olsaydım onu yutardı. Dağlara emretmiş olsaydım onu helak ederdi. Denizlere emretmiş olsaydım onu boğardı. Fakat o Bana son derece hafif ve kü­çüktür, gözümden düşmüştür. Ancak hilmim onu kuşatmış ve katım­da olanlarla ondan müstağni olmuşumdur. Benim hakkım şudur ki; Ben zengin olanım, Benim dışımda zengin yok. Ona Benim risâletimi ulaştır, onu Bana ibâdete, Beni bilmeye ve ibâdeti yegâne bana yap­maya çağır. Benim (geçmiş ümmetleri helak ettiğim) günlerimi ona hatırlat. İntikam ve baskınımla onu uyar. Ona haber ver ki, Benim öfkemin karşısında hiç bir şey duramaz. Bununla beraber ona yumu­şak söz söyle. Olur ki öğüt alır veya korkar. Ona haber ver ki Ben, öf­ke ve cezalandırmaktan affetme ve bağışlamaya daha çabuk olammdır. Ona dünya elbiselerinden giydirmiş olduklarım seni korkutmasın. Onun kaderi Benim elimdedir. Benim iznimle konuşur, gözünü açıp kapata­bilir ve nefes alabilir. Ona de ki: Rabbına icabet et. Şüphesiz O'nun bağışlaması geniştir. Sana dört yüz sene mühlet vermiştir. Bunların tamâmında sen O'nunla harb halinde oldun, O'na sövdün ve O'na ben­zemeye çalıştın. Kullarını O'nun yolundan alıkoydun. Gök sana yağ­mur yağdırdı, yeryüzü sana bitkiler bitirdi. Hiç hastalanmadın, yaş­lanmadın, muhtaç düşmedin. Şayet seni hemen cezalandırmayı dile­miş olsaydı, bunu mutlaka yapardı. Fakat O, vakar sahibidir, büyük bir hilim sahibidir. Onunla bizzat sen ve kardeşin mücâdele edin. Onun­la cihâdda Allah'ın hoşnûdluğunu dileyin. Şüphesiz Ben, onun güç ye-tiremeyeceği bir orduyla ona gitmeyi dilemiş olsaydım bunu yapardım. Fakat şu kendini ve kalabalığını beğenmiş olan güçsüz kul, az bir topluluğun —Benim taraftârlanm asla az olmaz— Benim iznimle kala­balık topluluklara galip geleceğini bilsin. Onun debdebesi ve ona ve­rilen nimetler ikinizi şaşırtmasın. Bunlara ikiniz de göz dikmeyin. Şüp­hesiz bunlar, dünya hayatının ve nimet içinde yüzenlerin süsüdür. Şa­yet dilemiş olsaydım, Firavun baktığı zaman ikinize verilenin bir mis­line gücünün yetmeyeceğini bilmesi için size dünyadan bir zînet verip sizi süsleyebilirdim. Ve dileseydim bunu yapardım. Fakat sizin için bunu arzu etmiyorum ve bunları sizden uzaklaştınyorum. Ben dostla­rıma böyle yaparım. Bu konuda eskiden beri geçerli olan sünnetim bu­dur. Ben onları (dostlarımı) şefkatli bir çobanın develerini eziyet ve­rici konaklama yeri ve ağıllardan koruduğu gibi dünyanın nimetlerin­den ve bolluklarından uzaklaştırırım. Bu, onların Benim katımda ha-kîr olmalarından değildir. Fakat Benim şereflendirmemden paylarını tâm olarak almaları, dünyanın onların paylarını eksiltmemesi içindir bu. Bil ki dünyada kullar, Benim katımda zühdden daha üstün olan bir süsle Benim için süslenmiş değillerdir. Dünyada zühd; Allah'tan korkanların süsüdür. Onların üzerinde bundan bir elbise vardır ki onunla sükûnet ve huşu' ile tanınırlar. Secde izinden yüzlerinde bir işaret vardır. Alâmetleri budur. İşte onlar Benim gerçek dostlanmdır. Onlara rastladığın zaman onlara karşı yumuşak davran, kalbini ve di­lini onlara karşı zelîl kıl. Bil ki kim Benim bir dostumu hakîr görür veya korkutursa Bana harb ilân etmiştir. Muharebeyi Benimle o baş­latmış, nefsini bu tehlikeye atmış ve Beni muharebeye o çağırmıştır. Şüphesiz Ben, dostlarıma yardımda en sür'atliyimdir. Benimle harb eden Bana karşı durabileceğini mi sanıyor? Benimle mübâreze eden yoksa Beni geçeceğini mi sanıyor? Dünyada ve âhirette onlardan inti­kam alıcı olan Ben iken bu nasıl olabilir? Dostlarımdan zor durumda kalanlarını Ben kendimden başkasına havale etmezken bu nasıl ola­cak? Vehb îbn Münebbih'in bu sözlerini îbn Ebu Hatim rivayet et­miştir.

«Dedi ki: Rabbım, göğsümü aç. İşimi kolaylaştır.» sözleri Hz. Mu­sa'nın Rabbından İsteğidir. O'ndan kendisini gönderdiği işte göğsüne genişlik vermesini istemiştir. Şüphesiz O, Musa'ya büyük bir İş, önem­li bir yük yüklemiş, emretmiştir. Allah Teâlâ Musa'yı o zamanki yer-' yüzü üzerinde olan kralların en büyüğüne, en zâlimine, küfürde en şiddetli olanına, ordusu en çok, ülkesi en ma'mur olanına, en azgın ve İnâdlaşmada en üstün olanına peygamber olarak göndermiştir. O ka­dar azmıştır ki Allah'ı tanımadığını, kendisi dışında tebaası için bir tanrı olduğunu iddia etmiştir.

Hz. Mûsâ çocukluğu süresince Firavun'un evinde, kucağında, yatağında kalmıştır. Sonra onlardan birisini öldürmüş, onların kendisi­ni öldüreceğinden korkup bu emir kendisine verilinceye kadar ki sü­renin tamâmında onlardan kaçmıştır. Bunlardan sonra Rabbı onu, kendilerini Allah'a çağıran, tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdete da­vet eden bir uyarıcı olarak göndermiştir. Bunun içindir ki Hz. Mûsâ : «Rabbım, göğsümü aç. İşimi kolaylaştır.» diye duâ etmiştir. Yani Hz. Mûsâ şöyle demek istemiştir: Eğer benim yardımcım ve desteğim Sen olmazsan buna benim gücüm yetmez.

«Dilimden de düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar.» (Çocuklu­ğunda) Hz. Musa'ya bir hurma ve bir kor gösterilmişti de kor parça­sını alıp dili üzerine koymuş ve bu sebeple onun dilinde bir kekemelik hâsıl olmuştu. Nitekim ilerde bunun açıklaması gelecektir. Hz. Mûsâ kekemeliğinin bütünüyle giderilmesini değil istediğini karşısmdakile-rinin anlayabileceği kadarıyla kekemeliğinin giderilmesini istemiştir ki bu da ihtiyâç kadarıdır. Şayet tümden giderilmesini istemiş olsaydı, elbette kekemelik bütünüyle zail olurdu. Fakat peygamberler, ancak ihtiyâç kadarını isterler. Bunun içindir ki onda kekemelikten bir eser kalmıştır. Allah Teâlâ Firavun'un şöyle dediğini haber verir: «Ben, sözü açık söylemeyecek derecede zavallı olan şu adamdan daha değerli değil miyim?» (Zuhruf, 52). Hasan el-Basrî: «Dilimden düğümü çöz.» âyeti hakkında der ki: Bir düğüm çözülmüştür. Şayet bundan fazlası­nı istemiş olsaydı ona verilirdi. îbn Abbâs şöyle diyor: Hz. Mûsâ Rab-bma öldürmüş olduğu kişi hakkında Firavun ailesinden olan korkusu ve dilindeki düğümü şikâyet etmiştir. Onun dilinde bir düğüm vardı ki çokça konuşmasını engelliyordu. Kendisine yardımcı olmak, diliyle fasîh olarak anlatamayacağı birçok şeyi onun yerine konuşmak üzere Rabbından kardeşi Harun'u kendisine yardımcı kılmasını da istemişti. Allah Teâlâ ona istediğini vermiş, dilindeki bağı çözmüştür. İbn Ebu Hatim der ki: Amr İbn Osman kanalıyla... Muhammed İbn Kâ'b'm arkadaşlarından, birisi ondan şöyle rivayet ediyor : Ona bir akrabası gelmiş ve : Okumandaki tutukluk ve konuşmandaki bozukluk olma­saydı, sende başkaca hiç bir zarar (bir kötülük) yoktu, demişti. Kurazî ona: Ey kardeşim oğlu, sana bir şeyler anlattığım zaman anlatama­dım mı? diye sordu da o; evet (anlatıyorsun), dedi. Kurazî şöyle de­vam etti: Şüphesiz Mûsâ (a.s.) Rabbından îsrâüoğullarının sözünü an­lamaları için dilindeki düğümün çözülmesini istemiş bundan daha faz­lasını istememiştir. İbn Ebu Hâtim'in rivâyetindeki lâfzı budur.

«Kendi ailemden bir vezîr ver bana. Kardeşim Harun'u.» kavli Hz. Musa'nın kendi dışındaki bir işte Allah Teâlâ'dan bir isteği olup bu; kardeşi Harun'un kendisine yardımcı olmasıdır. Sevrî'nin Ebu Saîd'-den, onun İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle demis,: Hz. Musa'ya peygamberlik verildiği saatta Hz. Harun'a da pey­gamberlik verilmiştir. İbn Ebu Hâtim'in îbn Nemîr kanalıyla... Hz. Aişe'den rivayetine göre o, bir umreye çıktığında birtakım bedevilerin yanında konaklamış ve birisinin şöyle dediğini işitmiş: Dünyada kar­deşine en faydalı olan hangi kardeştir? Onlar: Bilmiyoruz, demişler. Adam : Allah'a yemîn ederim ki ben biliyorum, demiş. Hz. Âişe der ki: Kendi kendime: Yemininde hiç kimseyi istisna etmedi. Şüphesiz o, dünyada kardeşi için en faydalı olan kardeşin hangisi olduğunu bili­yor, dedim. Adam : Kardeşi için peygamberlik istediği zamanda Musa'­dır, dedi. Ben: Allah'a yemîn olsun ki doğru söyledi, dedim. îşte bu hususta Allah Teâlâ Hz. Mûsâ (a.s.) yi övme sadedinde şöyle buyur­muştur: «Ve o, Allah katında değerli idi.»  (Ahzâb, 69).

((Onunla destekle beni.» âyetindeki ( isjj\' ) kelimesi Mücâhid'e göre «sırtımı» anlamında olup, buna göre âyeti: Onunla sırtımı, ar­kamı güçlendir, şeklinde anlamak gerekir. «Onu işimde (kendisiyle is­tişare etmemde) ortak yap ki Seni daha çok tesbîh edelim.» Mücâhid şöyle diyor: Kul dikilirken ve yan üstü uzanmışken Allah'ı anmadık­ça Allah'ı çok ananlardan olmaz.

«Şüphesiz ki Sen, bizi görmektesin.» Bizi seçmede, bize peygam­berlik vermede, düşmanın Firavun'a bizi peygamber olarak gönderme­de muhakkak Sen bizi görmektesin. Bundan dolayı hamd Sana'dır.[6]

**********************

 

İzâhı

 

Birinci Mesele : Duanın fayda ve şartlan mes'elesidir. Bu mes'ele hakkında «Ey Rabbımız, unuttuk veya yanıldıysak sorumlu tutma bi­zi.» (Bakara, 256) âyetini tefsîr ederken bilgi verilmişti. Burada sâ­dece konuyla ilgili birkaç mes'eleye temas etmekle yetineceğiz. Olgun­luk kavramının bir dizi mertebeleri vardır ve bunların en üst basama­ğı da kişinin hem kendisi kâmil, hem de başkalarını kemâle erdirici, olgunlaştmcı olması halidir. Şimdi bu basamağın birinci şıkkını ele alalım. Kâmil (olgun) olan bir zâtın olgunluğu kendi zâtının gereği olur. Yapısının gereği olgun olan her bir şahıs ise ezelde olgun olur. Fakat böyle bir zât, ezelde başkalarını olgunlaştmcı olamaz. Çünkü ol­gunlaştırmak, olgun olmayan bir şeyi olgunlaştırmaktan ibarettir. Bu İse ancak olgunluğun olmaması halinde meydana gelir, gerçekleşir. Zî-râ ezelde olgun olmuş olsaydı, kendisine etki etmek imkânsız olurdu. Çünkü zâten elde edilmiş bir şey bir kez daha elde edilemeyeceği gibi, olan bir şey tekrar oluşturulmaz. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah her ne kadar başlangıcı olmayan zamandan beri olgun îse de, ancak gelecekteki sonsuz zaman içinde olgunlaştıncı olur. Bu noktada, olgunlaştır­manın da olgunluğun bir parçası olduğu düşüncesinden hareket edi­lerek, yüce Allah'ın ezelde başkalarını olgunlaştıncı olmaması halin­de bir olgunluk sahibi olamayacağı ve böylece Allah'ın noksan sıfatıy­la nitelenmesi gerekeceği bunun da muhal olduğu gibi bir İtirazda bu­lunulabilir. Bu itiraza verilecek cevab şu şekildedir: Eğer bu, ezelde mümkün olsaydı, bu durumun olmaması olgunluğun olmaması gibi bir sonucu çıkarırdı. Bununla biz, sâdece fiil-i ezelî'nin muhal olduğunu isbât etmek istiyoruz ki, buna göre ezelde olgunlaştırma da muhal olur ve böyle bir fiilin olmaması Zât-ı Bârî için bir eksiklik sayılamaz. Nitekim, mümkîn el-vücûd olmadığı için Yüce Allah'ın, zâtı gibi bir varlığı meydana getiremeyeceğini söylemek de Allah Teâlâ için bir nok­sanlık ifâde etmez. Keza Allah Teâlâ cennet ehlinin hareketlerini mu­fassal olarak bilmez, demememiz de böyledir. Çünkü mufassal bir sa­yısı olan her şey sonludur. Cennet ehlinin hareketleri ise sonsuzdur ve dolayısıyla mufassal bir sayısı olamaz. O halde bunlar ilim sıfatında bulunan bir noksanlıktan değil, haddi zâtında meydana gelmesi müm­kün olmadığından dolayıdır. Şimdi bu girişten sonra diyoruz ki; Ce-nâb-ı Allah eşyayı var etmek istediği zaman bundan maksadı eksik olan varlıkları olgunlaştırmak olduğuna, çünkü mümkinât var olma­ya elverişli bulunduğu ve var olma sıfatı da olgunluk sıfatı olduğuna göre O'nun olgunlaştırma kudreti mümkinât için olgunluk sofrasını kurmayı gerektirdi. Zât-ı Bârî, yok olanların bir kısmını bu sofraya oturturken, bir kısmını da oturtmadı. Bunun sebeplerini şöyle sırala­yabiliriz. : 1) Yok olan şeyler sonsuzdur. Onun için, şayet bütün yok­lar bu var olma sofrasına oturtulsaydı, sonsuz şeyler var olacaktı. 2) Eğer bütün yoklan var etseydi, artık var etmeye kadir olarak kal­mayacaktı. Çünkü var olan şeylerin var edilmesi muhaldir. Yokların tümünü var etmek her ne kadar eksik olan bir şey için bir olgunluk İse de, kudret sahibi olan birini yaratacağı bir şey kalmamakla itibarî olarak acze düşüreceği için olgun bir varlığın noksan bir varlık haline gelmesi neticesine götürürdü. 3) Eğer tüm yoklar var edilmiş olsalar­dı, artık bir ayırma imkânı kalmaz, gücü yeten ile zorunlu olarak ya­pan birbirinden ayrılamazdı. Oysa güç yetirme bir olgunluk sıfatı ol­duğu gibi, zorunluluk da bir noksanlıktır. İşte bu sebeplerden dolayı­dır ki, Yüce Allah mümkinâtın sâdece bir kısmım varlık'âlemine çıkar­mıştır. Ancak bu noktada da iki suâl, sorulabilir: 1) Var edilen eşya sınırlı ve yokluk âleminde kalanlar ise sınırsız olduğuna, aralarında hiç bir bağ, ilgi olmadığına, mahrum bırakılanlar sonsuz olduğuna gö­re bu ziyafet az olan bir kesime verilmiş olmuyor mu? Bu var etme için; tâm bir var etmedir, denebilir mi? 2) Şayet bu ziyafete alınanİar bunu hak etmiş iseler, ne ile hak etmişlerdir? Yok eğer hak etme­mişlerse bu sınırlı davet bir abeslik taşımıyor mu? Bu ise muhal değil midir ve Yüce Allah'a nasıl yakıştınlabilir? Cevab: Bu şüphelerin akıl ve hayâllerde yer alıp dolaşması; Yüce Allah'ın fiillerini insan fiiline benzetme ve Allah'ın fiillerini insanlannkiyle kıyaslama düşüncesin­den kaynaklanıyor. Oysa bu, doğru değildir. Çünkü O, yaptıklarından sorulmaz. Oysa insanlar sorulurlar. O halde O'nun bütün mümkinita şâmil rahmet nurundan taşan bu varlık genel bir ziyafet, kapsamlı bir sofra niteliğindedir. «Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır.» (A'râf, 156) âyeti de bu mânâyı ihtiva etmektedir. Bir de şöyle düşünelim: Mev­cudatın canlı ve cansızlar diye iki kısma ayrıldığını biliyoruz. Şu hu­susta şüphe yoktur ki, yokluğa kıyasla varlık ne ise, cansıza kıyasla canlı da odur. Çünkü cansız, varlığından habersizdir. Ona göre varlığı ile yokluğu aynı şeydir. Ona nisbetle varlığı yokluk; yokluğu da varlık gibidir. Canlı ise, var olan ile yok olanı birbirinden ayırır. Ona göre bu iki kavram ayrı ayrı şeylerdir. Ve yine cansızlar canlı varlıkların araç­ları durumundadırlar. Çünkü canlı varlıklar, onları kendi iş ve yarar­larında kullanırlar. Binâenaleyh cansız varlıklar adetâ itaatkâr birer köle, canlılar ise onlara hâkim efendiler durumundadır. Öyle ise can­lılık, cansızlıktan daha şerefli ve üstün bir meziyettir. Ve Yüce Allah'­ın lütuf ve rahmeti, mümkinâtın bir kısmını varlık sofrasına oturtup bazılarını oturtmamayı gerektirdiği gibi, mevcudatın bir kısmını ha­yat sofrasına almayı, bir kısmını ise almamayı iktizâ etti. Ve mevcu­datın bir kısmını canlı, diğer bir kısmını ise cansız yarattı. Cansızlğa oranla canlılık ise; karanlığa oranla ışık, körlüğe oranla görmek ve yokluğa oranla varlık gibidir. Bu iktizâ muvacehesinde mevcudatın bir kısmı; iyiyi-kötüyü, acıyı-tatlıyı, hayrı ve şerri algılayabilecek bi­rer canlı oldular. îşte bu noktada canlılar şöyle dediler: Rabbımız, biz varlık ve hayat elbisesini bulduk; bizi bunlarla şereflendirdin. Fakat bu durum ihtiyâçlarımızın artmasına yol açtı. Çünkü biz, yokluk ve cansızlık halinde iken "mizacımıza uygun olana muhtaç; yapımıza uy­mayan ve ezâ veren şeylerden korkar değildik. Şimdi ise varlık ve can­lılık olunca yapımıza uygun olanı elde etmeye, ters olanı ise uzaklaş­tırmaya muhtaç olduk. Bu durumda eğer kaçmak, istemek, uzaklaş­tırmak ve elde etmek gibi güçlerimiz olmazsa; yolda oturmuş, her tür­lü felâkete açık, musibet oklarına hedef olan bir zavallıdan farksız ola­cağız. Bize rahmet hazînelerinden güç ve kuvvet ver. Onlarla arzula­dığımızın peşinden koşmaya, korktuğumuzdan kaçmaya güç yetire-lim. İşte bunun üzerine Allah (c.c.) m sonsuz rahmeti, canlıların bir kısmına güç ve kuvvet vermeyi gerektirdi. Nitekim aynı rahmet mev­cudatın bir kısmına hayat, yokların bir kısmına vücûd verilmesini de gerektirmişti. Kendilerine bu güç ve kuvvet verilen canlılar bu defa şöyle dediler : Ey bizim cömert ve merhametli Allah'ımız, akıldan mah­rum bir hayat ve kuvvet; ancak ya zincirlerle bağlanacak olan delilere veya yük taşımada kullanılacak olan hayvanlara mahsûstur. Bütün bun­lar ise noksan sıfatlardır. Sen bizi eksiklik çukurundan olgunluk bulut­larına yükselttin. Bize, mahlûkâtmm en şereflisi olan, «seninle sorum­lu tutar, seninle mükâfat ve ceza veririm» diyerek şereflendirdiğin o en kıymetli yaratığına akıldan bir pay lütfet ki, senin o rahmet hazî­nelerinden en güzel elbiseler giymiş, tam bir şeref ve fazilet elde etmiş olalım. Canlıların bu isteği üzerine Allah Teâlâ onlara akıl verdi ve onların ruhlarına basiret nuru ve hidâyet cevheri koydu. Böylece ruh­lar, dört nişan almış oldular; Varlık, hayat, kuvvet ve akıl. Bunların sonuncusu akıldır. Sonuncu olan ise en üst mertebede bulunur. Nite­kim Hz. Peygamber (s.a.) de Peygamberlerin (a.s.) sonuncusu olduğu için, onların en fazîletlisidir. Aynı şekilde insan, cismânî mahlûkâtın sonuncusu olduğu için onların en fazîletlisidir. Akıl da Yüce Allah'ın bahşettiği nişanların sonuncusu olduğu için, en üstün ve en değerli­dir. Sonra akıl, kendi kendine baktı ve kendini kıymetli mücevherat dolu bir çanağa benzetti. Hattâ parlayan yıldızlarla dolu bir semâyı andırıyordu. Burada mücevherat ve yıldızlar, akıl ve zihinde bulunan kesin zarurî bilgiler gibidir. Nasıl ki göklerde bulunan yıldızlar, kara ve denizin karanlıklarında yol bulmaya yarayan işaretler durumunda iseler akıl semâsına takılmış olan inciler mesâbesindeki zarurî bilgiler de, cismânî âlemin karanlıklarından rûhânî âlemin nurlarına doğru yol almak durumunda olanların kendileriyle yollarını buldukları par­lak yıldızlar gibidir. Bu noktada o parlak yıldızlara, o kıymetli incilere bakan akıl; onlar üzerinde hudûs (sonradan var olma) izini gördü ve buradan bu izlerin bir meydana getiricisi olduğu, bu işaretlerin ve na­kışların bir İşaretleyicisi, yapıcısı olduğu fikrine intikâl etti. İşte o za­man bu nakışları yapanın bunlardan farklı olduğunu, binayı inşâ ede­nin binadan başka ve farklı biri olduğunu anladı. Bu anlama üzerine ona sonradan var edilen âlemin en yüksek semâsından ezeliyet âlemi­nin manzaralarına, ışıklarına bakan pencereler açıldı ve bu âlemi bu­radan temaşa etti. Akıl bu âlemin ışıklarına, hudûs ve imkân âlemi­nin karanlıklarından baktığı içindir ki, ezelî nurların ihtişamı onu sarstı ve gözleri görmez oldu. Şaşırmış bir halde olan akıl, tabîatı ge­reği yine, o nurları saçan Allah (c.c.) a sığındı ve : «Rabbım, göğsümü aç.» diye niyaz etti. Çünkü denizler derin, karanlıklar yoğun, yolda İse iç ve dış düşmanlardan oluşan birçok şakiler vardır, ins ve cin şeytân­ları çoktur. Onun için, eğer Sen benim göğsümü açmazsan, bana bü­tün işlerde yardımcı olmazsan ben kesilir kalırım. Bu nişanlar ise sâdece belâlara dûçâr kalmama sebep olur, yüksek mevkilere çıkmama değil. İşte âyetin «Rabbım, göğsümü aç.» kısmından murâd bunlar­dır. Sonra «İşimi kolaylaştır.» buyuruluyor. Çünkü insan, yaptığı her bir fiil, söz, hareket ve duruşları dilemezse onları yapan da yapamaz. Fakat insanın bu dilemesi sonradan meydana gelen (hadis olan) bir sıfattır ki, bu sıfatı da meydana getiren biri olması gerekir. Şayet bu irâdenin faili o insanın kendisi ise onu elde etmek için bir başka irâ­deye (irâde sıfatına) ihtiyâcı olacak ve bu, sonsuza dek uzayıp gide­cektir. O halde teselsülün kâinatın idare edicisinin yaratacağı bir irâ­dede durması zarurîdir. Bu durumda gerçekte tüm işleri kolaylaştıran, tüm eşyayı tamamlayıp gerçekleştiren Yüce Allah'ın kendisi olmuş olur. Bu noktayı biraz daha açmak gerekirse; sıfatın meydana gelme­si için mutlaka bir kabul edicinin ve bir failin bulunması zorunludur. Bunun içindir ki, âyet-i kerîme'de kabul edicinin isti'dâdı «Rabbim, göğsümü aç.» şıkkıyla ifâde edilirken, fail de «İşimi kolaylaştır.» kav-liyle ifâde edilmiş oluyor. Burada kişiye kabiliyetini ve fâiliyetini ve­renin Yüce Allah olduğuna dikkat çekilmektedir. Bunun içindir ki; selef: Ey nimetleri hak etmeden önce veren, diye duâ ederlerdi. Bu iki cümlecik bu âlemde meydana gelen her bir şeyin Allah (c.c.) m kaza, kader, hikmet ve kudretiyle olduğuna delâlet eden kesin bir delil mahiyetindedir. Şöyle de demek mümkündür: Sanki Musa (a.s.) göyle demiştir: Allahım, göğsümü açmanla yetinmiyorum. Aynca Senden işin yerine getirilmesini, gayenin elde edilmesini istiyorum. Yahut şöy­le de denebilir : Cenâb-ı Allah Mûsâ (a.s.) ya varlık, hayat, kudret, ve akıl nimetlerini verince, ona şöyle seslenmiştir: Ey Mûsâ, sana bu dört nimeti verdim. Bunlara mukabil her bir nimeti bir vazife ile kar­şılaman gerekir. Mûsâ (a.s.) : O vazifeler nelerdir ey Rabbım? diye suâl edince, Cenâb-ı Allah şöyle cevab vermiştir: Beni hatırlamak için namaz kıl. Çünkü onda dört nevi vazife bulunmaktadır. Ki bunlar.: kı­yam, kırâet, rükûa varmak ve secde etmektir. Binâenaleyh namaz kıl­dığın zaman, her nimete karşılık bir vazifeyi yerine getirmiş olursun. Bundan sonra Yüce Allah ona bir beşinci payeyi, peygamberliği verin­ce Mûsâ (a.s.) : «Rabbım, göğsümü aç.» diye niyazda bulunmuş; aç' ki bu nimete hangi vazife ile karşılık vereceğimi bileyim, demiştir. Bunun üzerine kendisine şöyle cevab verilmiştir: Bu peygamberlik gö­revini istenen şekilde yerine getirmeye çalışarak karşılık vereceksin. Mûsâ (a.s.) nın bunun üzerine yakarışı şöyle olmuştur : «Ey Rabbım, âciz, zayıf, maddî imkânı kıt ve düşmanı çok olan ben bunu yapa­mam. Onun için, göğsümü aç ve işimi kolaylaştır.»

İkinci Mes'ele: Kesinlikle bilinmelidir ki duâ Allah (c.c.) a yakın olmanın bir vasıtası ve sebebidir. Mûsâ (a.s.) da O'na yaklaşmak için bu duayı yapmıştır. Bu mes'elede iki konuyu açıklamak durumunda kakacağız: Duanın, Allah (c.c.) a yakınlığın vâsıtası olması ve Mû-sâ (a.s.) nın bu dua ile Yüce Allah'a yakınlaşmayı istemiş olması. Du­anın Allah Teâlâ'ya yakınlığın aracı olduğunu birkaç delille açıklaya­biliriz : 1) Yüce Allah Kur'an'da suâl ve cevab tarzında ifâdeyi birçok yerde isti'mâl etmiştir. Bunların kimi temel, kimi ise fer'î mes'eleler-dir. Birinci türde olanlara birkaç örnek verelim: 1) Bakara sûresinde «Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar, insanların fay­dası ve haco için birer vakit ölçüleridir», mealindeki âyet. (Bakara, 189) 2) tsrâ sûresinde «Sana ruhtan sorarlar. De ki: Rûh, Rabbımm em-rindendir...» (îsrâ, 85) âyeti. 3) «Sana dağlardan sorarlar. De ki: Rabbım, onları ufalayıp savuracak.» (Tâ-Hâ, 105). 4) «Sana kı­yametin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar.» (A'râf, 187; Nâziât, 42). Birkaç örnek de ikinci türdeküere verelim: 1) «Sana ne intak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan her ne infâk ederseniz ana-babanın ve akrabanın... hakkıdır.» (Bakara, 215). 2) «Sana haram ayından ve onda savaştan soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak; büyük bir günâhtır.» (Bakara, 217). 3) «Sana içkiden ve kumardan soruyor­lar. De ki: İkisinde de büyük günâh vardır.» (Bakara, 219). 4) «Sana ne infâk edeceklerini soruyorlar. De ki: Af.» (Bakara, 219). 5) «Sa­na yetimlerden soruyorlar. De ki: Onlar için ıslâhta bulunmak hayır­lıdır.» (Bakara, 220). 6) «Sana âdet halinden de soruyorlar. De ki: O bir ezadır.» (Bakara, 222). 7) «Sana ganimetlerden sorarlar. De ki: Ganimetler, Allah'ın ve Rasûlünündür.» (Enfâl, 1) 8) «Sana Zülkar-neyn'i sorarlar. Onu size anlatacağım, de.» (Kehf, 83): 9) «O gerçek mi? diye senden haber sorarlar. De ki: Rabbıma andolsun ki o, mu­hakkak gerçektir.» (Yûnus, 10). 10) «Senden fetva isterler. De ki: Si­ze babası ve çocuğu olmayanın mîrâsı hakkındaki fetvayı Allah veri­yor.» (Nisa, 176). 11) «Kullarım sana Beni sorarsa, şüphesiz ki Ben, çok yakınım.»' (Bakara, 186). Görülüyor ki bu âyetlerde suâl ve cevab-lar değişik tarzlarda ortaya konmuştur. Genellikle de önce suâl so­rulmuş ve bunu Hz. Muhammed (s.a.) e hitaben bazan da emri ile cevab gösterilmiştir. Bir üçüncü tarz olarak suâl so­rulup cevabın verilmediği âyet görülürken, dördüncü yol olarak suâl­den sonra gibi bir hitâb olmaksızın cevabın verildiği de müşahede olunmaktadır. Bu değişik tarzların mutlaka bir mânâsı ve faydası vardır. Meselâ cevabın hitâbıyla başlaması halin­de sanki Hz. Peygamberin peygamberliğini bir onaylama, O'na vahiy ve tebliğ görevi verilmesiyle bir nevi onu yüceltme vardır. Ve bu tarz­da herhangi bir müşkil yoktur. İkinci tür cevaba «De ki: Rabbım, onlan ufalayıp savuracak.» cevabını örnek olarak gösterebiliriz. Bura­daki soru dağlar hakkındadır. Ve onların kadîm (zaman bakımından başlangıcı olmayan) veya bakî (sonu olmayan, yok olmayacak olan) bir varlık olup olmamaları ile ilgilidir. Bu mes'ele İslâm akaidinin ana meselelerinden biri olduğu içindir ki yüce Allah, Hz. Peygambere he­men yerine getirmeyi ifâde eden harfi ilâvesiyle bu­yurarak derhâl cevab vermesini emretmiştir. Sanki: Ya Muhammed, hemen cevab ver ve kısa kesme. Çünkü bu mes'elede şüphe etmek kü­fürdür. Onların şek ve şüpheye düşmemesi için bu mes'eleyi ihmâl et­me, buyurulmuştur. Bir de cevabın keyfiyetine bakalım. «De ki: Rab-bım onları ufalayıp savuracak» buyuruluyor. Şüphesiz bu savrulup atılma mümkündür. Çünkü bu, dağın her bir parçası için geçerli ve mümkündür. Buna duyulanınız da şehâdet eder. Bu İse dağların ka­dim ve varlığı kendinden bir varlık olmadığını gösterir. Çünkü kadîm olan bir şeyin, değişmesi ve toz olup savrulması mümkün değildir. Bu­rada şöyle bir soru akla gelebilir: Müşrikler, bir defasında Hz. Mu­hammed (a.s.) e Rabbmın altın mı, gümüş mü, yoksa demir mi oldu­ğunu sormuşlar, «De ki: O Allah birdir.» buyrulmuş ve laf­zı-': kullanılmış, ifâdesi kullanılmamıştır. Oysa bu mes'ele de mühim mes'elelerden biriydi? Buna şu şekilde cevab verilebilir: Bahsettiğiniz yerde suâl kısmı zikredilmemiştir. harfi ise.bir atıf harfi olup, daha önce kendisine atıf yapılabilecek bir sözün geç­mesini gerektirir. Bunun içindir ki orada bu harf kullanılmamıştır. t Oysa bizim bahsettiğimiz yerde durum farklıdır, burada Yüce Allah su­âli zikretmiş olduğu için cevab bölümüne bu harfin gelmesi güzel ol­muştur. Üçüncü metod cevabın zikredilmemesidir. Âyette yâlnız kıya­metin kopmasını sordukları ifâde edilmektedir. Bunun hikmeti, kıya­metin kopma zamanını belirgin bir şekilde bilmenin birçok mahzurla­rının olmasıdır. Biz daha önce bu mahzurları açıklamış bulunuyoruz, îşte bu sebeple Cenâb-ı Allah cevabı zikretmemiştir. Ayrıca bu durum, bazı suâllerin cevabının verilmeyeceğini de göstermektedir. Dördüncü tarzda ise lafzı zikredilmeden cevaba geçilmektedir. Bunda birkaç nükte vardır:

Birinci Nükte : Bu tarzda doğrudan doğruya cevab kısmına geçil­mesi, duanın önemine ve en büyük ibâdetlerden biri olduğuna delâlet eder. Sanki bu tarzda Allah Teâlâ'nın, kuluna: Ey kulum, sen başka konularda seninle aramızda bulunacak bir vâsıtaya muhtaç isen de^ Bana duâ ederken böyle bir aracıya muhtaç değilsin, gibi bir mânâya dikkat çekilmektedir. Çünkü bilinmesi i'tütâdî bir özellik taşımayan diğer kıssalarda hep aynı metod ta'kîb edilmiş, veya gibi herhangi bir lafız zikretmeden doğrudan cevaba geçilmiştir. Bu duruma «Onlara Adem'in iki oğlunun, kıssasını doğru olarak anlat...» (Mâide, 27), «Onlara âyetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılan ve şeytânın arkasına taktığı ve sonunda azgınlardan olan o kimsenin haberini anlat.» (A'râf, 175), «Kitâb'da Musa'yı da an.» (Meryem, 51), «Kitâb'da İsmail'i de an.» (Meryem, 54), «Kitâb'da îdrîs'i de an.» (Mer­yem, 56) «Hem onlara İbrahim'in konuklarından da haber ver.» (Hıcr, 51), «Biz, sana bu Kur'an'ı vahyetmekle; kıssaların en güzelini sana anlatıyoruz.» (Yûsuf, 3), «Sana onların kıssalarını gerçek olarak anla­talım.» (Kehf, 13) âyetleri birer örnektirler. Burada zikrettiğimiz son iki âyette ise Yûsuf (a.s.) un ve Ashâb-ı Kehf'in kıssalarının ilginç olaylara konu olduğuna dikkat çekilmektedir. Burada geçen âyetlerden şöyle umûmî bir mânâ çıkarmak da mümkündür: Bu âyetlerdeki ce-vablarla Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir : Ey Muhammed, eğer kullarım sana Benden başka herhangi bir şeyi sorarlarsa; onlara sen cevab ver. Fakat senden Beni soraoak olurlarsa, bu takdirde sen cevab verme; Ben vereyim.

İkinci Nükte : «Kullarım sana Beni sordukları zaman.» âyeti, ku­lun sorma hakkı olduğuna delâlet ettiği gibi, «Şüphesiz ki Ben, çok yakınım.» cevabı da Allah Teâlâ'nın kula yakın olduğunu gösterir.

Üçüncü Nükte : «Kullarım sana Beni sorarsa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım.» (Bakara, 186) âyetinde «kulum Bana yakındır» denme­yip, «Ben çok yakınım.» buyurulduğu görülmektedir. Burada ince bir sır bulunmaktadır. Çünkü kul mümkin el-vücûddur; onun var olması ve yok olması aklen mümkündür, zarurî değildir. O, bu özelliği gereği olarak yokluğun ortasında, yok olmanın derinliğindedir. Binâenaleyh kul, Allah Teâlâ'ya yakın olamaz. Fakat Cenâb-ı Allah kula yakındır. Çünkü lütuf ve ihsanı ile onu var eden ve kendine yaklaştıran O'dur. O halde yakın olmak Allah (c.c.) için söz konusudur, kul için değil. Bu­nun içindir ki âyet-i kerîme'de «Şüphesiz ki Ben, çok yakınım.» bu­yurmuştur.

Dördüncü Nükte : Duâ etmekte olan bir insanın kalbi mâsivâ ite meşgul olduğu sürece, Allah (c.c.) a tâm mânâsı ile duâ etmiş olmaz. İşte bu gerçeğe binâen bir insan duâ ederken mâsivâdan geçip ma'ri-fet-i ilâhîye ile müstağrak olsa, bu durumda hem Allah Teâlâ'dan baş­ka bir kimseye dikkatini verip hem de bu mâsivâdan geçme halini ko­ruyamaz. İşte duâ makamına mahsûs olan bu hal göz önünde bulun­durulduğu içindir ki âyet-i kerîme'de Allah ile kul arasındaki vasıtayı kaldırmaya bir işaret olarak denmemiş denmiştir.

Buraya kadar zikredilen mes'elelerden duanın ne derece değerli olduğu ve ibâdetlerin en büyüklerinden birini teşkil ettiği anlaşılmış bulunmaktadır. Şunu da ilâve edelim ki bir kul, efendisine bir hediye sunmak istediği zaman, ona hediyelerin en güzelini sunar ve sunma­lıdır da. însan tabiatında bulunan bu duygudan dolayıdır ki Hz. Mû-sâ (a.s.), Allah Teâlâ'ya ilk defa itaat ve ibâdet hediyeleri sunmak is­tediği zaman duâ hediyesi takdim etmiş ve : «Rabbım, göğsümü aç.» diye niyaz etmiştir.

İkinci Nükte : Duâ'mn fazileti hakkındadır. Hz. Peygamber (s.a.) : Duâ; ibâdetin özüdür, buyurmuştur. Allah Teâlâ'mn Hz. Musa (a.s.) ya ilk emri ibâdettir. Çünkü, «Şüphesiz ki Ben, Allah'ım.» (Tâ-Hâ, 14) âyeti bir emir değil, bir ihbardır. Allah Teâlâ'mn Hz. Mûsâ (a.s.) ya verdiği ilk emir ise «O halde Bana ibâdet et» emridir. İşte Allah (c.c.) tarafından Hz. Mûsâ (a.s.) ya yöneltilen ilk emrin ibâdet olması üze^ rine Mûsâ (a.s.) nın Allah Teâlâ'ya sunduğu ilk ibâdet duâ olmuş ve «Rabbım, göğsümü aç.» diye niyazda bulunmuştur.

Üçüncü Nükte : Duanın ibâdet nevilerinden bir nevi olduğuna dâ­irdir. Cenâb-ı Allah namaz ve oruçla emrettiği gibi, duâ ile de emret­miştir. Cenâb-ı Allah'ın duâ etmemize dâir vârid olan emir örnekleri­ni «Kullarım sana Beni sorarsa; Ben çok yakınım. Bana duâ edince Ben, o duâ edenin duasına icabet- ederim.» (Bakara, 186), «Rabbınız buyurdu ki: Bana duâ edin, duanızı kabul edeyim.» (Gâfir, 60), «Kor­karak ve umarak O'na duâ edin.» (A'râf, 56), «Rabbinıza yalvara yal-kara gizlice duâ edin. Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez.» (A'râf, 55), «O diridir, O'ndan başka tanrı yoktur. Dini yalnız kendisine hâ­lis kılarak O'na yalvann.» (Gâfir, 65), «De ki: İster Allah deyin, is­ter Rahman deyin:» (îsrâ, 110), «Rabbım; içinden yalvararak ve kor­karak... zikret.» (A'râf, 205) âyetleri ile : O'na ya Zelcelâli ve'1-îkrâm, diye duâ edin, hadisinde görmekteyiz. Bu âyetler ile duanın bir ibâdet olduğunu yakînen öğrenmiş oluyoruz. Bu âyetler her ne kadar duâ et­menin bir ibâdet olduğunu gösteriyorsa da, bazı câhil kimseler kendi­lerine göre bazı delillere dayanarak duâ etmenin hilâf-ı akıl bir iş ol­duğunu iddia etmektedirler. Bunların delilleri şunlardır : 1) Cenâb-ı Allah AIIâmu'l-Ğuyûbdur; gizli açık her şeyi bilir. O halde duâ etme­ye ne gerek vardır? 2) Eğer duâ ederek istenilen şey, Allah'ın vuku bulacağını bildiği; öylece takdir ettiği bir şey ise zâten duaya gerek yoktur, şayet meydana gelmeyeceğini bilip takdir ettiği bir şey ise bu takdîrde duanın hiç bir yararı olmaz. 3) Duâ sîgası, bir nevi emir ve nehiy sîgasma benziyor. Kulun böyle Allah'a karşı emir ve nehiy sî-gasına benzeyen bir ifâdeye başvurması ise edebe mugayirdir. 4) Duâ ile Allah Teâlâ'dan istenen şey, eğer kulların yararına bir şey ise Cenâb-ı Allah zâten onu ihmâl etmez; şayet o istenen şey insanların za­rarına bir şey ise bu takdirde onu istemek caiz olmaz. 5) Nasslarda, Sıddîkînin en yüksek mertebesinin, Allah Tealâ'nın takdirine razı ol­mak olduğu belirtilmiş ve insanlar kadere razı olmaya teşvik edilmiş­tir. Duâ ise bu rızâyı yok eder. Çünkü burada bir istek, bir niyaz söz konusudur. 6) Hz. Peygamber (s.a.) in Rabbmdan rivayet ettiği bir Hadîs-i Kudsîde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: Beni zikretmek kişiyi Benden bir şey istemekten alıkoyarsa, Benden isteyenlere ver­diklerimden daha hayırlısını ona veririm. Her ne kadar sizin zikretti­ğiniz âyetler duanın vücûbuna delâlet ediyorsa da, bu hadîs de duâ etmemenin daha evlâ olduğuna delâlet ediyor. 7) Hz. İbrahim (a.s.), Allah (c.c.) a duâ etmeyi bırakıp da sâdece : Allah (c.c.) in benim du­rumumu bilmesi O'ndan bir şey istememe ihtiyâç bırakmıyor, demek­le yetindiği İçindir ki, o aşırı derecedeki övgüye lâyık olmuştur. İşte bu mesele de, duâ etmemenin daha evlâ olduğuna delâlet etmektedir.

Şimdi duâ etmemenin daha evlâ olduğuna dâir ileri sürülen bu delillere cevab verelim : 1) Duâ etmekten maksad, kişinin hâlini bil­dirmesi değil; diğer niyazlar gibi bir niyaz ve yakarmadır. 2) Sizin: Eğer Allah (c.c.) o şeyin vâki' olacağını biliyorsa, takdir etmişse dua­ya gerek yok. Eğer vâki' olmayacağını takdîr etmiş İse duâ zâten fay­dasızdır, sözünüz; aç ve susuz bir insan için : Eğer Allah onun tok ola­cağını, suya kanacağım biliyorsa ve bunları takdîr etmişse yeme iç­meye gerek yok; şayet bunların olmayacağını takdîr etmişse bu tak­dirde yeme ve içme faydasızdır, demeye benzemektedir. 3) Her ne ka­dar duâ ederken kullanılan ifâde sîgası bir emir sığası ise de, bu fiilin tazarru' ve huşu' ile yapılması durumu, onun emir sîgasında olmasını hükümsüz kılar. 4) Cenâb-ı Allah kullarının bir maslahatının tahak­kukunu duâ etmenin sebkat etmesine bağlı kılmış olabilir. 5) Bir İn­san yalvararak duâ eder de, ondan sonra yine Allah Tealâ'mn takdi­rine razı olursa; bu durumda elde edilen makam, kulların elde edeceği en yüce makam olur. Bu cevab aynı zamanda diğer delillere de cevab olacak vasıftadır. Çünkü duâ da bir ibâdettir.

Dördüncü Nükte : Allah Teâlâ duanın önemine işaret ederken yal­nız duâ etmeyi emretmekle yetinmemiş, ayrıca bir başka âyetinde ken­disine duâ edilmediği zaman gazab edeceğini de açıklamıştır: «Onlar hiç değilse kendilerine bir azabımız geldiği zaman; yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalbleri katılaşmış, şeytân da onlara yaptıklarını süsle­yip püslemişti.» (En'âm, 43) Rasûlullah (s.a.) da aynı mânâya işa­retle, sizden biriniz (duâ ederken) : Allahım, beni istersen bağışla, de­mesin. Fakat kesin söylesin ve: Allahım, bent bağışla, desin, buyur­muştur. İşte bu sırra binaendir ki Hz. Musa (a.s.), duâ ederken kesîn bir ifâde kullanmış ve «Rabbım, göğsümü aç.» demiştir.

Beşinci Nükte : Duanın önemini gösteren «Rabbmız dedi ki: Ba­na dua edin ki duanızı kabul edeyim.» (Gâfir, 60) âyeti bizim ümme­timizin diğer ümmetlerden daha şerefli olduğuna işaret etmektedir. Evet bu âyet, bizim ümmetimizin en şerefli ümmet olduğunu göste­rir. Zîrâ Allah tarafından kendilerine büyük şeref verilen, hakların­da «Sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.» (Bakara, 47), «Allah dünyalarda kimseye vermediğini size verdi.» (Mâide, 20) âyetleri in-eâl buyurulan İsrâiloğulları, bu yüksek makamlarına rağmen, Mûsâ (a.s.) ya «Rabbına duâ et de onu bize iyice bildirsin.» (Bakara, 68) is­teğinde bulunmuşlar; Havariler ise «Biziz Allah'ın yardımcıları» (Âl-i îmrân, 52) demeleriyle ihraz etmiş oldukları mevkilerine rağmen Hz. îsâ (a.s.) dan kendileri için gökten bir sofra inmesi konusunda duâ et-tnesini istemişlerdir. Halbuki Cenâb-ı Allah, zâtına duâ konusunda bi­zim ümmetimizden aracıyı kaldırmış, «Bana duâ edin ki duanızı ka­bul edeyim.», «Allah'ın fazlından lutfundan isteyin.» (Nisa, 32) bu­yurmuştur. Bu sebeple Ümmet-i Muhammed'in bu faziletinden bihak­kın haberdâr olan Hz. Musa (a.s.) : Allah'ım, beni Muhammed ümme­tinden kıl, diye duâ etmiş. İlk olarak da ellerini kaldırmış ve: «Rab­bım, göğsümü aç.» diye duâ etmiştir.

Burada, «Kullarım sana Beni sorarsa; şüphesiz ki Ben, çok yakı­nım.» âyetinde bilinmesi gereken bir husus daha vardır: Bu âyette Cenâb-ı Allah kullarından bahsetmektedir. Cenâb-ı Allah Teâlâ kul­larını yedi sınıf kılmıştır: 1) Ma'sûm kulu. Bunlar hakkında «Mu­hakkak ki kullarımın üzerine bir nüfuzun olmaz.» (Hıcr, 42) buyurul-muştur. Hz. Mûsâ (a.s.) ise ismetin bundan daha fazlasıyla taltif edil­miş, hakkında «Seni kendim İçin yetiştirdim.» (Tâ-Hâ, 41) buyurul-muştur. İşte Hz. Mûsâ (a.s.) bu durum muvacehesinde ismetinin da­ha ziyâde olmasını istemiş ve «Rabbını, göğsümü aç.» diye duâ etmiş­tir. 2) Seçkin kulur ((Selâm, Allah'ın seçtiği kullarının üzerine olsun.» (Nemi, 59) âyetinde bu smıfa işaret edildiğini görüyoruz. «Ey Mûsâ; risâletim ve kelâmımla seni insanlar arasından seçtim.» (A'râf, 144) âyetiyle daha seçkin bir kul olduğu bilinen Hz. Mûsâ (a.s.), saffetinin daha ziyâde olmasını istemiş ve «Rabbım, göğsümü aç.» diye duâ et­miştir. 3) Müjdeleyici kulu. «Sözü dinleyip onun en güzeline uyan kul­larımı müjdele.» (Zümer, 18) âyetinde işaret edilen bu sınıfa, «Ve Ben, seni seçtim. Öyleyse vahyolunanları dinle.» (Tâ-Hâ, 13) âyetinin dela­letiyle Hz. Mûsâ (a.s.) bu dereceye dâhil idi. Ancak O, daha ziyâde be­şaret (müjde) istemiş ve: «Rabbım, göğsümü aç.» diye duâ etmiş­tir. 4) Keramet kulu. Buna «Ey kullarım, bugün size hiç bir korku yok­tur.»  (Zuhruf, 66)  âyeti delâlet eder. Cenâb-ı Allah'ın: «Korkmayın;

Ben sizinle beraberim.» (Tâ-Hâ, 46) buyurduğu Hz. Mûsâ (a.s.) bu ke­rametle taltif edilmişti. Ancak o, keramet kulluğunun bir derece daha artmasını istemiş ve : «Rabbım, göğsümü aç.» diye duada bulunmuştur. 5) Bağışlanmış kulu. «Kullanma bildir ki: Benim Ben, Gafur, Rahîm olan.» (Hıcr, 49) âyeti bu nevi kula delâlet eder. Hz. Mûsâ (a.s.) bu sınıfa dâhil idi. Zîrâ «Rabbım, beni bağışla.» diye duâ etmiş, Allah Te-âlâ da kendisini bağışlamıştı. Ancak o, daha ziyâde mağfiret taleb et­miş ve : «Rabbım, göğsümü aç.» diye duâ etmiştir- 6) Hizmet kulu. «Rabbınıza ibâdet edin.» (Bakara, 21) âyetinde ifâde edilen bu sınıfa, «Seni kendim için yetiştirdik», hitabına mazhar olan Hz. Mûsâ (a.s.) da dahil idi. Fakat o, bu nevi kulluk derecesinin artmasını istediği için «Rabbım, göğsümü aç.» diye duâ etmiştir. 7) Kurbiyyet kulu. (Zâtına kurbiyyetle taltif edilmiş kulu). «Kullarım sana Beni sorarlarsa; Ben çok yalanım. Bana duâ edince Ben, o duâ edenin duasına icabet ede­rim.» buyurularak ifâde edilen bu nevi kulluğa şüphesiz Hz. Mûsâ (a.s.) da dâhildi. Çünkü Cenâb-ı Allah onun hakkında «Ona Tûr'un sağ ya­nından seslendik ve onu gizlice söyleşmek için yaklaştırdık.» (Mer­yem, 52) buyurmaktadır. Ama Hz. Mûsâ (a.s.) bu nevide de daha ile­ri gitmek istemiş ve ((Rabbım, göğsümü aç.» diye duâ etmiştir[7]

Beşinci Fasıl : Göğsü açmanın mâhiyetine dâirdir. Alimler göğsü açmanın mâhiyetini iki şekilde açıklamışlardır

1) Göğsü açmak, insan kalbinde dünyaya ne rağbet" ve ne de kor­ku biçiminde bir bakışın kalmamasıdır, tnsan kalbinin dünyaya rağ­bet etmesi demek kalbin aile ve çocuklarla, onların yararlarını te'mîn etmek ve zarar görmelerine mâni' olmakla meşgul olması demektir. Kalbin dünyaya korku ile yönelmesi ise, düşman ve hasımlarından korkması demektir. İşte Allah, bu özellikte olan kalbi açtığı zaman ar­tık o kalbin İlgilendiği dünya metâı olan her şey onun nazarında kü­çülür, Önemsiz hale gelir. O derece küçülür ki bir sinek, bir tahta ku­rusu ve bir sivrisinekten farksız kalır; ne insanın kendisine meylini uyandırabilir, ne de korkulacak bir varlık olur. Artık bundan sonra dünya metâı olan her şey, onun nazarında bir hiç hükmüne geçer. İş­te insan, dünyayı bu nazarla görmeğe başladığı zamandır ki, kalbi ta­mamıyla Allah Teâlâ'nm rızâsına doğru yönelir. Temsilî bir açıklama yapmak gerekirse, kalb bir su gözesine, insanın kuvveleri ise zayıf ka­rakterli oldukları için bir küçük su gözesine benzetilebilir. Bir kayna­ğın suları birçok kanala akıtılırsa bu kanalların her birinde bulunan su miktarı azalır. Oysa bu kanalların suyunun tümü bir tek kanalda toplanmış olsa, bu takdirde su güçlü bir hal alır. îşte insan kalbi ve duyguları bu misâle benzediği ve bu gerçeği taşıdığı içindir ki Hz. Mûsâ (a.s.), Cenâb-ı Allah'tan dünyanın kusurlarına ve çirkin hallerine kendisini muttali' kılarak kalbini açmasını taleb etmişti ki böylece kal­bi anlara karşı nefretle dolsun. Bu nefret doğduktan sonradır ki kalb bütünüyle kudsî âleme ve rûhânî makamlara yönelmiş olur.

2) İlim erbabı kalbin açılmasını bir de şu tarzda izah etmişler­dir : Mûsâ (a.s.), o yüce makama (peygamberlik makamına) getiril­diği zaman ağır yükümlülüklerle karşı karşıya kalmıştır. Vahyedilen emir ve yasaklan muhafaza etmek, Cenâb-ı Allah'a sürekli ibâdet et­mek ve toplumu ıslâh gibi yükümlülükler o ağır teklîfâtm sâdece bir­kaçını teşkil ediyordu. Mûsâ (a.s.), hem dünya ve hem de âhiret işle­rini çekip çevirmekle mükellef kılınmış gibiydi. Ancak bunların ikisini birlikte idare etmek çok zordu. Çünkü dünya ve âhiretten birisine yö­nelmek diğeri ile meşgul olmaya bir nevi engel oluyordu. Nitekim bir şeye bakmakla meşgul olan kimsenin işitme duyusu, dinlemekle meş­gul olanın ise görme ve düşünme' duyusu fonksiyonunu yerine getire­mez. Görülüyor ki, insanın duyulan birbiriyle çekişme halinde bulun­maktadır; ve Mûsâ (a.s.) da tüm bu duyulara muhtaç bir halde bu­lunmaktaydı; ve Cenâb-ı Hakk'ın cemâliyle müşerref olan bir insan, bu noktadan sonra herhangi bir mahlûkun her türlü güzelliğini ürkek­likle karşılar, ondan kaçar ve istemez. Tamamen gerçek olan bu du­rumlardan dolayıdır ki Mûsâ (a.s.), Cenâb-ı Allah'tan kendisine duyu mükemmelliği lütfederek göğsünü açmasını taleb etmiştir. Mûsâ (a.s.) bu isteğini dünya ve âhiret işlerini birlikte yürütebilmek için yeterli gücü elde etmek düşüncesiyle yapmıştır. İşte göğsü açmakla kasde-dilen mânâ budur. Ayrıca ilim,erbabı zikrettiğimiz bu mânâyı açıkla­mak için birtakım misâller serdetmişlerdir :

Birinci Misâl : İnsan bedenini bir şehre benzetirsek; burada bulu­nan göğüs bir kaleye, fuâd bir köşke, kalb bir taht'a, rûh krala, akıl vezire, şehvet şehre mal girmesini sağlayan bir büyük görevliye, gazab sürekli eğitim ve ceza ile meşgul olan ordu komutanına, duyu organ­ları casuslara, diğer kuvveler hizmetçi, işçi ve zenâatkârlara benzer­ler, öte yandan bu şehre, bu kale ve bu krala düşman olan bir şey­tân bulunmaktadır. Bu şeytâna ordusu hevâ, hırs ve diğer kötü huylar­dan oluşan bir kral demek de mümkündür. Bir şehre benzeyen insan bedeninde, rûh kralı ile şeytân arasında süren devamlı bir savaş göze çarpmaktadır. Bu savaşta rûh meydana önce veziri aklı, şeytân da ona karşı yine veziri nefsi ileri sürer. Akıl insanı Allah (c.c.) a çağmrken, nefis de şeytâna çağınr. Rûh ikinci merhalede zekâyı akla yardımcı olarak ileri sürer. Şeytân da buna mukabil şehveti çıkarır. Burada ze­kânın insanı dünyevî fenalıklardan alıkoymaya çalıştığı, şehvetin ise kişiyi dünyevî lezzetlere doğru ittiği görülür. Sonra rûh, zekâya yardım etmesi için düşünceyi ileri çıkarır, o da Hz. Peygamber (s.a.) in: Bir saat tefekkürde bulunmak, bir sene (nafile) ibâdet etmekten da­ha iyidir, sözünü haklı çıkararak gözle görünen ve görünmeyen her türlü günâh ve ayıba karşı koyar. Şeytânın düşünceye karşı çıkardığı askeri ise gaflettir. Sonra rûh hilim ve sebatı, temkinli ve vakur olma­yı ileri sürer. Çünkü acele etmek insana güzeli çirkin, çirkini de güzel gösterebilir. Hilim ve teennî ise akla dünyevî eşyanın çirkinliklerini gösterir. Şeytân buna karşılık acele etmeyi ve sür'ati çıkarır. Bu husu­siyetten dolayıdır ki, Rasût-i Ekrem (s.a.) şöyle buyurmuştur. Hilim bir yere girdiği zaman mutlaka orayı süsler. Acele etmek ise girdiği ye­ri muhakkak çirkinleştirir. Bunun içindir ki, yer ve gökler altı gün­de yaratılmıştır. Böylece insanlar teennî ve sebatı öğreneceklerdir. Bu­raya kadar İnsan içinde, iki sınıf arasında meydana gelen düşmanlığı görmüş bulunuyoruz. Kalb ve göğüs, bu insan şehrinin kalesi hükmün­dedir. Bir kalenin, çevresinde bir de hendek vardır. Bu hendek zühd-dür. Onun bir de sûru vardır : Âhireti istemek ve Allah Teâlâ'yı sev­mek. Şayet hendek derin ve geniş, sûr da sağlam olursa; şeytân ordu­su onu aşamaz ve geri çekilerek kaleyi terk eder. Fakat hendek derin ve 'geniş, sûr da muhkem olmazsa düşman kaleyi fetheder ve içeri gi­rer; nefis, kendini beğenme, kibir, cimrilik, Allah hakkında sû-i zann besleme, söz taşıma ve gıybet gibi askerlerini de içeride beraber bulun­durur. Bu durumda kral köşkten çıkamaz, zor bir duruma düşer. Bu işgal karşısında ancak Cenâb-ı Hakk'ın kuluna hayır yollarını açma­sı, şer yollarını kapamak suretiyle yardımını göndermesi ve bu yaban­cı askerleri kaleden çıkarması halinde durum normale döner, göğüs açılır, şeytânın baskıları, orduları dağılır, çıkar ve Cenâb-ı Allah'ın hi­dâyet nurları içeri girer. İşte «Rabbım, göğsümü aç.» âyeti bu mânâyı ifâde etmektedir.

îkinci Misâl: Nurun bulunduğu yerin kalb olduğunu biliyoruz. Bir insanın eş ve çocuklarla, insanlarla düşüp kalkmasıyla, eğlenmekle, düşman korkusuyla meşgul olmasının kalb güneşinin nurunun, göğüs fezasına ulaşmasına mâni olacağını da bilmekteyiz. İşte bunun için­dir ki, Cenâb-ı Allah bir insanın basiretini güçlendirir de bu insan mahlûkâtm acizliğini, dünya ve âhirette pek az faydası olduğunu an­larsa, bütün mahlûkât onun gözünde küçülür ve hattâ Cenâb-ı Hakk'ın «O'ndan başka her şey yok olacaktır.» (Kasas, 88) buyurduğu gibi, on­ları bir hiç mesabesinde görmeğe başlar. Mâsivâ'nm bir hiç olduğunu müşahede edinceye kadar mâsivâ üzerinde tefekkür eden insanın mü­şahede anından itibaren kalbi ile Allah (c.c.) in celâl nurları arasın­da bulunan perde kalkar. Bu perdenin kalkması ile de kâlb o yüce, ilâ­hî nurla dolar ki, göğsün açılması budur.

Altıncı Fasıl: kelimesinin mânâsı hakkındadır. Bu ke­lime Mûsâ (a.s.) nın duasını ihtiva eden bu âyette kalb mânâsına gel­mektedir. Nitekim «Allah'ın gönlünü İslâm'a açtığı» (Zümer, 22), «Rab» bım. göğsümü aç.», «Göğüslerde bulunanların derlenip toparlanacağı an.» (Âdiyât, 10), «(Allah) göğüslerin gizlediğini bilir.» (Gâfir, 19) gi­bi âyetlerde de aynı mânâya kullanılmıştır. kelimesi göğüs boşluğu mânasına da kullanılmıştır; «Ne var ki yalnız gözler kör ol­maz, göğüslerde olan kalblerde körleşir.» (Hacc, 46) âyetlerinde oldu­ğu gibi.

Âlimler aklın mahalli konusunda ihtilâf etmişler; bazıları aklın mahalli kalbdir, derken, bazıları da hayır, beyindir, demiştir. Kelâm ilmi âlimlerinin cumhuruna göre aklın mahalli kalbdir. Ki biz bu ko­nuyu Şuarâ sûresinin (Onu senin kalbine Rûh el-Emin indirdi.» (Şu-arâ, 193) âyettni tefsir ederken açıklamış bulunuyoruz. Bazı ilim er­babı ise insanda dört önemli merkez bulunduğunu söylemektedirler: Sadr, kalb, fuâd ve akıl. Bunlara göre sadr (göğüs); İslâm'ın barındığı yerdir. Nitekim Allah Teâlâ, «Allah'ın, gönlünü İslâm'a açtığı...» (Zü­mer, 22) âyetinde buna işaret etmektedir. Kalb ise îmânın bulunduğu yerdir. «Fakat size îmânı sevdirdi ve onu sizin kalblerinizde süsledi.» (Hucurât, 7) âyeti de bu mânâya delâlet etmektedir. Fuâda gelince; burası ma'rifet mahallidir. «Onun gördüğü fuâd (gönül) yalanlama­dı.» (Necm, 11) âyeti buna delildir. Akıl ise tevhîdin makamdır. «An­cak akıl sahipleri hakkıyla düşünür.» âyeti buna delildir.

Burada şunu bilmelidir ki, Cenâb-ı Allah aklı bu dünyaya ilk gön­derdiği zaman onu bir levha gibi işlenmemiş, düz ve temiz olarak gön­derir. Sanki Levh-i Mahfuz ne ise insan bedeninde akıl da odur. Sonra Allah Teâlâ, rahmet ve azamet kalemiyle mevcudat ve mahiyetlerden aklı ilgilendiren her şeyi ona yazar. Bu yazı- insan ölünceye kadar bir tek satır gibi olur, varlığını korur. İşte bu satır, bu yazı mücerred su­retler ve mâhiyetlerdir. Sonra tevfîk gemisine binen akıl, onu'ma'kû-(ât dalgalarının yükseldiği denizlere ve ruhanî âlemlere götürür. İşte akıl bu yolculuğu yaparken esmekte olan azamet ve kibriyâ rüzgârla­rından dolayı bazan mutluluk rahatlığına erişir, bazan da gerileme ra­hatsızlığına dûcâr kalır. Tefekkür gemisi bazen celâl parıltılarının, bu­lunduğu sahillere ulaşır da üzerine ilâhî nurlar yağar; akıl, sapıklık ka­ranlıklarından kurtulur. Bazan da cehalet kayalarına çarpar, ağır ha­sarlar görür ve batar. İşte bu durumda olan gemi, izzet dalgalarıyla boğuştuğu sürece onun kaptanı nûr ve hidâyet edinmeye muhtaç ola­caktır. Bu ihtiyâç İçinde olduğu anda «Rabbım, göğsümü aç.» diye yardım ve ışık ister.

Ayrıca akıl, imkân  (âlemi)  eteklerinden vücûb âlemi tepelerine yükselirken, eşyanın mâhiyetini ve mücerred varlıkları müşahede ede­rek daha çok meşgul olmak durumunda kalır. Ma'lûmdur ki her bir mâhiyet, ya bizatihi Allah'ın Zâtıyla beraber bulunur veya O'ndan su­dur etmiş olur. Eğer eşya O'nunla beraber bulunan bizatihi varlık olur­sa, bu durumda kalbe Cenâb-ı Allah'ın celâl nurları dolar da artık ora­da diğer nurları inceleme isteğine yer kalmaz ve O'ndan başka (mâsi-vâ) her şey göz ve kalbten silinir gider. Şayet akıl eşyayı mütâlâa eder­ken, Allah Teâlâ'dan sudur eden eserlere taalluk ederse; bu durumda burada acâib bir hal meydana gelir. Şöyleki: Sâf billurdan yapılmış bir küre bulunsun ve güneş ışınları bunun üzerine düşmüş olsun. Bu kürenin üzerine düşen güneş ışınları bir yere yansır ve orası yanar, değil mi? İşte bütün mümkinâtın mâhiyetleri de; böyle Allah Teâlâ'-nın güneşi, O'nun azamet nuru ve celâl parıltısına karşı konmuş bir sâf billur gibidirler. Binâenaleyh insan kalbi mümkinâta yöneldiği za­man, kalb onları tamamıyla kuşatır ve onların herbirinden çıkan ilâhî kibriyâ ışınları kalbe yansır ve onu yakar. Ateş ne denli çok ise, yan­ma da o derece fazla olacağı içindir ki Mûsâ (a.s.) : «Rabbım, göğsü­mü aç.» diye dua etmiş, böylece bütün mümkinâtı algılamaya güç ye-tirebilmek, dolayısıyla Allah Teâlâ'nın celâl nurlarının ateşiyle yanma makamına ulaşmak istemiştir. Rasûlullah (s.a.) da aynı mülâhaza ile : Allahım, bize eşyayı olduğu gibi göster, diye duâ etmiş, fakat onların ilâhî celâl nûrlanyla yanmakta olduklarını müşahede edince de dua­sında «Sana tâm manâsıyla senada bulunamam.» demiştir.[8]

 

36  — Buyurdu: Ey Mûsâ, istediğin sana verilmiştir.

37  — Zâten sana başka bir defa daha lutufta bulun­muştuk.

38  — Hani annene vahyedilmesi gerekeni vahyetmiş-tik.

39  — Onu bir sandığa koy da suya bırak. Su, onu kı­yıya atar. Bana da, ona da düşman olan birisi onu alır. Gö­zümün önünde yetişesin diye senin üzerine katımdan bir sevgi koydum.

40  — Hani kız kardeşin gidip diyordu ki: Ona baka­cak birini size göstereyim mi? İşte böylece, annen üzülme­sin de gözü aydın olsun diye seni ona geri vermiştik. Ve sen bir .cana kıymıştın da, seni üzüntüden kurtarmıştık. Hem seni birçok musibetlerle denemiştik.

 

Allah Teâlâ, elçisi Mûsâ (a.s.) nın Rabbından istediklerine icabet buyurduğunu haber veriyor ve ona geçmiş nimetlerini hatırlatıyor. An­nesi, onu emzirdiği esnada Firavun ve erkânının onu öldürmesinden korkuyordu. Zîrâ Hz. Mûsâ Firavun ve adamlarının, İsrâiloğullarının erkek çocuklarını öldürdükleri senede doğmuştu. Allah Teâlâ Hz. Mû-sâ'nın annesine ilhamda bulunmuş da çocuğu için bir sandık edinmiş­ti. Çocuğunu emzirir, sonra onu bu sandığa koyar ve sandığı Nil'e bı­rakırdı. Sandığı evine bir iple bağlardı. Bir keresinde sandığı bağlamak için gitmiş, sandık elinden kurtulmuş ve deniz (Nil nehri) sandığı sü­rükleyip götürmüştü. Allah Teâlâ'nın : «Musa'nın annesi yüreği bom­boş sabahı etti, şayet kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse onu açığa vuracaktı.» (Kasas, 10) Zikrettiği üzere Musa'nın annesi buna son derece üzülmüştü. Nil, sandığı Firavun'un evine götürmüş ve : «Pi-ravun'un adamları bunun üzerine onu aldılar. Çünkü o sonunda ken­dileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı.» (Kasas, 8) Yani Allah'ın takdir buyurmuş olduğu bir kaderdir bu. Zîrâ onlar Musa'nın varlı­ğından çekinerek îsrâiloğullarımn erkek- çocuklarını öldürüyordu. Al­lah Teâlâ —en yüce hükümranlık ve en mükemmel kudret O'nundur— Hz. Musa'nın ancak Firavun'un ve karısının sevgisiyle beraber onun yi­yecek ve içeceği ile beslenmesine hükmetmiştir. Bu sebepledir ki: «Ba­na da, ona da düşman olan birisi onu alır. Gözümün önünde, (düşma­nının yanında) yetişesin diye senin üzerine katımdan bir sevgi koy­dum. Onu, seni sever kıldım.» buyurulmuştur. Seleme İbn Küheyl der ki: «Senin üzerine katımdan bir sevgi koydum.» âyetini: Allah'ın gö-zetimiyle yetişesin, şeklinde anlamıştır.! Katâde ise burayı: Gözeti­mimle beslensin, şeklinde anlamıştır. Ma'mer İbn Müsennâ ise : Şol bir haysiyetle ki Ben görürüm (Benim göreceğim bir yerde yetişesin diye) şeklinde anlar. Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eşlem ise şöyle de­miştir : Yani onu kralın evinde kıldı. Nimet ve refah içindeydi. On­ların yanındayken Musa'nın yiyecekleri kral yiyecekleri idi. İşte âyet­teki kısmının anlamı budur.

Allah Teâlâ : «Hani kız kardeşin gidip diyordu ki: Ona bakacak birini size göstereyim mi? îşte böylece, annen üzülmesin de gözü ay­dın olsun diye seni ona geri vermiştik.» buyurur ki; Hz. Mûsâ, Firavun ailesi yanında kalıp yerleştiğinde ona süt anneler getirmişler fakat o, bunları kabul etmemişti. Allah Teâlâ buyurur ki: «Önceden Biz, onun süt annelerin memesini kabul etmemesini sağladık. Bunun üzerine hemşiresi: Size, sizin adınıza ona bakacak ve iyi davranacak bir ev hal­kını tavsiye edeyim mi? dedi.» (Kasas, 12) Yani: Size onu ücretle em-zirecek birini göstereyim mi? dedi. Çocuğu onlar da yanında olduğu halde annesine götürmüş, annesi memesini ona verince kabul etmişti. Buna çok sevinmişler ve emzirmek üzere onu ücretle tutmuşlar. Böy­lece Hz. Musa'nın annesi, oğlu sebebiyle dünyada mutluluğu, yüceliği ve rahatı bulmuş, âhirette ise daha bol olanına kavuşmuştur. Bunun içindir ki bir hadîste şöyle buyrulur : Allah'tan hayır dileyerek bir işi ya­panın benzeri, Musa'nın annesinin misâli gibidir. Hem kendi çocuğu­nu emzirmiş ve hem de ücretini almıştır. Allah Teâlâ burada şöyle bu­yuruyor : İşte böylece, annen sana üzülmesin de gözü aydın olsun diye seni ona geri vermiştik. Ve sen bir kıptînin canına kıymıştm da, Fira­vun ailesinin seni öldürmeye azmetmesi sebebiyle başına gelen üzün­tüden kurtarmıştık. Hz. Mûsâ kıptîyi öldürdükten sonra onlardan kaç­mış ve nihayet Medyen suyuna kadar gelmişti. İşte oradaki sâlih kişi ona: «Korkma, artık zâlimler güruhundan kurtuldun.» (Kasas, 25) demişti.

«Hem seni birçok musibetlerle denemiştik.» âyetinde İmâm Ebu Abdurrahmân Ahmed îbn Şuayb en-Neseî, —Allah ona rahmet eyle­sin— Sünen'inin tefsir bölümünde der ki:[9]

 

Fitneler Hadîsi

 

Bize Abdullah îbn Muhammed... Saîd İbn Cübeyr'den rivaye­tinde şöyle demiştir : Abdullah İbn Abbâs'a Hz. Mûsâ hakkındaki «Hem seni birçok musibetlerle denemiştik.» âyetini ve : Bu musibetler neler idi? diye sordum. Ey Cübeyr'in oğlu sabahleyin gel, onun uzun bir ha­disi var, dedi. Sabah olunca va'detmiş olduğu bu musibetler hadîsini bana anlatması için İbn Abbâs'a gittim şöyle anlattı: Firavun ve er­kânı, Allah Teâlâ'nm Hz. İbrahim (a.s.) e, onun zürriyetinden pey­gamberler ve krallar çıkaracağı va'di hakkında müzâkerede bulunuyorlardı. Onlardan birisi: Muhakkak ki İsrâiloğulları bunu bekliyor­lar, bunda hiç şüphe etmiyorlar. Bunun Ya'kûb'un oğlu Yûsuf oldu­ğunu sanıyorlardı. O öldüğünde : İbrahim'in va'di böyle değildi, dedi­ler, dedi. Firavun: Nasıl düşünüyorsunuz? diye sordu. Müşavere etti­ler ve nihayet topluca şu karâra vardılar: Yanlarında büyük, keskin bıçaklar olan adamlar gönderecekler, bunlar İsrâiloğullannin evlerini dolaşacak, buldukları her erkek çocuğu kesecekler. Böylece de yaptı­lar. Ancak îsrâiloğulları, büyüklerinin eceliyle öldüklerini, küçükleri­nin ise boğazlandıklarını görünce şöyle dediler: Çok geçmeden îsrâilo-ğullannı tüketeceksiniz ve onların üstlenmekte oldukları hizmetleri, işleri bizzat yapmak zorunda kalacaksınız. Bir sene doğan erkek ço­cukları öldürün, erkek çocukları azalsm. Bir sene de bırakın, onlardan hiç kimseyi öldürmeyin. Büyüklerden ölenlerin yerine küçükler yetiş­sin. Sizin onlardan öldürmeyerek sağ bıraktıklarınız hiç bir zaman ço-ğalmazlar ki, onların sizden daha fazla olmalarından korkasınız. Böy­lece öldürdüklerinizle ihtiyâç duyacaklarınızı bitirmemiş, tüketmemiş olursunuz. Ve bu görüşte karâr kıldılar. Erkek çocukların boğazlanma­dığı senede Hz. Mûsâ'nm annesi Harun'a gebe kalıp onu emniyet için­de ve alenî olarak doğurdu. Bir sonraki sene geldiğinde, Hz. Mûsâ (a.s.) ya hâmile kaldı. Kalbi üzüntüyle doldu. Ey Cübeyr'in oğlu, ken­disi hakkında beslenen niyetler yüzünden annesinin karnında iken onun başına gelen bu şey, musibetlerdendir. Allah Teâlâ Hz. Musa'­nın annesine : «Korkma, üzülme, şüphesiz onu Biz sana döndürecek ve peygamber yapacağız.» diye vahyetti. Ona şöyle emretti; Onu doğur­duğun zaman bir sandığa koy, sonra sandığı denize (Nil nehrine) bı­rak. Hz. Musa'nın annesi doğurduğu zaman böylece yaptı. Oğlu ken­disinden gizlenip ayrıldığında şeytân ona geldi ve kadın kendi ken­dine şöyle dedi: Ben oğluma ne yaptım? Benim yanımda boğazlanmış olsa ve onu kefenleyip gömmüş olsaydım onu denizin hayvanlarına ve balıklarına atmış olmamdan elbette bana daha sevimli gelirdi. Su,'san­dığı sürükleyip götürdü-ve Firavun'un karısına âit cariyelerin su al­dığı sahile ulaştırdı. Cariyeler sandığı görünce aldılar, açmak istediler. Onlardan birisi: Şüphesiz bunda bir mal vardır. Şayet biz onu açar­sak, onun içinde bulduğumuz şeyler hakkında kralın karısı bize inan­maz, dedi. Buldukları şekilde onu yüklendiler, içinden bir şey çıkar­madılar ve nihayet Firavun'un karısına ilettiler. Firavun'un karısı san­dığı açtığında bir çocuk gördü. Daha önce hiç kimse hakkında veril­memiş olan bir sevgi çocuğa karşı ona verildi. Hz. Musa'nın annesinin kalbi Musa'yı anmaktan başka her bir şeyden boş kaldı (Musa'dan baş­ka hiç bir şeyi anmaz oldu). (İsrâiloğullannm çocuklarını) kesmek üzere görevlendirilenler bu durumu işittiklerinde ellerinde bıçaklarla Musa'yı boğazlamak üzere hemen Firavun'un karısına geldiler. Ey Cü-beyr'in oğlu, İşte bu da musibetlerdendir. Firavun'un karısı onlara: Bırakın onu, bu bir tek çocuk İarâiloğullannın sayısını artırmaz. Bı­rakın ki Firavun'a gideyim, onu bağışlamasını isteyeyim. Eğer onu ba­na bağışlarsa siz güzel bir hareket yapmış olursunuz. Eğer boğazlan­masını emredecek olursa elbette ben sizi suçlamam, dedi. Kadın Fi­ravun'a gitti ve: Benim ve senin gözün aydın olsun (bu çocuk hem benim hem de senin için göz aydınlığı olsun), dedi. Firavun : Senin için olsun ama benim ona ihtiyâcım yok, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) şöy­le buyurdu : Kendisiyle yemîn edilene yemin ederim ki, şayet Firavun, çocuğun kendisi için karısının, söylediği gibi (ikrar ettiği gibi) göz aydınlığı olmasını kabullenmiş olsaydı, Allah Teâlâ nasıl karısına hi­dâyet bahsetmişe ona da hidâyet, bahşederdi. Fakat Allah, onu bun­dan mahrum etmiştir. Firavun'un karısı, çevresindeki sütü olan her bir kadına haber gönderdi ki çocuk için bir süt anne seçsin. Onlardan herhangi bir kadın emzirmek için onu almışsa memesini kabul etme­di. Nihayet Firavun'un karısı, çocuğun süt emmekten imtina ederek açlıktan ölmesinden korktu ve bu onu üzüntüye boğdu. Çocuğun, in­sanların toplu olarak bulunduğu bir yere, pazara çıkarılmasını emret­ti. Çocuğun memesini kabul edeceği bir süt anne bulacağını umuyor­du. Fakat o, hiç birini kabul etmedi. Hz. Musa'nın annesi üzüntüden şaşkın bir halde geldi de kız kardeşine : İzini sür, onu ara. Bakalım onun adını sanını işitecek misin : Çocuğum yaşıyor mu yoksa onu de­niz hayvanları mı yemiş? dedi. Allah'ın Hz. Mûsâ hakkında kendine olan va'dini unutmuştu. Kız kardeşi, kimseye hissettirmeden onu uzaktan gözetledi. Süt anne bulmaktan ümitlerini kestikleri sırada sevinçle : Onu emzirmeyi sizin için üstlenecek ve ona iyi davranacak bir aileyi size göstereyim, dedi. Onu aldılar ve : Nereden biliyorsun? Ona iyi davranacaklarını ne biliyorsun? Çocuğu biliyorlar mı? diye sordular ve bu hususta şüpheye düştüler. Ey Cübeyr'in oğlu, işte bu da musibetlerdendir. Kız kardeşi: Ona iyi davranmaları ve şefkatli ol­maları ancak kralın süt anneliğine rağbetleri, kraldan bir fayda um­maları yüzündendir, dedi. Onu gönderdiler de, Hz. Musa'nın annesine gelip ona durumu haber verdi. Hz. Musa'nın annesi geldi. Çocuğu ku­cağına kbyar koymaz hemen memesine uzanıp emmeye başladı. O ka­dar ki İki yanı sütle doldu. Firavun'un karısına : Çocuğun için bir süt anne bulduk, diye müjdeler gitti. Hz. Musa'nın annesine haber gönde­rip onu ve çocuğu getirtti. Çocuğun ona karşı davranışını görünce ; Burada kal, bu oğlumu emzir. Ben onu sevdiğim kadar hiç bir şey; sevmedim, dedi.' Musa'nın annesi: Ben evimi bırakamam, (evimde) zayi' olacak bir çocuğum var, onu bırakamam. Eğer gönlün hoş olacaksa onu bana ver, evime götüreyim, benimle birlikte olsun, elimden gelen hiç bir hayrı esirgemez onun için yaparım. Şu kadar var ki evi­mi ve (evdeki) çocuğumu bırakacak değilim, dedi. Hz. Musa'nın an­nesi, Allah Teâlâ'nm kendisine daha Önce va'detmiş olduğu birtakım şeyleri de zikretti. Bu; Firavun'un karısına çok zor geldi ve anladı ki, Allah va'dini mutlaka yerine getirecektir. Hz. Musa'nın annesi çocu­ğunu hemen o gün alıp evine döndü ve Allah Teâlâ onu güzel bir şe­kilde yetiştirip hakkında takdir buyurdukları için muhafaza buyur­du.

îsrâiloğulları, içinde bulundukları zulüm ve alay edilmekten kur­tulabilmek üzere kasabanın bir köşesinde kalmakta devam ediyorlar­dı. Hz. Mûsâ yürümeye başladığında Firavun'un karısı Musa'nın anne­sine : Çocuğumu bana gösterir misin? dedi. O da Firavun'un karısına çocuğu ona göstereceği bir gün va'detti. Firavun'un karısı hazinedar­ları, süt anneleri ve kethüdalarına şöyle dedi: Sizden hiç kimse kal­mayıp bugün oğlumu hediyelerle karşılayacak. Ben, emniyetli bir ada­mı gönderip sizden her birinizin yapacağını saydıracağım. Hz. Musa, annesinin evinden ayrılışından Firavun'un karısının yanma varıncaya kadar kendisini karşılayanlar tarafından hediyelere boğuldu. Firavun'­un karısı yanına girdiğinde de bizzat o kendisine hediyeler verdi, ik­ramda bulundu ve buna çok sevindi. Firavun'un karısı, Hz. Musa'nın annesine de ona iyi bakmasından dolayı hediyeler verdi ve sonra : Ken­disine hediyeler versin ve ikramda bulunsun diye onu Firavun'a götü­receğim, dedi. Çocuğu Firavun'un yanına soktuğunda Firavun onu ku­cağına aldı. Mûsâ, Firavun'un sakalını tutup yere doğru asıldı; Allah düşmanlarından azgınlar Firavun'a : Allah'ın, peygamberi İbrahim'e olan va'dini görmez misin? Şüphesiz o, sana mirasçın olacağını, sa­na üstün gelip seni devireceğini sanmıştır, dediler. Firavun Musa'yı boğazlamaları için cellâtlarına haber gönderdi. Onun hakkında arzu­lanan ve onun dûçâr kaldığı her bir belâdan sonra Ey Cübeyr'in oğlu, işte bu da musibetlerdendir. Firavun'un kansı gelip : Bana bağışlamış olduğun bu çocuk hakkında senin aklına gelen bu fikir de nedir? de­di. Firavun : Görmez misin, beni devireceği ve bana üstün geleceği sa­nılıyor, dedi. Kadın : Benimle senin aranda öyle bir şey yap ki bumın-la gerçek ortaya çıksın : İki kor, iki de inci parçası getirt; bunları ço­cuğa yaklaştır, eğer incileri tutar da korlardan sakınırsa; bil ki çocu­ğun aklı eriyor. Eğer incileri istemez ve korları alacak olursa, sen de bilirsin ki hiç kimse aklı erer olduğu halde inciler yerine korları ter-cîh etmez, dedi. Hz. Musa'ya iki kor ve iki inci yaklaştırıldı da (Fira­vun'un) elini yakacak korkusuyla iki koru onun elinden yakalayıp al­dı. Kadın : Görmüyor musun? dedi. Böylece Allah Teâlâ onun Hz. Mûsâ, hakkında düşünüp niyyetlenmiş olduğu şeyi ondan çevirip engelle­di. Şüphesiz Allah, işini ulaştıracağı yere ulaştırandır.

Hz. Mûsâ bulûğa erdiğinde güçlü, kuvvetli bir erkek olmuştu. Onunla beraberken Firavun ailesinden hiç kimse Isrâüoğullanndan kimseye bir haksızlık yapmıyor, onlarla alay edemiyordu. O kadar ki bütünüyle bundan vazgeçtiler. Bir gün Hz. Mûsâ (a.s.) şehrin bir kö­şesinde yürürken birbiriyle döğüşen iki kişi gördü. Birisi Firavun ta­raftarı, diğeri İsrâiloğullarmdandı. İsrâiloğullarından olanı Firavun ta­raftarına karşı Musa'dan yardım istedi. Hz. Mûsâ, buna şiddetle öfke­lendi. Zîrâ onu tanıyor ve îsrâiloğulları katındaki derecesini, onun İs-railoğullarını nasıl koruduğunu biliyordu. Musa'nın annesinden başka insanlar bu tanışmanın süt kardeşliğinden geldiğini bilmiyorlardı. Ay­rıca Allah Teâlâ Hz. Musa'ya, başkalarına bildirmediklerini bildirip onu muttali' kılmıştı. Hz. Mûsâ, Firavun taraftarına vurup onu öldürdü. İsrâiloğullarından olan o adam ve Allah'tan başka hiç kimse o ikisini görmemişti. Hz. Mûsâ adamı öldürdüğünde : «Bu, şeytânın işidir, zîrâ o, apaçık saptıran bir düşmandır.» (Kasas, 15) demiş ve şöyle ilâve et­mişti : «Rabbım, doğrusu kendime zulmettim. Bağışla beni. Bunun üze­rine onu bağışladık. Şüphesiz ki Allah, Gafur ve Rahîm olanın kendi­sidir.» (Kasas, 16). Böylece Hz. Mûsâ, şehirde korku içerisinde olayla­rı ta'kîb etmeye başladı. Firavun'un yanına geldiğinde ona: İsrâiloğul-ları, Firavun ailesinden birini öldürdü. Bizim hakkımızı al, onlara acı­ma, kolaylık gösterme, denildi. Bana katili bir de olaya şâhid olanı bu­lup getirin. Şüphesiz kral, delilsiz isbâtsız olarak kavminden hiç kim­seyi tutuklamak niyetinde olmadığına göve, benim için bu hususta bil­gi toplayın, ben de sizin hakkınızı alayım, dedi. Onlar dolaşıp hiç bir delil ve isbât bulamazken ertesi günü îsrâiloğullarından aynı adam Firavun ailesinden olana karşı Musa'dan yine yardım istedi. Onlara rastladığında daha önce yaptığına pişman olan Mûsâ, gördüğünden hoşlanmadı. îsrâiloğullarından olana kızdı. Firavun ailesinden olanı tutmak isterken, İsrâiloğullanndan olan adama dün ve bugün yaptı­ğından ötürü: «Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın.» (Kasas, 18) dedi. Kendisine bu sözü söyledikten sonra îsrâiloğullarından olan adam Mû-sâ'ya baktı ve onun Firavun ailesinden olan adamı dün öldürdüğü za­manki öfkesine benzer öfkeli bir halde gördü, kendisine «Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın» demesinden sonra Hz. Musa'nın kendisim kaydet­miş olmasından korktu. Halbuki Hz. Mûsâ onu kasdetmiyor, ancak Fi­ravun ailesinden olanı kasdediyordu. îsrâiloğullarından olan adam: «Ey Mûsâ, dün bir cana kıydığın gibi bana da mı kıymak istiyorsun?» (Kasas, 19) dedi. Bu sözü sâdece Hz. Musa'nın kendisini Öldürmek is­tediğini sanarak korkusundan söylemişti. îki düşman birbirinden ayrıldılar ve Firavun ailesinden olanı gidip İsrailoğullarından olan adam­dan işitmiş olduklarını onlara haber verdi. Onun: «Dün bir cana kıy­dığın gibi bana da ma kıymak istiyorsun?» (Kasas, 19) dediğini söyle­di. Firavun, Musa'yı öldürmeleri için cellâtlarını gönderdi. Firavun'un adamları, büyük yolda âdetleri üzere yürümeye başlayıp Musa'nın pe­şine düştüler. Musa'nın kendilerini geçmiş olacağına ihtimal vermiyor­lardı. Şehrin uzak bir köşesinden Musa'nın taraftarlarından birisi ge­lip, kısa yoldan onların önüne geçip Musa'ya ulaştı ve durumu ona ha­ber verdi. Ey Cübeyr'in oğlu, işte bu da musibetlerdendir.

Kz. Mûsâ, Medyen'e doğru yola çıktı.. Bundan önce herhangi bir belâya uğramış değildi. Yol hakkında Rabbına karşı hüsn-i zanından başka hiç bir bilgisi de yoktu. O, şöyle diyordu : «Umarım ki Rabbım, beni yolun doğrusuna hidâyet eder. Medyen suyuna varınca; davarla­rını sulayan bir insan topluluğu gördü. Ve onlardan başka sürüleri gö-zartleyen iki kadın buldu.» (Kasas, 22-23). Yani orada koyunlarını bir kıyıda toplamış iki kadın görmüştü. O ikisine : Sizin durumunuz nedir ki insanlarla beraber (koyunlarınızı) sulamıyor, ayrı duruyorsunuz? diye sordu. Onlar : Bu kalabalığa karışıp koyunlarımızı sulamaya gü­cümüz yok. Onların havuzlarından artanları bekliyoruz, dedilör. Onla­rın koyunlarını sulayıverdi. Kova ile o kadar çok su çekiyordu ki ço­banların, koyunlarını sulayan ilkleri oldu. Kızlar koyunlarıyla birlikte babalarına döndüler. Hz. Mûsâ (a.s.) da ayrılıp bir ağacın gölgesine durdu (oturdu). «Rabbım, doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım.» (Kasas, 24) diyordu. Kızların babaları onların koyunlarının karınlan ve memeleri dolu olarak çabucak dönmelerini garip karşılayıp : Bugün sizde bir şey var, dedi. Musa'nın yaptığını ona haber verdiler. Kızlar­dan birinin Musa'yı çağırmasını emretti. Kız Musa'ya gelip onu davet etti. Kızların babası ile konuştuğunda o: «Korkma, artık zâlimler gü­ruhundan kurtuldun.» (Kasas, 25) Ne Firavun'un ne de kavminin bi-, ze karşı herhangi bir gücü yoktur. Biz onun ülkesinde değiliz, dedi. Kızların birisi: «Babacığım onu ücretle tut. Çünkü ücretle tuttukları­nın en iyisi bu güçlü ve emîn kişidir.» (Kasas, 26) dedi; Kızların baba­sının kıskançlığı onu, bu sözü söyleyen kızına : Onun kuvvetini ve emîn oluşunu nereden biliyorsun? demeye şevketti. Kız: Kuvvetine gelince; ssn onun bizim için su sularken kovayı nasıl çektiğini görmedin. Şüp­hesiz ben su sulama konusunda ondan daha güçlü hiç bir kimse gör­medim. Emîn oluşuna gelince; ben ona gittiğim zaman bana baktı, ben ona baktım. Benim bir kadın olduğumu farkeder etmez başını ye­re eğdi ve hiç kaldırmadı. Tâ ki ben ona senin mesajını ulaştmncaya kadar. Sonra bana: Ardımdan yürü ve bana yolu ta'rîf et, dedi. Baba­sının gönlü ferahladı, kızının söylediklerinde hüsn-İ zannda bulundu.

Kızların babası Musa'ya şöyle dedi: «Bana sekiz yıl çalışmana karşılık, bu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Şayet on yıla ta­mamlarsan o, senden bir lütuf olur. Ama sana zahmet vermek iste­mem. İnşâallah beni sâühlerden bulacaksın.» (Kasas, 27). Hz. Mûsâ da böylece yaptı. Allah'ın peygamberi Mûsâ üzerine sekiz sene vâcib olmuştu. İki senesi ise onun va'di olup Allah Teâlâ onun va'dini yeri­ne getirdi ve süreyi on seneye tamamladı.

Saîd İbn Cübeyr der ki: Hıristiyanlardan ve onların âlimlerinden biri bana rastladı da : Musa'nın yerine getirmiş olduğu iki süre han­gisidir biliyor musun? diye sordu. Ben; hayır, dedim. O gün gerçek­ten bilmiyordum. İbn Abbâs'a kavuştum ve bunu kendisine anlattım da: Bilmiyor musun ki Allah'ın peygamberi üzerine sekiz sene vâcib olmuştu. Allah'ın peygamberinin ondan bir şey eksiltmeye hakkı yok­tu. Ayrıca o, Musa'nın va'detmiş olduğu va'dini Allah'ın yerine getire­ceğini de biliyordu. Böylece o, on sene geçirdi. O hıristiyanla karşılaş­tım ve bunu kendisine haber verdim de, şöyle dedi: Senin kendisine sorduğun ve sana haber veren bu konuda senden bilginmiş. Ben : Evet hattâ daha da üstün, dedim.

Hz. Mûsâ ailesiyle beraber yürüyüp gittiğinde Allah Teâlâ'nın Kur'-an'da anlatmış olduğu ateşi görmesi, asası (değneği) ve (hiç bir has­talık olmaksızın bembeyaz bir halde) elini cebinden çıkarması gibi mucizeleri meydana geldi. Hz. Mûsâ Allah Teâlâ'ya bir adam öldürdü­ğünden dolayı Firavun ailesinden olan korkusundan ve dilindeki dü­ğümden şikâyet etti. Dilinde bir düğüm vardı ki çokça konuşmasını engelliyordu. Ayrıca kendisine yardımcı olması, diliyle fasih olarak an­latamadığı birçok şeyi kendisi yerine konuşması için kardeşi Harun'u kendisine yardımcı olmasını Rabbından istemişti. Allah Teâlâ onun is­teğini kendisine verdi, dilindeki bağı çözdü, Harun'a vahyedip Musa'ya iltihâk etmesini emretti. Hz. Mûsâ, yanında asâsıyla yola çılüp niha­yet Hârûn (a.s.) ile buluştu. İkisi birlikte Firavun'a gittiler. Kendile­rine izin vermeyerek bir süre kapısında bekletildiler. Şiddetli bir engel­lemeden sonra nihayet onlara izin verildi de : «Doğrusu biz, senin Rab-bının elçileriyiz.» (Tâ-Hâ, 47) dediler. İkinizin Ratfbı kimdir? dedi. Ve Allah Teâlâ'nın Kur'an'da sana anlatmış olduklarını ona haber verdi­ler. Sonra Firavun : Siz ikiniz ne istiyorsunuz? dedi ve ona öldürdüğü adamı hatırlattı. Mûsâ senin de işittiğin sözle özür beyân edip : Allah'a îmân etmeni ve İsrâiloğullarmı benimle beraber göndermeni istiyorum, dedi, Firavun bunu kabul etmedi ve : «Şayet sâdıklardan isen o zaman bir âyet getir.» (Şuarâ, 154) dedi. Hz. Mûsâ asasını yere attı. Bir de ne görsünler o, ağzını açmış Firavun'un üzerine koşan kocaman bir yılandır. Firavun onun kendisine yöneldiğini görünce; ondan korktu, tahtından atladı ve onu kendisinden engellemesi için Musa'dan yar­dım istedi. Hz. Mûsâ, onun bu isteğini yerine getirdi. Sonra elini ce­binden çıkardı ve Firavun, alatenlilik gibi bir hastalık olmaksızın bem­beyaz olduğunu gördü. Sonra Mûsâ elini tekrar cebine koydu da eli ön­ceki rengine döndü. Firavun, gördükleri hakkında çevresindekileri e is­tişare etti. Ona : «Bu iki sihirbaz sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkar­mak, ve örnek olan yolunuzu yok etmek istiyorlar.» (Tâ-Hâ, 63) dedi­ler ve Hz. Musa'nın istediklerinden hiç birisini vermeyi kabul etmedi­ler. Firavun'a : Bu ikisi için sihirbazları topla. Sihirbazlar senin ülken­de çoktur. Sihrinle bu ikisinin sihrine böylece üstün gelirsin, dediler. Firavun şehirlere haberciler gönderdi ve her bir bilgin sihirbaz onun için toplandı. Firavun'a geldiklerinde : Bu sihirbaz ne ile sihir yapı­yor? diye sordular. Yılanlarla iş görüyor, dediler. Onlar : Allah'a ye­min ederiz ki yeryüzünde bizim yılanlar, ipler ve değneklerle yapmak­ta olduğumuz sihri yapacak hiç kimse yoktur. Eğer galip gelenler biz olursak mükâfatımız ne olacak? dediler. Firavun onlara : Siz benim ak­rabalarım ve hâs adamlarımsınız. Sevip istediğiniz her şeyi size yapa­cağım, dedi. Bayram günü va'dleştiler ve insanların kuşluk vakti top­lanmasını kararlaştırdılar. Onların bayram günlerine zînet günü de­nirdi. Saîd îbn Cübeyr, İbn Abbâs'ın kendisine şöyle naklettiğini söy­ler : Allah Teâlâ'nm Hz. Musa'yı Firavun ve sihirbazlara galip getirdi­ği zînet günü aşûra günüdür.

Geniş ve düz bir yerde toplandıklarında insanlar birbirlerine şöyle diyorlardı: «Eğer onlar gâlib gelirlerse, büyücülere belki biz de tâbi oluruz.» (Şuarâ, 40). Bununla Hz. Mûsâ ve Harun'u kasdediyor ve iki­siyle alay ediyorlardı. Sihirbazlar sihirlerinin güçlülüğüne inanarak : «Ey Mûsâ sen mi atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım.» (A'râf, 115) dediler. Hz. Mûsâ'nn : «Hayır, siz atın, demesi üzerine iplerini ve değ­neklerini atıp : Firavun'un hakkı için elbette biz gâlib gelenleriz.» (Şu­arâ, 44) dediler. Hz. Mûsâ onların sihrini (büyüsünü) görünce' içinde bir korku hissetti. Allah Teâlâ ona asasını atmasını vahyetti. Asasını yere atar atmaz ağzını açmış büyük bir ejderhâya dönüştü. Sihirbaz­ların değnekleri ipleri karışmaya başladı ve ejderhâ karşısında boğaz­lanmaya razı olup boyun eğmiş bir koyun gibi oldu. Bunlar ejderhâ ta­rafından yutuldu da nihayet yutulmadık ne bir değnek ne de bir ip kaldı. Sihirbazlar bu durumu anlayınca : Şayet bu bir sihir olsaydı, bi­zim sihirimiz karşısında bu duruma yükselmezdi. Fakat bu, Allah'tan olan bir iştir. Biz Allah'a ve Musa'nın getirdiklerine inandık. İçinde bulunduğumuz durumdan Allah'a tevbe ediyoruz, dediler. İşte orada Allah Teâlâ, Firavun ve taraftarlarının belini kırdı, hakkı üstün getir­di, onların yapagelmekte oldukları da bâtıl oldu. «İşte orada yenildiler, hor ve hakîr geri döndüler.» (A'râf, 119). Bu arada Firavun'ün kansı üzerindeki süslü elbiseleri atmış Musa'nın, Firavun ve taraftarlarına üstün gelmesi için Allah'a duâ ediyordu. Firavun'ün ailesinden onu gö-fenler, Firavun ve taraftarlarına acımasından dolayı üzerindeki süslü elbiseleri attığını sanmıştı. Halbuki o, ancak Hz. Mûsâ İçin olan üzün­tüsünden böyle yapmıştı.

Hz. Mûsâ, Firavun'ün yalancı vaadleri ile uzun süre kaldı. Bir mu­cize getirdiği zaman, mucize esnasında İsrâiloğullarını onunla beraber göndereceğini va'dediyor, mucize geçince ise sözünden dönüp : Senin Rabbın bundan başkasını yapmaya güç yetirebilir mi? diyordu. Allah Teâlâ Firavun kavmi üzerine ayrı ayn mucizeler olarak tûfân, çekir­ge, haşerât, kurbağa ve kan mucizelerini gönderdi. Bunların her bire­rinde Firavun Musa'ya yalvarıyor, bu musibetin kendisinden kaldırıl­masını, engellenmesini istiyor ve İsrâiloğullarını kendisiyle beraber göndereceği konusunda ona te'mînât veriyordu. Her biri bir musibet olan mucizeler ondan kaldırıldığında ise sözünden dönüyor, ahdini bo­zuyordu.

Nihayet Allah Teâlâ Musa'ya kavmini geceleyin çıkarmasını em­retti. Sabah olduğunda Firavun onların kaçıp gitmiş olduklarını göre­rek şehirlere adam toplayıcılar gönderdi. Kalabalık ve büyük bir ordu ile peşlerine düştü. Allah Teâlâ denize şöyle vahyetmişti: Kulum Mûsâ asâsıyla sana vurduğu zaman on iki parçaya bölün ki Mûsâ ve berabe­rindekiler geçsinler. Henüz içerde kalan Firavun ve taraftarlarının üze­rine kapan. Mûsâ, denize asâsıyla vurmayı unuttu. Denize ulaştı. Mû­sâ asâsıyla denize vurmayı unutur da Allah'a âsî olmuş olur korkusuy­la denizin korkunç bir gürlemesi vardı. İki topluluk birbirini görüp yaklaştıklarında Hz. Musa'nın ashabı: «Bize yetiştiler.» Rabbınm sa­na emrettiğini yap. Şüphesiz O yalan söylemedi, sen de yalan söyleme­din, dediler. Hz. Mûsâ: Denize geldiğim zaman geçebilmem için on İki parçaya bölüneceğini bana va'detmişti, dedi ve bundan sonra asasını hatırlayıp denize asâsıyla vurdu. Bu, Firavun ordusunun öncülerinin Hz. Musa'nın ordusunun ardçılanna iyice yaklaştığı bir zamanda ol­muştu. Rabbmın emrettiği ve Musa'ya va'dettiği gibi deniz yarıldı. Mû­sâ ve ashabının tamâmı denizi geçip Firavun ve ashabı denize girdikle­rinde yine Allah Teâlâ'nın emrettiği gibi deniz onların üzerine kapan­dı. Hz. Mûsâ denizi geçtiğinde ashabı: Biz Firavun'ün boğulmuş ol­masından korkuyoruz ve onun helakinden emin de değiliz, dediler. Hz. Mûsâ Rabbına duâ etti, onun duası üzerine Firavun'u cesedi ile (deniz­den) çıkardı ve nihayet onun helak olduğuna kesin olarak inandılar.

Sonra putlara tapınan bir kavme rastladılar ve dediler ki: Ey Mû­sâ, onların tanrıları olduğu gibi bize de bir tanrı yap. «O da dedi ki:

Siz gerçekten câhil bir topluluksunuz. Şüphesiz ki bunların içinde bu­lundukları; yok olmaya mahkûmdur ve yapmakta oldukları şey de bâ­tıldır.» (A'râf, 138-139). Siz size yetecek (sizi putlara tapınmaktan alı­koyacak) ibretler gördünüz ve işittiniz deyip yürüdü. Hz. Mûsâ, onları bir yerde konaklattı ve : Harun'a itaat ediniz. Ben sizin üzerinize ye­rime onu bırakıyorum. Ben Rabbıma gidiyorum, dedi ve otuz gün son­ra onlara döneceğini va'detti. Rabbma gelip otuz gün içinde O'nunla konuşmayı murâd ettiğinde, bu otuz günün gecesi ve gündüzünde oruç tuttuğu için oruçlu ağzındaki koku ile Rabbıyla konuşmayı hoş gör­medi ve yerdeki bir bitkiden bir parça alıp çiğnedi. Rabbma geldiğin­de O, olanları en iyi bilen olduğu halde Musa'ya : Niçin iftar ettin? di­ye sordu. Hz. Mûsâ : Ey Rabbıın, ağzımda hoş bir koku olmaksızın Se­ninle konuşmaktan hoşlanmadım, diye cevab verdi. Rabbı: Ey Mûsâ, oruçlu ağızının kokusunun misk kokusundan daha hoş olduğunu bil-medin mi? Dön, on gün oruç tut, sonra Bana gel, buyurdu. Hz. Mûsâ (a.s.), kendine emrolunanı yerine getirdi. Musa'nın kavmi onun, veri­len sürede kendilerine geri dönmediğini gördüklerinde, bu onların ho­şuna gitmedi. Hz. Hârûn (daha önce) onlara hitâbetmemiş ve : Şüphe­siz Mısır'dan çıkarken Firavun kavminin sizin yanınızda emânetleri, ödünç verdikleri şeyler vardı. Sizin de onlarda emânetleriniz ve ödünç verdiğiniz şeyler vardı. Ben görüyorum ki .sizin olup ta onların yanın­da kalanlar hususunda siz Allah'tan ecir dilemektesiniz. Ancak onlar­dan size emânet veya ödünç olarak kalan şeyleri size helâl olarak gör­müyorum. Biz, bunlardan hiç birisini onlara geri verecek veya kendi­miz için tutacak değiliz, demiş, bir çukur kazdınp bütün kavmin yan­larında emânet veya ödünç olarak kalan eşya, süs ve benzeri şeyleri bir çukura atmalarını emretmişti. Sonra onların üzerine bir ateş yaktırıp hepsini yakmış; işte şimdi ne bizim ne de onların oldu, demişti.

Sâmirî, îsrâiloğullarınm komşulardan ineğe tapan bir kavimden idi. İsrâiloğullarından değildi. Hz. Mûsâ ve İsrâiloğullan göçtüklerin­de onların peşine takılmıştı. Sâmirî için bir iz (rivayete göre Cibril'in kısrağının ayağının değdiği yerdeki toprak) görmesi ve ondan bir avuç alması takdir buyurulmuştu. Harun'a uğradı da Hârûn (a.s.) ona: Ey Sâmirî, elindekini atmayacak mısın? diye sordu. O, avucunu kapalı tu­tuyordu ve bu uzun süre içinde avucunda olanı hiç kimse görmemişti. Bu, sizi denizden geçiren elçinin izinden bir avuçtur. Onu attığım za­man dilediğimin olması için şayet Allah'a duâ edersen ancak o zaman atarım, dedi. Sâmirî, avucundakini attı ve Hârûn onun içîn duâ etti. Sâmirî : Onun bir buzağı olmasını istiyorum, dedi. Çukurdaki eşya, süs, bakır veya demirden ne varsa bir araya toplandı ve içi boş bir buzağı haline geldi. Onda rûh yoktu ve bir böğürmesi vardı.

îbn Abbâs der ki: Hayır, Allah'a yemîn ederim ki onun asla bir sesi olmadı. Ancak rüzgâr onun arkasından girip ağzından çıkıyordu. İşte ses bundan meydana geliyordu.

İsrâiloğulları fırkalara bölündü. Bir bölük : Ey Sâmirî, bu nedir? Bunu en iyi bilen sensin, dediler. Sâmirî : Bu, sizin Rabbınızdır. Fakat Mûsâ yolunu kaybetti, dedi. Bir bölük : Mûsâ bize dönünceye kadar biz bu adamı yalanlamayız. (Yalanlamayalım). Eğer bu bizim Rabbımız ise biz onu kaybetmiş ve onu gördüğümüz zaman ondan âciz kalma­mış oluruz. Şayet Rabbımız değilse Musa'nın sözüne uyarız, dediler. Bir bölük ise : Bu, şeytânın işidir. Asla bizim Rabbımız değildir. Biz ona inanmayız ve doğrulamayız, dediler. Ancak, Sâmirî'nin buzağı hakkın­da söylemiş olduğu sözlerin doğru olduğu bir bölümünün aklına yattı ve açıkça Musa'yı yalanladılar. Hz. Hârûn onlara : Ya Musa'nın duru­mu nedir? Bize otuz gün sonra döneceğini va'detti, sonra sözünden dön­dü. İşte kırk gün geçmedi mi? dediler. Onların beyinsizleri de : Her hal­de Rabbını kaybetti, onu arıyor, peşinden gidiyor, diye ilâve ettiler.

Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ ile konuşup Rabbı ona söylediklerini söyle­diğinde, arkasından kavminin başına gelenleri ona haber verdi. «Mûsâ kavmine kızgm ve üzgün olarak döndü.» (Tâ-Hâ, 86) ve Kur'an'da işit­miş olduklarını onlara söyledi. Kardeşinin başından tutup kendine doğ­ru çekmeye başladı ve öfkesinden levhaları yere attı. Sonra kardeşinin özürünü kabul edip onun için mağfiret diledi. Sâmirî'ye gidip : Seni böyle yapmaya sürükleyen nedir? diye sordu. Sâmirî : «Onların görme­dikleri bir şey gördüm ve o elçinin bastığı yerden bir avuç avuçladım. Ve bunu (zînet eşyalarını erittiği yere) attım nefsim böyle yaptırdı ba­na.» (Tâ-Hâ, 96) dedi. Hz. Mûsâ : «Haydi git, doğrusu hayatta artık; bana dokunmayın, demekten başka yapacağın bir şey yoktur. Bir de senin için hiç kaçamayacağın bir ceza günü var. Sarılıp durduğun üstü­ne düşüp tapındığın ilâhına bak; yemîn olsun ki Biz onu (buzağıyı) ya­kacağız, parça parça edip sonra da denize atacağız.» Eğer bir Allah olmuş olsaydı, elbette bunlar onun başına gelmezdi, dedi ve İsrâiloğulları fitne­yi kesin olarak görüp inandılar. Buzağı hakkında Hz. Harun'un görüşü­nü paylaşanlar sevinip şâd oldular ve kendi cemaatları için :Ey Mûsâ, Rabbından bizim için tevbe kapısını açmasını iste de tevbe edelim, yap­tıklarımızdan dolayı bizi bağışlasın, dediler. Hz. Mûsâ, bu iş için kavmin­den yetmiş kişi seçti. Bunlar hiç bir hayrı esirgemeyen, İsrâiloğullarının seçkinleri ve buzağıya tapmayan (buzağı ile Allah'a şirk koşmayan) kim­selerdi. Onlar için tevbe dilemek üzere onları alıp götürdü. Yeryüzü on­ları sarstı da, Allah'ın peygamberi kendilerine bu iş yapıldığı zaman kavminden ve kavmi içinden seçtiklerinden utandı ve : «Rabbım; dile-seydin önce onları da helak ederdin, beni de. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin?» (A'râf, 155) dedi. İçlerin­de kalbinde buzağı sevgisi ve nna îmân yerleşmiş olan kimselere Allah Teâlâ Musa'yı muttali' kılmıştı. îşte bu yüzdendir ki onları sarsmıştı. «Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Ben, onu sakınanlara, zekâtı ve­renlere ve âyetlerimize inananlara; işte onlara yazacağım. Onlar ki; yanlarındaki Tevrât'da ve İncil'de, yazılı bulacakları; okuma, yazma bilmeyen ve nebî olan Rasûle tâbi olurlar.» (A'râf, 156-157) buyurdu. Hz. Mûsâ : Ey Rabbım, ben kavmim için Senden tevbe istedim. Sen ise rahmetini benim kavmimden başka bir kavim için yazdığını buyurdun. Ne olur keşke beni geciktirseydin de, o rahmete nail olmuş kişinin üm­meti içinde çıkaraydın, dedi Allah Teâlâ ona : Onların (kavminin) tevbesi, onlardan her bir kişinin babası veya çocuğu olsun kavuştuğu­nu kılıçla öldürmesidir. O yerde öldürdüğünün kim olduğuna aldırma­yacaktır, buyurdu. Böylece Hz. Mûsâ ve Harun'a gizli kalıp ta Allah'ın, günâhlarına muttali' olduğu kimseler tevbe edip günâhlarını itiraf et­tiler ve emrolunduklarını yaptılar da Allah Teâlâ hem öldüreni hem de öldürüleni bağışladı.

Sonra Hz. Mûsâ (a.s.), onları Arz-ı Mukaddes'e doğru yola çıka­rıp yürüttü. Öfkesi dindikten sonra levhaları aldı ve onlara ulaştırmak­la emrolunduğu görevleri onlara emretti. Bu, onlara ağır geldi ve kabul­den imtina' ettiler. Allah Teâlâ dağı yerinden söküp onların üzerine bir gölge gibi kaldırdı. Dağ onlara o kadar yaklaştı ki, üzerlerine düşe­ceğinden korktular. Elleriyle kitabı aldılar. Başlarını yan olarak yere koymuşlar dağa bakar durumdaydılar, kitab da ellerinde idi. Onlar dağın hemen arkasında ve onun üzerlerine düşeceği korkusu içindey­diler. Sonra yürüdüler ve nihayet kutsal yere geldiler. Orada bir şehir ve şehirde zâlim bir kavim buldular. Yaratılışları hoşlanılmayacak bir yaratılıştı. —Anlatanlar onların meyveleri hakkında ve meyvelerinin büyüklüğü üzerinde garip durumlar da zikrederler.— Dediler ki: Ey Mûsâ, muhakkak orada zâlim bir kavim var. Bizim onlara -gücümüz yetmez. Onlar oradayken biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz oraya gireriz. İsrâiloğüllarının korktuğu kavimden iki kişi —Ye-zîd'e soruldu da : Evet, o iki adam şehirdeki zâlim kimselerden olup Mû-sâ'ya îmân etmiş ve onun yanına çıkmışlardır, dedi— Biz kavmimizi iyi biliriz. Siz onların cüsselerinden, sayılarından gördüklerinizden kor­kuyorsunuz. Halbuki onlar, yüreksiz ve güçsüz insanlardır. Güçleri de yoktur. Onların üstlerine kapıdan yürüyün, oraya girerseniz muhak­kak siz gâliblersiniz, dediler. Birtakım kimseler bunların (konuşan kimselerin) Musa'nın kavminden olduğunu söylerler. Isrâiloğulların-dan korkanlar ise : «Ey Mûsâ, onlar orada oldukça, ebediyen oraya gir­meyiz. Git, sen ve Rabbın savaşın. Biz, burada oturanlardanız.»  (Mâide, 24) demiş ve Musa'yı öfkelendirmişlerdi. Hz. Mûsâ onlara beddua etmiş, onları fâsıklar (günahkârlar) olarak isimlendirmiştir. Bundan önce onlara hiç beddua etmemişti. Onlardan o güne gelinceye kadar bir kötülük ve ma'siyet de görmemişti. Allah Teâlâ Hz. Musa'nın bed­duasına icabet buyurmuş ve Hz. Musa'nın isimlendirdiği gibi onları gü­nahkâr olarak isimlendirip Arz-ı Mukaddesi onlara kırk sene haram kılmıştı da öylece yeryüzünde ( çölde) dolanıp durmuşlardı. Her gün sa­bah olunca yürüyorlar, bir yerde karâr kılamıyorlardı. Sonra Tîh (çö­lün) de onların üzerine bulutu gölge yaptı, onlara kudret helvası ve bıl­dırcın indirdi, eskimeyen ve kirlenmeyen elbiseler bahşetti. Onların aralarında dört köşe bir kaya yarattı. Musa'ya ona asâsıyla vurmasını emretti. Her bir köşesinden üç kaynak olmak üzere ondan on iki kay­nak fışkırdı. Kendisinden su içecekleri kaynağı her bir sıbt'a (aileye) bildirdi. Herhangi bir merhaleden göçüp ayrıldıkları zaman bir önceki gün nerede ise kayayı kendileriyle beraber orada buluyorlardı.

İbn Abbâs bu hadîsin rivayetini Hz. Peygamber (s.a.) e kadar ulaş­tırmıştır. Hz. Muâviye, İbn Abbâs'm bu hadîsi rivayetini işittiğinde, Hz. Musa'nın öldürdüğü adamın öldürülme işini Hz. Musa'nın aleyhi­ne ifşa edenin Firavun ailesinden olmasını kabullenmeyip : Hz. Mûsâ hakkında bilgisi olmaksızın ve bu duruma şâhid olan İsrâiloğulların-dan olan adam kanalıyla kendisine zahir olmuşken bunu nasıl ifşa eder? dedi. İbn Abbâs öfkelenip Muâviye'nin elinden tuttu ve onu Sa'd İbn Mâlik ez-Zührî'ye götürdü ona : Ey Ebu îshâk, Allah Rasûlü (s.a.) nün Firavun ailesinden Hz. Mûsâ tarafından öldürülen kişinin habe­rini bize rivayet ettiği günü hatırlıyor musun? Hz. Musa'nın aleyhine ifşaatta bulunan İsrâiloğullarından mı, yoksa Firavun taraftarların­dan mıydı? diye sordu. Sa'd İbn Mâlik şöyle cevapladı: Bu duruma şâhid olup orada hazır bulunan İsrâiloğullanndan olan adamdan işit­tiği ile Firavun taraftarı olan ifşa etmiştir.

Hadîsi İmâm Neseî, «es-Sünen el-Kebîr»inde böylece rivayet edi­yor. Ebu Ca'fer İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim de tefsirlerinde hadîsi tah-rîc etmişlerdir. Ancak bu, İbn Abbâs'm sözü olarak mevkuf olup çok az bir kısmı merfû'dur. Sanki İbn Abbâs bu sözleri İsrâiliyyâtın nakledilmesi mübâh olan kısımlarından alarak, Kâ'b el-Ahbâr ve baş­kalarından almış gibidir. En doğrusunu Allah bilir. Şeyhimiz Hafız Ebu'l-Haccâc el-Mizzî'nin de böyle söylediğini işittim.[10]

 

40  — (...) Böylece Medyen  halkı   arasında  yıllarca kalmıştın. Sonra da bir kader üzerine geldin ey Mûsâ.

41  — Ve seni kendim için yetiştirdim.

42  — Sen ve kardeşin âyetlerimle git. İkiniz de Beni zikretmede gevşek davranmayın.

43  — Firavun'a gidin, doğrusu o azmıştır.

44  — Ve ona yumuşak  söz  söyleyin,   belki  nasihat dinler veya korkar.

 

Allah Teâlâ Hz. Mûsâ (a.s.) ya hitaben, onun Firavun ve erkânın­dan kaçıp, kayınpederinin koyunlarını güderek Medyen halkı içinde kaldığını haber veriyor. Süre sona erip verilen müddet bitince o, söz verilmiş bir zaman olmaksızın Allah'ın takdiri ve irâdesine muvafık olarak ('Mısır'a) gelmiştir. Emir bütünüyle Allah Teâlâ'nın elindedir. Kullarını dilediği şekilde yürüten ve dilediğini yaratan O'dur. Bu se­bepledir ki: «Sonra da bir kader üzerine geldin ey Mûsâ.» buyurmuş­tur. Mücâhid âyetteki kelimesini; söz verilmiş bir zaman ola­rak anlamıştır. Abdürrezzâk'ın Ma'mer'den, onun da Katâde'den riva­yetinde o, «Sonra da bir kader üzerine geldin ey Mûsâ.» âyeti hakkın­da şöyle der: Eisâlet ve peygamberlik takdirine göre buraya geldin ey Mûsâ.

«Ve seni kendim için yetiştirdiğim,» İrâde edip dilediğim gibi seni kendim için elçi olarak seçtim. Bu âyetin tefsirinde Buhârî der .ki: Bi­ze Salt İbn Muhammed'in... Ebu Hüreyre'den onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayetine göre şöyle buyurmuş : Âdem ve Mûsâ karşılaştı­lar da Mûsâ: İnsanları mutsuz eden ve onları cennetten çıkaran sen değil misin? dedi. Âdem : Allah'ın risâleti için seçtiği, kendisi için ayır­dığı ve üzerine Tevrat'ı inzal buyurduğu sen değil misin? dedi, Hz. Mû-sâ'nın; evet, cevabı üzerine Hz. Âdem: (Tevrât'da) Yaratılmamdan Ön­ce" bunların benim üzerime yazılmış olduğunu bulmadın mı? diye sor­du. Hz. ıMûsâ; evet, cevabını verdi. Ve Hz. Âdem Musa'ya (bu müna­zarada) üstün geldi. Hadîsi Buhârî ve Müslim tahrîc etmişlerdir.

«Sen ve kardeşin âyetlerimle (hüccet, bürhân ve mucizelerimle) git. İkiniz de beni zikretmede gevşek davranmayın.» îbn Abbâs'tan rivâyetle Ali İbn Ebu Talha, âyetteki fiilini; gecikmeyin, geç kalmayın, şeklinde anlamıştır. Yine İbn Abbâs'tan rivayetle Mücâhid burayı; zayıf ve gevşek davranmayın, şeklinde anlar. Burada kasdedi-len, cnların Allah'ı zikretmede fütur getirmemeleri, aksine kendilerine yardımcı olması için Firavun'la karşılaşmaları halinde Allah'ı zikret­meleridir. Bu zikir onlar için bir güç, Firavun'un belini kıran bir kuv­vet olacaktır. Nitekim bir hadîste şöyle buyurulur: Benim gerçek ku­lum; akranı bir düşmanla savaşırken dahi beni anan, zikredendir.

«Firavun'a gidin, dcğrusu o azmıştır.» Temerrüd etmiş, haddi aş­mış ve açıkça Allah'a isyan etmiştir. «Ve ona yumuşak söz söyleyin, belki nasihat dinler veya (Allah'tan) korkar.» Bu âyette büyük bir ib­ret vardır. Şöyle ki: Firavun, azgınlık ve büyüklenmenin en üst dere­cesindedir. Hz. Mûsâ ise, o zamanda Allah'ın kullan içinde seçtiği seç­kin bir kuludur. Bununla birlikte O, Musa'ya Firavun'a karşı lutf ile ve yumuşaklıkla hitâb etmesini emretmiştir. Nitekim Yezîd er-Rukâşî «Ve ona yumuşak söz söyleyin.» âyetinde şöyle diyor : Ey Allah'a düş­manlık edenin sevgisini kazanmaya çalışan; ya onu seven ve ona nida edene karşı tavrın nasıl olmalıdır? Vehb İbn Münebbih der ki: Ona söyleyin ki Ben öfke ve cezaya elandan daha çok bağışlamaya ve affa yakınım. İkrime'den rivayete göre o, «Ve ona yumuşak söz söyleyin.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Bu; Allah'tan başka ilâh yoktur, sözü­dür. Hasan el-Basrî'den rivayetle Arar İbn Ubeyd «Ve ona yumuşak söz söyleyin.» âyetinin tefsirinde şöyle der : Onun özrünü kabul etmeyin ve kendisine : Şüphesiz senin bir Rabbm ve senin için (o Rabba) bir dönüş vardır. Şüphesiz senin önünde cennet ve cehennem vardır, de-yin.(..'.) "Ve ona yumuşak söz söyleyin.» Âyetini açıklayanların söz­lerinin özeti şudur : Onların Firavun'u davetleri gönüllerde daha te'-sirli olsun diye ince, yumuşak ve kolay sözlerle olacaktır. Nitekim Al­lah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyuruyor : «Rabbının yoluna hikmet­le ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde tartış.» (Nahl, 125).

«Belki nasîhat dinler veya korkar.» Olur ki içinde bulunduğu sa­pıklık ve helâkden döner de Allah'tan korkar ve Rabbının korkusundan taâta döner ve O'na itaat eder. Nitekim başka bir âyette : «Korkacak olan öğüt alacaktır.» (A'lâ, 10) buyurur ki âyetteki tezekkür; haram­dan dönme, haşyet ise; Allah'ın itaatini elde etme, işlemedir. Hasan el-Basrî, «Belki nasihat dinler veya korkar.» âyetini şöyle anlıyor: On­dan özür kaldırılmadan sen ey Mûsâ ve kardeşin Hârûn : Onu helak buyur, demeyin.[11]

 

45  — Dediler ki.- Rabbımız, onun bize taşkınlık yap­masından veya azgın davranmasından endîşe ederiz.

46  — Buyurdu: Korkmayın,   Ben  sizinle  beraberim, hem görür, hem de işitirim.

47  — Haydi ona gidin ve deyin ki: Doğrusu biz, se­nin Rabbının elçileriyiz. Artık İsrâiloğullarmı bizimle gön­der ve onlara azâb etme. Hem biz, Rabbmdan sana bir âyetle geldik. Hidâyete tâbi olanların üzerine selâm olsun.

48  — Doğrusu bize vahyolundu ki; yalanlayıp sırt çe­virene azâb vardır.

 

Allah Teâlâ bu âyetlerde Hz. Mûsâ ve Hârûn (a.s.) dan haber ve­riyor ki; onlar Allah'a sığınıp iltica ederek ve O'na şikâyetle : «Rab­bımız, onun bize taşkınlık yapmasından veya ağan davranmasından endîşe ederiz.» demişlerdi. Bununla Firavun'un kendilerini hemen ce­zalandırmak isteyeceğini veya hak etmedikleri halde hücum ederek kendilerini cezalandırıp işkence edeceğini kaydediyorlardı. Abdurrahmân İbn Zeyd, âyetteki fiilini; hücum etmekle tefsir et­miştir.

«Buyurdu : Korkmayın, Ben sizinle beraberim.» Sizin ve onun söz­lerini işitir, sizin ve onun durumunu (yerini, derecesini) görürüm. Si­zin işinizden hiç birşey Bana gizli kalmaz. Bilin ki onun işi Benim elle-cimdedir. Benim iznimle ve ancak Benim emrimden sonra konuşabilir, teneffüs edebilir ve yakalayabilir. Korumam, yardımım ve destekle­memle sizinle beraberim. İbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Abdul­lah (İbn Mes'ûd) dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ Hz. Musa'yı Firavun'a (peygamber olarak) gönderdiğinde o: Ey Rab-bım, ne söyleyeyim? demişti. Allah Teâlâ ona : de, bu­yurdu. A'meş, bu kelimelerin tefsirini şöyle yapar : Her şeyden Önce diri, her şeyden sonra yine diri. Hadîsin isnadı ceyyid olmakla birlik­te garîbdir.

«Haydi ona gidin ve deyin ki: Doğrusu biz, senin Rabbının elçi­leriyiz.» Daha önceki fitneler hadîsinde geçtiği üzere İbn Abbâs'tan ri­vayetle o, şöyle demiş: Firavun'un kapısında bir süre beklediler, bu süre içinde kendilerine izin verilmedi. Şiddetli bir engelleme ve men'et-meden sonra ikisine izin verildi. Muhammed İbn İshâk İbn Yessâr an­latıyor : Hz. Mûsâ ve kardeşi Hârûn çıktılar, yanına girmek için izin is­temek üzere Firavun'un kapısına gelip durdular. O ikisi: «Doğrusu biz, âlemlerin Rabbının elçileriyiz.» Şu adamın yanına girmek için bize izin verin, diyorlardı. Bana ulaştığına göre, iki sene orada kalıp beklediler. Sabahleyin geliyor, sonra dönüyorlardı. İkisini de kimse tanımıyor ve durumlarını Firavun'a haber vermeye cesaret edemiyorlardı. Nihayet Firavun'la oynaşan ve onu güldüren cesur birisi Firavun'un yanma gi­rip : Ey kral, kapında bir adam var ki garip sözler söylüyor; senin dı­şında bir ilâhı olduğunu ve onu sana gönderdiğini sanıyor, dedi. Fira­vun : Kapımda mı? diye sordu da adam; evet, dedi. Firavun : Onu içe­ri alın, dedi. Hz. Mûsâ, yanında kardeşi Hârûn olduğu halde ve elinde asâsıyla içeri girdi. Firavun'un huzurunda durduğunda : Şüphesiz ben âlemlerin Rabbının elçisiyim, deyince Firavun onu tanıdı.

Süddî'nin anlattığına göer; Hz. Mûsâ, Mısır ülkesine geldiğinde an­nesi ve kardeşine müsâfir oldu. İkisi de onu tanımıyorlardı. O gece ye­mekleri şalgam yemeği idi. Sonra annesi ve kardeşi onu tanıdılar ve se­lâm verdiler de Mûsâ kardeşine : Ey Hârûn, şüphesiz Rabbım şu ada* ma, Firavun'a gitmemi ve onu Allah'a davet etmemi emretti. Senin de bana yardımcı olmanı emretti, dedi. Hârûn: Rabbının sana emrettiği­ni yap, dedi ve ikisi birlikte gittiler. Bu, geceleyin olmuştu. Hz. Mûsâ asâsıyla sarayın kapısını çaldı. Bunu duyan Firavun öfkelendi ve : Bu­nu yapmaya cür'et eden kimdir? diye sordu. Hizmetkârları ve kapıcı­ları kapıda deli birisi olduğunu ve onun : «Ben Allah'ın elçisiyim» de­diğini haber verdiler. Firavun : Onu huzuruma alın, diye emretti. Hz. Mûsâ ve Hârûn huzurunda durduklarında Allah Teâlâ'nın kitabında zikrettiklerini karşılıklı olarak birbirlerine söylediler.

ccHem biz, Rabbından sana bir âyetle (bir delâlet, bir delille) gel­dik. Hidâyete tâbi olanların üzerine selâm olsun.» Hidâyete uyduğun takdirde sana da selâm olsun. Bu âyete uygun olarak Allah Rasûlü (s.a.) Rumların büyüğü HirakTe mektup yazdığında bu mektubun baş­langıcı şöyle olmuştu: «Rahman, Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın elçisi Muhammed'den Rûmun büyüğü Hirakl'e : Doğru yolda gidenlere selâm olsun. Selâmdan sonra; şüphesiz ben seni İslâm davetine çağı­rıyorum. Müslüman ol ki kurtulasm. Allah da sana mükâfatını iki kat versin. Aynı şekilde Müseylime, Allah Rasûlü (s.a.) ne şu mektubu yazmıştı; «Allah'ın elçisi Müleylime'den Allah'ın elçisi Muhammed'e :

Selâm sana. Selâmdan sonra; şüphesiz ben işte seninle beraber ortak olmuşumdur : Şehirler sana, çöl ahâlîsi banadır. Fakat Kureyş haddi aşan bir kavimdir.» Allah Rasûlü (s.a.) de ona şöyle yazmıştı: «Al­lah'ın elçisi Muhammed'den yalancı Müseylime'ye: Doğru yolda gi­denlere selâm olsun. Selâmdan sonra; şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Güzel akıbet ise Allah'tan korkanlarındır.» Bu sebepledir ki Hz. Mûsâ ve Hârûn (a.s.) da Fira-vun'a : «Hidâyete tâbi olanların üzerine selâm olsun. Doğrusu bize vahyoîundu ki; yalanlayıp sırt çevirene azâb vardır.» demişlerdir. Ya­ni Rabbımızm bize vahyetmiş olduğu ma'sûm vahiyler içinde Allah bi­ze haber verdi ki azâb, Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve O'na itâattan yüz çevirenlere tahsis edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır : «Artık kim haddi aşarak sapıtmışsa ve dünya hayatını tercih etmişse; şüphesiz ki onun varacağı yer, cehennemdir.» (Nâziât, 37-39), «Sizi alevler saçan ateşle uyardım. Oraya ancak en az­gın olan ulaşır. Yalanlayıp yüz çevirmiş olan.» (Leyi, 14-16), «İşte o tasdik etmemiş, namaz da kılmamıştı. Fakat yalanlamış ve yüz çevir­mişti.» (Kıyâme, 31-32).[12]

 

49  — Ey Mûsâ, Rabbınız kimdir sizin? dedi.

50  — Dedi ki: Rabbımız her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yola eriştirendir;

51  — Öyle ise önceki nesillerin durumu nedir? dedi.

52  — Dedi ki: Onların bilgisi  Rabbmın  katında bir kitabdadır. Benim Rabbım şaşırmaz, unutmaz.

 

Allah Teâlâ Firavun'dan haber verir ki o, her şeyin ilâhı, Rabbı ve mâliki olan, Yaratıcı ve Fâil-i Mutlak olanın varlığını inkârla Hz. Mû-sâ'ya : Ey Mûsâ, seni peygamber olarak gönderen sizin Rabbınız kim­dir? Ben onu tanımıyorum. Benim dışımda sizin için bir ilâh da bil­miyorum, dedi. Hz. Mûsâ da : «Rabbımız her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yola eriştirendir.» diye cevabladı. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini naklediyor : Her şey için bir eş yaratmış­tır. Yine İbn Abbâs'tan rivayetle Dahhâk der ki: O, insanı insan, merkebi merkeb, koyunu koyun yaratmıştır. Mücâhid'den rivayetle Leys İbn Süleym : Her şeye suretini vermiştir, der. Yine Mücâhid'den nak­len İbn Ebu Necîh : Her bir hayvanın yaratılışım düzgün yapmıştır, diyor. «Rabbımız her şeye yaratılışım veren, sonra da doğru yola eriş­tirendir.» âyeti hakkında Saîd İbn Cübeyr der ki: Her bir yaratılış sa­hibine yaratılışına uygun geleni vermiştir. İnsana hayvan yaratılışın­dan, hayvana köpek yaratılışından, köpeğe koyun yaratılışından bir şey vermemiştir. Her şeye kendisi için gerekli olan çoğalma kabiliyeti­ni vermiş ve her şeyi buna hazırlamıştır. Bunlardan yaratılış, nzık ve çoğalmada durumu birbirine benzeyen hiç bir şey yoktur. Müfessirler-den birisi «Her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yola eriştiren­dir.» âyetinin «Ki O, takdir edip doğru yolu göstermiştir.» (A'lâ, 3) âye­ti gibi olduğunu söylemiştir. Yani (yaratıkların) kaderini takdir bu­yurmuş ve yaratıkları bu kadere iletmiştir. Amelleri, ecelleri ve rızık-lan yazmış olup, yaratıklar bu yazılan üzerine yürürler ve asla ondan sapamazlar. Hiç kimse bunun dışına çıkmaya güç yetiremez. Burada diyor ki: Rabbımız yaratan, kaderi takdir eden ve irâdesi üzere yara­tıklara cibilliyet verip onları halkedendir.

«Öyle ise önceki nesillerin durumu nedir? dedi.» âyetinin anlamı hakkındaki açıklamaların en sıhhatli olanı şöyledir : Hz. Mûsâ kendi­sini Firavun'a peygamber olarak gönderenin; yaratan, rızık veren, tak-dîr eden ve doğru yola eriştiren olduğunu haber verdiğinde Firavun, önceki nesillerin durumunu delil getirerek onunla mücâdele etmeye başlamıştır. Yani onlar Allah'a ibâdet etmemişlerdir. Madem ki du­rum senin söylediğin gibidir, onlar senin Rabbına değil O'ndan başka­sına ibâdet etmişlerken onların durumu ne olacak? demek istemiştir. Bunun cevabında Hz. Mûsâ ona şöyle demiştir : Onlar her ne kadar Al­lah'a ibâdet etmemişlerse de onların işleri Allah katında onların aley­hine zabtolunup kaydedilmiştir. Allah'ın kitabında —ki o Levh-i Mah­fuz ve amellerin kitabıdır— onların amelleri karşılığında onları ceza­landıracaktır. «Benim Rabbım şaşırmaz, unutmaz.» Hiç bir şey O'ndan kaçamaz; büyük veya küçük asla O'nu geçemez. O, asla hiç bir şeyi unutmaz. Böylece Hz. Mûsâ Allah Teâlâ'nın ilmini, her bir şeyi ku­şatmış olmakla nitelemiş, Allah'ın hiç bir şeyi unutmayacağını bildir­miştir. Yaratıkların ilminin başına iki noksan arız olmaktadır. Bun­lardan birisi, her şeyi kuşatamamış olmaktır. Diğeri ise bildikten son­ra onu unutmasıdır. Allah Teâlâ, Zâtını bunlardan tenzih etmiştir.[13]

 

53  — Sizin için yeryüzünü döşemiş, orada sizin için yollar açmış, gökten su indirmiştir. Biz, o su ile çeşitli bit­kilerden çifter çifter çıkardık.

54  — Hem siz yeyin, hem hayvanlarınızı otlatın. Şüp­hesiz ki bunlarda sağduyu sahipleri için âyetler vardır.

55  — Ondan yarattık sizi oraya da döndüreceğiz. Ve sizi, bir kerre daha oradan çıkaracağız.

56  — Andolsun ki ona bütün âyetlerimizi gösterdik ama yalanlayıp kabulden kaçındı.

 

Bu âyetlerde belirtilenler Firavun Hz. Musa'ya Rabbını sorduğun­da Hz. Musa'nın Rabbını nitelediği sözlerin devamıdır. O : «Rabbımız her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yola eriştirendir.» demiş ara­ya başka sözler girdikten sonra şöyle devam etmiş : «O ki sizin için yeryüzünü döşemiştir.» Âyetteki kelimesini, bazıları tekil olarak okumuşlardır. Buna göre anlam şöyle oluyor : Sizin için üzerin­de uyuyacağınız, kalkıp yolculuk yapacağınız ve üzerinde karâr kıla­cağınız bir yerdir ve onu bu hale getiren O'dur. Hz. Mûsâ şöyle devam ediyor: «O ki orada sizin için yollar açmış, üzerlerinde yürüyeceğiniz yollar yaratmıştır.» Başka bir âyette şöyle buyrulur : «Doğru yolda git­sinler diye geniş yollar açtık.» (Enbiyâ, 31). «O ki gökten su indirmiş­tir. Biz, o su ile çeşitli "bitkilerden (ekşisi, tatlısı ve diğer çeşitlreiyle ekin ve meyvelerden olmak üzere) bitkilerden çifter çifter yetiştirdik. Hem siz yeyin, hem hayvanlarınızı otlatın.» Onun bir kısmı yiyeceğiniz ve meyveleriniz için, bir kısmı da kurusu ve yeşili ile hayvanlarınızın gı­daları içindir. «Şüphesiz kî bunlarda sağduyu sahipleri için (Allah'tan başka ilâh olmadığına, O'nun dışında Rab olmadığına) âyetler, (bur­hanlar, delâlet ve hüccetler) vardır. Ondan yarattık sizi oraya da dön­düreceğiz. Ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.» Sizin başlangıcı­nız yeryüzündendir. Babanız Âdem, yeryüzü toprağından yaratılmıştır. Ölüp çürüdüğünüz zaman oraya dönüp gideceksiniz. Sizi tekrar yine oradan çıkaracağız, «o, sizi çağırdığı gün; hamdederek davetine uyarsiniz. Ve çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz.» (İsrâ, 52). Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'nın şu kavli gibidir : «Buyurdu ki: Orada yaşar, orada ölür ve oradan çıkarılırsınız.» (A'râf, 25). Sünen'lerde mevcûd bir hadîste rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.), bir cenazede ha­zır bulunmuştu. Ölü defnedildiğinde bir avuç toprak alıp onu kabrin üzerine attı sonra: «Ondan yarattık sizi.» buyurdu. Sonra başka bir avuç alıp: «Ve oraya da döndüreceğiz.» buyurdu. Yine bir avuç toprak daha alıp : «Ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.» buyurdu.

«Andolsun ki ona bütün âyetlerimizi gösterdik ama yalanlayıp ka­bulden kaçındı.» âyetinde Firavun kasdedilmektedir. Onun aleyhine hüccetler, mucizeler ve deliller konulup bunları bizzat kendi gözüyle gördüğünde bunları yalanlamış; küfür, inâd ve azgınlığından kabule yanaşmamıştır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde zulüm ve kibirle bunlan bi­le bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak.» (Nemi, 14).[14]

 

57  — Ve dedi ki: Sihirbazlığınla  bizi  yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin ey Musa?

58  — Şimdi biz de seninkine benzer bir sihir göstere­ceğiz sana. Bizimle senin aranda bir buluşma zamanı ve yeri ta'yîn et ki; sen de, biz de düz bir yerde bulunalım, caymayalım.

59  — Buluşma zamanımız; sizin bayram gününüzde, insanların toplandığı kuşluk vaktidir, dedi.

 

Allah Teâlâ bu âyette de Firavun'dan haber veriyor. Hz. Mûsâ asa­sını yere atıp da büyük bir ejderhâ olduğunda, elini koltuk altından çı­karıp hastalıksız ve bembeyaz olarak çıktığında ve Mûsâ bu en büyük mucizeleri ona gösterdiğinde Firavun: Bu bir sihirdir (büyüdür). Bi­zi büyülemek ve onunla insanlara hâkim olmak için bunu yaptın. Um­dun ki senin peşinden gelirler ve onlarla sayını çoğaltırsın. Ancak bu beklediğin olmayacak. Zîrâ bizde de senin büyün gibi bir büyü var. İçinde bulunduğun durum seni aldatmasın. Bizimle senin aranda bir vakit (seninle toplanıp bir araya geleceğimiz bir gün) ta'yîn et. Belli bir yer ve belli bir vakitte senin sihrinle bizim sihrimizi karşılaş­tıralım, demişti. İşte o zaman Hz. Mûsâ onlara : «Buluşma zamanı­mız; sizin bayram gününüzde.» demişti. O gün; onların bayram ve yılbaşı günleri olup, o günde işlerini bırakırlar ve hepsi bir araya top­lanırlardı. Hz. Musa'nın o günü seçmesi, özellikle bütün insanların Al­lah'ın dilediğine güç yetirici olduğunu, peygamberlerin mucizelerini ve büyü ile peygamberlerin harikulade hallerinin karşılaştırılmasının bâ­tıl olduğunu müşahede edip görmeleri içindir. Bu sebepledir ki o: Bü­tün insanların toplandığı kuşluk vaktidir, demiştir. Böylece durum, çok açık ve parlak olacaktır. İşte bütün peygamberlerin durumu böy­ledir. Onların her işi apaçıktır. Onda kapalılık ve karışıklık yoktur. Bu sebeple Hz. Mûsâ : Geceleyin, dememiş; aksine : Gündüz, kuşluk vak­ti, demiştir. İbn Abbâs, o bayram gününün aşûra günü olduğunu söy­ler. Süddî, Katâde ve îbn Zeyd, onların toplandıkları günün bayram günü olduğunu söylemişlerdir. Saîd îbn Cübeyr ise pazar günleri ol­duğunu söyler. Bunlar arasında herhangi bir zıdlık yoktur. Ben de de­rim ki: Allah Teâlâ bugünün bir benzerinde Firavun ve ordusunu he­lak etmiştir. Nitekim bu, sahîh bir hadîste belirtilmiştir. Vehb İbn Mü-nebbih der ki: Firavun şöyle dedi: Ey Mûsâ, bizimle senin aranda bir süre ta'yîn et ki düşünelim. Hz. Mûsâ : Ben bununla emrolunmadım. Bana emrplunan, ancak seninle mücâdele etmemdir. Eğer sen çıkmaz-san ben senin yanına girerim, dedi. Allah Teâlâ Hz. Musa'ya: Seninle onun arasında bir süre koy ve ona söyle süreyi o koysun, diye vahyetti. Firavun : Süreyi kırk güne koy, dedi ve öylece yaptı.(...) Abdurrah-mân İbn Zeyd İbn Eşlem, «Düz bir yerde bulunalım.» kısmını şöyle açıklar: Orada bütün insanlar her şeyi açıkça görsünler. Birbirlerini göremeyecekleri tepe ve benzeri şeyler olmasın, düz bir yer olsun ki olacaklar görülsün.[15]

 

60  — Bunun üzerine Firavun dönüp gitti ve sonra bü­tün hilesini toplayıp geldi.

61  — Mûsâ onlara dedi ki: Yazıklar olsun size, Al­lah'a karşı yalan uydurmayın. Sonra azâbla sizi yok eder. Doğrusu Allah'a iftira eden hüsrana uğramıştır.

62  — Derken onlar, işi aralarında tartıştılar ve gizli­ce müşavere ettiler.

63  — Dediler ki: Muhakkak bu iki sihirbaz; sihirle-riyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve örnek olan yolunuzu yok etmek istiyorlar.

64  — Onun için, tuzaklarınızı bir araya getirin, son­ra da sırayla gelin. Bugün üstün gelen felah bulmuştur.

 

Mûsâ ve Sihirbazlar

 

Firavun, Hz. Mûsâ (a.s.) ile belli bir zaman ve yerde anlaştıkla­rında dönüp gitti. Ülkesinin şehirlerindeki sihirbazları ile o zamanda sihir yapmaya nisbet edilen herkesi toplamaya başladı. Sihir onların içinde son derece yaygın ve geçerli idi. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette : «Firavun : Bütün bilgin büyücüleri bana getirin, dedi.» (Yû­nus, 79) buyurmaktadır. «Sonra bütün hilesini toplayıp geldi.» İnsan­lar, o belli gündeki buluşma yerinde toplandılar. O gün onların bay­ram günü idi. Firavun tahtına oturdu, devlet erkânı da arkasında saf tuttular. Tebaası sağ ve sol taraflarında durdu. Hz. Mûsâ (a.s.), ya­nında kardeşi olduğu halde asasına dayanarak geldi. Sihirbazlar Fira-vun'un huzurunda saf halinde durdular. Firavun o günde işlerini gü­zel yapmaları için onları teşvik ediyor; sihirbazlar kendisinden temen­nide bulunuyor o da kendilerine va'dlerde bulunup onlara ümit veri­yordu. Sihirbazlar şöyle diyorlardı : «Galip gelenler biz olursak, mu­hakkak bize bir ücret vardır değil mi? Evet, dedi. O takdirde siz, mu­hakkak gözdelerdensiniz.» (Şuarâ, 41-42). Hz. Mûsâ onlara: «Yazıklar olsun size, Allah'a karşı yalan uydurmayın.» İşlerinizle insanlara ger­çekleri olmayan şeyleri yaratıyormuş hissi vermeyin. Onlar (sizin ta­rafınızdan) yaratılmamış olduğu halde onları siz yapıyormuş gibi gös­termeyin. Böyle yaparsanız Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. «Sonra azâbla sizi yok eder.» Sizi öyle bir helak eder ki hiç bir iz kal­maz. «Doğrusu Allah'a iftira eden hüsrana uğramıştır.» dedi. Derken onlar, işi aralarında tartıştılar. Aralarında münakaşa ettiler de onlar­dan birisi: Bu, bir büyücü sözü değildir. Olsa olsa bir peygamber sö­züdür, dedi. Bir başkası: Aksine o bir büyücüdür, dedi. Başka şeyler de söylendi ki en doğrusunu Allah bilir. «Aralarında gizlice konuşup müşavere ettiler. Dediler ki: Bu ikisi sihirbazdırlar.» (...) Sihirbazlar kendi aralarında şöyle konuştular : Biliyorsunuz ki bu adam ve kar­deşi —Hz. Mûsâ Harun'u kasdediyorlar— büyücüdürler, sihirbazlık san'atını çok iyi bilmektedirler. Bugün size ve kavminize üstün gelme­yi ve insanlara hâkim olmayı istiyorlar. Böylece avam onlara tâbi ola­cak; o ikisi de Firavun ve ordusuyla savaşıp ona galip gelecekler ve si­zi ülkenizden çıkaracaklar.

((Muhakkak bu iki sihirbaz; sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkar­mak ve örnek olan yolunuzu yok etmek istiyorlar.» Sihirbazlar sihir­leri sebebiyle saygı gören kimselerdi. Bu sebeple de malları ve rızıkları oluyordu. Diyorlardı ki: Eğer şu ikisi size üstün gelecek olurlarsa sizi helak eder, sibi ülkenizden çıkarır ve bu konuda tek kalırlar. Böylece başkanlık sizin dışınızda sâdece o ikisine hâs olur. Daha önce İbn Ab-bâs'tan rivayet edilen «Fitneler» hadîsinde geçtiği üzere «Örnek olan yolunuzu yok etmek istiyorlar.» kavlinde onlann içinde bulundukları hükümranlık ve yaşantıyı kasdediyorlardı. İbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Hz. Ali'den rivayetinde o, «Ve örnek olan yolunuzu yok et­mek istiyorlar.» âyeti hakkında şöyle demiştir: İnsanların yüzünü siz­den kendi taraflarına çevirmek istiyorlar. Mücâhid, âyetin bu kısmını şöyle açıklar : Şeref, akü ve tecrübe sahibi olan yolunuzu (dininizi) or­tadan kaldırmak istiyorlar. Ebu Salih, âyetteki «örnek olan yol» kıs­mını; eşraf ve ileri gelenler olarak açıklar. İkrime ise : Sizin hayrınızı ortadan kaldırmak istiyorlar, açıklamasını getirir. Katâde der ki: O günde onlann en şerefli ve en üstün kimseler olarak örnek olabilecek­leri îsrâiloğulları idi. Zîrâ îsrâiloğulları mal bakımından zengin sayı olarak da çoğunlukta idiler. Allah düşmanı dedi ki: Bu ikisi İsrâilo-ğullarmı kendileri için götürmek istiyorlar. Abdurrahmân İbn Zeyd ise : Üzerinde olduğunuz en şerefli ve en üstün olan dininizi ortadan kal­dırmak istiyorlar, açıklamasını getirmiştir.

«Onun için, tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra da sırayla gelin.» Hepiniz bir tek safta toplanın ve göz doldurmak için ellerinizde olan­ları bir kerede atın, böylece buna ve kardeşine üstün gelirsiniz. Bugün bizden veya ondan kim üstün gelirse, o başarıya ulaşacaktır. Eğer üs­tün gelenler biz olursak şu kral bize bol mükâfat va'detmiştir. Ama üs­tün gelen o olacak olursa, en büyük başkanlığa o ulaşacaktır.[16]

 

65  — Dediler ki: Ey Mûsâ ya sen at, ya da ilk atanlar biz olalım.

66  — O da: Hayır, siz atın, dedi. Bir de ne görsün; on­ların ipleri ve değnekleri,  büyüleri  yüzünden kendisine gerçekten yürüyorlarmış gibi geldi.

67  — Bunun için Mûsâ, içinde bir korku hissetti.

68  — Korkma; muhakkak sen daha üstünsün, dedik;

69  — Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yut­sun. Zîrâ onların yaptıkları,   sâdece   sihirbaz   düzenidir. Nerede olursa olsun sihirbaz asla felah bulamaz.

70  — Sonunda sihirbazlar secdeye kapanarak dedi­ler ki: Biz, Mûsâ ve Harun'un Rabbına inandık.

 

Hz. Mûsâ (a.s.) ve sihirbazlar bir araya geldiklerinde, sihirbazlar Hz. Musa'ya : «Ey Mûsâ; ya sen at, ya da ilk atanlar biz olalım.» de­diler. O da : «Hayır, siz atın.» dedi. İlk olarak siz atın ki yapacağınız sihir görülsün ve durumunuz insanlar için açık bir şekilde ortaya çık­sın. «Bir de ne görsün; onların ipleri ve değnekleri, büyüleri yüzünden kendisine gerçekten yürüyorlarmış gibi geldi.» Başka bir âyette onla­rın değnek ve iplerini attıklarında şöyle dedikleri nakledilir : «Firavun hakkı için elbette biz gâlib gelenleriz.» (Şuarâ, 44). Allah Teâlâ başka bir âyette : «Halkın gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar ve bü­yük bir sihir getirmiş oldular.» (A'râf, 116) buyururken burada şöyle diyor: «Bir de ne görsün; onların ipleri ve değnekleri büyüleri yüzün­den kendisine gerçekten yürüyorlarmış gibi geldi.» Onlar iplerin ve değneklerin hareketini ve deprendirip sağa sola kıvrılmalarım sağla­mak üzere içlerine civa bırakmışlardı. Ki böylece görenlere onlar ken­di ihtiyarı ile hareket ediyor gibi gelecekti. Halbuki bu, hileden başka bir şey değildi. Onlar büyük bir topluluk ve kalabalık halindeydiler. Onlardan her bireri bir değnek ve ip attı da sonunda vâdî birbiri üze­rine binmiş yılanlarla dolu hale geldi.

«Bunun için Mûsâ, içinde bir korku hissetti.» Mûsâ, elindekini atmazdan önce insanlar onların sihirlerine kapılır ve aldanırlar diye korktu. Hemen o anda Allah Teâlâ ona: Sağ elindeki (asâ) ni at, di­ye vahyetti. «Bir de ne görsünler; onların uydurduklarını yalayıp yu­tuyor.» (A'râf, 117) Zîrâ onun asası büyük, korkunç, gözleri, ayaklan, boynu başı ve azı dişleri olan bir ejderhâya dönüştü. Sihirbazların at­tıkları ipler ve değneklerin peşine düşmeye başladı da onlardan hiç bir şey bırakmayıp tamâmını yuttu. Sihirbazlar ve insanlar gündüz, kuş­luk vakti buna açıkça, ayân-beyân bakıyorlardı. Böylece mucize orta­ya konmuş, bürhân izhâr olunmuş, yapagelmekte oldukları da bâtıl ol­muştu. Bunun içindir ki Allah Teâlâ: «Zîrâ onların yaptıkları, sâdece sihirbaz düzenidir. Nerede olursa olsun sihirbaz asla felah bulamaz.» buyurmuştur. İbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Cündeb İbn Ab­dullah el-Becelî'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) : Sihirbazı yakala­dığınız zaman öldürün, buyurmuş, sonra: «Nerede olursa olsun sihir­baz asla felah bulamaz.» âyetini okuyup : O, bulunduğu yerde emni­yette olmasm, demiştir. Hadisin aslını Tirmizî hem mevkuf ve hem de merfû' olarak rivayet etmiştir.

Sihrin çeşitlerini, yollarını, şekillerini iyice bilenler oldukları hal­de bunu gözleriyle görüp müşahede eden sihirbazlar, ilm el-Yakîn ola­rak anladılar ki Musa'nın yapmış olduğu hiç bir şekilde sihir ve hîle kabilinden değildir. O, hakkında şüphe olmayan gerçeğin ta kendisi­dir ve buna ancak bir şeye ol dediğinde hemen oluveren (Allah'ın) güç yetirebileceği bir şeydir. İşte o zaman Allah için secdeye kapanarak : «Biz, âlemlerin Rabbına inandık; Mûsâ ve Harun'un Rabbına.» (Şuarâ, 47-48) dediler. Bunun içindir ki İbn Abbâs ve Ubeyd İbn Umeyr: Gü­nün başında sihirbazdılar, günün sonunda ise sâdık, doğru şehîdler ol­dular, demişlerdir. Sihirbazların sayıları hakkında muhtelif görüşler ileri sürülmüş olup Muhammed îbn Kâ'b bunların seksen bin, Kasım İbn Ebu Bezze yetmiş bin, Süddî otuz bin küsur, Sevrî - Abdülazîz îbn Rufey'den, o da Ebu Sümâme'den şeklinde bir isnâdla- on dokuz bin, Muhammed İbn İshâk on beş bin, Kâ'b el-Ahbâr ise on iki bin demiş­lerdir, İbn Ebu Hâtim'in Ali İbn Hüseyn kanalıyla... îbn Abbâs'tan ri­vayetine göre o, şöyle demiştir: Sihirbazlar yetmiş kişiydiler. Sabahle­yin sihirbaz iken akşam şehîdler oldular. Yine îbn Ebu Hâtim'in ba­bası kanalıyla... Evzâî'den rivayetinde o, şöyle demiştir : Sihirbazlar secdeye kapandıklarında cennet onlar için kaldırıldı (temessül ettiril­di) da ona baktılar. Yine îbn Ebu Hatim der ki: SaîoVİbn Sellâm ka­nalıyla... Saîd İbn Cübeyr'den rivayetle anlatıldığına göre o, «Sihirbaz­lar secdeye kapandılar.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Onlar secde­lerinde iken kendileri için bina edilmiş evlerini (makamlarını) gördü­ler, îkrime ve Kasım İbn Ebu Bezze de böyle söylemişlerdir.[17]

 

71  — Dedi ki: Ben, size izin vermeden mi O'na inan­dınız Doğrusu o, size büyü, öğreten büyüğünüzdür. öyley­se beti de ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak ke seceğim ve sizi hurma  kütüklerine asacağım.  O zaman hangimizin azabının daha çetin ve daha devamlı olduğu­nu bileceksiniz.

72  — Dediler ki: Seni, bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana üstün tutmayacağız. Ne hüküm verecek-sen ver. Sen, ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin.

73  — Doğrusu biz, hatâlarımızı ve bize zorla yaptır­dığın büyüyü bağışlaması için Rabbımıza îmân ettik. Al­lah'ın vereceği mükâfat daha hayırlı ve daha devamlıdır.

 

Allah Teâlâ burada apaçık mucize ve en büyük âyeti gördüğü za­manda Firavun'un küfür, inâd, azgınlık ve hak karşısında bâtılla inâd-laşmasını haber veriyor. Firavun o sırada bütün insanların huzurun­da kendileriyle zafer umduğu kimselerin îmân ettiğini görmüş ve bü­tün bütüne mağlûbiyete uğramıştı. İşte o zaman iftira ve yalana baş­layıp sihirbazlar hakkında makamını ve hükümranlığını kullanmaya dönerek onları tehdîdle şöyle dedi : «Ben, size izin vermeden (ve ben em-retmemişken) mi ona inandınız?» Bana rağmen mi bunu yaptınız? Bu­rada Firavun kendinin, sihirbazların ve bütün halkın yalan ve iftira olduğunu bildikleri şu sözü söyledi : «Doğrusu o, size büyü öğreten bü­yüğünüzdür.» Siz büyüyü ancak Musa'dan almış olabilirsiniz. Onu gâ-lib getirmek için bana ve tebeama karşı siz ve o birleştiniz. Başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyrulur : «Doğrusu bu; halkı şehirden çıkar­manız için düzdüğünüz bir hiledir. Fakat yakında bilirsiniz siz.» (A'râf, 123). Sonra onlan tehdide başlayıp şöyle dedi: «Andolsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak keseceğim, sizi hurma kütüklerine asacağım.» Size işkence edeceğim, sizi öldürüp teşhir edeceğim. İbn Abbâs : Böyle yapanların ilki o olmuştur, der. İbn Abbâs'm bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

«O zaman hangimizin azabının daha çetin ve daha devamlı oldu­ğunu bileceksiniz.» Siz, benim ve kavmimin sapıklık üzere olduğunu söylüyorsunuz. Mûsâ ve kavmi ile beraber sizler ise hidâyet üzeresiniz öyle mi? Kimin azabının daha çetin ve devamlı olduğunu yakında bi­leceksiniz.

Firavun, sihirbazlara böylece hücum edip onları tehdîd ettiğinde sihirbazlar Allah yolunda nefislerini hiçe sayarak şöyle dediler : «Se­ni, bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana üstün tutmayacağız. (Bizim için meydana gelen hidâyet ve yakîne seni tercih etmeyece­ğiz.)» Âyetteki kısmının yemîn anlamında olması muh­temeldir. Buna göre anlam : Bizi yarata yemîn olsun ki seni, bize ge­len apaçık mucizelere üstün tutmayacağız, şeklindedir. Buranın yukar­da geçen kelimesine atfedilmiş olması da muhtemeldir. Bu­na göre anlam : Seni bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana üs­tün tutmayacağız, şeklindedir. Şunu kasdediyorlardı: Biz elbette seni yaratıcımıza, bizi yoktan var edene, yaratılmamızı çamur (toprak) dan başlatana tercih etmeyeceğiz. İbâdet ve boyun eğmeğe müstehak olan şen değil, O'dur.

«Ne hüküm vereceksen ver. (Dilediğini ve gücünün eriştiğini yap.) Sen, ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin.» Senin tasallutun an­cak bu dünyadadır. Bu dünya ise sona erecek bir yurttur. Biz devamlı kalınacak yurda rağbet etmekteyiz, dediler. «Doğrusu biz, hatâlarımı­zı, (bizden sâdır olan günâhları) ve bize (Allah'ın âyeti, peygamberi­nin mucizesine karşı çıkalım diye) zorla yaptırdığın büyüyü bağışla­ması için Rabbımıza îmân ettik.» İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam'-ın... «Bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için...» âyeti hakkın­da İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle demiştir : Firavun İsrâiloğulla-rmdan kırk çocuk almış ve onlara Feramâ'da sihir Öğretilmesini em­redip : Onlara öyle bir sihir öğretin ki yeryüzünde hiç kimse onu bil­mesin, demiştir. İbn Abbâs der ki: İşte Hz. Musa'ya îmân edenler ve : «Doğrusu biz hatâlarımızı ve bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlama­sı için Rabbımıza îmân ettik.» diyen de bunlardır. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de böyle söylemiştir.

«Allah'ın vereceği mükâfat daha hayırlı ve daha devamlıdır.» âye­tinin tefsiri İbn İshâk —Allah ona rahmet eylesin— dan rivayete gö­re şöyledir: Allah'ın vereceği mükâfat ve sevap, senin bize va'dedip ümitlendirmiş olduğundan daha hayırlı ve daha devamlıdır. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurâzî ise burayı şöyle tefsir eder: İtaat olunduğu takdirde azâb yönünden daha hayırlı, isyan edildiği takdirde azâb yö­nünden senden daha devamlıdır. Bu açıklamanın bir benzeri îbn îs-hâk'tan da rivayet edilmiştir. Açık olan odur ki Firavun —Allah ona la'net etsin— bunu yapmaya azmetmiş ve sihirbazlar —Allah onlara rahmet eylesin— hakkında uygulamıştır. Bu sebepledir ki İbn Abbâs ve Seleften başkaları : Sabahleyin sihirbazlar iken akşam şehîdler ol­dular, demişlerdir.[18]

 

74  — Kim Rabbma suçlu olarak gelirse; şüphesiz ki cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne de yaşar.

75  — Kim de O'na îmân etmiş ve sâlih ameller işle­miş olarak gelirse; işte onlara en üstün dereceler vardır.

76  — Altlarından ırmaklar akan ve içinde temelli ka­lacakları Adn cennetleri vardır ve bu, arınanların mükâ­fatıdır.

 

Rabbına Suçlu Olarak Gelenler

 

Âyetin akışından anlaşıldığına göre bu sözler sihirbazların Fira-vun'a olan öğütlerinin devamıdır. Onlar Firavun'u Allah'ın devamlı, ebedî olan azabından sakındırıp onun devamlı ve ebedî olan sevabına teşvik etmektedirler. Onlar dediler ki: Kim de Rabbma kıyamet günü suçlu olarak gelip kavuşursa; şüphesiz ki cehennem onun içindir. Ora­da ne ölür, ne de yaşar. Başka âyetlerde de buna mümasil olarak şöyle buyurulur: «Aleyhlerine hüküm verilmez ki ölsünler. Onlardan cehen­nemin azabı da eksiltilmez. Her küfredeni Biz böyle cezalandırırız.» (Fâtır, 36), «Bedbaht olan İse ondan kaçınır. Ki O, en büyük ateşe gi­recek olandır. O orada ne Ölecek, ne de dirilecektir.» (A'lâ, 11-13), «Ey nöbetçi, Rabbın hiç olmazsa bizi ölüme mahkûm etsin, diye çağırırlar. O da : Siz böyle kalacaksınız, der.» (Zuhruf, 77).

İmâm Ahmed îbn Hanbel'in İsmail kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Cehen­neme hak kazanmış cehennem halkına gelince; onlar orada ne yaşar­lar, ne de ölürler. Fakat bir kısım insanlar daha vardır ki günâhları se­bebiyle ateş onlara dokunur da onlan öldürür. Nihayet kömür haline geldiklerinde şefâata izin verilir ve onlar grup grup getirilip cennet ne­hirleri üzerine serpilirler. Ey cennet halkı, onların üzerine (cennet ne­hirlerini) akıtın, denilir. Orada selin sürükleyip getirdiği alüvyonda dâneden bitkinin bittiği gibi biterler. Kavimden birisi der ki: Sanki Al­lah Rasûlü (bu sözleri söylerken) çölde idi. Müslim de Sahîh'inde Şu'be ve Bişr İbn el-Mufaddal kanalıyla hadîsi yukardaki şekilde Ebu Mes-leme Saîd İbn Yezîd'den rivayetle tahrîc etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Abdülvâris İbn Abdüssamed İbn Abdülvâris kanalıyla... Ebu Saîd'-den rivayetle anlatıldığına göre Allah Rasûlü (s.a.) hutbede «Kim Rab-bına suçlu olarak gelirse; şüphesiz ki cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne de yaşar.» âyetine geldiğinde şöyle buyurdu : Oraya hak ka­zanmış olanlardan oranın ehli olanlar orada ne yaşarlar, ne de ölür­ler. Oranın ehli olmayanlara gelince; ateş onlara dokunur. Sonra şe­faat ediciler kalkıp şefaat ederler. Onlar gruplar halinde toplanıp ha­yat nehri denilen bir nehre getirilirler ve sel suyunun sürükleyip ge­tirdiği alüvyonda salatalığın bittiği gibi biterler.

«Kim de O'na îmân etmiş ve sâlih ameller işlemiş olarak gelir­se...» Kim Allah'a dönüş gününde Rabbına kalbden îmân etmiş, sözü ve ameli içini doğrulamış olarak gelirse «İşte onlara en üstün derece­ler vardır.» Cennette yüce dereceler, emîn odalar ve hoş meskenler vardır. İmâm Ahmed'in Affân kanalıyla... Ubâde İbn Sâmit'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetinde şöyle buyurmuş : Cennet yüz derecedir. Her iki derece arasında gökle yer arasındaki gibi bir mesafe vardır. Derece bakımından en üstünleri Firdevs'tir. Dört nehir oradan çıkar. Arş, Firdevs'in üzerindedir. Allah'tan istediğiniz zaman O'ndan Firdevs'i isteyin. Hadîsi Tirmizî de Yezîd İbn Hârûn kanalıyla Henı-mâm'dan rivayet etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ye­zîd İbn Ebu Mâlik'den rivayetinde o, şöyle demiştir: Cennet yüz dere­cedir. Her derecede yüz derece vardır. Her iki derece arasındaki msâ-fe gökle yer arasındaki mesafe gibidir. Onlarda yâkût ve süsler vardır. Her derecede bir emîr olup orada bulunanlar onun üstünlük ve riyase­tini kabullenirler, denilirdi. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde (bulu­nan bir hadîste şöyle buyrulur) : İlliyyûn cennetlerinin ehli, üzerlerin­de olanları gök ufkunda batan bir yıldız gibi görürler. Bu, aralarında­ki üstünlük farkından ileri gelir. Ey Allah'ın elçisi, orası peygamber­lerin makamları mıdır? diye sordular da; evet, nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemîn ederim ki onlar Allah'a îmân etmiş ve elçileri doğrulamış  olan  kimselerdir,  buyurdu.  Sünen'lerde  şu  ilâve  vardır: Şüphesiz Ebubekir ve Ömer onlardan olup nimet içindedirler,

«İçinde temelli kalacakları Adn cennetleri vardır.» kısmı daha ön­ce geçen «En üstün dereceler» den bedeldir. İşte bu, arınanların, nef­sini kir ve pisliklerden, şirkden temizleyen, tek ve ortağı olmayan Al­lah'a tapınan, getirmiş oldukları haber ve isteklerde Rasûlleri doğru­layanların mükâfatıdır.[19]

 

77  — Andolsun ki Musa'ya şöyle vahyettik : Kulları­mı geceleyin yürüt. Denizde onlara kuru bir yol aç. Bat­maktan ve düşmanların   yetişmesinden  korkma,   endîşe etme.

78  — Firavun da ordusuyla onları ta'kîb etti. Deniz de onları, nasıl kapladıysa öylece kaplayıverdi.

79  — Firavun kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu göstermedi.

 

Firavun, Hz. Mûsâ ile beraber İsrâiloğullarmı göndermemekte di­rettiği zaman Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ (a.s.) ya onları geceleyin yürüt­mesini, Firavun'un elinden onları alıp götürmesini emretmiştir. Allah Teâlâ bu olayı bu sûreden başka yerlerde (Şuarâ, 52 ve Duhân, 23 âyet­lerinde) daha genişçe haber vermiştir. Hz. Mûsâ (a.s.) İsrâiloğullarmı çıkardığı zaman sabah olduğunda onlardan Mısır'da hiç kimse kalma­mıştı. Firavun öyle bir öfkelendi ki hemen şehirlerden ve köylerden kendisine ordu toplayacak adamlar gönderdi. O : «Şüphesiz ki bunlar (îsrâiloğulları) döküntü azınlıklardır. Böyleyken gerçekten bizi öfke­lendirmektedirler.» (Şuarâ, 53-55) diyordu. Sonra ordusu toplandığı zaman peşlerinden gönderdi. Güneş doğarken peşlerine düştüler. İki topluluk birbirini görünce; her iki grup da yek diğerlerine baktığında «Musa'nın arkadaşları dediler ki : Gerçekten biz, yakalandık. Hayır, dedi. Muhakkak ki Rabbım, benimledir. Bana doğru yolu gösterecek­tir.»  (Şuarâ, 60-62). Ve Hz. Mûsâ İsrâiloğullarmı durdurdu. Önlerinde deniz, arkalarında Firavun vardı. İşte o zaman Allah Teâlâ Hz. Mû-sâ (a.s.) ya: «Denizde onlara kuru bir yol aç.» diye vahyettl. Hz. Mu­sa asâsıyla denize vurup: «Allah'ın izniyle yarıl.» dedi. «O, hemen ya­rıldı ve her parçası yüce bir dağ gibi oldu.» (Şuarâ, 63). Allah Teala denizin açılan kısmına bir rüzgâr gönderdi de arayı ısıttı ve sonunda yeryüzü gibi kupkuru oldu. Bunun İçindir ki Allah Teâlâ: «Denizde onlara kuru bir yol aç. Denizde kavminin boğulmasından ve düşmanı-mz olan Firavun'un yetişmesinden korkma, endîşe etme.» buyurmuş­tur. Allah Teâlâ devamla şöyle buyurur: «Firavun da ordusuyla on­ları ta'kîb etti. Deniz de onları nasıl kapladıysa işte öylece kaplayıver-di.» (...) Nasıl İçi Firavun onları ilerletip denize sürmüş, onları saptır­mış ve olgunluk yoluna iletmemişse aynı şekilde: «O, kıyamet günün­de kavmine öncülük eder ve onları ateşe götürür. Ne kötü yerdir onla­rın gittikleri yer.» (Hûd, 98).[20]

 

80  — Ey Isrâiloğulları, sizleri düşmanınızdan kurtar­dık ve size Tûr'un sağ yanını va'dettik. Ve üzerinize kud­ret helvâsıyla bıldırcın indirdik,

81  — Size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yeyin, bunda aşın gitmeyin ki gazabımı hak etmeyesiniz. Gazabımı hak edert muhakkak mahvolmuştur.

82  —Şüphesiz ki Ben,  tevbe edeni,  inanarak sâlih amel işleyeni sonra da doğru yola gireni muhakkak bağış­layanım.

 

Ey İsrâiloğullan

 

Allah Teâlâ İsrâiloğullan üzerine olan büyük nimetlerini anıyor. Onları, düşmanları Firavun'dan kurtarmış, onun tarafından (gelecek musibetlere karşı) gözlerini aydın etmiştir. Onların gözleri önünde Fi­ravun ve ordusu hepsi toptan denizde boğulmuşlar ve onlardan hiç kim­se kurtulmamıştır. Nitekim bir âyet-i kerîme'de şöyle buyrulur: «Firavun hanedanını da, siz bakıp dururken suda boğmuştuk.» (Bakara, 50). Buhârî der ki: Bize Ya'kûb İbn İbrahim'in... İbn Abbâs'tan rivayetin­de o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye geldiğinde yahûdî-ler a§ûrâ gününde oruç tutuyorlardı. Onlara (bu günde oruç tutma­larının sebebini) sordu da onlar : Bugün, Allah Teâlâ'nın Musa'yı Fi-ravun'a karşı gâlib getirdiği gündür, dediler. Allah Rasûlü (s.a.) : Biz Musa'ya daha lâyığız, o gün (aşûrâ günü) oruç tutun, buyurdu. Hadî­si Müslim de Sahîh'inde rivayet etmiştir.

Firavun'un helakinden sonra Allah Teâlâ Mûsâ ve İsrâiloğullarına Tûr'un sağ tarafım va'detti. Tür; Hz. Mûsâ'nm üzerinde Allah Teâlâ ile konuştuğu, Zâtından O'nu görmeyi istediği, Allah Teâlâ'nın orada kendisine Tevrat'ı vermiş olduğu yerdir. Bütün bunların vukuu sıra­sında Allah Teâlâ'nın biraz sonra anlatacağı üzere onlar buzağıya tap-mışlardı. Âyette zikredilen kudret helvası ve bıldırcına gelince; Baka­ra sûresinde ve başka yerlerde bu konuda bilgi geçmişti. Kudret hel­vası onların üzerine gökten inen bir tatlıdır. Bıldırcın ise yine onların üzerine düşen bir kuştur. Bunların her birerinden bir sonraki güne ka­dar ihtiyâçları miktarınca Allah'ın bir lutfu, rahmeti ve ihsanı olarak alırlardı. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Size rızık olarak verdiklerimi­zin temizlerinden yeyin, bunda aşırı gitmeyin ki gazabımı hak etme-yesiniz.» Size rızık olarak verdiklerimden yeyin. Size verdiğim nzıkta aşırı gitmeyin. İhtiyâcınız dışında ondan almayın ki size emrettiğime zıd gitmiş olmayasmız ve böylece gazabımı hak etmeyesiniz. ((Gazabı­mı hak eden kimse muhakkak mahvolmuştur.» buyurur. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha âyetteki kısmını, mutsuz ol­makla açıklamıştır. Şufeyy İbn Mât'î der ki: Cehennemde bir köşk vardır ki kâfir onun tepesinden atılır ve cehennemde Salsâl'e ulaşma­dan tâm kırk sene düşer. îşte Allah Teâlâ'nın : «Gazabımı hak eden kimse muhakkak mahvolmuştur.» kavli budur. Şufeyy'in bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

«Şüphesiz ki Ben, tevbe edeni, inanarak sâlih amel işleyeni mu­hakkak bağışlarını.» Her kim hangi günâhtan olursa olsun Bana tev­be ederse, onun tevbesini kabul ederim. O kadar ki Allah Teâlâ, İsrâil-oğullarmdan buzağıya tapanların dahi tevbesini kabul buyurmuştur. Şüphesiz ki Ben, tevbe edeni; içinde bulunduğu küfür veya şirk veya nifak veya günâhtan döneni, kalbiyle îmân yoluna gireni muhakkak bağışlarım. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha : Sonra da şüp­heye düşmeyeni, açıklamasını getirir. Saîd İbn Cübeyr ise «Sonra doğ­ru yola gireni» kısmını şöyle açıklar : Sünnet ve cemâat üzere dosdoğru olanı. Bu açıklamadın bir benzeri Mücâhid, Dahhâk ve Seleften birçoklarından rivayet edilmiştir. Katâde ise burayı: Ölünceye kadar İs­lâm'a yapışanı, olarak açıklar. Süfyân Sevrî de: Bunun için sevâb ol­duğunu bileni, demiştir. Sonra burası haber peşinden haber getirme sadedinde olarak Allah Teâlâ'nın şu âyeti gibidir: «Sonra da îmân edenlerden, birbirine sabrı tavsiye, merhameti tavsiye edenlerden, ol­maktır.» (Beled, 17).[21]

 

83  — Ey Mûsâ, seni kavminden daha çabuk gelmeye sevk eden nedir?

84  — Dedi   ki: Onlar  izim   üzerindedirler.   Rabbım, hoşnûd olman için Sana çabucak geldim.

85  — Buyurdu: Doğrusu Biz, senden sonra kavmini sınadık ve Sâmirî de onları saptırdı.

86  — Mûsâ kavmine kızgın ve üzgün olarak döndü ve: Ey kavmim, Rabbınız size güzel bir va'dde bulunma­dı mı? Uzun bir zaman mı geçti aradan, yoksa Rabbınızın gazabına uğramak istediniz de mi bana verdiğiniz söz­den caydınız? dedi.

87  — Onlar: Sana verdiğimiz sözden kendi başımıza caymadık. O kavmin zînet eşyasından bize yükler dolusu taşıtıldı ve biz onları (ateşe) attık. Sâmirî de aynı şekilde attı, dediler.

88  — Derken o, kendilerine böğüren bir buzağı hey­keli çıkarmıştı. Dediler ki: îşte bu, sizin de, Musa'nın da tanrısıdır. Fakat o, unuttu.

89  — Görmüyorlar mıydı ki o, kendilerine ne bir söz söyleyebilirdi, ne bir zarar, ne de bir fayda verebilirdi.

 

Ey Mûsâ

 

Hz. Mûsâ (a.s.), Firavun'un helakinden sonra İsrâiloğullarını yü­rütüp götürdü. «Onlar, putlarına gönülden tapagelen bir topluluğa rastladılar ve dediler ki: Ey Mûsâ, onların tanrıları olduğu gibi bize de bir tanrı yap. O da dedi ki: Siz gerçekten câhil bir topluluksunuz. Şüphesiz ki, bunların içinde bulundukları; yok olmaya mahkûmdur ve yapmakta oldukları şey de bâtıldır.» (A'râf, 138-139). Rabbı, Hz. Mû-sâ'ya otuz gece sonra buluşma va'detti, sonra buna on ekledi. Böylece kırk geceye tamamlandı ki bunların gece ve gündüzünde Hz. Mûsâ oruç tutuyordu. Bunun açıklaması daha önce el-Fütûn (Fitneler) hadîsin­de geçmişti. Hz. Mûsâ (a.s.) acele ile Tûr'a koştu ve yerine İsrâiloğul-lan üzerine kardeşi Harun'u vekîl bıraktı. Bunun içindir ki Allah Te-âlâ : «Ey Mûsâ, seni kavminden daha çabuk gelmeye sevkeden nedir?» diye sormuştur. O da; «Onlar izim üzerindedirler.» Geliyorlar, Tûr'a yakın bir yerde konakladılar. «Rabbım, hoşnûd olman (ve benden hoş-nûdluğun artsın) için Sana çabucak geldim.» dedi. Allah Teâlâ : «Doğ­rusu Biz, senden sonra kavmini sınadık ve Sâmirî de onları saptırdı.» buyurarak, peygamberi Musa'ya kendisinden sonra îsrâiloğulları için­de meydana gelenleri, o Sâmirî'nin kendileri için yapmış olduğu buza­ğıya tapındıklarını haber verdi. İsrâiliyyât kitaplarında zikredildiğine göre, o Sâmirî'nin de ismi Hârûn imiş. «Biz, ona levhalarda her şey­den bir öğüt yazdık ve her şeyi uzun uzadıya açıkladık. Öyleyse sen, bunları kuvvet ve metanetle al, kavmine de emret. Onları en güzel şe­kilde tutsunlar. İlerde size (itâatımdan çıkan ve Benim emrine baş kaldıran) fâsıklarm yurdunu göstereceğim.» (A'râf, 145) âyetinde de beyân olunduğu üzere bu süre içinde Allah Teâlâ Hz. Mûsâ için Tev­rat'ı içeren levhaları yazdı.

Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya kavminin durumunu haber verdikten sonra «Mûsâ kavmine kızgın ve üzgün son derece öfkeli ve hışımlı ola­rak döndü.» O onlarla ilgili olan bir işle meşgul idi. îçinde şeriatları­nın bulunduğu, kendileri için şeref olan Tevrat'ı almıştı. Bununla bir­likte onlar, Allah'ın dışında Öyle bir şeye tapınışlardı ki aklı olan her­kes onlann içinde bulundukları durumun bâtıl olduğunu, akıl ve zihin­lerinin ne kadar zayıf olduğunu kolaylıkla anlayabilir. Bu sebeple Hz. Mûsâ onlara kızgın ve üzgün olarak dönmüştür. Ayetteki ke­limesi; şiddetli öfke anlamındadır. Mücâhid bu kelimeyi; hüzünlü ve feryâd ederek, anlamına almıştır. Katâde ve Süddî ise; kendisinden sonra kavminin yaptıklarına üzgün olarak, anlamını vermişlerdir.

«Ey kavmim, Rabbınız size güzel bir va'dde bulunmadı mı?» Be­nim dilimden size dünya ve âhirette hayır, güzel akıbet va'detmedi mi? Sizin de müşahede ettiğiniz gibi düşmanınıza karşı size yardım etme­di mi? Sizi düşmanınıza galip getirmedi mi? Bunun dışında size ver­miş olduğu nimetleri görmediniz mi? «Uzun bir zaman mı geçti ara­dan?» Allah'ın size va'dettiklerini beklemede uzun bir zaman mı geçti ki O'nun geçmiş nimetlerini unuttunuz? Halbuki o kadar çok zaman geçmedi. «Yoksa Rabbınızın gazabına uğramak mı istediniz?» Âyetin başında bulunan edatı, bilakis anlamınadır. Bu edat birinci sözden vazgeçip ikinci bir söze dönmeyi ifâde eder. Sanki şöyle diyor : Aksine siz, bu işinizle Rabbınızın gazabına uğramak istediniz de ver­diğiniz sözden caydınız. Onlar, yani İsrâiloğul lan Hz. Musa'nın bu azar­lamasına cevab olarak : «Sana verdiğimiz sözden kendi başımıza, (ken­di güç ve ihtiyarımızla) caymadık.» deyip kabule şayan olmayacak bir özürle ondan özür dilemeye başladılar. Mısır'dan çıkarken emânet ola­rak kıptîlerin süs eşyalarından aldıklarından ellerinde olanlara karşı zâhidâne davrandıklarını haber verdiler de : «Biz onları attık.» dediler. Daha önce geçen «Fitneler» hadîsinde belirtildiği üzere içinde ateş bu­lunan bir çukura süs eşyalarının atılmasını onlara emreden Hz. Hârûn (a.s.) idi. Süddî'nin Ebu Mâlik'den onun da tbn Abbâs'tan rivayetine göre; Hz. Harun, bu süs eşyalarının tamâmını o çukurda toplayıp on­lardan bir tek taş yapmak istemişti. Sonunda Hz. Mûsâ döndüğü za­man onlar hakkında dilediği şekilde davranacaktı. Sonra bu Sâmirî gelip elçinin ayak izinden almış olduğu bir avuç toprağı onların üze­rine attı. Hz. Harun'dan yapacağı duayı kabul etmesi için Allah'a duâ etmesini istedi. Onun- maksadını bilmeyen Hz. Hârûn onun için duâ etti de duasına icabet olundu. îşte o zaman Sâmirî: Allah'tan bunun bir buzağı olmasını istiyorum, dedi ve o da böğürmesi, sesi olan bir bu­zağı oldu. Bu; onların küfrünü artırmak, onlara mühlet vermek, onla­rı imtihan edip sınamak içindi. Bunun için onlar: «Sâmirî de aynı şe­kilde attı.» demişlerdir. «Derken o, kendilerine böğüren bir buzağı hey­keli çıkarmıştı.» İbn Ebu Hâtim'in Muhammed İbn Ubâde İbn el-Bah-terî kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; Hz. Harun, bir buzağı yontmakta olan Sâmirî'ye uğramış ve ona : Ne yapıyorsun? diye sor­muştu. Sâmirî: Zararı olan fakat fayda vermeyen bir şey yapıyorum, diye cevab vermiş Hz. Hârûn da: Ey Allah'ım, gönlünde olana göre onun istediğini ver, diye duâ etmiş ve geçip gitmişti. Sâmirî: Ey Allah'ım, Sen'den bunun böğürmesini istiyorum, diye duâ etmiş ve bu­zağı böğürmüştü. Buzağı böğürdüğü zaman onun için secdeye kapa­nır, böğürdüğü zaman başlarını kaldırırlardı. İbn Ebu Hatim, hadîsi başka bir kanaldan olmak üzere Hammâd'dan rivayet eder ki onun bir bölümü şöyledir: Sâmirî: Fayda veren fakat zarar vermeyen bir şey yapıyorum, demişti. Süddî, buzağının böğürür ve yürür olduğunu söyler.

Buzağı ile fitneye düşüp ona tapınan ve içlerinden sapıtanlar de­diler ki: «îşte bu, sizin de Musa'nın da tanrısıdır. Fakat o, unuttu.» (Tanrısını burada unuttu ve onu aramaya gitti.) Daha önce bu açık­lama İbn Abbâs'tan rivayetle «Fitneler» hadîsinde geçmiş olup Mücâ-hid de aynı açıklamayı yapmıştır. Semmâk'm İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre «Fakat o, unuttu.» kısmının anlamı şöyle­dir : Bunun sizin ilâhınız olduğunu size hatırlatmayı unuttu. Muham-med îbn îshâk'ın Hakîm İbn Cübeyr'den, onun Saîd İbn Cübeyr'den, onun da îbn Abbâs'tan rivayetine göre onlar : «İşte bu, sizin de Mu­sa'nın da tannsıdır.» dediler âyeti hakkında İbn Abbâs şöyle demiştir: Ona ibâdet ettiler, onu öyle sevdiler ki asla hiç bir şeyi onun gibi sev-memişlerdi. Allah Teâlâ: «Fakat o, unuttu.» buyurmuştur ki; o, üze­rinde olduğu İslâm'ı terketmiştir ve burada kasdedilen Sâmirî'dir (Hz. Mûsâ değildir).

Allah Teâlâ onlara bir red makamında olmak üzere, onlara bir azar­lama, yaptıkları işte akıllarının ne kadar zayıf ve kendilerinin ne kadar rezîl olduklarını beyân sadedinde şöyle buyurur: «Görmüyorlar mıydı ki o, (buzağı ondan bir şey istedikleri veya ona hitâb ettikleri zaman) kendilerine ne bir söz söyleyebilirdi, cevap verebilirdi, ne (de dünyala­rında ve âhiretlerinde onlara) bir zarar, ne de bir fayda verebilirdi.» İbn Abbâs —Allah ondan hoşnûd olsun- - der ki: Hayır, Allah'a yemîn olsun ki onun böğürmesi sadece rüzgârın arkasından girip ağzından çıkmasın­dan başka bir şey değildi. Böylece ondan ses işitiliyordu. Hadîs metin­lerinde Hasan el-Basrî'den rivayetle geçtiği üzere bu buzağının ismi Behmût'dur.

Bu câhillerin beyân ettikleri özrün özeti şudur: Onlar kıptîlerin zînetlerinden uzaklaşmışlar onları atmışlar ve buzağıya tapınışlardır. Küçük bir işte takva ile davranmış, günâhtan kaçınmışlar ve fakat bü­yük bir iş işlemişlerdir. İbn Ömer'den rivayetle sahîh bir hadîste belir­tildiğine göre Irak ahâlîsinden birisi ona elbiseye bulaştığı zaman siv­risineğin kanının namaza zarar verip vermeyeceğini sormuş ve : Bu­nunla namaz kılınır mı yoksa kılınmaz mı? demişti. îbn Ömer —Allah ondan hoşnûd olsun— şöyle cevab vermişti: Irak ahâlîsine bakınız;

Allah Rasûlü (s.a.) nün kızının oğlunu —Hz. Hüseyn'i kasdediyor— öl­dürdüler de gelip bir sivrisineğin kanını soruyorlar?[22]

 

90  — Andolsun ki daha önce Hârûn da onlara: Ey kavmim, siz bununla sınanıyorsunuz. Sizin gerçek Rabbı-nız Rahmân'dır. Bana uyun ve emrime itaat edin, demiş­ti.

91  — Onlar da: Mûsâ bize dönene kadar, buna sarıl­maktan asla vazgeçmeyeceğiz, demişlerdi.

 

Allah Teâlâ haber veriyor ki Hz. Hârûn (a.s.) onları buzağıya tap­maktan men'etmiş, onlara bunun kendileri için bir imtihan olduğu­nu haber vermiştir. Şöyle demişti: «Ey kavmim, sizin gerçek Rabbınız Rahmân'dır.» Her şeyi yaratıp takdir eden, yüce Arş'ın sahibi, diledi­ğini işleyen Rahmân'dır. Size emrettiklerimde bana uyun ve size ya­sakladıklarımı terk edin. Onlar da : «Mûsâ bize dönene kadar, buna sarılmaktan vazgeçmeyeceğiz.» Bu konuda Musa'nın sözünü işitince-ye kadar ona ibâdeti terketmeyeceğiz, demişler, bu konuda Hz. Hâ-rûn'a zıd giderek onunla mücâdele etmişlerdi ki az kaldı onu öldüre­ceklerdi.[23]

 

92  — Dedi ki: Ky Hârûn,   bunların  saptıklarını gö­rünce ne alıkoydu seni,

93  — Benim ardımdan gelmekten? Yoksa benim em­rime karşı mı geldin?

94 — o da: Ey anamın oğlu; saçımdan, sakalımdan tutma. Doğrusu; İsrâiloğulları arasına ayrılık soktun, sö­züme bakmadın, demenden korktum, dedi.

 

Ey Hârûn

 

Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ (a.s.) nın kavmine döndüğü zamanı haber veriyor. Hz. Mûsâ onların içinde meydana gelen bu büyük işi görünce öfkeyle dolmuş ve elinde bulunan ilâhî levhaları atarak kardeşini ba­şından yakalayıp onu kendine doğru çekmeye başlamıştı. Daha önce A'râf sûresinde bunu genişçe vermiştik. Ayrıca orada : Elbette haber, bizzat gözle görme gibi değildir, hadîsini de zikretmiştik. Hz. Mûsâ, kardeşi Harun'u ayıplamaya girişerek şöyle demişti: «Bunların sap­tıklarını görünce benim ardımdan gelmekten seni ne alıkoydu?» İşi bana başlangıcından itibaren anlat. Yoksa (sana tevdî' etmiş olduğum işte) benim emrime karşı mı geldin? Hz. Musa'nın ona tevdî' etmiş ol­duğu görev şu âyette belirtilmektedir : «Kavmim içinde, benim yeri­me geç. Islâh et ve fesâdçıların yoluna uyma.» (A'râf, 142). «O da : Ey anamın oğlu...» diyerek ana baba bir kardeşi olduğu halde annesini zik­rederek onu yumuşatmak istedi. Zîrâ burada annenin zikredilmesi, şefkat yönüyle daha ince ve daha te'sîrlidir. Bunun için : «Ey anamın oğlu; saçımdan, sakalımdan tutma. Doğrusu; îsrâiloğulları arasına ay­rılık soktun, sözüme bakmadın, demenden korktum.» demiştir. Hz. Mû-sâ'nın peşinden gitmekte gecikmesinin sebebi hususunda bu, Hz. Hâ-rûn'un Musa'ya karşı beyân ettiği bir özürdür. Zîrâ o, Hz. Musa'nın peşinden giderek ona kavuşup kavmi içinde meydana gelen bu büyük fitneyi ona haber vermemiştir. O şöyle demişti: Doğrusu; ben seni on­ların içinde yerime vekîl bırakmışken emrettiklerime riâyet etmedin, sözüme bakmadın da niçin onları yalnız başlarına bırakıp aralarına ay­rılık soktun, dersin korkusuyla senin peşinden gelip bunu sana haber vermedim. îbn Abbâs derki: O (Hz. Hârûn)', Musa'dan korkardı ve ona itaatkârdı.[24]

 

95  — Ya senin zorun neydi ey Sâmirî? dedi.

96  — O da: Onların görmedikleri bir şey gördüm ve o elçinin bastığı yerden bir avuç avuçladım. Ve bunu zî-net eşyasının eritildiği potaya attım. Nefsim bana bunu hoş gösterdi, dedi.

97  — Dedi ki: Haydi git, doğrusu hayatta artık; ba­na dokunmayın, demenden başka yapacağın bir şey yok­tur. Bir de senin için hiç kaçamayacağın bir ceza günü var. Sarılıp durduğun üstüne  düşüp tapındığın ilâhına bak; yemin olsun ki Biz onu yakacağız, sonra da parça parça edip denize atacağız.

98  — Sizin ilâhınız, ancak O'ndan başka hiç bir ilâh olmayan Allah'tır. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.

 

Ey Sâmiri

 

Hz. Mûsâ (a.s.) Sâmirî'ye : Bu yaptığına seni sevk eden nedir? Se­nin karşına çıkan neydi ki bu yaptığını yaptın? demişti. Muhammed îbn îshâk'ın Hakîm İbn Cübeyr kanalıyla... îbn Abbâs'tan rivayetine göre o, şöyle demiştir: Sâmirî; Bâcermâ ahâlîsinden birisiydi. O, ine­ğe tapınan bir kavimdendi. İneğe tapınma sevgisi gönlüne yerleşmiş­ti, îsrâiloğullarıyla beraber müslüman olduğunu izhâr etmiş olup bu Sâmirî'nin adı Mûsâ İbn Zafer idi. İbn Abbâs'tan gelen rivayetlerden birine göre; o, Kirmân'dan idi. Katâde ise : Adı Samerrâ olan bir ka­sabadandı, demiştir.

O da: «Onların görmedikleri bir şey gördüm. (Firavun'u helak etmek üzere geldiğinde Cibril'i gördüm.) Ve o elçinin (kısrağının) bas­tığı yerden bir avuç avuçladım.» dedi. Birçok nıüfessirin veya müfes-sirlerin ekserisinin yanında meşhur olan açıklama budur. İbn Ebu Hâ-tim'in Muhammed İbn Ammâr îbn Haris kanalıyla... Hz. Ali (r.a.) den rivayetine göre; o. şöyle demiştir: Cibril (a.s.) inip te Hz. Musa'yı gö­ğe yükselttiğinde insanların arasından Sâmirî onu  (Cibril'i)  görmüş ve kısrağının bastığı yerden bir avuç toprak avuçlamış. Cibril, Musa'yı arkasına bindirmiş ve nihayet göğün kapısına yaklaştığı zaman yük­selmiş. Allah Teâlâ levhaları, Hz. Mûsâ kalemlerin levhalardaki cızır­tılarını işitirken yazmış. Allah Teâlâ Hz. Musa'ya kavminin, arkasın­dan imtihan edildiğini haber vermiş. Hz. Mûsâ inmiş ve buzağıyı alıp yakmış. Bu haber garîbdir. Mücâhid, «O elçinin bastığı yerden bir avuç avuçladım.» âyeti hakkında şöyle demiş : Cibril'in kısrağının tırnağının altından bir avuç toprak avuçlamış. Âyette geçen kelimesi; avuç doluşudur ve kabza parmakların ucuyla (alman avuç dolusu) şeydir. Mücâhid der ki: Sâmirî elinde olan şeyi İsrâiloğullarının zînet eşyaları üzerine atmış i onlar da böğürmesi olan bir buzağı cesedi kalı­bına girmiş. Onda hafîf bir rüzgâr varmış ki böğürmesi işte budur. İbn Ebu Hâtim'in Muhammed İbn Yahya kanalıyla... İkrime'den rivayetle anlattığına göre Sâmirî elçiyi görmüş. Kalbine ilham olunmuş ki: Eğer sen, bu kısrağın izinden bir avuç toprak alır da onu bir şey içine atar ve ona ol dersen o da (istediğin şey) oluverir. Elçinin ayak izinden bir avuç toprak almış. Parmakları bu bir avuç toprak üzerinde kurumuş. Hz. Mûsâ Rabbı ile buluşmaya gittiğinde; İsrâiloğullannm Firavun ailesinden ödünç almış oldukları zînet eşyaları hakkında Sâmirî : Si­zin başınıza gelenler ancak bu zînet eşyaları yüzündendir. Onlan bir araya toplayın, demiş. Onları toplamışlar ve üzerine ateş yakmışlar da onlar erimiş. Sâmirî bunu görünce kalbine şöyle bir fikir düşürülmüş : Şayet sen, bu bir avuç toprağı bunların içine atar da, «ol» dersen; is­tediğin şey olur. Bir avuç toprağı atmış ve ol demiş. Bunlar kendisi için böğüren bir buzağı olmuş ve o da: «îşte bu, sizin de, Musa'nın da tan-rısıdır.» demiş. Bunun içindir ki Sâmirî : «Atanlarla birlikte ben de onu attım. Nefsim böyle yaptırdı bana.» O esnada nefsim bunu bana güzel gösterdi, demiştir. Hz. Mûsâ da : «Haydi git, doğrusu (nasıl ki elçinin izinden alma ve dokunma hakkın olmayan bir şeye dokunup aldıysan) hayatta artık; bana dokunmayın, demenden başka yapacağın bir şey yoktur.» Dünyada iken senin cezan; bana dokunmayın, demendir. Sen insanlara dokunamayacaksın, onlar da sana dokunamayacaklar, de­miş ve şöyle devam etmiş : «Bir de senin hiç kaçamayacağın bir ceza günü, (kıyamet günü) var.»

Katâde «Doğrusu hayatta artık; bana dokunmayın, demekten baş­ka yapacağın bir şey yoktur.» âyeti hakkında der ki : Bu onlar için bir ceza olmuştur. Bugün onlardan arta kalanlar da aynı şekilde : Bana dokunmayın, derler.

«Bir de senin hiç kaçamayacağın bir ceza günü var.» âyeti hak­kında Hasan, Katâde ve Ebu Nehîk : Ondan kaçıp uzaklaşamayacağın, kaybolamayacağın, açıklamasını getirirler.

«Sarılıp durduğun, üstüne düşüp tapındığın ilâhına (ibâdet etti­ğin buzağıya bir) bak; yemîn olsun ki Biz onu yakacağız.» İbn Abbâs'-tan rivayetle Dahhâk ve Süddî derler ki: Hz. Mûsâ onu eğelerle yon­tup ufalamış ve ateşe atmıştır. Katâde der ki: Altından olan buzağı et ve kana dönüşmüş de Hz. Mûsâ onu ateşte yakmış sonra küllerini denize atmıştır. Bunun içindir ki: «Sonra da parça parça edip denize atacağız.» demiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam'ın Hz. Ali (r.a.) den rivayetine göre o şöyle demiş : ((Hz. Mûsâ Rabbma gitmekte acele etmişti. îşte o zaman Sâmirî kalkmış, İsrâiloğulları kadınlarının süs eşyalarından güç yetirebildiklerini toplamış, ona bir buzağı heykeli şekli vermiş. Hz. Mûsâ (Tûr'dan dönüşünde) buzağıya yönelip onun üzerine eğeleri koyup onunla yontup ufalamış. O, nehrin kenarında imiş. Buzağıya tapınanlardan bu sudan kim içmişse yüzü altın gibi sa­rarmış. Hz. Musa'ya : Bizim tevbemiz nedir? diye sormuşlar da o : Bir­birinizi öldürmenizdir, demiş. Süddî de böyle söylemiş olup bunun ge­nişçe açıklaması Bakara sûresi tefsirinde, sonra da «Fitneler» hadî­sinde geçmişti.

«Sizin ilâhınız, ancak O'ndan başka hiç bir ilâh olmayan Allah'­tır. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.» Hz. Mûsâ (a.s.), onlara şöyle di­yor : Bu sizin ilâhınız değildir. Sizin ilâhınız ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. Kullara Rabb olmaya ancak O lâyıktır. İbâdet de ancak O'na yaraşır. Her şey O'na muhtaçtır ve her şey Rabba (Rab­bma) kuldur. «O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.» O, her şeyi en iyi bi­lendir. «Ve Allah'ın gerçekten her şeyi ilmiyle kuşatmış olduğunu bi­lesiniz.» (Talâk, 12), «Ve her şeyi bir sayı ile sıralamıştır.» (Cinn, 28), «Göklerde ve yerde zerre kadar olanlar bile O'nun ilminin dışında de­ğildir.» (Sebe', 3), «Bir yaprak düşmez ki; onu bilmesin. Yerin karan­lıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru müstesna olmamak üzere her şey apaçık bir kitaptadır.» (En'âm, 59), «Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki, rızkı. Allah'a âit olmasın. Onlann durup dinlenecek ve saklanacak yerlerini de O bilir. Hepsi apaçık kitaptadır.» (Hûd, 6). Bu husustaki âyetler gerçekten pek çoktur.[25]

 

99 — Sana geçmişlerin haberlerinden bir kısmını işte böylece anlatıyoruz. Şüphe yok ki sana, katımızdan bir de zikir verdik.

100  — Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki kıyamet günü ağır bir günâh yükünü yüklenecektir.

101  — Onda temelli kalacaklardır. Bu, kıyamet gü­nünde onlar için ne kötü bir yüktür.

 

Geçmişlerin Haberleri

 

Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.) e hitaben şöyle buyu­rur : Nasıl ki sana Musa'nın haberini, Firavun ve ordusu ile beraber onun başından geçenleri apaçık ve olduğu şekilde anlatmışsak aynı şekilde geçmiş haberleri fazlalık ve eksiklik olmaksızın, olduğu şekil­de sana anlatıyoruz. Bu böyledir; bununla birlikte «sana, katımızdan bir de zikir verdik.» «Önünden de ardından da bâtıl sokulamayan, Ha-kîm, Hamîd katından indirilmiş.» (Fussüet, 42) olan Kur'ân-ı Azîm'-dir. Peygamber gönderilmeye başlandığından itibaren Muhammed (s.a.) ile peygamberler sona erdirilinceye kadar peygamberlerden hiç birisi­ne onun bir benzeri veya ondan daha mükemmeli, geçmişlerin ve ge­leceklerin haberini daha çok toplayan, insanlar arasında ayırıcı hük­mü ihtiva eden bir kitâb verilmemiştir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ şöyle buyurur : Kim ondan yüz çevirirse; onu yalanlar, onun emir ve isteklerine uymaktan yüz çevirerek hidâyeti ondan başkasın­da ararsa, şüphesiz Allah onu dalâlete düşürüp cehenneme iletecek­tir. Bunun içindir ki şöyle buyurur: «Kim ondan yüz çevirirse, şüphe­siz ki kıyamet günü ağır bir günâh yükünü yüklenecektir.» Başka b;r âyette şöyle buyrulur : «Herhangi bir güruh onu inkâr ederse; onun varacağı yer ateştir.» (Hûd, 17). Bu; Kur'an'm ulaştığı Arap, Acem, ÎShl-i Kitâb ve başkaları hakkında geneldir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyette şöyle buyurur : «Bu Kur'an; bana sizi de, ulaştığı kimseleri de uyarmam için vahyolundu, de.» (En'âm, 19). Kur'an kime ulaşmışsa onun için uyarıcı, hakka davet edicidir. Ona uyan hidâyete erdirilir. Kim ona zıd gider ve ondan yüz çevirirse; sapıklığa düşer, dünyada mutsuz olur. Kıyamet günü ona va'dolunan ise; ateştir. Bu sebeple Al­lah Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki kıyamet günü ağır bir günâh yükünü yüklenecektir. Onda temelli ka­lacaklardır. (Ondan sapamayacaklar ve ondan ayrılamayacaklardır.) Bu, kıyamet gününde onlar için ne kötü bir yüktür.»[26]

 

102  — Sûr'a üflendiği gün, işte o gün suçluları, göz­leri korkudan gövermiş olarak toplarız.

103  — Aralarında gizli gizli konuşarak: Siz, sâdece on gün eyleştiniz, derler.

104  — Onların söylediklerini Biz daha iyi biliriz. En akıllıları da: Sâdece bir gün eyleştiniz, der.

 

Sûr'a Üflendiği Gün

 

Bir hadîste vârid olduğuna göre Allah Rasûlü (s.a.) ne Sûr sorul­muştu. Kendisine üfürülecek boynuzdur, buyurdu. Ebu Hüreyre'den rivayetle gelen Sûr hadîsinde belirtildiğine göre Sûr : Büyük bir boy­nuzdur. Onun bir halkasının miktarı gökler ve yer ölçüsündedir. Ona İsrafil (a.s.) üfürecektir. Bir hadîste şöyle buyrulur : Boynuzun (Sûr'-un) sahibi boynuzu ağzına almış, alnını eğmiş ne zaman kendisine izin verilecek diye beklerken ben nasıl nimet içinde olabilirim. Ey Allah'ın elçisi, nasıl söyleyelim? dediler de şöyle buyurdu : Allah bana yeter, o ne güzel Vekîl'dir. Allah'a tevekkül ettim, deyin.

«İşte o gün, gözleri korkudan gövermiş olarak suçluları toplarız.» âyetinin anlamının şöyle olduğu söylenir : İçinde bulundukları korku­nun şiddetinden gözleri morarmış olarak. Allah Teâlâ : «Aralarında gizli gizli konuşurlar.» buyurur ki İbn Abbâs şöyle der: Birbirleri ara­sında gizlice konuşurlar. Birbirlerine şöyle derler : Siz, dünyada sade­ce on gün eğleştiniz. Sizin dünyada kalışınız gayet az idi. On gün ve­ya benzeri bir süre kaldınız. Allah Teâlâ da şöyle buyurur: «(Onların aralarında gizlice konuşmaları sırasında) söylediklerini Biz daha iyi biliriz.» Onların içinde kâmil bir akla sâhib olanları da şöyle der: «Sâ­dece bir gün eğleştiniz.» Zîrâ Allah'a dönüş gününe nisbetle onlar için dünya süresi son derece kısadır. Dünyanın bütün vakitleri tekrârlan-sa, gece ve gündüzleri, saatları birbirini kovalasa bile bir gün gibidir. Bu sebeple kıyamet günü, dünya hayatının süresi kısa bulunacaktır. Onların böyle söylemekteki maksadları, sürenin kısalığını ileri süre­rek haklarında hüccetin konulmasını engellemek, defetmektir. Bu se­beple Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Kıyametin kopacağı gün suç­lular bir saattan başka kalmadıklarına yemîn ederler. İşte onlar böy­lece aldatılıp döndürülürler. Kendilerine bilgi ve îmân verilenler: An-dolsun ki Allah'ın kitabında yazılan o yeniden diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu, yeniden diriliş günüdür. Ama siz bilmiyordunuz, der­ler.» (Rûm, 55-56). Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Öğüt alacak kişinin öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı? Ve size uyarıcı da gelmişti. Öyleyse azabı tadın. Zâlimler için bir yardımcı yok­tur.» (Fâtır, 37), «Buyurdu ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız? Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor, derler. Buyurdu ki: Çok az bir süre kaldınız. Keski bilseydiniz.» (Mü'minûn, 112-114). Sizin orada kalmanız azıcık bir şey olmuştur. Şayet bilmiş olsaydınız bakî olanı fânî olana tercih ederdiniz. Fakat öyle bir tasar­rufta bulundunuz ki tasarrufunuz kötü oldu. Hazır ve fânî olanı de­vamlı ve bakî olanın önüne geçirdiniz.[27]

 

105  — Ve sana dağlardan sorarlar. De ki: Rabbım, onları ufalayıp savuracak.

106  — Yerlerini düz, kuru bir toprak haline getire­cek.

107  — Orada ne bir çukur, ne de bir tümsek göre­ceksin.

108  — O gün hiç bir tarafa sapmadan o davetçiye uyacaklardır. Sesler Rahmân'm heybetinden kısılmıştır ve sen, fısıltıdan başka bir şey işitmezsin.

 

Ve Dağlar

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Ve sana kıyamet günü dağların yerinde kalıp kalmayacağını sorarlar. De ki: «Rabbım, onları ufalayıp savu­racak.» Yerlerinden sökecek, un-ufak edecek ve onları yürütecek. «Yer­lerini düz, kupkuru bir toprak haline getirecek.» Âyette geçen kelimesi; yeryüzünde dümdüz olan yer, anlamınadır. Âyetteki kelimesi ile, bu anlamı güçlendirmek içindir. Bu kelimenin;

üzerinde bitki olmayan yer, anlamında olduğu da söylenmiştir. Her ne kadar diğeri de esâs anlamın lâzımı olarak kasdedilmiş ise de birinci açıklama daha uygundur. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Orada ne bir çukur, ne de bir tümsek göreceksin.» O gün yeryüzünde ne bir vâdî, ne alçak, ne de yüksek yer görmeyeceksin. îbn Abbas, «O gün hiçbir tarafa sapmadan o davetçiye uyacaklardır.» Bu du­rumları ve korkulan görecekleri günde, o davetçiye koşarak uyacak­lardır. Nereye emrolunmuşlarsa oraya koşacaklardır. Şayet bu, dünya­da iken olmuş olsaydı; onlar için daha faydalı olurdu. Fakat öyle bir yerde uyacaklardır ki artık onlara fayda vermeyecektir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır : «Bize geldikleri gün, ne­ler görüp işitecekler.» (Meryem, 38), «O çağırana koşarak, kâfirler: Bu, zorlu bir gündür, derler.» (Kamer, 8). Muhammed İbn Kâ'b el-Ku-razî der ki: Allah Teâlâ kıyamet günü insanları bir karanlıkta topla­yacak, gök dürülecek, yıldızlar dökülecek, güneş ve ay yok edilecektir. Bir münâdî seslenecek de insanlar sese tâbi olarak ona uyacaklardır-. İşte Allah Teâlâ'nın : «O gün hiç bir tarafa sapmadan o davetçiye uya­caklardır.» kavli budur. Katâde (   a) ç>&V   ) kısmını: Ondan meyle-

demeyecekler, şeklinde açıklarken Ebu Salih : Ona iltifat etmemezlik edemeyeceklerdir, demiştir.

«Sesler Rahmân'ın heybetinden kısılmıştır.» İbn Abbâs buradaki ( ûAÜ- ) fiilini; susmuştur, sükûnete kavuşmuştur, şeklinde açık­lar. Süddî de böyle söylemiştir. «Ve sen, fısıltıdan başka bir şey işit­mezsin.» âyeti hakkında İbn Abbâs'tan rivayetle Saîd İbn Cübeyr: Ayak sesleri kasdediliyor, der. İkrime, Mücâhid, Dahhâk, Rebî' İbn Enes, Katâde, İbn Zeyd ve başkaları da böyle söylemiştir. İbn Abbâs'­tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha buradaki fısıltının; gizli ses, olduğunu söyler. Bu; İkrime ve Dahhâk'dan da rivayet edilmiştir. Saîd İbn Cü­beyr, «Ve sen, fısıltıdan başka şey işitmezsin.» âyetindeki fısıltıyı: Ko­nuşma, konuşmanın gizlisi ve ayak sesleri ile açıklar. Saîd böylece her iki açıklamayı da toplamış oluyor ki âyetin buna da ihtimâli vardır. Ayak seslerine gelince; ..bundan maksad insanların Mahşere yürümesi, koşmasıdır. O; onların sükûnet ve boyun eğme içinde yürümeleridir. Gizli söz ve konuşmalara gelince; bu bir durumda olup başka bir du­rumda olmayabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : «O gün gelince; Allah'ın izni olmadan kimse konuşamaz. Onlardan kimisi bedbaht, ki­misi de bahtiyardır.» (Hûd, 105).[28]

 

109  — O gün, Rahmân'ın izin verdiği ve sözünden hoşnûd olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.

110  — O, onların önlerindekilerini de, arkalanndaki-ni de bilir. Onların hiç birinin ilmi asla bunu kavrayamaz.

111  —- Ve bütün yüzler Hayy ve Kayyûm olan Allah'a baş eğmiştir. Bir zulüm yükü  taşıyanlar  ise  gerçekten hüsrana uğramıştır.

112  — Kim de inanmış olarak, sâlih ameller işlerse; o, zulümden ve hakkının yenmesinden korkmaz.

 

Rahmân'ın İzin Verdikleri

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Kıyamet günü Rahmân'ın izin verdiği ve sözünden hoşnûd olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez. Bu, şu âyetler gibidir : «O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kim­dir.» (Bakara, 255), «Göklerde nice melek vardır ki; Allah, dileyeceği ve razı olacağı kimseler için izin vermedikçe onların şefaati hiç bir şe­ye yaramaz.» (Necm, 26), «Onlar, Allah'ın hoşnûd olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler.» (Enbiyâ, 28), «Allah'ın katında, kendisi­ne izin verdiğinden başkası şefaat edemez.» (Sebe', 23), «O gün rûh ve melekler saf halinde duracaklardır. Rahmân'ın izin verdiğinden baş­kaları konuşamazlar. O da doğruyu söyler.» (Nebe1, 38). Muhtelif şe­killerde Buhârî ve Müslim'de Allah Rasûlü (s.a.) nden —O ki Âdemoğ-lunun efendisi ve Allah katında bütün yaratıkların en şereflisidir— ri­vayet edildiğine göre; o, şöyle buyurmuştur: Arş'ın altına geleceğim, Allah için secdeye kapanacağım. Allah Teâlâ bana öğünülecek o ka­dar çok şey açacak ki şimdi onları sayamıyorum. Beni dilediği kadar o halde bırakacak sonra : Ey Muhammed, kaldır başını; söyle dinlene­cek, şefaat et şefaatin kabul edilecek, buyuracak. Bana bir sınır (bir sayı) koyacak da onları cennete koyacağım, sonra döneceğim. Allah Rasûlü (s.a.) bunu dört kez tekrarladılar. Allah'ın salâtı, selâmı ona ve diğer peygamberlere olsun. Bir hadîste şöyle buyrulur: Allah Teâlâ buyuracak: Kalbinde tane- ağırlığı îmân olanları ateşten çıkarın. Bir­çok yaratık çıkarılacak. Sonra tekrar buyuracak : Kalbinde yarım mis-kâl ağırlığı îmân olanı ateşten çıkarın. Kalbinde zerre ağırlığı îmân olanı ateşten çıkarın. Kalbinde zerre ağırlığının en azının en azının en az kadar îmân olanı çıkarın.

«O, onların önlerindekilerlnl de, arkalarındakini de bilir.» Bütün yaratıkları ilmiyle kuşatmıştır. «Onların hiç birinin İlmi asla bunu kavrayamas.» âyeti Allah Teâlâ'nın şu kavil gibidir; «Dilediği: kada­rından ba§ka O'mm ilminden hiç bir şey kavrayamazlar.»- (Bakara,255)

«Ve bütün yüzler Hayy ve Kayyûm olan Allah'a baş eğmiştir.» âye­tinde îbh Abbâs Ve birçokları şöyle derler: Bütün yaratıklar Ölmeyen, diri, Uyumayan, her şeyi görüp gözeten idare eden Cebbarca boyun eg-tmş, O'na teslim olmuştur. O; her şeyin kendisine muhtaç olduğu, .-an*.. cak O'nun Zâtıyla ayakta kalabildiği, Zâtında kâmil olandır.

«Kıyamet günü bir zulüm yükü taşıyanlar ise gerçekten. hüsrana uğramıştır.» Allah Teâlâ kıyamet günü her hakkı sâhit)ine: teydî'. ede­cektir. O kadar ki,boynuzsuz.koyun ile,boynuzlu koyun arasında kısas yapılacak (boynuzsuz koyun boynuzludan hakkını alacaktır). Bir, ha­dîste şöyle buyrulur:. Allah Tealâ: İzzetim ve Celâlim hakkı için bu­gün hiç bir zâlimin haksızlığı beni geçemeyecektir, buyuracak. Sahîh bir hadîste şöyle buyrulur.:                                            

Zulümden sakının; şüphesiz zulüm, kıyamet günü karanlıkiardır. Allah'a müşrik olduğu halde kavu§an ise bütünüyle! ^aybetnıjş,: hüsrâ: na uğramıştır. Zîrâ Allah Teâlâ : «Şüphesiz şirk en büyüls^ulüm^r.» (Lokman, 13) buyurmuştur.

«Kim de inanmış pjarak, sâlih ameller işlerse; özuİÜmâeri ve hak­kının yenmesinden korkmaz.» Allah Teâlâ zâlimleri ve çrilâr hakkın­daki tehdidi beyân ettikten sonra İkinci olarak Allah'tan kbrkahİkrİ ve onların hükmünü tey^n buyurur. Onlar asla haksızlığa uğramayacak­lar ve haklan yenmeyecektir. Onların günâhları ârtirılmayacaK^ lyilliC-leri eksiltilmeyecektir. Bu açıklama İbn Abbâa, Mtidânid, Üâhhftlc, Ha­san, Katâde ve birçoklarına aittir. Zîrâ zülüm; kf§İye! bir bankasının günâhının yüklenmesidir lse : noksanlık, ye ekşitme[29]

 

113  — Biz onu böylece Arapça bir Kur'an olarak in­dirdik. Belki sakınırlar veya onlara ibret verir diye teh-dîdleri açıkladık.

114  — Gerçek hükümdar olan Allah Yücedir. Kur'an sana vahyedilirken, vahiy bitmezden önce unutmamak için acele tekrar edip durma ve: Rabbım, ilmimi artır, de.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Madem ki Allah'a dönüş ve hayırla şer­rin karşılıklarının verileceği gün hiç şüphesiz vuku bulacak, meydana gelecektir. İşte Biz Kur'an'ı (bugünü) müjdeleyici ve ondan sakındırıp uyarıcı olarak apaçık, fasîh bir Arap dili ile indirmişizdir. Onda her­hangi bir kapalılık ve muğlaklık yoktur. Belki sakınırlar (da günâh­ları, haramları ve fuhşiyyâtı terkederler) veya onlara ibret verir (de bu; itaati, Allah'a yaklaştıran amelleri meydana getirir) diye tehdîd-leri açıkladık. Gerçek hükümdar olan Allah Yücedir, Münezzehtir, Mu­kaddestir, gerçek Hükümdâr'dır, gerçeğin tâ kendisidir. Va'di haktır, tehdîdi haktır, elçileri haktır, cennet ve cehennem haktır, O'ndan olan her şey gerçektir. O'nun adaleti; uyarmadan, elçiler göndermeden, hiç kimse için bir hüccet ve şüphe kalmasın diye yaratıklarından özrü kal­dırmadan hiç kimseye azâb etmemektir.

Allah Teâlâ'nın : «Kur'an sana vahyedilirken, vahiy bitmezden ön­ce unutmamak için acele sesle tekrar edip durma.» kavli Kıyâme sü­resindeki : «Onu (Kur'an'ı) acele (ezber) etmen için dilini onunla be­raber oynatma. Şüphesiz onu toplamak da okutmak da Bize aittir. Öy­leyse Biz onu okuttuğumuz vakit, sen onun okunuşunu dinle. Sonra şüphesiz onu açıklamak bize aittir.» (Kıyâme, 16-19) âyetleri gibidir. İbn Abbâs'tan rivayetle sahîh bir hadîste vârid olduğu üzere Allah Ra-sûlü (s.a.) vahyi hemen ezberlemeye çalışır ve çok kere dilini hareket ettirirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi. Yani Hz. Pey­gamber (s.a.) Cibril kendisine vahiy getirdiğinde, ona her bir âyeti ge­tirişinde onunla birlikte Kur'an'ı ezberlemeye şiddetli hırsından ötürü onunla birlikte söylerdi. Allah Teâlâ ona zor ve ağır gelmesin diye onun hakkında daha kolay ve daha hafîf olanına işaretle : «Onu (Kur'an'ı) acele (ezber) etmek için dilini onunla beraber oynatma. Şüphesiz onu toplamak ve okutmak Bize aittir.» (Kıyâme, 16-17) buyurdu. Yani onu senin göğsünde toplayıp muhafaza etmek, sonra da senin ondan hiç bir şey unutmaksızın insanlara okumanı sağlamak bizim üzerimizedir. «Biz onu okuduğumuz zaman okunuşuna uy, ta'kîb et. Sonra onu açık­lamak da Bize düşer.» Bu âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurur: «Kur'an sana vahyedilirken, vahiy bitmezden önce unutmamak için acele tek­rar edip durma, (aksine sus. Melek sana onu okumayı bitirdiği zaman onun peşinden sen oku.) ve: Rabbım, (Senden olan) ilmimi artır, de.» İbn Uyeyne —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Allah Teâlâ, Rasû-lü (s.a.) nü vefat ettirinceye kadar Hz. Peygamber (s.a.) devamlı ar­tırma (Rabbından ilminin artırılması) içinde olmuştur. Bunun içindir ki bir haberde şöyle deniliyor: Allah Teâlâ Rasûlüne vahyi peşpeşe in­dirmeye devam etmiştir. O kadar ki Allah Rasûlü (s.a.) ne vahy en çok vefat ettiği günde gelmiştir. İbn Mâce'nin Ebu Bekr İbn Ebu Şey-be kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetine göre o, şöyle demiş­tir : Allah Rasûlü (s.a.) şöyle duâ buyururdu : Ey Allahım, bana öğ­rettiğinle beni faydalandır. Bana fayda verecek olanı bana öğret ve be­nim ilmimi artır. Her durumda hamd Allah'a mahsûstur. Hadîsi Tir-mizî de Ebu Küreyb'den, o ise Abdullah İbn Nemîr'den rivayetle tah-rîc etmiştir. Tirmizî hadîsin bu kanaldan rivayetinin garîb olduğunu söyler. Bezzar da hadîsi Amr İbn Ali el-Felâs kanalıyla... Mûsâ İbn Ubeyde'den rivayet etmiştir. Bu rivayetin sonunda şu fazlalık vardır: Cehennem ehlinin durumundan Allah'a sığınırım.[30]

 

115 — Andolsun ki Biz, daha önce Âdem'e de ahid vermiştik. Fakat o unuttu ve Biz onda bir azim bulmadık.

116 - Hani meleklere demiştikki Âdem'e secde edin. îbîîö'ten başka höpsi secde etmiş, o isö dayatmıştı;     ;

117 — Biz de demiştik ki: Ey Âdem^doğiHisu bu, hem senin hem de eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çı­karmasın. Yoksa bedbaht oiursu$.

118  — Zîrâ cennette ne acıkırsın, ne de çıplak kalır­sın,

119  — Orada iıe susarsın, ne de güneşte yanarsın.

120— Ama şeytân ona vesvese yerdi ve: fiy Âdem, sana ebedîlik ağacımı ye yok olmayacak bir mülkü göste­reyim mi? Dedi

121 — Bunun üzerine ikisi de ondan yediler. Hemen ayıp yerleri acildi. Üzerlerine cennet yapraklarından ya­mamaya başladılar. Âdem, Rabfoına karşı geldi de şaşkıii

122 - Sonra Rabbı onu • seçti de tevbesini kabul etti ve; ona  doğru yblü gösterdi.

 

Âdem ve Melekler                                      

 

îbn Ebu Hâtim'in Ahmed İbn Sinan kanalıyla... İbn Abbâs'tan ri-v^yetindie. û.:Ona inian adınm. verilmesi ancak onk ahi(| verilip, te britip .'üntıtınasınBandıi:, %einîştif.Jİ Ali İbn Ebu Taltia da7 bu "â^kİÖİ&yı ibn Abbâs'taîı rivayet etmiştir.. Mücâhtd veHasah İse ona, insan adilarlar.

Âdem'i Şereflendirip ona ikramda buüa^dt^ğunu,'»yaratıklarımdan |fpjğ ^ onu ttetüiı kaldığını.';ikr|der; 4ajıa örice fBakâra, A*râf, Hıcr, Kehf sûrelerinde bilgi geçmişti;" Ö&&' aûresi-nîn,sonunda; iölecektiÂlları' şereiieri&irîîie olarak nıefâkiere^oila^ecdeyi! emrettiğini  ve îbtts^in'ÂaBmpğullaçıMle eâkiden.bfişbalanna ol^n düşman-lıgıni^Çîklâr" ve" bu 'sebeple şByfö b^yuhıf::'(JİftriîlfejHftsfca hepsi sec­de etmiş, o ise secde etmemekte diretip büyüklenmişti. Biz de demiş­tik ' ki:f'By ÂdeinV doğrucu bü; hem seriiri neni de eşîhin (Havva'nın) dÜşmamdiT. Sakin sizi cennetten çıkarmasın. Yoksa bedbaht olursun.» Onun seni cennetten çıkarmaya uğraşmasından sakın. Eğer bu olacak oluîtfa rızık aramada yorulacaksın, bedbaht olacaksın. Zîra sen bu­rada »rahat bil-hayat; bolluk ve kolaylık içindesin. Herhangi bîr külfet ve meşakkat yoktur. «Zîrâ cennette ne< acıkırsın, ne de çıplak kalırsın.» Allah Teâlâ burada açlıkla çıplaklığı birlikte zikretmiştir; Zîrâ açlık karnm' zilleti;; çıplaklık tâ dış: görünüşün zilletidir. «Orada'ne susar­sın, ne de güneşte yanarsın.» âyetinde zikredilenler de birbirinin mu­kabilidir. Susuzluk insanın içinin hararetidir ki bu susuzluktur. Ğü^ nesin sıcağında kalmak ise insanın dışının1 hararetidir«Attia şeytan ona vesvese verdi ve :'Ey -Âdem, sana ebedilik ağacı­nı ve yok olmayacak bir mülkü göstereyim nü? dedi:» Daha önce de geçtiği Üzere şeytân «Böylece onların ikisini de baştari çıkarıp aldat­tı.» (A'râf, 22), «Ve; doğrusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisi­ne yemîrt etti.» (A'râf, 21). Yine daha Önce geçtiği üzere Allah Teâlâ Hz. Âde^n İle eşine bütünmeyvelerden yemeleri ve fakat cennetteki muayyen l>ir ağaca'yaklaşmamalarımı Vahyetmi§ti. İblîs onlara -ves­vesevermekte o kadar devam etti ki sonunda ikisi1 de öhdan yediler. Bu, ebedîyyet ağaci olup: ondan yiyen kimsenin ebedî olduğu, (cennet­te) kalmasının devamlı olduğu ağaçtır. Bir hadîste ebediyyet ağâCı zikredilir ki bu: hadîs "şöyledir Ebu Öâvûd Tayâîisî^ıin'Şti^be kâhahy-la.:, Ebû Hüreyre'den, onun da Hz. Peygamber (Siâ.) den'rivayetinde şöyle buyurmuş: Muhakkak Cennette bir ağaç vardır ki,; binitli onun gölgesinde yüz sene yürür de onu kat'edemez. O, ebediyyet ağacıdır. Hadîsi Îmâm-Ahmed rivayet etmişti!?.

; Allah Teâlâ: «Buhüh üzerine ikisi de ondan yediler: Hemen ayıp yerleri açıldı.» buyurur ki İbri Ebu Hâtim'in AH 'İbn^H^seyn^İşkâb ka­nalıyla^... Ütofeyy İbri' Kâ'b'dan rivayetine göre* Allah Bâsüîü' (s.a.) şöy­le buyurmuştur: Allah Te&Iâ Adem'i uzun boylu, ğüY saçlı veuztın bir hurma gibi' yaratmıştı.;"\Yenilmesi yai^Mâhan) afaçtâri tattığında, el­bisesi Üzerinden düştü. Edebyerinin ortaya çıkmasının ilki budur. Adem ayıp' yerine baktığında cennette koşmaya  başladı,- saçları bir ağaca tâkildıda onunla didişmeye, uğra^maya-başladı. Rahman nida buyurup : Ev Âdem, Ben'den mi kaçıyorsun? buyurdu. Âdem RahmânF-ıh sözünü duyduğunda : Ey 'Üabbım Kayıt, fakat: utancımdan kaçıyo­rum. Tevbe edip dönsenı beni cennete iade eder misin? dedi de' Allah Teâlâ : Evet, buyurdu. İşte Allah'ın : «Âdem, Rabbmdan kelimeler bel- al^ı., Şu,nui| üzerice -on,unv tevÇesini- katjul etti.» , (Bakara; 37)

puktur. jZtfâ Hasan, tîbeyy'&en hadîsi işitmemiştir. Aynı şekilde Jıadî-

«Üzerlerine cennet yâpraklâriridan yamamayafbaşladılar.» Mücâ-hid der ki: Elbise şeklinde yamamaya başladılar. Katâde ve Süddî de böyle söylemiştir. İbn Ebu Hatim'in Ca'fer kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Üzerlerine cennet yapraklarından yamamaya baş­ladılar.» âyeti hakkında şöyle demiştir: încir yaprağı koparıp bunları ayıp yerlerine koymaya başladılar.

«Âdem, Rabbına karşı geldi de şaşkın düştü. Sonra Rabbı onu seç­ti de tevbesinl kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.» Buhârî'nin Ku-teybe kanalıyla... Ebu Hüreyre'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetinde o, şöyle dedi: Günâhınla insanları cennetten çıkarıp onla­rı mutsuz eden sen değil misin? Hz. Âdem de şöyle dedi: Ey Mûsâ, Al­lah'ın risâleti ve konuşmasıyla seçtiği sen değil misin? Beni yaratmaz­dan evvel Allah'ın benim hakkımda yazmış olduğu bir işten dolayı mı beni ayıplıyorsun? —veya şöyle demiştir: Beni yaratmazdan önce Al­lah'ın takdir buyurduğu bir işten dolayı mı beni ayıplıyorsun? Allah Rasûlü (s.a.) : Ve Âdem Musa'ya üstün geldi, buyurmuştur. Bu hadî­sin Buharı ve Müslim ile diğer Müsned'lerde (muhtelif kanallardan ri­vayeti) vardır. İbn Ebu Hâtim'in Yûnus tbn Abd'ül-A'lâ kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş­tur : Hz. Âdem ve Hz. Mûsâ, Rabları katında münâkaşa edip tartıştı­lar. Hz. Âdem bu tartışmada Musa'yı yendi. Mûsâ dedi ki: Allah'ın eliyle yarattığı, ruhundan kendisine üfürdüğü, melekleri kendisine secde ettirdiği, cennette iskân buyurduğu sen değil misin? Sonra se­nin hatân yüzünden insanlar yeryüzüne indirildi. Hz. Âdem de şöyle dedi: Sen, Allah'ın risâleti ve konuşmasıyla seçtiği, içinde her şeyin açıklaması olan levhaları verdiği, sırdaş olarak kendine yakınlardan kıldığı Mûsâ değil misin? Allah'ın Tevrat'ı ben yaratılm azdan ne ka­dar Önce yazdığını buldun? Hz. Mûsâ bu soruya; kırk yıl önce, diye ce-vab verdi. Hz. Âdem: Onda : «Âdem Rabbına karşı geldi de şaşkın düş­tü.» diye yazılı buldun mu? diye sordu, Hz. Mûsâ yine evet, dedi. Hz. Âdem: O halde beni yaratmazdan kırk sene önce işleyeceğime dâir Allah'ın benim-üzerime yazmış olduğu bir ameli işledim-diye mi beni ayıplıyorsun? dedi. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: Ve Âdem Mûsâ'-ya (delil bakımından) üstün geldi. (Hadîsin râvîlerinden olan) Haris (tbn Ebu Zübâb) der ki: Bu hadîsi Abdurrahmân İbn Hürmüz bana Ebu Hüreyre'den, o da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet etti.[31]

 

123  — Buyurdu ki: Birbirinize düşman olarak hepi­niz oradan inin. Ben'den size bir yol gösteren gelir de kim Benim yoluma uyarsa ne sapar, ne de bedbaht olur.

124  — Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse; bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve kıyamet gününde Biz onu kör olarak hasrederiz.

125  — Der ki: Rabbım, beni niçin kör olarak hasret­tin? Halbuki ben gören birisiydim.

126  — Allah buyurur ki: Öyledir işte. Sana âyetleri­miz gelmişti de sen onları unutmuştun. Bugün de sen öy­lece unutulursun.

 

Kör Olarak Haşrolacaklar

 

Allah Teâlâ Hz. Adem, Havva ve İblîs'e : «Hepiniz birbirinize düş­man olarak cennetten inin.» buyurur ki biz bu konuyu Bakara sûre­sinde genişçe vermiştik. «Birbirinize düşman olarak...» buyurur ki bir tarafta Hz. Âdem ve zürriyyeti, diğer tarafta tblîs ve zürriyyeti vardır. «Elbet Benden size bir yol gösteren gelir.» âyetindeki hidâyet Ebu Âli-ye'ye göre Peygamberler, elçiler ve açıklamadır.

«Benim yoluma uyan ne sapar, ne de bedbaht olur.» âyeti hakkın­da îbn Abbâs der ki: Dünyada sapmaz (dalâlete düşmez), âhirette de bedbaht olmaz.

«Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse; (Benim emrime' ve Ra-sûlüme indirdiklerime zıd gider, ondan yüz çevirir de unutmuş görü­nür ve onun dışında başka bir şeyden hidâyet almaya kalkarsa) bilsin ki onun (dünyada) dar bir geçimi olur.» Onun için huzur ve göğüs fe­rahlığı yoktur. Sapıklığından ötürü göğsünde bir sıkıntı vardır. İster­se dışı nimet içinde olsun, dilediğini giymiş, dilediğini yemiş, dilediği yerde ikâmet etmiş olsun. Kalbi yakîn ve hidâyetle temizlenmedikçe o şüphe, hayret ve kalb huzursuzluğu içindedir. Devamlı bir şüphe için­de bocalamaktadır. İşte bu; geçimin darlığındandır. Ali Ibn Ebu Tal-ha'nm «Onun dar bir geçimi olur.» âyeti hakkında İbn .Abbâs'tan ri­vayetine göre o, bunun mutsuzluk, bedbahtlık olduğunu söylemiştir. Avfî'nin îbn Abbâs'tan rivayetine göre ise Allah Teâlâ «Onun dar bir mi,olur.»; âyetinde, şöyle buyurmuştur rgok olsun, az olsun/kulla-nn3Kiâi^ii%»ha?ftgî. bîşrine vermiş olduğum--hej;; bir -maltfa o fcuittm onun­la .ftenden, korkmaz ise, onda biç ibir hayır yoktur ve bu, onun geçimin kavim, dünyada bir genişlik ve zenginlik içinde oldukları" halde haktan yüz çevirmişler ve büyü­lenişte Jmi&er.^ Onların geçimleri »de dar olmuş* Zira; onlar Allah'a îta.rşı s$.-i ,zaıanlar,ı, ile, onu yalanlamalarından, ötürü ^llah'ın bu geçim­lerini devam ettirnıeyeçeŞini sanıyorlarmış. Kul Allah'ı yalanlayıp onun hakkında' sü-i zannda bulunur ve ona güvenmezse geçimi ona zorladır.'fşte geçimde darlık budur; Dahhâk : O (dar geçim) kötü amel <pef pis- rtziktuy demiştif. 'îkrihıe ve Mâlik îbn Dînâr da böyle söyler. Süfyân îbn Uyeyne'nin Ebu Hâzim'den, onun Ebu Seleme'den, onun da,Ebu^Saîd'den' «Dar bir geçim» hakkındaki rivayetinde o, şöyle de­miş : Onun kabri, üzerine daraltılır da,. kaburgaları orada darmadağı­nık ^ur, Ebu Hatim er-Râzî, Nu'mân İbn Ebu Ayyâş'ın künyesinin Ebu Seleme olduğunu belirtmiştir. îbn Ebu Hâtim'in Ebu Zür'a kana-Lıyia.V. Ebü S^d el-Hudrî'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) Al­lah Teâlâ'nm «Onun dar bir geçimi olur.» kavli hakkında şöyle buyur­muştur : Bu, kabrin sıkmasıdır. Hadîsin mevkuf olarak rivayeti daha sıhhatlidir. Yine İbn Ebu Hâtim'in Rebî1' îbn1 Süleyman' kanalıyla...  iîüreyre'den,, onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayetine göre  .^uyunnuş ; Mü'min kabrinde^ yeşil bir bahçededir. Kabir onun jçjnrjye,tmiş kulaç genişletilir ye kabri onun için ayın ondördündeki ay gibi,kendisi için aydınlatılır. «Onun dar bir geçimi olur.d âyetinin ne ha,kkın4a; nazil olunduğunu biliyor musunuz? Dar geçim nedir biliyor musunuz? Onlar : Allah ve Rasûlü, en iyi bilendir, dediler de : Kâfirin kabr^deki azabadır. Nefsim kudret elinde,olan (Allah) a yemîn ede-r^m ki,pnun, üzerine doksaiı dokuz Tinnîn musallat edilir. Tinnîn ne­dir biliyor musunuz? Doksan dokuz yılandır. Her yılanın yedi başı yar-$ys. Ontuı cismine.üfürür, sokar ve haşrolunacağı güne kadar, onu tır­malayıp, parçalarlar. Hadîsin merfû' olarak rivayet edilmiş olması ger­ekten ,münkerdir. .Bezzâr'ın Muhammed İbn Yahya el-Ezdî kanalıy­la. ,.tt Ebu, Hüreyre'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den «Onun dar geçimi, olur,» âyeti hakkında riyâyetine göre şöyle buyurmuştur; «Al-iaiı Tealinin buyurmuş olduğu dar geçim şudur : Onun üzerine doksan .dokuz yılan musallat kılınır da, kıyamet kopuneaya kadar onun etini parçalarlar. .Yine;;Bezzâr'ın ;Ebu Zür'a kanalıyla,., Ebu Hüreyre'den, ocunda Rz> peygamber ,(s,a,): den rivayetine göre, «Onun daT bir ge­çimi, olur,», âyeti hakkında şöyle buyurmuş: Bu, kabir azabıdır. Ha­dîsin Asnad1 çeyyiddir. Vekıyâinet, gününde Biz onu kör olarak hasrederiz.» âyeti hak­kında Mücâhid, Ebu Salih ve Süddî: Bir hücceti ve bir delili olmaksızın, derler. İkfime de : Cehennem dışında her şey ondan gizlenir^, ör­tülüp saklanır, demiştir. Burada onun gözü ve;basîreti kör olarak has­rolunması veya cehenneme gönderilmesi de kasdedümiş olabilir. Nite­kim: Allah Teâlâ başka bir âyette : «Biz,, onları kıyamet, günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzüstü hasredeceğiz. Yurtlan. cehennemdir. O ne zaman sönmeye yüz tutsa, hemen alevini artırırız.» (tsr&, 97) buyururken; bu sebeple burada da :.«Rabbım, beni niçin kör olar rak hasrettin? Halbuki ben (dünyada) gören birisiydim. Allah Teâlâ da buyurur ki: Öyledir işte. Sana âyetlerimiz gelmişti de sen onları unutmuştun. Bugün de sen öylece unutulursun.» Nasıl ki sen Allah'ın âyetledn&ervjüz- çefirmiş Ve onlara feajs,i onları hiç'hatırlamayan, an-mâyanin' muâmeîesryîe! müâmeiede bulunmuştun ve saha onlar ulaş­tırıldıktan sonjaonları unutmuş görünüp onlardan yüz çevirmiş ve gftftL olmüştunrişte Biz de sana :senl üniıtah kimsenin muamelesi ile muamelede bulunacağız. - «İşte onlar; bugünlerine; kavuşmayı .nasıl unutmuşlar idiyse; Biz ;bugiLini6nları öylece Unuturuz.».<A'râl, 51) Zîrâ ceza, amel cinsindendir. Anlamını anlamak ve gfereğince amel et-îniklç.;beraber. Kur'an'm lafzını unutmaya gelince; her ne kadar başka bir yönden bu da tehdîd edilmişse dahi bu özel tehdidin içine girmez. (Kur'an'm lafzını unutmayla ilgili olarak) şiddetli ve kuvvetli tehdîd ve yasaklamalar sünnette vârid olmuştur. Şöyle ki:              .

îmâm Âhmed'in Halef îbn Velîd kanalıyla... Sa'd İbn Ubâde —Al­lah ondan hoşnüd olsun— den rivayetine göre; Allah Rasûlû (s.â.) şöyle buyurmuştur: Bir kimse ki Kur'an'ı okuyup onu unutursa; Al­lah'a kavuştuğu günde Allah'a çolak (veya cüzzarnli)- olarak kavuşur, îmâm Ahmed hadîsi ayrıca Yezîd^İbn E$>u Ziyâd kanalıyla.,. UbMe İbn es-SamiVten, o da Hz, Peygamber (s.a.) den şekljnde bir isnâdla yulqardakinin aynı olarak rivayet etmiştir.[32]

 

127 — îşte israfa sapanları, Rabbının âyetlerine inan­mayanları böylece cezalandıracağız. Hem âhiretin azabı, daha Çetin ve daha süreklidir.

 

Haddi Aşanların Cezası

 

Allah Teâlâ burada şöyle buyuruyor; Biz Allah'ın âyetlerini ya­lanlayan ve israfa sapanları hem dünyada, hem de âhirette böyle cezâlandırırız. «Onlara dünya hayatında azâb vardır. Âhiret azabı ise daha zorludur. Allah'a karşı onları koruyacak kimse de yoktur.» (Ra'd, 34) Bunun içindir ki: «Hem âhiretin azabı, (elem yönüyle dünya aza­bından) daha çetin (daha devamlı) ve süreklidir.» Onlar bu azabın içinde devamlı kalacaklardır, buyurmuştur. Yine bunun içindir ki Al­lah Rasûlü (s.a.) haklarında Mân uygulanan iki kişiye : Şüphesiz dün­ya azabı âhiret azabından daha hafîf, daha kolay katlanılır bir azâb-dır, buyurmuştu.[33]

 

128  — Kendilerinden önce nice nesilleri yok edişimiz hâlâ onları uyarmadı mı? Halbuki onların yurdlarında gezinip duruyorlar. Doğrusu   bunda   sağduyu   sahipleri için âyetler vardır.

129  — Şayet Rabbının verilmiş bir sözü ve ta'yîn et­tiği bir vakit olmasaydı, hemen azaba uğrarlardı.

130  — Onların söylediklerine sabret ve güneşin doğ­masından önce de, batmasından önce de Rabbını hamd ile tesbîh et. Gece saatlarında ve gündüzleri de teşbih et ki, Rabbının rızâsına eresin.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Muhammed, onlardan önce elçileri yalanlamış olan nice ümmetleri helak etmiş olmamızla onların yok ol­maları; onlardan ne bir kalıntının, ne bir kaynağın ne de bir izin kal­mamış olması senin getirdiklerini yalanlayan şu kimseleri yola getir­medi mi? Halbuki bizzat kendileri onlardan sonra halef olup gezdikleri onların boş ülkelerinde bu durumu görmekte, müşahede etmektedir­ler. Doğrusu bunda sağduyu sahipleri için âyetler vardır. Allah Teâlâ başka bir âyette : «Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki orada olanları akle-decek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Ne var ki yalnız gözler kör olmaz, göğüslerde olan kalbler de körleşir.» (Hacc, 46) buyururken Sec­de sûresinde de şöyle buyurmuştur : «Şimdi yurdlannda gezip dolaştık­ları, kendilerinden önceki nesillerden nicesini yok etmiş olmamız, on­ları doğru yola sevketmez mi? Şüphesiz bunlarda âyetler vardır. Hâlâ dinlemezler mi?» (Secde, 26).

«Şayet Rabbmın verilmiş, bir sözü ve ta'yîn ettiği bir vakit olma­saydı, hemen azaba uğrarlarda.» Allah'tan geçmiş bir söz olmasaydı; haklarında hüccet ve delil konulmadan Allah'ın kimseye azâb etme­yeceği sözü ve Allah Teâlâ'nın bu yalanlayanlara koymuş olduğu be­lirli bir süre bulunmasaydı, elbette azâb onlara ansızın gelirdi. Bu se­beple Allah Teâlâ peygamberini teselli ederek şöyle buyurur: «Onların söylediklerine, (seni yalanlamalarına) sabret ve güneşin doğmasından önce de —Sabah namazı kasdediliyor-—, batmasından önce de —ikin­di namazı kasdediliyor— Rabbını hamd ile tesbîh et.» Buhârî ve Müs­lim'in Sahîh'lerinde Cerîr İbn Abdullah el-Becelî (r.a.) den rivayetle geldiğine göre; o, şöyle anlatmıştır :

Allah Rasûlü (s.a.) nün yanında bulunuyorduk. Ayın ondördü ge­cesi aya baktı ve şöyle buyurdu : Şu ayı gördüğünüz gibi sizler mut­laka Rabbınızı göreceksiniz. O'nu görmede zahmet ve izdihama dûçâr kalmayacaksınız. Uykuya mağlûb olmayarak güneşin doğuşundan ve batışından Önce namaz kılabilirseniz kılın. Bundan sonra Allah Ra­sûlü (s.a.) bu âyeti okudu, tmâm Ahmed'in Süfyân îbn Uyeyne kana­lıyla... Umâre İbn Süveybe'den rivayetinde o, Allah Rasûlü" (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Güneşin doğuşundan ve batışından önce na­maz kılan hiç kimse asla ateşe girmeyecektir. Hadîsi Müslim de Abdül-melik îbn Umeyr kanalıyla rivayet etmiştir. Mjisned ve Sünen'lerde İbn Ömer'den rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü şöyle buyurmuş­tur : Makam itibarıyla cennet ehlinin en aşağı olanı, kendisine verilen­lere iki bin senelik yoldan bakan kimsedir. Onların en uzakta olanına en yakında olanma bakar gibi bakacaktır. Onların makam itibarıyla en üstün olanı ise günde iki kere Allah Teâlâ'ya bakandır.

«üece saatlannda  (uykuyu terkederek) tesbîh et.» Bazıları bunu akşam ve yatsı namazlarına hamletmişlerdir. «(Gece saatlarının kabili olarak) gündüzleri de'teşbih et ki, Rabbınm rızâsına eresin.*» Al­lah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Şüphesiz Rabbın, sana ve­recek ve sen hoşnûd olacaksın.» (Duhâ, 5). Sahîh bir hadîste rivayet olunuyor ki:

Allah Teâlâ cennet ehline : Ey cennet ehli, buyuracak da onlar : Bu­yur ey Rabbımız, bizi mutlu kıldın, diyecekler. Rab Teâlâ : Hoşnûd ol<3u: nuz mu? buyuracak. Onlar : Bize ne oluyor ki hoşnûd olmayacakmışız? Yaratıklarından hiç kimseye vermediklerini bize verdin, diyecekler. AÜah Teâlâ : Şüphesiz Ben size bundan üstününü vereeeğim, buyuracak r!a onlar : Bundan, daha üstün olan hangi şeydir? diye soracaklar, şöyle buyuracak: Size hoşnûdluğumu bahşedeceğim, bundan sonra ebetfiy-yeri size öfkelenmeyeceğim, buyuracak. Bir hadîste belirtildiğine göre : Ey cennet ehli, sizin için Allah katında bir va'd vardır ki, bu va'dini sizin için yerine getirmek istiyor, denilecek. Onlar: O va'd de nedir? Bizim yüzlerimizi beyazlatmadı mı, terazilerimizi ağırlaştırmadı mı? Biei ateşten uzaklaştırıp cennete koymadı mı? diyecekler. Allah, Teâlâ-yüzünden hicabı açacak da Zâtına bakacaklar. Allah'a yemîn olsun ki Allah'a bakmaktan daha hayırlı bir şey onlara verilmiş, değildir, İş­te (âyette zikredilen) fazlalık budur.[34]

 

131 - Onlardan bazılarına; denemek için yerdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme, Rabbının rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır.

132 — Ehline namazı eniret. Kendin de onda devam­lı öl; Biz senden rızık istemiyoruz. Sana Biz rızık veririz. Akıbet takv&ya erenlerindir.

 

Dünya Hayatının Süsü

 

Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.) e hitaben şöyle buyu­rur : Şu nimet İçinde yüzenlere, onların benzerlerine ve İçinde bulun­dukları nimetlere gözünü dikip bakma. Zîrâ bu zail olacak bir İhtişam, fâni bir nimettir. Biz bu nimetleri onlara, denemek için veririz. Kulla­rımdan şükredenler ne kadar da azdır. Müçâhid der ki «Onlardan ba­zılarına...» âyetinde zenginler kasdedilmektedir. «Allah sana onlara verdiğinden daha hayırlısını vermiştir.» Nitekim başka bir âyet-i kerî-me'de şöyle buyurmaktadır : «Doğrusu Biz sana tekrarlanan yedi (Sû­re) yi ve şu Kur'an'ı verdik. Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz geçimliğe (geçinme ve eğlenmelerine sebep kıldığımız şeylere) gözü­nü dikme.» (tiıcr, S7-88). Aynı şekilde Allah Teâlâ'nın, elçisi için âhi-ret yurdunda biriktirmiş oldukları öyle büyüktür ki sınırı yoktur ve vasfedilmesi de mümkün değildir. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de : «Şüphesiz Rabbın sana verecek ve sen hoşnûd olacaksın.*) (Duhâ, 5) buyururken burada da: «Rabbımn rızkı daha hayırlı ve daha devam-hdır.V toyurniuştur. Sahîh bir hadîste rivayet edildiğine göre; Allah Râsûlü (s.a.), hanımlarına (bir ay süreyle yaklaşmamaya) yemîn edip de kadınlarından ayrıldığı zaman onun bulunduğu odaya giren Hz. Ömer İbn Hattâb Allah; Rasûlünü bir hasır üzerine uzanmış olarak gör­müştü' Evde deri' tabaklamada kullanılan bir ağacın yapraklarından bîr yığın ile tabaklanmış asılı bir deriden başka hiç bir şey yoktu. Hz. Ömer'in gözlerinden yaş boşandı ve ağladı. Allah Rasûlü:Seni ağla­tan nedir? diye sordu da Üz. Ömer : Ey Allah'ın elçisi, Kİsrâ ve Kayser İçinde bulundukları j0.htis.amj içindeler sen ise Allah'ın yaratıkların­dan seçtiğisin, dedi. Allah ftasülü (s.a.) şöyle buyuTdu : Ey Hattâb'ın oğlu, sen şüphede misin yoksa? Onlar öyle bir kavimdirler ki, onların nimetleri dünya hayatlarında onlara hemen (acilen) verilmiştir. Al­lah RasûlÜ (s.a.), gücü yetmekle birlikte dünya malına İnsanların en az rağbet edeniydi. Eline geçtiği zamanda İse Allah'ın kullarına şöyle şöy­le onları dağitirdı. Yarına kendisi için hiç bir şey biriktirrhezdi: İbn Ebü Hâtlm'in Yûnus kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayetine göre Al­lah Rasûltt (s.a.) : Sizin İçin korktuklarımdan en korkutucu olanı, Al­lah'ın sizin İçin dünya süsünü açmasıdır, buyurmuştur. Onlar: Ey Al­lah'ın elçisi, dünyâ süsü de nedir? diye sordular da : Yeryüzünün bere­ketleridir, buyurdu. Katâde ve SÜddî âyetteki kelimesinden, dünya hayatının süsünün kasdedildiğini söylerler. Katâde'nin ifâdesi­ne göre âyetteki fiili de; imtihan etme, deneme anlamına-dır.

«Ehline namazı emret. Kendin de onda devamlı ol.» Namaz kılma­larını sağlamakla onları Allah'ın azabından kurtar, «Sen de onu işle­mede sabırlı ol.» Başka bir âyette şöyle buyruluyor : «Ey îmân edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu ateşten koruyun.» (Tanrım, 6). îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam'ın Zeyd İbn Eslem'den, onun da baba­sından rivayetine göre; o, şöyle anlatmış: Ben ve Yerfe (Hz. Ömer'in kölesinin ismidir.), Ömer İbn Hattâb'm yanında gecelerdik. Onun için geceden bir saat vardı ki onda namaz kılardı. Bazan kalkmamış olurdu da biz : (Daha önce) kalktığı gibi bu gece kalkmayacak, derdik. Uyan­dığı zaman ailesini de kaldırır ve : «Ehline namazı emret. Kendin de onda devamlı ol.» derdi.

((Biz senden rızık istemiyoruz. (Sen namaz kıldığın zaman senin hiç ummadığın yerden sana rızık gelir.)» Nitekim başka âyetlerde şöy­le buyrulur : «Kim Allah'tan korkarsa, ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir.» (Talâk, 2-3), «Ben cinnleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım. Onlardan nzık is­temiyorum. Beni doyurmalarım da istemiyorum. Şüphesiz ki nzıklan-dıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Allah'tır.» (Zâriyât, 56-58). Bu sebeple burada da : «Biz senden rızık istemiyoruz.» buyurmuş olup Sevrî burayı: Seni rızık aramakla mükellef tutmadık, şeklinde anla­mıştır, tbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc'in Hafs İbn Gı-yâs'dan, onun Hişâm'dan, onun da babasından rivayetine göre o, dün­ya ehlinin yanına girip de onların dünyalarından bir tarafını (bir ucu­nu) gördüğünde ailesine dönüp eve girer : «Sana Biz rızık veririz.» kıs­mına gelinceye kadar «Dünya hayatının süsüne gözlerini dikme.» âyet­lerini okur, sonra^ da : Haydin namaza, Allah size rahmet eylesin, der­miş. Yine îbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Sâbit'den rivayetine gö­re; o, şöyle anlatmış : Hz. Peygamber (s.a.) in başına bir yoksulluk gel­diği zaman ailesine seslenir: Ey ehlim, namaz kılın, namaz kılın, bu-yururmuş. Sabit der ki: Peygamberlerin başına bir iş geldiği zaman onlar namaza sığınırlardı. Tirmizî ve İbn Mâce'nin İmrân İbn Zaide kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetlerinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Âdemoğlu (kalbini) Bana ibâdet için boşalt ki göğsünü zenginlikle doldurup fakirliğini gidere-yim. Eğer böyle yapmazsan senin kalbini meşguliyetle doldurur ve fa­kirliğini giderip kapatmam. îbn Mâce'nin Dahhâk kanalıyla... îbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, Allah Rasûlü  (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Kim bütün üzüntüleri bir tek üzüntü; âhiret üzüntüsü kılarsa, Allah Teâlâ dünyasıyla ilgili üzüntüleri için ona yeter. Kimin dünya halleri hakkında üzüntüleri çoğalırsa; hangi vadisinde helak olacağı Allah'ı ilgilendirmez. Yine İbn Mâce'nin Şu'be kanalıyla... Zeyd îbn Sâbit'den rivayetinde o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş: Kimin düşüncesi dünya olursa, Allah Teâlâ onun işlerini da­ğıtır ve yoksulluğunu gözleri önüne koyar. Dünyadan ona ancak ken­disi için yazılanı gelir. Kimin de niyyeti âhiret olursa, Allah Teâlâ onun işlerini toparlar ve zenginliğini kalbine koyar. Zelîl kılınmış ve boyun eğmiş halde dünya ona gelir.

«Akıbet takvaya erenlerindir.» Dünyada ve âhirette güzel sonuç —ki o cennettir— Allah'tan korkanlar içindir. Sahîh bir hadîste belir­tildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Bu gece (rü'yâ-da) gördüm ki sanki biz Ukbe İbn Râfi'in evinde imişiz. Bize İbn Tâb'm (İbn Tâb, bir Medînelinin adıdır.) hurmalarından hurma getirilmiş. Ben bunu dünyada güzel akıbetin ve yükselmenin bizim olacağı ve di­nimizin olgunlaşıp güzelleşmiş olduğu ile yorumladım.[35]

 

133  — Rabbmdan bize bir âyet getirseydi ya? derler. Onlara önceki kitablarda apaçık deliller gelmedi mi?

134  — Eğer onları daha evvel azaba uğratarak yok etseydik: Rabbımız, bize bir peygamber gönderseydin de hor ve rüsvay olmadan önce âyetlerine uysaydık olmaz mıydı? diyeceklerdi.

135  — De ki: Herkes gözlemektedir, siz de gözleye durun. Şüphesiz kimlerin dosdoğru, düz yolun sahipleri olduğunu ve kimlerin hidâyete ermiş bulunduğunu yakın­da bileceksiniz.

 

Allah Teâlâ kâfirlerin şu sözlerini haber veriyor.: «Muhammed bi­ze Rabbmdan (onun Allah'ın elçisi olduğu konusunda doğruluğuna de­lâlet eden) bir ayet, (bir alamet) getirseydi ya?» Allah Teâlâ da şöy­le buyurur. «Onlara önceki kitablarda apaçık deliller gelmedi mi?» Bu­rada ümmi olduğu, yazmayı bilmediği, kitâb ehlinden ders görmediği halde Allah Tealâ'nın ona İndirmiş olduğu Kur'an-i Azîm kasdedilmek-tedir. Onda geçmiş zamanlarda evvelkilerin baharına gelenlerin haber­leri, geçmiş kitaplardan tahrif edilmemiş olanlarına uygun olarak gel­miştir. Şüphesiz Kur'an onları muhafaza eden* sıhhatli olanlarını tas-dîk eden, onlar lehinde ve aleyhlerinde yalan olarak; düzülmüş olan­ların hatasını beyân edendir. Bu âyet-ıi kerîme, Allah,Tealâ'nın Anke-bût süresindeki: «Babbından ona.âyetler indirilmeli değil miydi? der­ler. De ki:; O âyetler ancak Allah nezdindedir. Ben,, sâdece, apaçık, bir uyarıcıyım. Kendilerine okunan bu kitabı sana indirmiş olmamız on^ lara yetmiyor mu? Bunda inanan kavim için öğüt ve rahmet, vardır.» (Ankebût, 50-51) kavli gibidir. Buhârî'ntn Sahîh'inde Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet edilen bir hadîste o, . şöyle buyurmuştur: Hiç bir peygamber yoktur ki bir misline beşeriyetin îmân edeceği mucizeler kendisine verilmiş olmasın. Bana verilen ise Allah Tealâ'nın bana vah-yetmiş' okluğu vahiydir. Şüphesiz ben, kjy&niet günü onların kendisi­ce tâbî'ölâni eh; çok olacağımıvumuyorum. Burada Allah Rasûlü (s.a.) ne verilmiş olan mucizelerin en büyüğü zikredilmektedir ki o, Kar'an'-dıri onuri sayüamayacalc kadar çok mucizeleri vardır.* ötekim önce­kilerin kitablarında bu konular inevcûd olup anlatılmıştır : , Şpnra Allah Teâlâ-göyle buyurur: «Eğer ohları (iaha evvel azaba uğratarak yok etseydik; Rabbımız, bize bir peygamber gönderseydin...» dîye^ektoÜ. Şayet, şu yalanlayıcıları, onlara bu şerefli elçiyi gönder­meden ve şu Kitâb-ı Azîm'i indirmeden önce helak etmiş olsaydık on­lar mutlaka şöyle diyeceklerdi; «Rabbımız, bize bir peygamber .gönder­seydin de hor ve rüsvây olmadan önce âyetlerine uysaydık olmaz mıy­dı?» kısmında bu yalanlayıcılarm yalanlamada ısrar eden, inâdlaşân kimseler oiarak îmân-etmeyeceklerini beyân* buyurmuştur. «Onlara her türlü âyet gelse bile. Elem verici az&bı görünceye Kadar ^inanmaz­lar.)» (Yûnus, 97). Allah,Teâlâ başka âyetlerde de şöyle buyurmakta­dır : «tşte şu da indirdiğimiz kitabdır, mübarektir. Öyleyse ona uyun ve sakının ki merhamet olunasıniz. Demeyeslnlz ki: Bizden önce kl-tab, yalnız iki topluluğa indi, bizim ise onlannkinden hiç haberimiz yok. Veya demeyesiniz ki: Bize de o kitab indirilseydi, muhakkak ki onlardan daha fazla hidâyete ererdik. İşte size Rabbmızdan apaçık hüccet, hidâyet ve rahmet gelmiştir. Artık Allah'ın âyetlerini yalanla­yanlardan ve onlardan yüz çevirenden daha zâlim kimdir? Bİz, âyetterimizden yüz çevirenleri bu yüzden azâbm kötüsüyle cezalandıraca­ğız.» (En'âm, 155-157), «Allah'a var güçleriyle yemîn ettiler ki: Eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse andolsun ki Ümmetlerin içinde en doğ­ru yolda gidenlerden biri olacaklardır. Fakat bir uyarıcı gelince onla­rın sâdece nefretlerini artırdı.» (Fâtır, 42), «Onlar, bütün güçleriyle Allah'a yemîn ettiler ki; eğer kendilerine bir âyet gelirse mutlaka ona inanacaklar. De ki: Ayetler, ancak Allah'ın nezdindedir. O geldiği za­man da, onların yine inanmayacaklarının farkında değil misiniz? Biz, onların kalblerini ve gözlerini çeviririz de ona ilk defa îmân etmedik­leri gibi azgınlıkları içinde kör ve şaşkın bırakırız.» (En'âm, 109-110). Sonra şöyle buyurur : «Ey Muhammed, seni yalanlayan, sana zıd giden, küfür ve inadında devam edenlere de ki: «(Bizden ve sizden) herkes gözlemektedir, siz de gözleye durun, (bekleyin.) Şüphesiz kim­lerin dosdoğru, düz yolun sahipleri olduğunu ve kimlerin hidâyete (hakka, olgunluk yoluna) ermiş bulunduğunu yakında bileceksiniz.» Bu, Allah Teâlâ'nın şu âyetleri gibidir : «Azabı gördükleri vakit, kimin yolunun sapık olduğunu bileceklerdir.» (Furkân, 42), «Yarın; kimin pek yalancı, şımarığın biri olduğunu bileceklerdir.»  (Kamer, 26).[36]

 



[1] Uzun süre kalmaktan dolayı bîtap düşüp iplere  yaslanmaları kasdediliyor   olmalıdır. (Mütercimler)

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5194-5198

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5198-5199

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5200-5202

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5202-5204

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5205-5209

[7] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5209-5220

[8] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5220-5224

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5225-5226

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5226-5238

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5239-5240

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5241-5243

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5243-5244

[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5245-5246

[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5246-5247

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5248-5249

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5250-5251

[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5252-5254

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5254-5256

[20] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5256-5257

[21] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5257-5259

[22] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5260-5263

[23] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5263

[24] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5264

[25] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5265-5267

[26] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5268

[27] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5269-5270

[28] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5270-5271

[29] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5272-5273

[30] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5274-5275

[31] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5276-5278

[32] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5279-5281

[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5281-5282

[34] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5282-5284

[35] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5285-5287

[36] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 10/5288-5289

Free Web Hosting