NÜR SÜRESİ3

Zina Eden Erkek ve Zina Eden Kadın. 3

Zina İsnâd Edenler7

İzâhı10

İslâm'da Zina Haddi10

Zinanın Ta'rifi11

a- Yasak Birleşim.. 12

b-  Temas Kasdı20

Zina Suçunun Cezası21

a- Bekârlar tçin Zinanın Cezası22

b- Evliler için Zinanın Cezası23

İhsanın Türleri25

İhsanın Şartları26

Zina Fiilinin Delilleri27

1- Şehâdet27

2- İkrar41

3- Karineler44

4- Liân. 44

Hadd Cezasının Tatbiki45

Recm Cezasının İnfaz Edilme Şekli46

Haddin İnfazını Engelleyen Sebepler49

Mü’mirılerin Annesi Hz. Aişe'ye İftira. 49

Bilmeden Konuşanlar55

Müzminlerin Arasında Kötülüğün Yayılmasını Arzu Edenler56

Af ve İhsan. 56

İftira Suçu. 57

İzâhı58

İslâm'a Göre İftira Suçu. 58

İftira Suçunun Rükünleri61

1- Zina veya Nesebsizlik İsnâd Etmek. 61

2- İftira Edilenin Muhsan (İffetli, Evli, Temiz, Mii'min) Olması65

3- Suç Kasdı67

İftira Dâvası68

İftira Suçunun Delilleri70

İftira Suçunun Cezası71

Kötü Kadınlar ve Kötü Erkekler73

Evlere Giriş Adabı73

Irzlarınızı Koruyun. 77

İzâhı80

Evliliği Kolaylaştırın. 80

İzâhı84

Göklerin ve Yerin Nüru. 84

İzâhı86

Allah'ın Adının Anıldığı Ma'bedler88

Kâfirlerin Yaptıkları91

Göklerin ve Yerin Mâliki92

Îzâhı92

İzâhı93

Her Canlı Sudan Yaratılmıştır95

İzâhı95

Îzâhı95

Allah'ın Hükmünden Kaçanlar96

Yeryüzünün Gerçek Sahipleri98

Gerçek Mü'minler103

Peygambere Karşı Edeb Tavrı104


NÜR SÜRESİ

(Medine'de Nazil Ohnuştur.)

 

Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyla.

1 — (Bu) indirip hükümlerinin (uygulanmasını) farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp öğüt alasınız diye  onda apaçık âyetler indirdik.

2  — Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa­nız, Allah'ın dini hususunda sizi bir acıma tutmasın. Mü'-minlerden bir grup ta bunların azabına şâhid olsun.

 

Zina Eden Erkek ve Zina Eden Kadın

 

Allah Teâlâ: «Bu, indirdiğimiz bir sûredir.» buyurur ki; bunda, ona itinâ göstermeye bir tenbîh vardır. Ancak bu, diğer sûrelere İtinâ gösterilmeyecek anlamına gelmez.

Allah Teâlâ buyurur ki: Hükümlerinin uygulanmasını farz kıldığı­mız, helâli, haramı ,emri, yasağı ve cezaları açıkladığımız bir sûredir-Buhârî der ki: âyetteki kelimesini «Râ» harfi üzerinde şedde olmaksızın okuyanlara göre anlam; Size ve sizden sonrakilere farz kıl-dığiımız bir sûredir, şeklindedir.

«Düşünüp öğüt alasınız diye onda apaçık (açıklanmış) âyetler in­dirdik.» kavlinden sonra Allah Teâlâ: «Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun.» buyurur. Bu âyette, zina ede­ne verilecek cezanın hükmü vardır. Âlimler bu konuda ihtilâf etmişler­dir. Zina eden; ya evlenmemiş bekârdır veya üzerinden sahih bir nikâh geçmiş evli, hür, baliğ ve âkildir. Eğer evlenmemiş bekâr ise onun ce­zası âyet-i kerîme'de de beyân edildiği üzere yüz değnektir. Âlimlerin Cumhuruna göre buna bir de bir sene sürgün cezası eklenir. Ancak Elbu Hanîfe, —Allah ona rahmet eylesin— burada Cumhura muhalefetle sürgünün devlet başkanının görüşüne bağlı olduğunu; devlet başkanı­nın dilerse sürgün edeceğini, dilerse sürgün etmeyeceğini söyler. Cum-hûr'un bu husustaki delili, Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Zührî ka­nalıyla... Ebu Hüreyre ve Zeyd tbn Hâlid'den rivayet edilen şu hâdîs-i şeriftir: îki Bedevi Allah Rasûlü (s.a.) ne gelmişlerdi. Onlardan birisi: Ey Allah'ın elçisi, oğlum şunun yanında ücretli bir işçi idi. Onun ha­nımı ile zina etmiş. Ben de oğlumun fidyesi olarak yüz koyun ve bir câriye verdim, ilim erbabına sordum. Benim oğlumun cezasının yüz değnek ve bir sene sürgün olduğunu, bunun hanımının cezasının ise recm olduğunu söylediler, dedi. Allah Rasûlü (s.a.):

Aranızda Allah'ın Kitabı ile hükmedeceğini: Câriye ve koyunlar sana geri verilecek, oğluna yüz değnek vurulacak ve bir sene sürgün edilecek, buyurdu. Sonra birisine. Ey Üneys, şu adamın karışma git. (Eğer itiraf ederse) onu recmet, buyurdu. Adam kadına gitti ve onu recmetti. Bu hadîs, zina eden erkek eğer evlenmemiş bekâr ise ona yüz değnek vurulmakla beraber sürgün edileceğine delâlet eder. Şayet" evli ise o da recmedilir. Nitekim İmâm Mâlik der ki: Bana tbn Şihâb... Ömer —Allah ondan razı olsun— den rivayet ediyor ki; o kalkmış, Al­lah'a hamd ü senadan sonra şöyle demiş: 'Ey insanlar, muhakkak Al­lah Muhammedi hak ile göndermiş, ona kitabı indirmiştir. Ona in­dirilenler içinde Recm âyeti vardı. Biz onu okuduk ve ezberledik. Allah Rasûlü (s.a.) Recm cezasını uyguladı ve ondan sonra biz de uygu­ladık. Ben insanlara zamanın uzamasından ve içlerinden birisinin: Recm âyetini Allah'ın kitabında bulmuyoruz, demesinden ve Allah'ın indirmiş olduğu bir farzı terk etmek suretiyle sapıklığa düşmelerinden korkarım. Allah'ın kitabında Recm; zina eden kadın ve erkekler evli iseler, aleyhlerinde delil konursa veya hamilelik durumu ortaya çıkarsa veya itiraf ederlerse bir hak ,bir gerçektir. Buhârî ve Müslim, Sahîh'le-rinde Mâlik'den rivayetle hadîsi uzunca tahrîc etmişlerdir. Bu, o hadî­sin bir parçasıdır ve bizim maksadımıza gerekli olan kısmı burasıdır.

tmâm Ahmed'in Huşeym kanalıyla... Abdurrahmân îbn Avf'dan rivayetine göre; Ömer İbn Hattâb, insanlara hutbe okumuş da, Abdur­rahmân onun şeyle dediğini işitmiş.: Uyanık olunuz; bazı kimseler: Recm de ne oluyormuş? Allah'ın kitabında (sâdece) değnek cezası var, diyor­lar. Muhakkak ki Allah Rasûlü (s.a.) Recm'i uygulamış ve ondan sonra biz de uygulamışızdır. Şayet bazı kimseler: Ömer Allah'ın kitabından olmayan bir şeyi Allah'ın kitabında ziyâde etti, dememiş olsalardı, o âye­ti nazil olduğu gibi Kur'an'a koyardım. Hadîsi Neseî de Ubeydullah îbn Abdullah'dan rivayetle tahrîc etmiştir. Yine îmâm Ahmed'in Huşeym kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre Ömer İbn Hattâb bir hutbe­de recmi zikredip şöyle demiş: Recm konusunda yanılgıya düşmeyin. Muhakkak o, Allah'ın cezalarından bir cezadır. Uyanık olunuz; muhak­kak Allah Rasûlü (s.a.) recmetti ,ondan sonra biz de recmettik. Şayet bazıları; Ömer Allah'ın kitabında ondan olmayan bir şeyi ziyâde etti, dememiş olsalardı, onu Mushaf'ın bir köşesine yazardım. Ömer îbn Hat­tâb, Abdurrahmân îbn Avf, filân ve filânca Allah Rasûlü (s.a.) nün rec-metmiş olduğuna şehâdet ettik. (Gözlerimizle gördük) ondan sonra biz de recmettik. Uyanık olunuz; sizden sonra öyle bir kavim gelecek ki Recm'i, Deccâl'i, şefaati, kabir azabını, derileri ve kemiklerinin dışları yandıktan sonra ateşten çıkacak bir kavmi yalanlayıp inkâr edecekler­dir. Ayrıca İmâm Ahmed'in Yahya el-Kattân kanalıyla... Saîd İbn Mü-seyyeb'den, onun da Ömer îbn Hattâb'dan rivayetinde o, şöyle demiş­tir: Recm âyetini inkâr ederek helake düşmekten sakının. Hadîsi Tîrmi-zî de Saîd kanalıyla Ömer'den rivayet etmiş ve sahihtir, demiştir.

Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsılî der ki: Bize Ubeydullah îbn Ömer el-Ka-vârîrî... Kesîr İbn Salt'dan rivayet etti ki o, şöyle anlatmış: Biz Mer-vân'ın yarımdaydık. İçimizde Zeyd de vardı. Zeyd: Biz (Zina eden) ih­tiyar erkeği ve ihtiyar kadım mutlaka recmedin, diye okurduk, dedi. Mervân: Onu Mushaf'a yazmadın mı? diye sordu da, o şöyle dedi: Biz bunu zikretmiştik. Ömer İbn Hattâb da içimizdeydi. Size bu hususta yeterli bilgi vereyim, dedi. Biz: Nasıl? diye sorduk da, şöyle dedi: Bir adam Hz. Peygamber (s.a.) e geldi ve şöyle şöyle bir takım şeyleri zikretti, bu arada Recmi de andı. Ey Allah'ın elçisi, bana Recin âyetini yazdır, de­di. Allah Rasûlü (s.a.): Şimdi yazdıramam, veya benzeri bir söz söyle­di. Neseî de hadîsi Muhammed İbn Müsennâ kanalıyla... Zeyd İbn Sâ-bit'den rivayet etmiştir. Muhtelif kanallardan rivayet edilen bu hadîs­ler Recm âyetinin yazılı olduğunu, daha sonra tilâvetinin neshedildiği-ni ve fakat hükmünün amel edilir olarak bakî kaldığını göstermekte, buna delâlet etmektedir. Hamd, Allah'a mahsûstur.

Allah Rasûlü, kocasının yanında ücretli çalışan bir işçi ile zina eden kadının recmedilmesini emretmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.), Mâiz ve Ğâmid kabilesinden olan bir kadını da recmetmiştir. Bunlarla bir­likte Allah Rasûlü (s.a.) nün recmden önce onları değnekle dövdüğüne dâir bir şey rivayet etmemektedirler. Müteaddid ve sahih kanallarla, sahih lâfızlarla vârid olan hadîsler bunların sâdece recmedildiklerine dâirdir ve bunlarda değnek cezası anılmamaktadır. Bu sebepledir ki bu uygulama âlimlerin Cumhurunun mezhebi olmuştur. Ebu Hanîfe, Mâ­lik ve Şafiî —Allah onlara rahmet eylesin— bu görüşe zâhib olmuşlar­dır. İmâm Ahmed —Allah ona rahmet eylesin— ise zina eden evli er­kek hakkında âyet gereğince değnekle cezalandırma, sünnet gereğince recmedilme cezalarının birleştirilmesi gerekeceği görüşündedir. Nitekim nıü'minlerin emîri Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.)den böyle bir uygulama ri­vayet edilmiştir. Evli olduğu halde zina eden Şürâha adındaki kadın Hz. Ali'ye getirildiği zaman perşembe günü cna değnek vurma cezasını uygulamış, cum'a günü de recmetmiş. Sonra da: Onu Allah'ın kitabına göre değnekle cezalandırdım, Allah Rasûlü (s.a.)nün Sünneti ile de recmettim, demiştir.

İmâm Ahmed, Müslim ve dört Sünen sahibinin Katâde kanalıyla... Ubâde İbn Sâmit'den rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: Benden alın, benden alın (ezberleyin) Allah Teâlâ onlar için yol koymuş (açmıştır). Bekâr bakire ile (zina ederse), yüz değnek ve bir sene sürgün. Evli, evli ile zina ederse, yüz değnek ve recm.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini hususunda, (Allah'ın hükmü konusunda bunlara acıyıp Recm'i uygulamamazlık etmeyin. Allah'ın şerîati konusunda) sizi bir acıma tutmasın.» Burada yasaklanan; hâkimi cezayı terketmeye sevk edecek acımadır ki, bu onun için caiz değildir. Mücâhid; «Allah'ın dini hususunda bunlara acımayın.» âyeti hakkında der ki: Ceza, sultana ile­tildiği zaman uygulanır, ihmâl edilmez. Saîd İbn Cübeyr ve Atâ İbn Ebu Rebâh'tan da böyle bir açıklama rivayet edilmiştir. Bir hadîste şöyle buyrulur: Cezalan aranızda birbirinize affediniz. Muhakkak ki ba­na ulaşan bir ceza vâcib olmuştur. Başka bir hadîste de şöyle buyrulur: Yeryüzünde uygulanan bir ceza, muhakkak ki yeryüzü halkı İçin onlara kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır. «Allah'ın dini husu­sunda sizi bir acıma tutmasın.» âyetinden maksadın şöyle olduğu da söylenmiştir: Günâhtan alıkoyucu (caydırıcı) bir şekilde şiddetle vur­ma gerekirken cezayı uygulamamazlık etmeyin. Ancak burada maksad incitici (sakat bırakıcı) vurma değildir. Âmir eş-Şa'bî: «Allah'ın dini hususunda sizi bir acıma tutmasın» âyetindeki acımanın: şiddetle vur­ma hususundaki acıma olduğunu söyler. Ata da, incitici olmayan bir vurma, olduğunu söyler. Hammâd İbn Ebu Süleyman'dan naklen Saîd İbn Ebu Arûbe: iftira eden üzerinde elbisesi olduğu halde, değnekle ce­zalandırılır, zina edenin ise elbisesi çıkartılır, demiş sonra: «Allah'ın di­ni hususunda sizi bir acıma tutmasın.» âyetini okumuştu. Ben: Bu; hü­kümde değil mi? dedim de, hem cezanın uygulanması ve hem de şid­detli vurma hususunda olduğunu kasdederek: Bu; hükümde ve değnek­tedir, dedi.

tbn Ebu Hatim der ki: Bize Amr îtn Abdullah el-Evedî'nin Ubey-dullah İbn Abdullah İbn Ömer'den rivayetine göre; İbn Ömer'in bir ca­riyesi zina etmişti. îbn Ömer onun ayaklarına —Nâfi': Öyle sanıyorum ki sırtına da dedi— vurdu. Ben: «Allah'ın dini hususunda sizi bir acıma tutmasın.» dedim de, şöyle dedi: Oğulcuğum, ona acıdığımı mı sanıyor­sun? Allah Teâlâ onu öldürmemi emretmedi ki. Değneği başına vurma-mıda emretmedi. Muhakkak ben, vuröuğum yeri acıtmışındır.

Allah Teâlâ buyurur ki: Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız bu­nu yapın. Zina yapana cezayı uygulayın. Cna vurmayı şiddetli yapın. Ancak bu, sakat bırakıcı olmasın. Böylece hem o, hem de bunu yapa­cak benzerleri bu işten caysınlar. Müsned'de Sahâbe'den birinden riva­yetle nakledildiğine göre Sahâbe'den birisi: Ey Allah'ın elçisi, ben ko­yunu kesiyorum ama ona acıyorum; demişti. Allah Rasûlü: Senin için bunda ecir vardır, buyurdu.

Allah Teâlâ: «Mü'minlerden bir grup ta bunların azabına şâhid ol­sun.» buyurur ki, zina eden iki kişi insanların huzurunda değnekle dö­vüldüğü zaman bu, onlar için gerçek bir cezalandırma olur. Bu ayrıca onları bu günâhtan men'etmede daha faydalı ve daha te'sîrli olur. Çün­kü insanlar hazır bulunduklarında bu ceza onlar için hem bir azarlama, hem bir cezalandırma ve hem de bir rüsvâylık olur. Hasan el-Basrî: «Mü'­minlerden bir grup ta bunların azabına şahid clsun.» âyetinde, ceza­nın alenen uygulanmasının kasdedildiğini söyler. İbn Abbâs'tan rivayet­le Ali îbn Ebu Talha, âyetteki grup yani topluluğun; bir erkek ve daha fazlası olduğunu söyler. Mücâhid ise topluluğun, bir kişiden bin kişiye kadar olduğunu söylemiştir. îkrime de böyle söyler. Bu sebepledir ki İmâm Ahmed topluluk isminin bir kişi hakkında kullanılmasının doğru olduğunu belirtmiştir. Atâ îbn Ebu Rebâh âyette zikredilen topluluğun, iki kişi olduğunu söyler. İshâk îbn Rahûyeh de böyle söylemiştir. Saîd tbn Cübeyr de «Mü'minlerden bir grup»tan maksad; iki ve daha çok, der. Abdürrezak'ın îbn Vehb'den, onun da îmâm Mâlik'den rivayetinde o, «Mü'minlerden bir grup bunların azabına şâhid olsun.» âyeti hak­kında şöyle demiştir: Topluluk; dört kişi ve daha çoğudur. Zîrâ zinada şâhidük, dört şâhid ve daha fazlası olmadan meydana gelmez. Şafiî de bununla fetva vermiştir. Rabîa; topluluğun be$ kişi, Hasan el-Basrî ise on kişi olduğunu söylemiştir. Katâde der ki: Allah Teâlâ bir öğüt, bir ibret ve cezalandırma olsun diye bunların azabına mü'minlerden, yani müslümanlardan bir topluluğun şâhid olmasını emretmiştir. îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın Nasr îbn Alkame'den «Mü'minlerden bir grup ta bunların azabına şâhid olsun.» âyeti hakkında rivayetinde o, şöyle demiştir: Bu, rüsvaylık için değil; ancak onlar için Allah'a tevbe ve rahmetle duâ olunması içindir.[1]

 

3 — Zina eden erkek; zina eden veya müşrik olan bir kadından başkasıyla evlenemez. Zina eden kadınla da zi­na eden veya müşrik olan bir erkekten başkası evlenemez. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.

 

Allah Teâlâ haber veriyor ki, zina eden erkek; ancak zina eden bir kadın veya müşrik bir kadın ile cinsel ilişki kurabilir. Yani onun mak­sadı olan zinaya, ancak âsî (günahkâr) olan zina eden bir kadın veya zinayı haram olarak görmeyen müşrik bir kadın razı olur. Zina eden kadın da böylecedir. Onunla ancak zina etmekle âsî olan, zina eden bir erkek veya zinanın haram kılındığına inanmayan müşrik bir erkek ev­lenebilir. Süfyân es-Sevrî'nin Habîb Îbn Ebu Amre'den, onun Saîd îbn Cübeyr'den, onun da îbn Abbâs (r.a.)tan rivayetine göre; o, «Zina eden erkek; zina eden veya müşrik olan bir kadından başkasıyla evlenemez.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Bundan maksad nikâh, evlenme değildir. Bu, ancak cinsel ilişkidir ki; onunla ancak zina eden bir erkek veya müşrik bir erkek cinsel ilişki kurabilir. Îbn Abbâs'tan gelen bu rivayetin isnadı sahihtir. Ondan başka şekillerde, başka kanallardan da rivayet edilmiştir. Ayrıca bu açıklamanın bir benzeri Mücâhid, İkrime, Saîd îbn Cübeyr, Urve Îbn Zübeyr, Dahhâk, Mekhûl, Mukâtil Îbn Hayyân ve bir çoklarından da rivayet edilmiştir.

Allah Teali buyurur ki: «Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.» Zi­nanın yapılması, iffetli erkeklerin zina eden kadınlarla veya iffetli ka­dınların günahkâr, zinâkâr erkeklerle evlendirilmeleri inananlara ha­ram kılınmıştır. Ebu Dâvûd et-Tayâlisî'nin Kays kanalıyla... İbn Ab-bâs'tan rivayetinde o, «Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.» âyeti hak­kında: Allah Teâlâ zinayı mü'minlere haram kılmıştır, der. Katâde ve Mukâtil îbn Hayyân da şöyle diyorlar; Allah Teâlâ mü'minlere zina eden kadınların nikâhlanılmasım haram kılmıştır. Bu, Allah Teâlâ'nın: «Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.» âyetinde geçer. Bu âyet, Allah Te-âlâ'nın şu âyetlerine benzemektedir: «Onlarla zinadan kaçınmaları, if­fetli yaşamış ve gizli dost tutmamış olmaları halinde, velîlerinin izniyle evlenin.» (Nisa, 25), «Mü'min kadınlardan iffetli olanlar... zina etmek­sizin ve gizli dost tutmak&ızın ve mehirlerini verdiğinizde size helâldir.» (Mâide, 5). Buradan hareketle İmâm Ahmed tbn Hanbel.—Allah ona rahmet eylesin— iffetli bir erkeğin zina eden bir kadınla zinaya devam edip de tevbe etmediği müddetçe nikâhının sahîh olmadıkı görüşünde­dir. Şayet tevbe ederse, onunla nikâhı sahihtir değilse sahîh olmaz. Aynı şekilde hür ve iffetli bir kadının, sıhhatli bir tevbe ile tevbe etmedikçe günahkâr ve zina eden bir erkekle evlendirilmesi de sahîh değildir. Bu­nun delili: «Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.» âyetidir.

İmâm Ahmed der kt. Bize Arim'in... Abdullah İbn Amr (r.a.)dan rivayetine göre; müsl umanlar dan bir erkek, Ümmü Mehzûl denilen, zi­na- eden ve evleneceği erkeğe kendisinin nafaka vermesini şart koşan bir kadınla evlenmek için Hz. Peygamberden izin istemişti. Râvî der ki: O kişi, Allah Rasûlü (s.a.)nden (o kadınla evlenmek için) izin istedi veya onun durumunu Allah Rasûlü (s.a.)ne zikretti de, Hz. Peygamber (s.a.) ona: «Zina eden erkek; zina eden veya müşrik olan bir kadından başkasıyla evlenemez. Zina eden kadın ile de zina eden veya müşrik olan bir erkekten başkası evlenemez. Bu, mü'minlere haram kılınmış­tır.» âyetini okudu.

Neseî der ki: Bize Amr tbn Ali'nin Abdullah tbn Amr'dan rivaye­tinde o, şöyle anlatmış. Kendisine Ümmü Mehzûl denilen bir kadın var­dı. Zina ederdi. Allah Rasûlü (s.a.) nün ashabından birisi onunla evlen­mek istedi de Allah Teâlâ: «Zina eden erkek; zina eden veya müşrik olan bir kadından başkasıyla evlenemez. Zina eden kadın ile de zina eden veya müşrik olan bir erkekten başkası evlenemez. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.» âyetini indirdi.

Tİrmlzî der ki: Bize Abd İbn Humeyd... Amr İbn Şuayb'dan, o ba­basından, o da dedesinden rivayet ediyor ki; dedesi şöyle anlatmış: Mer-sed tbn Ebu Mersed denilen birisi vardı. Mekke'den esirleri yüklenen ve onları Medine'ye getiren birisiydi. Mekke'de Anâk denilen fahişe bir kadin vardı ve onun arkadaşı idi. Mersed, Mekke esirlerinden birisini (Me­dine'ye) taşımak üzere anlaşmıştı. Mersed şöyle anlatır: Geldim ve ni­hayet ay aydınlığı bir gecede Mekke duvarlarından birisinin gölgesine eriştim. Anâk geldi ve duvarın dibinde gölgemin siyahlığını gördü. Ya­nıma gelince beni tanıdı ve: Mersed misin? diye sordu. Ben: Evet, ben Mersed'im, dedim. Merhaba, hoş geldin, gel bu gece bizim yanımızda yat, dedi. Ben: Ey Anâk, Allah zinayı haram kıldı, dedim. Ey çadırlar halkı, bu adam esirlerinizi taşıyor, diyerek (bağırmaya başladı). Peşi­me sekiz kişi düştü, ben Handeme dağına kaçıp bir mağaraya ulaştım ve oraya girdim. Peşime düşenler geldiler ve başımın üstünde dikilip işediler. Sidikler başıma geldi. Ancak Allah Teâlâ beni onlara göster­medi. Sonra döndüler. Ben de arkadaşıma döndüm ve onu yüklendim. Ağır bir adamdı. Nihayet İzhar edilen yere ulaşınca bağlannı çözdüm. Ben onu taşırken, bana yardım ediyordu. Nihayet onu Medine'ye ge­tirdim ve Allah Rasûlü (s.ajne varıp iki kere: Ey Allah'ın elçisi, Anâk'ı nikahlayayım mı, Anâk'ı nikahlayayım mı? diye sordum. Allah Rasûlü (s.a.) susup bana hiç bir cevab vermedi. Nihayet: «Zina eden erkek; zina eden veya müşrik olan bir kadından başkasıyla evlenemez. Zina eden kadınla da zina eden veya müşrik olan bir erkekten başkası evle­nemez. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.» âyeti nazil oldu da, Allah Rasûlü (s.a.): Ey Mersed, zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkasıyla evlenemez. Zina eden kadınla da zina eden ve­ya müşrik olan bir erkekten başkası evlenemez. Onunla evlenme, bu­yurdu. Tirmizî: Bu, hasen, ğârib bir hadîstir. Sâdece bu kanaldan ri­vayetini biliyoruz, der. Ebu Dâvûd ve Neseî de Sünen'lerinin Kitâb'ün-Nikâh bölümlerinde, Ubeydullah İbn Ahnes kanalıyla hadîsi rivayet et­mişlerdir.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ebu Hüreyre (r.a.)den riva­yetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Zina eden ve bu sebep­le kendisine değnek cezası uygulanan bir erkek ancak benzeri ile evle­nebilir. Hadîsi Ebu Dâvûd da Sünen'inde Müsedded ve Ebu Ma'mer Ab­dullah İbn Amr kanalıyla Abdülvâris'den rivayetle tahric etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ya'kûb... Abdullah İbn Ömer'den rivayet etti ki, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur. Üç (sınıf) kimse vardır ki cennete giremez ve kıyamet günü Allah onlara (rahmet nazarıyla) bakmaz: Ana-babasına âsî gelen, erkekleşmiş (erkeklere benzeyen) ka­dın ve deyyus. Üç (sınıf kimse daha) vardır ki Allah Teâlâ kıyamet gü­nü onlara (rahmet nazarıyla) bakmaz: Ana-babasına âsî gelen, devam­lı içki içen ve verdiğini başa kakan. Neseî de hadîsi Amr îbn Ali el-Felâs kanalıyla ...Abdullah tbn Yesâr'dan rivayet etmiştir. Yine îmâm Ahmed şöyle diyor: Bize Ya'kûb... Abdullah İbn Ömer'den rivayet etti ki Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Üç kimse vardır ki, Allah Teâlâ cen­neti onlara haram kılmıştır: Devamlı içki içen, (ana-babasma) asî ge­len ve ailesi konusunda zinaya ses çıkarmayan deyyus. Ebu Dâvûd et-Tayâlisî Müsned'inde der ki: Bize Şu'be... Ammar İbn Yâsir'den rivayet etti ki Allah Rasûlü (s.a.): Cennete deyyus giremez, buyurmuştur. Buna bundan önceki hadîsler de şâhiddir.

İbn Mâce der ki: Bize Hişâm İbn Ammâr'm... Enes tbn Mâlik'den rivayetinde o, Allah Rasûlü (s.a.)nü şöyle buyururken işitmiş: Kim, Al­lah'a teiniz ve temizlenmiş olarak kavuşmak istiyorsa; hür kadınlarla evlensin. Bu hadîsin isnadında zayıflık vardır. İmâm Ebu Nasr İsmail İbn Hammâd el-Cevherî, «es-Sıhâh fi'1-Luğa» adlı kitabında der ki: Dey­yus kıskançlığı olmayan (ailesini başkasıyla gördüğü halde kıskanma­yan) kişidir. İmâm Ebu Abdurrahmân en-Neseî'nin Sünen'indeki Ki-tâb'ün-Nikâh bölümünde rivayet etmiş olduğu hadîse gelince; o der ki: Bize Muhammed İbn İsmâîl İbn Uleyye... Ubeyd îbn Umeyr'den; Abdül-kerîm... İbn Abbâs'tan — Abdülkerîm hadîsi İbn Abbâs'a ulaştırırken Hâ-rûn, İbn Abbâs'a kadar çıkarmamaktadır— rivayet etti ki onlar şöyle anlatıyorlar: Birisi Allah Rasûlü (s.a.)ne geldi ve: Benim yanımda (ni­kâhım altında) bir kadın var. Bana insanların en sevgilsi odur. Ancak o (kendisine) dokunan eli men'etmiyor, dedi. Allah Rasûlü: Onu boşa, buyurdu. Adam: O'nun (yokluğuna) sabredemem, dedi de, Allah Ra­sûlü: O halde ondan istifâde et, buyurdu. Neseî daha sonra der ki: Bu hadîs sabit değildir. Abdülkerîm de zâten kuvvetli bir râvî değildir. Hâ-rûn ondan daha kuvvetlidir. Ancak o da mürsel hadîsler rivayet eder ama güvenilir bir râvîdir. Onun hadîsi Abdülkerîrn'in hadîsinden doğ­ruya daha yakındır. Ben de derim ki: Abdülkerîm; îbn Etou Muhârık el-Basrî el-Müeddib tabiîdir, hadîsi zayıftır. Harun İbn Riâb ona muha­lefet eder ki, o da güvenilir bir tabiîdir ve Müslim'in râvilerindendir. Neseî'nin de söylediği gibi onun mürsel hadîsi daha üstündür. Fakat Neseî Kitâb et~Talâk'öa îshâk îbn Rahûyeh kanalıyla... İbn Abbâs'tan hadîsi müsned olarak da rivayet etmiş ve bu isnâd ile zikretmiştir. Bu isnadın râvileri Müslim'in şartlarına uygundur. Ancak Neseî bu hadîsi rivayetten sonra: Bu, hatâdır, doğru olanı mürsel rivayetidir, demiştir. Hadîsi Nadr'dan başkaları doğru şekilde rivayet etmişlerdir. Ayrıca Ne­seî ve Ebu Dâvûd, Hüseyn îbn Hureys kanalıyla... İbn Abbâs'tan, o da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetle hadîsi zikretmişlerdir ki, bu rivayetin isnadı kuvvetlidir.

Âlimler bu hadis üzerine ihtilâf etmişlerdir. Bazıları hadîsi zayıf bulmuşlardır. Nitekim Neseî bunlardandır. İmâm Ahmed ise bunun münker bir hadîs olduğunu söyler.

İbn Kuteybe der ki: Bununla ancak kadının cömert olduğunu, hiç bir dilenciyi geri çevirmediğini kasdetmiştir. Neseı Sünen'İnde bu açık­lamayı bazılarından rivayetle nakleder ve der ki: Kadının veren, cömert bir kadın olduğu da söylenmiştir. Ancak buna: Şayet maksad bu olsa idi, isteyen hiç kimsenin elini geri çevirmezdi, derdi, diye cevâb veril­miştir.

Şöyle de denilmiştir: Burada o kadına dokunan kimsenin onunla temasta bulunduğu değil de kadının, dokunan bir kimsenin elini geri çevirmeme seciyyesine sahip olduğu ifade edilmek istenmektedir. Bu, kadının zina işler olmasına da delâlet etmez ve maksad bu değildir. Zi­ra Allah Rasûlü (s.a.) niteliği böyle olan bir kadınla beraber olmaya elbette izin verecek değildir. Zâten bu durumda kocası da deyyus ol­maktadır. Bu husustaki tehdîd ise daha önce geçmişti. Fakat mademki kendisiyle birisi yalnız kaldığı zaman kendisini isteyen birine muhale­fet etmeme ve karşı gelmeme seciyyesine kadın sahiptir; bu durumda Allah Rasûlü (s.a.) kocasına ondan ayrılmayı emretmiştir. Adam karı­sını sevdiğini söylediğinde ise, onunla beraber kalmasına müsâade et­miştir. Zîrâ adamın karısına olan sevgisi kesindir, kadından zinanın meydana gelmesi ise sâdece bir vehimdir. O halde hemen meydana ge­lecek bir zarar, ilerde olacak bir şeyin vehminden dolayı kabullenilmez. Allah Teâlâ en doğrusunu bilir.

Derler ki: Kadın tevbe ettiği zaman onunla evlenmek helâl olur. Nitekim tmâm Ebu Muhammed îbn Ebu Hatim —Allah ona rahmet eylesin —der ki: Bizs Ebu Saîd el-Şecc'in... tbn Abbâs'tan rivayetine göre; ona birisi sorup: Ben bir kadınla ilgileniyordum. Allah'ın bana haram kılmış olduğu bir şeyi de onunla yapmıştım. Allah Teâlâ bun­dan tevbeyi nasîb etti de onunla evlenmek istedim. İnsanlar: Zina eden bir erkek; ancak zina eden bir kadınla evlenebilir, dediler, demiş, tbn Abbâs şöyle bir cevâb vermiş: Bu, onun hakkında değildir. Onu nikâhla. Eğer bir günâh varsa benim üzerime. Âlimlerden bir grup ta, bu âyetin mensûh olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ibn Ebu Hatim'in Ebu Saîd el-Eşecc kanalıyla Saîd îbn Müseyyeb'den rivayetinde o, şöyle demiştir: Onun yanında: «Zina eden erkek; zina eden veya müşrik olan bir kadından başkasıyla evlenemez. Zina eden kadınla da zina eden veya müşrik olan bir erkekten başkası evlenemez.» âyeti anıldı da, şöyle dedi: Bu âyeti kendinden sonraki: «İçinizden bekârları ve kölelerinizden, cariyeleriniz­den sâiih olanları evlendirin...» (Nûr, 32) âyetinin neshettiği söylenirdi. Ayrıca: «İçinizden müslüman bekârları... evlendirin.» denilirdi. İmâm Ebu Ubeyd el-Kasım İbn Sellâm da, «en Nâsih ve'1-Mensuh» adlı kita­bında bunu Saîd İbn el-Müseyyeb'den bu şekilde rivayet etmiştir. İmâm Ebu Abdullah Muhammed İbn İdrîs eş-Şâfiî —Allah ona rahmet eyle­sin— de bunu belirtmiştir.[2]

 

4 - İffetli, hür kadınlara iftira atan, sonra da dört şâ-hid getiremeyenlere seksen değnek vurun. Ebediyyen on­ların şâhidliğini kabul etmeyin. İşte onlar,  fâsıkların ta kendileridir.

5 — Meğer ki bundan sonra tevbe  edip  ıslâh olalar. Şüphesiz ki Allah, Gafûr'dur, Rahim'dir.

 

Bu âyet-i kerîme'de hür, baliğ, iffetli, evli kadınlara iftira atanlara uygulanacak değnek vurma cezasının hükmü beyân edilmektedir. İfti­ra atılan erkek olduğu zaman aynı şekilde ona iftira atan da değnek cezası ile cezalandırılır. Bu konuda âlimler arasında bir ihtilâf yoktur, îftirâ atan söylediğinin doğruluğuna dâir bir delil ortuya koyduğu za­man ise ondan bu ceza kaldırılır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Sonra da dört şâhid getiremeyenlere seksen değnek vurun. Ebediyyen onların şâ­hidliğini kabul etmeyin. İşte onlar, fâsıkların ta kendileridir.» buyur­muştur. Böylece söylediğinin doğruluğuna delil getiremeyerek iftira atan hakkında üç hüküm vâcib kılınmış oluyor. Birisi seksen değnek vurul­ması, ikincisi şâhidliğinin ebediyyen kabul edilmemesi, üçüncüsü.de ne Allah katında ve ne de insanlar yanında adaletli sayılmayıp fâsık ol­masıdır.

Allah Teâlâ: «Meğer ki bundan sonra tevbe edip ıslâh olalar. Şüp­hesiz ki Allah Gafûr'dur, Rahim'dir.» buyurur ki, âlimler bu istisna hak­kında ihtilâf etmişlerdir. İstisna, acaba sâdece son cümleye âit ölüp tev­be yalnız fâsık olmasını ortadan kaldırıp böyle kimse tevbe etse dahi ebediyyen şâhidliği reddedilmiş olarak mı kalır; yoksa istisna ikinci ve üçüncü cümlelerin her ikisine birden mi aittir? Değnek cezasına gelin­ce; zâten bu tevbe etmiş veya ısrar etmekte olsun her iki durumda da bitmîş, sona ermiştir. Bundan sonra artık bunun için herhangi bir hü­küm yoktur ve bu konu ihtilafsızdır. İmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed îbn Hanbel tevbe ettiği zaman şâhidliğinin kabul edileceği ve fâsıkhk hük­münün ondan kalkacağı görüşündedirler. Tâbiûn'un efendisi Saîd îbn el-Müseyyeb ve Seleften bir cemâat da bunu açıkça belirtmişlerdir. İmâm Ebu Hanıfe ise istisnanın sâdece son cümleye âit olduğunu ve İâşıklığın tevbe ile kalkacağını, ebediyyen şâhidliğinin geri çevrilmesinin ise kalacağını söylemiştir. Seleften Kadı Şureyh; İbrâhînı en-Nehaî, Saîd îbn Cübeyr, Mekhûl ve Abdurrahmân îbn Zeyd îbn Eşlem de bu görüşte olanlardandır. Şa'bî ve Dahhâk derler ki: Tevbe etmiş dahi olsa şâhidliği kabul edilmez. Ancak kendisi aleyhine, iftira atmış olduğunu itiraf etmesi halinde şâhidliği kabul edilir. En doğrusunu Allah bilir.[3]

 

6 — Eşlerine zina isnâd, edip te kendilerinden başka şâ-hidleri olmayanların şâhidliği; kendisinin doğru sözlüler den olduğuna dâir Allah'ı dört defa şâhid tutmasıdır.

7 — Beşincisi ise; eğer yalancılardan ise Allah'ın la'ne-tinin kendi üzerine olmasıdır.

8  — Kocasının yalancılardan olduğuna dâir dört defa Allah'ı şâhid tutması kadından cezayı savar.

9  — Beşincisi ise; kocası doğrulardan ise kendisinin Al­lah'ın gazabına uğramasıdır.

10 — Ya üzerlerinizde Allah'ın fazl u rahmeti olmasay­dı? Ve gerçekten Allah tevbeleri kabul eden, Hakim olma­saydı?        

 

Zina İsnâd Edenler

 

Liân (karşılıklı la'netleşme) hükmünü getiren bu âyet, karısına zina isnadında bulunan ve delil getirmesi imkânsız olan kocalar için bir ferahlık ve fazladan olarak da bir çıkış yolu göstermektedir. Allah Te-âlâ'nın emrettiği üzere Liân şöyle olur: Erkek karısını İmâm'ın (devlet başkanının) yanına getirir. Karısına isnâd ettiği suçu îmâm'm yanında kadına karşı iddia eder. Hâkim, karısına isnâd etmiş olduğu zina iddia­sında kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dâir dört şâhid yerine Al­lah'ı şâhid tutarak dört kere ona yemin ettirir. Beşincisinde de eğer yalancılardan ise Allah'ın la'netinin kendi üzerine olmasını ister. Koca bu­nu yaptığı zaman, mücerred bu la'netleşme ile Şâfü ve âlimlerden bir çoğuna göre karısı kendisinden talak-ı bâin ile ayrılmış olur ve kadın ona ebediyyen haram olur. Erkek kadına mehrini verir ve hâkirn kadına zina cezasını yöneltir. Kadından bu cezayı ancak la'netleşmesi ve ko­casının kendisine yaptığı isnâdda yalancılardan olduğuna dâir Allah'ı dört kere şâhid tutması savabilir. Beşincisinde de kocası doğrulardan ise kendisinin Allah'ın gazabına uğramasını ister. Bu sebepledir ki Allah Teklâ,: «Kocasının yalancılardan olduğuna dâir dört dqfa Allah'ı şâhid tutması kadından cezayı savar. Beşincisi ise; kocası doğrulardan ise ken­disinin Allah'ın gazabına uğramasıdır.» buyurmuş ve kadın hakkında özellikle Allah'ın gazabını zikretmiştir. Çoğu kere erkek, ailesinin rüs-vâylığma ve ona zina isnadında bulunmaya ancak karısı kendisine ya­pılan isnadın doğruluğunu bilip dururken ve koca sözünde doğru, mâzûr görülecek durumda ise katlanabilir. Bu sebepledir ki kadın, hakkında beşinci şehâdette Allah'ın gazabının kendisi üzerine olmasını ister. Ken­disine gazab olunan ancak gerçeği bilip te sonra ondan sapan kimse olabilir.

Sonra Allah Teâlâ yaratıklarına olan lütfunu, merhametini, içinde bulundukları sıkışıklığın şiddetinden çıkış ve kurtuluşu onlara meşru' kıldığını zikredip: Ya üzerinizde Allah'ın fazl u rahmeti olmasaydı ha­liniz nice olurdu? Sıkıntıya düşer ve birçok işinizde meşakkate dûçâr kalırdınız. Muhakkak ki Allah Teâlâ yeminden ve ağır ağır yeminlerden sonra dahi olsa tevbeleri kabul eden, koyduğu kanunlarda, emredip ya­sakladıklarında mutlak hikmet sahibidir.

Bu âyetin gereğince nasıl amel olunacağına, âyetin nüzul sebebine ve Sahabe'den kim hakkında nazil olduğuna dâir hadîs-i şerifler vârid olmuştur. Şöyle ki:

îmâm Ahmed derTd: Bize Yezîd... îbn Abbâs'tan rivayet etti ki o, şöyle demiştir: «İffetli hür kadınlara iftira atan sonra da dört şâhid getiremeyenlere seksen değnek vurun. Ebediyyen onların şâhidliğini kabul etmeyin.» âyeti nazil olduğunda Ansâr'm efendisi Sa'd îbn Ubâde: Ey Allah'ın elçisi, böylece mi nazil oldu? dedi. Allah Rasûlü (s.a.): Ey Ansâr topluluğu, efendinizin ne. söylediğini işitmiyor musu­nuz? buyurdu. Onlar: Ey Allah'ın elçisi, onu ayıplama, muhakkak o kıs­kanç bir adamdır. O bakire olmayan hiç bir kadınla evlenmemiştir ve kadınlarından hiç birini boşamamıştir. Onun kıskançlığının şiddetin­den bizden hiç kimse onun boşayacağı bir kadınla evlenmeye cür'et ede­mez, dediler. Sa'd: Ey Allah'ın elçisi, Allah'a yemin olsun ki ben bunun hak olduğunu, Allah'dan olduğunu biliyorum. Fakat ahmak.i>ir kadının bacakları arasına oturmuş bir adam bulacağım, benim dört şâhid geti­rinceye kadar onu hareket ettirme, yerinden ayırma hakkım olmaya­cak. Vallahi o ihtiyâcını giderinceye kadar şâhidleri getirmeyeceğim. İşte ben buna çok şaştım, dedi. Çok durmadılar ki Tebük Gazvesinden geri kalması sebebiyle tevbesi kabul edilen üç kişiden biri olan Hilâl İbn Ümeyye geldi. (Çalıştığı) arazîsinden akşam (evine) gelmiş ve ailesi yanında bir erkek bulmuş. İki gözüyle görmüş ve iki kulağıyla işitmiş sabaha çıkıncaya kadar da ona dokunmamış. Sonra sabahleyin Allah Rasûlü (s.a.)ne gelmişti. Ey Allah'ın elçisi, akşam aileme gelmiştim. Onun yanında bir erkek buldum. Gözümle gördüm, kulağımla işittim, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) onun getirdiği haberden hoşlanmadı ve ona karşı sert davrandı. Ansâr toplanıp Sa'd îbn Ubâde'nin söylemiş olduğu musibet, işte şimdi başımıza geldi. Allah Rasûlü (s.a.) şimdi Hilâl îbn Ümeyye'yi döver ve şahidliğini insanlar içinde ibtâl edip yok sayar, de­diler. Hilâl: Allah'a yemîn olsun ki ben, Allah'ın benim için bundan bir çıkış yolu koyacağını umarım, dedi. Hilâl: Ey Allah'ın elçisi, getir­diğim haberden ötürü bana sert davrandığını görüyorum. Allah'a yemîn olsun ki O, benim doğru olduğumu biliyor, dedi. Allah'a yemîn olsun ki Allah Rasûlü (s.a.) onun dövülmesini emretmeyi arzuluyordu. Birden Allah Rasûlü (s.a.)ne vahiy indi. Ona vahiy indiği zaman bunu yüzü­nün değişmesinden, bulanmasından bilirlerdi. Vahiy bitinceye kadar sustular. «Eşlerine zina Lsnâd edip te kendilerinden başka şâhidleri ol­mayanların şâhidliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dâir Al­lah'ı dört defa şâhid tutmasıdır...» âyeti nazil oldu da, Allah Rasûlü (s.a.)nden vahiy inme halindeki durum kalktı ve: Müjde ey Hilâl, Allah senin için bir ferahlık ve çıkış yolu kıldı, buyurdu. Hilâl: Zâten ben de Rabbımdan bunu umuyordum, dedi. Allah Rasûlü (s.a.): Kadına haber gönderin, buyurdu da ona haber gönderdiler ve geldi. Allah Rasûlü (s.a.) âyeti her ikisine de okudu, onlara hatırlattı ve âhiret azabının dünya azabından daha şiddetli olduğunu haber verdi. Hilâl: Ey Allah'ın el­çisi, Allah'a yemîn olsun ki ona karşı doğru söyledim, dedi. Kadın da: Yalan söyledi, dedi. Allah Rasûlü (s.a.): Aralarında Liân yapınız, buyur­du. Hilâl'e: Şahadet et, denildi. Kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dâir dert defa Allah'ı şâhid tutarak şahadet etti. Beşinciye geldiğinde ona: Ey Hilâl, Allah'tan kork. Muhakkak dünya azabı âhiret azabından daha hafiftir. Bu beşinci ile azabı kendine» vâcib kılıyorsun, denildi de: Allah'a yemîn ederim ki bu sebeple Allah bana azâb etmeyecek. Nite­kim bu sebeple bana değnek vurma cezası da verilmeyecek, dedi ve be­şincisinde eğer yalancılardan ise Allah'ın la'netinin kendi üzerine ol­masını isteyerek şehâdet etti. Sonra kadına: Onun (kocanın) yalancı­lardan olduğuna dâir dört defa Allah'ı şâhid tutarak şehâdet et, denildi. Beşincisine geldiğinde kadına: Allah'tan kork, muhakkak dünya aza­bı âhiret azabından daha hafiftir. Bu beşinci ile kendi üzerine azabı vâcib kılmış oluyorsun, denildi de, bir süre duraladı sonra: Allah'a ye-nıîn ederim ki kavmimi rüsvây etmeyeceğim, dedi ve beşinci kere şehâ-det ederek, eğer kocası doğru sözlülerden ise kendisinin Allah'ın gazabı­na uğramasını istedi. Allah Rasûlü (s.a.) karı ile kocanın arasını ayırdı ve çocuğunun babasının adıyla çağrılmamasına, çocuğuna zina isnâd edilmemesine, kadına veya çocuğuna zina isnâd eden olursa, ona ceza uygulanmasına hükmetti.. Ayrıca kocası ölmediği ve talâk ile aralan ay­rılmamış olduğu için de kadının mesken, barındırılma ve geçiminin koca üzerine olmadığına hükmetti. Buyurdu ki: Eğer kadın kumral, uylukları etsiz ve ince baldırlı bir çocuk doğurursa bu Hilâl'indir. Eğer esmer, kıvır­cık saçlı, iri yapılı, baldırları büyük ve kalçaları etli bir çocuk doğursa, bu isnâd edilen adamındır. Kadın esmer, kıvırcık saçlı, iri yapılı, baldır­ları büyük ve kalçaları etli bir çocuk doğurdu. Allah Rasûlü (s.a.): Şa­yet yeminler olmamış olsaydı, benimle o kadın hakkında başka bir durum olurdu, buyurdu. İkrime der ki: (Kadının doğurmuş olduğu bir çocuk) daha sonra Mısır üzerine emir oldu. Annesinin ismiyle çağrılır, babasına nisbetle çağrılmazdı. Hadîsi yukardakine benzer şekilde ve muhtasar olarak Ebu Dâvûd da Hasan İbn Ali'den, o ise Yezîd tbn Harun'dan rivayet etmiştir.

Sahih hadîs kitaplarında ve başka eserlerde bu hadîsi birçok yön­lerden destekleyen şâhidler vardır ki, Buhârî'nin rivayet ettiği şu ha-hîs bunlardan biridir:

Buhârî der ki: Bana Muhanımed îbn Beşşâr... îbn Abbâs'tan riva­yet etti ki:

Hilâl tbn Ümeyye, Hz. Peygamber (s.a.) in yanında karısına Şerîk îbn Sehmâ ile zina ettiğini iddia etti. Allah Rasûlü (s.a.): Ya delil getirirsin, ya da ceza sırtındadır, buyurdu. Hilâl: Ey Allah'ın elçisi, bizden birisi ha­nımının üzerinde ttfr adam gördüğünde delil aramaya mı gidecek? dedi. Allah Rasûlü (s.a.): Ya delil, ya da sırtında ceza, buyurmaya devam etti. Hilâl: Seni hak ile göndere yemîn olsun ki, ben muhakkak doğru söylüyorum. Muhakkak Allah benim sırtımı cezadan kurtaracak olanı indirecektir, dedi. Cibril indi ve Hz. Peygamber (s.a.) e «Eşlerine zina isnad edip te...» âyeti indirdi, «kocası doğrulardan ise...» kısmına gelin­ceye kadar Hz. Peygamber (s.a.) ayrıldı. Hilâl'ın karısına haber gön­derdi. Hilâl geldi ve şâhidlik etti. Hz. Peygamber (s.a.). Allah biliyor ki ikinizden birisi yalancıdır. İçinizden tevbe edeni yok mu? diyordu. Son­ra kadın kalktı ve şâhidlik etti. Beşinciye geldiğinde onu durdurdular ve: Muhakkak bu beşinci şehâdet azabı vâcib kılıcıdır, dediler. İbn Abbâs der ki: Kadın döndü ve duramadı. Biz (şehâdetlerden vazgeçip) dönece­ğini sandık. Sonra: Kavmimi diğer günlerde rüsvây etmeyeceğim, dedi ve beşinci şehâdeti yaptı. Hz. Peygamber (s.a.): Onu gözetleyin. Eğer göz kapaklan siyah, kalçaları dolgun, baldırları büyük bir çocuk dün­yaya getirirse bu Şerîk îbn Sehmâ'nındır, buyurdu. Kadın bu vasıfları hâiz bir çocuk doğurdu da, Hz. Peygamber (s.a.): Şayet Allah'ın kita­bından geçenler olmasaydı, benimle onun hakkında başka bir durum olurdu, buyurdu. Hadîsi bu kanaldan sâdece Buhârî rivayet etmiştir. Buhârî başka şekillerde olmak üzere hadîsi İbn Abbâs ve başkalarından da rivayet eder.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ahmed İbn Mansûr ez-Ziyâdî'nîn îbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle anlatmış: Birisi Allah Rasûlü'ne geldi ve karısının bir adamla zinada bulunduğunu iddia etti. Allah Rasûlü (s.a.) bundan hoşlanmadı. Adam isnadında devamla tekrarlamaya devam et­ti de, Allah Teâlâ sonunda iki âyetin sonuna kadar olmak üzere: «Eş­lerine zina isnâd edip te kendilerinden başka şâhidleri olmayanların şâ-hidiiği...» âyetini indirdi. Allah Rasûlü, karı-kocaya haber gönderip iki­sini birden çağırdı ve: Muhakkak Allah Teâlâ, sizin hakkınızda vahiy indirdi, buyurdu. Adamı çağırıp ona âyeti okudu. Adam kendisinin doğ­rulardan olduğuna dâir Allah'ı şâhid tutarak dört kere şehâdet etti. Sonra Hz. Peygamber ona susmasını emretti, Öğütte bulunarak: Her şey Allah'ın la'netinden daha hafiftir, buyurdu ve sonra onu serbest bırakti da o: Eğer yalancılardan ise Allah'ın la'neti onun üzerine (yani be­nim üzerime) olsun, dedi. Sonra Hz. Peygamber kadını çağırıp ona âye­ti okudu. Kadın, kocasının yalancılardan olduğuna dâir Allah'ı şâhid tutarak dört kere şehâdet etti. Sonra Hz. Peygamber ona susmasını em­retti, ona öğütte bulunup: Yazıklar olsun sana, her şey Allah'ın gaza-bundan daha hafiftir, buyurdu, sonra onu serbest bıraktı da kadın: Eğer kocası doğru söyleyenlerden ise Allah'ın gazabı onun (kadının) üzerine olsun dedi. Allah Rasûlü (s.a.): Allah'a yemin olsun ki aranızı ayıran bir hükümle hükmedeceğim, buyurdu. Kadın doğurdu. Medine'­de nasıl doğacağı ondan daha fazla merak edilen başka bir çocuk daha görmedim. Hz. Peygamber: Eğer kadın çocuğu filân filân için doğurursa o, şöyledir. Şayet filânca için doğuracak olursa çocuk mu­hakkak şöyledir, buyurdu da, kadın zina isnadında bulunulan kimseye benzer bir çocuk doğurdu.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya îbn Said'in Saîd İbn Cübeyr'den rivayetinde o, şöyle demiştir: Bana aralarında Liân uygulanan karı-ko-canın arası ayrılır mı? diye İbn Zübeyr'in emirliği zamanında sorul­muştu. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Yerimden kalktım ve İbn Ömer'in evine gittim. Ey Ebu Abdurrahmân, aralarında Liân yapılan karı ko­canın araları ayrılır mı? diye sordum, Sübhânaüah, bu meseleyi ilk so­ran filân oğlu filân idi. Ey Allah'ın elçisi, bir adam ki karısını zina ha­linde görür. Konuşsa büyük bir şey söylemiş olacak. Sussa yine buna benzer bir durumda susmuş olacak. Bu kişi hakkında ne dersin? diye sormuştu. Allah Rasûlü susup ona cevab vermedi. Bundan bir süre son­ra gelip: Sana sormuş olduğum şey başıma geldi, dedi. Allah Teâlâ Nûr Süresindeki: «Beşincisi ise; kocası doğrulardan ise kendisinin Allah'ın gazabına uğramasıdır.» âyetine gelinceye kadar «Eşlerine zina isnâd edip te kendilerinden başka şâhidleri olmayanların şâhidliği...» âyet­lerini indirdi. Allah Rasûlü (s.a.) koca ile başlayıp ona öğütte bulundu, dünya azabının âhiret azabından daha hafif olduğunu hatırlattı. Adam: Seni hak ile gönderene yemin ederim ki sana yalan söylemedim, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) ikinci olarak kadına öğütte bulundu. Dünya aza­bının âhiret azabından daha hafif olduğunu ona haber verdi. Kadın: Seni hak ile gönderene yemin ederim ki muhakkak o yalancıdır, dedi. Hz. Peygamber (s.a.) (şahadette bulunmaya) erkek ile başladı. Koca kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dâir Allah'ı şâhid tutarak dört kere şehâdette bulundu. Beşincisinde de eğer yalancılardan ise Allah'ın la'netinin kendi üzerine olmasını istedi. İkinci olarak Allah Rasûlü (s.a.) kadına şehâdette bulundurdu. Kadın kocasının yalancılardan olduğuna dâir Allah'ı şâhid tutarak dört kere şehâdette bulundu. Beşincisinde ise eğer kocası doğru sözlülerden ise Allah'ın gazabının kendisi üzerine olmasını istedi. Sonra Hz, Peygamber (s.a.) kadın ile kocanın arasını ayır­dı. Hadîsi Neseî de Tefsîr'de Abdülmelik tbn Ebu Süleyman kanalıyla rivayet etmiştir. Buhârî ile Müslim Sahîh'lerinde Saîd tbn Cübeyr ka­nalıyla İbn Abbâs'tan rivayetle hadîsi tahrîc etmişlerdir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya tbn Hammâd... Abdullah tbn Mes'ûd'dan rivayet etti ki o, şöyle anlatmış. Bir cum'a gecesi mescid-de oturuyorduk. Ansâr'dan birisi: Bizden birisi karısının yanında bir adam görse ve onu öldürse siz onu öldürürsünüz. Eğer konuşsa ona der­nek vurma cezası uygularsınız. Sussa kin dolu olarak susar. Allah'a ye-mîn olsun ki eğer sabaha çıkarsam bunu Allah Rasûlü (s.a.)ne soraca­ğım, dedi ve sordu. Ey Allah'ın elçisi, eğer bizden birisi karısı yanında bir erkek görse ve onu öldürse siz onu öldürürsünüz. Eğer konuşsa ona değnek vurma cezası uygularsınız. Şayet susacak olursa kin dolu olarak susar. Ey Allah'ım hüküm ver, dedi. (Bunun üzerine) Uân âyeti nazil oldu. Bu olay başına gelen ilk kişi de o adam oldu. Hadîsi sâdece Müs­lim tahrîc etmiş ve muhtelif kanallardan olmak üzere Süleyman Ibn Mihrân el-A'meş'den rivayet etmiştir.

Yine İmâm Ahmed'in Ebu Kâmil kanalıyla Sehl tbn Sa'd'dan ri­vayetinde o, şöyle anlatıyor: Uveymir, Âsim İbn Adiyy'ye geldi ve Al­lah Rasûlü (s.a.) ne sor: Bir adam karısı ile beraber bir adam bulsa ve onu öldürse; öldürülür mü yoksa ona ne yapılır? Ne dersin? de. Âsim Allah Rasûlü (s.a.) ne sordu da, Hz. Peygamber (s.a.) bu meseleleri ayıp­ladı. Uveymir, Âsım'a uğradı ve: Ne yaptın? diye sordu. Asım: Ne yapa­cağım. Sen bana hayır getirmedin. Allah Rasûlü (s.a.) ne sordum da bu meseleleri ayıpladı, dedi. Uveymir: Allah'a yemîn olsun ki Allah Ra­sûlü (s.a.) ne varacağım ve ona mutlaka soracağım, dedi. Hz. Peygam­bere geldiğinde o ikisi hakkında âyet nazil olmuş buldu. Hz. Peygam­ber karı-kocayı çağırıp aralarında Liân uyguladı. Uveymir: Ey Allah'ın elçisi, eğer bunu (karım olarak eve) götürecek olursam, ona karşı ya­lan söylemiş olurum, dedi. Bunun üzerine o (Uveymir). Allah Rasûlü (s.a.) kendisine emretmezden önce karısından ayrıldı ve bu haklarında Uân uygulananlar hakkında bir sünnet oldu. Allah Rasûlü (s.a.): Ona bakın (onu gözetin), eğer siyah, gözleri kara ve kalçaları büyük bir ço­cuk doğurursa, öyle sanıyorum ki koca doğru söylemiştir. Eğer kırmı­zımsı, kızılca bir böceğe benzer bir çocuk doğuracak olursa, kocanın ya­lancı olduğunu sanıyorum, buyurdu. Kadın,' hoşlanılmayan sıfatlar üze­re bir çocuk doğurdu. Hadîsi Buhârî ve Müslim Sahihlerinde, Tirmizî dışındaki diğer cemâat da muhtelif, kanallardan olmak üzere Zührî'den rivayetle tahrîc etmişlerdir.

Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize îshâk tbn ed-Dayf'ın Huzçyfe (r.a.)den rivayetinde o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Ebubekir'e: Ümmü Rûmân ile beraber bir adamı görsen ne yapardın? diye sor­du. Ebubekir: Allah'a yemîn olsun ki ona kötülük yapardım, dedi. Hz. Peygamber: Ya sen ey Ömer, dedi. Hz. Ömer: Allah'a yemin olsun ki söylemekte olduğumu yapardım, Allah âcizlere la'net etsin. Muhakkak o habistir (pistir), dedi. Bunun üzerine: «Eşlerine zina isnâd edip de kendilerinden başka şâhidleri olmayanların şâhidliği...» âyeti nazil ol­du. Sonra Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Hadîsi Yûnus îbn Ebu İs-hak'dan rivayetle müsned olarak Nadr tbn Şümeyl'den başkasının riva­yetini bilmiyoruz. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr ayrıca hadîsi Sevrî kana-layla... Zeyd tbn Yüsey'den mürsel olarak da rivayet etmiştir. En doğ­rusunu Allah bilir.

Hafız Ebu Ya'lâ'nın Müslim İbn Ebu Müslim kanalıyla... Enes tbn Mâlik (r.a.)den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: İslâm'daki ilk Lian olayı şöyledir: Hilâl İbn Ümeyye, karısına Şerik îbn Şehmâ ile zina is­nadında bulunmuştu. Meseleyi Allah Rasûlü (s.a.)ne iletti. Allah Rasû­lü (s.a.): Ya dört şâhid getirirsin, ya da sırtında ceza (uygulanır), bu­yurdu. Hilâl: Ey Allah'ın elçisi, Allah muhakkak benim doğru olduğu­mu biliyor. Benim sırtımı cezadan kurtaracak olanı muhakkak Allah sana indirecektir, dedi de, Allah Teâlâ Ldân âyeti olan: «Eşlerine zina isnâd edip de kendilerinden başka şâhidleri olmayanların şâhidliği...» âyetini sonuna kadar olmak üzere indirdi. Hz. Peygamber Hilâl'i çağı­rıp: Karına zina isnadında doğru sözlülerden olduğuna dâir Allah'a şe-hâdet et, buyurdu. Hilâl buna dört kere şehâdette bulundu. Sonra Al­lah Rasûlü beşincide ona: Eğer ona zina isnadında yalancılardan isen, Allah'ın la'neti senin üzerinedir, buyurdu. O da öylece yaptı (beşinci kere şâhidlikte bulundu). Sonra Allah Rasûlü kadını çağırıp: Kalk, sa­na zina isnadında onun yalancılardan olduğuna dâir Allah'a şehâdette bulun, buyurdu. Kadın buna dört kere şehâdette bulundu. Sonra Allah Rasûlü beşincide kadına: Sana zina isnadında eğer o doğru sözlülerden ise Allah'ın gazabı senin üzerinedir, buyurdu. Kadın dördüncü veya be­şinciye gelince bir süre sustu. Onun itirafta bulunacağını sandılar. Son-la: Diğer günlerde kavmimi rüsvây etmem, dedi ve sözüne devam etti (Beşinci kere şâhidlikte bulundu). Allah Rasûlü (s.a.) kan ile kocanın arasını ayırdı ve: Onu gözetleyin, eğer kıvırcık saçlı, ince baldırlı bir çocuk doğurursa bu, Şerîk İbn Sehmâ'nmdır. Eğer beyaz, organları uzun ve tâm, gözleri bozuk bir çocuk doğurursa bu, Hilâl İbn Ümeyye'nindir, buyurdu. Kadın kıvırcık saçlı ,ince baldırlı bir çocuk doğurdu. Allah Rasûlü (s.a.): Allah'ın kitabından o ikisi hakkında nazil olmuş olanlar olmasaydı, benim ve onun için başka bir durum olurdu, buyurdu.[4]

 

İzâhı

 

İslâm'da Zina Haddi

 

İslâm Hukukunda ve Beşerî Hukukta Zina.

İslâm hukukunda zina suçu; beşerî hukuktaki zina suçundan fark­lıdır, İslâm hukuku; yasaklanan her teması zina olarak kabul eder. İs­ter evli olsun, ister bekâr, kim yasak birleşimde bulunursa onu cezalan­dırır. Beşerî hukuk ise yasak birleşmelerin hepsini zina olarak kabul et­mez. Beşerî hukukun ekseriyeti özellikle eşler tarafından işlenen suç­ları zina olarak kabul eder. Mısır ve Fransız yasaları bu şıktandır. Eş­lerin dışındaki gayri meşru' birleşimleri zina olarak değil, ırza tecâvüz veya saldırı olarak kabul eder. Mısır ceza kanunu; zorla olmadığı süre­ce, cinsel birleşimi cezalandırmaz. Tarafların rızasıyla vâkî1 olan bir­leşimlere hiç bir cezaî müeyyide uygulamaz. Ancak rızânın eksik olma­sı hali müstesnadır. Mısır ceza kanununa göre 18 yaşını bitirmemiş olan birisiyle birleşme vâkî' olursa, rızânın olmadığı kabul edilir. Suç; ergin olmayan kişinin isteğine binâen işlenmiş olsa da, 18 yaşını doldurmuş olan kişilerin rızâsını sahih olarak kabul eder. Mısır ceza kanununa gö­re; eksik rızâ ile işlenen suç ağır değil hafif suçtur, cezası da basittir. Livâta Mısır ceza kanunlarına göre; fail ister bir erkekle, ister kadınla livâta yapmış olsun, ırza tecâvüz olarak kabul edilir.

Mısır yasaları zina halinde; hem erkeği hem de kadını cezalandı­rır. Cinsî temas ve ırza tecâvüz halinde ise fail ister önden ister arka­dan fiilini icra etmiş olsun, sâdece bir tarafı (faili) cezalandırır. Bu hük­mün illetine gelince; kanun, mef'ûlün bih (kendisine tecâvüz edilen)in rızasıyla olduğu müddetçe temas fiilini normal sayar. Eğer onun rızâsı yoksa veya eksik ise mef'ûlün bihi tecâvüze uğramış kişi olarak kabul eder, suçlu olarak değil.

İslâm şerîatı; zinayı, toplum yapısını ve sağlığını ilgilendirmesi ne­deniyle cezalandırır. Çünkü zina, aile nizâmına karşı girişilmiş şiddetli bir saldırıdır. Aile ise; toplumun üzerine dayandığı temel esâstır. Zina mn normalleştirilmesi fuhşun yayılmasına sebep olur ki bu; önce aile yuvasının yıkılmasına, sonra da toplumun dejenere olup dağılmasına sebep olur. Halbuki İslâm şerîatı, toplumun birbirine kuvvetlice ve sım­sıkı bağlı olarak devam edip yaşamasına son derece itinâ gösterir.

Beşeri hukuk; zinâ'yı cezalandırırken, toplumun menfaatlarmı alâ­kadar eden bir mesele olduğundan değil, ferdlerin ilişkilerini alâkadar eden şahsi bir mesele olduğundan dolayı cezalandırır. Dolayısıyla beşerî hukukta zina, karşılıklı rızâ ile olduğu müddetçe bir beis yoktur. Sâde­ce taraflardan biri evli ise bu durumda evlilik bağını korumak maksa­dıyla zina fiilinin cezalandırılması gerekir.

Gerçekler İslâm Şeriatım Doğruluyor:

Avrupa'da ve bütün Batı ülkelerinde ortaya çıkan durumlar İslâm görüşünün ne kadar doğru olduğunu te'yîd etmektedir. Günümüzde Ba­tı toplumları ne kadar kokuşmuş, birliğini kaybetmiş ve darmadağın ol­muştur. Bunun yegâne sebebi de fuhşun yayılması, ahlâkî dejeneras­yon ve sınır tanımayan hayâsızlıklardır. Fuhşun yayılmasına, ahlâkın • dejenerasyonuna, kötülüklerin yayılmasına sebeb olan biricikneden de; zinanın serbest olması, ferdlerin şehvetlerinin esîri haline gelmesi ve zinayı toplumu alâkadar etmeyen şahsî bir mesele kabul edip değer­lendirilmesidir. Bugün İslâm dışı tüm ülkelerin karşı karşıya bulundu­ğu sosyal ve siyâsî krizler zinanın serbest bırakılmasına dayanır. İler­lemiş Batı devletlerinin bir çoğunda nesillerin sayısı azalmış ve bu yüz­den devletlerin gelişmesi durmaya, hattâ yok olmaya başlamıştır. (Ese­rin yazıldığı 1949daki durum) Nüfûsun azalmasının başlıca sebepleri vatandaşın evlenmemesi ve eşler arasında yaygınlaşmış bulunan ço­cuk yapmama halidir.

Erkekler neden evlenmemektedirler? Çünkü evlenmek gereği duy­madan istediği kadını elde edebilmektedir. Öte yandan erkek, karısının sâdece kendisine âit olacağına ve başkalarıyla ilişki kurmayacağına gü­venmemektedir. Evleneceği kadının evlenmezden önce başka kişilerle ilişki kurması olağan kabul edilmektedir.

Esâs ideali evlenmek ve yaradılışının ana hedefi çocuk yetiştirmek ve ev işlerini yürütmek olan kadın, bugün artık evlenmekten nefret eder durumdadır. Günümüz kadını bir tek erkeğe bağlı kalarak onun esîri olmak istememektedir. Çünkü o hiç bir kayda bağlı kalmaksızın, hiç bir yük taşımaksızın dilediği zaman sayısız erkekle ilişki kurabil­mektedir.

Zinanın yaygınlaşması; hamileliğin önlenmesine zührevî hastalık­ların yayılmasına sebeb olmuştur. Çünkü hamileliğin önlenmesinde kullanılan ilâçlar çoğu kez kadınların kısırlaşmasına sebeb olmaktadır. Zührevî hastalıkların yayılması da, umumiyetle erkeklerin ve kadınla­rın kısırlaşması neticesini doğurmaktadır.

Önceleri aile yuvasında, erkeğin yanı başında hayatım sürdüren kadınlar; sen zamanlarda erkeklerin kaçmmasıyla geçinemez hale gel­mişlerdir. Kadın geçimini sağlamak zorunda kalınca, erkekle birlikte ' günlük yiyeceğini elde etmek için çalışma hayatına atılma zorunluluğıınu duymuştur. Bu ise işsizliğin yayılmasına sebep olmuş ve neticede Batı toplumları krizlerden krizlere, buhranlardan buhranlara sürükle­nir hale gelmiştir. İnsan bu scsyal dejenerasyonun sonuçlarını hiç şa­şırmadan hesâblayabilir, Eğer zinanın şahsî bir münâsebet olduğunu söyleyenler, bu korkunç neticeleri göz önünde bulundurmuş olsalardı, bilirlerdi ki zina, en tehlikeli sosyal cinayetlerden birisidir. Yine bilir­lerdi ki, toplumun menfaati; her ne şekilde olursa olsun zinayı yasak­lamayı ve en ağır cezalarla tecziye etmeyi gerektirmektedir. İşte bu esâstan hareket eden İslâm hukuku zinayı yasaklamış ve böylece Batı dünyasının düştüğü korkunç neticelere düşmekten korunabilmiştir. îs-lâm hukuku zina edenlere en ağır cezaları vermiş, hattâ evli olduğu halde zina edenlerin yaşamlarını lüzumsuz kabul ederek kötü örnek ol­malarını göz önünde bulundurmuş ve yaşama hakkı tanımamıştır.

İslâm ülkeleri genellikle evliliğin rağbet bulduğu ve ahlâksızlığın uzaklarda kaldığı huzur ve rahat dolu memleketler iken Avrupa te'sîriy-le zinaya müsâade etmeye başlayınca, Batı toplumlarının dert yandık­ları hastalıkların aynısı İslâm ülkelerine geçmeye başladı. Artık İslâm ülkelerinde de erkekler evlenmeyi küçümseyecek hale gelmişlerdir. Çün­kü onlar da kadın ihtiyâçlannı evlenmeden telâfi edebilmektedirler. Ar­tık İslâm ülkelerinde kadınlar da, evliliğe hiç önem vermemektedirler. Çünkü evlenmeden de istedikleri gibi hayatlarını yaşayabilmekte ve is­tedikleri kişilerle ilişki kurabilmektedirler. Evliliğin azalmasının sonu­cunda nüfûs oranının düşmesi, kısırlığın artması, zührevî hastalıkların yayılması gibi Batı toplumlarının tutulduğu hastalıklar müslüman ül­kelerde de görülmeye başlanmış ve müslüman memleketlerdeki kadınlar da, erkeklerle eşit olduklarını söylemeye başlamışlardır. Çeşitli iş kol­larında kadınla erkek yan yana çalışmaya başlamış ve neticede toplu­mun ahlâkî seviyyesi umûmi âdabı düşmeye, yüzlerden haya mefhumu silinmeye, rûhlardaki ahlâkî unsurlar yıkılmaya başlamıştır. Bütün bu felâketlerin çâresi; ancak ve ancak İslâm'ın emirlerini yerine getirerek. Batı dünyasının Başımıza belâ ettiği bu gibi mikroplardan korunmak­tır.

 

Zinanın Ta'rifi

 

Mâlikîler zinayı ittifakla şöyle ta'rîf ederler: Zina; insanoğlunun kasıdlı olarak mülkü olmayan birisinin mahremine yaklaşması ve cin­sî temasta bulunmasıdır.

Hanefîler ise zinayı şöyle ta'rîf ederler: Mülkü1 olmadan erkeğin kadınla önden temas etmesidir.

Şâfiîler ise şöyle ta'rîf etmektedirler: Normal bir istekle, şüpheden hâlî olarak ve kendiliğinden haram olan bir ferce zekerin idhâlidir.

Hanbelîlere göre zinanın ta'rtfi şöyledir: Önden veya arkadan fu­huş fiilini işlemektir.

Zahirîler ise zinayı şöyle ta'rîf ederler: Bizzat haram olan birleşme veya haram olduğunu bilerek çıplak halinde kendi3ine bakması haram olan birisiyle temasta bulunmasıdır.

Zeydîler ise zinayı şeyle ta'rîf etmektedirler: Şüpheye mahal bırak­madan, haram kılınmış olan bir canlının avret mahalline idhâldir.

Zina Suçunun Rükünleri: Yukardaki ta'rîflere bakacak olursak her mezhebin kendine göre bir ta'rifi vardır. Ancak bu farklılığa rağmen bütün mezhebler, zinanın kasıdlı olarak yapılan yasak birleşim oldu­ğunda müttefiktirler. Bu demektir ki, zina suçunun iki rüknü olduğu konusunda görüş birliğindedirler.

a) Yasak birleşim

b) Birleşmeyi kasıdlı olarak yapmak veya cezaî kasıd.

Biz İslâm hukukçuları arasındaki çeşitli, değişik görüşlerle birlikte bu iki rükün üzerinde teker teker duracağız:

 

a- Yasak Birleşim

 

Zina Olarak Kabul Edilen Birleşim:

Zina olarak kabul edilen birleşim, ferce vâki' olan birleşimdir. Öy-leki erkeğin zekeri kadının fercine sürme çöpünün sürmedânlığa, ko­vanın kuyuya daldığı gibi girmesidir. Birleşimin zina olarak kabul edi­lebilmesi için erkeğin zekerinin haşefesinin (en azından) ferce dâhil olması veya benzer noktaya kadar ferce girmesidir. Kuvvetli görüşe göre; zekerin sert olması şart değildir. Zeker fercin boş kısmına dâhil olsa ve duvarlarıyla temasa geçmese bile haşefe miktarının girmesi o fiilin zina olarak değerlendirilmesi için yeterlidir. Ayrıca inzalin vâki' olup olmaması arasında fark yoktur, her iki halde de zina var sayılır. Zeker ile fere arasında duyu ve zevk almayı önlemeyecek hafîf bir enge­lin bulunması halinde yine birleşme zina olarak kabul edilir.

Prensib olarak zina sayılan yasak birleşim, başkasının mülküne vâ­ki' olan birleşimdir. Şu halde bu tür birleşimler zina olarak kabul edi­lir ve zinayı Önleyecek geri bir engel yoksa cezası hadd'dir. Şayet yaâak birleşim, kişinin kendi mülkü altında iken vuku' bulmuşsa fiil zina ola­rak kabul edilmez, çünkü bu takdirde birleşimin yasak olma hali geçi­cidir. Kişinin âdet gören veya doğum yapan veya oruçlu olan veya ih-râmlı olan karısıyla birleşmesi İle zihâr halindeki karısıyla birleşmesi yasak birleşimdir. Ancak zina olarak kabul edilmez. Yukarda saydığımız şekildeki birleşimler zina olarak kabul edilmez ve şer'an hadd cezası vurulmaz. Bu tür birleşimler günâh olarak değerlendirilir ve ta'zîr ce­zası verilir. İşlenen günâh zina olmayıp, zinaya başlangıç olursa, —apış aralarında idhâl veya fercin dışına sürterek boşalma gibi— bu takdir­de de ta'zîr cezası verilir. Keza bizatihi birleşme olarak kabul edilmeyen günâh fiillere de —öpmek, sarılmak, yabancı bir kadınla baş başa kal­mak ve bir yatakta uyumak gibi— ta'zîr cezası verilir. Çünkü bu fiil­lerin hepsi zina başlangıcı olarak kabul edilen haram fiillerdir.

Prensib olarak İslâm hukukunda fercine temas edilmesi haram sa­yılan kişi (zina veya livâta haram kabul edildiği için) fercin dışına te­ması da haramdır. Çünkü Allah'ın şu âyet-i celîle'si gereğince o kişi âsî olarak kabul edilir:

«Ki onlar; ırzlarını korurlar. Sâdece eşleri ve sağ ellerinin mâlik oldukları müstesnâciır. Doğrusu onlar bunun için de kınanacak değil­dirler. Kim de bundan başkasını ararsa, işte onlar haddi aşanlardır.» (Mü'minûn, 5-7).

İslâm hukuku mahrem olmayan bir kadınla başbaşa kalmayı da yasaklar. Bu hususta Allah Rasûlü şöyle buyurur:

«Hiç biriniz yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın, çünkü üçüncüsü, şeytândır.» Bir kadınla başbaşa kalmak haram oldu­ğuna göre, mübaşeret elbetteki haram olacaktır.

İslâm hukukunda ana kaidelerden birisi de şudur: «Harama sebeb olan şey de haramdır.» Şu halde suçlu, haddi gerektirmeyen bir fiili iş­lerse, ister fiili şartları tamamlanmamış olan bir birleşim olsun (ağza veya apış arasına idhâl gibi) ister birledim olmasın (yabancı bir kadın­la yalnız kalmak, sarılmak, öpmek, bir yatakta uyumak gibi) bu tür fiillerin cezası ta'zîrdir. Bu fiiller zinaya sevkeden ve zinaya başlangıç mâhiyetinde olmakla beraber yasak fiillerdir, ta'zîr cezasını gerektirir.

Yukardaki kaideleri tatbik ederek yasak fiilleri ta'rif edebileceği­mize göre, bundan sonra, bu fiillerden zina olanla olmayanı-ay ırd etme­miz kolaylaşmış olacaktır. İslâm hukuku temas fiili ile bunun dışında kalanları birbirinden ayırd etmiş ve birincisine hadd cezası ikincisine de ta'zîr cezası koymuş olmakla beraber her iki halde de fiili suç olarak kabul eder. Beşerî hukukta olduğu gibi teması tâm suç, temasın dışın­da kalanları da suça başlangıç olarak değerlendirmez.

İmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel. Şîa ve Zeydîlere göre —ister erkek ister kadın olsun— önden veya arkadan yasak temasta fark yok­tur. Onların bu görüşüne Hanefî mezhebinden İmâm Muhammed ile Ebu Yûsuf da iştirak ederler. Bu gurubun zina ile livâta arasında fark görmemesinin mesnedi, geriden temasın haddi gerektirmesi bakımın­dan zinaya eş olmasıdır. Zinanın haddi gerektirmesinin nedeni yasak temas olmasıdır. Geriden temas zinanın tahtinde bulunmakla beraber Kur'ân-ı Kerîm her ikisini de aynı nitelikte görmüş ve sânı yüce olan Allah, Lût kavmine yönelttiği hitabında şöyle buyurmuştur: «Lût'u da gönderdik. Hani o, kavmine demişti ki: Gerçekten siz, dünyalarda hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz.» (Anke-bût, 28).

«Siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, çok aşırı giden bir kavimsiniz.»  (A'râf, 81).

«Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şâhid geti­rin.»   (Nisa, 15).

«(Sizden fuhuş yapanların her ikisine de eziyet edin. Tevbe edip, ıslâh olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Çünkü Allah Tevvâb, Rahîm olandır.»   (Nisa,  16).

Bu âyetlerde Yüce Allah arkadan teması da, önden teması da fu­huş, olarak kabul etmekte ve her ikisine de aynı ifâdeyi kullanmaktadır. Ebu Musa el-Eş'arî diyor ki: Allah Rasûlü şöyle buyurdu: Erkek erkekle birleşirse her ikisi de zânîdir. Kadın kadınla birleşirse her ikisi de za nîdir.

Ebu Hanîfe'ye göre; temas edilen ister erkek olsun, ister kadın ol­sun arkadan temas ile zina aynı değildir. Onun delili önden birleşmeye zina, arkadan birleşmeye livâta adı verilmesidir. Ona göre isimlerin ay­rı olması, ifâde ettikleri mânâların da ayrı olmasının delilidir. Şayet livâta zina demek olsaydı; Allah Rasûlünün ashabı bu konuda değişik ifâdelerde bulunmazlardı. Kaldı ki zina soyun karışmasına, evlâdın kay­bolmasına vesile olur. Halbuki livâtada durum böyle değildir. Ayrıca ceza, her zaman ve çoğunlukla mevcûd suçlar için meşru' kılınır. Yay­gın olan suç genellikle zinadır. Zîrâ erkek ve kadındaki komple istek ve arzular kişiyi zînâya sevkeder. Livâtaya gelince, mahallin tabiatında kişiyi tahrik eden bir. unsur ypktur.

Zahirî mezhebi mensûbları, livâtayı, zina olarak kabul etmezler, sâdece ma'siyet sayarak ta'zîr cezası verirler. Delilleri; livâtanın zina­dan ayrı bir fiil olması ve livâtaya zinanın hükmünü vermeyi öngören sahîh bir hadîsin ve nass'ın vârid olmamasıdır.

îslâm hukukçuları arasında ittifakla kabul edilmekte lir ki; hanım­la geriden temas suçuna hadd cezası verilemez. Çünkü kişi için temas mahallidir, erkek karısıyla temas hakkına sahiptir. Fakat İslâm hu­kukçuları bu fiile verilmesi gereken keyfiyet konusunda ihtilaflıdırlar. İmâm Ahmed, Ebu Yûsuf ve Muhammed; kişinin karısıyla arkadan te­masını zina olarak kabul etmekte ve prensib bakımından hadd cezası verilmesi gerektiğini, ancak mülkiyet şüphesi olduğu için cezanın duracağını kabul etmekte bu yüzden fiile hadd cezası değil, ta'zîr cezası verilmesi gerektiğini söylemektedirler.

Mâliki, Şafiî ve Şia'nın Zeydiyye koluna göre; kişinin hanımıyla ar­kadan teması, zina olarak kabul edilmez. Çünkü kadın koca için temas mahallidir. Kcca karısından istifâde edebilir. Lâkin Mâlikîler ve Zey-dîler, fiilin haram olduğunu, tâ'zir cezasıyla cezalandırmayı gerektirdi­ğini belirtmektedirler. Şâfiîler ise, hâkimin nehyetmesinden sonra te­kerrür ederse ta'zîr cezası verilebileceğini ve bunun dışında tâ'zîrin ge­rekmediğini kabul ederler. Onlara göre bu tür suçlar, itiyadı suçladır ve ancak yasaklamadan sonra ceza söz konusu olabilir. Yasaklama ol­madan ceza verilemez. Çünkü yasaktan önce, fiilin mübâh olup olma­dığı ihtilaflıdır. Şâfiîlerden bir kısım fakîhler ise fiilin tekrarı halinde ceza verilebileceğini belirtirken, fiilin yasaklanması şartını tasrih et­mezler. Bu demektir ki, onlara göre; fiil yasaktır ve yasaklısında şüp­he yoktur. Binâenaleyh hâkimin onu nehyetmesine gerek yoktur.

Ebu Hanîfe ise kocanın karısıyla arkadan temasını, yukarda belir­tilen sebeplerden dolayı zina olarak kabul etmez, sâdece günâh olarak ifâde edip, ta'zîr cezasını öngörür. Zahirî mezhebi de aynı görüştedir. Onlar da kocanın karısıyla arkasından temasını genel anlamıyla zina olarak kabul etmezler, ancak günâh olarak belirtip ta'zîr cezasını ön­görürler.

ölülerle temas: Yabancı ve ölmüş bir kadınla temas zina olarak kabul edilmez. Bu Hanefîlerin görüşüdür. Kadının yabancı bir erkeğin zekerini fercine idhâl etmeye çalışması da böyledir. Bu görüş Şafiî ve Hanbelî mezhebinden bir görüştür.

Bunu söyleyenler; ölülerle temas fiiline, ta'zîr cezasını gerekli gör­mektedirler. Delilleri ise şudur: Gerek erkek, gerek dişi olsun ölüyle te­mas temas sayılmaz. Çünkü ölünün uzvu; hayatiyetini kaybetmiştir, hiç bir canlı ölüyle teması arzu etmez. Binâenaleyh bu konuda zora başvurmaya gerek yoktur. Hactei; suçun önlenmesi için -zorlamak kas-dıyla uygulanır. Şîa'mn Zeydiyye kclu da bu görüştedir. Şafiî ve Han­belî mezhebindeki ikinci bir görüşe göre; ölülerle temas, zina olarak kabul edilir ve hadd cezası uygulanması gerekir. Çünkü ölüyle temas, zinadan daha daha büyük bir yasaktır. Günâhı da dajıa çoktur. Zîrâ ölü­lerle temasta, fuhşa ilâveten ölüye saygının çiğnenmesi söz konusudur. Prensib itibarıyla zahirî mezhebinin görüşü de bu görüşe uygun düş­mektedir. İmâm Mâlik'e göre; Ölünün Önünden veya arkasından temas­ta bulunan kimse zânî olarak kabul edilir, zina cezasıyla cezalandırılır. Çünkü o fiili işleyen ondan lezzet almaktadır. Ölmüş hanımıyla temas eden kişinin durumu bundan farklıdır. Ona hadd tatbik olunmaz. Keza bir kadının, eşinden başka ölmüş bir erkeğin zekerini fercine idhâlide bundan farklıdır. Bu suçlardan dolayı hadd tatbik olunmaz. Ancak ta': zîr cezası verilir. Haddin tatbik olunmamasının nedeni zevk alamama durumudur.

Hayvanlarla temas: İmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe'ye göre, hayvan­larla temas zina sayılmaz. Ancak büyük bir günâhtır, ta'zîr cezasını gerektirir. Kadının kendisini bir hayvanla temas ettirmesi de —may­mun gibi— aynı şekildedir. Ebu Hanîfe ve Mâlik'in, hayvanla teması zina olarak kabul etmemesi, onu zina olarak kabul etmek halinde hadd cezası gerekmesi, haddin de zecîr gayesiyle meşru' kılınmasıdır. Zecir, ancak herkese açık hareket için başvurulabilecek bir yoldur. Halbuki hayvanlarla temas, herkes tarafından başvurulabilecek bir yol değildir. Bu yüzden de akıl sahipleri böyle bir şeye tevessül etmezler. Ancak ba­zı beyinsizler takımı bu yola başvururlar ki; insan tabiatının engellediği bir davranış için zecredici yola başvurmaya gerek yoktur.

tmâm Şafiî ve Hanbelî'nin bu konuda iki görüşü vardır. En kuv­vetli görüşleri, İmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe'nin görüşüne uyar. İkinci ve kuvvetli olmayan görüş, hayvanlarla teması zina olarak kabul eder, fakat her halükârda ölüm cezası vermez. Bu görüşün dayanağı Rasû-lullah .(s.a.)nın şu hadîs-i şerîfi'dir: Kim de bir hayvanla temasta bu­lunursa onu da temasta bulunulan hayvanı da öldürünüz. Bu hadîsi birçok hadîs bilgini sahih olarak kabul etmez. Şâfiîlerden bir kısmı ise hayvanlarla teması zina olarak kabul ederler ve evli olup da hayvan­larla temas edenlere recm, evli olmayıp ta hayvanlarla temas edenle­re de sopa ve işkence cezası öngörürler. Şâfiîlerden bir kısmının kabul ettiği bu görüş, Şia'nın Zeydî kolunda tercih olunan bir görüştür. Zey-dîlerin bir kısmı ise, İmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe'nin yukarda zikretti­ğimiz görüşünü kabul ederler. Şâfiîlerle Hanbelîler kendisini hayvana temas ettiren kadının, hayvanla temas eden erkek hükmüne tâbi olaca­ğını kabul ederler. Şu kadar var ki, Şâfiîlerin bir kısmı; kendisini hay­vana kullandıran kadına ta'zir cezası verileceği görüşündedirler. Han-belîlere göre, her halükârda —temas eden kişi ister ta'zîr cezasına çarp­tırılsın ister öldürülsün— hayvan öldürülür. Şâfiîlerden temas eden er­keğin öldürülmesini kabul edenler, hayvanın da öldürülmesini öne sü­rerler. Zeydîlere gelince; temas edilen hayvanın etinin ve sütünün mek­ruh olduğunu kabul eder, ancak hayvanın öldürülmesine gerek görmez­ler. Zahirîlere göre; hayvanla temas eden zânî sayılmaz. Çünkü onun fiili zina değildir. Ayrıca zinanın hükmüne tâbi olması için, hakkında bir nass da vârid olmamıştır. Fakat hayvanla temas, prensib olarak haram kılındığına göre; böyle bir fiili işleyen kişi kınanır ve cezası ta'­zîr olan bir. suçu işlemiş olur. Ancak bu fiilden dolayı hayvanın öldü­rülmesi veya kesilmesi gereği yoktur.

Çocuk ve deli yabancı bir kadınla temas ederse ehliyeti hâiz olma­dıkları için hadd gerekmez. Çocuk ehliyet sahibi olmadığı için, ancak bulûğdan, deli de ayıldıktan sonra hadd cezası vurulabilir. Fakat ço­cuk mümeyyiz durumda ise işlediği fiile mukabil ta'zîr cezası verilir. İslâm hukukçuları, çocuğun veya delilin temas ettiği kadının hükmü konusunda ihtilaflıdırlar. Ebu Hanîfe'ye göre; çocuğun veya delinin te­mas ettiği kadına —kendi isteğiyle dahi olsa— hadd vurulmaz, ancak ta'zîr cezası verilir. Ebu Hanîfe'nin dayandığı delil şudur: Kadına hadd cezası zâniye olduğu için gerekmeyecektir. Çünkü kadın durumu itiba­rıyla zina fiilini gerçekleştiremez. Aslında kadın, zinada fail durumunda değil, mef'ûl durumundadır. Kur'an'da zina eden ifâdesinin kullanılma­sı gerçek mânâda değil mecazî anlamdadır. Zina eden kadına hadd ce­zası zina edici olmasından değil, zina edilen olmasından dolayıdır. Ebu Hanîfe'ye göre çocuk veya delinin teması zina olarak kabul edilmediği için, kadın da zina edilen olarak kabul edilemez.

Temas edilenin çocuk olması halinde İmâm Mâlik de Ebu Hanîfe'­nin görüşünü benimser. Fakat İmâm Mâlik kendisini isteyerek teslim ederse hadd vurulmasını kabul eder. İmâm Mâlik'in görüşü şu esasa dayanır: Kadın deliden zevk alabilir ancak çocuktan zevk alamaz.

İmâm Şafiî'ye göre her iki halde de —çocuğa ve deliye verilemese bile— kadına hadd cezası uygulanır. Ona göre çocuğun ve delinin ceza­landı rılamaması onlara hâs bir sebebten dolayıdır. Halbuki suçu işlemiş olan kadının, ortaklarının özel şartlarından faydalanması söz konusu olamaz. Zahirîlerle Zeydîler de bu görüştedirler.

Hanefî mezhebinin meşhur imamlarından İmâm Züfer de Şafiî'nin görüşündedir. Ebu Yûsuf'un da bu görüşte olduğu rivayet edilir. Her iki imâmın da bu görüşte dayandıkları esâs şudur: Zina eden erkek ve kadın, fiilinden dolayı sorumlu tutulur. Çocuk veya deliyle zina eden kadın bakımından fiil gerçekleşmiş sayılır. Çünkü kadın için zinanın mâhiyeti, kendi uzvuyla şehvetinin tatmin olmasıdır ki, çocuk veya de­liyle teması halinde bu gerçekleşmiş olur.

Hanbelî mezhebinde ise iki görüş vardır: Bu görüşlerden kuvvetli olanı Şafiî mezhebinin görüşüne uyar. İkinci görüş ise; Mâliki mezhe­binde olduğu gibi, temas edenin çocuk veya deli olması hallerini biribi-rinden tefrik eder. Bu ikinci görüşün taraftarları, kadının kendisini de­liye isteyerek teslîm etmesi halinde hadd cezası vurulmasını, on yaşına basmamış çocukla temas etmesi halinde hadd cezası vurulmamasını ön­görürler. Eğer çocuk on yaşma ermişse kadına hadd cezası tatbik olu­nur. Ancak bu görüşün karşısında olanlar demektedirler ki; bu görüş yaş tahdidi esâsına dayanır; tahdîd ise ancak bir nass ile olabilir, hal­buki bu konuda hiç bir nass yoktur.

Akıl ve baliğ bir kişinin, çocuk veya deli bir kadınla teması da ih­tilaflıdır, îmâm Mâlik'e göre; büyümüş deli bir kadınla temas eden ki­şiye hadd tatbik olunur. Ona göre; ister deli olsun, ister olmasın temas edilebilir durumda olan küçük kız çocuğuyla temas eden kişiye de hadd tatbik olunur. İsterse temas eden kişinin dışında başka birisinin o fiili icra etmesi mümkün olmasın. Şayet temas eden erkek için küçük ço­cukla temas mümkün olmazsa hadd tatbik olunmaz. Ancak fiili işledi­ğinden dolayı ta'zîr cezası verilir.

Ebu Hanîfe ve arkadaşlarına göre; âkil ve baliğ olan bir kişi, deli veya küçük kız çocuğuyla temas edecek olursa —kız çocuğunun yaşıtı olanlarla temas etmek imkânı var ise— o kişiye hadd cezası vurmak gerekir. Çünkü fiili zinadır. Ayrıca temas edilen deli veya çocuğun raa1-zeretinin olması, temas eden zânîye hadd cezasının uygulanmamasını îcâb ettirmez.

Mâliki mezhebi, Hanefî mezhebinden şu noktada ayrılır: Mâliki mezhebi hadd cezasının vurulmasını, küçük kız çocuğuyla temas ede­bilme imkânına bağlanmaktadır. —İsterse aynı yaştaki kız çocuğuyla temas imkânı bulunmasın. Veya aynı çocukla başkasının temas imkânı bulunmasın.— Halbuki Ebu Hanîfe bunu genel olarak çocuğun temasa elverişli olup olmaması esâsına dayandırmaktadır.

Şia'nın Zeydî kolunun görüşü de, bu bakımdan Ebu Hanîfe'nin gö­rüşüne uyar.

Şâfiîler ise âkil ve baliğ olan bir kişi, deli veya küçük bir çocukla zina ettiği takdirde temas fiilen vuku bulduğu müddetçe zânîye hadd cezası vurulmasını gerekli görürler. Şâfiîler cezayı herhangi bir kayda bağlı tutmazlar. Zahirî mezhebi de bu görüştedir.

Hanbelî mezhebinde ise iki görüş vardır: Birinci görüş Şafiî mezhe­bine uyar. İkinci görüş ise şu noktada Şafiî mezhebinden ayrılır: Te­mas edilen küçük kız çocuğunun deli olup olmamasına göre hüküm fark­lı olur. Bu ikinci görüşün sahipleri küçük kız çocuğunun temas' edile­bilir olması ile olmaması arasında fark görmektedirler. Eğer temas müm­kün ise temas eden erkeğe hadd cezası verilmesini öngörürler, çünkü o aynen büyük kadın hükmüne tâbidir. Eğer küçük kız çocuğu temasa elverişli değilse temas eden erkeğe hadd cezası verilmez, ancak ta'zîr cezası verilir. Yine bu görüş taraftarlarının bazıları, temasa elverişli olmayan kız çocuğunun yaşını; dokuz olarak ta'yîn ederler ve bu yaş­ta bir çocuğun temastan zevk almayacağını öne sürerler. Böyle bir ço­cukla temasın, parmağın cinsî organa sokulmasına benzediğini ifâde ederler.

Akıllı erkeğin, çccuk veya deli ile temas etmesi veya kadının çocuk veya deliyle temas etmesi halinde hadd cezası öngörenlerin görüşü Mısır ceza kanununun 39. maddesine uyar. Adı geçen ceza kanununa göre faillerden birisine hâs olan şartların, diğerine etkisi olmaz. Karşı görüş bu maddeye aykırı düşmese bile onlar, şüphe halinde haddin durdurul­ması genel kaidesini tatbîk ederler. Çünkü onlar, suçun tabiatı itibarıy­la; ancak iki tarafın birleşmesi halinde meydana geleceğini kabul ede­rek iki kişinin birleşmemesi halinde suçun bütün unsurlarıyla tamam­lanmamış olması ihtimâlini göz önünde bulundururlar. Ve suçlulardan birisinin affını diğerleri hakkında şüphe çekici bir nokta olarak kabul edip haddin durdurulması gerekeceğini ve ta'zîrle yetinilmesinin icâbe-deceğini belirtirler.

Zahirî mezhebi mensûbları Hz. Peygamberin: Şüphelerle hadleri durdurunuz, hadîs-i şerifini sahîh olarak kabul etmezler ve bu yüzden haddlerin şüphelerle ne durdurulacağını, ne de uygulanacağını bildirir­ler. Haddlerin Allah'a ait bir haK olduğunu, bunun ötesinde bir şeyin îfâ edilemeyeceğini öne sürerler. Ve Allah Rasûlünün: Kanlarınız, mal­larınız, ırzlarınız birbirinize haramdır, hadîs-i şerifi uyarınca hadd sa­bit olmayınca şüphe ile tatbîk olunamayacağını belirtirler. Onlara gö­re Yüce Allah'ın: «Bunlar Allah'ın hudududur, onları aşmayın.» (Ba­kara, 229) âyet-i celîle'si hükmünce hadd sabit olunca şüphe ile durdu­rulamaz. Öteki fakîhler ise: Şüphe ile haddleri durdurunuz, hadîsini sahîh olarak kabul ederler, şüpheli temas halinde haddin uygulanma­yacağı konusunda ittifak ederler. Yalnız onlar da, kendi aralarında şüp­henin değerlendirilmesi konusunda ihtilaflıdırlar. Şüphenin değerlen­dirilmesi konusundaki ihtilâf bir takdîr ihtilâfıdır. Bazıları belirli bir hali şüphe olarak değerlendirirlerken, bazıları kabul etmezler.

Şüphe: Sabit olmadığı halde, sâfcit olana benzeyendir. Öteki İslâm hukukçuları şüphenin taksimine önem vermezlerken hanefî ve şafüler bu konuda dikkat sarfederler. Diğer fakîhler ise şüphe olarak değerlen­dirilen hususu ve şüphe olarak değerlendirilme nedenini belirtmekle yetinirler. Hepsine göre, şüpheleri saymak mümkün değildir.

Şâfiîler şüpheyi üçe ayırırlar:

a) Mahalde Şüphe:

Âdet gören veya oruç tutan kadınla temas, yahut ta kadına arka­sından yaklaşmak gibi. Burada şüphe, haram olan fiilin işlendiği ma­hal konusundadır. Çünkü kadının her tarafı erkeği için helâldir, erkek kadınına yaklaşma hakkına sahiptir. Kadın âdet görürken veya oruçlu iken ona yaklaşamayacağını yahut ta arkasından temas edemeyeceğine göre bir şüphe durumu vâriddir. Böylece erkeğin kadına mâlik olması ve ona her bakımdan temas hakkına sahip bulunması şüphe durumunu ortaya çıkarır. Fail işlediği fiilin, ister helâl, ister haram olduğuna inan­sın, şüphenin mevcudiyeti haddin durdurulmasını gerektirir. Çünkü şüphe, tahmin ve zanda değil, fiilin işlendiği mahaldedir.

b) Failde Şüphe:

Karısı olduğu zannıyla gerdeğe girdiği kadının, eşi olmadığı hali­nin bilâhare anlaşılması gibi. Burada şüphe failin zannındadır. O ka­rısı olduğunu zannederek temas fiilini icra etmekte ve haram bir fiil işlemediğini sanmaktadır. Fail bakımından bu zarının mevcudiyeti or­taya şüphe zarınım çıkarır ki, bu yüzden haddin durdurulması gerekir. Eğer fail fiilinin haram olduğunu bile bile işlerse, o zaman şüpheden söz edilemez.

c) Fiilin İşleniş Yönünde veya Yolunda Şüphe:

Bu ta'bîrle fiilin helâl veya haram olduğu konusundaki şüphe kas-dolunmaktadır. Bu şüphenin esâsı, fakîhlerin işlenen fiil üzerindeki ih­tilâfıdır. Fakîhlerin helâl veya haram olduğunda ihtilâf ettikleri her şey bu kategoriye girer. Böyle bir kcnu da şüphe olarak kabul edilir, hadd durdurulur. Meselâ Ebu Hanîfe velî olmadan, îmâm Mâlik şâhid-ler olmadan nikâha cevaz vermektedir. İbn Abbâs ise müt'a nikâhına müsâade etmektedir. Halbuki cumhûr-u fukahâ bu tür nikâhlara mü­sâade etmemektedir. Bu ihtilâftan dolayı, üzerinde ihtilâf edilen nikâh şekilleriyle temas eden kişilere haddin vurulmaması neticesi doğmak­tadır. Çünkü bu ihtilâf bir şüphe durumunun varlığını ortaya koyar ki; bu da haddi engeller. îsterse fail, işlediği fiilin haram olduğuna inan­mış olsun. Çünkü bu inanç, bizatihi konuya müessir değildir. Fakîhler, fiilin helâl veya haram olduğu konusunda ihtilaflı oldukları müddetçe bu konuda failin inancının etkisi yoktur.

Hanefîler ise şüpheyi iki bölüme ayırmaktadırlar,

a)  Fiilde Şüphe:

Fiilde şüpheye; «iştibâh şüphesi» veya «müşabehet şüphesi» adını da vermektedirler. Fiilde şüphe; hakkında fiili işlediğine dâir şüphe vâ-rid olan kimseyle ilgili şüphedir. Bu şüphenin sübûtu; fiilin işleyen için helâl veya haram olmasıyla mümkündür. Bu şüphe ortada işlediği fi­ilin kendisi için helâl olduğunu belirten simâî bir delil bulunmayan, delilin dışında tahminlerin bulunduğu haldir. Üç talâk veya talâk-ı bâ-inle karısını boşayan birisinin iddet esnasında para mukabilinde karı­sıyla temas etmesi gibi. Aslında talâk sebebiyle her ne kadar karının koca için helâl olma durumu ortadan kalkmışsa da, yatak ve eşlerin mahremiyeti hakkı bakî olduğu için bu gibi temas zina olarak kabul edilir ve temas eden kişi helâl olma şüphe veya zannının mevcudiyetini İddia etmezse hadd îcâbeder. Temas-eden kişi, helâl zannı veya şüphe­sinin varlığını bir bakıma delile dayandırmaktadır ki ba delil, nikâh durumunun mevcudiyetiyle yatak ve eşlerin mahremiyeti hakkının be­kasıdır. Sanık bu hakkın helâllik konusunda da bakî kaldığını zannet­miştir. Bu durum gerçekten delil olarak serdedilemez ise de, delil zannı bulunduğundan temas eden kişi hakkında şüphe durumunun ve şüphe iie haddin durdurulması hakkını doğurur. Fiilde şüphenin mevcûd ol­ması için fiilin kesin olduğuna dâir bir delil bulunmamalıdır, ayrıca suçlu, fiilinin helâl olduğuna inanmalıdır. Şayet fiilin haram olduğuna dâir bir delil bulunursa veya suçlunun fiilinin helâl olduğuna inanma­dığı sabit görülürse şüphe durumu söz konusu olamaz. Suçlunun, işle­diği fiilin haram olduğunu bildiği tesbît olunursa hadd tatbik etmek îcâbeder.

b) Mahalde Şüphe :

Hanefîler buna; «hükmî şüphe» veya «mülkde şüphe» adını da ver­mektedirler. Bu şüphe, temas edilen mahallin helâl olup olmadığı konu­sundaki şer'î hükümde şüpheye dayanır. Bu şüphenin mevcûd olabil­mesi için şer'î bir hükümden neş'et etmiş olması şarttır. Bu da ancak iiilin haram olduğunu reddeden şer'î bir delile dayanmasıyla mümkün­dür. Bu durumda failin zannına itibâr olunmaz. Failin işlediği fiili he­lâl veya haram sanmasının önemi yoktur. Çünkü şüphe bilgi veya bil­gisizliğe değil; şerl delile dayanmaktadır. Hanefîler mahalde şüpheyi zina suçunda altı konuya hasretmişlerdir. Bunlardan birisi de kinaye lâfızlarıyla talâk-ı bâin ile boşanmış olan kadınla temas halidir. Geriye kalan beş yer cariyelerle temas ile alâkalı olup köleliğin ibtâlinden son­ra tekrar bu konuya temas etmemiz yersiz olacaktır. Hariefîler talâk-ı bâinle (ayırıcı boşama) boşanmış olan kadınla birleşme halinde şüphe­nin mevcudiyetini şu esâsa dayandırmaktadırlar. İbâne ve öteki kinaye yollarıyla mülk durumu içtihada dayanmaktadır. Çünkü sahâbe-i güzîn bu konuda farklı görüşlere sâhibtir. Bilindiği gibi Hz. Ömer (r.a.), ki­naye yolu ile boşamaların ric'î boşanma olduğunu söylemekteydi, Ric'î talâkta ise mülk durumu ortadan kalkmaz. îşte bu ihtilâf şüphe doğur­maktadır. Şâfiîler ve hantelîler ise kinaye yoluyla, talâk-ı bâinle boşa­nan bir kadınla birleşme konusunda hanefîlerin görüşüne uymaktadır­lar. Mâlikîlerin bir kısmı yukarıdaki durumu benimserken, bir kısmı da böyle bir temasta şüphe durumunun bahis mevzuu olamayacağım be­lirtmektedir.

Ebu Hanîfe'ye göre; üçüncü bir şüphe yolu da, akid yoluyla şüphe­dir. Ona göre fiilin yasaklanmasına dâir akid yapılmışsa ve fail fiilin yasaklanmasını biliyorsa akid yoluyla şüphe durumu sabit olabilir. Şu halde Ebu Hanîfe'ye göre üç türlü şüphe durumu vardır: Fiilde şüphe, mahalde şüphe ve akidde şüphedir.

Fakat hanefîlerin diğer fakîhleri, akidde şüpheyi kabul etmemekte ve bu hususta cumhûr-u fukahâ'nın görüşüne uymaktadırlar.

Mahremlerle temas zinadır, haddi gerektirir. Bir şahıs kendisine haram olan bir kadınla evlenirse, bu nikâh İslâm hukukçularının itti­fakıyla bâtıldır. Eğer temas ederse İmâm Mâlik, Şafiî, Zahirîler, Han-belîler ve Zeydîlere göre hadd gerekir. Hanefîlerden de İmm Yûsuf ve Muhammed bu görüştedirler. Fakat Ebu Hanîfe —yalnız kendisi— ni­kâhı kabul olmayan bir kadınla evlenen bir kişinin —anası, teyzesi, ha­lası, kızı gibi— temasın haram olduğunu bildiği halde, temas ettiğini itiraf etse bile, hadd cezası gerekmez, ancak bu fiilinden dolayı ta'zîr cezası verilir. Bu gibi hallerde Ebu Hanîfe şüphe söz konusu olduğu için haddi iskât etmektedir. Şüpheyi de şöyle açıklamaktadır: Şüphe nikâh akdiyle doğmaktadır ki, nikâh akdi bir kadının bir erkek için mübâh olmasının nedenidir. Nikâhtan sonra o kadının o kişi için mübâh olduğu tesbît olunamayınca bu durumda ortaya bir şüphe şekli çıkarmaktadır ki; şüphe dolayısıyla haddin durdurulması gerekir.

Fakat Ebu Hanîfe'ye karşı çıkanlar şöyle demektedirler: Temas, mülk veya mülk şüphesi olmadan, haram kılındığı konusunda icmâ' mevcûd olan bir kadınla vukua gelmiştir. Binâenaleyh temas eden ki­şi, işlediği fiilin haram olduğunu bilmektedir ve ma'zereti yoktur, do­layısıyla haddi tatbik etmek gerekir. Aralarındaki nikâh akdine gelin­ce; bu, bâtıldır ve mutlak mânada geçersizdir. Böyle bir nikâh hiç ol­mamış hükmündedir. Mübâh kılan nikâh şekli sahih bir nikâh olduğu takdirde ancak şüpheyi câlib olabilir.

Bâtıl olduğunda icmâ' edilmiş olan her türlü nikâh ile —beşinci kadınla evlenmek, evli veya iddetli bir kadınla evlenmek ve önceden üç talâkla boşanmış olan bir kadınla başka bir kocayla evlenmeden Önce nikahlanmak gibi— temas yapıldığı zaman bu fiil zinadır ve haddi ge­rektirir. Arada bir akdin bulunması asla dikkate alınmaz ve müessir olmaz. Mâlik, Şafiî, Zahirî, Hanbelî, Zeydîlerin görüsü budur. İmâm Ebu Yûsuf ve Muhammed'in görüşleri de budur. Fakat Ebu Hanîfe akdin mevcudiyetini şüphe olarak kabul etmekte ve şüphenin haddi durdura­cağını öne sürmektedir. Bu yüzden ona göre bu tür temasların cezası ta'zîrdir.

Sıhhati ihtilaflı olan nikâhlar; müt'a, şiğar, tahlil gibi nikâhlarla, şâhidsiz veya velîsiz nikâhlanmalarla, talâk-ı bâinle    boşanmış bacısı iddetini tamâmlarken diğer bir bacıyla evlenmek, talâk-ı bâinle bo§an-mış dördüncü hanımın iddetini beklemesi esnasında beşinci bir hanım­la birleşmelerde hadd gerekmez. Çünkü nikâhın sıhhati konusunda suç­lar arasındaki ihtilâf bir şüphe olarak kabul edilir ve şüphelerle haddler durdurulur. Ancak Zahirîler bu görüşte değildirler. Binâenaleyh onlar, bâtıl veya fâsid nikâhlara dayalı temaslar karşılığında hadd vurulması gerektiğini kabul ederler.

Zinaya zorlanan kadına hadd vurulmayacağı konusunda İslâm hu­kukçuları ittifak etmişlerdir. Çünkü bu hususta Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: «Halbuki darda kalmanızın dışında size haram olanları O, uzun uzadıya açıklamıştır.» (En'âm, 119).

«Ancak kim mecbur kalırsa saldırmamak ve sının aşmamak şartıy­la (yemesinde) bir günâh yoktur.» (Bakara, 173).

Allah'ın Rasûlü de şöyle buyurmaktadır; «Benim ümmetimden ha­tâ, unutma ve zorlandıkları şeyler affolunmuştur.»

Ayrıca ikrah; şüphe durumunun mevcudiyetini —kabul edenlere göre— bir şüphe olarak değerlendirilir ve şüphelerle haddler durduru­lur.

İslâm hukukçuları ittifakla kabul etmektedirler ki; mülcî ikrah ile tehdîd yoluyla ikrah arasında fark yoktur. Nitekim Rasûlullah (s.a.) döneminde bir kadın ikrah yoluyla zinaya zorlanmış ve bu yüzden ona hadd tatbik olunmamıştır. Hz. Ömer devrinde de emirlerin cariyelerin­den birisi yine emirlerin çocuklarından biri ile ikrah yoluyla tecâvüze ma'rûz kalmış ve Hz. Ömer çocuğa sopa vurdurduğu halde, cariyeye vur-durmamıştır. Keza bir kadın Hz. Ömer'e gelerek çobandan su istediği­ni, çoban kendisini teslim etmeyince su vermeyeceğini söylemiş ve ka­dın da susuzluktan kurtulmak için kendisini çobana teslim ettiğini be­lirtmiştir. Hz. Ömer, Hz. Ali'ye bu durum hakkında ne buyurursun de­diğinde Hz. Ali şöyle cevab vermiştir: Kadın mecbur kalmış kendisini çobana teslim ederek suyu elde etmiştir, karşılığını verince Hz. Ömer kadına hadd vurdurmamıştır.

Bir erkek zina etmeye zorlanırsa Mâliki mezhebinde pek kuvvetli olmayan ve Hanefî, Şafiî, Hanbelî ve Şia'nın Zeydİyye koluna göre ona hadd-i şer'î vurmak gerekir. Bu görüş taraftarlarının görüşü şudur: Ka­dın zinaya zorlanır, çünkü onun görevi kendini teslim etmektir, erkek ise uzvunun sertleşmesi gerektiği için zinaya zorlanamaz. Uzvun sert­leşmesi ise isteğin ve arzunun delilidir. Bu görüş uyarınca erkeğin uzvu zorla sertleşmez. Temasın zorlama yoluyla olduğu tesbît olunursa hadd gerekmez.

Yukarda saydığımız mezheplerin tümünde kuvvetli olan görüş, İk­rah yoluyla zina yapan erkeğe hadd-i şer'înin vurulmaması noktasındadır. Çünkü ikrah karşısında kadın ve erkek müsavidir. Kadına hadd îcâb etmediğine göre; erkeğe de icâb etmez. Kaldı ki, erkeğin uzvunun sert­leşmesi gayet tabiîdir. Çünkü sertleşme erkeklik kudretinin varlığına de­lildir. Öte yandan korkunun sertleşmeyi önleyeceğini söylemek doğru değildir. Çünkü zorlanan kişi fiili işlediği takdirde değil, reddettiği tak­dirde korkuyla karşı karşıyadır. Temas fiili, bizatihi korkulacak bir fi­il değildir. Bütün bunlardan öte ikrah bir şüphedir. Şüphe ile haddin tatbik olunmayacağı umûmî bir kaidedir.

Zahirîlere göre; ne ikrah olunan erkeğe, ne de ikrah olunan kadı­na hadd gerekir. Kadın, kendisiyle zina edilinceye kadar erkek de uz­vunun başı kadının fercine girinceye kadar kendini tutsa her ikisine de bir şey gerekmez. Erkeğin uzvu ister sertleşsin ister.sertleşmesin, is­ter boşansıri ister boşanmasın. Çünkü her ikisi de fiili icra etmiş sayıl­mazlar. Sertleşme ve boşanma Allah'ın insanoğlunun yaradılışına ver­diği tabiî bir haldir. Gerek isteyerek gerek zDrlanarak sertleşme vâki' olur ve bunda ihtiyarı yoktur.

Bir kadın zorlanan bir erkeğe; hiç zorlanmadan kendini teslîm ederse erkeğe bir şey gerekmez, ancak kadına hadd îcâbeder. Çünkü ka­dının fiili zinadır. Kaldı ki kadın, zorlanmış da değildir. Erkeğin affo­lunmasının kadına bir te'sîri yoktur. Çünkü erkek, işlediği fiili zorla işlemek mecburiyetinde kaldığı için affolunmaktadır. Kadının, erkeğin şartlarından istifâde etmesi söz konusu olamaz. Çünkü bu şartlar ta­mamen erkeğe hâstır. Bu husus bütün mezhepler tarafından kabl edil­mektedir.

Temasta hatâ; iki türlüdür: Ya mübâh olan bir temasta hatâ edi­lecektir, ya haram olan bir temasta hatâ edilecektir.

a) Mübâh olan temasta hatâ edilmesi halinde; kasıd bulunmadı­ğı için, ceza gerekmez. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

«Hatâ ile yaptığınızda size bir günâh yoktur. Fakat kalblerinizin bile bile yaptığında vardır.»  (Ahzâb, 5).

Allah'ın Rasûlü de bu hususta şöyle buyurmaktadır: Ümmetimden hatâ, unutma ve zorlandıkları şeyler kaldırılmıştır. Kaldı ki hatâ du­rumu; bir şüphedir ve şüpheyi kabul edenlere göre haddin durdurulma­sı gerekir. Meselâ karısı olmayan birisine, bir kadın getirilip, bu karın­dır diyerek zifafa girdirilse ve adam da karısı olduğunu sanarak onun­la temas etse, İslâm hukukçularına göre, ittifakla o adama hadd gerek­mez. Yukardaki durumda adama; karın budur, denilmeden de gerdeğe girdirilse hüküm aynıdır. Bir kişi; yatağında bir kadın bulur ve karısı zannıyla onunla temas ederse, yahut karısını çağırır, başka bir kadın onun yerine gelir ve adam da çağırılanın karısı olduğunu zannederek onunla temas ederse, bu hallerde İmâm Mâlik, Şafiî, Ahmed tbn Hantel, Zahirîler ve Zeydîlere göre hadd gerekmez. Çünkü adain, işlediği fiilin mübâh olduğunu sanarak işlemektedir ve bu yüzden ma'zûrdur.

Ebû Hanîfe ise, yatağında bir kadını bulup onunla temas eden ki­şiye hadd vurulması gerektiğini öne sürer. Ona göre haddi iskât eden husus; temas ettiği kadının helâl olması şüphesidir. Burada ise böyle bir şüphe bahis mevzuu değildir, sâdece yatağında bir kadının bulun­ması söz konusudur. Tek başına bir kadının yatağında bulunması ise, o kadının kendisi için helâl olduğunu sanmasına delil olamaz. Zîrâ bir insanın yatağına karısının dışında, dostlarından ve yakınlarından ka­dınlar da yatmış olabilir. Binâenaleyh böyle bir durumda zann, fiilin helâl olması için delil sayılamaz. Zina eden kişinin kör olması halinde de hüküm aynıdır. Yalnız Ebu Hanîfe'ye göre; adam karısını çağırır ve yabancı bir kadın gelerek; ben kannım, der, uzun uzadıya sohbet et­mez ve her ikisinin sesi de kolayca ayırd edilmesi mümkün olmayacak şekilde biribirine benzerse hadd-i şer'î gerekir.

b) Haram olan temasta hatâ ise; cezayı affettirmez. Çünkü bu durum şüphe olarak kabul edilemez. Bu hususta bütün imamlar müt­tefiktir. Meselâ kendisine haram olan adama başka birisi gelir ve adam da çağırdığı kadın olduğu zannıyla onunla temas ederse hadd-i şer'î ge­rekir. Eğer adam kendisine haram olan birini çağınr, karısı gelir ve adam onunla temas ederse, temas ettiği kadının çağırdığı yabancı ka­dın olduğunu sanırsa, karısının kendisi için haram olduğu bahis mev­zuu olmadığı için hadd gerekmez. Sâdece zannı dolayısıyla günahkâr clur.

tslâm hukukçularının ittifakıyla kabul edilmektedir ki: Temasa rı­zâ şüphe olarak kabul edilemez. Kendisini takdîm eden yabancı bir ka­dınla temas eden kişi, zina etmiş sayılır. İsterse o kadın velîsinin veya kocasının izniyle kendisini adama takdîm etmiş olsun. Çünkü zina ken­dini takdîm ve teslim ile mübâh olmaz. Bir kişinin Allah'ın haram kıl­dığı §eyi helâl ejme hakkı yoktur. Kadın kendi isteğiyle birleşmeye rızâ göstermişse de bu, bâtıl bir davranıştır ve fiili doğrudan doğruya zina­dır.

Şayet bir kadın; yabancı birisine kendisini karısı olarak takdim edecek olursa, erkeğe hadd gerekmez, kadına ise hadd gerekir. Kendini gizleyen ve başka şekle bürünen bir kadın zânî olarak kabul edilmez, ancak ta'zîr cezası verilir.

Zina edilen kadınla sonradan evlenmek Ebu Yûsuf'un, Ebu Hanî-fe'den naklettiği bir rivayete göre; şüphe olarak kabul edilir ve haddi gerektirmez. Bir kadınla zina edip bilâhare onunla evlenen kişiye, bir rivayete göre; hadd tatbik olunmaz. Çünkü kadın nikâh yoluyla koca­nın mülkü durumuna gelir ve' erkek ondan istediği gibi istifâde etme hakkına sahip olur. Mülkü durumuna gelen ve istediği gibi istifâde hak­kı doğan kadının bu durumu bir şüphedir ve haddi önler. İmâm Mu-hammed ve Hasan'a göre; zinadan sonra vâki1 olan evlilik şüphe olarak kabul edilemez. Çünkü temas dcğrudan doğruya vâki' olmuştur. Zîrâ temas edildiği zaman kadın, erkeğin mülkü durumunda değildir. Ev­lenmenin ise geçmişe hiç bir etkisi olmayacağından te'sîri birleşme vak­tine kadar uzanamaz. Bu son görüş, cumhûr-u fukahânın görüşüne uyar. Cumhûr-u fukahâ'ya göre; bir kadınla zina edip bilâhare evlenen kişinin evlenmesi, o suç için mukarrer bulunan cezaya müessir olmaz. Çünkü önceden yapılan zinayla hadd îcâbetmiştir, bilâhare vâki' olan evlilik bu haldi iskât etmez.

Üzerine kısas vâcib olan bir kadınla temas eden erkeğe hadd-i şer'ı gerekir. Erkeğin kadına kısas hakkına sahip olması, şüphe olarak de­ğerlendirilemez ve haddi durduramaz. Çünkü kısas hakkı, ancak er­keğe kadım öldürme hakkını tanır, ondan istifâde etme hakkını tanı­maz.

Kadının kadınla temasının; Yüce Allah'ın şu âyet-i celile'si hükmünce haram kılındığı hususunda İslâm hukukçuları müttefiktir­ler: «Ve onlar ırzlarını korurlar. Ancak eşleri, yahut sağ ellerinin sahip olduğu cariyeler hâriç. Onlar kınanmazlar. Ama kim de bunun ötesini isterse; işte onlar haddi aşanlardır.» (Mü'minûn, 5-6). Hür olan kadı­nın elinin altındaki kölesi, mahrem sayılması nedeniyle kendisine he­lâl olmadığı sabit olduğuna göre, bir kadın eşinin dışında bir erkeğe veya bir kadına ırzını takdim ederse o ırzım korumamış olur ve haddi aşanlardan olur.

Allah Rasûlü de bu hususta şöyle buyurur: Erkek erkeğin avret ma­halline, kadın da kadının avret mahalline bakamaz. Erkek erkeğe, ka­dın kadına bir tek elbise içine giremez. Bu not kadının kadına boşal­masını sarahaten haram kılmaktadır. Bir başka rivayette —ki, bu Ebu Musa'nın Hz. Peygamberden rivayetidir, hadîsin son kısmı şöyledir: Erkek erkeğe birleştiği zaman her ikisi de zânîdir, kadın kadınla bir­leştiği zaman her ikisi de zânîyedirler.

İslâm hukukçularının ittifakla kabul ettiklerine göre; bu fiil için hadd cezası gerekmez. Ancak günâh olduğu için ta'zîr cezası îcâbeder. Her ne kadar Eıbu Musa'nın rivayet ettiği hadîs —sahih olduğu kabul edilirse— iş bu fiili zina olarak tavsîf etmi§ İse de; fiil, haddi gerekti­ren zina fiili olarak kabul edilmez. Çünkü kadının kadına inzali her hangi bir uzvun idhâli ile olmaz. Halbuki haddi gerektiren zinada idhâl şarttır. Bu yüzden kadının kadına inzali ta'zîr gerektiren bir suçtur, haddi gerektiren bir suç değildir. Tıpkı erkeğin kadının fercine idhâl etmeksizin inzali gibi.

Erkeğin yabancı bir kadının eliyle istimna etmesi zina sayılmaz. Yabancı bir erkeğin kadının fercine parmağını sokması da aynı şekil­dedir. Lâkin her iki fiil de günâh olup ta'zîr gerektirir. İnzal ister vaki' olsun ister olmasın hem kadına ve hem de erkeğe ta'zîr cezası gerekir.

Erkeğin eliyle istimnasına gelince bu noktada ihtilâf vardır. Mâ-likîler ve Şafiîler Mü'minûn sûresindek: .«Ki onlar ırzlarını korurlar. Sâdece eşleri ve sağ ellerinin mâlik oldukları müstesnadır. Doğrusu on­lar bunun için de kınanacak değildirler. Kim de bundan başkasını arar­sa, işte onlar haddi aşanlardır.» (Mü'minûn, 5-6) âyet-i celîlesine da­yanarak istimnayı haram saymaktadırlar. Mâliki ve Şâfiîlere göre; müs-lüman erkek, eşi ve cariyesi dışında herkese karşı ırzını korumaktan sorumludur. Eğer bir kişi, eşinden ve cariyesinden başka birisine yak­laşırsa o haddi aşanlardandır. Yani Allah'ın helâl kıldığı şeyi aşıp ha­ram kıldığı noktaya girenlerdendir. Zeydiyye mezhebi de bu görüşte­dir.

Hanefîler ise; şehevî arzulan celbetmek kasdıyla olduğu takdirde istimnayı haram saymaktadırlar. Fakat bir kişi evlenmemiş olup eline bir câriye de geçmemişse, şehvetinin mağlûbu olmaktan endîşe ederek, teskin maksadıyla istimna ederse bir mahzur olmaması ümit olunur. Hanefîlere göre; zina işlemekten korkulduğu zaman ondan daha aşağı olan istimnaya baş vurulabilir.

Hanbelîler ise; zinadan veya eşi, cariyesi bulunmayan, evlenmeye gücü yetmeyen kişinin şehvetinden endîşe ederek eliyle istimna etmesi halinde bir beis görmezler, evlenecek güçte olana ise istimna haram­dır.

îbn Hazm'a göre; istimna mekruhtur ve günâh değildir. Çünkü kişinin eliyle cinsiyet uzvuna temas etmesi İcmâ-ı ümmetle mubahtır. Kişinin cinsiyet uzvunu ellemesi mübâh olduğuna göre, istimnada, el­lemenin dışında meninin inzali kasdının ötesinde hiç bir şey yoktur ki, bu hak da hao&m değildir, tbn Hazm görüşünü şu âyet-i celîle'ye da­yandırır: «Ve Allah size haram kılmış olduğu şeyleri bir bir açıklamış­tır.» İstimna ise Allah'ın haram kıldığı hususlar arasında bulunmadı­ğından dolayı şu âyet-i celîle hükmünce helâldir: «Yeryüzünde bulunan her şeyi bütünüyle sizin için yaratmıştır.» îbn Hazm, ahlâkî faziletlere uygun düşmediği için istimnayı mekruh sayar. Rivayete göre İslâm bü­yüklerinden bir çoğu, istimna konusunda söz etmişlerdir, bir grup mek­ruh kabul ederken, bir diğer grup mübâh kabul etmiştir. Mekruh sa­yanlar arasında Îbn Ömer, Atâ gibi İslâm büyükleri yer almaktadır. Mü­bâh sayanlar arasında da, Îbn Abbâs ve Hasan el-Basrî ile tâbi'İn'in ile­ri gelenlerinden bazıları yer alır. Hasan'm ifâdesine göre savaşlarda is­timna yapıldığı vâriddir. Mücâhid de der ki; geçmişler, gençlerine kendilerini korumak için istimnayı emrederlerdi. Erkeğin istimnası konu­sunda söylenenlerin hepsi, cinsiyet uzvunu herhangi bir .şey sokmadan inzal edinceye kadar oynayan veya eliyle cinsiyet uzvunu ovalayan ka­dınların istimnası için de söylenir. Erkek için vârid olan hükümler, her mezhebin farklı görüş, çerçevesinde kadınların istimnası için de vârid-dir.

Etnı Hanîfe'ye göre; suçlunun şüphe durumunun varlığını iddia­dan âciz olması, bizatihi bir şüphe olarak kabul edilir ve hadd-i sert tatbik olunmaz, isterse her ikisinin zina ettiği şâhidlerin şehâdetiyle sabit olsun. Çünkü dilsiz kadın ve erkek şüphe durumunun mevcudiye­tini iddiadan âcizdirler. Şayet konuşabilecek durumda olsalardı, belki de şüphe durumunun1 bahis mevzuu olduğunu iddia edeceklerdi. Aklı başında iken zina eden delinin durumu da aynıdır. Hattâ Ebu Hanîfe —ikrarını yazı veya işaretle yapmışsa— dilsizin ikrarı halinde bile had-din tatbik olunmayacağını ileri sürer. Çünkü Ebu Hanîfe'ye göre; mu­teber olan ikrar, şahsa hitaben yapılan ikrar ve ifâdedir, yazma ve işa­ret değildir. Şayet dilsiz, ikrarını yazıyla yazsa veya çevresindeki kim­selerce ma'lûm olan işaretlerle ikrar etse, hadd tatbik olunamaz, çünkü şer-i şerîf haddin vücûdunu nihâî beyân esâsına dayandırır. Beyân ise ancak sarahat halinde son noktaya varmış olur. Beyânın nihâî hali, sözle ve ifâde ile belirtilir, yazı ve açıklama nihâî beyân sayılamaz.

Zeydîler ise Ebu Hanîfe'nin görüşüne uygun olarak dilsizlik ve de­liliğin bir şüphe olduğunu ve haddi önleyeceğini kabul ederler.

Mâliki, Şafiî ve Hanbelîlere göre;-suçlunun şüphe durumunun mev­cudiyetini iddiadan âciz olması, şüphe olarak kabul edilmez. Onlar, zi­na delilleriyle sabit olursa dilsize ve deliye hadd-i şer'înin uygulanaca­ğını öne sürerler. Keza her üç mezhep de dilsizin yazı ve işaretle ikra­rını —işareti şüpheye mahal kalmayacak şekilde anlaşıldığı sürece-kabul ederler.

Zahirîlere göre ortada delil mevcûd ise inkâr ve ikrarın anlamı yoktur. Kaldı ki zahirîler, şüphe durumunu ve şüphelerle haddlerin durdurulacağını kabul etmezler. Bu iki ana prensib gereğince zahirîle­re göre; suçlunun şüphe durumunun mevcudiyetini iddiadan aciz ol­ması, haddin tatbikine te'sîr etmez.

Ebu Hanîfe'ye göre; ortada ikrardan başka bir delil yok ise zina edenlerden birisi ikrar, diğeri de inkâr ederse, bu şüphe olarak kabul edilir ve inkâr edene ceza verilemez. Çünkü inkâr edenin aleyhinde Öbür sanığın ikrarından başka hiç bir delil yoktur. înkâr edenin aley­hindeki ikrar eksik bir delildir. îkrar edene hadd vurulamaz; çünkü biz inkâr edenin İnkârını doğrulamakla, ikrar edenin yalancılığını kabul etmekteyiz. O da bu yüzden mahkûm olmaktadır. Bunun nedeni; inkâr edenin hakkında reddedici bir delil nedeniyle hadd mümkün olmamak­tadır. Onun bu durumu, ikrar edenin hakkında da aynı durumun bulun­madığı şüphesini ortaya çıkarır. Çünkü zina. bir kişiden değil iki kişi­den meydana gelebilen bir suçtur. İnkâr edenin şüphe durumu söz ko­nusu ise bu, her iki tarafa da te'sîr eder. Zîra zinayı ikrar eden, mutlak olarak değil, inkâr eden şahısla zina ettiğini ikrar etmektedir. Şer-i Şe-rîf; ikrar edenin ikrar ettiği hususun aynısını inkâr eden hakkında en­gellediğine göre, ikrar edende de fiilin bizzarûre engellenmesi gerekir. Lâkin Hanefîlerden Ebu Yûsuf ile Mühammed; İmâm Mâlik, Şa­fiî, Hanbelî, Zeydi mezhebi mensubunun görüşlerini benimserler. Buna göre, ikrar edene ikrarından dolayı hadd uygulanır, diğerinin inkârı onun cezasına te'sîr etmez. Çünkü ikrar; ikrar eden hakkında bir hüc­cettir. İnkâr edenin hakkında zina sabit olmaması, ikrar edenin hak­kında zinanın mevcûd olmaması şüphesini doğurmaz. Zahirîlere göre zi­na edenlerden birisinin inkârı; ikrar edenin cezasına te'sir etmez. Çünkü zahirî mezhebi, şüphe-halinde haddin iskât edilmesini öngörmez. Onlara göre genel kaide şudur: Bir kimse akil-bâliğ olur, zorlanmadan başkası­nın malı, kanı ve uzvu ile ilgili ikrarda bulunursa ikrarının neticesine katlanır ve bir daha rücû hakkı yoktur. Şayet rücû ederse bundan fayda­lanamaz. Dolayısıyla kendi aleyhinde yaptığı itiraf ile lazım kıldığı kan, hadd veya malı ifâ mecburiyetindedir.

İki Taraftan Birinin Eşlik İddiasında Bulunması:

İki taraftan biri zina durumunun mevcudiyetini ikrar eder öbür taraf ta eşlik durumunun mevcudiyetini iddia ederse, Ebu Hanîfe ve Hanbel'e göre; her ikisine de hadd vurulmaz. Çünkü nikâh iddiası doğ­ru olması muhtemel olan bir iddiadır. İddia durumu aralarında nikâh bağı bulunduğunu ortaya çıkarır ki bu da haddi iskât eder. Çünkü ni­kâh iddiasının doğru olma ihtimâli vardır, tmâm Mâlik ve Şafiî ise eş­lik durumu sabit olmadıkça ikrar edene hadd cezası vurulmasını öngö­rürler. Zahirî vi Zeydîlerin de prensib olarak bu görüşte olmaları îcâb-eder.

Bir şahıs bir kadınla temas halinde bulunur, erkek ve kadın bir­birlerinin eşi olduklarını iddia ederlerse, cumhûr-u fuhahâ'ya göre —şâ-hidler onlann evli olmadığı, dolayısıyla zina ettikleri hususunda şehâ-det etmediği sürece— söz, onlann sözüdür. Lâkin İmam Mâlik, eşlik id­diasında bulunanların isbât etmesini şart koşar. Şâhİdler onlann zina ettiklerine şehâdet ederlerse; nikâh ile ilgili deliller ortaya konmadık­ça, eşlik iddiası haddi iskât etmez. Çünkü, onlann zina ettikleri hu­susunda şâhidlerin şehâdette bulunması, eş olmalarını önler ve bu du­rum sâdece sözleriyle ortadan kalkmış olmaz. Bazıları ise erkekle kadının birbiri için yabancı oldukları bilinmediği sürece haddin vurulma­yacağı görüşündedir. İddianın doğru olması muhtemeldir. Bu ihtimâl ise şüphe durumunun varlığım ortaya koyar.

İbn Hazm ise; iddia edenlerin yabancı veya bilinenler olması hali­ni birbirinden ayırmak gerektiğini Öne sürer. Tutulanlar eğer yabancı ve bilinmeyen kişilerse hadd gerekmez. Zina ettikleri hususunda elde belge dahi bulunsa aralarında nikâh bulunduğuna dâir delil getirmeye zorlanamazlar. Şayet kadın ma'rûf değilse ve kocası olmadığı da bilin­mekte ise temas eden erkeğin söylediği mümkün olan bir hal ise herhan­gi bir şey gerekmez. Çünkü aslolan, kanlarının ve ırzlarının haram ol­masıdır. Allah Rasülü şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz ki sizin kanları­nız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize haramdır. Şu halde Allah'ın ha­ram kıldığını mübâh saymak ancak şüpheye mahal kalmayacak şekilde ta'yînle caiz olur. Şayet her ikisinin yalan söylemesi kesin bir hal al­mışsa; hadd-i şer'î vurmak vâcibdir.

Zina ettikleri hususunda şâhidler bulunan kişiler için bekâretin bakî kalması; Ebu Hanîfe, Şafiî, Hanbel ve Şia'dan da Zeydîlere göre şüphe olarak kabul edilir. Dört kişi bir kadının zina ettiği hususunda şâhidlik yapar ve güvenilir kadınlar da onun bakire olduğuna şehâdet ederlerse, şüphe durumu söz konusu olduğu için hadd tatbik olunmaz. Bilindiği gibi yalnız başına şehâdetle hadd tatbik olunmaz. Fakat İmâm Mâlik kadına hadd vurulmasını gerekli görür, çünkü ona göre isbât, inkârdan öncedir. Ayrıca temasın bekâret zarı izâle edilmeden vâki ol­ması da muhtemeldir. Ebu Hanîfe'nin talebelerinden îmânı Züfer de aynı görüştedir. Zahirîler de bu görüşü kabul ederler. Fakat Zahirî mez­hebinden tbn Hazm, kadının bakireliğinin şeklinin belirtilmesi duru­muna göre hükmün farklı olacağı görüşündedirler. Kadınlar, bakire ol­duğunu söylerler ve haşefenin girmesi mümkün olmayacak kadar kü­çük olduğunu belirtirlerse, şâhidlerin de yalan söyledikleri kabul edilir bu takdirde şâhidlerin şehâdetiyle hüküm infaz olunmaz. Eğer'kadınlar, bekâret zarının yayvan biçimde olduğunu ve haşefenin girmesi halinde zarın zedelenmemesi durumunun bahis mevzuu olabileceğini söylerler­se, şâhidlerin doğruluğu ortaya çıkar. Çünkü haşefenin duhûlü ile hadd gerekir ve o kadına hadd-i şer'î uygulanır. Çünkü şâhidlerin yalancı oldukları veya vehmettikleri kestirilmiş değildir.

Bekâret zarının izâlesi konusunda ister şüphe ister yakın ile hadd-i şer'î sakıt olsun, şâhidlerin şehâdet ettikleri fiilin mevcudiyeti bir suç olarak kabul edilir ve ta'zîr cezası verilir.

 

b-  Temas Kasdı

 

Zina suçunun zina eden erkek veya kadın 'tarafından işlenmiş olabilmesi için, zina kasdının veya suç kasdımn bulunması şarttır. Suçlu­lardan birisi fiilin haranı olduğunu bilmeden ve kasıdlı olarak işlerse hadd-i şer;î gerekmez. Karısından başka birisiyle gerdeğe girip, karısı zannıyla temasta bulunmak veya kocasından başka birisiyle gerdeğe girip kocası zannıyla kendini ona teslim etmek veya yatağında bir ka­dın bulup karısı olduğunu zannederek onunla temas etmek veya ya­tağında bir erkek bulup kocası olduğunu zannederek kendisini ona tes-lîm etmek veya başka bir kocası olduğu halde onu izleyerek bir kişiyle evlenen kadına ikinci kocanın duhûlü gibi ikinci koca birincisini bil­mediği sürece fiilinden mes'ûl değildir.— veya karısını talâk-ı bâinle boşayan bir erkeğin kadının yanına girmesi, fakat kadının boşadığını bilmemesi gibi. Suç kasdının yanı sıra işlenen fiilin haram olması da şarttır.

Keza yabancı bir kadınla birleşmek isteyip yamlarak kendi karısıy­la birleşen kimse de zânî sayılamaz. İsterse o kişi temas ettiği kadının yaoancı clduğunu zannetsin. Zîrâ vâki' olan temas haram bir temas de­ğildir.

Prensib olarak İslâm hukukuna göre, İslâm yurdunda yaşayanla­rın hükümleri bilmemeleri ma'zeret sayılmaz. Meselâ bir adamın zina­nın haram olduğunu bilmemesi ma'zeret sayılmaz. Fakat İslâm hukuk­çuları, içinde bulunduğu şartlar nedeniyle ahkâmı bilmesi mümkün ol­mayan kimselerin cehaletinin ma'zeret olarak kabulünü istisnaî şekil­de caiz görürler. Meselâ yeni müslüman olmuş bir kişi İslâm yurdunda yetişip büyümemişse, durumu icâbı zinanın yasak olduğunu bilmemiş olabilir. Keza deli ifâkat bulup zinanın haram olduğunu bilmeden zina işlemiş olabilir. Bu ve benzeri hallerde ahkâmı bilmemek ceza verilme­mesi için ma'zeret olabilir. Suçlu, nikâh türlerinden herhangi birisinin bâtıl olduğunu bilmediğini iddia eder ve o nikâh şekli de zina olarak kabul edilmekte ise, bazı fukahâya göre; suçlunun ahkâmı bilmemesi ma'zeret olarak, kabul edilmez. Çünkü bu kapının açılması haddin is-kâtına vesile olabilir. Kaldı ki esasen her ferdin neyin helâl, neyin ha­ram olduğunu bilmesi şarttır. Bazı fukahâya göre ma'zeret olarak kabul edilir. Çünkü ahkâmı bilmek bilgiyi gerektirir ve bilgisizler için ahkâ­mın derinliklerine vâkıf olmak mümkün değildir. Bu son görüşün ta­raftarları ahkâmı bilmemeyi bir şüphe durumu olarak kabul ederler ve şüphenin haddi durduracağını öne sürerler. Ancak ta'zîr cezasını affet­tirmeyeceğini kabul ederler. Bu konuda sahâbe-i güzînden bize intikâl eden bazı hükümler vardır. Şöyle ki: Hz. Ömer (r.a.) devrinde bir kadın iddeti esnasında evlenir. Durum Hz. Ömer'e intikâl edince o, kadına ve erkeğe: Bu durumu biliyor muydunuz? diye sorar, onlar: Hayır, karşı­lığını verirler. Hz. Ömer: Eğer bilseydiniz sizi recmederdim, der ve her ikisine de sopa vurdurarak ayırır. Bir başka hâdise de şöyledir: Kadının birisi Hz. Ali (r.a.)ye gelerek: Benim kocam cariyemle zina etti, der. Kocası da gelip karısının doğru söylediğini, onun malının kendisine he­lâl olduğunu ifâde eder. Hz. Ali (r.a.) de adamın bilgisizliğini öne sü­rerek hadd tatbik etmez.

Fakat zinanın haram olduğunu bilmemenin ma'zeret sayılmasıyla, nikâhın sakat veya bâtıl olduğunu bilmemenin ma'zeret sayılması ara­sındaki fark, gözden uzak değildir. Birinci ma'zereti kabul; suç kasdı-nın bulunmadığı esâsına dayanarak suçlunun cezasının affını gerekti­rir. İkinci ma'zeretin kabulü ise —kabul edenlere göre— suç kasdını or­tadan kaldırmaz, ancak ma'zeret şüphe olup haddi durdurur fakat ta1-zîr cezasını engellemez.

 

Zina Suçunun Cezası

 

îslâmın başlangıcında zina cezası; evlerde hapsedilme, kınama ve döverek eziyet şeklindeydi. Zinaya verilen ceza şu âyete dayanıyordu: «Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şâhid getirin, eğer onlar şehâdet ederlerse ölünceye veya Allah onlara bir yol göste-rinceye kadar evlerde göz altında tutun, sizden fuhuş yapanların her ikisine de eziyet edin. Tevbe eder ıslâh olurlarsa artık cnlardan vazge­çin. Çünkü Allah Tevvâb, Rahim olandır.»  (Nisa, 15-17).

İslâm hukukçuları bu üç âyetin tefsiri hususunda değişik görüşle­re sahiptirler. Bazılarına göre; birinci âyet sâdece kadınlarla ilgili, er­keklerle ilgili değildir. İkinci âyet ise; birinciye bağlı olarak gelmekte­dir. Ve bağlantıyı «İçinizden fuhuş yapanların» âyeti sağlamaktadır. Daha önceki hükme muzâf olarak erkekler için ziyâdelik getirmektedir. Bu takdirde zina eden kadınların hükmü, ölünceye veya Allah kendi­leri için başka bir hüküm bildirinceye kadar evlerinde hapsedilmeleri oluyordu. Zina eden erkeklerin hükmü ise eziyet idi.

Diğer bazı fakînlere göre; birinci âyet evlilerin, ikinci âyet ise be­kârların durumunu açıklamaktadır. Onlar demektedir ki; âyetin met­nindeki «kadınlarınızdan» ta'bîri evli kadınlar içindir. Çünkü «kadın­larınız» ta'biri bir eşlik izafe etmektedir. Keza her iki nass birbirinden farklı iki ceza getirmektedir. Bunlardan birisi daha ağır, diğeri hafif­ti. Ağır olan (recm) evliler, hafif olan (sopa) bekârlar içindir.

Bir diğer gruba göre; «sizden fuhuş yapanların her ikisine de eziyet edin.» âyeti, «Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşıiçinizden dört şâ­hid getirin.» âyetini neshetmiştir. Bu görüşün taraftarları birinci âyet­te erkek ve kadınların kasdolunduğunu ifâde etmektedirler.

Yine İslâm hukukçuları arasında ittifakla kabul edilmektedir ki; her iki âyet, Nûr süresindeki şu âyetle nesholunmuştur. «Zina eden er­kekle, zina eden kadından her birine yüz değnek vurun. Allah'a ve âhi-iet gününe inananlar iseniz Allah'ın dininde sizi onlara karşı acıma duygusu tutmasın. Mü'minlerden bir grup ta bunların azabına şahid olsun...ü>   (Nûr, 2).

Allah Rasûlü de bu hususta şöyle buyurmaktadır: Alın benden. Al­lah onlar için bir yol koymuştur. Bakirenin bakire ile zinası yüz sopa ve bir yıl sürgün, evlinin evli ile zinası yüz sopa ve taşla recm'dir.

Bilâhare bekâr erkeğe sopa ve sürgün cezası verilmesi kararlaştırıl­mış fakat eziyet edilmesi hususunda ihtilâf vardır. Evli zânîler için de recm cezası kabul edilmiştir, ancak sopa vurulması konusunda ihtilâf vardır ki, biz bu ihtilâflara aşağıda temas edeceğiz.

Evli zânîlerin recm edileceği konusunda Haricîlerin bir kolu olan Ezrakîlerin dışında bütün müslümanlar müttefiktirler. Sâdece Ezrakî-ler, haber-i vâhid tevatür derecesine ulaşmadıkça makbul saymazlar. Halbuki Hz. Peygamberin recmettiği, hem kavlî hem de fiilî sünnette vâriddir.

Kavlî sünnette delil, yukarda zerkettiğimiz hadîs-i şeriftir. Bunun dışında daha pek çok hadîs-i şerîf bulunmaktadır ki, biz bunlardan ba­zılarım aşağıya dercediyoruz. Ebu Hüreyre ve Zeyd tbn Hâlid rivayet ederler ki: Bedevi bir adam Allah'ın Rasûlüne gelerek dedi ki; ey Al­lah'ın Rasûlü, benim hakkımda Allah'ın kitabıyla hükmet. Öbür hasmı ise —ondan daha bilgiliydi— evet, aramızda Allah'ın kitabıyla hükmet de bana izin ver, dedi. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü; anlat bakalım, dedi. Adam: Benim oğlum bunun yanında işçi idi. Karısıyla zina etmiş. Ben oğlumun recmedilmesi gerektiğini haber aldım ve onun için yüz koyun ve oğlak fidye verdim. Fakat bilenlere sordum; oğluma sopa vu­rulup bir yıl sürgün edilmesi, bu adamın karısının da recmedilmesi ge­rekiyormuş, dedi. Allah Rasûlü buyurdu ki: Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yşrnîn, ederim ki, ben sizin aranızda Allah'ın kitabıyla hükmedeceğim: Oğlak veya koyun geri verilecektir, oğluna da yüz sopa ve bir yıl sürgün vardır. Ey emîr —Eşlem kabilesinden bir adam— ya­rın !bu kadına git, eğer itiraf ederse onu recmet... Râvîlerin rivayetine göre; emîr, ertesi gün kadının yanma varmış, kadm durumunu itiraf edince Rasûlullah'ın buyruğuyla onu recmetmiştir.

Rivayet edildiğine göre; Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şehâdet getiren müslüman bir kişinin kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur, cana can, zina eden evli ve îslâm cemâatini terkederek dininden dönen.

Fiilî sünnetine gelince, Rasûlüllah (s.a.) Mâiz'i ve Gâmid'li kadım ve zinâ eden iki yahûdinin recmini emretmiştir ki, bunların hepsi Ra-sûlullah (a.s.) dan nakledilen rivayetle sabittir:

a- Ebu Hüreyre (r.a.)nin rivayetine göre; adamın birisi Rasû­lullah (a.s.) mescidde iken yanına gelmiş ve ona şöyle demiş: Ey Al­lah'ın Rasûlü, ben zinâ ettim. Hz. Peygamber ondan yüz çevirmiş, fakat o dört kere aynı şeyi tekrarlamış. Adam, kendi ağzıyla dört kere şehâ-det edince Rasûlullah (a.s.) onu çağırarak demiş ki. Sende delilik var mıdır? Adam: hayır, demiş. Rasûlullah (a.s.): Evlendin mi? diye sor­muş. Adam: EVet, demiş. Rasûlullah (a.s.) bunun üzerine şöyle demiş: Onu götürün ve recnıedin. îbn Şihâb der ki; Câbir İbn Abdullah'tan duyanlar onun şöyle dediğini naklederler: O adamı recmedenler arasın­da ben de vardım, onu namazgahta recmettik. Taşlar fırlatılınca adam kaçtı, biz ona Harre'de ulaştık ve recmettik.

b- Süleyman îbn Büreyde babasından rivayet eder ve der ki; Evs kabilesinden Gâmid'li bir kadın Rasûlullah (a.s.)ın yanına gelerek der ki: Ey Allah'ın Rasûlü, beni temizle. Allah'ın Rasûlü: Ne oldu sa­na git Allah'tan bağışlanmanı dile ve tevbe et, buyurur. Bunun üzerine kadın der ki: Görüyorum ki beni de Mâiz İbn Mâlik'i geri çevirdiğin gibi çevirmek istiyorsun. Vallahi ben zinadan hâmile kaldım, demiş. Al­lah Rasûlü : Ya Öyle mi? deyince kadın : Evet, demi$. Rasûlullah : Kar-nındakini doğuruncaya kadar bekleyeceksin, buyurmuş. Râvî der ki; Allah Rasûlü kadın doğumunu yapıncaya kadar onu Ansâr'dan bir adama emânet etti. Kadın doğumunu yapınca adam Hz. Peygam­bere gelerek: Gâmid'li kadın doğum yaptı, dedi. Hz. Peygamber bu­yurdu ki: ,Onu şimdi recmetme, çünkü çocuğunu emzirecek kimse bu­lamazsın. Ansâr'dan bir adam ayağa kalkarak: Ey Allah'ın peygam­beri onu emzirtmek bana aittir, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kadını recmettirdi,

c- İbn Ömer (E.a.) rivayet eder ve der ki; yahûdîler Hz. Peygam-ber'e zinâ etmiş bir erkeği ve kadını getirdiler. Hz. Peygamber onlara dedi ki: Bunlar hakkında sizin kitabınızda neler görüyorsunuz? Dedi­ler ki: Onların yüzlerini karartır ve rezîl ederiz. Allah Rasûlü buyurdu . ki: Yalan söylediniz, sizin kitabınızda onlar recmedilir, eğer doğru sözlü iseniz size Tevrat'ı getirin o kısmı okutayım. Yahudiler Tevrat'ı getir­diler ve bir okuyucu da beraberlerinde geldi, mezkûr bölümü okudu ni­hayet bir noktaya geldi ki elini üzerine koydu ve kaldıramadı. Kendi­sine; elini kaldır, denilince elini kaldırdı, baktılar ki o kısım zinâ ede­nin recmolunacağı bölümdür. Bunun üzerine okuyan kişi veya yahûdî­ler dediler ki: Ya Muhammed (a.s.) Tevrat'ta recm âyeti yazılı, fakat biz kendi aramızda onu kaldırdık. Bunun üzerine Hz. Peygamber onların recmedilmesini emretti, tbn Ömer der ki; ben onların kendilerine atılan taşlardan sakındıklarını bile gördüm.

Şeriatı gönderen Yaratıcı, evlilerle bekârlar arasında bir ayırım gö­zetmektedir, çünkü bir kadına sahip olduktan sonra evli birinin zina işlemesi son derece çirkin bir harekettir, cezasının da ağır olması gere­kir. Hulâsa zinanın cezası iki türlüdür:

a- Bekârlar için,

b- Evliler için.

 

a- Bekârlar tçin Zinanın Cezası

 

İster erkek ister kadın olsun, bekâr birisi zina ederse iki tür ceza ile cezalandırılır:

a- Sopa

b- Sürgün.

Çünkü Allah'ın Rasûlü bu hususta şöyle buyurmuştur: Alın, işte benden. Allah onlar için bir yol halketti. Bekârın bakire ile zina etmesi yüz sopa ve sürgündür.

Gözden uzak tutulmaması gereken bir husus ta; îslâm hukukunun zi­na suçunda hürlerle kölelere farklı ceza vermesidir. Buna göre zina eden kölelerin cezası hafif, hürlerin cezası ağırdır. Burada her birinin kendi özel şartları dikkate alınmıştır. Biz yeryüzünden kölelik kaldırıldığı için burada Sâdece hürler için konulan cezayı açıklayacağız, kölelerle ilgili cezaların açıklanmasına luzûm görmüyoruz:

a- Sopa cezası: Bakire birisi zina ederse Yüce Allah'ın: «Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun.» (Nûr, 2) âyet-i celîle'si hükmünce, yüz sopa vurulur. Allah Rasûlü de şöyle bu­yurur: Alın işte benden. Allah onlar için bir yol halketti. Bekârın baki­re ile zinası yüz sopa ve bir yıl sürgündür. Sopa cezası haddir yani ce­zası önceden takdir olunmuştur. Binâenaleyh hâkimin herhangi bir se­bep veya şarta dayanarak bu cezayı artırıp eksiltme hakkı yoktur. Keza cezanın infazını durduramaz, yerine bir başka ceza veremez. Devlet yö­neticisi de bu hususta hiç bir yetkiye sahip değildir, tümünü veya bir kısmını affedemez.

Cezanın infazı konusundan bahsederken; sopa vurma şekli ve şart­ları üzerinde ayrıca duracağız.

b- Sürgün cezası: Bekâr bir kimse zina ederse yüz sopa vurulur ve bir yıl sürgün edilir. Şu halde sürgün, zinanın ikinci cezasıdır. Fakat îslâm hukukçuları sürgünün vâcib olup olmamasında ihtilaflıdırlar. Ebu Hanîfe ve arkadaşlarına   göre; sürgün vâcib   değildir. Fakat Ebu Hanîfe, İmam'ın (devlet reisinin) faydalı bulması halinde sürgün ve sopayı birleştirebileceğine cevaz vermektedirler. Şu halde Hanefîlere göre sürgün cezası; hadd cezası olmayıp ta'zîr cezasıdır. Şia'nın Zeydiy-ye kolu da bu görüştedir.

îmâm Mâlik, Şafiî ve Hanbel ise; sopa ile sürgünün birleşmesini vâcib kabul ederler. Onlar sürgünü sopa gibi hadd kabul ederler ve bu görüşlerini Rasûlullah (a.s.)ın yukarda zikrettiğimiz şu hadîs-i şerifine dayandırırlar: Bekârın bakire ile zinası yüz sopa ve bir yıl sürgündür. Adı geçen İmamlar Hz. Ali ile Hz. Ömer'in sopa cezası ile birlikte sür­gün cezası verdiklerini, sahabeden hiç kimsenin bunu reddetmediğini belirterek, mezkûr halîfelerin bu amelinin icmâ niteliğini taşıdığını Öne sürerler. Zahirîler de bu görüşte olup sürgünün nass'ın sarâhatıyla sa­bit olduğunu belirtirler.

İmâm Mâlik'e göre; sürgün cezası kadınlar için değil erkekler için­dir. Zîrâ kadın korunma ve muhafazaya muhtaçtır. Sürgün edildiği tak­dirde mutlaka mahrem veya mahrem olmayan birisinin de beraberin­de sürgün edilmesi îcâbedecektir. Aslında kadının mahremsiz sürgün edilmesi caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmakta­dır: Allah'a ve âhiret gününe inanan kadının bir gece ve günlük yola mahremsiz çıkması helâl olmaz. Hem kadının mahremsiz sürgün edil­mesi, onu ahlâksızlığa sevkeder ve sıkıntıya düşmesine sebep olur. Eğer mahremiyle birlikte sürgün edilecek olursa; bu da zanî olmayan yani suçsuz birisinin sürgün edilmesi durumunu doğuracaktır. Eğer kadınla beraber sürgün edilenin ücretini ödetmek zorunluluğu konulacak olur­sa; bu, Şer-i Şerifte vârid olmayan bir cezanın suçluya ilâve olarak ve­rilmesidir ki, benzer cezayı erkek için uygulamak söz konusu olamaz. Bunun için Mâlikîler sürgünle ilgili haberi sâdece erkeğe hâs kabul et­mektedirler. Çünkü bu hükümle tahsis etmeden amel; hükmün mefhû­muna muhalif düşer. Hükmün mefhûmunda, zina eden kişiye mezkûr cezadan fazla bir şey öngörülmemiştir. Halbuki kadına sürgün cezasını öngörmek, ona fazla yük yüklemek demektir. Kaldı ki belirttiğimiz se-beblerden dolayı âyetin hükmünü ta'mîm edecek olursak, gelişindeki hikmeti ortadan kaldırmış oluruz. Şöyle ki; hadd cezası, suçu önlemek için vâcib'olan bir cezadır, kadının sürgüne gönderilmesi ise onu suça teşvik ve kendisine yeni suç imkânı hazırlamak olur.

Şâfiîler, Hanbelîler ve Zahirîlere göre; sürgün, hem erkeğe hem de kadına vacip bir cezadır.

Sürgünün Mâhiyeti: İslâm hukukçuları sürgünün mâhiyeti konu­sunda ihtilaflıdırlar. îmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe sürgünün, hapis mâ­nâsına geldiğini söylerler. Bu takdirde sürgün edilen kişi, sürüldüğü memlekette bir sene hapsolunur.    Hanefî ve Mâlikîlere göre sürgün; suçlunun, suçun işlendiği mahallin dışındaki bir beldede hapsedilmesi demektir.

Şafiî ve Hanbelîler ise sürgünün; suçlunun suçu işlediği beldeden başka bir beldeye sürülmesi mânasına geldiğini ve sürgün edilen kişi­nin sürgün edildiği memlekette gözetim altında tutulmasını, ancak hapsedilmemesini kabul ederler. Şu halde Şafiîler ve Hanbelîlere göre sürgün; bir başka memlekette suçlunun gözetim altında tutulması de­mektir. Zahirî mezhebi de bu görüştedir.

Bazı îslâm hukukçuları da sürgün mahallinin, namazın kısaltılma­sı gereken seferi mesafeden az olmamasını şart koşarlar. Bazı fakîhler ise sürgün mesafesinin hâkime bağlı olduğunu, belli bir mesafe ile sı-nırlanamayacağım kabul ederler. Onlara göre suçlu; hâdise mahallin­den bir mil uzaklıktaki bir köye sürülse bile kâfidir. Sürgün köyden kö­ye olacağı gibi şehirden şehire de olabilir. Çünkü sürgün lâfzı hadîste mutlak olarak ifâde edilmiştir, binâenaleyh sürgün kelimesine verile­bilecek en az mesafeyi içine alır. Gözetimden maksad; süresi bitmeden Önce kendi memleketine veya —bazı fakîhlere göre— seferîlik mesafe­sinden kısa mesafede bir yere dönmesinin önlenmesidir. Bazı fukahâya gere de gözetimden maksad; sürgün edilen kişinin sürgün edildiği mahal­de ikâmete zorlanmasıdır. Yani sürüldüğü yerden dışan bırakılmama-sıdır. Şâfiîlere göre sürgün, prensib olarak nefy mânâsına gelir. Ancak suçlunun, sürüldüğü şehirden çıkıp suçu işlediği yere dönmesinden kor-kulursa; sürüldüğü mahalde hapsedilmesi de caizdir. Şafiîler; sürüldü­ğü mahalden kaçıp kendi memleketine dönen suçlunun, tutularak tekrar sürüldüğü yere gönderilmesini ve sürenin yeniden başlatılmasını öne sürerler. Böylece hem suçlunun yalnız kalması sağlanmış olur, hem de sünnetten uzaklaşılmamış olur. Hanbelîlere göre de; suçlu, sürüldüğü mahalden kaçıp yeniden memleketine dönerse yeniden tutulup sürgün, edildiği yere gönderilir, ancak sürgün edilme süresi eski müddete binâ-edilir. Sürgünün başladığı tarihten itibaren senenin doldurulması sağ­lanır, sene yeniden başlamaz.

Bir beldeden bir başka beldeye sürgün edilmiş olan kişi, sürgün edildiği beldede tekrar zina edecek olursa; o takdirde tekrar sopa vu­rulur ve başka beldeye sürgün edilir. Ancak birinci sürgünden arta ka­lan ceza; haddlerin aynı cinsten olması nedeniyle, ikinci sürgünün sü­resi içine girer. Mâliki, Şafiî ve Hanbelîler bu konuda müttefiktirler. Lâ­kin Zahiri mezhebi mensûblan; birinci sürgünün süresi tamamlandık­tan sonra, ikinci sürgünün başlaması gerektiğini öne sürerler. Çünkü onlara göre; bir hadd ile gereken ceza, başka bir hadd ile sakıt olmaz. Bir kişi gurbet elde zina ederse, kendi memleketinden başka bir memlekete sürgün edilir. Sürgün edildiği memlekette de zina ederse sürgün edildiği memleketin dışında bir başka memlekete sürülür. Mâ-îikî mezhebine mensûb bazı fakîhlere göre; yabancının zina edildiği beldede hapsedilmesi onun için sürgün sayılır. Lâkin Şafiî ve Hanbe-lîler zina ettiği o beldeden de sürülmesi gerektiğini belirtirler.

 

b- Evliler için Zinanın Cezası

 

İslâm hukuku; zina suçunda evli zânî ile bekâr zânî arasında ayı­rım yapmıştır, bekârın cezasını hafifletirken, evlinin cezasını araş­tırmıştır. Yukarda belirttiğimiz gibi bekâra sopa ve sürgün cezası verir­ken, evliye sopa ve recm cezası vermiştir. Recm; taş veya benzeri şeyler atılarak öldürmek demektir.

Bekâra verilen cezanın hafifletilmesi için gösterilen sebeb, evliye verilen cezanın ağırlaştırılması için gösterilen sebebin aynısıdır. İslâm şeriatı fazilet esâsına dayanır. Ahlâk ve namus duygusuna itinâ göste­rir. Soyun kirlenip karışmasını önler. İnsanın şehvetiyle mücâdele et­mesini ve helâl yoldan başka bir yolla şehvetini tatmin etmemesini ön­görür. Şehveti tatmin etmenin helâl yolu evliliktir. Evlilik çağına gel­miş erkeklerin, fitneye nıa'rûz kalmamaları veya güçlerinin yetmeyece­ği bir halle karşılaşmamaları için evlenmelerini öngörür. Eğer kişi ev­lenmez şehveti akıl ve irâdesine baskın gelirse İslâm hukuku o kişiye yüz sopa ve bir yıl sürgün cezasını gerekli görür. Onun bu hafif ceza­ya çarptırılmasında yardımcısı; suçu işlemesine vesile olan evlenme ha­linin bulunmayışıdır. Fakat bir kişi evlenip sonra suç işlerse onun ce­zası sopa ve recmdir. Çünkü evlilik, zina suçuna giden kapıları kapar. İslâm hukuku evlilikten sonra zina suçunun işlenmesine vesîle olacak hiç bir ycla müsâade etmez. Fakat İslâm şeriatı, eşlerin arasının açıl­ması halinde kişinin bir suç islemeye tevessül etmesini önlemek için evlilik bağını ebedî olarak kabul etmiştir. Evlenen kadının evlendiği an­da masumiyetini elinde bulundurmasını mübâh görmüştür. Keza ev­lenen kadının kocasının: kaybolması, hastalanması veya sıkıntıya düş­mesi halinde boşanma talebini normal saymış ve kocaya her zaman bo­şanma imkânını açık tutmuştur. Ayrıca adaleti gözetmek kaydıyla, er­keğe birden fazla kadınla evlenmeyi (dörde kadar) helâl kılmıştır. Bü­tün bu yollarla İslâjn hukuku evli erkeğe helâl birleşim kapılarını açık tutmuş ve haram birleşim kapılarını kapatmıştır. Bu bir yerde aklın ve tabiatın gereği olarak adaletin kendisidir. Evli bir kişi, suça sevke-den faktörlerden uzaklaşmış olduğundan cezanın hafîfleştirilmesini ge­rektiren bütün ma'zeretler ortadan kalkmıştır. Böylece ıslâhı mümkün olmayan, bütün imkânları kullandıktan sonra yine de harama tevessül eden kötülük unsurunun temizlenmesi gaye edinilmiştir.

Recm: İslâm mezhepleri arasında Haricîlerin bir kolu olan Erzakilerin dışında bütün tslâm hukukçuları recm cezasını kabul ederler, Ancak Haricîlerden bir fırka olan Erzakîler tevatür derecesine varma­mış olan haberi kabul etmedikleri için; evli ve bekâr zânllerin cezasının sopa olduğunu öne sürerler. Ve bu görüşlerini şu âyet-İ celîle'ye dayan­dırırlar: «Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun.»   (Nûr, 2).

Recm; zina eden kimsenin taş ve benzeri şeyler atılarak öldürülme­sidir. Recm'in esâsı, yukarda da açıkladığımız gibi Rasûlullah (a.s.)ın kavlî ve fiilî sünnetidir. Şu halde recm, hem fiilî hem de kavlî bir sün­nettir.

Sopa cezası: Nass'in gereği olan evli zânîlerin recmi dışında ikinci ceza sopadır. Çünkü Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmaktadır: Alın işte benden. Allah onlar için bir yol halketmiştir. Bekârın bakire ile zinası yüz sopa ve bir yıl sürgündür. Evlinin evli ile zinası yüz sopa ve taşla recm'dir.

Lâkin islâm hukukçuları; evli zânînin cezasının yalnız recm mi, yoksa recm ile beraber sopa mı olduğu konusunda ihtilaflıdırlar.

Hem sopa hem de recm olduğunu söyleyenlerin delili; Kur'ân-ı Ke-rîm'in sopayı esâs ceza olarak zikretmesidir. İşte bu husustaki âyet-i kerîme. «Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz sopa vu­run.»

Bilahare sünnet-i seniyye; evlinin recmedil meşini ve bekârın sür­gün edilmesi kaidesini getirmiş, böylece ikisinin birleşmesi vâcib olmuş­tur. Nitekim Hz. Ali, Şürahâ'yı perşembe günü sopalatmış, cum'a günü recmetmiş ve: Cnu Allah'ın kitabına uyarak sopalattım. Rasûlullah (s.a.)ın sünnetine uyarak recmettim, buyurmuştur. Rasûlullah (s.a.)ın sopa ile recmi birleştiren hadîs-i şerifi gayet sarihtir: Evlinin evli ile zinasında yüz sopa ve recm vardır. Bu sarih nass ile sabit olan hüküm, ancak onun gibi bir nass ile neshedilebilir. Hadîsin metni, bekâr için sopa ve sürgün,; evli İçin sopa ve recm cezasını koyduğuna ve biz bekâ­rın cezalarını kabul ettiğimize göre; evimin cezalarını da kabul etme­miz gerekecektir. Şu halde önce sopa vurulacak, sonra recmedileçektir. İşte bu görüşü belirten fakîhlerden bazıları: Hasan, îshâk, tbn Münzir. Zahirî mezhebi ile Şîa'nm Zeydiyye kolu ve Hanbelî mezhebinden bir grup.

Evli zânînin cezasının sopa değil, recm olduğunu söyleyenlerin de­lili ise; Rasûlullah (s.a.)m Mâiz'i, Gâmid'li kadını ve iki yahûdîyi recm-etmesidir. Recm ile birlikte sopalattığı vârid olmamıştır. Hattâ Rasû­lullah (a.s.)ın işçi meselesinde: Enîs, yarın o kadına git, eğer itiraf ederse recfnet, buyurduğu vâriddir. Buna göre peygamber, recm ile birlikte sopa vurulmasını emretmemiştir, Bu hüküm, öbüründen daha sonra vârid olduğu için bunun kabul edilmesi gerekir. Meselenin nass yönünden izahı böyledir. Mânâ bakımından izahına gelince; İslâm hu­kukundaki genel kaideye göre küçük hadd, büyük haddin içerisinde giz­lenmiştir. Çünkü hadd recm için konulmuştur. Recm cezasından önce dövmenin recm konusunda bir te'sîri yoktur. Bu görüşü cumhûr-u fu-kahâ kabul eder. Onlar peygamberin hadîsini kabul etmekle beraber, sopanın bilâhare neshedi^iğini veya recm cezasının içine girdiğini be­lirtirler. Mâlikîler, Hanefîler, Şâfiîler ve Hanbelîlerden bir grubun görü­şü böyledir.

Bir üçüncü görüşe göre; evli zânî yaşlıysa hem dövülür hem de recmolunur. Eğer genç ise dövülmez sâdece recmolunur. Nitekim Ebu Zer'den şu mealde bir rivayet nakledilir: Yaşlılara sopa vurulur ve recm­olunur, evliler recmolunur, bekâra sopa vurulur ve sürgün edilir. Übeyy İbn Kâ'b'dan ve Mes'ûd'dan da benzer bir rivayet nakledilir. Öyle sanı­yoruz ki, bu görüşün esâsı; yaşlının zina etmesinin mezmûm bir fiil ol­masıdır. Hattâ Allah'ın Rasûlü şöyle buyurur: Üç kişiye Allah kıyamet gününde rahmet nazarıyla bakmaz ve onları tezkiye etmez, onlar için elîm bir azâb vardır. Zina eden yaşlıya, yalan söyleyen hükümdara, bü-yüklenen işçiye.

Bazı hallerde verilecek ceza konusunda ihtilâf vardır. Bu ihtilâf; ya o hallerin alacağı şekilden veya hükmün dayandığı nass'lardan ileri gelmektedir. Biz, bu durumlardan teker teker söz etmeye çalışacağız:

Livâta hali: Livâtanın zina olarak kabul edilmesi halinde zina ce­zası verilmesi îcâbeder. Fakat livâtayı zina olarak kabul edenler, veri­lecek ceza konusunda değişik görüşlere sahiptirler.

İmâm Mâlik'e göre; livâtanın cezası mutlak mânâda recmdir. Fa­il veya mef'ûl, ister evli olsun ister bekâr olsun. Şafiî ve Hanbelî mez­hebinde ise üç görüş vardır:

a- Birinci göeüşe göre; livâta zina hükmündedir, her ikisine de zina cezası uygulanır, evli ise recmedilir, bekâr ise sopa ve sürgün ceza­sı verilir. Bu görüş sahiplerinin dayandıkları delil, Ebu Mûsâ el-Eş'arî'-nin Hz. Peygamberden rivayet ettiği şu hadîs-i şeriftir: Erkek erkekle temas ederse her ikisi de zina etmiş sayılır. livâtanın cezası hadd oldu­ğu için bekârla evlinin farklı hükümlerine sahip olması gerekir, çünkü livâta: bir nevi temastır.

b- Livâta eden recmolunur. Livâta edilen ise recmolunmaz, ister erkek ister kadın, ister bekâr olsun sâdece sopa vurulur, sürgün edilir. Evli veya bekâr olmak bu konuda müessir değildir. Çünkü o, önden te­mas için söz konusudur. Livâta ise arkadan temas olduğu için bu hu­susta evliliğin müessir   olacağı düşünülemez. Şu halde livâta olunan kimsenin fiili zina olarak kabul edilmekle beraber bekârın zinası hük­müne tâbi olur. Çünkü evlilik arka için değil ön için vâriddir.

c- Üçüncü bir görüş uyarınca; livâta eden ve edilenin cezası, is­ter evli ister bekâr olsun her halükârda ölümdür. Bu görüşün sahipleri ölümün şekli konusunda iki gruba ayrılmaktadırlar: Birine göre livâta eden ve edilen recmedilerek öldürülür. Diğerine göre kılıçla öldürülür. Livâta eden ve edilenin öldürülmesi gerektiğini söyleyen İbn Abbâ3 (r.a.)m Hz. Peygamberden naklettiği şu hadîs-i şeriftir: Lût kavminin işlediği fiili işleyen kimseyi görürseniz, onu ister fail ister mef'ûlünbih olsun öldürün. Hadîs-i şerifte öldürmenin mutlak mânâda zikredilmesi, kılıçla öldürülmesinin gerektiğini söyleyenler için delildir. Diğer grup ise öldürmeyi recm ile tefsir etmişlerdir. Çünkü livâtanın bir temas şek­li olduğunu ve haddi îcâbettirdiğini, dolayısıyla öldürmenin zinada ol­duğu gibi recm ile yapılması gerektiğini belirtmektedirler.

Ebu Hanîfe'ye göre; livâta, zina cezasına tâbi değildir. Livâta ede­ne ta'zîr cezası verilir. Livâta eden veya edilenin —Ebu Hanîfe'ye gö­re— ölünceye, veya tevbe edinceye kadar hapsolunmasında bir beis yok­tur. Eğer livâtayı itiyâd haline getirmişse, hadd olarak değil siyâset olarak öldürülür. İmâm Ebu Yûsuf ve Muhammed ise livâtayı zina ola­rak kabul eder ve zina cezasının uygulanacağını belirterek, evli ise recm, evli değilse sopa cezasını öngörürler.

Şia'nın Zeydiyye kolunda livâta konusunda iki görüş vardır. Birine göre livâta zina hükmündedir, evli ise recmolunur, bekâr ise sopa vu­rulur. İkincisine göre; livâta eden ve edilen her halükârda öldürülür.

Zahirî mezhebine göre livâta zinadan ayrı bir fiildir ve suçtur, ta'­zîr cezası verilir.

Cumhûr-u fukahâ'ya göre; mahremiyle zina eden kişiye zina ce­zası verilir. Evli ise recmolunur, evli değilse sopa vurulur ve sürgün edi­lir. Lâkin Ahmed İbn Hanbel gibi bazı fakîhlere göre mahremiyle te­mas eden kişinin —Berrâ'dan rivayet edilen bir hadîse dayanılarak— her halükârda öldürülmesi gerekir. Berrâ diyor ki: Bir gün amcama rastladım beraberinde bir adam var idi. Nereye gidiyorsun, dedim. O da beni Hz. Peygamber babası öldükten sonra onun hanımıyla evlenen bir adama yolladı, onun boynunu vurmamı ve malını almamı emretti, dedi. Cürcânî ve İbn Mâce kendi isnâdlarıyla İbn Abbâs'ın rivayet et­tiği bir hadîste Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu belirtirler; Mahremiy­le temas edeni hemen öldürünüz.

Zahirilere göre; babasının karısıyla temas eden kişi, ister nikâhlı ister nikâhsız olsun, ister evli ister bekâr olsun hemen öldürülür, malı beşe bölünür. Temas ettiği kadın ister annesi olsun, ister başkası ol­sun, ister babası ona duhûl etsin ister duhûl etmesin. Babasının kansı dışında öteki mahremleriyle temas eden kişi —emişme veya sıhriyyet yoluyla mahremleri—zânîdir ve zina haddi uygulanır. Bunun sebebine gelince; babasının kansı hakkında nass vârid olmuştur, yukarda bah­settiğimiz Berrâ'nın hadîsi bu hususa açıklık getirmiştir. Öteki mah­remlere gelince; bu hususta sarih bir nass vârid olmamıştır. Binâena­leyh onlardan birisiyle zina eden kimse, umûmî hükümler gereğince zânî olarak kabul edilir.

İmâm Malik, Ebu Hanîfe ve Zahirîlere göre; her türlü hayvanla te­mas zina olarak kabul edilmez, sâdece masiyet olarak kabul edilir, ta'-zîr cezası verilir. Kadının kendisini hayvana kullandırma hali de böy­ledir. Şafiî ve Hanbelî mezhebindeki kuvvetli görüş taraftarları bu ka-nâattadırlar.

Şafiî ve Hanbelî mezhebinde pek kuvvet kazanmamış olan görüşe göre; hayvanla temas zina olarak kabul edilir. Ancak her ahvâl ü şart­ta cezası ölümdür. Çünkü Rasûlullah (a.s.)ın: Hayvanla temas edeni de hayvanı da öldürünüz, buyurduğu rivayet olunmuştur. Şâfülerden bir kısmı hayvanla teması erkeğin kadınla temasına kıyas ederek zina saymakta ve evli ise recm, bekâr ise sopa ve sürgün cezasını gerekli bulmaktadırlar. Şâfiîlerden bir kısım fakîhlerin Öngördüğü bu görüş, Şia'nın Zeydiyye kolunca da kuvvetle benimsenen görüştür. Zeydiyye'-den bir kısmı da imâm Mâlik ve Ebu Hanîfe'nin görüşünü benimser.

Şâfiîler ve Hanbeliler kendisini bir hayvana kullandıran kadını, hayvanla temas eden erkeğin hükmüne tâbi tutmaktadır. Lâkin bazı Şafiî fakîhleri, kendini hayvana kullandıran kadına sâdece ta'zîr ceza­sı verilebileceğini ifâde etmektedirler.

İslâm hukukunun evli (muhsin) ile evli olmayan (gayr-i muhsin) arasında fark gözettiğini birincisine recm, ikincisine sopa, cezası verdi­ğini gördük. Bu demektir ki; İslâm hukuku recm için ihsanı şart koş­maktadır. İhsan olmayınca recm olmamaktadır. îhsân, aynı zamanda bir milletin unsurlarının mecmuu olan şartlar yığını.demektir; Bu yı­ğından her biri bizatihi recmin vâcib olması için şart ve illettir.

İhsanın anlamı:İhsan; lügatta bir engele veya bir korunağa girmek demektir. Nitekim Yüce Allah: «Sizi sıkıntıdan koruması için ona zırh yapma san'atını öğrettik.» buyururken ihsan kelimesini kullanmakta ve korunağa girme mânâsım kasdetanektedir. (Enbiyâ, 80). Fakat Kur'ân-ı Kerîm'de ihsanın birçok mânâsı vardır. Bunlardan birisi evlenmedir. Nitekim bu mânâda Nisa sûresinde şöyle buyurmaktadır: «Ellerinize geçen cariyeler müstesna evli kadınlarla evlenmeniz de yasaklandı.» (Nisa, 24) Buradaki evli kadın ta'biri «muhsanât» diye ifâde buyurul-muştur. Şu âyet-i celîle'de ise ihsan, hürriyet mânâsına gelmektedir.

«Sizden; hür, inanmış kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen kimse, el-lerinizdeki inanmış cariyelerden alsın.» (Nisa, 25).

Şu âyet-i celîle'de ise, ihsan, iffet mânâsına kullanılmıştır: «İmrân*-ın kızı Meryem'i de. O ki, iffetini korudu. Bia de onun rahmine ruhu­muzdan üfledik.» (Tahrîm, 12). Şu âyet-i celîle'de de ihsan iffet mânâ­sına kullanılmaktadır: «Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitab verilenlerin yemeği size helâldir, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Ve mü'löJnlerden iffetli kadınlar ve sizden önce kitab verilenlerden iffetli ka4ûil4r zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızm, mihüierini verdiğinizde âföfr^ıelâldir.» (Mâide, 5). Şu âyet-i celîle'de ise İslâm ve evlilik mânâsına gelmektedir: «Evlendiklerinde zina edecek olurlarsa; onlara, hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir.» (Nisa, 25). Şu âyet-i celîle'de is© ihsan; hürriyet, bulûğ ve iffet mânâlarına gelmektedir: «Namuslu kadınlara iftira atıp ta sonra dört şâhid getir­meyenlere seksen sopa vurun.» (Nur, 4).

 

İhsanın Türleri

 

Suçlar konusunda ihsanın iki çeşidi vardır:

Recm ile ihsan .iftira suçu için ihsan. Recm için ihsandan burada söz edeceğiz, iftira suçuı için ihsandan ise iftira konusunu ele alınca bahsedeceğiz.

Recm konusunda ihsan şer'an şu mânâya gelir: Şâri'in (Şeriatı gönderen yaratıcının, kanun koyucunun) recmin vâcib olması için koy­duğu bazı niteliklerin toplamından ibarettir veya zina eden kimsede bu­lunduğu takdirde sopa yerine recm cezasını gerektiren şartların topla­mıdır.

 

İhsanın Şartları

 

İslâm hukukçuları zina suçunda ihsanın bazı şartları konusunda it­tifak etmişler, <Jiğer bazılarında ise ihtilâf etmişlerdir, biz gerek ittifak edilen, gerekse ihtilâf edilen şartlan (ayrı olarak) aşağıda açıklayaca­ğız:

a- Sahih bir- nikâhla temas:

îhsân halinin kâim olması İçin, sahih bir nikâhla temas durumu­nun bulunması şarttır. Ayrıca temas önden olmalıdır. Çünkü Allah Ra-sûlü şöyle buyurmaktadır: Evlinin evli ile zinasında sopa ve recm var-du*. Evlilik ancak önden temas ile tekevvün eder.

Temastan hâl! bir nikâh akdinin ihsan sayılmayacağı konusunda ittifak vardır. İsterse böyle bir nikâhla halvet hâsıl olsun. Keza fercin dışında bir noktaya temas veya arkadan temas hali de aynıdır. Çünkü bütün bu fiillerle kadına, duhûl vuku'-bulmuş sayılmaz, Ve yüz sopa, bir yıl sürgün cezasına çarptırılan bekârlar İçin gerekli olan hadd îcâb-eder.

Evlenmiş olarak nitelendirilebilecek temas; guslü îcâbettlrecek şe­kilde olan Önden duhûldür veya haşefenin ferete görülmeyecek şekilde kaybolması, yahut inzal ister vaki' olsun, ister vâki' olmasın haşefe mik­tarının ferce girmesidir. îhsân halinin mevcûd olabilmesi için; yalnız böyle bir temas kâfî değildir. Bununla birlikte birleşmenin nikâhlı ol­ması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Allah'ın. «Kadınlardan evli olanların...» âyetinde kullandığı ihsan, nikâh manasınadır. Eğer temas, zina gibi nikâhsız veya şüpheli olursa temas eden kişi muhsan olm&z. Bu husus­ta ihtilâf yoktur.

Ayrıca nikâhın sahih bir nikâh olması da şarttır. Şayet nikah fâsid ise cumhûr-u fukahâya göre temas; ihsan halini doğurmaz.

Sahîh nikâhla temas vâki' olmuşsa —hayızlı veya ihrâmlı— yasak' bir temas olmaması şarttır. Sari'in yasakladığı bir temas, istense sahih bir m'kâhla olsun ihsan halini ortaya çıkarmaz.

b) Akıl ve baliğ olmak: Kişinin cezaya ehil olabilmesi için âkil ve baliğ olması şarttır. Âkil ve baliğ; her suç için gerekli bir şart olduğuna göre, ister evli ister bekâr olsun, islâm Hukukunun umûmî kaideleri uyarınca suçun işlenmesi anında suçlunun akıl ve baliğ olması îc&beder. Âkil ve baliğ ihsan için de şarttır. Çünkü suçun işlenmesi anında şart olması, ihsan için şart olmasını gereksiz kılmaz. Şu halde ihsan halini ortaya çıkaran temasın akıl ve baliğ olan birisinden hâsıl olması şart­tır. Eğer çocuk veya deli temas eder, sonra bulûğa erer veya akıllanırsa geçmişteki bu temastan dolayı muhsan sayılmaz. Eğer zina ederse muh-san birisi gibi cezalandırırlar. Şâf iî mezhebinden bazı fakîhler —İd bun­ların görüşü Şafiî mezhebinde pek kuvvet kazanmamıştır— bulûğdan önce ve delilik esnasında temas eden kişinin muhsan sayılacağı görü­şündedirler. Onlara göre, çocuk bulûğa erdikten veya deli iyi olduktan sonra zina ederse- büîûğ ve tfâkattan sonra yeni bir temasa gerek kal­madan recmedilmesi gerekir. Delilleri ise şudur; Bulûğdan önce veya delilik esnasında yapılan temas normal bir temas olduğundan bununla İhsan halinin tekevvün etmesi gerekir. Zîrâ bulûğdan önce ve delilik esnasında nikâh sahîh olursa temasın da buna bağlı olarak sahîh ol­ması gerekir. Bu görüş taraftarlarına şöyle karşılık verilmektedir. Recm, evli kadın için konulmuş bir cezadır. Evlilik bulûğdan önce ve delilik esnasında hâsıl olan bir hal olsaydı çocuğun ve delinin recmedilmesi îcâbederdi ki, kimse böyle bir görüş öne sürmemiştir. Ayrıca İhsan ile ihlâl (helâl kılma) arasında fark vardır. Her İhlâl ihsanı doğurmaz. Kal­dı ki ihsan, recm için şarttır. Eğer İhlâl ihsan yerine kâim olsaydı, ih­san şartı İçin gerekçe kalmazdı.

c) Temas halinde iki tarafta kemâlin bulunması:

Veya bu başlığı şöyle de ifâde edebiliriz; İhsan halini doğuran te­mas esnasında, temas eden ve edilende ihsanın şartları bulunmalıdır. Meselâ akıllı kadın, akıllı erkekle temas etmiş olmalıdır. Taraflardan birisinde bu şartlar bulunmazsa her ikisi de muhsan sayılmazlar. Meselâ suçlu, evli ve karısıyla bir nikâh akdetmiş olduğu halde kadın deli veya küçük çocuk ise suçlu muhsan sayılmaz. Kendi ne kadar âkil ve baliğ olursa olsun muhsan değildir. Ebu Hanife ve Ahmed tbn Hanbel'in gö­rüşü budur.

îmâm Mâlik eşlerden her ikisinin de muhsan sayılması için; ikisin­de de ihsan şartlarına gerek görmez. Eşlerden birisinde ihsan şartları­nın mevcûd olması yeterlidir. İmâm Mâlik eşlerden birisinde ihsan şartı bulunduğu takdirde öbüründe ihsan şartının bulunup bulunmamasını nazar-ı i'tibâra almadan ikisini de muhsan olarak kabul eder. Şu hal­de îmâm Mâlik'e göre; erkeğin muhsan sayılabilnıesi için, —temas ettiği kadın ister çocuk ister deli olsun— erkekte ihsan şartlarının bulunması yeterlidir. Kadının muhsan sayılabilnıesi için; imâm Mâlik'e göre; ih­san için gerekli şartları bulunması ve temas eden erkeğin deli de olsa bulûğa ermesi yeterlidir.

Şafiî mezhebinde iki görüş vardır. Birincisi; Ebu Hanîfe ve Hanbel'­in görüşüne uyar, ikincisi ise Mâlik'in görüşüne uyar.

Şia'nın Zeydiyye kolunda; yukardaki iki görüşe ilâveten, üçüncü bir görüş daha vardır ki buna göre deli, hiç bir şekilde akıllı birisini muhsan kılamaz.

Eşlerin ikisinde de ihsanın şartlarının tâm olarak bulunmasını şart koşanlar, görüşlerini şu nedene dayandırmaktadırlar: Eşlerin her iki­sinde de bu niteliklerin bulunması, onlann hâlinin kemâline ve her iki tarafın da isteğinin tam olarak mevcudiyetine delâlet eder. Bu şart­lardan birisinin veya bir kısmının bulunmaması bu kemâlde eksikliğin ifadesidir. Küçük çocukta veya delide şehvetin bulunmaması, erkeğin kemâle ermesine iımkân bırakmaz. Muhsan olan kişinin halinin kemâli esâs alınarak cezası ağırlaştırılır ki, bu özellik onu haram düşüncesin­den uzaklaştırır.

d) Müslüman olmak:

Ebu Hanîfe ve Mâlik'e göre ihsanın şartlarından biri de; müslü-manlıktır. Delilleri ise Huzeyfe'nin ehl-i kitâb'tan bir kadınla evlenme konusunda Rasûlullah (s.a.) ile istişare ettiği zaman buyurduğu şu ha-dîs-i şeriftir: Vazgeç ondan, çünkü o seni muhsan kılamaz. Şâfü ve Hanbel ise, ihsan için müslümanhğı şart koşmazlar. Hanelilerden Ebu Yûsuf da bu görüştedir. Bunların delili de Rasûlullah (a.s.)m iki yahudîyi recmetmesidir. Eğer ihsan için İslâm şart olsaydı; Hz. Peygamber onları recmetimezdi. Kaldı ki bilumum dinler aynen müslümanlık gibi zinayı yasaklar. Zahirî mezhebi ve Zeydîler de, Şafiî ve Hanbeİîlerin gö­rüşünü benimserler.

Bu ihtilâftan netîce olarak şu durum ortaya çıkar. Ehl-i Kitab'dan bir kadınla evlenmiş olan bix kimse zina ettiği zaman Ebu Hanîfe'ye göre; recmedilmez, çünkü muhsan olarak kabul edilmez. Zîrâ ehl-i ki-tâb'dan bir kadın, müslüman bir erkeği muhsan kılamaz. Eğer İmam Mâlik, eşlerde kemâli şart koşmasaydı; aynı hüküm onun görüşüne de uyacaktı. Fakat İmâm Mâlik kemâli şart koştuğu için ona göre ehl-i kitab'dan bir kadın, müslümanı muhsan kılar ve ehl-i kitab'dan bir ka­dınla evli bulunan müslüman zina ederse recmolunur. Şafiî, Hanbelî, Zahirî ve Zeydîlerden bazılarına göre de ehl-i kitab'dan bir kadınla evli bulunan müslüman zina ettiği takdirde recmolunur, çünkü onlar ihsan için İslâm'ı şart koşmazlar.

Yukarıda ihsan için gerekli olan şartlardan ittifak ve ihtilaflı olan hususları açıkladık. İslâm hukukçularından bazıları eşlerin muhsan sayılabilmesi için bu şartların ikisinde de bulunmasını gerekli görür­ken, fakîhlerin çoğunluğu zina edenlerden her birinin recmedilmesi için ihsanı şart koşmazlar. Zina edenlerden ihsan şartlarına haiz bulunan­lar recmolunurlar. Zina edenlerden birisi muhsan diğeri muhsan değil­se, muhsan olmayana sopa vurulur.

 

Zina Fiilinin Delilleri

 

Hadd cezası uygulanacak zina suçu, ancak şu husûsî delillerle is-bat olunur:

1- Şehadet

2- İkrar

3- Karineler

4- Liân

Biz, bu delillerden her biri üzerinde ayn ayrı duracağız. Fakat şu­nu hemen ifâde edelim ki, karinelerle isbât konusu ihtilaflıdır.

 

1- Şehâdet

 

İslâm Hukukunda ittifakla kabul edilmektedir ki; zina suçu dört şahidin şehâdetiyle isbât edilir. Bu konuda ilim ehli arasında hiç bir ihtilâf yoktur, dolayısıyla icmâ' yapılmıştır. Bu hususta Yüce Allah şöy­le buyurmuştur: «Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şâhid getirin. Eğer onlar şehadet ederlerse, ölünceye veya Allah onlara bir yol gösterinceye kadar evlerde (gözaltında) tutun.» (Nisa, 15). Bir diğer âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurulur: «Namuslu kadınlara iftira atıp ta sonra dört şâhid getirmeyenlere seksen değnek vurun ve onların şâhidliğini asla kabul etmeyin. Çünkü onlar doğru yoldan çıkmış kim­selerdir.» (Nûr, 4). Bir diğer âyet-i celîle'de ise şöyle buyurulmaktadır: «Ona dört şâhid getirmeleri gerekmez miydi? Mademki şâhidleri geti­remediler o halde onlar Allah yanında yalancıların ta kendileridir.» (Nûr, 13).

Sünnet-i Seniyye de Kur'an'ın bu naslarmı te'kîd etmektedir. Bun­lar arasında Sa'd İbn Ubâde'nin Rasûlullah (a.s.) a söylediği şu söze, al­dığı karşılık yer alır: Görüyor musun, eğer ben karımla beraber bir er­kek görürsem dört şâhid getirinceye kadar fırsat mı vereceğim? Allah'­ın Rasûlü buna şu karşılığı vermiştir: Evet.

Şüveyk İbn Şahma Hilâl İbn Ümeyye'nin karısına iftira attığında, Rasûlullah (a.s.)ın şöyle buyurduğu rivayet olunur: Ya delil getirecek­sin ya da beline sopa vurulacaktır. Bir başka rivayette de bu ifâde şu şekildedir: Ya dört şâhid getireceksin ya da beline sopa vuralacaktır.

Elbette herkesin şehâdeti kabul edilecek değildir. Şehâdeti kabul edilecek kimse özel şartlan haiz kimsedir. Bu şartlardan bir kısmı umû­mîdir ve her şehâdette bulunması lâzımdır. Bir kısmı ise husûsîdir ve sadece zina konusundaki şehâdette bulunması gerekir.

Şâhidliğin Umumî Şartlan:

Şâhidliğin herkeste bulunması gereken şartları vardır ki bunlar ko­nusu ne olursa olsun her nevî şehâdet için gereklidir. Bunlar aşağıdaki şekilde sıralanabilir:

a) Bulûğ:

Şahidin baliğ olması şarttır. Baliğ olmayan kimsenin şehâdeti ka­bul olmaz. İsterse durumu îcâbı gördüğü olayı zihninde muhafaza edip şâhidlik görevini îfâ edecek durumda olsun ve hali adalet ehline yara­şır bir hal olsun. Çünkü bu hususta Yüce Allah sarîh olarak şöyle bu­yurmaktadır: «Erkeklerinizden iki de şâhid yapın. Eğer iki erkek bu­lunmazsa şâhidlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir.» (Bakara, 282). Çocuk erkek sayı­lamaz ve şehâdeti konusunda rıza gösterilemez. Allah'ın Rasûlü de bir hadîs-î şerîf'de şöyle buyurur: Üç kişiden kalem kalkmıştır: Bulûğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uykuludan, ayılmcaya ka­dar deliden. Hem çocuk kendi malım koruyacak ehliyette kabul edile­mez. Kendi malını korumasından emîn olunamayan birisinin başkası­nın hukukunu korumasından emîn olmak mümkün değildir. Çocuğun mâlî konularda şehideti kabul edilmediğine göre, çinâî konularda şehâdetinin kabul edilmemesi daha evlâdır. Çünkü birincisinde malın telef olması söz konusu iken, ikincisinde canın veya uzvun telef olması söz konusudur.

İslâm Hukukunda genel kaide; bulûğa ermeyenlerin şehâdetinin kabul edilemeyeceği konusunda ise de îmâm Mâlik, bu kaidenin istis­nası olarak; çocukların özel şartlar dâhilinde kendi aralarındaki kan konusunda şehâdetinin kabul edilebileceğini öne sürer. Bu Özel şartla­rın önemlileri şunlardır: Şâhid, şehâdeti icra edecek güçte yani mümey­yiz olmalıdır. Hadiseyi büyük birisi görmemiş olmalıdır. İmâm Mâlik bu gibi hallerde çocuğun şehâdetine cevaz vermiştir. Hanbelî mezhebinden bir rivayette, Mâliki mezhebinin görüşü benimsenmektedir. Yaralama vak'asında, çocuk vak'anın geçtiği yerden ayrılmazdan önce şehâdet ederse şehâdeti kabuldür. Çünkü vak'a yerinden ayrılmazdan önce gör­düklerini söylemesi mümkündür. Eğer vak'a mahallinden ayrılacak olursa, şehâdeti kabul edilmez. Çünkü telkin altında kalması mümkün­dür. Ahmed îbn Hanbel'den nakledilen üçüncü rivayete göre, çocuğun şehâdeti on yaşında iken kabul edilir. Lâkin bazı Hanbelîler bu rivaye­ti hadd ve kısas suçlarının dışında kalan suçlara tahsis etmektedirler.

Zeydiyye mezhebinde pek kuvvet kazanmamış bir görüş uyarınca, çocukların birbiri aleyhindeki şehâdetlerîne cevaz verilmektedir. Ancak bu, vak'a mahallinden aynlmazdan önce söz konusudur. Zeydîlerden bir kısmı bu görüşü te'vîl ederek, şehâdeti hüküm için değil uslanma için kabul ettiklerini bildirirler.

b) Akıl:

Şahidin akıllı olması şarttır. Akıllı demek; aklen vazifesini bilen, zarurî ile zarurî olmayanı, mümkün ile mümtenîyi, kendisi için çoğun­lukla zararlı olanla faydalı olanı farkeden kimse demektir. Şu halde 'delinin ve bunağın şehâdeti kabul edilmez. Lâkin zaman zaman cinnet geçiren kimsenin, ifâkat halinde yaptığı şehâdet kabul olunur. Delinin şehâdetinin kabul olunmayacağı Rasûlullah (a.s.)ın şu hadîs-î şerifiyle açıkça belirtilir. Üç kimseden kalem kalkmıştır: Bulûğa erinceye kadar çocuktan, uykudan uyanıncaya kadar uyuyandan, ayılmcaya kadar de­liden. Ayrıca delinin şehâdetinin kabul olmayışı, çocuğun şehâdetinin kabul olmayışının dayandığı sebeplere istinâd eder.

c) Muhafaza:

Şahidin şehâdetinin kabul edilebilmesi için; şehâdeti muhafazaya kadir olması şarttır. Gözünün iliştiği olayı anlaması, söylediğine güveni­lir olması gerekir. Eğer gördüğü olayı anlayamayacak ve hafızasında muhafaza edemeyecek bir halde ise, şehâdeti kabul edilmez. Unutkanlık ve kesret-î galat da gaflete eklenir. Az galat yapan kimsenin şehâ-deti kabul olunur. Çünkü galattan uzak bir kişi düşünülemez.

Gördüğü olayı kavırayamayan kimsenin —isterse adalet sahibi ol­sun— şehâdetinin kabul olmayışının nedeni söylediğinden emîn olun-mamasıdır. Âdil olması bile bu sebebi ortadan kaldırmaz. Meselâ tanı­madığı kimse hakkında şehadet yapabilir veya şehadet ettiği kimseyi belirsiz bir adla çağırabilir. Keza kendisine söyleneni tekrarlamak ve telkin altında kalmak ihtimâli bahis mevûu olabilir. Fakat söylediğinde karışıklık olmayan kişinin şehâdeti kabul olunur. Ben falan şahsın, fa­lan şahsı öldürdüğünü gördüm veya falan şahsın falan şahsı çiğnediği­ni müşahede ettim, gibi kesin konuşmaları kabul edilir.

Hanefî mezhebinin meşhur imamlarından Ebu Yûsuf'un; gördüğü olayı kavrayamayan kişilerin şehâdetine cevaz vermediğini naklederler. Ona göre tadil, görüş ve tedbîri gerektirir. Halbuki böyle bir kişinin, gö­rüş ve tedbîr sahibi olması söz konusu olamaz. Hanefî imamlarından Muhammed orucunu tutan, ibadetini yapan fakat görüşü kesin olmayan, fazla yanlış yapan kişinin şehâdetini kabul etmez ve onun şehâdet ko­nusunda fâsıktan daha kötü olduğunu belirtir.

Zeydîler ise, unutkanlığı ve yanılgısı çok olan kişinin şehâdetini reddederler. Eğer kişinin unutkanlığıyla zabtı nıütesâvî olursa, Zeydî-lerin ekseriyeti onun şehâdetini doğru saymazken, azınlığı şehâdetinin ictihad konusu olduğunu kabul ederler.

d) Söz:

Şahidin konuşabilecek kudrette olması şarttır. Eğer dilsiz olursa şehâdetinin kabulü hususunda ihtilâf vardır. Mâlikîler, işareti anlaşıl­dığı takdirde dilsizin şehâdetini kabul ederken; Hanbelîler işareti an­laşılsa bile dilsizin şehâdetini kabul etmezler. Ancak yazacak güçte olur ve yazıyla yazarsa o zaman şehâdetini kabul ederler. Hariefîler ise dil­sizin şehâdetini, gerek işaret gerek yazı yoluyla olsun kabul etmezler. Şafiî mezhebi mensûbları dilsizin şehâdeti konusunda değişik görüşlere sahiptirler. Bir kısmı dilsizin işaretinin; konuşanın ifâdesi gibi olduğun­dan, nikâh ve boşanmaca aynı şekilde değerlendirildiğinden şehâdetini kabul ederken, bazıları kabul etmezler. Onlara göre; dilsizin ifâdesi za­ruret olduğu için ifâde yerine kâim olmuş ve evlenme ve boşanmada zaruret yüzünden kabul edilmiştir. Çünkü evliliği veya boşanmayı ka­bul veya reddi ancak işaret yolu ile anlaşılabilir. Halbuki şehâdet konu­sunda dilsizin ifadesini kabul etmeyi gerektiren bir zaruret yoktur. Zî-râ dilsizden başkası konuşarak şâhidlik yapabilir, binâenaleyh işaret şehâdette caîz olmaz. Zeydiyye mezhebinin de iki görüşü vardır. Birincisi, dilsizin şehâdetini hiç bâr şekilde doğru saymazken, ikincisi doğru kabul etmektedir.

e) Görme:

Şahidin şehâdet ettiği şeyi görmesi şarttır. Eğer şahid kör olursa, şehâdetinin kabulü hususunda ihtilâf vardır. Hanefîlere göre, körün şe­hâdeti kabul olmaz. Çünkü şehâdet edebilmek için şahidin lehinde veya aleyhinde şehâdet ettiği şeyi görmesi gerekir. Körler ise ancak sesten tefrik yapabilirler. Bu yüzden onların seçme kabiliyeti şüphe götürür. Hanefîler vak'a anında gözü gören fakat şehâdefr anında kör planın şe-hâdetini kabul etmezler. Hattâ onlar şehâdeti eda ettikten sonra fakat hükmün verilmesinden önce kör olan şahidin şahadetini kabul ederler. Zîrâ Hanefîler şahidin şehâdette ehliyetli olması ve şahidin şehâdetinin geçerli sayılabilmesi için; hüküm anında şehâdet ehliyyetine hâiz ol­masını şart koşarlar. Aslında Hanefî mezhebi prensib olarak gerek gör­me ve gerekse İşitme yoluyla yapılan şehâdette körlerin şehâdetini ka­bul etmez. Fakat tmâm Etou Yûsuf, duyma yoluyla körün şehâdetini ka­bul eder. Ona göre olayın işlendiği vakitte gözü gören, fakat şehâdeti edâ zamanında gözü kör olmuş olan kimse hasımları adlan veya soyla-rıyla tanıyorsa, görme yoluyla şehâdet edilebilecek konularda da şehâ­detini kabul eder. İmâm Züfer'e göre; körlerin şehâdeti sâdece neseb ve ölüm gibi duymaya dayalı hususlarda ve hadd ve kısasın, dışındaki ko­nularda caizdir. Ebu Hanîfe'nin de bu görüşte olduğu bir rivayettir.

Mâlikîler; sözlerle ilgili konularda körlerin şehâdetini kabul eder­ler. İsterse olayı gözü görmezken müşahede etmiş olsun. Yeter ki sesle­ri birbirine karıştırmayacak şekilde zekî ve lehinde ve aleyhinde şehâdet ettiği konuyu kesin olarak bilsin. Eğer bu hususta şüphe söz konusu ise, şehâdeti kabul değildir. Körün gözle görülen konulardaki şehâdetine gelince, olayın geçtiği zamanda görmekte olup, bilâhare gözü kör ol­ması halinde ve lehin<ie: şehâdet ettiği şeyi, adı ve soyuyla tanıması ve bu noktada kesin bilgiye sâhib olması halinde kabul edilebilir. Şâfiîlere gelince; soy ve ölüm gibi kulaktan duyma yollarla isbât edilen konular­da körün şehâdetini kabul ederler. Çünkü kulaktan duyma konularda körlerle, görenler arasında fark yoktur. Fakat öldürme ve gas-b gibi gö­rerek bilgi sahibi olunabilen fiillerde âmânın şehâdetini kabul etmez­ler. Keza alış-veriş, ikrar, nikâh ve boşanma gibi aleyhinde şehâdet edi­len kimse, şâhid olan âmânın elinin altında değilse şehâdeti caiz olmaz. Çünkü bu durumda âmânın şehâdeti sâdece ses yoluyla bilgiye dayana­caktır, sesler ise birbirine benzer. Fakat aleyhinde şehâdet edilen kişi âmânın elinin altında ise ve âmâda, adam yaşadığı beT&eden ayrılmadan önce hakkında şehâdet etmişse şehâdeti bilgi ve yakîne dayandığı için kabul olunur. Şayet hasımlar ad ve soyla âmâ tarafından billiniyorsa ve vâki olay âmânın gözünün gördüğü zamanda cereyan etmişse şehâdeti kabul olunur. Veya aleyhinde şehâdet ettiği kimse gözü kör olduktan sonra elinin altından ayrılmamışa yine şehâdeti kabul olur. Şafiî mez­hebine mensûb bazı fakîhler, ses yoluyla tanındığı takdirde âmânın mutlak mânâda sözlü olaylar için şehâdetini kabul ederler.

Hanbelîler; sözlü fiillerde mutlak olarak âmânın şehâdetine cevaz verirlerken, fiilî konulardaki şehâdetini; aleyhinde şehâdet ettiği kim­seyi adı ve nesebiyle tanıdığı takdirde ve kör olmazdan önce vak'aya şâhid olmuşsa kabul ederler.

Zeydîyye mezhebi; hemen hemen Şafiî mezhebinin aynıdır. Bu mez-hebde prensib şudur, şehâdetin edası anında görmeyi gerektiren fiiller­de körün şehâdeti caiz olmaz. Şehâdetin edası anında muayeneyi gerek­tiren bir konuda şâhidlik yapıyorsa, aleyhinde şâhidlik yaptığı nesne elinin altında bulunduğu ve onu gözü kör olmazdan önce bildiği tak­dirde sahîh olur. Münazaa konusu olan bir elbise gibi. Aksi takdirde sahîh olmaz. Eğer şehâdet esnasında muayene lâzım değilse —soy ve nikâh gibi— duyma yoluyla isbât edilen bir husus ise gözü kör olmaz­dan önce şâhid olduğu vak'alarda şehâdeti kabul edilir. Bunun dışın­dakiler kabul edilmez. Zîrâ yalnızca sese dayalı olarak şehâdet sahîh olmaz. Lâkin Zeydîlerden bazısı, âmâ sesi kesin olarak tanıdığı takdir­de şehâdetini kabul ederler.

Zahirî mezhebi mensûbları ise, âmânın şehâdetini hem sözlü ve hem de fiilî konularda mutlak olarak kabul ederler. Kör olmazdan ön­ce müşahede ettiği vak'alarda şehâdetini kabul ederek, seslerin birbiri­ne benzediğini öne sürenlere şekillerin de birbirine benzediğini öne süre­rek karşı çıkarlar. Gerek göz sahibi, gerekse gözsüz kimselerin ancak ke­sin olarak gördükleri ve şüphe etmedikleri konuda şehâdetleri kabul olur, derler. Şayet âmânın konuştuğu kimselerle ilgili sözü yakîn de­recesinde sahih sayılmasaydı, karısıyla temas etmesinin helâl olmaması gerekirdi. Çünkü ecnebi olması her zaman imkân dahilindedir. Keza başka birisine borç vermemesi gerekir, çünkü borç verdiğini sandığı kimsenin dışında biri olabilmesi muhtemeldir. Hiç bir kimse ile alış­veriş etmemesi gerekirdi. Yüce Allah belgenin kabulünü emretmiş fakat âmâ veya gören diye bir ay;rım yapmamıştır. Halbuki Yüce Rabbımizm bir şeyi unutması ihtimâl dâhilinde değildir.

f) Adalet:

Şahidin adaletli olması konusunda hiç %ir ihtilâf yoktur. Çünkü Yüce Allah, bu hususta-şöyle buyurmaktadır: «Erkeklerinizden iki de şâhid yapın.» (Bakara» 282). «Size fâsık bir adam bir haber getirdiği zaman onun doğruluğunu araştırın.» (Hucurât, 6).

Şu halde şanı yüce olan Allah, adalet sahibi kimsenin şehâdetini kabul buyurmuş ve fâsıkın haberini iyice araştırmayı emretmiştir. Bi­lindiği gibi şehâdet de bir haberdir.

Rasûlullah (a.s.)m şöyle buyurduğu rivayet olunur: Gerek erkek, gerek dişi hâinin şehâdeti de caiz olmaz. Kardeşine kin besleyen kişi­nin şehâdeti de kabul olmaz. Bir ev halkının kendisine infâk ettiği kim­senin şehâdeti de caiz değildir. Aynı hadîs bir başka rivayette de şöy­ledir: Gerek erkek, gerekse kadın hâin ve zânînin şehâdeti kabul olmaz. Kardeşine kin besleyenin de şehâdeti caiz değildir.

Bazı -İslam hukukçuları hiyanetin, Allah'ın kullarına yerine getir­melerini veya sakınmalarını emir buyurduğu bütün fariza ve emirleri ihtiva ettiğini belirterek, sâdece insanların saklanmasını istedikleri emâ­netlere hiyânet şeklinde yorumlamazlar. Bu yorumu Yüce Allah'ın: «Biz emaneti göklere ve yere sunduk.» (Ahzâb, 72) âyeti de te'yid eder.

Mâlikîlerin tarifine göre adalet; büyük günâhlardan sakınmak ve küçük günâhlardan korunmak hususunda dini muhafazakârlık, emâ­netin edası ve iyi muameledir. Adalet; insanın ibâdetine hiç bir günâh karıştırmaması değildir. Çünkü insanın tâatına hiç bir günâhı karış­tırmaması, ancak belirli sayıdaki sâdıkların ve Allah dostlarının muk­tedir olabileceği ve bunun dışındakilerin gücünün hâricinde bir haldir. Lâkin vaktinin ve hallerinin çoğunluğunu tâatla geçiren, büyük günâh­lardan kaçınıp ,küçük günâhları terketmeye çalışan kimse âdil sayılır.

Hanef îler ise adaleti; Islâmî emirler doğrultusunda hareket etmek, aklın itidalini muhafaza etmek ve arzulara karşı koymak diye ifâde ederler. Onlara göre adaletin kemâli için bir sınır yoktur. Adaletin ka­bul edilmesi için en alt sınır olarak ta din ve aklın, arzu ve heveslere hâkimiyetini benimsemektedirler. Hanefîlere göre adalet, kanına ve ır­zına haramı girdirmemedir. Âdil kişi, büyük günâhlardan kaçınıp kü­çük günâhlarda ısrar etmeyen kimsedir. İyi hali kötü halinden fazla, doğrusu yanlışından çok ve mertliği açık olan kişidir.

Şâfüler ise adaleti; büyük günahlardan kaçınmak ve küçük günâh­larda ısrar etmemek diye ta'rif ederler. Onlara göre büyük günâhlardan kaçınıp, küçük günâhlarda ısrar etmeyen kişi âdildir. Büyük günâh­lardan kaçınıp küçük günâhları —devamlı olarak değil arasıra— işleyen kişi fâsık olarak kabul edilmez ve şehâdeti reddolunmaz. Zîrâ tâatta en derin noktalara gidip hiç bir günâh işlemeyen kimse bulmak mümkün değildir. Lâkin kişinin —küçük günâhlarda ısrarı—Çoğunlukta ise fâ­sık olarak kabul edilir ve şehâdeti reddolunur. Çünkü küçük günâhlarda fazlalığa cevaz veren kişi, yalan şehâdete de müsâade edebilir, dolayı­sıyla hüküm, kişinin fiillerinin çoğunluğuna bağlanır.

Haribelîler adaleti şöyle ta'rîf ederler: Adalet; kişinin şahsî ahvâ­linde doğru, söz ve fillerinde dengeli olmasıdır. Bunun için iki şeyi ölçü alırlar:

Amellerde sâlih olmak. Müekked sünnetleriyle beraber farzları edâ etmek. Binâenaleyh Hanbelîlere göre; farzın ve müekked sünnetlerin terkini âdet ahaline getirenlerin şehâdeti kabul olmaz. Bir başka açıdan ifâde etmek gerekirse haramlardan sakınma da diyebiliriz, Büyük gü­nahları işlemeyen ve küçük günâhlarda da ısrar etmeyen kişide adale­tin birinci şıkkı mevcûddur.

Mertlik (mürüvvet); kişiyi güzelleştiren ve süsleyen iyi fiilleri iş­lemek, onu alçaltan ve lekeleyen kötü fiilleri terketmektir.

Görülüyor ki, yukarıda görüşlerini serdettiğirniz mezheb fakîhleri, mürüvveti adalet şartına bağlamaktadırlar. Çünkü mürüvveti terk; di­nî emirleri îfâ etmeme anlamına gelir. Halbuki bu, adaletin gereğidir.

Mâlikîlere göre mürüvvet; terki mübâh olan ve Örf en zemmolunan fiillerden kaçınmaktır. Meselâ çıplak ayakla gezmenin kınandığı bir memlekette ayakkabısız dolaşmak gibi. Veya işlenmesi mübâh olduğu halde örfen mezmûm olan fiili terketmektir. Çarşıda ve yabancı diyar­da olmadığı halde fırında yemek yemek gibi.. Mürüvvet denince elbise temizliği kasdolunmaz. Binekle âletin bakımlılığı ve yeniliği murâd edil­mez, aksine çirkinliklerden korunmak ve iyilikleri benimsemek, dili mu­hafaza etmek, ahlâksızlık ve edepsizlikten kaçınmak gibi haller kasdo-lunur. Her türlü kötü huyları terketmek ve dinen uygun görülen fiil­leri birlikte işlemek mümkün olmayan —bizatihi haram olmasa da— fiilleri terketmek kasdolunur.

Hanefîlere göre mürüvvet; insanı fazilet ehlinin yanında mertebe bakımından düşürebilecek davranışlardan kaçınmaktır. Bir kavle göre mürüvvet: İyi ahlâk, lisânı muhafaza, çirkinliklerden kaçınma, edepsiz­liklerden uzaklaşma ve her türlü kötü huylardan kaçınmadır, tmâm Mu-hammed'e göre mürüvvet; din ve salâh halidir.

Şâfiîlere göre mürüvvet; insanlıktır. Kelime olarak kişi ve insandan türetilmiştir. Şâfiîlere göre insanlığı terkeden kişinin, yalan şehâdet-ten< kaçınması te'mîn olunamaz. Çünkü kişiliği terk konusunda insan­lardan utanmayan kimse ne yaptığına aldırış etmez. Bu hususta Şâfiî-ler; Ebu Mes'ûd el-Bedırî'nin Rasûlullah (a.s.)dan rivayet ettiği şu ha-dîs-i şerifi delil gösterirler: Peygamberlik sözünden insanlara ijk ola­rak ulaşan şudur: Utanmazsan istediğini yap.

Hanefîlere göre mürüvvet; insanları güzelleştirecek, süsleyecek dav­ranışları benimsemek ve kötüleştirecek davranışlardan kaçınmaktır. Ve­ya insanın kınanmasına sebep olacak her türlü fiil, söz ve davranışlar-daki süflîlikten uzaklaşmaktır.

Zeydîyye mezhebine göre adalet; dinen yasak olan fiillerden uzak­laşmaktır. Şu halde dinî yasaklardan uzaklaşmak, onlara göre adaletin temelidir. Zeydîyye mezhebi mensûblarından bazıları ise adaleti şöyle ta'rîf ederler. Takva ve mürüvvet riâyettir.

Zahirî mezhebi mensûblarına göre adalet; büyük günâhları kesin olarak işlememek ve küçük günâhları açıkça irtikâb etmemektir. Onla­ra göre, Allah Rasûlünün büyük diye nitelendirdiği günâhlar; büyük gü­nâhlar veya hakkında azâb tehdidi vârid olan fiillerdir. Küçük günâh ise; hakkında azâb tehdidi vârid olmayan fiillerdir. Zahirî mezhebi mensûbları, adaletin tahakkuku için mürüvveti şart koşmazlar. Ve yal­nızca tâat ve günâhlardan kaçınmakla yetinirler. Çünkü mürüvvet tâ-attan doğuyorsa, tâat olunca mürüvvete gerek kalmaz, derler. Eğer mü­rüvvet tâattan doğmuyorsa, dinî emirlerde mürüvveti şart koşmak caiz olmaz, çünkü, mürüvvet ne Kur'an'da ne de Sünnet'te vârid olmuştur.

îslâm hukukçuları, adaletin sübûtu konusunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Hanîfe ve Zahirî mezhebi mensûblarına göre, şahidin yalancılığı isbât edilinceye kadar adaletin varolduğu farzedilir. Yani aleyhinde şe-hâdet yapılan kimse, şahidi yalancılıkla itham etmezse hâkimin adalet­li olup olmamasına bakmadan şahidin şehâdetini hâkimin kabul etme­si gerekir. Ebu Hanîfe'nin delili Rasûlullah (a.s.)tan nakledilen şu ha-dîs-i şeriftir: İnsanlar birbirleri hakkında adalet sahibidirler. Ancak iftira ederek hadd cezasına çarptırılmış olanlar müstesnadır. Hanefîler Hz. Ömer'in Ebu, Mûsâ el-Eş'arî'ye gönderdiği mektuptaki şu cümleyi de delil olarak gösterirler: Müslümanlar birbirleri hakkında adalet sa­hibidirler. Ancak yalancı şehâdet konusunda aleyhinde hüküm verilmiş olanlar veya hadd vurulmuş olanlar veya yakınlık veya velayet durumu bulunanlar müstesnadırlar. Zahirî mezhebi mensûblarına göre; büyük günâhı işleyenler fasıktırlar. Bunun dışında kalanlar âdildirler. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: <<Size yasaklanan büyük günâhlardan kaçınırsanız, küçük günâhlarınızı örter ve sizi şerefli bir mevkie koya- % tiz.» (Nisa, 31). Zahirî mezhebi mensûbları bu âyeti delil alarak, Al­lah'ın bağışladığı ve iskât ettiği bir suç yüzünden onu işleyen kişiyi zemmetmenin doğru olmayacağını ifâde ederler.

Mâlikîler, Şâfiîler, Hanbelîler, Zeydîler ve bunlarla birlikte Hanefî mezhebi İmamlarından Ebu Yûsuf ve Muhammed'e göre; aleyhinde şe­hâdet edilen kişi, şahidin yalan söylemesi ihtimâlini öne sürmese dahi şahidin adaletli olup olmadığını hâkimin araştırması gerekir. Çünkü hükmün verilmesi şahidin adaletli olup olmamasına bağlıdır. Binaena­leyh hakimin, şahidin şehâdetini kabul etmek için âdil olup olmamasına bakması îcâbeder.

k) İslâm:

Şahidin müslüıman olması şarttır. Binaenaleyh ister bir müslüma-nın aleyhinde, ister bir gayr-i müslimin aleyhinde olsun, müslüman ol­mayanın şehâdeti kabul olmaz. Bu temel prensib üzerinde İslâm hukuk­çularının tümü müttefiktirler. İslâm hukukundaki bu hüküm, şu âyet-i kerîme'lere dayanmaktadır.

«Erkeklerinizden iki kişiyi de şâhid yapın.»  (Bakara, 282). «Aranızda adalet sahibi üci kişiyi de şâhid tutun.» (Talâk, 2). Bu esâs üzerinde ittifak edilmiş, olmakla beraber, kaidenin ihtilâf konusu olan bazı istisnaları vardır. Şimdi bunları görmeye çalışalım;

Birinci istisna: Gayr-i müslimlerin birbiri hakkındaki şehâdeti: Hanefîler, zimmîlerin kendi aralarındaki şehâdetleriyle Harbîlerin şe­hâdetini kabul ederler. Çünkü Allah Rasûlü, Hıristiyanların birbirleri hakkındaki şahadetlerini kabul etmiştir. Ayrıca zimmîler ve harbîler kendi kendileri ve çocuklarına velayet hakkına sahihtirler. Kendi cin­sinden kimseler hakkında şehâdet etme yetkisine sâhib olmaları gere­kir.

Zeydîler ise; gayr-i müslimin kendi dininden kimseler hakkındaki şehâdetlerinin kabul edilip, öteki din mensûblan için şenâdetlerinin ka­bul edilmemesi gerektiğini öne sürerler. Binâenaleyh yahûdîlerin hıris-tiyanlar, hıristiyanların da yahûdîler hakkındaki şâhidliklerine cevaz vermezler.  '

İmâm tbn Teymiyye ve onun öğrencisi İbn Kayyim el-Cevzî ise; adaletin ve âmme menfaatinin tahkiki konusunda gayr-i müslimlerin birbirleri hakkındaki şehâdetlerini kabul ederler. Adı geçen fakîhler Hanbelî mezhebinde zayıf bir rivayet olan şehâdetin kabulüne dâir hük­mü tercîh etmiş olmaktadırlar.

-Mâlıkî ve Şafiî mezhebi mensûbları ise; gayr-i müslimlerin şehâ­detini kabul etmezler. Hanbelî mezhebinde meşhur ve amel edilen riva­yet de bu görüştedir. Zahirî mezhebinin görüşü de budur.

îkinci istisna: Yolculuk halinde gayr-i müslimlerin vasiyet konu­sunda birbirleri hakkındaki sehâdetleri:

Hanbelîlere göre; bir gaytr-i müslim yolculuk esnasında ölmüş bi­risinin vasiyetine şâhid olursa —başka şâhidler bulunmadığı takdirde— onun şehâdeti kabul olunur. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyur­maktadır:

«Ey îmân edenler; herhangi birinize ölüm gelip çattığı zaman, va­siyet anında aranızda ya adalet sahibi iki kişiyi veya yolculukta olup ta başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan iki kişiyi şâhid tu­tun. Onlardan şüpheleniyorsanız, namazdan sonra alıkoyarsınız da, Al­lah'a şöyle yemin ederler: Akraba bile olsa yeminle hiç bir değeri değiş­tirmeyeceğiz, Allah'ın şâhidliğini gizlemeyeceğiz, yoksa elbette günah­karlardan oluruz.»  (Mâide, 106).

Zahirî mezhebi mensûblan da, gayr-i müslimlerin başka kimse bu­lunmadığı takdirde şehâdetlerlnin kabulü konusunda Hanbelî mezhe­binin görüşüne uyarlar.

Mâliki, Şafiî, Hanbelî ve Zeydîler bu durumda gayr-i müslimin şe-hâdetini kabul etmezler. Delil olarak da, vasiyyet dışında şehâdeti ka­bul olmayanın, vasiyyet halinde de şehâdetinin kabul olmayacağını gös­terirler. Fâsıkın durumunda olduğu gibi. Fâsıkın şehâdeti kabul olma­dığına göre, kâfirinki hiç kabul olmaz. Sâdece bu mezheb mensûblan yukarıda zikrettiğimiz âyet-i celîle'deki «sizden olmayan» ifâdesi konu­sunda farklı görüşler serdetmişlerdiır. Kimisi bunu, sizin aşiretinizden olmayan diye tefsir ederken, kimisi de buradaki şehâdetin yemin mânâ­sına olduğunu öne sürmektedirler.

Üçüncü istisna: Zaruret halinde gayr-i müslimin müslümana şe­hâdeti:

İmâm İbn Teymiyye ve öğrencisi îbn Kayyim el-Cevzî ister hazar­da ister seferde olsun, müslümanlann bulunmadığı sırada gayr-i müs­limlerin şehâdetlerinin kabul olunacağını öne sürerler. Ve bu görüşle­rini vasiyyet konusunda gayr-i müslimlerin şehâdetlerinin kabulü hük­müne dayandırırlar. Vasiyyet halinde gayr-i müslimlerin şehâdetlerinin kabulü zarurete mebnî olduğundan, her türlü zaruret halinde şehâdet­lerinin kabulü caiz olmak gerekir.

Hanibelî mezhebinden bir rivayete göre; esirlerin birbirleri hakkın­da şehâdetleri kabul olur. Bilhassa esirlerden birisi diğerinin kardeşi ol­duğunu iddia ederse, zaruret hali söz konusu1 olduğu için şehâdetleri kabul olur.

İmam Mâlik gayr-İ müslim doktorun; ihtiyâç halinde müslüman bir kişi hakkındaki şehâdetinin kabul edileceğini öne sürer. Bu görüşün­de Mâliki mezhebinin bir tek istisnası İmam Mâlikin kendisidir. Öteki fakîhler gayr-i müslimlerin şehâdetini kabul etmezler.

Şehâdet Engellerinin Ortadan Kalkması:

Şahidin şehâdetinin kabul edilebilmesi için şehâdetini engelleyen §er'î bir mani bulunmamalıdır. Şehâdetin kabulünü engelleyen şer'î mâniler şunlardır:

a- Akrabalık:

imâm Malik'e göre akrabalık; şehâdetin kabulüne mânidir. Bu bâfo-tan olarak babaların çocukları, annelerin evlâdları hakkındaki şehâdet-leri kabul edilemeyeceği gibi, çocukların ebeveynleri hakkındaki şehâ-detleri de kabul edilmez. Keza eşlerin birbirleri hakkındaki şehâdetleri de kabul olmaz.

Ebu Hahîfe; asl'm fer', fer'in asi ve eşlerin birbirleri hakkındaki şehâdetini kabul etmez.

Şafiî mezhebi mensûblan da; ebeveynlerin çocukları hakkında, ço­cukların da ebeveynleri hakkında ne kadar yukarı doğru çıkılır veya aşağı doğru inilirse inilsin şehâdetlerini kabul etmezler. Fakat bazı Şa­fiî fakîhleri bu konuda şehâdetin caiz olduğunu söylerler. Şafiî mezhe­binde, eşlerin birbirleri hakkında şâhidlik etmelerini önleyen hiç bir en­gel yoktur.

Hanbelî mezhebi ise soy kütüğüne bağlı olanların, baba ve anne ta­rafından da olsa birbirleri hakkındaki şehâdetleri kabul olmaz. Keza aşağı doğru çocuk ve kızlar, torunlar hakkında da durum aynıdır. Han­belî mezhebi de; eşlerin birbirleri hakkındaki şehâdetlerini kabul et­mez.

Akrabalığın şâhidliğe engel olduğunu ileri sürenlerin delili, Abdul­lah İbn Ömer'in Rasûlullah (a.s.)dan naklettiği şu hadîs-i şeriftir: Düş­manın, zanlının ve kinlinin şehâdeti kabul olmaz. Zanlı, itham olunan demektir. Akraba da kendi yakınının tarafını tutma ithamı altındadır.

Zahirî ve Zeydiyye mezhebi mensûblan ise; akrabalığın şehâdeti engellemeyeceği görüşündedirler. Yeter ki şâhid âdil olsun. Âdil kişi­nin kendi lehinde ve aleyhinde söyleyeceği ifâdeleri makbuldür.

b- Düşmanlık:

Cumhûr-u fukahâ (İslâm hukukçularının hepsi) düşmanın düş­mana şehâdetini kabul etmezler. Şahidin ve aleyhinde şehâdet edilen­lerin düşmanlıkları mal, mîrâs, ticâret ve benzeri dünyevî konularda olması gerekir. Eğer düşmanlık; kişinin fâşıklığı, Allah'a karşı isyankâr­lığı ve benzeri dinî konularda ise düşmanlık şehâdeti iskât etmez. Binâ­enaleyh müslümanın gayr-i müslime şehâdeti caizdir. Çünkü dinî düş­manlık umûmi bir konudur. Şehâdetin kabul olmaması için muteber olan düşmanlık; husûsî düşmanlıktır, Mâlikî, Şafiî, Hanbelî ve Zeydîler bu görüştedirler.

Hanefî mezhebi mensûblan arasında «Müteahhİrûn» adı verilen son devir fakîhleri; dünyevî düşmanlık halinde düşmanın, düşmanı hak­kındaki şehâdetini kabul etmezler. Çünkü dünyevî konularda düşman­lık haramdır. Dünyevî konularda birbirine düşmanlık eden kimselerin düşmanı hakkında söylediklerinin doğru olması mümkün değildir. Eğer düşmanlık, din için ise bu; şehâdetin kabulünü engellemez. Çünkü din için düşmanlık; şahidin dinindeki kemâlinin işaretidir. Kaldı ki din için düşmanlık, bir vecîbedir. Kötülüğü görünce önlemek ve düzeltmek gibi.

Hanefî mezhebi fakîhlerinden «Mütekaddimûn» denilen eski fakîh-ler, dünyevî sebeplerden dolayı düşmanlık edenlerin şehâdetini —şâ-hid düşmanlığı sebebiyle haddi aşmaz, fıska dalmaz, bir menfaat te'-mînine veya 'bir kötülük define çalışmazsa— kabul ederler. İmâm A'zam Ebu Hanîfe; şâhid âdîl olduğu takdirde düşmanın düşmana şehâdetini kabul eder. Lâkin son devir fukahâsı; Ebu Davud'un merfû' olarak ri­vayet ettiği şu hadîs-i şerife dayanarak Ebu Hanîfe'ye karşı çıkmışlar­dır: Erkek ve dişi hâinin, erkek ve dişi zânînin, kardeşine kin besleyenin şehâdeti caiz olmaz.

Zahirîler hükmün, şahide bağlı olduğu görüşündedirler. Eğer şa­hidin aleyhinde şehâdet ettiği kimseye düşmanlığı onu helâl olmayan bir yola sevkederse bu bir suçtur ye şehâdeti reddetmek için kâfidir. Eğer düşmanlık, şahidi helâl olmayan bir yola sevketmiyorsa âdil bir kişi olarak şehâdeti makbuldür. Zahirî mezhebi mensûblan yukarda zikrettiğimiz bir hadîsi birçok bakımdan eleştirerek reddederler. Ve bu hadîsin mürsel olduğunu, râvîleri arasında meçhul kimselerin bulun­duğunu belirtirler. Görüşlerini ise şu âyet-i celîle'ye dayandırırlar: «Ey îmân edenler; adaleti gözeten şâhidler olun. Ve bir topluluğa karşı olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adalet edin, bu takvaya daha yakındır.» (Mâide, 8) Zahirîler derler ki: Allah bu âyet-i celîle'de düş­manlara karşı da, adaletli davranmamızı emretmiştir. Binâenaleyh âdil olan kişinin düşmanlarının ve dostlarının lehinde veya aleyhinde şehâ-det etmesi makbuldür ve buna dayanarak verilen hüküm geçerlidir.

c- İtham.

Şâhidle, hakkında şehâdet edilen kişi arasında şahidin taraf tuttu­ğunu fefrmettiren bir halin mevcûd olmasıdır. Veya şöyle de diyebiliriz: İtham; şahidin şehâdeti edâ etmesini önleyecek bir menfaati bahis mev­zuu olduğundan ithama vesile olur. Akrabanın akrabaya, düşmanın düş­mana şehâdeti töhmeti mu'cibtir. Biz akrabalık ve düşmanlık konusunu ayrı bir başlık altında toplamayı özel ehemmiyetine binâen tercih etti­ğimiz için bu bölümde onlara temas etmeyeceğiz.

Şâhidlerin itham altında kalmalarına vesîle olan haller pek çok­tur. Ortağın; ortağı, kiracının; kiralayan kimse, hizmetkârın; hizmet ettiği kimse hakkındaki şehâdeti, dilencinin şehâdeti, vekilin müvekkili hakkındaki şehâdeti, ithama vesîle olan hususlar arasındadır. İtham halinde şehâdetin kabul edilmemesi hükmü, Yüce Allah'ın şu âyet-i ce-lîle'sine dayanır: «Bu, Allah yanında adalete daha uygun, şâhidlik için daha sağlam, şüpheye düşmemenizde de daha yakındır.» (Bakara, 282). Bu hususta Allah Rasûlü de şöyle buyurmaktadır: Zanlının şehâdeti ka­bul olmaz. Zan sahibi ile kin sahibinin şehâdeti kabul olmaz. Buradaki zan; töhmet, kin, adavet manasınadır.

İslam hukukçuları itham sebebiyle reddolunan şehâdetlerle ilgili bütün konularda müttefik değildirler. Bazıları zikrettiğimiz bütün hal­lerde şehâdeti reddederken, bazıları bir kısmında reddeder bir kısmın­da reddetmezler. Bu farklı görüşün menşei; nazariyelerin tatbikidir. Diyebiliriz ki, Hanefî, Şafiî, Mâliki, Hanbelî ve Zeydîlerin cumhuru, fu-kahâsı; itham halinde şâhidliği kabul etmezler. Ancak itham durumu­nun tatbikatı konusunda aralarında ihtilâf vardır. Zahirî mezhebi men-sûbları ise; itham halinin şehâdeti engellemeyeceği görüşündedirler. Şâhid âdil olduğu takdirde itham altında bulunsa dahi, şehâdetinin ka­bul edileceğini öne sürerler.

Yukarda zikrettiğimiz umûmî şartlardan ayrı olarak, zina konu­sunda şahidlik yapacak kimsede aşağıdaki özel şartların bulunması da gereklidir:

1- Erkeklik:

Cumhûr-u fukahâ'ya göre; zina konusunda şahidlik edecek kimse­lerin, hepsinin erkek olması şarttır. Kadının zina konuğunda şehâdeti kabul olmaz. Zîrâ şer'î nass, şâhidlerin dörtten az olmaması konusunda kesin hüküm getirmiş ve erkeklerin şehâdetinin iki kadının şâhidliğine eşit olduğunu belirtmiştir. «Eğer iki erkek bulamazsa şâhidlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir.» (Bakara, 282). Dört rakamı, şâhidlerin sayısını belirlediğine göre dört şahidin şehâdetiyle iktifa etmek gerekiyor demektir. Şüphesiz ki, şâhidlerden-bir kısmı kadın olacak olursa dört sayısı aşılacaktır. Zîrâ zina halinde şâhidlerden asgarî İhtimâlle ikisi kadın oluraa, sayı dört­ten beşe yükselmiş olacaktır. Bu ise nass'ın hükmüne muhaliftir. Kaldı ki kadınların zina konusundaki şehâdetleri yanlış hüküm verme ihti­mâlleri bulunduğu için, bir şüphe îrâs eder. Şüphe ise cuinhûr-u fuka-hâ'nın kabul ettiği kaide uyarınca haddi durdurur.

Dört mezheb fakîhleri, şahidin erkekliğini şart koşmaktadırlar. Şia'­nın bir kolu olan Zeydîler de aynı görüştedir. Zeydîlere göre erkeklik şartı, zina suçunun isbâtı konusunda şehâdet mevzuu bahis olduğu tak­dirde vârid iken, zinanın reddi konusundaki şehâdet için vârid değildir. Binâenaleyh red yönünde göfüş serdeden şâhidlerin kadın olması câ-İzdlr.

Atâ ve Hammâd'ın üç erkek ve iki kadının zina ile ilgili şehâdetini kabul ettikleri rivayet olunur. İbn Hazm da, adalet sahibi ve müslüman iki kadının bir erkek yerine geçeceğini belirterek sahicilerin üç erkek iki kadın veya iki erkek dört kadın veya bir erkek altı kadın veya se­kiz kadın olabileceğini kabul eder. Bu sonuncu şıkta hiç erkek olmadan sekiz kadın zina ile ilgili şehâdet etmiş olurlar.

İmâm Mâlik, Şafiî ve Hanbel; kocanın, karısının zina ettiğini ifade eden şâhidlerden birisi olmasına cevaz vermez. Çünkü koca, karısına zina suçu atfedebilir veya eşinin ihanet ettiği iddiasında en azından iftira etmek ithâmıyla karşı karşıya bulunabilir.

Ebu Hanîfe ise dört şâhidden birisinin koca olmasını kabul eder ve şehâdet konusunda kocanın kocalığının itham mevzuu olmadığını belir­tir. Çünkü itham bir menfaatin elde edilmesi veya kaybedilmesi konu­sunda mevzuu bahistir. Halbuki koca, karısı hakkında zina yaptığına dâir şâhidlik etmekle kendine utanç vesilesi olan bir suç itiştirmektedir.' Özellikle küçük çocukları bulunduğu takdirde karısını yatağından uzak­laştırmak gibi bir hal ile karşı karşıya bulunmaktadır. Zeydîler de bu görüştedirler.

İbn Hazm ise; kocanın müfteri olması ile şâhid olarak gelmesi ara­sında fark gözetir. Eğer kocakarısına zina suçu atfederek dava açmış­sa kendisinin dışında dört şâhid gerekir. Yoksa ya hadd vurulur veya ianeye baş vurulur. Eğer koca, karısı hakkında böyle bir iddia ile gelme­miş de şâhid olarak mahkemede bulunmuşsa; adalet vasfını hâiz üç ki­şi de beraberinde bulunduğu takdirde şehâdet tamdır ve hakkında şâ­hidlik yapılan kadına zina haddi vurulur.

2- Şâhid Asıl Olmalıdır:

Ebu Hanîfe; şâhidlerin hâdise anında bizzat hazır bulunup v ak'ayı görmüş olmalarım şart koşar ve şahidin şâhid olduğuna dâir birisinin şehâdetini kabul etmez. Yani kulaktan duyma şâhidliğe cevaz vermez. Keza hâkimin hâkime yazdığı mektubu da kabul etmez. îsbât şâhidleri-nin, davaya bakan hâkimin dışında bir hâkimin huzurunda şâhidlik yapmış olmalarını geçerli saymaz. Davaya bakmayan hâkimin huzurun­da şehâdet ettikleri tesbît olunup hâkim de davaya bakan hâkimlerin . huzurunda şehâdeti bildirdiği takdirde bu şehâdeti geçerli olmaz. Çün­kü hâkimin mektubu doğrudan doğruya şahide şehâdet olarak kabul edilir. Şehâdete şâhidlik etmenin engellenmesine sebep, naklolunan şe-hâdetin sıhhati konusundaki şüphe durumunun vârid olmasıdır. Hadd-lerin tatbikinde ise ihtiyat elden bırakılmaz. Haddler şüphe ile durduru­lacağı için, şüpheli şehâdetin sıhhati kabul edilmez. Ebu Hanîfe; usû­lün şehâdetinin kabul edilmemesi esâsına dayanarak, fürû'un da şehâdetinin kabul edilmemesini ifâde eder. Şöyle ki, talî şâhidlerin şâhidliği-nin reddinden sonra aslî şâhidler gelip hâdiseye bizzat şâhid oldukian-nı ifâde eder ve zina ile ilgili talî şâhidlerin (furû'un) söylediklerini ay­nıyla doğrularlarsa, aslî şâhidlerin (usûl) şehâdetlerini de kabul etmez. Çünkü aslî şâhidlerin şehâdetlerini; aynı hâdisede feri şâhidlerin şe-hâdetini reddeden şeriat reddetmektedir. Çünkü fer'î şâhidler, şehâdet-lerinde aslî şâhidlerin yerine kâim olmaktadırlar ki bu, hakkında zina suçu vârid olan kişinin durumu balonundan bir şüphe olarak kabul edilir ve hadd durdurulur. Ebu Hanîfe, prensib olarak şahidin şehâde-tine şehâdeti kabul etmekle beraber, hadd ve kısas suçlarında bu pren­sibi kaldırmakta ve —müstesna olarak— kabul etmemektedir.

Şafiî mezhebi; prensib olarak şahide şehâdeti, insanların haklarıy­la alâkalı konularda caiz görür. Allah'ın haklan ile alâkalı konularda da şüphe durumu sabit olmayanlara cevaz verir. Çünkü asıl şahidin, ölüm, hastalık ve ortadan kalkma ile şehâdet vazifesini yapması imkân-sızlaştığı takdirde talî şâhidlerin şehâdeti gerekir. Sırf Allah'a ait bir hak olarak kabul edilen haddlerle ilgili konularda (zina haddi, hırsız­lık haddi, yol kesicilik ve içki haddlerinde) iki görüş vardır.

a- Birinci görüş uyarınca; Allah'a âit haklarda, şahidin şehâde-tine şâhidlik caizdir. Çünkü bu hak, şehâdet ile sabit olur. Şehâdet ile sabit olan hakkın, şehâdete şehâdet ile de sabit olması caizdir.

b- Allah'a âit haklarda şahidin şehâdetine şâhidlik caiz olınaz. Çünkü Allah'ın koyduğu haddler şüphenin ortadan kaldırılması İse an­cak onun te'kîd ve tevsîkiyle mümkündür. Şâhidliğe şehâdet, tetkîk ve tevsîki önleyen bir şüphe durumu ortaya çıkarır. Şafiî mezhebinde kuv­vet kazanmış görüş budur.

Şâfiîlere göre; şahide şehâdetle şâhid olan husus; hâkimin hâkime yazmasıyla da sabit olur. Şahide şehâdetle sabit olmayan hususlar da, hâkimin hâkime yazmasıyla sabit olmaz. Çünkü yazma ancak şehâdeti yazan hâkimin öriu üslenmesiyle sabit olur ve yazının hükmü şahide şehâdet hükmünü alır.

înıâm Ahmed'e göre; şahide şehâdet, ancak hakimin hâkime yazı­sının kabul olduğu haklarda makbuldür, kabul olmadığı haklarda mak­bul değildir. Ahmed İbn Hanbel'e göre; hâkimin yazısı zina gibi Allah'­ın hukukunu ilgilendiren haddlerde makbul değildir. Diyet, kısas ve if­tira suçu gibi mâlî ve beşerî haklarda ise makbuldür. Hanbelîler, hâki­min hâkime yazısıyla şahidin şehâdete şehâdetini aynı derecede tutma­larına sebep olarak; hâkimin hâkime yazısının şehâdete şehâdet mânâ­sı taşıdığını göstermektedirler.

Zeydîler zina suçunda, şehâdete şehâdeti kabul etmezler,   Onlara göre genel kaide şudur: Şehâdete şehâdet, hadd ve kısas dışında bütün haklara caizdir.

İmâm Mâlik; şehâdette asıl olmayı şart koşmaz. Ona göre şehâdete şehâdet; hem hadd hem de hadd dışı suçlarda caizdir. O, haddi gerekti­ren ve gerektirmeyen konularda hâkimin hâkime yazısını da geçerli saymaktadır. Ancak tmâm Mâlik, aslî şâhidlikten nakleden şâhidlerin iki kişi olmasını şart koşar. Nakleden iki şahidin biri veya birden çok şâhidlerin nakletmelerini ifâde etmeleri caizdir. Lâkin İmâm Mâlik, bir tek şahidin asıl şâhidden davacının yemini ile birlikte de olsa şehâdeti nakletmeyi caiz görmez. Şehâdete şâhidlik eden kimselerin iki kişi ol­masını şart koştuğu gibi, bu iki kişiden birinin asıl şâhid olmamasını da şart koşar. Meselâ bir şahıs suçu gördüğüne şehâdet eder ve bir diğer şâhidle birlikte başkasının da aynı suçu gördüğünü göstererek şâhidlik yapamaz.

Zina suçunda dört kişinin dört kişiye, iki kişinin iki kişiye veya bir kişiye şâhidlik etmesi, üç kişinin üçe şâhidlik etmesi ve iki kişinin dört kişiye şâhidlik etmesi caizdir. Fakat iki veya üç kişi, dört kişinin şâhid olduklarına şehâdet ederlerse, şâhidlikleri kabul olmaz. Çünkü Mâliki-ler, ikinci şâhidlerin asıl şâhidlerden sayıca daha az olmamasını şart koşarlar. İki kişi, üç kişinin veya dört kişinin şâhidliğine şehâdet eder­se bu şehadet Mâlikîlere göre sahîh olmaz. îmâm Mâlik'e göre; ikinci şâhidlerin aslî şahidlerle birleştirilmesi ve bunların şâhidliğinin tevfîki zina ve diğer suçlarda caizdir.

İki kişi zinayı gördüklerine şâhidlik yapar, iki kişi de öteki iki ki­şiden zinanın İşlendiğini gördüklerine şehâdet edebilirler. Veya üç kişi zinayı gördüklerine şehâdet eder, İki kişi de başka iki kişiden gördükle­rini duyduklarına nakledebilirler. Bu durumda şehâdet makbul olur.

Zahirîlere göre; şehâdete şâhidlik her şeyde caizdir. Bir kişinin, bir kişinin şehâdetine şâhidliği de caizdir. Çünkü Allah bize âdil şâhidlerin şehidetini kabul etmeyi emretmiştir. Şehâdete şâhidliği âdil şâhid ise­ler şer'an kabul etmek vâcibdtr. Hakkın açığa çıkarılmasında bu kişi ile iki kişi arasında bir fark yoktur. Kaldı ki işiten kişilerin şâhidliği nak­letmeleri; bir haberdir, tek başına haber de güvenilebilir bir kaynaktır.

Oumhûr-u fukahâ'ya göre: Şahide şehâdet ile hüküm caiz olmaz. Ancak asıl şâhidlerin hazır bulunmaması halinde caizdir. Asıl şahidin ölmesi, kaybolması veya şehâdeti intikâl ettirmesini önleyecek bir hasta­lığa tutulması gibi. Eğer asıl şahidin hazır bulundurulması mümkün ise, şahidin şehâdetine şâhidlik edenlerin şehâdeti kabul olmaz. Çünkü asıl şâhid, duyan şâhidden daha kuvvetlidir ve hakkın kendisini isbât edici vâsıtadır. Şehâdete şâhidlik ise asıl şahidin vak'aya şâhid olduğunu is­bât gayesine mebnîdir.

İmâm A'zam Ebu Hanîfe'nin Şafiî'nin ve Hanbel'in hâkimin hâki­me yazısı hususundaki görüşleri; Mısır Ceza Kanununun cinâî konular­la ilgili kaidesine uymaktadır. Çünkü Mısır Ceza Kanunu, mahkemeye bakan hâkimin şâhidleri dinlemesini Öngörür. İmâm Malik ve Zahiri mezhebi mensûblarının görüşü ise Mısır Ceza Kanununun ilgili kaide­lerine uyar. Çünkü Mısır Medenî Hukuku, mahkemeye bakan bir hâki­min dışında medenî konularda şâhidlerini dinlemesini ve dinlediği ifâ­deleri yazılı olarak hâkim arkadaşına göndermesini kabul etmektedir.

3- Haddler Geçmiş Olmamalıdır.

Ebu Hanîfe şehâdetin kabulü için; zina vak'asının geçmiş olmama­sını şart koşar. Geçmiş bir suça dâir şâhidlerin şehâdeti —İftira suçu­na hâs istisnaî bir hal dışında— kabul olmaz. İftira suçu ile diğer suç­lar arasında fark gözetmenin sebebi şudur: Şâhid iftira suçunda şehâ-detinl ancak dava açıldıktan sonra ortaya sürebilir. Davayı açan kimse, ancak iftira olunan kimsedir. Şâhid dava olununcaya kadar gördüğünü saklamışsa burada töhmet altında kalmaz. Öteki suçlara gelince; şahi­din davacının şikâyetine gerek görmeden gördüğü vak'ayı ortaya koy­ması caizdir.

Hanefîler bu görüşlerini şöylece demlendirmektedirler: İslâm hu­kukunun genel kaideleri uyarınca şâhid hâdiseyi gördüğü zaman: Allah rızası için şehâdet etmekle —ki Cenab-ı Allah Kur'ân-ı Kerîminde: «Al­lah için şâhidlik yapınız» buyurmaktadır.— hâdiseyi gözlemek arasında muhayyerdir. Çünkü olayların gizlenmesi hususunda Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmaktadır: Müslüman kardeşinin ayıbını gizleyenin Allah da âhirette ayıbını gizler. Şu halde şâhid bir süre geçene değin hâdiseye şâhid olduğunu gizlerse, bu onun gizleme yolunu tercih ettiğine delâlet eder. Bir süre gizledikten sonra şahadet etmeye karâr verirse, onu ye­niden şâhidliğe sevkeden âmilin, hasma karşı duyduğu kin olduğunun delilidir. Kinden mütevellid bir şehâdet ise kaljul olunamaz, çünkü şâ­hid itham altında bulunmaktadır.

Hz. Ömer ((r. a.) in şöyle dediği rivayet olunur: Vak'anın geçtiği anda işlenmiş olan bir suça şâhidlik etmeyen bir topluluğun bilâhere şe­hâdeti, kinden doğma bir şahadettir ve kabul olunmaz. Herhangi bir sa­habenin bu görüşünü reddettiği bilinmemektedir. Dolayısıyla bu, bir ic-mâ'dır. Hz. Ömer (r. a.) in sözünden anlaşıldığına göre bilâhare yapılan şehâdet bir töhmeti ortaya çıkarır ki, İslâm hukukunun genel kaideleri uyarınca töhmet altında bulunanların şehâdeti kabul olmaz.

Ebu Hanîfe her ne kadar yukarda belirtmeye çalıştığımız esâslar üzerinde gecikme konusuna cevaz vermekte ise de, bilâhere yapılan şe-hâdetleri reddetmekte ve içkinin dışında yapılan ikrarı kabul etmektedlr. İmâm Ebu Yûsuf onun bu görüşüne katılırken, îmam Muhammed önceden görülen vak'alafrla ilgili bilâhere yapılan şehâdeti reddederek, eski içki ile de alakalı olsa ikrarı mutlak manada kabul etmektedir.

Özetleyecek olursak: Hanefîler, gecikmeyi suçla İlgili müessir ola­rak kabul etmemektedirler. Ne kadar süre geçerse geçsin, suç kaimdir ve işleyenin cezalandırılması gerekir. Fakat gecikmenin şehâdet üzerin­de müessir olduğunu kabul etmektedirler. Şöyleki; şehâdet münâsib va­kit geçtikten sonra yapılacak olursa, itham bahis mevzuu olacağından reddolunur. Şehâdetin reddi ise, indirek yoldan suça te'sîr eder, çünkü deliller ortada bulunmayacağından suçluya ceza vermek mümkün ol­maz.

İbn Ebî Leylâ'dan nakledilen bir rivayete göre; sonradan yapılan şehâdet ve ikrar kabul olmaz.

Elbu Hanîfe'ye göre gecikme, şahidin gördüğünü söylemesine engel değildir. Ancak şâhid gördüğünü apaçık bir ma'zerete dayandırmadan te'hîr etmişse durum değişir. Fakat şehâdeti te'hîri zahirî bir ma'zerete müstenid ise şahadeti kabul olur. Zahirî ma'zeret, mesafe uzaklığı, has­talık veya öteki hissî engellerdir.

Ebu Hanîfe; gecikme için bir sınır koymamış, meseleyi hakime bı­rakmıştır. Hakim, duruma göre gecikmenin hududunu ta'yîn eder. Zîrâ ma'zeretlerin değişik olması, vakit ta'yinini imkansız kılmaktadır. La­kin bazı Hanefî fakîhler gecikmeyi bir ay, bazıları da altı ay olarak ta'­yîn etmişlerdir.

îmâm Mâlik, Safi! ile Zeydîler ve Zahirîler şehâdetto gecikmeyi ka­bul etmezler. Bilâhere yapılan şehâdeti ve İkrarı kabul ederler. Geçmiş­te işlenen bir suç için yapılan şehâdeti ve ikrarı geçtiğinden dolayı red­detmezler.  

Hanbelî mezhebinde ise iki görüş vardır: Birincisi Ebu Hanıfe'nin görüşüne uyar, ikincisi ise Mâlikî ve Şâlİîlerin görüşüne uyar ki, Han­belî mezhebinde amel edilen görüş budur.

4- Şehâdet Bir Mecliste Yapılmış Olmalıdır.

İmâm Mâlik, Ebu Hanîfe ve Ahmed îbn Han bel, zina. konusunda şâhidlerin şehâdetlerini, mahkeme huzurunda belirtmiş olmalarını şart koşarlar. Ahmed îbn Hanbel'e göre, şâhidlerin topluca mahkemenin huzuruna çıkarılması zorunlu değildir, mahkeme toplantı halinde bu­lunduğu sürece teker teker getirilmeleri sahihtir. Mahkeme toplantısını kapattıktan sonra gelecek şâhidlerin şâhidliği mu'teber sayılmaz. Şâ­hidlerin sayısı dörtten az olduğu takdîrda iftira suçunda şâhidlik ya­panların şâhidlikleri gecikse de kabul olur. İmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe ise, şehâdetin başlangıcı anında şâhidlerin topluca bulunmalarını şart koşarlar. Ayrı ayrı gelip ,teker teker şâhidlik yaparlarsa şâhidlikleri ka­bul olmaz. Şu halde Mâliki ve Hanefîlere göre zina. konusunda şühidle-rin şehâdeti edâ için bir mecliste cem'olmalan şarttır. Fakat §âhidler kısmen gelip şahidlik mahalline oturur, mahkeme başlar ve şâhidler çağrıldığında hepsi binden hazır bulunmazlarsa, birisi çağırıldığında ikincisi, ikincisi çağırıldığında üçüncüsü gelirse bu, takdirde şehadetleri caiz olmaz ve müfteri olarak değerlendirilip, cezalandırılırlar.

Şâfiîler, Zeydîler ve Zahirî mezhebi mensûbları bu şartı Öne sür­mezler, onlara göre topluca veya teker teker gelmeleri ve şehâdeti bir celsede veya daha fazla celselerde yapmaları farksızdır. Delilleri ise Yüce Allah'ın şu âyet-i celîle'sidir: «Ona dört şâhid getirmeli değiller miydi?» Bu âyette şâhidler zikrolunmakta, fakat celse zikrolunmamak-tadır. Bir diğer âyet-i celîle'de ise: «Onlara içimizden dört kişiyi şâhid tutun. Eğer Şahidlik yaparlarsa o kadınları evlerde tutuverin.» Bu âyete göre her şehâdet makbuldür. Gerek zina suçunda gerekse diğer suçlarda, şâhidlerin topluca *veya teker teker gelmeleri caizdir. Karşı görüşte olanlar ise, Hz, Ömef (r.a.)in amelini delil gös­terirler. Muğîre tbn Şu'be aleyhinde Kbu Bükre, Nâfi' ve Şibl şahidlik yaparlar, fakat Ziyâd şahidlik yapmaz. Hz. Ömer adı geçen şahsa hadd cezası verir. Eğer tek celse şartı olmasaydı, onlara hadd vurması caiz olmazdı. Çünkü bir başka celsede dördüncü şahidi getirebilirlerdi. Eğer üç kişi şahidlik yapar ve dört kişi olmadığı için hadd vurulur da, bilâhare tiördüncü şahıs gelip şehâdet ederse onun şehâdeti kabul olmaz. Eğer bir celse şartı olmasaydı onların şehâdeti dördüncü ile birlikte tamam­lanırdı. Ayet-i celîle'ye gelince; şartlara temas etmemiş, zinanın sıfatı ve şâhidlerdeki adalet şartım ele almamıştır. Ayrıca: «Sonra dört şâhid getirmezlerse onlara sopa vurun.» âyet-i celîle'si zaman bakımından mutlak veya mukayyed olmak durumundadır. Ayet-i celîle mutlak ola­maz; çünkü mutlak olması, dört şâhid getiremeyenlere sopa vurmanın cevazını engeller. Eğer mutlak olarak kabul edilirse, her 'zaman dört şahidin getirilmesi veya kısmî sâhidler varsa dörde ikmâl olunması caiz olacağından sopa vurulamaz. Âyetin mutlak olmayıp mukayyed olduğu sabit olunca, celse ile mukayyed olması evlâdır. Çünkü bir celse, bir tek hal manasınadır.

5- Şâhidlerin Sayısı Dört Olmalıdır:

Zina suçunda sâhidler dörtten az olursa şehadetleri kabul olmaz ve onlara iftira haddi vurulur. Ebu Hanîfe, Mâlik ve Zeyd; Yüce Allah'­ın: «İffetli kadınlara iftira atıp ta dört şâhid getiremeyenlere seksen sopa vurun.» (Nur, 4) âyet-i celîle'sinden bu hükmü çıkartmaktadırlar.

Şafiî mezhebinde   kuvvet' kazanan görüş ile  Hanbelî mezhebi de;

İmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe'nin görüşüne uyar. Şafiî mezhebinde kuvvet kazanmamış görüş sahiplerine göre; şâhidlerin sayısı dörtten az olunca, Allah rızâsı için şâhidlik yapmak üzere geldikleri kabul edileceği için, iftira hackü vurulmaz. Normal olarak Allah rızâsından başka bir sâikin, şâhidleri şehâdete sevkettiği düşünülemez. Ayrıca zina için şehâdet caiz olduğundan, şâhidlere ceza verilemez. Şâhidlerin sayılarını dörde çıka-ramamalan halinde, şehâdetten kaçınması iftira haddi neticesini do­ğurur.

Zahirî mezhebi mensûblarına göre; zina konusunda şehâdet eden­lere asla iftira haddi vurdurulamaz. Zîrâ iftira haddi; şâhidler için de­ğil, iftira atanlar için konulmuştur. Kur'ân-ı Kerîm, meseleleri açıkla­mak için şehâdet edenlerle iftira atanları birbirinden ayırmıştır. Öyley­se birinin hükmünü diğerine uygulamak caiz olmaz.

Muhalif görüşte olanlar Hz. Ömer'in hükmünü delil Olarak göster­mektedirler. Hz. Ömer —yukarda da belirttiğimiz gibi— sayılarını dör­de iblâğ edemeyen üç şahide hadd vurdurmuştur. Hz. Ömer'in hükmü, sahabenin gözü önünde cereyan etmiş olduğu halde ona hiç birisi karşı çıkmamıştır.

Şâhidlerin sayısı dört olur, ancak tümü veya bir kısmı şehâdet eh­liyetine hâiz bulunmazlarsa —birisine fâsık veya iftira suçundan sopa vurulmuş olursa— îmâm Mâlik'e göre; şâhidlik sakıt olur ve hepsine hadd cezası vurulur. Çünkü şâhidlik tekemmül etmemiştir. Bu durum şâhidlik ehliyetinin bulunmadığının hüküm verilmesinden önce anla­şılması halinde vâriddir. Ancak şâhidlik ehliyetine hâiz bulunmadıkları hükümden sonra anlaşılırsa; hiç birisine hadd gerekmez. Çünkü şehâ­det, hâkimin içtihadıyla tamamlanmış olmaktadır.

Ebu Hanîfe'ye göre ehliyetsizlik, ister hükümden sonra, ister infaz­dan önce tebeyyün etsin şâhidlere hadd tatbik olunur. Eğer ehliyetsiz­lik, hükmün infazından sonra ortaya çıkmışsa, tatbik olunan hadd sopa ise şâhüdlere de sopa vurulur. Ebu Hanîfe'ye göre; sopanın karşılığında bir diyet ödemezler. İmâm Muhammed ve Ebu Yûsuf'a göre sehâdeti te­kemmül etmediği halde sopa vurulan suçluya hazîneden yarı diyet öde­nir. Eğer şehâdet ehliyeti olmadığı anlaşılan şâhidlerin şehâdeti üzerine verilen hüküm recm cezası ise şâhidlere hadd tatbik edilmez. Çünkü söyledikleri iftira olarak kabul edilir. Ve bir kimse birisine iftira atar, sonra iftira atılan kişi ölürse hadd sakıt olur ve beyt'ül-mâl'den diyet ödenmesi gerekir. Çünkü bu durumda hatânın, hâkimden sâdır olduğu kabul edilir. Hâkimin hatalı olarak verdiği karârların diyeti ise hazîne­den ödenir. Zîrâ hâkim bütün müslümanlar için görev yapmaktadır, ha­zîne ise müslümanlann malıdır, dolayısıyla hâkimin hatâsının netice­sine, hazînenin katlanması gerekir.

Hanefî mezhebi mensûbları; şâhidlerin, şehâdet vazifesini yüklen­meye ve edaya, ehliyetli olmaları bakımından bir aynma tâbi tutmak­tadırlar. Şâhidlerden kimi tam olarak şehâdet görevini ifâ edebilecek durumdadır, bunlar akıl, baliğ, hür ve adil kimselerdir. Kimi şahidler de şehâdet vazifesini eksik olarak edâ etmek ehliyetine sahihtirler. Ya­lancılık töhmeti altında bulunan fâsıklar gibi. Kimi şahidler de şehâdet vazifesini yüklenmeye ve îfâya ehliyetli değildirler, çocuklar, deliler ve kâfirler gibi. Bazı şahidler ise şehâdet vazifesini yüklenmeye ehil, fakat îfâya ehil değildirler, körlerin iftira suçundan hadd cezasına çarptırıl­ması gibi. Birinci grubun şehâdetiyle hüküm verilir ve hak tesbît olunur. İkinci grubun şâhidliği halinde doğrulukları ortaya çıkıncaya kadar bek­lemek gerekir. Üçüncü grubun şâhidliği asla kabul edilmez. Dördüncü grubun şâhidliği; şehâdeti yüklenmek bakımdan sahîh fakat îfâsı bakı­mından sahih değildir.

Bu ayrıma binâen Hanefîler, şu hükümleri tertîb etmektedirler: Şâ­hidliği yüklenme- veya ifâ ehliyetini veya her ikisini birlikte kaybeden kişi şehâdetinde müfteri sayılır. Eğer dört tane kör, kafir veya iftira su­çundan hadd vurulmuş birisi şâhidlik yapacak olursa; onlara iftira had­di vurulur. Bir kör veya kâfir veya iftira suçundan hadd cezası vurul­muş bir Kişi ile birlikte üç kişi zina konusunda şâhidlik yapacak olursa; dördüne de İftira suçundan dolayı hadd cezası vurulur. Çünkü birincisi şehâdet ehliyetine sâhib değildir, üçü ise, şâhidlik için gereken sayıyı dolduramamıştır. Zîrâ zinada şâhidlerin sayısının dört olması gerekir. Dört fâsık bir kişinin aleyhinde şâhidlik yapacak olursa, aleyhinde şâ­hidlik yapılana hadd vurulmaz;çünkü suç isbât edilememiştir. Şâhidlik yapanlara da hadd vurulmaz, çünkü suçun isbâtı şüphesi vâriddir. On-' lar her ne kadar fâsık iseler de eksiklikleriyle birlikte sahiciliğe ehildir­ler. Bir fâsık ve üç kişi birisinin zina ettiği konusunda şâhidlik yapacak olursa da durum aynıdır.

imâm Şafiî'ye göre; dört kişi, birinin zina ettiği konusunda şâhidlik yapacak olursa ve hâkim içlerinden birinin şehâdetini reddederse; —red sebebi kölelik, kâfirlik veya fâsıkhk ise— durum, sayılan tamamlanma­mış, şâhidlerin durumu gibidir. Çünkü bu şahidin varlığı, yokluğu gibi kabul edilir ve gerekli olan dört adedine baliğ olmaz. Eğer hâkimin dör­düncü şahsın şehâdetine red sebebi, fasıldık gibi bilinmez bir sebep ise bu takdirde iki görüş vardır: Birincisine göre, verilecek hüküm; dörde baliğ olmamış şâhidlerin hükmü gibidir. Çünkü adalet çarkının bulun­mayışı şahidin yok olması hükmündedir. İkinci görüş uyarınca, sayıları dörde baliğ olmadığından dolayı şâhidlere hadd vurulmaz. Çünkü red sebebi kendileri bakımından gizli bir nedendir. Bu1 yüzden ma'zurdur-lar ve hadd vurulması îcâbetmez. Ama red zahir ise ve onlar da bu kornuda müfrit İseler hadd vurulması îcâbeder. Hanbeli mezhebinde ise üç rivayet vardır.

a- Sayıları dörde baliğ, olmamış şahidlerin şehâdeti tam olmaya­cağından üç kişi imişler gibi muamele yapılır ve hadd cezası vurulur.

b- Hadd cezası vurulmaz; çünkü onlar, dört şâhid olarak gelmiş­ler ve âyetin umûmî muhtevasına dâhil olmuşlardır. Eksiklikleri bilin­meyen dört şâhid olarak mahkemenin huzuruna çıkmışlardır, içlerinden birisinin durumunun bilinmemesi, şahidlerin adaletsizliği veya fâsık-lığı tesbft edilmemiş bulunan normal dört şâhidmiş gibi kabul edilirler.

c- Eğer şâhidliği reddolunanlar fâsık iseler diğer şâhidlere hadd gerekmez. Şayet fâsık değil ker veya kâfir gibi şehâdeti geçersiz kimse­ler ise hadd vurulması gerekir.

Yukarda anlatılanlardan ortaya çıkıyor ki, Şâfü ve Hanbelî mezhe­binde normal şahidlik vazifesini îfâ İçin gelmiş olan şahidlerin sayısı dörtten az da olsa şâhidlere hadd vurulmayacağını kabul eden bir gö­rüş bulunduğunu ve bu hükümlerin bu görüşe dayandığını gözden uzak tutmamak gerekir.

Zeydîlere göre; şahidlerin sayısı dörde baliğ olunca, şehâdet tâm olarak kabul edilir ve iftira ihtimâli ortadan kalkar. İsterse şahidlerin adaletli olmadığı tebeyyün etsin. Fakat şâhldlerden bir kısmının âdil olmadığı anlaşılınca, iftira eden kişiye hadd tatbik olunmaz. Şâhidler-den birisi —tfeli veya kör olup— şehâdet ehliyetine hâiz bulunmazsa du­rum aynıdır. Çünkü bu durumda hadd, hem şâhidlerden hem de suçlanan kişiden sakıt olur. Kısacası Zeydîlere göre şahitlere ancak dördü ikmâl etmedikleri takdirde hadd vurulur, bunun dışında ceza verilemez. Zahirî mezhebinin gerek tek başına gerekse başkalarıyla birlikte şahidlik ya­pan kimselere hadd vurulmayacağı görüşünde olduğunu yukarda zikret­miştik. Onlara göre hadd, müfteri için vaz'olunmuştur, şahidlik için değil.

İslâm hukukçuları .arasında ittifakla kabul edilmektedir ki, bir baş­kasından duyduğuna dâir şahidlik kabul olunmaz. Veya şahidlerin sayı­sı dörde tamamlanmazsa hadd tatbik olunmaz. Çünkü duyduğuna dâir şehâdet eden kişi müfteri sayılamaz. O, bir başkasından duyduğunu ri­vayet etmekte ve bunda prensib olarak hüsn-i niyyet sahibi olduğunu kabul etmek gerekir. Üç kişi bir adamın zina ettiğini gördüklerine dâir şahidlik yaparsa, dördüncü şahıs da bir başkasından o adamı zina eder­ken gördüğünü duyduğunu söylerse; şahidlerin sayısı tamamlanmış ol­maz. Şahidlerin sayısı, dörde baliğ olmayınca, hadd vurulmasını öngören mezheblere göre, bu vak'ada görgü şâhidlerine hadd cezası vurulur, du­yarak şahidlik edene hadd vurulmaz. İki kişi duyarak üç kişi de görerek şahidlik yaparsa, şehâdet Mâlikîlere ve Zahirîlere göre, tam olarak kabul edilir, Hanefîlere, Şâfiîlere, Hanbelîlere ve Zeydîlere göre, tâm olarak kabul edilmez. Ebu Hanîfe ve imâm Zeyd'e göre ve Şafiî ile Hanbelî mez­hebinde kuvvetli bir görüş uyarınca, sayılarını dörde iblâğ edememiş olan şâhidlere hadd vurulur. Şâhidler kadının fercine baktıklarını itiraf etseler bile şehâdetleri kabul olur ve bâtıl sayılmaz. Çünkü zina suçun­dan sahiciliğin îfâsı, kadının fercine bakmayı gerektirir. Binâenaleyh şehâdeti îfâ kasdıyla şâhidlerin kadının fercine bakmaları mübâh olur. Tıpkı tedavi için doktorun bakmasının mübâh olduğu gibi.

Şâhidlerden biri veya birkaçı şâhidliklerinden rücû' ederlerse rücû' eden şâhidlere rücû' hükmünden sonra veya infazdan önce ise, iftira haddi tatbik edilir. Fakat rücû' hükmünden önce ise, şâhidlerin tümüne iftira haddi vurulur, isterse aralarında rücû' eden şâhid bir kişi olsun, çünkü bir kişinin rücû'u ile şehâdet tamamlanmış olur. imâm Mâlik'e göre; hükümden önce şehâdetten rücû'; şehâdeti iskât eder. Çünkü bu, şâhidlerin şüphe içerisinde bulunduklarını veya âdil olmadıklarını itiraf mânâsına gelir. Eğer şehâdetten rücû', hükmün verilmesinden sonra ve infazından Önce olursa şehâdet sakıt olmaz, yalnızca şâhidlerin yalancı­lığı ortaya/ çıktığı takdirde hüküm bozulur. Öldürüldüğü iddia edilen kişinin ortaya çıkması gibi. Eğer şehâdetten rücû', hükmün verilmesin­den ve ifâsından sonra ise şehâdet sakıt olmaz ve hüküm bozulmaz, sâ­dece şâhidlere ceza verilir.

Ebu Hanîfe'ye göre; dört kişi bir adamın zina ettiğine dâir şehâdet ederse; o kişi recm'olunur fakat içlerinden birisi, hükmün verilmesinden sonra rücû' ederse; ona hem İftira haddi tatbik edilir hem de dörtte bir diyet Ödemesi gerekir, imâm Züfer'e göre; zina ettiğine dâir hakkında şâhidlik yapılan kişiye, şâhidlerden biri rücû' edene kadar hadd vurul­ması gerekir. Yani rücû'; hüküm verildikten sonra ve îfâdan önce olursa; şâhidlerin hepsine hadd vurulur, imâm Muhammed ve Züfer ise, yal­nızca rücû1 edene hadd vurulması gerektiği görüşündedirler. Onlara gö­re; hükümle şehâdet kuvvet kazanmış olmaktadır, içlerinden birisi hük­mün verilmesinden önce rücû' ederse hepsine hadd vurulması îcâbeder. imâm Züfer'e göre; yalnızca rücû' edene hadd vurulur.

Şâfiîlerde kaide şudur: Şâhidler haklı olarak şehâdetlerini yaparlar sonra şâhidlikten rücû' ederlerse, rücû1 ya hükümden önce veya hüküm­den sonra; infazdan önce, yahut ta hükümden ve infazdan sonra ola­caktır. Eğer şâhidlikten rücû1; hükümden önce ise, onların şehâdetiyle hüküm verilemez. Çünkü şâhidlerin şehâdette doğru, fakat rücû'da yan­lış, olmaları muhtemel olduğu gibi, rücû'da doğru ve şehâdette yanlış olmaları da mümkündür. Şüphe halinde ise hüküm verilemez. Eğer şâ­hidler hükümden sonra ve infazdan Önce rücû* ederlerse, verilen ceza hadd veya kısası gerektiren bir ceza olduğu takdirde hüküm infaz edilmez. Çünkü tou haklar şüphe ile sakıt olur, rücû' ise apaçık bir şüphedir. Eğer Şahidler hükümden ve infazdan sonra rücû' ederlerse hüküm bo­zulmaz.

Bu kaidelere binâen aşağıdaki hükümler ortaya çıkmaktadır: Dört kişi bir adamın zina ettiğine dâir şahidlik ederler ve içlerinden birisi şehâdete mebnî hüküm verilmezden önce rücû'ederse; rücû' edene if­tira haddi gerekir. Ancak Şafiî mezhebinden bazı fakîhler, haddin vu­rulmayacağı görüşündedirler. Onlara göre; şâhid, suçluya zinayı şehâ-det lafzıyla isnâd etmekte, iftira kasdı bulunmamaktadır. Ancak bu görüş pek kuvvet kazanmamıştır. Gelelim diğer üç kişiye; rücû' etme-, miş olan bu üç kişiye hadd gerekmez. Çünkü onlar tarafından işlenmiş bir suç söz konusu değildir. Ve onlar şâhidlik için gerekli olan dört ki­şiyi tamamlamıştır. İçlerinden birinin rücû' etmesi, onların önleyebile­cekleri bir durum değildir. Ama hepsi birden rücû' edecek olur ve; ka­sıtlı şehâdet yaptık, diyecek olurlarsa hepsine birden hadd vurmak ge­rekir.                                                                -

Şâhidlerden tümü veya bir kısmı hükmün verilmesinden sonra, fa­kat infazdan önce rücû' ederlerse, rücû' edene hadd vurulur, diğerlerine vurulmaz. Eğer rücû, hükümden ve infazdan sonra ise hüküm yine ay­nıdır. Ancak ceza, recm cezası ise şahidler şâhidliklerini kasıdli yapmış­larsa; kasden ölüme sebep olmaktan dolayı kısas gerekir. Hatâen yap­mışlarsa, hatâen ölüme sebeb olmalarından dolayı tazminat îcâbeder.

îmâm Ahmed'e göre; şahidler, bütünüyle veya içlerinden birisi şe-hâdetten rücû' edecek olursa en sahîh rivayete göre;; hepsine birlikte hadd vurmak gerekir. Bu sahîh görüş Hanefî mezhebinin görüşüne uy­maktadır. Sahîh olmayan bir diğer görüşe göre ise; rücû' edene bir şey gerekmez, diğer üçüne hadd vurulur. Tabiî rücû', hükmün tatbikinden önce ise. Bu durumda rücû' eden kimse,.hükmün,tatbikinden önce .tevbe eden kişi gibidir, tevbe onun üzerindeki haddi iskat eder. Rücû' edene haddin vurulması; aleyhinde şehâdet eden kişinin menfaatinin gözetil­mesine nıebnîdir. Haddin vurulması halinde hadd endişesiyle rücû'dan imtina' ihtimâli vâriddir, bu ise bir zorlama olur.

Zeydîlere göre; şâhidlerin, hükümden önce rücû'lan şehâdeti ibtâl eder. Hükümden sonra fakat infazdan önce rücû' da böyledir. Bunun için infazdan önce rücû' eden şâhidlere iftira haddi, infazdan sonra rü­cû' eden şâhidlere yan diyet veya kısas gerekir.

Zahirîlere göre genel kaide şudur: Şâhidlerin hükümden, önce şe-hâdetten rücû'u şehâdeti ibtâl eder. Hükümden sonra rücû'u ise hük­mün feshine sebeb olur. Yukarıda zahirîlerin zina konusunda şâhidlere hadd vurmak gerektiğine dâir görüşlerini belirtmiştik. Bu takdirde şâ­hidlerden birinin veya tümünün şehâdetten rücû etmesi halinde hiç birine hadd vurulmaz. Çünkü onlara göre hadd, şahide değil iftira ede­ne vurulur.

İktidarsız veya burulmuş kişilerin zina ettikleri konusundaki şe-hâhâdetleri kabul edilir. Çünkü her ikisinden de zina ihtimâli düşünü­lebilir ve zina anuıda burulmuş erkeğin uzvunun sertleşmesi mümkün olabilir. Ancak uzvu kökünden koparılmış kişi hakkında zina iddiası tasavvur olunamaz, dolayısıyla kabul edilmez. Şahidler zina yapıldığı­na dâir şehâdet eder; kadın, şâhidleri reddederek kendisinin bakire ol­duğunu iddia ederse bir veya birden çok kadına kontrol ettirilir. Bakire olduğu konusunda o kadınlar şehâdet ederlerse hadd vurulur ve ceza verilmez. Kontrol için birden fazla kadın bulunmadığı takdirde bir tek kadının şehâdeti de kâfidir. Hanefîlerin ve Hanbelîlferin görüşü budur. Çünkü erkeklerin göremeyecekleri konularda bir tek kadının şehâdeti hanefîtfere ve hanbelîlere göre makbuldür. Zeydîler de bu görüştedirler. Haddin durdurulmasının esâsı, isbât şâhidlerinin yalan söylemiş veya vehmetmiş olmak ihtimâlleridir. Bu ihtimâl, şüphe olarak kabul edilir ve şüphe halinde de haddler durdurulur.

Şâfüler, dört kadının şehâdetini şart koşarlar. Dört kadın suç iş­leyenin bakire olduğuna dâir şâhidlik yaparlarsa; zanlıya hadd vurmak gerekmez. Zîrâ bekâretinin zail olmamış olması muhtemel olduğu gibi, sonradan eski haline dönüşmüş olması ihtimâli de vardır. Çünkü cima" sonuna kadar vaki" olmazsa, bekâret tekrar eski haline döner. İhtimâl söz konusu olduğunda hadd gerekmez. Şâhidlere de hadd gerekmez; çünkü bekâretin aslî olup, şâhidlerin yalan söylemiş olmaları ihtimâl dâhilinde olduğundan, sanığa hadd vurdurulmadığı gibi şâhidlerin doğ­ru söylemeleri ve bekâretin aslında zail olup sonradan eski hâline dön­müş olması ihtimâli bulunduğu için, şâhidlere de hadd vurulmaz.

îbn Hazm ise, haddin durdurulması için dört kadının şehâdetini şart koşar. Lâkin Îbn Hazm, kadınların sanığın bakire olduğunu ifâde etmeleriyle yetinmez. Nasıl bakire olduğunu anlatmalar! gerektiğini belirtir. Eğer bakıcı kadınlar, sanığın -bakire olduğunu ve erkeğin cin­siyet uzvunun girmesi halinde muhakkak bekâret zarının izâle olacağı­nı, kadının cinsiyet uzvunun tıkalı olduğunu belirtirlerse, şâhidlerin vehme kapıldıklarına ve yalan söylediklerine hükmolunur ve onların şehâdetine dayanarak bir karâr verilemez. Eğer bakıcı kadınlar, sanığın bakire, ancak bekâretin genişlemiş olduğunu ve erkeğin cinsel uzvunun girmesiyle bekâretin zail olmayacağını ifâde ederlerse, şâhidlerin doğru olduğuna karâr verilir ve sanığa hadd cezası tatbik olunur. Zîrâ böyle bir durumda şâhidlerin yalan söylemesi veya vehme kapılmış olmaları kestirilemez. Îbn Hazm şüphe halinde haddi durdurmaz, çünkü zahirî mezhebi şüpheyi kabul etmez.

Kadınların sanığın bakire olduğunu iddia etmeleri halinde belirte­cekleri kanâati şehâdet saymaları hususunda tbn Hazm'ın öne sürdüğü görüş, nefy için şehadeti kabul etmeyip isbât için şehâdeti kabul eden Zahirî mezhebi fukahâsımn görüşüne muhaliftir. İmam Mâlik'e göre bakıcı dört kadın, sanığın bakire olduğunu ifade etseler de hadd dur­durulmaz. İmâm Mâlik'in delili şudur: îsbât şâhidleri zinayı görmüş­lerdir ve bekâretin zail olmaması ile birlikte duhûl mümkündür. Ayrıca isbât şahidi, inkar şehâdetinden Önceliğe sahiptir.

İhsan İçin Şehâdet:

îimâm <MaIik, Şâfü ve Hanbel'e göre; ihsanın isbâtı için iki erke­ğin şehadeti kâfidir. Çünkü ihsan hali, kişiyle alâkalı bir hal olup zina vak'asıyla ilişkili değildir. Binâenaleyh zinada olduğu gibi ihsanın is-bâtı için de, dört erkek şahidin olması şart değildir.

Hanefî mezhebine göre de ihsanın isbâtı için iki erkek şâhid yeter­lidir, imam Züfer'in dışında Hanefîler, ihsanın; Üd erkek veya bir erkek Uû kadın şâhid ile isbât edileceği görüşündedirler, İmâm Züfer ise iki erkeğin olmasını şart koşar.

Zeydî mezhebinde, ihsanın isbâtı için iki erkek bir kadın da olsa, âdil iki kişi kâfidir.

Zahirî mezhebi ise zinanın isbâtıyla ihsanın isbâtı arasında fark gözetmez. Fark gözetilmemesi demek, zina ve ihsanın dört şâhidle is-bât olunacağı mânâsına gelmektedir.

Haddi gerektiren her zina suçunda âyet-i kerîme'nin nassı mu'ci-bince dört şahidin bulunması hususunda İslâm bilginleri ittifak etmiş­lerdir. Ayeî-i kerîme bu hususu Nûr sûresinde sarahaten şöyle ifâde et­mektedir: «Namuslu kadınlara zina suçu isnâd edip te sonra dört şâhid getiremeyenlere seksen değnek vurun ve onların şâhidliğini asla kabul etmeyin.» (Nûr, 4). Hayvanlarla temas, erkeğin erkekle teması ve er­keğin kadının arkasıyla teması —bu fiilleri zina hükmüne tâbi kılan­lara göre— bu âyet-i kerîme'nin hükmü içerisine girer. Fakat bu sa­yılan suçları, ta'zîri gerektiren suçlar olarak kabul edenler, ta'zîr ce­zasının verilmesi için suçun isbâtına kâfî görülen delillerle yetinirler. Ta'zîr cezası, bazan iki şâhidle isbât edileceği gibi bazan da bir erkek iki kadın veya dört kadın veya bir erkek iki kadın ve taleb edenin ye-mîni ile beraber isbât olunabilir. Yeminden dönme veya ikrar da aynı şekilde isbât olunur.

Şafiî ve Hanbelî mezhebine mensûto fakîhlerin bir kısmına göre; haddi değil ta'zîri îcâbettiren her temas ancak dört şâhidle isbât edilebilir. Çünkü bu fiil, fuhuştur ve haram olan bir ırza tecâvüzdür. Eğer fiil temas dışında bir münasebet ise iki şâhidle işbât olunur.

4- Hakim Şahidlerin Şehâdetine Kani Olmalıdır:

Sanığa zina haddinin tatbiki ancak hakimin şahidlerin doğru söy­lediğine kanâat getirmesiyle mümkün olur. Şâhidler, fiilin tavsifinde veya zamanında veya yerinde birbirleriyle çelişen ve yalan söyledikle­rini veya bir kısmının yalan söylediğini belirten, bir ihtilâfa düşerlerse şâhidlikleri reddolunur. Ancak burada şâhidlere iftira had-.dinin vurulup vurulmaması konusunda ihtilâf vardır. Şahidlerin sayısı dörde ulaşmadığı veya şehâdetlesri kabul olunmadığı takdirde, iftira haddinin vurulmasını gerekli' bulanlarla, bulmayanlar, farklı görüşler serdetmektedirler. Bazılarına göre; iftira haddi vurulur, çünkü şâhidler muhtelif vak'alan görmüşler.ve bunu bir vak'a imişçesine ortaya koya­rak aynı noktada dört şâhid birleşememiştir, binâenaleyh müfteridir­ler.' Bazılarına göre de hadd vurulmaz; çünkü şâhidler şehâdet vazife­sini îfâ etmişlerdir. Diğer bir gruba göre; mesele, hâkimin karârına bı­rakılmıştır. Hakim her durumu şartlarıyla birlikte değerlendirir.

İslâm hukukçuları bu konuyla ilgili olarak kaleme aldıkları eser­lerde şâhidler, arası-ihtilâf şekillerinin belli başlılarını şöylece serdeder-ler:

İki şâhid, bir kişinin belli bir evde zina ettiğine şehâdet eder, diğer iki şâhid de aynı kişinin aynı kadınla bir başka evde zina ettiğine şehâ-der eder. Yahut iki şâhid, bir adamm bir kadınla diğer arkadaşlarının belirttikleri şehirden başka bir şehirde zina ettiklerine dâir şâhidlik ya­par. Yahut zinanın işlendiği yıl, ay ve günde ihtilâf ederler. Eğer bu sayılan hususlarda ihtilâf varsa, İmâm Mâlik'e, Şafiî mezhebinden ba­zı fakîhlere, Ahmed tbn Hanbel'e ve Hanefî mezhebinden İmârn Züfer'e göre; hepsi de müfteridirler. Buna karşılık Elbu Hanîfe, Şafiî ve Han-belî mezhebinden bazı fakîhler şâhidlere iftira haddinin vurulamayaca­ğını, gerekli olan dört sayısını tamamlamış olduklarını ifâde ederler.

Mâlikî fakîhlerinden İbn Macişûn'a göre; şâhidler ihtilâf etseler de, şehâdetleri sahihtir. Tabiatı itibarıyla ihtilâf hatırlatılmaz ve şehâ-detlerini tam olarak îfâ ederler ve hâkim de onlara ihtilâf noktalarını sormazsa.

tki şâhid bir kişinin bir kadınla bir evin, bir köşesinde zina- ettiği­ne şehâdet eder, diğer iki şâhid de aynı evin başka bir köşesinde zina ettiğini söylerse ve iki köşe. birbirinden uzakça l^ir yerde ise durum, iki ayn evde zina ettiklerini söylemek' gibidir. Ancak evin iki köşesi birbi­rine yakınsa şâhidlik tamâm olmuş sayılır ve Ebu Hanîfe ile Ahmed İbn Hanbel'e göre; aleyhinde şehâdet eden kişiye hadd vurulur. İmâm Şafiî, Mâlik ve Züfer'e göre şehâdet tamamlanmamış olduğundan aleyhinde şahidlik yapılan kimseye'hadd vurulamaz.

İki kişi, bir adamın bir kadınla zorla zina ettiğine şahidlik eder, diğer iki şâhid de, adamın kadının isteğiyle zina ettiğini belir­tirse, icmâ-ı fukahâ'ya göre, kadına hadd vurulmaz. Çünkü şehâdet, ka­dına hadd vurmayı gerektiren bir konuda tekemmül etmemiştir. Kadın­la zina eden erkeğin durumu ise ihtilaflıdır. Bazılarına göre hadd vu­rulmaz, çünkü delil, bir fiil üzerinde tekemmül etmiş değildir. Gönüllü fiil ile zorla yapılan fiil aynı olmaz. Ayrıca her bir fiil için gerekli olan şâhid sayısı tamamlanmamıştır ve şâhidlerden ikisi diğer ikisini tekzîb etmektedir. Bu ise şehâdetin kabulünü önler veya en azından haddi dur­duran bir şüphe durumunu ortaya koyar. İki şâhidden birisinin de di­ğerini yalanlama durumu ortadan kalkmış olamaz. Bu durumda ancak iki fiilden birisinin gönüllü, birisinin zorla olma ihtimâli bahis mevzuu olur ki, bu da şehadetin bir fiil üzerinde tekemmülünü önler. Kaldı ki, gönüllü olarak fiilin işlendiğini söyleyen şâhidler kadına iftira etmek­tedirler, ancak delilleri tekemmül etmediği için şehâdetleri kabul olun­maz. Bu görüş; İmam Mâlik ve Ebu Hanîfe'nin görüşü olup Şafiî ve Hanbelî mezhebinden bir grup ta bu görüşe katılmaktadırlar. Baza fu-kahâya göre, erkeğe hadd tatbiki vâcibdir. Zîrâ erkeğin zina ettiğine dâir şâhidler tekemmül etmiştir. Şâhidler, adamın zina fiili işlediğinde birleşmişler, ancak kadının durumu konusunda ihtilâf etmişlerdir. Ka­dının fiili isteyerek veya zorla işlediği konusundaki bu ihtilâf, erkeğin aleyhindeki şehadetin tekemmülünü önlemez. Bu, görüş Hanefî fakîh-lerinden İmâm Muhammed ile İmâm Ebu Yûsuf'un görüşü olup, Şâfü ve Hanbelî mezhebinden bir grup ta bu görüşe katılmaktadır.

Şâhidlerin durumuna gelince, bu hususta Üç ayrı görüş vardır:

a- Birinci görüş uyarınca, şâhidlere hadd gerekmez.

b- İkinci görüş uyarınca, şâhidlere hadd gerekir. Çünkü zina yar pıldığına şehâdet etmişler, fakat şahidlik için gerekli olan sayıyı ikmâl edememişlerdir. Binâenaleyh hadd vurulması îcâbeder.

c- Gönüllü olarak kadının zina ettiğini söyleyen erkeklere hadd vunmak gerekir. Çünkü onlar kadına iftira atmakta ve iftiralarını de-lillendirecek şahidleri tekemmül ettirememektedirler. Zorla fiili işledi­ğini söyleyen şâhidlere ise, hadd gerekmez. Çünkü onlar kadına iftira etmemişlerdir. Erkeğin aleyhindeki şehâdetleri tekemmül etmiş, fakat şüphe durumu vârid olduğu için hadd uygulanamamıştır.

Zeydîlere göire; ihtilâfın hiç bir Önemi yoktur. Ancak ihtilâf fiilin hakîkatında yani fiilin işlenip işlenmediği konusunda veya yerinde ve­ya vaktinde veya keyfiyetinde, yahut ta diğer konularda olursa ihtilaf ehemmiyet ifâde eder. Şahidlerin şehâdeti, bu konularda ittifak ederse; sanığa hadd cezası gerekir. Şâhidler bunlardan herhangi birisine ihti­lâf ederlerse veya tafsilâtını anlatamayıp özetlemekle yetiniriersa şe-hâdetleri sahih olmaz ve iftira haddi gerekmez.

Zahirî mezhebinde kaide şudur: Şâhidliğin tamjâmlayıcısı olan ko­nudaki ihtilâf şehâdeti bozar. Onlara göre, yabancı bir erkek, yabancı bir kadınla birleşirse zina suçu tamamlanmış, olur. Ancak şâhidler bu konuda kesin olmalıdırlar. Fakat zinanın yerinde, zamanında veya zina edilen kadının vasfı konusunda ihtilâf edecek olurlarsa, bu ihtilâfa iti­bâr yoktur. Çünkü bunların anlatılmasıyla anlatılmaması farksızdır ve şehâdet tam olarak tekerrür etmiş, hadd gerekli olmuştur. Bu konuda muhtelif görüşler vardır ki, bunlara temas etmiyoruz.

Üzerinde ittifak edilen konulardan birisi de; zina konusunda şâ-hidlik için önceden bir davanın açılmasının gerekmeyeceği konusudur. Şâhidler daha zina davası açılmadan Önce gördükleri vak'ayı mahke­meye intikâl ettirebilirler ve bunun üzerine zina davası açılabilir. îslam hukukçuları bu görüşü, Ebu Bükre'nin yaşadığı bir olaya dayandırır­lar. Şöyle ki; Bbu Bükre ve arkadaşları aleyhinde henüz bir dava açıl­madan Muğîre aleyhinde şâhidlik yapmışlardır. Cârût ve bir arkadaşı, Rudâme tbn Mazun'un aleyhinde içki içtiğine dâir şâhidlik yapmışlar ve bilâhare dava açılmıştır. Zina suçunda davanın açılmasının şart ol­mamasının nedeni, zina haddinin Allah'ın hukukunu ilgilendirmesin-dendir. Allah'ın hukukunu ilgilendirdiği için dava açılması şâhidlik için şart değildir. Allah'ın hukukunu ilgilendirmeyen ve başkalarının huku­kunu alâkadar eden konularda davacı tarafından dava açılır. Zina su­çunda ise herhangi bir insanın hakkı bahis mevzuu olmadığı için, da­vayı açtıracak davacı söz konusu olmaz. Eğer şehadet, davanın açılma­sına bağlı olsaydı; zina davasında ne davanın açılması, ne de şehâdetin yapılması mümkün olurdu.

Şehâdetin;, sahîh olması ve hâkimi inandırması için zinanın mâhi­yetini, keyfiyetini, ne zaman işlendiğini, nerede işlendiğini ve kimin zi­na ettiğini açıklayıcı nitelikte olması şarttır. Hâkimin de meselenin ha-kîkatına ulaşabilmek için bütün bu konuları şâhidlerden soruşturması gerekir.

Zinanın mâhiyeti konusu soruşturulmalıdır. Zîrâ zina, 'birtakım fi­illere verilen bir addır ki, bir kısmı haddi gerektirir, bir kısmı gerektir­mez. Hz. Peygamberin şöyle-'buyurduğu rivayet olunur: Gözler de zina eder, eller de zina eder, ayaklar da zina eder, cinsiyyet uzvu İse bunları ya yalanlar ya da doğrular. Şüphesiz ki haddi gerektiren zina, erkeğin erkeklik uzvunun kadının dişilik uzvunun içerisine sürme çöpünün sür-medanlığının içerisine girmesi gibi girip kaybolmasıdır.

Zinanın keyfiyeti de soruşturulmazdır, çünkü şâhidlerin zina ile kadının cinsel uzvunun dışına teması kasdetmiş olmaları muhtemeldir. Zîrâ bu davranışlara da, hakîkaten veya mecazen temas adı verilir, fa­kat bu fiiller haddi îcâbettirmez. Zinanın ne zaman işlendiği de sorul­malıdır. Çünkü şâhidlerden bir kısmının diğer şâhidlerin gördüğü vak'-anın dışında bir vak'ayı görmüş olmaları muhtemeldir. Şâhidlerin eski bir vak'a hakkında şehâdet etmeleri de ihtimâl dahilindedir. Bu ise Ebu Hanîfe'ye göre şehâdetin kabulünü önler. Keza şâhidlerin, samğın kü­çüklüğünde işlemiş olduğu fiil konusunda şehâdet etmiş olmaları da muhtemeldir.

Zinanın işlendiği yerin de soruşturulması gerekir. Çünkü şâhidler­den bir kısmının söz konusu etmiş olduğu fiil, diğerinin söz konusu et­tiği fülin işlendiği beldeden başka bir beldede işlenmiş olması muhte­meldir. Keza fiilin isyan halinde veya dâr'ül-harb'de işlenmiş olma ih­timâli de bulunabilir, bu gibi hallerde işlenen zinaya —ESbu Hanîfe'nin görüşü uyarınca ceza verilemez.

Zina ediîen kadınlar da şâhidlerden sorulmalıdır, çünkü temas edi­len kadının haddi gerektirmeyen birisi olması muhtemeldir. Ebu Hanî-fe şehâdetin kabulü için şâhidlerin zina eden kadın ve erkeği tanıma­larını şart koşarsa da, diğer fakîhler bunu şart koşmazlar. Temas ettiği kadının kendisinin helâli olduğunu iddia eden kimsenin de delilini ge­tirmesi şarttır. Sanık evlilik durumunu inkâr eder ve şâhidler de evli olduklarını söylerlerse; şâhidlerin, ihsanın şartlarım açıklamaları ge­rekir. Hâkimin onlardan bu konudaki bilgileri soruşturması şarttır; çün­kü şâhidlerin ihsanın mâhiyetinden haberdâr olmamaları muhtemeldir.

Zina suçunda hâkimin haddi iskât eden bütün es? «lan sorması gibi isbât eden haddi de tamamıyla tafsilâtlı olarak soruşturması gerekir. Hâkim, şâhidlerin akıllarının sağlam olup olmadığını, gözlerinin iyi gö­rüp görmediğini, adalet sahibi olup olmadıklarını, sanıkla aralarında düşmanlık bulunup ^bulunmadığını araştırması gerekir. Tâ ki hükmü eksiklikten uzak, sahih bir hüküm olabilsin.

Hâkimin Bilgisi:

Hâkim, zina vak'asını zina anında müşâhade ederse, bilgisine da­yanarak suçlular hakkında —cumhûr-u fukahâya göre— hüküm vere­mez. İmâm Mâlik, Ebu Hanîfe ve Ahmed îbn Hanbel'in görüşü budur. Şâfiîlerin ekseriyetinin de bu görüşte olduğu belirtilir. Bu görüşün ta­raftarları delil olarak şu âyet-i cellle'yi getirirler. «Kadınlarınızdan fu­huş yapanlara karşı içinizden dört şâhld getirin.» (Nisa, 15).

«Madem ki onlar şâhidleri getiremediler, öyleyse Allah katında on­lar, yalancıların ta kendileridir.» (Nûr, 13) Hâkim de; diğer ferdler gibi bir ferd olduğu için önünde kâmil belgeler ve deliller bulunmadıkça, gördüğü vak'a üzerine hüküm veremez. Eğer hâkim söylediğini islbât etmek için yeterli delillere sahip olmadan, kendi müşâhadesine dayana­rak hüküm verirse; müfteri sayılır ve hadd cezası uygulanır. Hâkimin delillere dayanmadan bildiğini söylemesi yasak olduğuna göre; bildiğine binâen hüküm vermesi de yasak olacaktır. Bunun delili Hz. Ebubekir'-den nakledilen şu sözdür: Eğer ben, bir adamı birisinin üzerinde görsem delil tâm olarak önüme konuncaya kadar ona hadd vurmazdım. Şâfiîle-re göre; hâkim bir zina vak'asma şâhid olmuş ve beraberinde de üç kişi var ise, hâkimlikten çekilip şâhidlik yapmazsa ve kendi bilgisini diğer üçünün bilgisini tamamlayıcı unsur olarak kabul ederse caiz değildir.

Şafiî mezhebinden diğer bir görüş uyarınca; hâkimin bilgisine da­yanarak hüküm vermesi caizdir. Bu görüşü serdedenlerin delili, Eibu Sa-îd el-Hudrî'nin Rasûlullah (a.s.)dan rivayet ettiği şu hadîs-i şeriftir: Sizlerden kirinizi insanların korkusu; gördüğü, bildiği veya duyduğu za­man hakkı, söylemekten alıkoymasın. Bu görüşü serdedenler derler ki: Hâkim, şâhidlerin şehâdetine dayanarak hüküm verebildiğine göre —ki onun şâhidlerden duyduğu şey zanna dayalıdır— kendi duyduğu veya gördüğüne göre hüküm vermesi daha evlâdır, çünkü meseleyi daha ya­kından bilmektedir.

Zeydîler ise; hâkimin iftira suçunun dışında hiç bir hadd cezasın­dan kendi bilgisine dayanarak hüküm vermesine cevaz vermezler. Bu­nun dışında* kalan konularda bilgisine dayanarak hüküm vermesine ce­vaz verirler. DeJil olarak da şu âyet-i celîle'yi gösterirler: «Doğrusu Biz sana kitabı hak olarak indirdik ki; insanlar arasında Allah'ın sana gös­terdiği gibi hüküm versin.» (Nisa, 105). Zeydîlere göre; hâkimin bil­gisi şâhidlerin bilgisinden daha esaslıdır. Kendi bilgisiyle hüküm veren kişi, Allah'ın kendisine gösterdiği şeyle hüküm vermiş olur.

Zahirî mezhebi mensûblarına göre; hâkimin kısas, mülk ve ırz da­valarında, haddi gerektiren şeylerde hüküm vermesi caizdir. Bilgisi de gerek hâkim olmasından önce, gerekse sonra olsun farketmez. Hâkimin kendi bilgisine dayanarak verdiği hüküm daha kuvvetlidir. Çünkü o, gerçeği daha yakından görmektedir. Delilleri ise şu âyet-i celîle'dir: «Ey îmân edenler, Allah için şâhid olarak adaleti gözetin.» (Nisa, 135). Ke­za delil olarak Rasûlullah (a.s.)ın şu hâdîs-i şerifini öne sürerler: Siz­den her kim ki, bir münkeri görürse onu eliyle "değiştirsin, eğer gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Hakimin adalet üzere kâim olması ve bu­na binâen karâr vermesi sahihtir. Hâkimin gördüğü her kötülüğü eliy­le değiştirmesi ve herkese hakkını vermesi gerekir, aksi takdirde zâlim durumuna düşer.

 

2- İkrar

 

İkinci olarak zina suçu, zânînin ikrarı ile sabit olur. îmânı A'zam Ebu Hanîfe ve Ahmed îbn Hanbel zânînin —dört şâhid şartına kıyasla— dört kerre ikrar etmesini şart koşarlar. Nitekim Ebu Hüreyre de rivayet eder ki: Eşlem kabilesinden bir adam (Mâiz) Hz. Peygambere gelir," o mescid-i saadette bulunmaktadır. Ve der ki; ey Allah'ın Rasûlü, ben zi­na ettim. Hz. Peygamber adamdan yüzünü çevirir, adam öbür yandan gelerek der ki, ben zina ettim. Allah'ın Rasûlü yine yüzünü çevirir ve adam dört kerre zina ettiğini tekrarlar. İkrarı dördü bulunca, Allah'ın Rasûiü adamı çağırır ve der ki: Sende delilik var mı? Adam; hayır, der. Allah'ın Rasûlü: Evli misin? diye sorar. Adam; evet, der. Bunun üzeri­ne Allah'ın Rasûlü; onu recmediniz, der. Ebu Hanîfe ve Ahmed îbn Hanbel derler ki; bir defalık ikrar ile <hadd gerekseydi Rasûlullah adam­dan yüz çevirmezdi, çünkü Allah için vâcib olan bir haddi terketmek caiz olmaz. Nuaym îbn Hezal de bu hadîsi rivayet eder ve şunları ekler: Adam dört kerre tekrarlayınca Rasûlullah buyurdu ki: Dört defa de­din, söyle bakalım kiminle zina ettin? Adam; falanca ile diye cevab verir. Bu hadîsi Ebu Davûd rivayet eder ki, buradan gerekli ikrarın dört kerre olduğu (neticesi) ortaya çıkar.

Eşlem kabilesinden Ebu Bürze rivayet eder ki; Hz. Bbubekir zina ettiğini ikrar eden o adama şöyle demiş: Dört kere ikrar edersen Allah'­ın Raısûlü seni recnıeder. Burada iki husus ortaya çıkmaktadır: Birin­cisi; Rasûlullah (a.s.)ın adama böylece ikrar" ettirmesi ve adamın ik­rarını reddetmesidir. Peygamberin bu ikrân kabul etmesi onun buyru­ğu mahiyetindedir. Çünkü Peygamber hatalı bir şeyi-kabul etmez. îkin-cisi ise; Hz. Ebubekir bu hükmün ıbuyruğu olduğunu belirtmektedir, ak­si takdirde onun huzurunda böyle bir şeyi söyleme cesaretini göstere­mezdi. Şu halde ikrarın dört kere olması îcâbeder ve ayrı ayn yapılması gerekir. Bundan az -blan ikrara itibâr yoktur.

İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre; bir tek ikrar da kâfidir, çünkü ikrar ihbardır, ihbar ise tekrarla fazlalaşmaz. Allah'ın Rasûlü bu hususta şöy­le buyurmuştur. Ey emîr, bunu götür ve tekrarlat, itiraf ederse recmet. Bu hadîste Allah'ın Rasûlü recmi yalnızca itirafa dayandırmıştır. Bu­radan anlaşılıyor ki, sözün doğruluğu için bir kerelik ikrar geçerlidir. Allah Rasûlünün Mâiz'den dört defa yüz çevirmesinin sebebi, onun ak­lından endîşe etmesidir. Bunun için iki kere arkadaşlarına onun aklı­nın yerinde olup olmadığını sormuş ve onlar da aklının yerinde olduğu­nu belirtince, recmedilmesini emretmiştir.

İmam Ahmed'e göre; ikrarın bir mecliste veya muhtelif meclislerde dört kez olması kâfidir. Kişi bir mecliste veya muhtelif meclislerde dört kere ikrar ederse sahihtir.

İkrann, mufassal olması ve fiilin hakikatini açıklaması şarttır. Her türlü şüpheyi ortadan kaldıracak bir açıklıkta olması gerekir. Özel­likle zina fiilinde haddi îcâbettiren davranışlarda bulunup bulunmadı­ğının belirtilmesi gerekir. Açıklama ve tafsilâtı istemenin esâsı; Rasûlul-lahın sünnetidir. ıMâiz gelip Rasûlullah'a zina ettiğini ikrar edince pey­gamber yüz çevirmiş, itirafım tekrarlayınca onda, delilik olup olmadığı­nı sormuş, birisine emretmiş ağzından içk' kokusu gelip gelmediğini araştırmış ve sonrada imlediği fiili izah ettirmeye başlayarak: Belki sen oynaştın veya öpüştün? demiş. Bir başka rivayete göre: Onunla kucak-laştın mı? diye sormuş ve o da; evet, demiş. Ve tekrar yine; onunla mü­başeret halinde bulundun mu? diye sorunca o; evet, karşılığını vermiş­tir. Allah'ın Rasûlü bir daha sorarak: Onunla cima' ettin mi? demiş o da; evet, karşılığını vermiştir, tbn Abbâs'm hadîsinde de Allah'ın Ra­sûlü ona: Onunla birleştin mi? deyince o; evet, diye cevab vermiş. Allah Rasûlü tekrar: Senin şeyin, onun şeyine girdi mi deyince o da; evet, deyivermiş. Allah'ın Rasûlü tekrar: Sürme çöpünün sürmedanlığa gir­mesi, kovanın kuyuda kaybolması gibi mi? diye sormuş, o da; evet ce­vabım vermiş. Hz. Peygamber bununla da yetinmeyerek: Zina nedir bi­liyor musun? diye sorunca o; evet biliyorum; haram olarak bir kişinin karısına yaklaşacağı gibi ona yaklaştım, demiştir. Allah'ın Rasûlü, bu­nunla neyi kasdediyorsun? deyince, Maiz; beni temizlemeyi, demiştir. Bunun üzerine Rasûlullah emretmiş ve Mâiz temizlenmiştir. Bütün bun­lar gösteriyor ki; ikrar, ikrar olunan fiilin mâhiyetini açıklayıcı ve mu­fassal olmalıdır.

Yukarda naklettiğimiz hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki; bir kişi zina ettiğini ikrar edince; ikrarı kesin bir hüküm olarak kabul edilmez. Hâ­kimin, adamın ikrarının sahîh olup olmadığını araştırması gerekir. Bu­nun için önce Hz, Peygamberin Mâiz'e yaptığı gibi aklının yerinde olup olmadığını incelemesi gerekir. Hâkim zâninin aklının yerinde olduğunu öğrenince; ona zinanın mâhiyetini, keyfiyetini, kiminle, ne zaman zina ettiğini sorması gerekir. Zânî bütün bunları cezaî sorumluluğa mesned olacak biçimde açıkladığı takdirde, hâkim; onun mııhsan.orup olmadı­ğım soruşturmak mecburiyetindedir. Adam muhsan olduğunu itiraf ederse, ona ihsanın mâhiyetini sorar, tkrâr edene zinayı ne zaman işle­diğinin sorulmasından maksad, bulûğdan önce vuku olup olmadığı ih­timalinin ortadan kaldırılmasıdır. îkrâr; her ne kadar ikrar eden kişi­nin şahsına münhasır kuvvetli bir delil ise de onun dışında kimseye si­rayet edemez. Binâenaleyh bir kadınla zina ettiğini itiraf eden kişinin ikrarı kabul edilir ve bundan sorumlu tutulur. Zina ettiği kadın, zina ettiğini inkâr ederse mes'ûliyet terettüb etmez. Ama kadın da itirlf ederse o kendi itirafından dolayı muhafaza olunur, adamın itirafından dolayı değil. Rasûluliah (a.s.)ın sünneti böyle carî olmuştur. Ebu Da­vud'un Seni İbn Sa'd'dan rivayet ettiği bir hadîste, adamın biri Rasû-lullah'ın yanına gelip ve adını zikrettiği bir kadınla zina ettiğini itiraf eder. Bunun üzerine Rasûluliah (a.s.) kadına haber gönderir ve zina edip etmediğini sorar, kadın zina etmediğini söyleyince, Rasûluliah ada­ma haddi tatbîk eder ve kadını da kendi haline bırakır.

tkrâr edenin zinadaki ortağının ikrar edilen mahalde hazır bulun­ması şart değildir. Nitekim şehâdette de durum aynıdır. Bir şahıs her­hangi bir kadınla zina ettiğini ikrar ederse ona hadd vurulur. îkrâr eden kişi zinada ortağının kim olduğunu bilmese de, ikrarından dolayı hadd tatbîk olunur. Çünkü o, gerçek duruma binâen ikrar etmiştir. Bir kişi bir kadınla zina ettiğini ikrar eder, fakat kadın yalanlarsa, kişi ik­rarından sorumludur ve hadd gerekir. İmâm Mâlik, Şafiî ve Hanbel'e göre kadına bir şey gerekmez. Çünkü ikrar; ikrar edenin hakkında bir delildir, tkrâr etmeyenin aleyhinde zina halinin sabit olması, ikrar eden kişinin hakkında bir şüphe durumu ortaya çıkarmaz. Lâkin Ebu Hanî-fe; bu durumda ikrar eden kişiye de hadd vurulmaması görüşündedir. Çünkü zina ortağının reddetmesi dolayısıyla ona hadd vurulamamak-tadır. Bu ise ikrar eden kişinin hakkında da bir şüphe durumu ortaya çıkarır. Çünkü zina fiili, tek başına işlenen bir fiil değildir, ortaklaşa işlenir. Eğer taraflardan birisi için şüphe söz konusu ise, ban her iki ta­rafa da sirayet eden bir şüphe olacaktır. Çünkü mutlak mânada zina ettiğini değil, belirli bir kadınla zina ettiğini ikrar etmektedir. Şeriat, belirlenen kadının yalanlaması yüzünden kadına haddi tatbîk etmemek­tedir. Halbuki aynı durum, bizzarûre ikrar eden kişi için de söz konu­sudur. Ancak ikrar eden kişi mutlak konuşup; ben zina ettim, derse, durum farklıdır. Bu takdirde; her ne kadar yalan söylemesi ihtimâli söz konusu ise de, kendisini koruyacak şer'î bir gerekçe yoktur. Keza zina ettiği kadının belirsiz olması da aynıdır. Bu takdirde de ikrar eden hakkında zinanın ortadan kalkması şüphesi vârid değildir, çünkü o zi­na etmiştir ama zina edilen (belirsiz bir kimsedir. İmâm Ebu Yûsuf ve Muhammed de bu üç imâmın görüşüne uyarlar.

İkrarın tafsilâtlı olmasından sonra sahîh olması; da şarttır. İkra­rın sahîh olması, ancak serbest ve akıl sahibi bir kimseden zuiıûnı ile mümkündür. Şu halde ikrar eden kişinin, serbest ve akıllı olması ge­reklidir. Zorlanan ve akılsız olan kimsenin sözüne göre hüküm veril­mez. Hz. Ali (r.a.«)nın rivayet ettiği hadîs-i şerifte buyrulur ki: Üç şey­den kalem kalkmıştır. Uyanıncaya kadar uyuyandan, bulûğa erinceye kadar çocuktan ve akıllanıncaya kadar deliden. Yine Rasûluliah (a.s.) tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Benim ümmetimden hatâ, unut­ma ve zorlandıkları şey kaldırılmıştır.

Aklı zail olanın ikrarına dâir akıl konusunda sözü edilen hususlar zina konusunda da vâriddir. Bazan ayılan bazan deliren kişinin, ayılma anındaki ikrarı sorumluluğu taşır. Ayık olarak zina ettiğini ve zina eder­ken de ayık olduğunu ifâde eden kimseye hadd vurulacağı konusunda ihtilâf yoktur. Çünkü haddi gerektiren fiil, onun mükellefiyet altında bulunduğu bir devrinde vâki1 olmuştur. Suçu işlediği zamanda hakkın­da hüküm carîdir. tkrârı da sözüne itibâr olunduğu bir vakitte bahis mevzuu olmaktadır. Fakat deli, ayık olduğu zaman ikrar edip suçu ayık olduğu vakitte işlediğini belirtmezse hadd gerejanez. Çünkü zinanın de­lilik anında vukuu bulması muhtemeldir ve ihtimâl söz konusu olunca hadd vurulmaz.

Uyuyan kişinin sorumluluğu yoktur. Uyuyan birisi uyuyan bir ka­dınla zina ederse veya uyanık bir kadın, uyuyan bir kişinin uzvunu ken­di uzvuna sokarsa veya uyurken bir kişi zina ederse; bu durumda hadd gerekmez, çünkü kalem kaldırılmıştır. Kişi uykulu iken ikrar ederse, ikrarına iltifat olunmaz. Çünkü sözü mu'teber değildir ve muhtevasının doğruluğuna delil sayılamaz.

Bbu Hanîfe; ikrar eden kişinin, konuşma gücüne sahip olmasını şart koşar. Çünkü ona göre ikrar; ifâde ve hitâto ile olur, yazı ve işaretle olmaz. Ebu Hanîfe'ye göre; dilsiz, yazı ile zina ettiğini ikrar etse ve mâ-hud işaretleriyle doğru söylediğini ifâde etse ikrarı kabul olmaz. Çünkü şeriat hadd cezasını son beyâna istinâd ettirmiştir. Son açıklama ise şe-hâdetle mümkündür. İşaret ve yazı, kinaye mesabesindedir. Fakat di­ğer üç imâm, dilsizin işaret ve ikrarım anlaşıldığı takdirde— kabul et­mektedirler.

İslâm hukukçuları arasında ittifakla kabul edilmektedir ki; ikrar­da görme şartı yoktur. A'mânın.zinâ yaptığına dâir ikrarı sahihtir. Zi­na fiilini işlemesi tasavvur edilemeyen kişinin —cinsiyet-uzvunun kök­ten koparılmış' olması gibi— ikrarı kabul olmaz. Çünkü cinsiyet uzvu bulunmadığı için fiili işlemesi söz konusu olamaz. Burulmuş ve iktidar­sız kişinin ikrarı kabul edilir. Çünkü temasın gerçekleşmesi için haşe­fenin ferce girmesinden başka bir şey şart olmadığından, onların da zi­na etme ihtimâli —sertleşme olmasa bile— düşünülebilir.

Gecikmeyi kabul edenlere göre; zina suçunda ikrarın fiilden sonra olmasının etkisi yoktur. Çünkü şehâdette gecikmenin etkisi itham ve kin esâsına dayandırılmıştır. İkrarda ise itham ve kin söz konusu ola­maz, çünkü kişi kendi kendini itham edemez.

Hâkimin ikrara engel olması saihîh değildir. Keza ikrar yapan kişi­yi teşviki de gerekmez. Eğer Rasûlullah (a.s.)ın Mâiz'e yaptığı gibi jkrârından dolayı hoşnûd olmadığını izhâr ederse bir beis yoktur. Hattâ Hz. Ömer (r.a.): Zinada itiraf edenleri dövünüz, buyurmuştur.

Ebu Hanîfe, ikrarın mahkemede olmasını şart koşar. Eğer kişi mah­kemenin dışında (hâkimin bulunmadığı bir yerde) ikrar ederse, ikrara dâir şâhidlik kabul olmaz. Zîrâ. ikrar eden kişi ya ikrarında ısrar edecek­tir veya inkâr edecektir. Eğer ikrar ederse, o ikrar için yapılan şehâdet geçersiz olur ve hüküm şehâdete göre değil ikrara göre verilir. Eğer in­kâr ederse, inkârı rücû' mânâsına gelir Jû, zina gibi Allah'ın hukuku­nu ilgilendiren hadd suçlarında ikrardan rücû' sahihtir.

îmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed İbn Hantoel; ikrarın mahkeme huzu­runda olmasını şart koşmazlar. Binâenaleyh mahkeme huzurunda yapı­labileceği gibi bunun dışında da ikrar yapılabilir ve mahkemede ikrarı duyan şâhidler şehâdet ederler. Lâkin adı geçen imamlar ikrara dâir şâhidlik konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmâm Mâlik ikrar için şâhidliğin kabul olduğunu, ikrar ederi kişi inkâr ederse bunun rücû' anlamına ge­leceğini ifâde eder.

İmâm Şafiî ise; ikrar üzerine şehâdeti kabul eder. Eğer ikrar eden kişi, ikrar ettiğini inkâr ederse; inkârı kabul edilmez ve ikrardan rücû' etmiş sayılmaz. Çünkü bunu kabul etmek, şâhid ve hâkimi yalanlamak olur. Eğer ikrar konusunda kendini tekzîb ederse; bu, ikrardan rücû' mânâsına gelir.

imâm Ahmed; ikrar için şehâdeti kabul eder. ancak kişinin ikrar ettiğine dâir dört kişinin şehâdetini şart koşar. Eğer ikrar eden kişi bilâhare inkar ederse veya şâhid dörtten az da olsa, ikrar eden kişiye hadd vurulmaz. Çünkü inkârı rücû' olarak kabul edilir. Şâhidlerin ik­rar ettiğine dâir bir kerelik şehâdetleri, îmâm Ahmed'e göre kabul edil­mez, çünkü dört kere te'kîd şarttır. îmâm Mâlik ve Şafiî'ye göre ikrarın, yalnızca iki şahidin şehâdetiyle kabul olduğunu unutmamak gerekir.

Zânî, zina ettiğini ikrar eder, sonra ikrarından dönerse sakıt olur. Çünkü rücû'da sâdık olması ihtimâli bulunduğu gibi, yalancı olma ih­timâli de vardır. Eğer rücû'da sâdık ise ikrarda yalancıdır. Eğer rücû'da yalancı ise ikrarda doğrudur. Bu ihtimâllerin bulunması hadd konusun­da şüpheyi mu'cibdir ve şüphe halinde hadd durdurulur. Mâiz hâdise­sinde rivayet edildiği gibi o, Rasûlullah'ın huzurunda zina ettiğini ikrar edince, Hz. Peygamber ona dönmeyi telkîn etmiş ve; belki öpmüşsün-dür, belki okşamışsindır, diyerek rücû'u telkîn etmiştir. Hattâ hırsızlık ithâmıyla getirilen bir kadına: Hırsızlık yaptın mı? diye sormuş ve; hayır yapmadım, de diye eklemiştir. Bu, ikrardan rücû1 için bir telkin­den başka bir şey değildir. Eğer rücû' ile haddin vurulması sakıt ol­masaydı, hâkim ve devlet reîsi için sünnet olan rücû'u telkininin mânaşı kalmazdı. Sünnet-i Seniyye gereğince hâkim veya devlet reisinin yanında zina suçu itiraf olununca, rücû'u telkin etmesi gerekir.

İkrardan rüeû'; hükümden önce ve sonra olabileceği gibi hükmün tatbikinden önce ve tatbik esnasında da olabilir. İkrar eden kişi, hük­mün tatbiki esnasında rücû' ederse, cezanın tatbiki durdurulur. İkrar­dan rücû' bazı kişinin kendi kendini yalanlaması gibi sarih olur, bozan da recmolunanın sopa veya recm esnasında kaçması gibi işaret yoluyla olur. îkrâr eden suçlu, cezadan kaçınca tekrar tutulup cezası uygulan­maz, çünkü kaçma rücû'a delil sayılır. Nitekim Mâiz recinden kaçmış, fakat ashâb onu ta'kîb ederek yakalamıştır ve cezayı tatbik etmişlerdir. Durum Hz. Peygambere anlatılınca: Onu bıraksaydınız ya, buyurmuş­tur. Bu da kaçmanın rücû'a delil olduğunu rücû'un haddi iskât ettiği­ni ifâde eder. Ebu Hanîfe ve Mâlik sâdece infaz anında kaçmayı rücû' alarak değerlendirir ve rücû'u ayrıca tasrife gerek görmezler. Şâfiîler ise kaçmanın, bizatihi rücû' anlamını taşımadığını, ancak cezanın dur­durulması gerektiğini belirtirler. Çünkü kaçan kişinin rücû' kasdı ol­ması muhtemeldir. Kaçan rücû' ettiğini belirtirse hadd sakıt olur, be­lirtmezse; hadd uygulanır.

Zinada ikrardan rücû, sahih olduğu gibi ihsandan rücû' da sahih olur. Meselâ bir kişi evli olduğu halde zina ettiğini ikrar ederse, bilâha­re zinayı ikrardan rücû' edebilir. Keza zinayı ikrarda diretir, evli oldu­ğunu ikrardan dönebilir. Bunu yaptığı takdirde recm haddi sakıt olur, onun yerine sopa cezası verilir.

îkrârla beraber şehâdette bulunursa, Ebu Hanîfe'ye göre, aleyhin­de hüküm verilmezden önce suçlunun itirafıyla şehâdet bâtıl olur. Eğer ikrar, hadd hükmünden sonra ise ve hüküm şehâdete dayanılarak ve­rilmişse Bbu Yûsuf'a göre; ceza sakıt olur. Çünkü şehâdetin geçerli ol­masının şartı, ikrarın bulunmamasıdır. İmâm Muhammed ise bu du­rumda cezayı iskât etmez. Meselâ bir kişinin aleyhinde şâhidlerin şehâ-detiyle zina suçu sabit görülür, sonra o kişi ikrar ederse ceza hükmolu-nur, ancak kişi ikrarından dönecek olursa, rücû' ister sarîh ister delâ­let yoluyla olsun cezası sakıt olur. İmâm Mâlik ve Ahmed tbn Hanbel'e göre; zânînin aleyhindeki belgeler tamâm olur ve o, kendi nefsinin aley­hinde dürüst bir ikrarda bulunur da, bilâhare ikrarından rücû' eder­se, bu rücû'u dolayısıyla üzerinden hadd sakıt olur. Çünkü hadd, şâhid­lerin şehâdetiyle sabit olmaktadır. Şafiî mezhebine göre; hadd cezası delillerle sabit olur, sonra aleyhinde şehâdet edilen kişi ikrar eder ve bunun ardından ikrarından dönerse; dönmesi, delillerle sabit bulunan hadd cezasını iskât etmez. Eğer iskât edecek olsaydı; ikrar, cezanın is-kâtı için bir vâsıta olabilirdi.

Bir kişi zina ettiğini önce ikrar eder, sonra zina ettiğine dâir de­liller ortaya çıkar ve o kişi de ikrarından vazgeçerse, 'bu konuda muhtelif görüşler vardır: Bazılarına göre ikrardan rücû1, haddi iskât etmez. Çün­kü ikrar ortalan kalksa da deliller ortadadır. Bazılarına, göre; bu vak'-ada rücû' ile ikrar sakıt olur. Onlara göre; ikrar ile birlikte delilin et­kisi yoktur, ikrar rücû' ile ibtâl olunca hadd gerekmez. Diğer bazı fa-kîhler ise, hükmün dayandığı delile itibâr etmektedirler. Eğer hüküm hem bir delile nete de ikrara istinâd etmişse veya yalnızca delile da-yanmışsa ikrardan rücû', haddi iskât etmez. Fakat hüküm yalnızca ik­rara istinâd etmişse, rücû' haddi iskât eder. Bir diğer gruba göre; ik­rarla şahadetin birleşmesi halinde —mesele Allah'ın hukukunu alâka­dar ediyorsa— hükmün şehâdete dayanmasa gerekir. Çünkü delil, ik­rardan daha kuvvetlidir. Şayet mesele insanların hakkım alâkadar edi­yorsa, hükmün ikrara istinâd etmesi gerekir, çünkü ikrar şehâdetten daha kuvvetlidir ve insanların hukukunu ilgilendiren konuda ikrarın rücû'a te'sîri yoktur. Bir diğer fukahâ grubuna göre, her iki halde de hükmün, şehâdet ve ikrara birlikte istinâd etmesi gerekir.

Hâkim; sanığın mahkemenin dışında ikrar ettiğini duysa bile bu­na dayanarak samğın aleyhinde hüküm veremez.

İmâm Mâlik, Ebu Hanîfe ve Ahmed tbn Hanbel bu görüştedirler. Şafiî mezhebinde ise iki görüş vardır: En kuvvetli görüş uyarınca, hâ­kim gördüğü, duyduğu ve bildiği şeye dayanarak hüküm veremez. İkin­ci görüş uyarınca; gördüğü, duyduğu ve bildiği şeye dayanarak hüküm verebilir.

 

3- Karineler

 

Zina suçunda en mu'teber karine; evlenmemiş veya kocası olduğu bilinmeyen kadının hâmile olduğunun ortaya çıkmasıdır. Bulûğa er­memiş çocukla veya cinsiyyet uzvu kökten çıkarılmış birisiyle evlenmiş olan kadın da evlenmemiş kadın hükmüne tâbidir. Bir kimse baliğ ola­rak evlenir ve evlendiği kadın altı aydan önce doğurursa hüküm aynı­dır. Hamileliğin zina suçunda delil olarak kaJbulü Hz. Peygamberin as­habının sözlerine ve fiillerine dayanır: Hz. Ömer (r.a.)in şöyle dediği rivayet olunur: İster erkek olsun ister kadın olsun, zina eden herkese evli ise recm vâcibdir. Delil ortaya serilmiş veya hamile olduğu ortaya çıkmışsa veya suçunu itiraf etmişse hadd-i şer'î tatbik olunur. Hz. O&-mân (r.a.)a altı ayın hitâmında doğum yapmış bir kadın getirildiğin­de; Hz. Osman onu recmetmek ister, Hz. Ali ise bunu yapamazsın, çün­kü Allah: «Hamilelik ile memeden kesilme otuz aydır.» buyurmaktadır, diye karşı çıkar.

Hz. Ali (r.a.)den şöyle dediği rivayet edilir. Ey insanlar zina; biri açık, biri gizli olmak üzere iki çeşittir. Gizli zina şâhidlerin şehâdetiyle sabit olursa; recm için ilk taşı atacak olanlar şâhidlerdir. Açık zina İse hamileliğin ortaya çıkması veya suçlunun itirafı ile sabit olur. Sahâ-be-i Güzin'in sözleri bunlardır. Emirlerine hiç kimse muhalefet etme­diği için mesele icmâ' haline gelmiştir.

Zina suçunda; hamilelik kesin -bir karîne değil aksi görüşe de mü-said bir delildir. Binâenaleyh kadın, hamileliğin zinadan olmadığını is-bât edebilir. Hamileliğin zinadan olduğu veya isteyerek yapılıp yapılma­dığı konusunda şüphe vârid olduğu takdirde, hâmile kadına hadd vur­mamak gerekir. Eğer ortada hamileliğin zorla yapılmış bir -temasın ne­ticesi veya hatâen işlenmiş bir suç olduğu ihtimâli var ise, haddin dur­durulması îcâbeder. Hamileliğin, bekâretin bakî kalması nedeniyle, du­hûl vâki' olmadan meydana gelmesi ihtimâli mevcûd ise, haddin engel­lenmesi îcâbeder. Çünkü bir kadın, duhûl vâki' olmadan da hâmile ka­labilir. Erkeğin erlik suyu, kadının veya başkasının hareketiyle veya ferciri dışına temas neticesinde ferce girmiş olabilir.

Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed î'bn Hanbel'e göre; zina suçunda elde hamilelikten başka bir delil yoksa ve kadın da, zinaya zorlandığını ya­hut şüphe ile temas vâki' olduğunu iddia ederse; hadd vurmak gerek­mez. Ama zorlama ve şüphe durumu bulunduğunu iddia etmezse, bu takdirde zina suçunu itiraf etmediği sürece hadd vurulamaz. Çünkü hadd, prensib olarak delil veya itirafla vâcibdir.

 

4- Liân

 

İmam Mâlik'e göre; evlenmeyen bir kadının hâmile olduğunun or­taya çıkması, onu ikrarına gerek duymadan haddi îcâbettirir. Kadı­nın zorlama ve şüphe ile temas durumunu iddia etmesi, haddin durdu­rulması için teft başına yeterli bir neden değildir. Bu iddiayı serdettiği t^dîrde, savunmasının doğruluğunu ifâde eden karîne ve delil ikâme etmesi gerekir. Kendisini zorlayan kişinin durumunu açıklaması veya bazı kimselerin, onun zorlama ile karşı karşıya bulunduğuna şehâde,t etmeleri gerekir. Şâhidlerin; kadının, zorlama anında imdâd dilediği veya bekâretinin izâlesinden sonra kanlar aktığına, bağırdığına veya elbisesinin parçalanmasına şâhid olduklarını belirtmeleri îcâbeder.

 

Hadd Cezasının Tatbiki

 

Haddin Miktarı:

Hiç şüpheye mahal kalmayacak şekilde, zina suçu sabit görülürse; hâkimin hadd cezasına hükmetmesi gerekir. Hadd; evli kişinin recmo-lunması, bekârın yüz sopa ile dövülüp sürgün edilmesidir.

İslâm Hukukunun Zina Cezasına Verdiği Şekil:

İslâm hukukçuları, zina haddine şöyle bir şekil verir: Zina için hadd; Allah'ın hakkıdır. Aslında, İslâm hukukçularına göre; toplumun menfaatinin gerektirdiği konularda hadd; toplumun menfaatini koru­makta, insanların bozulmasını önlemekte ve emniyetlerini tahakkuk et­tirmektedir. Hadd cezasını gerektiren suçların, kötülüğü umûma râci'-dir. Bunların cezalandırılmasında umûmun fâidesi vardır. Dolayısıyla bu cezaların verilmesi, Allah için bir hak olarak değerlendirilir. Allah, bunları menfaatin gerçekleşmesi ve mazarratın defi için vazetmiştir. Bu haklar, ferdlerin iskâtı ile sakıt olmaz. Hadd cezası öteki cezalar­dan şu noktada ayrılır: Hadd cezası; affı, sulhu, sukutu ve değiştirmeyi kabul etmeyen bir cezadır.

İslâm hukukçularının hadd cezasına verdikleri bu şekil, beşerî hu­kuk yorumcularının verdikleri şekillere de uzak değildir. Beşerî hukuk yorumcuları da cezayı toplumun hakkı olarak kabul ederler. Çünkü umûmun menfaati cezayı îcâbettirir. Bazıları, İslâm hukukçularının hadd cezasına verdikleri keyfiyetle, beşerî hukuk bilginlerinin verdik­leri keyfiyyet arasında .temelde bir farklılık olduğunu, mefhûm farkı bulunmadığını zannederler. Fakat gerçekte her iki bakımdan da büyük farklılıklar vardır. Şöyle ki: Hadd cezası, beşerî hukuktaki cezalardan şu bakımlardan ayrılır: Hadd cezası af kabul etmez, başka bir ceza ile değiştirilemez. Halbuki beşerî hukuktaki cezalar af veı değişme kabul eder. İslâm hukukçularının haddi Allah'a ait bir hak olarak değerlen­dirmeleri, onun affı kabul etmesini önlemiştir. Çünkü Allah'ın hakkı olan bir şeyi ferdlerin ve toplumların af ve değiştirme salâhiyeti ola­maz. Ferdler ve toplumlar, Allah'ın emrettiği bir şeyi değiştiremezler. Eğer hadd cezası, toplumun bizzat koyduğu bir kanun olsaydı; toplum tarafından kaldırılabilir veya değiştirilebilirdi. Kaldı ki İslâm hukukun­da birtakım cezalar da, umûmun menfaati için vaz'olunmüş ve bu ceza­lar toplumun hakkı olarak kabul edilmiştir. Toplumun temsilcilerinin onu affetmeleri ve yerine başka bir ceza vermeleri caizdir. İslâm huku­kunda bu tür cezalara ta'zîr cezası adı verilir. Bu tür cezalar, keyfiyyet bakımından beşerî hukuktaki cezalarla aynıdır.

Suçlunun aleyhinde hükmedilen cezalar, birden fazla olursa, iç içe girmediği veya birisi diğerini kesmediği takdirde hepsi tatbik olunur.

Tedahül; suçların birden fazla olması halinde, cezaların bir kısmı­nın diğerinin içine girmesidir. Bu durumda suçların hepsine bir tek cezâ verilir. Suçluya bir tek suç işlemiş gibi kabul ederek, bir tek ceza uygulanır. Tedahül hali iki durumda ortaya çıkar;,

a- Suçların tümü —Müteaddit zina veya hırsızlık veya içki suç­lan gibi aynı türden olursa— hepsinin cezası iç içe girer ve hepsine bir tek ceza verilir. Suçlu, cezanın tatbikinden sonra aynı türden bir başka suç işlerse, bu ikinci suç için ayn bir cezâ uygulanır. Fakat cezanın tat­bikinden önce aynı türden bir başka suç işlerse, yeni suç da önceki suç­larla iç içe girer ve bir tek cezâ, tatbik edilir. Yeter ki, suçlar aynı tür­den olsun. Tedahülde itibar edilen husus; hükmün verilmesi değil, ce­zanın tatbikidir. Cezalar tatbik olunmadığı müddetçe iç içe girer, is­terse o konuda verilen hükümler birden fazla olsun.

Suçun esâsları ayn olmakla beraber, hepsi aynı türden olduğu tak­dirde de tedahül durumu mevcûd olur. Evli birisi zina ettiği takdîrde, verilen cezanın içine bekâr iken işlediği zina suçunoın cezası da girer. Çünkü her ikisi aynı türdendir. Burada itibâr olunan nokta, suçun rü­künleri değil nev'idir. Fakat bu durumda verilecek cezâ; gereken ceza­dan daha ağır olacaktır. Meselâ bir kişi bakire iken zina eder, sonra evli iken de zina ederse her ikisine tek cezâ uygulanır ki bu, recm cezası­dır.

b- Suçlar birden fazla ve muhtelif neviden olursa, cezalar iç içe girer ve hepsine bir tek cezâ uygulanır. Ancak o suçlar için konulan cezanın, bir menfaatm himayesi kasdıyla konmuş olması, yani bir tek gaye için vaz'edilmiş olması şarttır. Kan içmek, ölü veya domuz eti ye­mek gibi. Bu suçlar, ferdlerin menfaatinin korunması için yasaklanmış­tır. Bir şahıs önce ölü eti yer, sonra kan içer, sonra da domuz eti yerse bu üç suçun cezası iç içe girer ve hepsine bir tek cezâ verilir.

islâm hukukunda kesişme; bir cezanın infazı ile başka cezaların infazının ortadan kalkması haline verilen addır. Bu mânâda kesişme, yalnızca katil cezâ-lannda söz konusu olabilir. Çünkü öldürme cezaları­nın tatbiki zarurî olarak diğer cezaların infazını ortadan kaldırır. Binâ­enaleyh îslâm'hukukunda diğer cezaları kesip atan biricik cezâ; ölüm cezasıdır. Kesişme noktasında bazı ihtilâflar vardır ki; biz bu noktayı yukarda yeterince açıkladık. Cezanın kesişmesi konusunu ve cezaların tedahülü ve birden fazla olması mevzuunu kitabımızın birinci cildinde ve Genel Cezâ Hukuku kısmında yeterince izah ettik, dileyenler oraya müracaat edebilirler.

İslim hukukçuları tarafından ittifakla kabul edilmektedir ki; haddler, devlet reîsi veya onun vekîli tarafından tat/bîk olunur, bunun dışında başka biri tatbik edemez. Çünkü hadd, Allah'ın hakkı ve top­lumun menfaati için meşru' kılınmış bir cezadır. Dolayısıyla cezanın, toplumun vekiline yani devlet reisine havale edilmesi gerekir. Kaldı ki hadd cezası, bir çabayı ve içtihadı gerektirir ve infazı esnasında acıma ve aşın gitme dunumuhun önlenmesi müemmen değildir. Yapılması ge­reken miktarın dışına çıkma ıbâhis mevzuudur. Bu yüzden cezanın tat­bikini devlet reisine bırakmak gerekir. Devlet reîsi cezayı, isterse ken­disi tatbik eder. İsterse vekiline yaptırır. Haddin infazı esnasında dev­let reisinin hazır bulunması şart değildir. Çünkü Rasûlullah (a.s.), bu­na gerek görmemiş ve bir vak'ada şöyle demiştir: Ey Emîr bu kadını al, yarın sorguya çek, eğer itiraf ederse recmet. Keza Maiz'in recmedilme-sini emretmiş ve recm esnasında hazır bulunmamıştır. Allah Rasûlüne bir hırsız getirildiğinde, «bunu götürün ve kolunu kesin» diye buyur­muştur.

Haddin tatbiki için devlet reisinin izni vacibdir. Rasûlullah ve Hu-lefâ-i Râşidîn devrinde; onların izni olmadan hiç bir hadd cezası uy­gulanmıyordu. Hattâ bu noktada Allah Rasûlünün şöyle buyurduğu ri­vayet olunur: Dört şey yöneticilere aittir: Haddler, sadakalar (zekât), cum'alar ve ganimetler. îmâm'ın haddin infazına izin vermesi ya mu­vakkat olur ve duruma göre çıkarılır veya sürekli olur hakimlere ve valilere tanınır. Hakkında hadd cezası hükmolunanlara hâkimlerin ve valilerin uygulamalarını bildirir.

Köle sahibine; kölesine haddi tatbik yetkisi verilip verilmediği ko­nusunda Ebu Hanîfe ile Mâlik, Şafiî ve Hanbel arasında ihtilâf vardır. Kölelik, yeryüzünde kaldırıldığı için biz ıbu konuya temas etmeyi uy­gun bulmuyoruz.

Yüce Allah'ın: «Ve onların azabına mü'minlerden bir taife de şâ-hid olsun.» buyruğuna binâen haddin alenî olarak infazı îcâbeder. Ve­rilen hadd cezası recmolunduğu zaman, infaz aleni olur. Çünkü nazarî olarak recm cezasında; taş atanların sayısı sınırlı değildir. Ancak ceza­nın çabucak gerçekleşmesi için uygulayıcıların sayısının fazla olması gerekir. Sopa cezası ise, tek kişi tarafından uygulanabilen bir cezadır. Bunun için sopa cezasında kimlerin hazır olacağı konusu ihtilaflıdır. Âyet-i kerîme'de geçen «bir taife» ta'bîrini bazıları, bir kişi ve haddi tatbik eden bazıları, haddi infaz edenin dışında, iki kişi bazıları haddi tnfâz edenin dışında dört kişi, bazıları da on kişi olarak tefsir etmiş­lerdir.

 

Recm Cezasının İnfaz Edilme Şekli

 

Recmedilecek suçlu erkekse —suçu ister belgelerle tesbît edilsin, ister kendi ikrarı ile sabit olsun— hüküm ayakta uygulanır. Suçlu; bağlanmaz, yere gömülmez, tutulmaz ve bir şeye dayandırılmaz. Zîrâ Hz. Peygamber ne Mâiz'i, ne Cüheyne kabilesine mensûb kadını, ne de yukarda sözü edilen iki yahûdî'yi toprağa gömerek hükmü infaz etmiştir. Ebu Saîd der ki Rasûlullah (a.s.) Mâiz'in recmolunmasını emredince, biz Baki mezarlığına gittik. Allah'a and içerim ki, ne onu toprağa göm­dük ne de bağladık. Ayakta hiç bir şeye bağlanmadan hükmü infaz ettik. Suç ikrar ile sabit ise; suçlu, infaz anında kaçtığı takdirde peşinden ta'-kîb olunmaz ve infaz tatbik olunmaz. Fakat suç şehâdetle sabit olmuşsa; izlenir, ölünceye kadar recmolunur. Eğer aleyhinde şehâdet edilen suçlu; recme tahammül edemezse ve suçluyu bağlamadan hükmü tatbik müm­kün olmazsa bağlanır. Suçlu kadın olduğu takdirde Ebu Hanîfe ve Şâf iî-ye göre göğsüne kadar toprağa gömülür, çünkü böylece vücûdunun gö­rünmesi önlenmiş olur. Hanbelî mezhebinde de bazı fakîhler bu görüşte­dirler. Lakin Hanbelîlerden kuvvetli olan görüş; kadının toprağa gö-mülemeyeceği noktasındadır, İmâm Mâlik bu görüştedir.

Ebu Hanîfe her halükârda kadının toprağa gömülebileceğine ce­vaz verirken; Şafiî ve Hanbelî mezhebinden gömülmesine rızâ göste­renler, cezanın delîl ile sabit olması halinde gömülebileceğini söylerler. Ama ceza ikrar ile sabit ise toprağa gömülmez. Çünkü toprağa göm­mek, 'suçluyu kaçmaktan alıkoyar. Halbuki kaçmak —yukarda da söy­lediğimiz gibi— ikrardan rücû' olarak değerlendirilir. İkrardan rücû' ise haddi iskât eder. Kadın toprağa gömülmeden recmedilirse, elbisesi vücûduna iyice sarılır ki üstü açılmasın.

Sünnet-i Seniyye'ye göre; recmolunan kadına her taraftan taş atı­lır. Sûnnet-i Seniyye, böyle olmakla beraber bazı fukahâya göre; na­mazda olduğu gibi üç saf halinde toplanılır. Her saf taşı attıkça geri çekilir arkadaki saf gelir. Bu görüşü serdedenlerin delili Hz. Ali (r.a.) nin Şuraha'yı recmeylediği zaman, söylediği sözdür. Halk Şuraha'nın etrafını çepeçevre sarmış ve ellerine taşlar almışlardı. Hz. Ali (r.a.) onlara demişti ki: Recm böyle olmaz, o zaman birbirinize vurursunuz. Namazda saf bağladığınız gibi saf tutun ve safınızı ard arda sıralayın.

Ebu Hanîfe; zina suçunun şahidlerin şehâdetiyle sabit olması ha­linde, recm esnasında önce şahidlerin taş atmasını, sonra devlet reisinin veya onun vekilinin taş atmasını, sonra halkın taş atmasını şart koşar. Eğer sâhidler, taş atmaya başlamaktan imtina' ederlerse, hakkında şe­hadet edilenin üzerinden hadd sakıt olur. Şahidlerin taş atmaktan ka­çınmaları üzerine onlara hadd terettüb etmez. Çünkü taş atmaktan ka­çınmaları, sarahaten şehâdetten rücû' etmeleri anlamına gelmez.

İmâm Şafiî ve Ahmed tbn Hanbel'e göre; önce şahidlerin taş atma­ya başlaması şart değil, sünnet ve güzel davranıştır. Hanefî fakîhlerin-den Ebu Yûsuf da bu görüştedir. Ona göre; şahidlerin ilkin taş atmaya başlaması şart değil, müstehabdır. İmâm Şafiî ve Hanbel, şahidlerin ve devlet reisinin infazda hazır bulunmalarını gerekli görmezler. Bulun­mamaları halinde de herhangi bir netice terettüb ettirmezler.

îmam Mâlik İse; şâhidlerin ilkin infaza başlamasının şart olarak öngörmediği gibi müstahab da saymaz. Ona göre, bu hususta serdedi-len hadîs sahîhl değildir.

Ebu Hanîfe'nin delili, Hz. Ali (r.a.)nin Şuraha'yı recmederken söy­lediği şu sözdür: Recin İki türlüdür: Gizli recin, açık recm. Açık recm; kadının karnmdakinln zina ettiğine şehâdet etmesi ve kendisinin itira­fıdır. Bu durumda önce devlet reîsi, sonra da halk infaza başlar. Gizli recm; dört kişinin şehâdetiyle sabit olan suçtur. Bu durumda Önce şâ-hidler, sonra devlet reîsi, sonra da halk taş atmaya başlar. Bu durum, sahabenin gözü önünde cereyan ettiği halde içlerinden hiç birisi karşı çıkmamış ve hüküm; icmâ' ile sabit olmuştur. îlkin şâhidlerin atmasını gerekli bulmak, haddin önlenmesi için de bir vesile olabilir. Çünkü şâ-hid yalan yere de şehâdete cesaret edebilir. Ama yalan yere şehadet ederek bir insanı öldürmeye cesaret edemez. İmâm A'zam Ebu Hanîfe; şâhidlerin ilkin infaza başlamalarına binâen aşağıdaki hükmü serde-der: Eğer şâhidler ilkin taş atmaktan imtina' ederlerse veya infaz için ta'yîn edilen günde ortadan kaybolurlarsa veya infaz vakti gelmeden önce ölürlerse, bütün tou gibi hallerde infaz engellenir. Lakin Ebu Ha­nîfe'nin arkadaşlarından îmâm Muhammed; şâhidlerin ilkin infazı mümkün olmadığı takdîrde —hasta veya ellerinin kesik olması gibi— haddin infaz olunacağı görüşündedirler.

Ebu Hanîfe; şâhidlerin infaz anında şehadet ehliyetinin bakî ol­masını şart koşar. Eğer infaz anında şehadet ehliyeti; fâsıklık, irtidâd, körlük, delilik, dilsizlik veya iftira haddi gibi sebeblerle bâtıl olursa, hadd tatbîk olunmaz. Ebu Hanîfe'nin delili şudur: İnfaz esnasında şe-hâdeti cerheden sebeblerin bulunması; hüküm verilmesi anında aynı sebeblerin bulunması anlamına gelir. Hüküm anında bu gibi sebeblerin bulunması şehâdeti ibtâl eder. Diğer üç imâm, bu şartı gerekli bulmaz­lar. Onlara göre şehadet ehliyeti; hüküm anında gereklidir, infaz anın­da değil. Üç imâmın görüşü beşerî hukuka da uygun düşmektedir. Eibu Hanîfe'nin maksadı, «Şüphe halinde haddleri durdurunuz» hadîsinin hükmünü tatbîk ederek hükmü durdurmaktır. Lâkin günümüzde yü­rütme kuruluyla, yasama kurulu birbirinden ayrıldığından ve infâzon yürütme kurulunun ihtisas alanına girmesinden dolayı Ebu Hanîfe'nin görüşü ile hükmetmek mümkün değildir. Bu arada Ebu Hanîfe'nin gö­rüşüne uyan ve infazın, hükmün tamamlayıcısı olduğunu öne süren beşerî hukuk bilginlerinin de bulunduğunu belirtmemiz gerekir.

Recm cezası her zaman yazın veya kışın, sağlıklı veya hastalıklı durumlarda uygulanabilir. Çünkü ceza, öldürücü bir cezadır ve öldurmeden kaçınmaya gerek yoktur. Fakat hamile kadın, hamlini vazedin-ceye kadar hüküm tatbîk olunmaz, çünkü hükmün tatbiki ananın kar­nındaki çocuğun helakine sebeb olur, halbuki hüküm çocuk hakkında değil ana hakkında sâdır olmuştur. İlerde hamilelere haddin. tatbiki konusunda bu hususu açıklayacağız. Recmeden veya recm cezasına ka­tılan herkesin, öldürmeyi kasdetmesl ve suçlunun yüzüne taş atma­ması müstehabdır. Taş atılırken suçlunun yüzüne vurmaktan kaçın­mak gerekir, çünkü recm öldürücü bir cezadır ve mahkûmun en kısa yolla öldürülmesi evlâdır. Recm İslâm hukukçularının ittifakıyla, ca­milerde infaz olunamaz. Meskenlerden uzak bir yerde hükmün infazı iyi görülür. Tâ ki infaz, halinde atılan taşlar, suçsuz birisine isabet et­mesin. Recmedilirken normal büyüklükte taşlar veya taş yerine geçen kemik ve toprak parçaları atılır. Mâiz'in recm edilmesi esnasında top­rak, taş ve kemik parçalarının atıldığı rivayet edilir. Recmolunan kişi­ye hafîf taşlar fırlatılmaz ki işkencesi uzamasın, büyük taşlar da atıl­maz ki, ezilip ölmesin ve asıl maksadı teşkil eden tenkil gayesi ortadan kalkmasın. Tercih edilen büyüklük, avucun dolmasıdır. Recm esnasın­da atılacak taşların belirli bir sayısı yoktur. Bazı suçlulara öldürücü taşlar isabet eder ve suçlu hemen Ölür, bazı suçlulara da öldürücü taş­lar isabet etmez ve çok sayıda taş, atma gereği duyulur. Recm cezasın­dan maksad öldürmedir. Mahkûm öldürülünceye kadar taşlanır. Recm cezası olarak, herhangi bir öldürücü fiil recm'in yerine kâim olmaz. Boynu koparmak veya kılıçla kesmek veya idam etmek recm'in yerine kâim olmaz. Suçlu ölünce cesedi ailesine teslim edilir. 'Onlar ölülerine yaptıkları şekilde recmolunan kişiyi de yıkarlar, kefenlerler, namazim kılar ve defnederler. Nitekim Mâiz'in recminden sonra cesedin ne ya­pılacağı sorulduğunda Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: Ölülerinize ne yapıyorsanız ona da yapınız.

Sopa cezasına çarptırılan kişiye normal sopalarla yüz sopa, vuru­lur. Sopanın kuru olmaması lâzımdır ki yaralanmasın. Sopanın suçlu­nun cesedine isabet eden tarafında herhangi bir pürüz bulunmamalı­dır. Çünkü o takdirde kuru sopanın sebep olacağı sonuçlara se­bep olabilir. Vurulacak sopanın birden fazla dalı bulunmamalıdır. Eğer birden fazla dalı bulunursa, vurulan her sopa dallarının sayı­şma göre hesâblanır. Eğer sopanın iki dalı varsa bir sopa iki sopa ola­rak hesâb edilir, eğer üç dalı varsa bir sopa üç sopa olarak hesâb edilir. İmâm Mâlik ve E!bu Hanîfe'ye göre; sopa vurulacak kişinin —avret mahalli örtülü kalacak şekilde— elbisesi soyulur. İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'e göre; sopa vurulan şahsın elbisesi soyulmaz, bir veya iki kat gömleğinin üstünde kalmasında bir beis yoktur. Şayet üzerinde kış­lık elbiseleri veya yünlü elbiseleri veya kalın bir cübbe (palto) varsa taunlar soyulur. ftnam Mâlik'e göre; sopa cezası oturularak icra olunur. Suçlu, bağlanmaz veya tutulmaz. Ancak sopa yemekten kaçınır da dur­mazsa veya tahammül edemezse veya oturamazsa bu gibi hallerde bağ­lanmasında veya tutulmasında bir bete yoktur.

Ebu Hanife, Şafiî ve Hanbel'e göre; sopa, erkeğe ayakta, kadına otururken vurulur, çünkü oturtmak kadının örtünmesine daha uygun­dur. Sopaların tümü bir uzva vurulmaz. Çünkü bu takdirde suçlunun sopa vurulan uzvu, telef olur veya büzülür ki, buı caiz değildir. Sopalar yüz ve cinsiyet uzvunun dışında diğer uzuvlar arasında taksîm olunur; çünkü Allah'ın Rasûlü bu hususta şöyle buyurmuştur. Yüzüne ve cinsi­yet uzvuna vurmaktan kaçınınız. Ölmesi veya helak olma endîşesi ih­timâli bulunduğundan; başa da sopa vurulmaz. Ebu Hanîfe'nin ve Hanbel'in görüşü 'budur. İmâm Ebu. Yûsuf ise başa bir tek sopa vuru­lacağı görüşündedir. Hanbelî mezhebinde ise kanna ve diğer öldürücü mahalle vurmaktan kaçınılması gerekir. Hanefî fakîhlerinden bazıları da bu görüştedirler. Şafiî fakîhlerden bir kısmı Ebu, Hanîfe ve Hanbel'­in görüşünü benimserken, diğer bir kışımı da Mâlik'in görüşünü be­nimser ve sopanın sâdece sırta vurulmasını öngörür.

Mâliki ve Şâfiîlerin görüşü bugün polis ve askerî güvenlik kuvvet­leri arasında uygulanan sopa cezasına uygun düşmektedir. Askerî ve polis güvenlik kuvvetleri arasında sopanın sâdece sırta vurulacağı ka­rarlaştırılmıştır. Zina suçunda sopa en zor haddlerden birisidir. Çünkü Yüöe Allah: «Ve onlar için Allah'ın dinini tatbikte sizi bir acıma tut­masın.» buyurmaktadır. Müfessirler acımayı, hafif vurmak sekinde tef-sîr ederler. Lâkin İslâm hukukçuları sopanın ne hafîf, ne de ağır olma­sını şart koşarlar, cellâdın sopayla vurduktan sonra elini çekip uzat­mamasını öngörürler, çünkü elin çekilip vurulması ikinci vuruş anla­mını taşır. Sopayı vurur vurmaz hemen elini kaldırması gerekir. Suç­lunun vücuduna temas eder etmez kaldırmalıdır ki, fazla acıtmış ol­masın. Keza elini başgun üzerine kaldırmaması ve koltuğun altının görülmemesi gerekir, çünkü el başın hizasını geçecek şekilde kaldırı­lırsa vuruş şkidetli olacağından suçlunun helak olması veya, derisinin yırtılması endişesi söz konusudur.

Sopa cezasının» infazında, cezanın helâka vesile olmaması şarttır. Çünkü sopa cezası öldürücü bir ceza değil, engelleyici bir cezadır. Binâ­enaleyh şiddetli sıcakta veya soğukta helak olma endîşesi bahis konu­su olduğu takdirde infaz olmaz. İyileşinceye kadar hastaya, loğusalığı son buluncaya kadar loğusaya ve doğum yapıncaya kadar hamileye sopa cezası vurulmaz. İmam Mâlik, Ebu Hanîfe, Şafiî ile Hanbelî fa­kîhlerinden bazıları bu görüştedir. Hanbelîlerden diğer bir grup, sopa cezasının sâdece hamilelik durumunda te'hîrini, bunun dışında sıcak veya soğuk için veya hastalık için te'hîr edilemeyeceğini kabul ederler. Sopa cezası .öldürmeyecek şekilde tatbik olur. Eğer ölüm korkusu olur­sa, elbisesinin yanına veya suçlunun dayanabileceği noktalarına vuru­lur. Aslında iki görüş arasında büyük bir ayrılık yoktur. Çünkü her iki görüş de suçlunun helak olmamasını göz önünde bulundurmakta ve ta­hammül edebileceği tarzda hükmün infazını Öngörmektedir.

İslâm hukukçuları arasında ittifakla kabul edilmektedir ki, gerek zina ile gerekse normal olarak hâmile kalmış kadınlara hadd tatbik olunamaz. Bu hüküm, Gâmid kabilesine mensûb kadının vak'asına is-tinâd etmektedir. Şöyleki; Gâmid kabilesinden bir kadın Hz. Peygam­bere gelerek zina ettiğini ikrar etmiş ve hâmile olduğunu, hamileliği­nin zina mahsûlü olduğunu belirtmiştir. Allah'ın Rasûlü ona: Git, kar-nındakini vaz'edinceye kadar bekle, buyurmuştur. Kadım ansârdan bir adama teslim etmiş ve bakımını te'mîn etmiştir. Kadın doğum yapınca, adam peygambere gelip Gâmid'li kadının doğum yaptığını bildirmiştir. Bunun üzerine Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: O halde recmedemeyiz, çünkü çocuğunu emzirici bir kadın bulmadan, çocuğu anasız bıraka­mayız. O zaman ansârdan bir adam kalkmış; çocuğun emzirilmesini ben üstleniyorum, demiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber kadını rec-metmiştir. Peygamberden sonra yüce ashabı da aynı yolda yürümüş­lerdir. Nitekim Hz. Ömer zamanında bir kadın zina etmiş, Hz. Ömer zinadan hâmile olan kadını recmetmek istediğinde Muâz karşı çıkarak demiş ki; sen kadının hakkında bir şey yapabilirsin, fakat taşıdığı ço­cuğun hakkında bir şey yapamazsın. Bunun üzerine Hz. Ömer Muâz'a hitaben; kadınlar senin gibisini doğurmaktan âcizdirler, demiş ve suçlu kadmı recmetmemiştir. Hz. Ali (r.a.)den de aynı şekilde bir vak'a riva­yet edilir.

Hâmile kadına haddin vurulmamasının sebebi şudur: Hâmile ka­dına hâmile iken haddin tatbiki, suçsuz birisinin yani hâmile kadının taşıdığı çocuğun ölümüne vesile olur.. Her ne kadar kadın, haddin in­fazı için ma'sûm değil ise de, İslâm hukûnun ana kaidelerine göre; bi­risi bir başkasının suçunu yüklenemez. Suçludan başkasına bir ceza verilemez. Hâmile kadına cezanın tatbiki halinde taşıdığı yavru ceza­dan etkilenmiş olur. Hadd, ister recm ister sopa olsun, doğum yapın­caya kadar hâmile kadına hadd tatbik edilmez. Çünkü hamile kadına sopa cezasının uygulanması halinde, çocuğun telef olmaması te'mîn edilemez. Sopanın te'sîriyle annenin ölmesi ve böylece çocuğun da he­lak olması ihtimâli vardır. Anne hamlini vaz'ettikten sonra, eğer ceza recm ise, çocuk sütten kesilinceye kadar hüküm infaz olunmaz. Önce çocuk süt emmeye başlayana kadar beklenir. Sonra birisi çocuğu emzrtrmeyi te"mîn ederse ceza tatbik olunur, te'mîn etmezse çocuk sütten kesilinceye kadar beklenir.

Anne çocuğunu doğurmuş ve ceza da sopa ise; İmâm Mâlik, Etou Hanîfe, Şafiî ve Hanbelî mezhebinden bazı fakîhlere göre; loğusalık sü­resi bitene ve ölmeyecek derecede güç, kuvvet kazanmcaya kadar hü­küm tatbik olunmaz. Hanbelî mezhebinden bazı fakîhlere göre; loğu­salık süresi bitene ve ölmeyecek derecede güç, kuvvet kazanmcaya ka­dar hüküm tatbik olunmaz» Hanbelî mezhebinden diğer fukahâya göre; annenin ölmemesi te'mîn edildiği takdirde sopa cezası tatbik olunur. Ölmesi korkusu bahis mevzuu olunca hurma dallan ile elbisesinin ke­narına vurulur. Bu grubun delili, Hz. PeyğamT^erin zina eden hasta bir kadına sopa vurmayı emretmesi ve şöyle demesidir: Yüz dallı bir hur­ma çubuğu alın ve ona bir kerede vurun. Haddin te'hîrini öne süren­lerin delili ise Hz. Ali (r.a.)den rivayet edilen şu hâdisedir: Kadirim bi­risi zina etmişti, onat sopa vurmamı bana emir buyurdu. Halbuki o yeni loğusalıktan kurtulmuştu. Sopa vurmam halinde ölmesinden, en­dîşe ettim ve bunun üzerine Allah'ın Rasûlü buyurdu ki: Kam kesilin­ceye kadar onu bırak sonra haddi tatbik et.

Eğer suçlunun hâmile olduğu açıkça bilinmiyorsa, hadd te'hîr olunmaz. İsterse suçlu zinadan hâmile kalmış olsun. Çünkü Allah'ın Rasûlü Yahudi ve Cüheyne kabilesinden iki kadını recmetmiş ve onla­rın rahimlerini temizleyip temizlemediklerini dahi sormamıştır. Cühey­ne kabilesinden olan kadın için Enis'e demiş ki: Şu kadını al ve sorgu­ya çek ,eğer itiraf ederse recmet. Görülüyor ki, kadıniri*4ahminln te­mizlenip temizlenmemesini emretmemiştir. Eibu Hanîfe, Şafiî ve Ah-med îbn Hanbel'in görüşü budur. Şuraha'yı da recmederken Hz. Ali, rahminin temiz olup olmadığını soruşturmamıştir. Eğer kadın hâmile olduğunu iddia ederse İmâm Ahmed ve Bazı Şafiî fakîhlerine göre, ka­dının sözünün kabul edilmesi ve iddiasının doğru olup olmadığını araş­tırmaya gerek duymadan, durumu açıklık kazanmcaya kadar rıapso-lunması gerekir. Çünkü hamilelik ve buna delâlet eden diğer durumları tam olarak belirlemek mümkün değildir, dolayısıyla kadının sözünü kabul etmek gerekir. E'bu Hanîfe ve Bazı Şafiî fakîhlerine göre; kadının iddiası kabul edilmez. Bilgili kadınlara tetkik ettirilir, onlar kadının iddiasının doğru olduğunu söylerlerse 'beklenir, yoksa hadd tatbîk olu­nur.

İmâmı Mâlik'e göre ceza, ister sopa olsun ister recrri olsun, evli zânînin hükmünün geciktirilmesi gerekir. Kocası onun temiz olduğu­nu iddia etse de kırk; gün zina suyunun karnında kalması beklenir. Zinanın üzerinden kırk gün geçmese de koca karısını tebrie etmediği takdirde hüküm te'hîr olunur. Her iki durumda; da kadın, bir kerre âdet görüp geçirinceye kadar beklenir. Çünkü hâmile olması ihtimâlin­den sakınılır. Üç ay adet görmeyen kadının hâmile olduğu belirlenin-ce, hamlini vaz'edinceye kadar bekletilir. Evli değilse bile zinanın üzerinden kırk gün geçmeden hükmün infazı te'hîr olunmaz. Eğer hâmile olma imkânı bahis mevzuu ise haddin infazı te'hîr olunur.

Haddi gerektiren suçlu hasta ise, ceza te'hîr olunmaz ve anında infaz olunur. Çünkü hadd cezası öldürücü bir cezadır ve suçlu da öl­meyi hak etmiştir. Eğer ceza, recm değil de sopa ise hüküm hastanın durumuna göre değişir. İyileşip iyüeşmeyeceğine göre farklı hüküm tatbik olunur.

Eğer hastanın iyileşmesi umuluyorsa İmâm Mâlik, Eibu Hanîfe, Şafiî ve Hanbelî mezhebinden bazı fakîhlere göre, hasta iyileşinceye kadar sopa vurulmaz. Çünkü hasta iken haldin infazı, hastanın ölü­müne sebeb olabilir. Delilleri ise yukarda câriye mevzuunda Hz. Ali (r.a.)den nakledilen hususlardır. Hanbelî mezhebinden bazı fukahâya göre hadd, geciktirilmeden infaz olunur. Çünkü haddin infazı vâcibdir, delil olmadan Allah'ın vâcib kıldığı bir hükmü te'hîr mümkün değil­dir. Bu grup ta Hz. Ömer (r.a.)in hastalığı esnasında Kuddame İbn Hazm'a haddi uygulatıp geciktirmemesini delil olarak gösterir. Bu vak'aya sahabeler şâhid olduğu halde hiç birisi karşı çıkmamış ve hü­küm, icmâ' haline gelmiştir. îslâm hukukçuları loğusalığı hastalık ola­rak kabul ederler.

Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel'e göre, iyileşmesinden ümit kesilen hastaya sopa cezası anında tatbik olunur. Fakat adı geçen imamlar cezanın kamçı, küçük sopa ve hurma dalı gibi öldürmeyecek sopalarla yapılmasını şart koşarlar. Eğer ölmesinden endîşe edilirse, yüz hurma dalı birleştirilir ve hepsi bir kerre vurulur. Bu görüşü serdeden-lerin delili, Hz. Peygamberin yüz hurma dalı ile vurulmasını emretme-sidir. İyileşmesinden ümit kesilen hasta ya hastalığıyla başbaşa bırakı­lacak veya tamamen tatbik olunacak ki, bu hastanın ölümüne vesile olur. Mesele; orta bir yol tutarak çözümlenmiş ve yüz sopa yerine yüz hurma dalı bir defada vurularak hüküm tatbik edilmiştir. Şüphesiz ki bu, hastayı ölüme terketmekten veya ölüm cezasına müstehak olmadığı halde öldürmekten evlâdır. Fakat İmâm Mâlik bu görüşü kabul etmez, iyileşmesinden ümit kesilen hastaya yüz sopa vurulmasını öngörür.

 

Haddin İnfazını Engelleyen Sebepler

 

Hükmün verilmesinden sonra, haddi iskât eden sebepler bulundu­ğu takdirde hüküm infaz olunmaz. Haddi iskât eden sebepler şunlardır:

a- İkrâr eden kişinin ikrarından dönmesi: Bu sebep, ancak su­çun ikrarla sabit olması halinde söz konusudur.   îkrânn sarih   veya zimmî olması farksızdır. Yukarda ikrardan rücû'   üzerinde   etraflıca durduk ve hangi hallerde rücû'un haddi iskât edeceğini belirttik.

b- Şâhidlerin vazgeçmesi: Hükmün infazından önce şâhidlerin tamâmının veya bir kısmının şehâdetten vazgeçmesi halinde hadd sakıt olur. Bu takdirde geriye kalan şâhidlerin sayısının dörtten az olması şarttır.

c- Zina eden suçlulardan birisinin diğerini yalanlaması veya ni­kâhlı olduğu iddiasını tekzîb etmesi: Eğer zina; suçlulardan birinin ik­rarı ile sabit olmuşsa, Ebu Hânîfe'ye göre hadd durdurulur. Diğer üç imâma göre zânîlerden birinin diğerini tekzibi haddi durdurmaz. Nikah iddiası; ancak nikâhın buunduğu delilleriyle ortaya konulunca cezayı iskât eder.

d- Hanefî mezhebine göre; hükmün verilmesinden sonra ve tat­bikinden önce şâhidlerin şehâdet ehliyetinin bâtıl olması. Diğer üç imâm Hanefîlere katılmazlar.

e- Hanefî mezhebine göre, özellikle recinden önce şâhidlerin öl mesi. Diğer üç imâm bu görüşe de katılmazlar.

f- Zina eden erkeğin zina eden kadınla evlenmesi. Bu görüşü serdeden Hanefî mezhebi imamlarından Ebu Yûsuf'tur. Delil ise nikâ­hın bir şüphe olması, şüphenin de haddi durdurmasıdır.' Zîrâ evlilik, kocaya bir faydalanma ve mülk hakkı sağlar. Lâkin Hanefî mezhebin­de öbürleri Ebu Yûsuf'un bu görüşüne muvafakat etmezler. Çünkü fiil evlenmezden önce ve zina olarak işlenmiştir[5]

 

11 — Uydurulmuş bir yalanla gelenler, içinizden bir zümredir. Bunu kendiniz için kötü sanmayın. O, sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden herbirine kazandığı gü­nâha karşılık ceza vardır. En büyük azâb da, içlerinden elebaşılık yapanındır.

 

Mü’mirılerin Annesi Hz. Aişe'ye İftira

 

Bunu ta'kîb eden on âyetin hepsi mü'minlerin annesi   Hz. Âişe (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Münafıklardan îfk olayına karışanlar Hz. Âişe'ye mahzâ yalan ve iftiradan İbaret bazı sözler söylemişler, bu, Allah Teâla ve peygamberinin gayretine dokunmuş ve Allah Rasûlü'-nün ırzını koruma ve Hz. Âişe'nin berâetine dâir Allah Teâlâ vahiy in­direrek: «Uydurulmuş bir yalanla gelenler, içinizden bir zümredir.» Onlar bir, iki kişi değildirler, bilâkis bir topluluktur, buyurmuştur. Bu la'netin başında münafıkların başı olan Abdullah îbn Übeyy îbn Selûl gelir. O haberi toplamış, taraftarları arasında yaymış ve nihayet müs-lümanlardan bazısının zihnine girerek konuşmaya başlamışlar. Onlar­dan bir kısmı da bunu mümkün olarak görmüş. İş, bu durumda yakla­şık bir ay kalmış. Sonunda bu konuda Kur'an (dan âyetler) nazil ol­muştur. Bu olay sahih hadîslerde anlatılmıştır.

tmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezâk... Saîd îbn Müseyyeb, Urve îbn Zübeyr, Alkame îbn Vakkâs ve Ubeydullah îbn Abdullah İbn Ukbe İfon Mes'ud'den onlar da Hz. PeygamJber (s.a.)in eşi Âişe'den rivayet ettiler. Ki ifk olayına karışanlar onun hakkındaki sözlerini söyledikleri zaman, Allah Teâlâ onun berî olduğunu (Kur'an'da) beyân buyurmuş­tur. Bunların hepsi Hz. Âişe'den rivayetle hadîsin bir bölümünü bana rivayet ettiler. Bazısı bu hadîsi daha iyi ezberlemiş, daha güzel ve sa­bit şekilde anlatmıştır. Ben onlardan her birerinden bana rivayet et­miş oldukları hadîsi ezberledim. Onların hadîsleri birbirini doğrular du­rumdadır: Naklederler ki Hz. Peygamber (s.a.)in eşi Hz. Âişe şöyle an­latmış: Allah Rasûlü (s.a.) bir sefere çıkmak istediğinde kadınları ara­sında kur'a çekerdi. Kur'ada kimin payı çıkarsa, Allah Rasûlü (s.a.) beraberinde onu çıkarırdı. Âişe şöyle anlatıyor: Çıktığı gazvelerden bi­rinde aramızda kur'a çekti. Kur'ada benim payım çıktı. Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber ben çıktım. Bu, hicâb âyeti indikten sonra idi. Ben hevdecim içinde taşınır ve konak yerinde hevdec içinde indirilirdim. Allah Rasûlü (s.a.) gazveyi bitirmiş, dönerken Medine'ye yaklaştık. Bir gece göç için (yola çıkmak için) seslenildi. Yola çıkma haberi verildi­ğinde ben abdest bozmak üzere kalktım, yürüdüm, orduyu geçtim. İşi­mi bitirince binitime yöneldim ve göğsümü yokladım bir de gördüm ki Zafâr [6] boncuğundan olan gerdanlığım kopmuş. Döndüm ve gerdan­lığımı aradım. Gerdanlığı aramam beni oyaladı. Beni göçürenler gel­mişler, hevdecimi yüklemişler ve binmiş olduğum devemi yürütüp git­mişler. Benim içinde olduğumu sanıyorlarmış. Kadınlar o zamanda ha­fif idiler. Ağırlıkları yoktu ve et de tutmazlardı. Zîrâ onlar çok az ye­mek yerlerdi. Dolayısıyla kavim hevdeci kaldırıp yüklediklerinde onun ağırlığı hususunda şüpheye düşmemişler, garipsememişler. Zâten ben yaşı küçük bir kız idim. Deveyi kaldırmışlar ve yürümüşler. Ordu yola koyulduktan sonra ben gerdanlığımı buldum. Konak yerlerine geldim ve gördüm ki orada (kimse kalmamış) ne çağıran ne de cevab veren yok. Daha önce bulunduğum yere yöneldim ve kavmim benim yoklu­ğumu farkedip bana döneceklerini sandım. Yerimde otururken gözle­rim bana galebe çaldı ve uyudum. Safvân tbn el-Muattal es-^Sülemi ez-Zekvânî ordunun arkasım gözetliyor imiş. (Ordunun ardçılığını ya­pıyormuş) . Gece yansından sonra yola çıkmış ve sabahleyin benim bu­lunduğum yere ulaşmış. Uyuyan bir insan karaltısı görmüş, bana gel­miş ve beni gördüğünde tanımış. Benim üzerime hicâb (örtü) konul­madan önce (hicâb âyetinin nüzulünden önce) beni görmüş imiş. Beni tanıdığı zaman İnnâlillâh ve tnnâ İleyhi Râciûn demesiyle uyandım, cilbâbım ile yüzümü örttüm. Allah'a yemin olsun ki benimle bir kelime konuşmadı ve înnâlillâh ve Innâ îleyhi Râciûn demesinden başka on­dan bir kelime bile işitmedim. Nihayet binitini ıhtırdı, ayağına bastı ve ben de onun binitine bindim. Üzerinde benim olduğum biniti çekerek gitti ve nihayet öğle sıralarında konaklamış olan orduya yetiştik. Be­nim durumum hakkında helak olanlar helak clmuştur. Onlarm eleba­şıları Abdullah İbn Übeyy tbn Selûl idi. Medine'ye geldim ve Medine'ye gelişimizde' bir ay hastalandım. İnsanlar ifk ehlinin sözleri hakkında tahlillerde bulunuyorlarmış ve ben bunlardan hiç birini hissetmemiş­tim. Izdırablar içerisinde iken beni şüphelendiren;, hastalandığım za­man daha önce Allah Rasûlü (s.a.)nden görmüş olduğum yumuşaklık ve iyiliği görmemiş olmamdı. Allah Rasûlü (s.a.) yanımıza girer, se­lâm verir, sonra: Nasılsınız? derdi. Bu beni şüphelendiriyordu ama bir kötülük sezmiyordum. Nihayet bir gün nekahet devresinden çıktım. Helalarımız yapılmazdan önce Ümmü Mistah da benimle beraber çı­kardı. Biz sâdece geceden geceye (ihtiyâç gidermek için) çıkardık. Bu, evlerimizin yakınında helalar edinmemizden öncedir. Biz araplann ilk âdetleri ve durumları evlerimizden uzakta abdest bozma şeklindeydi. Evlerimizde hela edinmek bize eziyyet verirdi. Ben ve Ümmü Mistah çıktık, (ihtiyâç gidermek üzere) gittik. Ümmü Mistah, Efbu Ruhm tbn Muttalib tbn Abd Menâf'in kızıdır. Annesi Sahr tbn Amir'in kızıdır ve Bbubekir es-^Sıddîk'ınteyzesidir. Mistah İbn Üsâse İbn Abb&d tbn Mut­talib de Ümmü Mistah'ın oğludur. İşimizi bitirdikten sonra ben ve Ebu Ruhm'un kızı eve doğru yöneldik. Ümmü Mistah'ın ayağı, üzerindeki örtüye takıldı da: Kahrolasıca Mistah, dedi. Ben ona: Ne kötü söyledin. Bedirde bulunmuş bir adama sövdün, dedim. Ey kızcağızım, onun ne söylediğini işitmedin mi? dedi. Ben: Ne söyledi? diye sordum. Bana ifk ehlinin sözlerini haber verdi. Hastalığım kat kat arttı.

Evime döndüğüm zaman Allah Rasûlü (s.a.) yanıma girip selâm verdi, sonra: Nasılsınız? diye sordu. Ben: Ana babama gitmeme izin ve­rir misin? dedim. Haber hakkında kesin bilgiyi ana babamdan almak istiyordum. Allah Rasûlü (s.a.) bana izin verdi de, ana babama geldim ve anneme: Anneciğim, insanlar ne konuşuyorlar? diye sordum. Kızca­ğızım, meseleyi kendi kendine büyütme. Hangi güzel kadın kendisini seven bir kocanın yanında olsa, onun da kumaları bulunsa onun hak­kında çok söz söylememeleri hemen hemen hiç olmaz, dedi. Ben: Süb-hânallah, insanlar bunu mu konuşuyorlar? dedim. O gece sabaha kadar ağladım. Göz yaşlarım hiç dinmedi ve asla uyumadım. Ağlayarak sa­bahladım. Allah Rasûlü (s.a.) vahiy gecikince ailesinden ayrılma ko­nusunda istişare etmek üzere Ali ve Üsâme îbn Zeyd'i çağırdı. Üsâme İbn Zeyd Allah Rasûlü (s.a.) ne ailesinin suçsuz olduğunu bildiğini söy­ledi. Onlara karşı olan sevgisini bildiğine işaret etti. Ey Allah'ın elçisi, onlar senin âilendir. Biz hayırdan başka bir şey bilmiyoruz, dedi. Ali İbn Etou Talib ise: Allah senin üzerine (bu işi, evlenme ve boşanma işi­ni) daraltmamıştır. Onun dışında kadınlar çoktur. Eğer cariyesine so­racak olursan sana doğru haberi verir, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) Beri'-re'yi çağırıp; Ey Berîre, Âişe'den seni şüphelendirecek bir şey gördün mü buyurdu. Berîre ona: Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, yaşı küçük bir kız olmasından başka onu ayıplayabileceğim hiç bir durumunu görmedim. Ailesinin hamuru başında uyur da bir oğlak ge­lip hamuru yer (haberi bile olmaz), dedi. Allah Rasûlü, (s.a.) kalktı ve Abdullah İbn Übeyy ibn Selûl'un ma'zûr görülmesini istedi. Allah Ra­sûlü (s.a.) minberden şöyle dedi: E!y müslümanlar topluluğu, ailem hakkında eziyyeti bana ulaşmış olan bir adamın bu kötü işine karşı­lık verdiğimde beni kim ma'zûr görecek? Allah'a yemin olsun ki ailem hakkında hayırdan başka hiç bir şey bilmiyorum. Öyle bir adamı zik­redip andılar ki onun hakkında da hayırdan başka hiç bir şey bilmi­yorum. Ailemin yanma ancak benimle beraber girerdi. Sa'd îbn Muâz el-Ansârî kalktı ve: Ey Allah'ın elçisi, ben seni ondan kurtarırım. Eğer Evs (Kabilesi) nden ise boynunu vururuz. Eğer kardeşlerimiz Hazrec1-den ise bize emredersin, emrini yerine getiririz, dedi. Hazrec'in, reisi olan Sa'd İbn Ubâde kalktı. Salih bir kişi idi. Fakat kabîlecilik hamiy-yeti onu (bilgisizce bir davranışa) itmişti. Sa'd İbn Muâz'a: Allah'a ye-mîn olsun ki onu öldürmezsin ve öldürmeye de gücün yetmez, dedi, Sa'd İbn Muâz'm amcası oğlu olan Üseyd îbn Hudayr kalktı ve Sa'd İbn Ubâde'ye: Yalan söyledin, Allah'a yemin olsun ki onu öldürürüz. Sen münafıksın ve münafıkları koruyorsun, dedi. Evs ve Hazrec kabi­leleri ayaklandılar ve vuruşmaya kalktılar. Allah Rasûlü (s.a.) minber­de dikiliyordu. Allah Rasûlü (s.a.) onları sakinleştirmeye devam etti de sonunda sustular, Allah Rasûlü (s.a.) de sustu. Hz, Âişe devamla şöyle anlatır: O gün ağladım, gözyaşlarını dinmedi ve hiç uyumadım. Ana babam, ağlamanın ciğerimi parçalayacağını sanıyorlardı. Ebeveynim benim yanımda oturur ve ben ağlarken Ansâr'dan bir kadın yanıma girmek için izin istedi. Ona izin verdim. Benimle beraber oturup ağladı. Biz bu halde iken birden Allah Rasûlü (s.a.) çıkageldi, içeri girdi, se­lâm verdi, sonra oturdu. Bu söylenenler söylendiğinden beri yanımda oturmamıştı. Bir ay geçmiş ve benim durumum hakkında ona vahiy gelmemişti. Allah Rasûlü (s.a.) oturduğu zaman şehâdet getirdi, sonra: Ey Âişe, senden bana şöyle şöyle (bir haber) ulaştı. Eğer sen suçsuz isen Allah seni berî kılacaktır. (Suçsuzluğunu beyân edecektir) eğer bir günâh işlemişsen Allah'a istiğfarda bulun, sonra ona tevbe et. Mu­hakkak kul bir günahı itiraf eder, sonra tevbe ederse; Allah onun tev-besini kabul eder, buyurdu. Âişe şöyle anlatıyor: Muhakkak kul bir gü­nâhı itiraf eder, sonra tevbe ederse; Allah onun tevbesini kabul eder, buyurdu. Âişe şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) konuşmasını bitir­diğinde gözyaşlarına dindi, o kadar ki ondan bir damla bile hissetmiyor­dum. Babama: Benim, yerime Allah Rasûlü (s.a.)ne cevafo ver, dedim. Allah'a yemîn olsun ki Allah Rasûlü'ne ne söyleyeceğimi bilmiyorum, dedi. Anneme: Benim yerime Allah Rasûlü'ne cevab ver, dedim. O da: Allah'a yemîn olsun ki Allah Rasûlü'ne ne söyleyeceğimi bilmiyorum, dedi. Ben: Ben yaşı küçük bir kızım. Kur'an'dan çok şey ezberledim. Al­lah'a yemîn ederim ki bildiğim kadarıyla siz bu sözleri işittiniz. Sizin içi­nize yerleşti ve bunları doğruladınız. Ben suçsuz olduğumu size söylemiş olsam —ki Allah biliyor ben muhakkak suçsuzum— siz; beni bu hususta doğrulamayacaksmız. Size bir işi itiraf etmiş olsam —Allah biliyor ki ben bu işten uzağını— beni doğrulayacaksınız. Allah'a yemîn olsun ki benim ve sizin durumunuza Yûsuf'un babasının: «Artık bana güzelce bir sabır gerekir. Sizin şu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak, Allah'tır.» (Yûsuf, İÜ) demesinden başka misâl bulamıyorum, dedim. Sonra döndüm ve yatağıma yattım. O zaman da vallahi benim mutlaka suçsuz olduğumu biliyordum ve yine biliyordum ki Allah benim suç­suzluğumu mutlaka beyân edecektir. Fakat benim durumum hakkında Kur'an'da okunan bir vahiy indireceğini de sanmıyordum. Kendimce benim durumum, Allah'ın Kur'an'da okunacak bir emir indirmeyeceği kadar küçüktü. Fakat Allah Rasûlü (s.a.) nün uykusunda bir rü'yâ gö­receğini ve bu rü'yâsı ile Allah'ın beni temize çıkaracağım umuyordum. Allah'a yemîn olsun ki Allah Rasûlü (s.a.) oturduğu yerden ayrılmadı, ev halkından hiç kimse dışarı çıkmadı ki Allah Teâlâ peygamberine va­hiy indirdi. Vahiy sırasında onu kaplayan bir sıkıntı onu yakaladı. Üze­rine indirilen sözlerin ağırlığı o kadar fazla olurdu ki kış gününde bile sıkıntıdan inci taneleri gibi ter dökerdi. Allah Rasûlü (s.a.) 'nün ken­disinden bu durum açıldığında gülümseyerek söylediği ilk kelime: Ey Âişe müjdeler olsun; Allah seni temize çıkardı, oldu. Annem bana: Kalk, ona git, dedi. Ben: Allah'a yemîn olsun ki, ona kalkıp gitmem, Allah.'tan başkasına da hamdetmem. Benim suçsuzluğuma dâir vahiy indiren Allah'tır, dedim. Allah Teâlâ: «Uydurulmuş bir yalanla gelenler içinizden bir zümredir...» âyetinden başlayarak on âyet indirdi. Bu âyet­leri benim suçsuzluğumu beyân için Allah indirmiştir. Bbubekir (r.a.), akrabalığı ve fakirliği yüzünden Mistah'a infâkda bulunurdu. Âişe hak­kında söylediklerinden sonra: Allah'a yemîn olsun ki asla ona hiç bir şeyle infâkda 'bulunmayacağım, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Al­lah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz.» kısmına kadar «Sizden fazi­letli ve varlıklı olanlar; yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hic­ret edenlere vermekte kusur etmesinler.» (Nûr, 22) âyetini indirdi de Efoubekir: Allah'a yemîn olsun ki Allah'ın beni bağışlaması benim için en sevimlidir, dedi ve daha önce infâk etmekte olduğu gibi Mistah'a in-fâk etmeye başladı. Bundan asla vazgeçmeyeceğim, dedi.

Hz. Âişe der ki. Allah Rasûlü (s.a.) benim durumumu Hz. Peygam­ber (s.a.)in hanımı Zeyneb Bint Cahş'a sormuş da: Ey Zeyneb, ne bi­liyorsun (veya ne gördün)? demiş. Zeyneb: Eıy Allah'ın elçisi, kulağı­mı ve gözümü korurum. Allah'a yemin olsun ki hayırdan başka bir şey bilmiyorum, demiş. Âişe şöyle diyor: «Hz. Peygamber (s.a.)in hanım­larından beni yücelten bir tek o olmuş ve Allah Teâlâ onu takva ile ko­rumuş. Kız kardeşi Hamme Bint Cahş ise onunla mücadele etmeye baş­lamış da helak olanlar içinde o da helak olmuş. îbn Şihâb der ki: Bu zümrenin durumu hakkında bize ulaşan haber bundan, ibarettir. Ha­dîsi Buharı ve Müslim Sahîh'lerinde Zührî'den rivayetle tahrîc etmiş­lerdir, îbn îshâk da Zührî'den aynı şekilde rivayet eder ve der ki: Bana Yahya İbn Abbâd tbn Abdullah îbn Zübeyr babasından, o da Âişeden; Abdullah îbn Ebu Bekr tbn Muhammed îbn Amr îbn Hazm el-Ansârî, Amre"den, o da Hz. Âişe'den biraz önce geçene benzer şekilde rivayet ettiler. Eh doğrusunu Allah bilir.

Sonra Buhârî der ki: Ebu Üsâme... Hz. Âişe (r.a.)den rivayet etti ki o, şöyle anlatmış:

Benim anılan durumum konuşulduğu zaman —ki ben bunları bil­miyordum— Allah Rasûlü (s.a.) benim hakkımda hutbede kalkmış, şe-hâdet getirmiş, Allah'a hamdetmiş, ehil olduğu şekilde ona senada bu­lunmuş ve: Ailemi itham altına alan insanlar hakkında bana görüş bil­dirin; Allah'a yemîn ederim ki ailemin bir kötülüğünü bilmiyorum. Ona öyle bir kimse ile ithamda bulundular ki onun da hiç bir şekilde kötülüğünü bilmiyorum. Ailemin yanına ancak ben hazır bulunduğum zaman girer. Bir Seferde ailemden ayrı kaldığımda o da benimle bera­ber ayrı kalır, buyurmuş. Sa'd tbn Muâz kalkmış ve; Ey Allah'ın elçisi, izin ver boyunlarım vuralım, demiş. Hazrec'den bir adam —Hassan îbn Sabit'in annesi o adamın zümresinden idi— kalkmış ve: Yalan söyle­din; şayet onlar Evs'ten olsalardı Allah'a yemîn olsun ki boyunlarının vurulmasını arzu etmezdin, demiş. Nerede ise Evs ve Hazrec arasında mescidde bir kötülük olayazmış. Benim bunlardan da haberim yok. O günün akşamı olduğunda bir ihtiyâcım için çıkmıştım. Yanımda Mis-tah'ın annesi vardı. Ayağı sürçtü de: Kahrolası Mistah, dedi. Ben: An­neciğim, oğluna rnı sövüyorsun dedim. Sustu. Sonra ayağı ikinci ke­re sürçtü ve: Kahrolası Mistah, dedi. Ben ona: Anneciğim, oğluna mı sövüyorsun? dedim. Sonra üçüncü kere ayağı sürçtü ve: Kahrolası Mis-tah, dedi. Ben onu bundan men'ettim de: Allah'a yemîn olsun ki ben ona ancak senin yüzünden sövüyorum, dedi. Ben: Benim hangi duru­mum hakkında? diye sordum da, bana sözleri açıkladı. Ben: Böyle mi olmuş? dedim, o: Allah'a yemîn olsun ki evet, dedi. Evime döndüm, çık­mış olduğuna ihtiyâcımın azını veya çoğunu, bulamamış olarak. Beni bir humma tuttu. Allah Rasûlü (s.a.)ne: Beni babamın evine gönder, dedim. Benimle beraber bir de köle gönderdi. Eve girdim. Ümmü Rû-mân evin aşağısında, Bbubekirde yukarısında idiler ve Ebubekir (Kur'-an) okuyordu. Annem: Kızcağızım, seni getiren nedir? diye sordu, ona durumu haber verdim ve sözleri aktardım. Bir de gördüm ki bu sözler onu benim kadar etkilemedi. Kızcağızım, durumu kendine zorlaştırma. Allah'a yemin olsun ki kendisini seven bir adamın yanında güzel bir kadın olsun, onun kumaları olsun da onu çekememezlik etmesinler ve onun hakkında (böyle sözler) söylenmemiş olsun, bu çok azdır, dedi. Benim gibi etkilenmediğini görerek: Babam da bunu biliyor mu? diye sordum; evet, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) de mi? dedim; evet, Allah Ra­sûlü de biliyor, dedi. Göz yaşlarım boşandı ve ağladım. Ebubekir sesi­mi evin yukarısında okurken işitti de, indi ve anneme: Buna ne olu­yor? diye sordu. Annem: Dunumu hakkında söylenenler ona ulaşmış da göz yaşları boşandı, dedi. Bat>am: Kızcağızım yemîn ederim ki evine döneceksin, dedi, ben de döndüm. Allah Rasûlü (s.a.) evime geldi ve hizmetçime benim durumum hakkında soru sordu. Hizmetçim: Hayır, Allah'a yemîn olsun ki onun hiç bir ayıbını görmedim. Şu kadar var ki uyur (uykusu o kadar ağırdır ki) oğlak girer ve hamurunu yer de (ha­beri olmaz), dedi. Ashabından tazısı onu bu sözlerinden alıkoyup: Al­lah Rasûlü (s.a.) ne doğru söyle, dedi. O kadar ki onu bu hususta yanılt­maya çalıştılar. O: Sübhânallah, Allah'a yemîn olsun ki onu kuyumcu­nun kırmızı altın toprağını bildiği kadar biliyorum, dedi. Durum, hak­kında dedikodu edilen adama da ulaşmış ve o: Sübhânallah, Allah'a yemin olsun ki ben hiç bir kadının örtüsünü açmadım, demiş. Âişe der ki: O, Allah yolunda şehîd olarak öldürüldü. Âişe devamla şöyle anla­tır; Anam babam yanımda sabahladılar. Allah Rasûlü (s.a.) ikindi na­mazını kılmış olarak yanıma girinceye kadar yanımda kaldılar. Allah Rasûlü (s.a.) yanıma girdiğinde ana ve babam sağ ve solumda idiler. Hz. Peygamber Allah'a hamdetti, senada bulundu, sonra: Ey Âişe, şa­yet bir kötülük veya bir haksızlık yapmışsan Allah'a tevbe et. Muhak­kak Allah kullarından tevbeyi kabul eder, buyurdu. Bu arada ansâr'dan bir kadın geldi. Kapının yanında oturuyordu. Ben: Böyle bir şeyi anmak­tan dolayı şu kadından utanmaz mısın? dedim. Allah Rasûlü (s.a.) öğütte bulundu. Ben babama döndüm ve ona: Ona cevab ver, dedim.

Babam: Ne söyleyeyim? dedi. Anneme döndüm ve: Ona cevab ver, de­dim. Annem: Ne söyleyeyim? dedi. Onlar cevab vermeyince ben şehâdet getirdim, Allah'a hamd ettim ve layık olduğu şekilde ona senada bulun­duktan sonra: Allah'a yemîn olsun ki ben size: Ben yapmadım, desem —Allah Teâlâ şâhiddir ki ben bu sözümde doğruyum— bu sizin katı­nızda bir fayda verecek değildir. Siz bunu konuştunuz ve kalblerinize yerleşti. Şayet ben: Yaptım, desem —Allah biliyor ki ben yapmadım— siz muhakkak: Nihayet ikrar etti, kabullendi, diyeceksiniz. Allah'a ye­min olsun ki benim ve sizin için —Yâkûb'un ismini aradım fakat bu­lamadım— Yûsuf'un babasının: «Artık bana güzelce bir sabır gerekir. Sizin şu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak, Allah'tır.» (Yû­suf, 18) dediği zamandaki durumundan başka bir misâl bulamıyorum, dedim. Hemen o saat Allah Rasûlü (s.a.)ne vahiy indi. Biz sustuk. On­dan vahiy inme hali kalktı. Ben yüzündeki sevinci açıkça görüyordum, o alnını siliyor ve: Müjde ey Âişe, Allah Teâlâ senin suçsuzluğuna dair vahy indirdi, diyordu. Âişe şöyle anlatıyor: Ben olabildiği kadarıyla öf­keliydim. Anam babam bana: Kalk, ona git, dediler. Ben: Hayır, Allah'a yemîn olsun ki ona kalkmayacağım, ne ona, ne de ikinize hamd etme­yeceğim. Fakat benim suçsuzluğumu indiren Allah'a namd edeceğim. Siz bu sözleri işittiniz, ama inkâr etmediniz, onu değiştirmediniz, de­dim. Hz. Âişe şöyle derdi: Zeynel Bint Cahş'a gelince: Allah onu dini üzere ma'sûm kılmış ve hayırdan başka bir şey söylememiştir. Kız kar­deşi Hamne Bint Cahş ise helak olanlar içinde helak olup gitmiştir. Bu meseleyi konuşanlar Mistah ve Hassan îbn Sabit imiş. Münafık Abdul­lah İbn Übeyy İbn Selûl ise konuşmaları yayan ve toplayan imiş. Onla­rın elebaşı ise, o ve Hamne imişler. Ebubekir Mi&tah'a bir daha asla hiç bir iyilikte bulunmayacağına yemîn etti de Allah Teâlâ âyetin sonuna kadar ve Ebubekir'i kasdederek: «Sizden faziletli ve varlıklı olanlar; yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte ku­sur etmesinler.» âyetini indirdi. Burada Mistah kasdediliyordu. Allah Teâlâ devamlar «Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Ve Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir.» âyetini indirdi ve Ebubekir: Allah'a yemîn olsun ki ey Rafobimiz evet severiz. Bizi bağışlamam elbette severiz, dedi ve Mistah hakkında daha önce yapmakta olduğuna döndü. Buhârî hadîsi bu kanaldan bu şekilde muallak olarak ve cezm sîgası ile güvenilir imamlardan birisi olan Ebu Usâme Hammâd îbn Üsâme'den rivayet et­miştir. Hadîsi yukardakinin aynı veya benzer şekli ile İbn Cerîr de tef­sirinde Süfyân îbn Vekî' kanalıyla Ebu Üsâme'den uzunca rivayet et­miştir. Aynca îbn Ebu Hatim de hadîsin bir kısmım Ebu Saîd el-Eşecc-den, o da Ebu Üsâme'den rivayet etmiştir.

îmâm Ahmed der ki: Bize Hüşeym... Hz. Âişe (r.a.)den rivayet etti ki o, şöyle demiştir: Benim ma'sûm olduğumu semâdan indiğinde Hz. Peygamber (s.a.) bana geldi ve bunu haber verdi. Ben: Allah'a hamde-deriz, sana hamdetmeyiz, dedim. Yine tmâm Ahmed der ki: Bana tbn Ebu Adiyy... Hz. Âişe'den rivayet etti ki o, şöyle demiştir: Benim ma'-sûmiyetim nazil olduğunda; Allah Rasûlü (s.a.) kalktı, bunu zikretti ve Kur'an'ı okudu. Bu âyetler nazil olduğunda Hz. Peygamber iki er­kek ve bir kadın hakkında emretti de, onlara haddleri (cezaları) uygu­landı. Hadîsi dört Sünen sahibi tahrîc etmişler ve Tİrmizî: Bu, hasen bir hadîstir, demiştir. Ebu Davud'un hadîsinde bunların isimleri: Has­san tbn Sabit, Mistah tbn Usâse ve Hamne Bint Cahş, olarak verilir. Müsned'lerde, Sahîh'lerde, Sünen'lerde ve başka kitablarda zikredilen bu hadîsin, mü'minlerin annesi Hz. Âişe (r.a.)ye varan müteaddid ka­nalları bunlardır.

Olay, Hz. Âişe'nin annesi Ümmü Rûmân (r.a.)dan da rivayet edil­miş olup imâm Ahmed der ki: Bize Ali tbn Âsım'ın Ümmü Rûmân'dan rivayetinde o, şöyle demiştir: Ben Âişe'nin yanında iken birden ansâr'-dan bir kadın yanma girdi ve: Allah oğluma yapacağını yaptı, dedi. Âişe niçin diye sordu. Kadın: Muhakkak o, bu sözleri konuşanlar için­deydi, dedi. Âişe: Hangi sözler? diye sordu da Kadın: Şöyle şöyle, dedi. Âişe: Bu, Allah Rasûlü (s.a.)ne ulaştı mı? dedi, kadın evet diye cevab-ladı. Ebubekir'e ulaştı mı? diye sordu, kadın yine evet, dedi de Âişe (r.a.) bayılıp düştü. Ayıklığında hummaya tutulmuş gibi titriyordu. Ben kalktım ve üzerini örttüm. Hz. Peygamber (s.a.) geldi ve: Buna ne oluyor? diye sordu. Ben: Ey Allah'ın elçisi, onu humma tuttu, titriyor, dedim. Herhalde konuşulan sözler yüzünden olacak, buyurdu. Âişe (onu görünce) kalkıp doğruldu, oturdu ve: Allah'a yemîn ederim ki size ye­min etsem beni doğrulamayacaksınız. Size özür beyân etsem beni ma'-zûr görmeyeceksiniz. Benim ve sizin misâliniz Ya'kûb ve oğullarının misâli gibidir. Sizin niteleyegehnekte olduklarınıza karşı bana Allah yardımcıdır, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) çıktı ve Allah Teâlâ, onun ma'zûr (ma'sûm) olduğuna dâir âyet indirdi. Allah Rasûlü (s.a.) yanında Ebu-bekir olduğu halde dönüp geldi, yanıma girdi ve: Ey Âişe, muhakkak ki Allah Teâlâ senin ma'zûr olduğuna dâir vahiy indirdi, buyurdu. Âişe: Allah'a hamd olsun, sana değil, dedi. Ebubekir ona: Bunu Allah Rasû­lü (s.a.)ne mi söylüyorsun? dedi, Âişe evet, dedi. Bu sözü konuşanlar içinde bir adam vardı ki Ebubekir ona yardım ederdi. Ebubekir bir daha ona sıla-i rahmde bulunmayacağına yemîn etti de, Allah Teâlâ âyetin sonuna kadar olmak üzere: «Sizden faziletli ve varlıklı olanlar kusur etmesinler...» âyetini indirdi. Ebubekir: Evet severiz dedi ve sıla-i rahm­de bulunmaya (devam etti). Hadîsi Müslim değil, sâdece Buhârî, Husayn kanalıyla rivayet etmiştir. Ayrıca Buhârî, hadîsi Musa İbn Ismâ-îl kanalıyla... Husayn'dan da rivayet etmiştir. Râvî Ebu Avâne'nin ri­vayetinde: Bana Ümmü Rûmân rivayet etti ki... lâfzı vardır ki bu, açık­ça Mesrûk'un Ümmü Rûmân'dan işittiğini gösterir. Ancak Hafızlardan bir grup bunu kabul etmemektedirler. Hatîb el-Bağdâdî bunlardandır. Tarihçiler Ümmü Rûmân'in Hz. Peygamber (s.a.) zamanında öldüğünü zikrederler ki, Hatîb şöyle diyor: Mesrûk, mürsel hadîsler rivayet eder ve: Ümmü Rûmân'a soruldu... deyip hadîsi sevk eder. Herhalde bazı­ları sorma fiilini «elif» ile yazmışlardır ki böylece râvî, kelimeyi sorul­du yerine sordum anlamında sanarak hadîsi muttasıl olarak rivayet et­miştir. Hatîb der ki: Buhârî hadîsi bu şekilde rivayet etmiş ve ona ha­disin illeti görünmemiş olmalıdır. En doğrusunu Allah bilir.

Allah Teâlâ buyuiur ki: O uydurma haberi, yalan ve mahzâ iftira­yı getirenler içinizden belli bir zümre, belli bir topluluktur. Ey Ebube-kir ailesi bunu kendiniz için kötü sanmayın. O, sizin için dünyada ve âhirette hayırlı olmuştur. Dünyada doğru bir lisân, âhirette de derece­lerin yüksekliği, mü'minlerin annesi Âişe ile Allah'ın ilgilenmesi ile si­zin için şerefin izhân, gösterilmesi olmuştur. Zîrâ Allah Teâlâ Âişe'nin ma'sûmluğu hakkında : «Önünden de ardından da bâtıl sokulamaz. O; Hakîm, Hamîd katından indirilmiştir.» (Fussilet, 42) buyrulan Kur'-an'da indirmiştir. Bu sebebledir ki Hz. Âişe'nin ölümünden önce Ibn Abbâs onun yanma girdiğinde ona şöyle demişti:

İnşallah sen hayır üzeresin, sen Allah Rasûlü (s.a.)nün hanımısın, seni severdi. Senin dışında bakire bir kızla evlenmemiştir. Senin ma'-sûmluğun semâdan indirilmiştir.

îbn Cerîr Tefsirinde der ki: Bana Muhammed Ibn Osman el-Vâsı-tî... Muhammed îbn Abdullah tbn Cahş'tan rivayet etti ki o, şöyle an­latmış: Âişe ve Zeyneb (r. Anhümâ) karşılıklı övündüler de Zeyneb : Ben, Allah Rasûlü ile evlendirilmesi semâdan inenim, dedi. Âişede: İbn Muattal beni binitinde taşıdığı zaman ma'sûmiyetim Allah Kita­bında indirilenim, dedi. Zeyneb ona: Ey Âişe, onun binitine bindiğinde ne demiştin? diye sordu da, Hz. Âişe. «Allah bana yeter, ne güzel Vekil'-dir O.» demiştim, dedi de Zeyneb: Mü'minlerin kelimesini söylemişsin, dedi.

Allah Teâlâ: «O kimselerden her birine kazandığı günâha karşılık ceza vardır.» buyurur ki, bu mesele hakkında konuşan ve mü'minlerin annesi Hz. Âişe (r.a.)ye zina isnâd edenlerden her birerine azâbdan bü­yük bir pay vardır.

Allah Teâlâ: «Eh büyük azâb da, içlerinden elebaşılık yapanındır,» buyurur. Bu kimsenin «Sözü ilk başlatan.» olduğu söylenir. Bunun; sö­zü toplayan, araştırıp ortaya çıkaran ve yayan kimse olduğu da söylen­miştir ki, işte bu yüzden ona en büyük azâb vardır. Çoğunluk burada kasdedilenin, Abdullah îbn Übeyy îbn Selûl —Allah onu kahretsin ve la'net etsin— olduğunu söylemişlerdir. Nitekim hadîste de bu daha ön­ce açıkça belirtilmişti. Mücâhid ve birçokları böyle diyor. Burada kas­dedilenin Hassan İbn Sabit olduğu da söylenmiştir ki bu, garîb bir gö­rüştür. Şayet Buhârî'nin Sahîh'indebuna delâlet eden bir haber mev-cûd olmamış olsaydı, bunu zikretmekte büyük bir fayda olmazdı. Zîrâ o; faziletleri, menkabeleri, güzel haberleri ve en güzel ahlâkı olan sa­habedendir. Ayrıca onun en güzel tarafı Allah Rasûlü (s.a.)nü (şiirleri ile) korur olmasıdır. Ayrıca Allah Rasûlü (s.a.) onun hakkında Onları hicvet, Cibril seninle beraberdir, buyurmuştur. A'meş'in Ebu Duhâ'dan, onun da Mesruk'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Âişe (r.a.)nin yanında idim. Hassan tbn Sabit girdi. Hz. Âişe onun altına bir minder verilmesini emretti. Çıktığında Âişe'ye: Buna yaptığın nedir? diye sor­dum. Yani senin yanına giriyor, dedim. —Bir rivayette de Hz. Âişe'ye Allah Teâlâ: «En büyük azâb da, içlerinden elebaşılık yapanındır.» bu­yurmuşken, yanına girmesine izin mi veriyorsun? denilmiştir— Hz. Âişe şöyle dedi: Hangi azâb körlükten daha şiddetlidir. —Hassan îbn Sabit'-in gözleri gitmiş, kör olmuştu— Umulur ki, Allah bunu en büyük azâb kılmıştır, dedi ve şöyle devam etti: O, Muhakkak Allah Rasûlü (s.a.)nü müdâfaa ederdi. Başka bir rivayette ise Hassan îbn Sâbit'in Hz. Âişe'-nin yanına girdiğinde onu metheden bir şiir söylediği belirtilir. Hassan şiirinde. O, öyle bir afifedir, bir şüphe ile itham olunmamıştır ve suç­suz, habersiz, iffetli kadınların ırzları ile uğraşmaz, demiş de Âişe: Amma sen böyle değilsin, demiş. Başka bir rivayette ise o: Fakat sen böyle değilsin, demiştir,

İbn Cerîr der ki: Bize Hasan tbn Kazea... Âişe'den rivayet etti ki o, şöyle demiş: Hassân'ın şiirinden daha güzel bir şey işitmedim, onu an­cak cennet umarak temessül şeklinde söyledim ki o da Ebu Süfyân —îbn Haris tbn Abdülmuttalib'i kasdediyor— için söylemiş olduğu şu şiiridir:

«Sen Muhammedi hicvettin, ben de onun yerine cevab verdim. Muhakkak bu hususta Allah katında mükâfat vardır.»

«Muhakkak babam, ve onun babası, ve ırzım Muhammed'in ırzı »çin size karşı bir kalkandır.»

«Sen ona denk olmadığın halde ona sövüyor musun? Sizin en kö­tünüz, en hayırlınıza feda olsun.»

«Benim dilim kendisinde hiç bir kusur olmayan keskin bir kılıçtır. Benim söz denizimi kovalar bulandıramaz.»

Ey mü'minlerin annesi, bu lağv (boş söz) değil mi? denildi de, o: Hayır boş söz, ancak kadınlar yanında söylenendir, dedi. Allah Teâlâ: «En büyük azâb da, içlerinden elebaşılık yapanındır.» buyurmadı mı? denildi. Hz. Âişe: Ona ulaşan en büyük azâb değil mi? Gözleri giderilip kılıç korkusundan derisi kupkuru kesilmedi mi? dedi. Bu konuda (ifk konusu) konuştuğu Safvân İbn Muattal'a ulaştığı zaman Safvân kılıçla tepesine dikilmiş ve az kalmış ki onu öldüreyazmış. İşte Hz. Âişe'nin kasdetmiş, olduğu vurma, Safvân'in ona bu vurmasıdır.[7]

 

12  — Onu işittiğiniz vakit  mü'min erkeklerle, mü'min kadınların kendiliklerinden hüsn-ü zanda bulunup: Bu, apaçık bir iftiradır, demeleri gerekmez miydi?

13  — Buna karşı dört şâhidle gelmeleri gerekmez miy­di? Mademki onlar şâhidleri getiremediler, öyleyse onlar Allah katında yalancıların ta kendileridirler.

 

Bu, Hz. Âi§e hakkında kötü söze daldıklarında ve ifk olayı araların­da zikrolunduğunda Allah Teâlâ'nın mü'minleri te'dîb etmesi, edebli yolu onlara öğretinesidir. Buyurur ki: Mü'minlerin annesine yapılan is­nadı işittiğiniz vakit mü'min erkeklerle mü'min kadınların kendilikle­rinden hüsn-ü zanda bulunmaları, bu sözü kendilerine kıyâs etmeleri gerekmez miydi? Eğer bu söz onlara yaraşmıyor ise mü'minlerin anne­si evleviyetle ondan uzak olmalı değil niiydi?

Bu âyetin Ebu Eyyûb Hâlid îbn Zeyd el-Ansârî ve hanımı (r.a.) hakkında nazil olduğu da söylenir. Nitekim İmâm Muhammed îbn îs-hâk îbn Yesâr babasından, o da Neccâr oğulları erkeklerinden birisin­den rivayet ediyor ki Ebu Eyyûb Hâlid İbn Zeyd'in hanımı Ümmü Ey­yûb ona: Ey Ebu Eyyûb, insanların Âişe (r.a.) hakkında söylediklerini işitmez misin? diye sormuş, o: Evet, bu yalandır. Ey Ümmü Eyyûb sen bunu yapar miydin? demiş. Ümmü Eyyûb: Hayır, Allah'a yemîn olsun ki yapmazdım, diye cevab vermiş. Ebu Eyyûb da: Allah'a yemîn olsun ki Âişe senden daha hayırlıdır, demiş. Allah Teâlâ (ifk olayı hakkında Kur'an'dan âyetler) indirdiğinde ifk hâdisesine dalanları zikrederek: «Uydurulmuş bir yalanla gelenler içinizden bir zümredir.» buyurmuş. Bunlar Hassan ve onun söylenen sözleri söyleyen arkadaşlarıdır. Sonra Ebu Eyyûb ve hanımının söylediği gibi: «Onu işittiğiniz vakit mü'min erkeklerle mü'min kadınların hüsn-ü zanda bulunmaları lâzım değil miydi...?» buyurmuştur.

Muhammed îbn Ömer el-Vâkıdî der ki: Bana tbn Efou Habîbe... Ebu Eyyûb'un kölesi Eilah'dan rivayet etti ki Ümmü Eyyûb, Ebu Ey-yûb'a: insanların Âişe hakkında söylediklerini işitmez misin? demiş, o: Evet işitiyorum. Bu yalandır. Ey Ümmü Eyyûb, sen bunu yapar miy­din? demiş. O da: Allah'a yemîn olsun ki hayır, diye cevab vermiş. Ebu Eyyûb: Allah'a yemîn olsun ki Âişe seriden daha hayırlıdır, demiş. Kur'­an'dan (ifk olayı ile ilgili âyetler) indiği zaman Allah Teâlâ ifk olayı­na karışanları zikredip peşinden de Ümmü Byyûb'a bazı sözler söyledi­ği zaman Ebu Eyyûb'u kasdederek: «Onu işittiğiniz vakit mü'min erkek­lerle, mü'min kadınların kendiliklerinden hüsn-ü zannda bulunup: Bu, apaçık bir iftiradır, demeleri gerekmez miydi?» buyurmuştur. Bu söz­leri söyleyenin Übeyy tbn Kâ'b olduğu da söylenir.

«Mü'min erkeklerle, mü'min kadınların (hüsn-ü zannda bulunma­ları, mti'minlerin annesinin hüsn-ü zanna ehil ve lâyık olduğunu bilerek) hüsn-ü zannda bulunmaları gerekmez miydi?» Bu, onların içleri (gönül­leri) ile ilgilidir. Dilleri ile de: «Bu, (mü'minlerin annesine) apaçık bir iftiradır, demeleri gerekmez miydi?» Meydana gelen olay, şüphe celb edecek bir olay değildir. Zîrâ mü'minlerin annesi Safvân tbn Mu-attal'm biniti üzerinde açıkça, öğle vakti, bütün ordunun gözleri önün­de, Allah Rasûlü de aralarında iken gelmiştir. Şayet durumda bir şüp­he olaydı bu açıkça olmaz, herkesin gözü önünde gelmezlerdi. Bilakis onların gelmeleri —şayet takdir buyurulmuş olsaydı— gizlice olurdu. Böylece meydana çıkıyor ki ifk olayına dalıp bunları konuşanların söy­ledikleri ve müzminlerin annesine isnâd ettikleri mahzâ yalandır, ah­makça, günahkârca bir hayâsızlıktır, kazanmayacak bir alış verişe gir­mektir.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Söylediklerine karşı getirdikleri haberin doğruluğuna şehadet edecek dört şâhid getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki onlar şâhidleri getiremediler, öyleyse Allah katında, Allah'ın hükmünde yalancıların, günahkârların ta kendileridirler.»[8]

 

14  — Dünya ve âhirette Allah'ın lütuf ve rahmeti üze­rinize olmasaydı, içine daldığınız yaygaradan dolayı her halde sizi büyük bir azâb çarpardı.

15 — Onu dilinize dolamıştınız. Ve bilmediğiniz şeyle­ri ağzınıza   alıyordunuz.   Önemsiz bir şey sanıyorsunuz ama, Allah katında önemi çok büyüktür.

 

Bilmeden Konuşanlar

 

Allah'Teâlâ buyurur ki: «Ey Hz. Âişe'nin durumu hakkında konu­şulan sözlere dalanlar, şayet Allah'ın tevbenizi, dünyada Allah'a dönü­şünüzü kabul etmesi, âhiret yurduna nisbetle de îmânınız dolayısıyla sizi bağışlaması ile dünya ve âhirette Allah'ın lütuf ve rahmeti üzeri­nizde olmasaydı, ifk meselesinde içine daldığınız yaygaradan dolayı her­halde sizi büyük bir azâb çarpardı. Bu; Mistah, Hassan ve Zeyneb Bint Cahş'ın kız kardeşi Hamne Bint Cahş gibi îmân sahibi olan ve îmânları sebebiyle Allah'ın tevbe bahsettiği kimseler hakkındadır. Abdullah îbn Übeyy tbn Selûl ve benzerleri gibi münafıklardan meseleye dalanlara ge­lince; bu âyette kastedilenler onlar değildir. Zira onlarda îmân ve sâ-lih amelleri ya da buna denk olacak, bunu karşılayacak amelleri yok­tur. Muayyen feir fiil hakkında vârid olan tehdidin durumu,; mutlak ol­ması ve bir de tevbe veya ona mukabil, ona denk olacak veya ondan daha üstün olacak bir amel-i sâlih olmamasına bağlı olmasıdır.

Sonra Allah Teâlâ: «Onu dilinize dolamıştınız.» buyurur. Mücahid ve Saîd tbn Cübeyr: Birbirinize naklediyordunuz. Birisinin: Filândan bunu işittim, filânca böyle söyledi, birtakım kimseler şöyle şöyle an­lattı, demesidir. Diğerleri de âyetteki kelimesini şeklinde okumuşlardır .Buhârî'nin Sahîh'inde nakledildiğine göre Hz. Âişe böyle okur ve: Bu, kökünden gelmektedir. Yani sahibinin üzerinde devam ettiği yalandır. Araplar bir kimse yürümeye devam et­tiği zaman: derler, dermiş. Ancak birinci kırâet en meşhur olandır ve cumhur bu kırâet üzeredir. Fakat ikinci kırâet de mü'minlerin annesi Hz. Âişe'den rivayet edilmiştir. Ibn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc... Ibn Ebu Müleyke'den rivayet ediyor ki Hz. Âişe burayı: şeklinde okur ve: Bu ancak, sözü yalan söyleme­dir. Fiilin kökü olan Velak kelimesi yalan anlammadır, dermiş, tbn Ebu Müleyke: «O, bunu başkalarından daha iyi bilir.» demiştir.

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Ve bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyor (söylüyor)dunuz.» Önemsiz bir şey sanıyorsunuz. Mü'minlerin annesi­nin durumu hakkında söylediklerinizi söylüyor ve bunu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Şayet hakkında konuşulan Hz. Peygamber (s.a.)in hanı­mı olmamış olsaydı bile önemsiz bir şey olmazdı. O, ümmî, peygamber­lerin sonuncusu, rasûllerin efendisi Peygamberin hanımı iken durum na-sılolür sanıyorsunuz? Rasûlünün hanımı hakkında bu söylenenler Al­lah katında son derece büyüktür. Ve Allah buna öfkelenir Allah Teâlâ Peygamberlerinden bir peygamberin hanımı hakkında elbette böyle bir şeyi takdir buyurmaz. Hâşâ, kellâ. O halde peygamberlerin kadınlarının efendisi, -mutlak olarak dünya ve âhirette Âdem oğullarının efendisi­nin hanımı hakkında böyle ıbir şey nasıl olabilir? Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Önemsiz bir şey sanıyorsunuz ama, Allah katında Önemi çok bü­yüktür.» buyurmuştur. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerindeki bir hadîste şöyle buyurulur: Muhakkak kişi nereye varacağını bilmediği ve Allah'ı öfkelendirecek bir kelimeyi konuşur da, bu kelime onu ateşte gökle yer arası uzaklıkta aşağıya indirir. Bir rivayette de : Umursamaksızın, zi­yâdesi vardır.[9]

 

16 — Onu duyduğunuz zaman: Bunu söylememiz bize yakışmaz. Hâşâ bu, büyük bir iftiradır, demeniz gerekmez miydi?

 

17 — Eğer mü'min kişilerdenseniz; buna benzer bir şe­ye bir daha dönmemeniz için Allah, size öğüt veriyor.

18 — Ve Allah, size âyetleri   açıkça bildiriyor.   Allah, Alimdir, Hakîm'dir.

 

Bu, hüsn-ü zannda bulunmayı emreden birinci tehdîdden sonra di­ğer bir tehdîddir. En hayırlı kadın hakkında ona yakışmayacak bir söz zikredildiği zaman onlara yaraşan hüsn-ü zannda bulunmaları ve gö­nüllerinde hüsn-ü zann dışında bir his taşımamalarıdır. Sonra gönlüne bir vesvese veya bir hayal takıldı ise bunu konuşmamaları gerekirdi. Al­lah Rasûlü . (s.a.) ;

Muhakkak Allah ümmetimin gönüllerinden geçirdiklerini onu yap­madıkça veya söylemedikçe affetmiştir, buyurur. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim Sahîh'Ierinde tahrîc etmişlerdir.

Allah Teâlâ buyurur ki: Onu duyduğunuz zaman : Bu sözü söyle­memiz ve bir başkasına anmamız bize yakışmaz. Bu büyük bir iftiradır. Allah'ın Habîbi ve Rasûlünün hanımı hakkında böyle bir sözün konuşul­masından Allah Teâlâ münezzehtir, demeniz gerekmez miydi? Eğer Mü'-min kişilerdenseniz, Allah'a ve şeriatına inanmış, Allah'ın Rasûlü (s.a.) ne tazimde bulunan kişilerdenseniz ilerde buna benzer bir şeye dönme­meniz, buna benzer bir duruma düşmemeniz için Allah sizi tehdîdle bun­dan men'ediyor ve size öğüt veriyor. Küfürle nitelenmiş olanlara gelin­ce; bunlar için başka bir hüküm vardır. Sonra Allah Teâlâ şöyle buyu­rur : «Ve Allah size âyetleri (şerl hükümleri, kaderi hikmetleri) açıkça bildiriyor. Ve Allah, (kullarına uygun olanları en iyi bilen) Alimdir, (kanun koymasında ve kaderinde hikmet sahibi) Hakîm'dir.»[10]

 

19 — Mü'minler arasında kötülüğün ve hayâsızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara; dünya ve âhirette elîm bir azâb vardır ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.

 

Müzminlerin Arasında Kötülüğün Yayılmasını Arzu Edenler

 

Bu, kötü bir söz işitip te zihninde tereddütler uyanan ve bunu ko­nuşanlar hakkında üçüncü bir tehdîddir. Böyle kimseler bu sözleri çok­ça konuşmayacak, bunu yaymayacaklardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Mü'minler arasında kötülüğün ve hayâsızlığın yayılmasını arzu edenlere, (kendilerinden çirkin sözlerin yayılmasını tercih edenlere) işte on­lara; dünyada hadd cezası ile, ahirette de elîm bir azâb vardır. Ve Al­lah bilir, siz bilmezsiniz.» O halde işleri Allah'a havale edip döndürün ki doğru yola erişesiniz. frujâm Ahmed der ki: Bize Muhammed tbn Bekr... Sevbân'dan, o da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayet ediyor ki, o, şöyle buyurmuştur: Allah'ın kullarına eziyet vermeyin, onları ayıpla­mayın »onların gizliliklerini araştırmayın. Zîra kim müslüman karde­şinin gizliliğini araştırırsa; Allah da onu evinde rüsvây edinceye kadar gizliliklerini araştırır.[11]

 

20 — Ya Allah'ın üzerinizde fazl u rahmeti bulunma­saydi? Ve Allah, gerçekten Rauf ve Rahim olmasaydı?

21  — Ey îman edenler; şeytânın adımlarına  uymayın. Kim, şeytânın adımlarına uyarsa; bilsin ki o, hayâsızlığı ve kötülüğü emreder. Şayet Allah'ın sizin üzerinizde lütuf ve rahmeti bulunmasaydi; hiç biriniz ebediyyen temize çıka­mazdı. Ancak   Allah, dilediğini temize   çıkarır ve Allah Semî'dir, Alîm'dir.

 

Allah Teâlâ: «Ya Allah'ın üzerinizde fazl u rahmeti bulunmasaydi? Ve Allah, gerçekten Rauf ve Rahîm olmasaydı, (haliniz nice olurdu,)?» buyurur ki, şayet bunlar olmasaydı, başka bir durum meydana gelirdi. Fakat Allah Teâlâ kullarına karşı Rauf ve Rahîm'dir. Bu meselede kendisine tevbe edenlerin tevbesini kabul buyurur. Onlardan hakların­da ceza uygulananları da bu ceza ile temizler. «Ey îmân edenler; şey-tâmn adımlarına (yollarına ve emrettiklerine) uymayın.» Kim şeytânın adımlarına uyarsa; bilsin ki o, hayasızlığı ve kötülüğü emreder.» Bu, şey­tânın adımlarına uymaktan en fasih, en kısa, en belîğ ve en güzel ifâde ile sakındırmak, nefret ettirmektir. îbn Abbas'tan rivayetle Ali tbn Ebu Talha: Şeytânın adımlarının; onun ameli, olduğunu söyler, tkrime ise bunun; şeytânın dürtmeleri, vesveseleri olduğunu söylemiştir. Katâde der ki: Her ma'siyet, şeytânın adımlarmdadır. Ebu Miclez de şöyle demiştir: Ma'siyetlere dâir adaklar şeytânın adımlarından dır. Mesrûk der ki: Birisi îbn Mes'ûd'a: Ben kendime yemek yemeyi haram kıldım, ne dersin? diye sormuştu. İbn Mes'ûd: Bu, şeytânın dürtmelerinden, vesveseler indendir. Yemininin keffâretini ver ve ye, dedi. Şa'bî, oğlunu boğazlamayı adayan bir adam hakkında: Bu, şeytânın dürtmelerin-dendir, demiş ve bir koç kesmesine fetva vermiştir.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Ebu Râfî'den rivayet etti ki o, şöyle demiştir: Karım bana kızdı ve: O, bir gün yahûdi bir gün hristi-yan olan kimsedir. Eğer sen karını boşamayacak olursan, ona âit her köle hürdür, dedi. Abdullah İbn Ömer'e vardım da: Bu, ancak şeytânın dürtmelerindendir, dedi. Zeyneb Bint Ümmü Seleme de böyle söylemiş­tir. O günde Medine'deki en bilgili kadın o idi. Âsim İbn Ömer'e vardım o da böyle söyledi.

Allah Teâlâ: «Şayet Allah'ın sizin üzerinizdeki lutûf ve rahmeti bulunmasaydı; hiç biriniz ebediyyen temize çıkamazdı.» buyurur. Şa­yet Allah Teâlâ dilediğine tevbeyi ve kendine dönmeyi bahsetmemiş olsaydı* .gönülleri şirkden, günâhlarından, kirlerinden ve onlarda olan kötü huylardan temizlememiş olsaydı, onlardan her bireri hissesince bunlara sâhib olur ve hiç kimse kendisini temizleyemez, hayra ula­şamazdı. «Fakat Allah Teâlâ, kullarından dilediğini temize, çıkarır.» Dilediğini de sapıklığa ve helak edici azgınlığa, delâlete düşürür. Ve Allah kullarının sözlerini en iyi işiten, onlardan kimin hidâyete kimin de dalâlete hak kazandığını en iyi bilendir.[12]

 

22 — Sizden faziletli ve varlıklı olanlar; yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte ku­sur etmesinler, affetsinler, aldırış etmesinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Ve Allah, Gafur'dur, Ra-hîm'dir.

 

Af ve İhsan

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Sizden faziletli, ihsan ve sadaka sahibi olanlar, servet ve varlık sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere vermemek hususunda yernîn etmesinler. Yoksul,ve muhacir akrabalarına sıla-ı rahmde bulunmamaya yemîn et­mesinler. Bu, sıla-ı rahm'e teşvîk ve yöneltmede ve onlara rıfk ile mua­mele etmede en üst derecedir. Bu sebepledir ki: «Onların geçen kötülük ve eziyyetlerini affetsinler, aldırış etmesinler.» buyurmuştur. Bu da Al­lah Teâlâ'nın yaratıklarına, onların kendilerine haksızlık etmelerine rağmen lutfu, keremi ve hilim sahibi olmasındandır. Bu âyetler Hz. Âişe hakkında söylediklerinden sonra Mistah İtan Üsâse'ye hiç bir iyilikte bulunmayacağına yemîn ettiğinde Ebubekir Sıddîk hakkında nazil ol­muştur. Nitekim bu, daha önce hadîste geçmişti. Allah Teâlâ mü'min-lerin annesi Âişe'nin ma'sûmiyetini (âyetle beyân buyurarak) indirdi­ğinde, inanan gönüller hoş olup gönülleri istikrar kesbettiğinde, Allah Teâlâ mü'minlerden bu hususta konuşanların tevbesini kabul edip hak­larında ceza uygulananlara cezaları uygulandığında, Allah Teâlâ —ki O fazl u ihsan, nimet sahibidir— Sıddîk'ı akrabası olan Mistah İbn Üsâse'ye karşı merhamete teşvîk buyurmuştur. Mistah, Sıddîk'ın tey­zesi oğlu idi. Ebubekir (r.a.)in kendisine infâkta bulunduğundan başka malı olmayan bir yoksul idi. Allah yolunda hicret edenlerdendi. Bir ya­lan söyleyip iftira atmış; Allah Teâlâ da onun bundan tevbesini kabul buyurmuş, bu konuşmaları yüzünden ona ceza uygulanmıştı. Sıddîk (r.a.), iyilik ve ihsanı ile bilinir; gerek akrabalarına ve gerekse yaban­cılara iyilikleri ile tanınırdı. «Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misi­niz? Ve Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir.» kısmına gelinceye kadar bu âyet nazil olduğunda —ki ceza amel cinsindendir ve sen nasıl sana karşı günâh işleyeni bağışlarsan Biz de seni bağışlarız, nasıl sen affedersen Biz de seni affederiz— İşte o zaman Sıddîk : Evet Rabbimiz, Allah'a yemîn olsun ki Senin bizi bağışlamanı severiz,'demiş, sonra daha önce Mistah'a infâkda bulunduğu gibi aynı infâkına dönerek; Allah'a yemîn olsun ki ebediyyen ona hiç bir iyilikte bulunmayacağım, faydada bu­lunmayacağım, sözünp karşılık; Allah'a yemîn olsun ki bundan (ona infâkda bulunmaktan) ebeddiyyen ayrılmayacağım, demiştir. İşte bu sebepledir ki Sıddîk, gerçekten sıddîktır.[13]

 

23 — İffetli ve bir şeyden habersiz mü'raıin  kadınlara iftira atanlar; dünyada da âhirette de   lanetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azâb vardır.

24  — O gün, kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış ol­dukları şeylere şâhidlik edecektir.

25  — O gün, Allah onlara hak olan cezalarını verecek­tir. Şüphesiz  onlar da Allah'ın apaçık  hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.

 

İftira Suçu

 

Bu, Allah Teâlâ'nm evli, kötülükten habersiz, iffetli mü'min ka­dınlara iftira atanlara bir tehdididir. Mü'minlerin anneleri ve özellikle âyetin nüzul sebebi olan Sıddîk'm kızı Hz. Âişe her bir evli ve iffetli mü'min kadından bu âyetin hükmü altına girmeye daha lâyıktır. Âlimler —Allah onlara rahmet eylesin— bu âyette zikredilenlerden sonra Hz. Âişe'ye söven, ona iftira edenin kâfir olduğunda icmâ' etmiş­lerdir. Zira, o bu davranışıyla Kur'an'la inâdlaşmaktadır. Kalan mü'­minlerin anneleri konusunda iki görüş vardır ki bu iki görüşten sahîh olanına göre onlar da Hz. Âişe gibidirler. En doğrusunu Allah bilir. Al­lah Teâlâ'nın : «Onlar dünyada da, âhirette de la'netlenmişlerdir.» âyeti şu âyet gibidir: «Muhakkak ki Allah'ı ve Rasûlünü incitenlere Allah dünya ve âhirette la'net etmiştir. Ve onlar için horlayıcı bir azâb hazırlamıştır.» (Ahzâb, 57). Bazıları da, bu âyetin Hz. Âişe'ye mahsûs ol­duğu görüşündedirler. îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc... İbn Abbâs'tan rivayet ediyor ki «İffetli ve bir şeyden habersiz mü'min kadınlara iftira atanlar...» âyeti, özellikle Hz. Âişe hakkında nazil ol­muştur. Mukâtil îbn Hayyân da böyle söylemiştir. İbn Cerîr bunu Hz. Âişe'den rivayetle zikreder ve der ki: Bize Ahmed İbn Abde ed-Dabbî... Ömer tbn Ebu Seleme'den, o da babasından rivayet etti-ki Hiz. Âişe: Ben habersiz iken bana iftira atılmış ve daha sonra bu bana ulaşmıştı, demiş ve şöyle anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) benim yanımda otururken birden ona vahiy geldi. Ona vahiy geldiği zaman onu uyuklama hali gibi bir hal kaplardı. Benim yanımda otururken vahiy geldikten sonra yüzünü silerek doğrulup oturdu ve: Ey Âi§e, müjdeler olsun, buyurdu. Ben: Allah'a hamd olsun, sana değil, dedim. Bunlar onların söyledikle­rinden uzaktırlar, kısmına gelinceye kadar: «İffetli ve bir şeyden ha­bersiz mü'min kadınlara iftira atanlar. .» âyetini okudu. İbn Cerîr ha­dîsi bu şekilde serdetmiştir. Bu hadîste hükmün Hz. Âişe'ye mahsûs olduğuna dâir bir işaret yoktur. Burada âyetin nüzul sebebinin bir baş­kası değilde Hz. Âişe olduğu kaydedilmektedir. Bununla beraber hüküm, Hz. Âişe'den 'başkasıyla beraber onu da içine almaktadır. îbn Abbâs ile onun gibi söyleyenlerin maksadı da herhalde budur. En doğ­rusunu Allah bilir. Dahhâk, Ebu'l-Cevzâ ve Seleme İbn Nuibayt derler ki: Bu âyetten maksad başka kadınlar olmayıp özellikle Hz. Peygam­berin hanımlarıdır. îbn Abbâs'tan rivayetle Avfî: «İffetli ve bir şeyden habersiz mü'min kadınlara iftira atanlar...» âyetinde Hz. Peygamber (s.a.)in hanımları kasdedilmektedir. Münafıklar onlara iftira atmışlar ve Allah Teâlâ da onlara la'neti ve öfkesini vâcib kılmış; böylece Allah'ın gazabına, öfkesine uğramışlardır. Bu, Hz. Peygamber (s.a.)in hanımları hakkındadır. Bundan sonra: «Şüphesiz ki Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir.» kısnuna gelinceye kadar: «iffetli, hür kadınlara iftira atan, sonra da dört şâhid getiremeyenlere...» âyeti nazil olmuştur. Allah Teâlâ böylece onlara değnek cezasını ve tevbeyi koymuştur. Tevbe kabul edilir, şe-hâdetleri geri çevrilir, demiştir. îbn Cerîr der ki: Bize Kasım'm... Esed oğullarından bir şeyhden rivayetine göre îbn Abbâs Nûr sûresini tefsir etti. «iffetli ve bir şeyden habersiz mü'min kadınlara iftira atanlar dün­yada da âhirette de lanetlenmişlerdir...» âyetine geldiğinde: Bu, Hz. Âişe ve Hz. Peygamber (s.a.)in hanımları hakkındadır. Âyet, mübhem olup onlar için tevbe yoktur, dedi, sonra da «Meğer ki bundan sonra tevbe edip ıslâh olalar.» kısmına gelinceye kadar «İffetli, hür kadınlara iftira atan, sonra da dört şâhid getiremeyenlere...» âyetini okudu ve şöyle dedi: Bunlar için tevbe konulmuş, diğerlerine (Hz. Peygamberin hanımlarına) iftira atanlar için ise tevbe konulmamıştır. Râvî der ki: Nûr sûresini güzel tefsir etmesinden dolayı oradakilerden bazısı kal­kıp onun başını (alnını) öpmeye davrandı, tbn Abbâs'ın; âyet mübhem-dir, sözünün anlamı şudur: Âyet, iffetli her kadına iftirayı haram kıl­mada, dünyada ve âhirette böyle yapana la'nette umûmîdir. Afedur-rahmân îbn Zeyd îbn Eşlem der ki: Bu, Hz. Âişe hakkındadır. Bu günde her kim, müslüman kadınlar hakkında bunun benzerini yaparsa, Allah Teâlâ'nın söylemiş olduğu (la'nete) müstehâk olur. Fakat Âişe bunun ilki olmuştur. îbn Cerîr de âyetin umûmî olduğu görüşünü ter-cîh etmiştir ve sahih olan görüş de budur, tbn Ebu Hâtim'in rivayet etmiş olduğu şu hadîs te bu âyetin umûmî olduğu görüşünü destekler: Bize Ahmed tbn Abdurrahman îbn Ebû tbn Vehb... Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki Allah Rasûlü (s.a.) :

Helak edici yedi şeyden sakının, buyurmuştu. Ey Allah'ın elçisi, bunlar nelerdir; denildi de, şöyle buyurdu: Allah'a şirk koşmak, sihir, haksız yere Allah'ın haram kıldığı bir nefsi öldürmek, yetimin malını yemek, faiz yemek, harb günü ardını dönüp kaçmak, mü'nün ve kötü­lükten habersiz iffetli, evli kadınlara iftira atmak. Buharı ve Müslim hadisi Sahîh'lerinde Süleyman îbn Bilâl kanalıyla tahrîc etmişlerdir. Hafız Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki: bize Muhammed Ibn Amr Hâlid el-Hazzâ el-Harrânî'nin... Huzeyfe'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetinde o, şöyle buyurmuştur: İffetli, evli bir kadına zina- ifti­rasında bulunmak yüz senelik ameli yıkar, yok eder. Allan Teâlâ: «O gün, kendi dilleri, elleri ve ayaklan yapmış oldukları şeylere şâhidlik edecektir.» buyurur. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Esecc'in... İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle demiştir: Onlar, yani müşrikler cen­nete ancak namaz ehlinin gireceğini gördükleri zaman: Gelin, inkâr edelim, derler, inkâr ederler de ağızlarına mühür vurulur; elleri ve ayakları şâhidlik ederler ve hiç bir sözü Allah'tan gizleyemezler. Ibn Cerîr ve îbn Ebu Hatim derler ki: Biz Yûnus îbn Abd'ül-A'lâ... Ebu Said'den, o da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayet eder ki; şöyle buyur­muştur: Kıyamet günü olduğu zaman kâfir amelini tanır, inkâr eder ve mücâdele eder. Ona: İşte şunlar senin komşuların, sana karşı şâ­hidlik ediyorlar denilir. O: Yalan söylediler, der. Ailen ve aşiretin de mi? denilir o yine: Yalan söylediler der. Yemin ediniz, denilir de yemin ederler. Sonra Allah onları susturur ve elleri, dilleri aleyhlerinde şâ­hidlik ederler. Sonra Allah onları ateşe koyar. Yine İbn bu Hatim der ki: Bize Ebu Şeybe İbrâhîm îbn Abdullah Ibn Ebu Şeybe el-Kûfî... Enes îbn Mâlik'den rivayet ediyor ki o, şöyle demiştir: Biz Hz. Pey­gamber (s.a.)in yanında idik. Güldü ve azı dişleri göründü. Sonra: Ni­çin güldüğümü biliyor musunuz, buyurdu. Biz: Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dedik. Buyurdu ki: Kulun Rabbı ile kıyamet günü mücâde­lesinden dolayı güldüm. Ey Rabbnn, beni zulümden kurtarmadın mı? der de, Rab Teâlâ: Evet, kurtardım, buyurur. Kul: Nefsimden, başka aleyhime şâhid kabul etmiyorum der. Rab Teâlâ: Bugün kendine karşı şahid olarak nefsin, (yaptıklarına) hazır bulunma yönünden de kirâ-men kâtibin yeter, buyurur. Ağzına mühür vurur ve uzuvlarına: Konu­şun, denilir. Uzuvları amelini konuşurlar. Sonra konuşmakta serbest bırakılır da: Yazıklar olsun size, yok olasınız, ben ise sizleri korurdum, der. Hadîsi Müslim ve Neseî birlikte Ebu Bekr îbn Elbu Nadr kanalıyla... Süfyân es-Sevrî'den rivayet etmişlerdir. Sonra T<iese\: Süfyân es-Sevrî'-den bu hadîsi Eşcaî'den başkasının rivayet ettiğini bilmiyorum. Bu, ga-rîb bir hadîstir, der. En doğrusunu Allah bilir. Katâde der ki: Ey Adem­oğlu, Allah'a yemin olsun ki sana karşı bedeninde itham olunmamış şâhidler vardır. Onları gör, gözet. Gizli ve açık işlerinde Allah'tan kork. Muhakkak ki O'na hiç bir gizlilik gizli kalmaz. Karanlık O'nun katında aydınlıktır. Gizli O'nun katında alenîdir. Allah hakkında hüsn-ü zann-da bulunarak ölmeye kimin gücü yeterse bunu yapsın. Kuvvet ancak Allah iledir.

Allah Teâlâ: «O gün Allah onlara hak olan cezalarını verecektir.» buyurur. İbn Abbâs, âyetteki kelimesini; onların hesabı, olarak açıklar ve Kur'an'da her geçtiği yerde bu kelimenin aynı anlam­da olduğunu ekler. Birçokları da böyle söylemiştir. Cumhur'un kırâetinde kelimesinin sonu mansûb olarak okunmuş ve kelimesine sıfat olarak verilmiştir. Mücâhid ise âyetteki lâfza-i Celâl'in sıfatı olarak merfû' okumuştur. Seleften bazıları kelimesini Übeyy îbn Kâ'b'ın mushafında kelimesinden önce olarak okumuşlardır.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Şüphesiz onlar da Allah'ın, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu (va'dini, tehdidini, mahzâ adalet olan, kendisinde hiç bir zulmün olmadığı hesabını) bileceklerdir.»[14]

 

İzâhı

 

İslâm'a Göre İftira Suçu

 

İftirâ Suçunun Ta'rifi:

İslâm hukukunda iki türlü iftira vardır: Birisine hadd cezası, di­ğerine ta'zîr cezası verilir. Hadd cezası verilen iftira; iffetli birine zina suçu isnâd etmek veya nesebsiz olduğunu söylemektir. Ta'zîr cezasını gerektiren iftira suçu, nesebsizlik veya zinanın dışında başka bir fiil atfetmektir. îftirâ atıla»;: ister iffetli olsun ister iffetsiz: olsun, küfür ve sözle hakaret gibi suçlar bu türdendir. Ve her ikisine de ta'zîr cezası verilir. Burada sözü edilecek iftira, hadd cezasını gerektiren fiildir. Bu tür iftira üzerinde söz ederken elbette ki, ta'zîri gerektiren küfür ve hakaret gibi iftira suçlarına da değinilecektir. İslâm hukukçuları her iki tür iftira fiili ile küfür ve hakaret arasındaki farklara temas etme mislerdir. Böyle olmakla beraber zina, iftira ve ta'zîr bahislerinde söy­ledikleri şeyleri ve verdikleri misâlleri tedkîk ettiğimiz zaman, görürüz ki ,onlar tasdik ve tekzîb ihtimâli olan, tabiatı itibariyle zina ve rüşvet gibi isbâtı mümkün olan vak'alan iftira olarak ifâde etmekte, bedîhî olarak isbâtı kabul etmeyen ve açıkça yalan olduğu anlaşılan; köpek, eşek ve benzeri sözleri, küfür ve hakaret olarak kabul etmektedirler. Bir insana; köpek veya eşek demek, yahut ta gören birisine; kör, demek açık­ça yalan olan ve bedîhî olarak doğruluğu isbât edilemeyen bir haka­rettir.

îslâm hukukunda geneli kaide şudur: Bir insana haram olan bir olayı veya herhangi bir sıfatı atfeden kişinin onu isbât etmesi gerekir. Eğer isbât edemezse veya isbâttan kaçınırsa cezalandırılması îcâfoeder. Bir insana küfür veya hakaret eden kişiye ise yalnızca ceza gerekir, söylediğini isbât etmek îcâbetmez. Çünkü sözünün yalan olduğu, bes­bellidir ve isbâtı imkânsızdır. Birisine, suç olmayan bir şey atfeden ki­şinin söylediği şeyin doğruluğu,; cezadan muaf tutulmasını gerektir­mez. Zîrâ söylediği her ne kadar doğru ise de, söylenene eziyyet ver­miştir, eziyyet ise şer'an haramdır.

Bu konuda Mısır Ceza Kanunu İslam hukukuna tamamen muha­liftir. 'Mısır Ceza Kanununda kaide şudur: Bir insana bir şey atfeden kişinin, atfettiği şeyin doğruluğunu isbât etmesi gerekmez. Atfettiği fiil doğru da olsa hakaret bulunacağından cezayı gerektirir. Mısır Ceza Ka­nununun dayandığı esâs; ferdlerin özel hayatını korumaktır. Avrupa ka­nunları da bu esâsa dayanmaktadır. Çünkü gerek Mısır kanunları, gerek­se Avrupa kanunlarının dayanağı, Roma hukukudur. Beşerî hukuk sözle işlenen suçlarda riya, nifak esâslarına dayanmakta ve hem doğruyu, hem de yalancıyı cezalandırmaktadır. Beşerî hukukta temel esâs şudur: Bir kişi başkasına bir suç atfedemez veya küfür edemez veya kınayamaz. Eğer bunlardan birisini yaparsa söylediği ister doğru olsun, ister uy­durma olsun cezalandırılır.

Bu prensib, temiz kişileri yalancı müfterilerin diline dolamakla beraber kirli, suçlu ve ahlâksız kişileri doğru insanların diline dolamak­tan alıkoymaktadır. Bu prensib her ne kadar ferdlerin özel hayatını koruma maksadı gütmekte ise de; hem ferdlerin, hem de toplumun bo­zulmasına vesile olmaktadır. Çünkü doğru söyleyen kişi söylediği sö­zün doğruluğundan dolayı cezalandırılırken, sâdece doğruyu, söylemek­ten alıkonmttkla kalmamakta, doğru insanları da yalana sevketmekte, ikiyüzlülüğe ve münafıklığa teşvîk etmektedir. Bu kanun; ahlâkı bo­zup ferdi koruyarak ıslâh etmek şöyle dursun, ahlâksızlığa prim ver­mektedir. Çoğunlukla iyileri kötülerin yoluna sevketmektedir. Hakaret ve eleştiriden emîn olduklarına göre cemiyette rağbet görmektedirler. Bu ise ahlâkın bozulmasına, cemiyetteki yüce ahlâkî değerlerin heder olmasına sebeb olmaktadır. Çünkü kanun, toplum içerisinde korunması gerekenleri değil, korunmaması gerekenleri korumaktadır.

Beşerî hukukun dayandığı bu prensib sayesinde iyi ile kötü ve iyi­lerle kötüler arasındaki fark ortadan kalkmaktadır. Rezaletle faziletin sının belirsizleşmektedir. Bu kurallar ile milletlerin ahlâkî seviyesi her giden gün dejenere olmaktadır. Çünkü iyi kötüyü kurtaramamakta, kö­tü ise her giren gün kötülük bataklığına dalıp durmaktadır. Çünkü kö­tü hiç kimseden korkmamakta ve kitleleri asla hesaba katmamaktadır. Bu kanunî prensibe göre; hiç bir kişi, olay lan gerçek adıyla adlandır-mamaktadır. Herkese lâyık olduğu niteliği verememektedir. Zina eden .kişiye; ey zâni, demek imkânı kalmamaktadır. Hırsıza; hırsız demek suç olmaktadır. Müfteriye; yalancı, demek mümkün olmamaktadır. Bir kimse bunu diyecek olsa, hırsız, zânî ve yalancı kanunun himayesine sı­ğındığı gibi, söylediği sözden dolayı ondan mâlî tazminat isteyecektir. Halbuki adamın söylediği; doğrunun, hakikatin kendisidir. Görülüyor ki beşerî hukukun bu prensibi, hakikati söylemeye engel olmakta, kötülü­ğü önlemeyi yasaklamakta ve iyinin, iyilerin değerini küçültüp kötüle­rin değerini artırmaktadır.

Nitekim Mısır kanun koyucuları, bu prensibin halk üzerinde teh­likesini sezmiş olacaklar ki, dört hali bunun istisnası olarak kabul et­mişlerdir:

1- Kamu görevlilerinin veya kamu hizmeti gören görevlilerin ve­ya parlamenter sıfatı bulunan kişilerin eleştirilmesi halinde; eleştiri iyi niyetle yapıldığı, kamu görevlilerinin veya parlamanterin veya mükel­lefin vazifesinin sınırlan aşılmadığı takdirde cezaî müeyyideye muhâtab olmamaktadır. Tabiatıyla eleştiren kişi, söylediği sözlerin hepsini isbât etmek zorundadır.

Bu istisna kamu hizmeti gören, parlamanteri veya âmme hizmeti gören mükellefleri, yaptıkları işin her zaman eleştiriye açık olması se­bebiyle —güçleri yettiği nisbette— iyi hareket etmeye sevk etmiştir.

2- Seçimler İçin Propaganda Zamanı:

Mısır seçim kanununun 68. maddesi; adayların hallerini ve durum­larını seçim sırasında anlatmayı normal kabul etmiştir. Halbuki aynı fiilleri diğer zamanlarda söylemeyi yasaklamiştır. Seçimler için'propa­ganda zamanında her seçmenin ve adayın hi£ bir cezadan çekinmeden muhatabının ahlakî yaşantısını ve davranışlarını Söyleyebilmesini sağ­lamakla seçmenlerin adaylardan kendisini temsile en ehliyetli olanı tercîh etmeleri gayesini gütmüştür. Seçmenler, adayların ahlâk ve dav-ranışlanyla ilgili her şeyi öğrendikten sonra şahsî karârlarını verebi­lirler.

3- Porlamento Toplantılannda :

Parlamentonun çalışmasına dâir kanunun (iç tüzük) 109. maddesi uyannca; meclislerde üyeler belirttikleri görüş ve fikirlerinden dolayı sorumlu değildirler. Bu hüküm, parlamenterlerin hiç bir mahkeme ve cezadan çekinmeksizin dilediklerini söyleyebilmeleri gayesine metnidir.. Yalnız parlamento oturumundaki konuşmaların önceki iki durumdan farklı olduğunu ilk iki durumda müfterilerin ancak söylediği söz doğru olduğu takdirde cezadan kurtulduklarını, fakat parlamento üyelerinin söyledikleri ister doğru olsun, ister yanlış olsun asla muhakeme ve ceza ile karşılaşmayacaklarını göz önünde bulundurmak gerekir.

4- Muhakeme Hali:

Mısır Ceza Kanununun 309. maddesi; mahkemede hasımların veya vekillerinin, şifahî savunmaları veya yazılı müdâfaaları esnasında yap­tıkları hakaret ve iftiralarından dolayı cezalandırılmamalarını âmirdir. Sâdece medenî haklar bakımından dava açılabüinir. Görülüyor ki, Mı­sır Ceza Kanunu da ister doğru ister yalancı olsun, sözlü suçlamalar­da suçluyu hakaret Ve itiraflarından dolayı cezaî sorumluluğa muhâ-tab saymamaktadır. Genellikle beşerî hukuk «sistemlerinin bu prensibi kabul ettikleri görülmektedir. Mısır Ceza hukukunun bu prensibin is­tisnası olarak kabul ettiği haller, diğer beşerî hukuk sistemlerinden farklı bir husustur. Mısır yasalarının hukuk tekniği bakımından eksik­liği; apaçık görülen çelişki ve insicamsızlıktır. Yasanın ana prensibi, ferdlerin özel hayatına istinâd ettiği halde, istisnalar özel ve genel ha­yatın bazı noktalarının mübâh sayılmasını esâs: almaktadır.

Ana prensib olarak; ister doğru olsun, ister yalan olsun, sözlü ha­reketleri yasaklarken, bazıları yalnızca doğru sözleri normal kabul et­mekte, bazıları da hem doğru, hem yanlış sözleri kabul etmektedir. Böylesine bir çelişki ve tutarsızlık görülemez. Mısır Ceza Kanununun sosyal ahlâkı alâkadar eden eksikliği ise, şuradan ileri gelmektedir: Bir taraftan ferdlerin özel hayatını korumayı kararlaştırırken, öbür ta­raftan toplumun hayatını dejenere etmeyi ön plâna almaktadır. Çün­kü toplumu meydana getiren ferdlerdir. Ferdler ıslâh olduğu takdirde, toplumlar da ıslâh olur. Ferdleri bozuk toplumların iyi olması düşünü­lemez. Şüphesiz ki ferdlerin husûsî hayatlarının kanun himâyesi alto­na alınması; ahlâkî dejenerasyona ve ferdlerin ruhundaki ahlâkî kontrol mekanizmasının yıkılmasına sebep olmaktadır. Ferdlerin ru­hundaki bozukluğu gidermeden, iyi bir toplum meydana getirmeye ça­lışan kimse; taşsız tuğlasız sağlam bina yapmak isteyen kimse gibidir. Böyle bir yapı çok kısa zamanda çökecek veya yıkılacaktır.

İslâm hukukunda ana prensib; sözlü suçlarda durum ne olursa ol­sun doğru sözlerin mübâh, yalan ve iftiranın haram olmasıdır. Binâ­enaleyh doğruyu söyleyene hiç bir ceza yoktur. Eşyayı gerçek adıyla adlandıranlara, yetenekleri hakîkî sahibine verenlere bir sorumluluk terettüb etmez. Zina eden bir kimseye «zâni» diyen, onun zina ettiğini isbât ederse ceza gerekmez. Hırsıza; hırsız, diyen bir kimse hırsızlığı isbât edildiği takdirde cezâlandınlmaz. Yalancıya; yalan söylüyorsun, di­yen kimse, doğru sözün dışına taşmadığı sürece cezâlandınlmaz.

İslâm hukukunda bu ana kaidenin istisnası hiç yoktur. Herkes ka­mu' görevlileri, parlamenterleri ve âmme hizmeti gören mükellefleri eleştirebilir, kınayabilir, eksikliklerini isbât edebildiği sürece/onları söyleyebilir. Bunum da Ötesine geçerek kamu görevlilerinin hareketle­rinde ve hususî hayatlanndaki durumlarım isbât edebildiği sürece te­câvüz edebilir. Ancak kamu, görevlilerinin şahısları ve hareketleri ile ilgili niteliklerden ve eksikliklerden dolayı tazarrur edilmemek gere­kir.

İslâm şeriatı; kamu görevlilerini ve onların durumunda olanların husûsî hayatlarını, beşerî hukuk sistemleri gibi koruma altına almaz. İslâm şeriatına göre; husûsî hayatında iyi bir yaşama örneği vermeyen kimseler umûmî hayatında insanların işini yönetmeye ehil olamazlar. Çünkü İslâm; nifakı, riyayı, yalancılığı himaye etmez. Gerek seçimler esnasında gerek seçimlerin dışında her zaman, herkes iyiye «iyi», kö-.tüye «kötü» deme hakkına sahiptir. Kötüye «kötü» diyen kişi, kötünün kötülüğünü isbât etmek zorundadır. İster parlernento üyesi olsun, ister hiç bir kurulda üye bulunmasın herkes söylediğini isbât ettiği sürece dilediğini dilediğine söyleyebilir. İslâm şeriatında; .beşerî hukukta ol­duğu gibi, seçimler sırasında doğru sözlerin söylenmesine müsâade edip, diğer zamanlarda müsâade etmemek diye bir şey yoktur. Çünkü İslâm hukuku her zaman doğruluğu öngörür. Hiç bir şekilde, hiç bir zaman ve hiç bir şartta doğruluğu yasaklamaz.

İslâm hukukunda; beşerî hukukta olduğu gibi, parlemento üyele­rinin ve mahkeme edilenlerin söyledikleri hem doğru hem de yanlış sözleri aynı şekilde ele almayı gerektiren bir kaide yoktur. Bu, doğru ile yanlışı aynı kefeye yerleştirmek olur. Halbuki tslâm şeriatı doğruyu bütünüyle öngörürken, yanlışı tamamıyla yasaklar. Binâenaleyh birbi­rine zıddolan iki hükümü bir hükümde cem'etmez. Parlemento üyeleri İslâm hukukuna göre şûra ve danışma yetkilileri olduklarından, onlara yalan helâl kılındığında ve cezalandırılmadıkları takdîrde yalana dana çok tevessül edebilirler. Doğru söylemeyen veya doğruyu söylemediği sanılan bir topluluğun, şûra ve danışma üyesi olabilmesinin ne değeri vardır.: Hem islâm hukuku, eşitlik esâsına dayanır. Parlamenterleri ve mahkeme hey'etini böyle bir ayrıma tâbi tutmak, eşitlik prensibini çiğ­nemek olur.

İşte görülüyor ki islâm şeriatı, âmme hayatını her türlü hile, riya ve kötülüklerden korumayı ve ferdlerin arzu ve heveslerine peşkeş çek­memeyi hedef almıştır. Doğruyu ve doğruluğu, alkışlanmaya lâyık bir fazilet olarak kabul etmiş ve cezâlandırmamiştır. Dejenere olmuş bir ferdin, kendi yaptığının günâhına katlanması gerektiğini kabul ede­rek, neticesinden başkasının zarar görmemesini gaye edinmiştir. Bu esâsa dayanarak, birisine bir şey atfetmeyi mubah kılmış ve söyleyen kişi, söylediğini isbât ettiği takdirde cezâlandınlanıayacağını belirtmiş­tir. Hakkında söz söylenen kişinin de söylenenlerden mutazarrır olma­masını öngörmüştür. Eğer söyleyen kişi, söylediğini isbât edemezse, zâ­lim ki§i olarak cezalandırılır. İftira eden kişi, söylediğini isbât ederse sorumlu tutulmaz. îsbât edememesi halinde söylediğinin doğru olma­dığı ortadadır, iftira edeni beşerî hukukta olduğu gibi iftirasını isibât-dan men'ederek cezalandırmak; iftira edileni temize çıkarmayacağı gibi iftira edenin yalanını da kestirip atmaz. Bu da gösteriyor ki islam hu­kukunun görüşü, hem suçlu hem de tecâvüze uğrayan bakımından en değerli hükümdür.

İftira eden kişi; söylediğini isbât ettiği takdirde, cezalandırılmaz demek, iftira edilenin hayatı 'boyu, mağdur olması ve iftira edenin hiç bir zaman iftirasının neticesine katlanmayacağı anlamına gelmez. Ak­sine iftira edilen kişi tevbe edip ıslâh-ı hal ederek masumiyetini geri ala­bilir. İftira eden tevbe ve ıslah-ı hal ettiği takdirde ta'zîr cezasına çarp­tırılır. Herhangi bir kişiye bir suç isnâd eden kişi, isnâd olunan daha önce o suçundan dolayı cezâlandınlrruşsa, isnâd edene ta'zîr cezası ve­rilir. Çünkü burada isnâd mücerred eziyyet kasdına mebnîdir.

iftiranın haram olması Kitâb ve Sünnet'e dayanır. Kitâb'da vârid olan nass, Yüce Allah'ın şu mübarek hükümleridir: «Namuslu ve hür kadınlara zina suçu isnâd edip te sonra dört şâhid getiremeyenlere sek­sen değnek vurun ve onların şahidliğini ebediyyen kabul etmeyin. İşte onlar, fâsıkların kendileridir.» (Nûr, 4).

«İffetli ve bir şeyden habersiz, mü'min kadınlara iftira atanlar; dünyada da âhirette de lanetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azâb vardır.»  (Nûr, 23).

Sünnet-i Seniyye'de vârid olan nassa gelince, Allah'ın- Rasûlü bu­yurur ki: Yedi tehlikeli şeyden sakınınız. Ashâb-ı Güzin onlar nedir ey Allah'ın Rasûlü dediklerinde: Allah'a şirk koşmak, sihir, Allah'ın haranı kıldığı canı katletmek, faiz yemek, yetim malı yemek, harb gününde kaçmak ve habersiz iffetli mü'min kadınlara iftira etmek, buyurdu.

 

İftira Suçunun Rükünleri

 

Yukarda haddi gerektiren iftiranın iffetli kimselere zina isnâd et­mek veya soysuzluk atfetmek olduğunu belirttik. Bu ifâdeden de anla­şılıyor ki, —haddi gerektiren— İftira suçunun rükünleri üçtür.

1- Zina veya nesebsizlik isnâd etmek,

2- İsnâd edilenin muhsan (iffetli) olması,

3- Cezaî kasıd bulunması.

 

1- Zina veya Nesebsizlik İsnâd Etmek

 

Suçlu; tecâvüze uğrayana zina veya nesebsizlik isnâd ettiği ve bu­nu isbât etmekten âciz olduğu takdirde iftira suçunun birinci rüknü gerçekleşmiş olur. Zina isnadı bazan tecâvüze uğrayanın nesebini red­detmekle olur, bazan reddetmeden olur. Bir kişiye; ey veled,-i zina, di­yen kimse, hem onun nesebini reddetmiş olur, hem de anasına zina isnâd etmiş olur. Bir kişiye; ey zânî, diyen kimse ona sâdece zina isnâd etmiş olur ve nesebini reddetmiş olmaz. Şu halde zina isnadı; kişinin anasına kadar ulaştığı takdirde nesebin reddi şekli ortaya çıkmaktadır. Nesebin reddi (soysuzluk) isnadı, her zaman isnâd olunanın anasına veya ninelerine zina atfetmekle olur. Bir kimseyi, babasından veya de­desinden başkasına nisbet etmek; o şahsın anasına veya ninesine zina isnâd "etmek demektir.

îsnâd edilen fiil; küfür, hırsızlık, zındıklık, içki içmek, faiz yemek ve emânete hiyânet gibi —zina ve nesebin reddi dışında— fiillerin bi­risiyle olursa hadd gerekmez, ancak ta'zîr cezası îcâbeder. Haddin şekli mevcûd olmazsa zina ve soysuzluk isnadına da ta'zîr cezası verilir, tfti-râ olunana suç nisbet edilmeyen her iftira fiili için, ifttrâ edilen olay sa­hih de olsa ta'zîr cezası gerekir. Bu, iftira olunanı üzecek veya rencide edecek fiüler olduğu, takdirde vâriddir. İktidarsızlık, kısırlık, delilik, ço­laklık, veremlüik, siyah derililik, pis huyluluk, kötü aileden olmak gibi sıfatlarla tavsif halinde de 'ta'zîr cezası gerekir. Üzücü ve rencide edici fiillerin ta'yînimte» Orf nazar-ı i'tibâra alınır. Bu gibi hallerde iftira eden kişinin söyledikleri ister doğru olsun, ister olmasın cezalandırılır. Eğer İsnâd ettiği şeyler doğru ise, bu takdirde kişiyi utandıracak şekilde şe-rîatın yasakladığı bir fiili isnâd etmek durumu bahis mevzuu olmaya­cağı için isnâd, sâdece rencide ve eziyyet maksadıyla yapılmış olur. ts-nâd edilen fiil, isnâd edilen kişide yoksa, bununla o kişi her ne kadar utandırıcı veya şeriatın yasakladığı bir fiile muhâtab olmamakta ise de, iftira eden kişiyi rencide edici btr fiildir. Şeriat sebepsiz yere rencîde ve eziyyeti, cezalandırılması gereken bir suç olarak kabul eder. Bu du­rumla cezasız bırakılan haller arasındaki fark, burada isnâd edenin isnâd edileni üzmek ve rencîde etmek kasdı gütmesidir. Önceki durum­larda iftira eden kişi affolunmaktadır. Çünkü orada iftira edilen kişi, şeriatın yasakladığı fiili işlemekle rencîde olmaya hak kazanmıştır. Bu­rada ise rencîde etmeyi meşru' kılacak bir neden mevcûd değildir.

İmâm Mâlik, Şâfü ve Ahmed tbn Hanbele göre; livâta isnadı, zina isnadı hükmündedir. Çünkü adı geçen imamlar livâtayı zina ve livâta eden kişiyi —ister fail olsun, ister mef'ul olsun, ister kadın olsun ister erkek olsun— zânî olarak kabul etmektedirler. Suç isnâd eden kişinin maksadı, isnâd olunanın Lût kavminin fiilini işlediğini belirtmek ise o zaman hadd gerekir. Ebu Hanîfe'ye göre livâta isnâd eden kişiye hadd icâbetmez, ta'zîr gerekir. Çünkü Ebu Hanife livatayı; zina isnadı olarak değerlendirmemektedir. Suçlu hakaret ettiği kişiye, lûtî olduğunu söy­lese ve bununla muhatabının Lût kavminden olduğunu söylemek istedi­ğini iddia etse, iddiasına itibâr olunmaz ve îmâm Mâlik'e göre; iftira haddi vurulur. İmâm Şafiî'ye göre, iftira eden kişi muhatabının Lût kavminin dininden olduğu kastettiğini iddia ederse hadd vurulmaya­cağı, aksi takdirde hadd vurulucağı görüşündedir, îmânı Ahmed'den nakledilen rivayetler muhteliftir. Bir rivayete göre, muhatabına : Ey Lûtî, diyen kişiye iftira haddi gerekir. Yine İmam Ahmed'den rivayet edildiğine göre; o, failin muhatabına; ey Lûtî, demekle, ey Lût kavmi­nin dininden demek istediğini ifâde etmesiyle, Lût kavminin yaptığı işi yapıyorsun demek istediğini ifâde etmesi arasında fark gözetir. Bi­rinciye hadd gerekmediğini, ikinciye gerektiğini söyler. Birinciye had-dkı gerekmediğinin sebebi, suçlunun sözünü haddi gerektirmeyecek bir yorumla yorumlamasıdır. Bu gibi yorumlarda kaide şudur: Yorumlar iftira edilen cümleye bitişik ve iftira anında belirtilmişse hadd gerek-. mez. İmam Ahmed'den nakledilen üçüncü bir rivayete göre; suçlu, if­tira anında gazablı ise hadd gerekir. Çünkü kızmak, iftira maksadının bulunduğuna karinedir. Normal halde ise gerekmez. Hanbelî mezhebin­de kuvvetli olan görüş birinci noktadadır. Çünkü birisine Lûtî demekle; sâdece Lût kavminin işlediği fiili işlediğini söylemek istediği anlaşılır. Şu halde bu ifâde muhataba, lûtîlik isnâd edici bir ifâciedir. Nasıl zâni lâfzı sarahaten zinâ'ya delalet ederse, Lûtî lâfzı da livâtaya sarahaten delâlet eder- Bugün Lût kavminden hiç bir kimse bulunmadığı için, herhangi bir kimseyi o kavme nisbet etmek söz konusu olmaz ve böyle bir yorum kabul görmez.

Bir insanın, hayvanla zina ettiğini söyleyen kişiye; hayvanla bir-leşmeyî zina sayanlara göre hadd gerekir. Şafiî mezhebinden bazı fa-kîhlerle, Hanbelîlerin görüşü budur. Hayvanla teması zina olarak kabul etmeyenlere göre; hadd gerekmez, ta'zîr gerekir. Mâlik, Ebu Hanîfe ile Şafiî ve Hanbelîler bu görüştedir. İslâm hukukçularına göre; genel kaide şudur: Failine zina haddini gerektiren her fiil, onu isnâd eden kişiye de iftira haddini gerektirir. Failine zina haddini gerektirmeyen her fiil de, onu isnâd eden kişiye iftira haddini gerektirmez. Binâenaleyh bir insanın, fercin dışında bir nokta ile temas ettiğini söylemek veya şüp­heli birleşmede bulunduğunu söylemek; haddi gerektirmez, ta'zîri ge­rektirir. Çünkü zina haddini gerektiren bir isnâd bahis mevzuu değil­dir. Bir kadına zorla zina ettiğini isnâd etmek haddi gerektirmez, sâdece ta'zîri gerektirir. Çünkü isnâd edilen fiil; zina haddini gerektir­meyen bir fiildir.

İslâm hukukçularına göre; genel kaide budur. Bu konuda hepsi müttefiktir. Sâdece bu genel prensibin tatbiki esnasında zina haddini gerektiren konularda değişik görüşlere sâhib bulundukları için farklı görüşler beyân etmektedirler.

Ebu Hanîfe, Şafiî ve Ahnıed İtan. Hanbel'e göre; baba çocuklarına yukarıya çıkan usûl veya aşağıya doğru inen torunlarına iftira- etse; iftira ettiği çocuk, ister erkek ister kadın olsun, hadd gerekmez, iftira suçunun cezası her ne kadar hadd ise de bu ferdlerin hukukunu ilgi­lendiren bir husustur. İftira suçu, ancak davacı olma halinde cezayı ge­rektirir. Tıpkı kısas gibidir. Şüphe halinde haddler durdurulacağı için, babanın evlâdına karşı işlemiş olduğu iftira suçunda hadd! gerekmez. Tıpkı kısas gibi. Çocuk babasının malından kısas taleb edemeyeceği ve babanın çocuğun malını çalması halinde elinin kesilmeyeceği kabul edildiğine göre; babanın evlâdına iftira etmesi halinde de hadd vurul­maması gerekir. Bu görüşte olanlar, kanâatlarını şu esâsa dayandır­maktadırlar. Baba, ölmüş eşinden olan çocukuna; ey zânînin oğlu, dese çocuk babasına karşı dava açamaz. Kadının başka bir çocuğu varsa, if­tira edilen çocuk iftira davası açabilr. Zîrâ iftira haddi, hak sahipleri­nin her birine teker teker sabittir. Bu görüşten şu netice doğar; koca, yaşayan karısına iftira etse, iftira davası açılsa ve hakkında hüküm ve­rilmeden kadın ölse, iftira eden kocasından olan çocuklarından başka vârisleri bulunmasa —vefat ile davayı iskât etmeyenlere göre dahi— dava düşer. Çünkü ölen kadının vârisleri, iftira eden kocanın çocukla­rıdır. Çocuklar ise babalarına .karşı bir hak taleb edemezler. Ebu Hanî-fe'ye göre; vefat İle dalma dava düşer. Vârislerin iftira edilenin yerine geçmeleri mümkün değildir. Çünkü iftira suçundan doğan haklar, mî-râs olarak düşen mâlî haklar kategorisine dâhil değildir.

Mâliki mezhebinde iki görüş vardır; birinci görüş yukardakinin aynıdır. İkinci görüşe göre; çocuk, babasına iftira haddi vurulmasinı taleb edebilir. Çünkü iftira ile ilgili nass umûmîdir. Başkalarına intibak ettiği gibi babalara da intibak edebilir. Hadd cezası, Allah'ın hakkını ilgilendiren bir cezadır ve baba ile evlâd arasındaki yakınlık onun tat­bikini engellemez. Bu görüşü serdedenler; çocuğun, babasına hadd ce­zası vurulmasını istemekle fıska düşeceğini ve babasının cezalandırıl­masına sebeb olmakla adalet vasfını kaybedeceğini belirtmektedirler. Çünkü Yüce Allah-bir âyet-i kerîme'de «Ve onlara öf deme, azarlama.» ve bâr diğer âyet-i celîle'de de. «Ve ana-babaya iyiliği emretmiştir» bu­yurmaktadır.

îftiiâ fiilinin belirli bir lûgatla yapılması şart değildir. Arapça ola­bileceği gibi diğer dillerle de yapılabilir. Yalnız iftiranın sarîh olması şarttır. Sarih olması demek; sözün başka anlama gelme ihtimâli bu­lunmaması demektir. Söz, söylendiği maksadın dışında başka bir an­lama gelirse, 'bu söz kinaye veya ta'rîz olur. «Ey zânî» veya «sen bir zânîsin» sözü açıkça iftiradır ve sarihtir. «Senin baban zânîdir» veya «annen zânîdir» veya «ey zina eden adamın oğlu» veya «ey zina eden kadının çocuğu» ifâdeleri, anaya ve babaya açıkça iftiradır. «Ey zina eden adamın çocuğu-» veya «ey veled-i zina» ifâdeleri de sarîh iftiradır, Çünkü sen zina suyundan yaratılmışsın, suyun zinadır, mânâsına ge­lir. «Ben zânî değilim», «anam zina etmiş değildir», «ey binenlerin in­diği kadının oğlu, ey anası bayraklı çocuk» gibi sözler ve kadınlar için «kocanı rezîl ettin», «kocana boynuz taktın», «kocanın yatağını kir­lettin», «kocanın basını eğdin» gibi cümleler kinaye veya ta'rîz ifâde­leridir.

Sarîh iftiranın cezası haddir. Ta'rîz ve kinayeye dayalı iftiranın cezasında ihtilâf vardır. Ebu Hanîfe'ye ve Hanbelî mezhebinden bir rivayete göre; ta'rîz ve kinaye yoluyla yapılan itirazlara hadd cezası gerekmez, sâdece ta'zîr icâbeder. Bu görüsü serdedenlerin delili şu vak'adır: Adamın birisi Hz. Peygambere gelir ve der ki: «Ey Allah'ın Rasûlü, karım kara bir oğlan doğurdu. Bununla çocuğun kendisine âit olmadığını ifâde eder. Fakat Hz. Peygamber bu sözünden dolayı adamı cezalandırmaz. Yüce Allah da kadınlarla nişanlanmada ta'rîz ile (îmâ) tasrîh arasında (açıktan açığa söyleme) fark gözetmiş ve iddet esna­sında bir kadına ta'rîz yoluyla evlenme teklif etmeyi mubah kılarken, tasrîhi yasaklamıştır. Nitekim bu hususta sânı yüce olan Rabbımız şöyle buyurmaktadır: «Böyle (iddet bekleyen) kadınları nikahlamak istediğinizi bildirmenizden veya böyle bir arzuyu gönüllerinizde sakla­manızdan dolayı size bir vebal yoktur. Allah bilmiştir ki, siz onları mut­laka hatırlayacaksınız, fakat uygun bir sözle söylemeniz müstesna, on­larla gizlice sözleşmeyin. İddeti nihayet bulmadıkça nikâh bağını bağ­lamaya kalkmayın. Ve bilin ki; şüphesiz Allah, gönüllerinizde olan (lar) ı bilir. Artık O'ndan sakının. Ve yine bilin ki; şüphesiz Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.» (Bakara, 235) Kur'ân-ı Kerîm ta'rîz ile, tasrîhi ayırdetti-ğine göre —ki bu ta'zîri gerektiren hususlardadır— şüphe durumunda haddin önlendiği suçlarda ta'rîz ile tasrîh arasında fark gözetmesi şüp­hesiz ki, daha evlâdır. Kaldı ki ta'rîz ve kinaye, maksadın dışında bir ihtimâle sahip bulunduğundan, ihtimâl şüphe olarak kabul edilir ve şüphelerle haddler durdurulur.

Aslında Şâfiîlere göre hadd, ancak açık (sarîh) iftiradadır. Fakat Şâfiîler iftira eden kişinin söylediği sözde, iftira kasdı güttüğü tesbit olununca;, kinaye ve ta'rîz yoluyla iftiralar içinde haddi gerekli gör­mektedirler. Çünkü niyet ile birlikte kinaye serâhat hükmündedir. Fa­kat iftira eden kişi kinaye veya ta'rîz yolu ifadeleriyle iftira etmeyi kasdetmemişse, —ister husûmet halinde bulunsun ,ister başka durumda olsun— hadd gerekmez. Çünkü ta'rîz ve kinayede iftira ihtimali bu­lunduğu gibi başka bir ihtimal1 de bulunabilir. Suçlu iftirayı kasdetme-miştir. Kasıdsız iftira bahis mevzuu edilemez.

îmânı Mâlik; söylenen sözde iftira kasdı bulunduğu anlaşılırsa ve­ya karineler failin iftirayı kastettiğini ifâde ederse; kinaye veya ta'rîz yoluyla iftiraya haddi Öngörmektedir. Lâkin bu durumdan sâdece ba­bayı istisna saymaktadır. Binâenaleyh baba, evlâdına ta'rîz veya kinaye yoluyla iftira ederse; çocuğuna iftira etme zarım uzak olduğu için, hadd gerekmez. Fakat baba kinaye ve ta'rîz yolu iftirasını tasrih eder­se hadd gerekir, imâm Mâlik, düşmanlığı iftiraya karine olarak kabul eder. Binâenaleyh bir kimse, başkasına ta'rîz yoluyla ve düşmanlık kas-dıyla «ben zânî değilim» diyerek; onun zânî olduğunu kasdederse veya «bana gelince hiç livâta yapmış değilim» diyerek karşısındakine; sen livâta yapmışsın, demek isterse veya «ben mi? benim babam bellidir» diyerek senin baban belirsizdir demek istese bütün bu hallerde iftira haddi vurmak îcâbeder.

Hanbelî mezhebinden bir rivayete göre; ta'rîz ve kinaye yoluyla ya­pılan iftiralara hadd gerekir. Bu görüş taraftarlarının delili şudur: îftirâ edenin cezalandırılması hususundaki nass-ı şer'î umûmîdir. Bina­enaleyh »iftira sabit olunca —ister sarih veya ta'rîz, yoluyla olsun, ister kinaye yoluyla olsun— hadd gerekir. Hz. Ömer (r.a.)in hükmü de böy­ledir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) arkadaşına; ben zânî değilim, annem de zina eden kadın değildir, diyen bir kişi hakkında hüküm vermek için Ashâb-ı Peygamberi ile müşavere etmiş ve onlar; adamın babasını ve anasını medhettiğini belirtmişler. Hz. Ömer (r.a.) adamın arkadaşına ta'rîz ettiğini söyleyerek hadd cezası vurdoırrnuştur. Ta'rîz yoluyla ifti­rada hadd cezası vurdurduğu, Hz. Ömer'in meşhur hükmü olduğu gibi Hz. Osman'ın da hükmüdür. Hz. Osman (r.a.)m bir başkasına anasının zânî olduğunu ta'rîz yollu ifâde eden kişiye sopa vurdurduğu rivayet edilir. Aslında sözün muhtemel mânâlarından birisi için doğru olan ka­rine ile birlikte kinaye, o mânâya alınma ihtimâli olan ve onun dışında bir şeye muhtemel olmayan sarîh söz gibidir, Hz. Peygamberin ta'rîz yollu ifâdelere hadd cezası vurdurmadığını söyleyenlere bu grup şu karşılığı vermektedirler; iftira suçunda ceza, şikâyete bağlıdır. îftirâ edilen kişi şikâyet ederse, ceza verilir. Hz. Peygamber, karısına ta'rîz eden kişiyi cezalandırmamıza, kadının kocası hakkında şikâyetçi ol­maması yüzündendir.

İftira, suçunda hadd cezasının verilmesi için; müfterinin iftira edi­ci ifâdeler kullanması şart değildir. îftirâ durumunun mevcûd olması için, söylediği sözü doğrulaması kâfidir. Meselâ bir kişi birisine; senin anan fahişedir, dese, üçüncü bir şahıs da; doğru söylüyorsun, dese, her ikisi de müfteri olur. Eğer bir kişi başkasına; senin zâni olduğuna şe-hâdet ederim veya; senin babandan başkasına nisbet edileceğine şehâ-det ederim, dese; üçüncü şahıs da: Ben de aynı şekilde şehâdet ederim, dese; birinci ve üçüncü şahıslar müfteri olarak hadd cezasına çarptı­rılırlar.

Müfterinin iftirası; iftira edilen tarafından kendisine yöneltilen bir iftiraya karşılık olursa, müfterinin cezadan muaf tutulması gerek­mez. Meselâ bir kişi, diğerine: Ey zânî, dese, karşısındaki kişi de: hayır ben değil, sen zânîsin, dese, her ikisine de hadd cezası vurulur. Suçla­rın eşit ve karşılıklı iftira olmasıyla hadd cezası sakıt olmaz.

İftira edilen kişi; iftira edeni doğrularsa, müfteriye hadd cezası -vu­rulmaz. Meselâ, bir kimse yabancı bir kadına; sen zânîsin, dese, kadın da; evet seninle zina ettim, dese, adama hadd gerekmez. Fakat kadına iki hadd gerekir, birisi itiraf ettiği için zina haddi, diğeri de adama if­tira ettiği için iftira haddi. Fakat aynı sözü bir erkek, karısına karşı sarfederse her ikisine de ceza gerekmez. Şöyleki, erkeğe karısı kendisini doğruladığı için hadd îcâ;betmez, kadına da gerçek zânî olduğu veya zi­nayı reddetme kasdayla söylemiş olması mümkün olacağı için hadd, îcâ-betmez. Meselâ bir erkek başkasına: Hırsızlık yaptın, dese, o da: Evet seninle beraber, diyerek; sen çalmadığın gibi ben de çalmadım demek istese, herhangi bir ceza îcâbetmez. Ke'zâ kocasını tasdik eden kadın; senden başka kimse bana temas etmemiştir, demek istemiş olabilir. Eğer senin benimle birleşmen zina ise, ben de zina işledim, demek ola­bilir. Bütün bu ihtimâller, söylenen söz konusunda şüphe îrâs ettiği için, şüphe ile hadd tatbik olunmayacağına dâir genel kaide içerisine girer.           

Müfteri; iftirasında mukayese cümlesini kullanırsa, meselâ: Sen falancadan daha çok zânîsin, veya: Sen herkesten çok zina eden kim­sesin, dese, îmâm Mâlik ve Ahmed'e göre; hadd gerekir. Hanefî mez­hebinden bazı fakîhler bu durumda haddin gerektiğini öne sürerken, diğer bazı fakîhler de gerekmediğini ifâde ederler. Gerekmediğini ifâde edenlerin delili; mukayese cümlelerinin, genellikle bilgideki tercih için kullanıldığını ifâde etmesidir. Adam «sen benden daha çok zinanın ne demek olduğunu biliyorsun» demek istemiş olabilir. Birinci gurubun delili ise mukayese cümlesinin iftira için kullanılmış olmasıdır. Çünkü, «sen herkesten daha çok zina edensin» demekle; herkes zina etmekte­dir ama sen en çok zina edensin, demek istenmiş olabilir. Keza: Sen falancadan daha çok zânîsin, denildiğinde; falanca zânîdir, ama sen ondan daha betersin, denmek istenmiş olabilir.

İmâm Şafiî'ye göre; bu durumda kötü niyet olmadığı için iftira söz konusu olmaz. Çünkü mukayese cümleleri, iki kişinin müşterek olduğu konularda kullanılır. Ve bunlardan birisi bir özelliği dolayısıyla diğe­rinden ayırdedilir. Falancanın veya halkın zina ettiği sabit olmadıkça, söz konusu kişinin zânî olduğu söylenemez. Ama «falanca zânîdir sen ise ondan daha çok zânîsin» veya «sen halkın içindekâlerden daha çok zânîsin» derse; bu bir iftiradır. Zîrâ önce falancanın veya halkın zina ettiği belirtilmekte sonra söz konusu edilen kişinin daha çok zânî ol­duğu ifâde edilmektedir.

Bir kişi bir şahsa: Sen falancadan daha çok zânisin, deyince; o müfteri olur. Ancak o şahıs için müfteri olurken ,söz konusu edilen «fa­lanca» için de müfteri olma durumu var mıdır? Birincisine göre müf­teri olur. Çünkü her ikisine zina isnâd etmekte ve içinden birisini öbü­ründen daha çok zina etmekle ayırmaktadır. Mukayese cümlelerinde umumiyetle fiilin aslında iki kişinin iştiraki :söz konusudur. Ancak bu iki iştirakten birisinin diğerinden daha fazla olduğu belirtilmektedir. İkinci görüş uyarınca, sâdece muhâtab için iftira etme söz konusudur. Çünkü mukayese cümlesi, bir tek kişinin işlediği fiil için de kullanıla­bilir. Nitekim Yüce Allah Kur'ânı. Kerîm'inde şöyle buyurmaktadır: «Hakka eriştiren mi yoksa götürülmeden gidemeyen mi uyulmaya daha lâyıktır?» (Yûnus, 35). Bir başka âyet-i kerîme'de ise şöyle buyurulmak-tadır: «Şimdi fcnı iki zümreden hangisi emîn olmaya daha lâyıktır?» (En'âm, 81). Keza Lût peygamberin dilinden şöyle denilmektedir: «Ey kavmim; işte kızlarım, bunlar sizin için "daha temizdir.» . (öûd, 78). Şu halde,İmâm" Şafiî sözün iftira olarak değerlendirilebilmesi için, söy­leyen kişinin iftira etme kasdınm bulunmasını şart koşmaktadır. Yu­karıda belirttiğimiz gibi Hanefî mezhebinden bazı fakîhler bunu iftira olarak kabul etmemektedirler.

Müfteri, iftira cümlesinde zina ve diğer fiilleri ifâde eden ortak sözler kullanılırsa, bazılarına göre ,bu sözlerden bilûmum halkın anla­dığı mâna nazar-ı i'tibâra alınır. Eğer Kalk ondan iftira mânâsı anlı-, yorsa suç iftiradır. Eğer iftira mânâsını çıkarmıyorsa suç, iftira değil­dir. Diğer bazı îakîhlere göre ise; iftira eden kişi avamdan bir kişi ise ve avam arasında söylenilen sözler iftira için kullanılıyorsa; fiil iftira­dır. Çünkü fail, iftiradan başka bir şeyi kasdetmiş olamaz. Eğer seçkin kimseler arasında, söz konusu cümleler iftira için kullanılmıyorsa; fiil iftira değildir. Mübalağalı veya kısa olarak söylenen cümleler de müf­teriye haddin vurulmasını engellemez. Meselâ bir erkeğe, «ey zânî ka­dın» veya bir kadına, «ey zina eden adam» denirse bu; açıktan açığa iftiradır. Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîlerin görüşü budur. Ebu Hanîfe ve arkadaşlarına göre; bir kadına; ey zânî, diyen kimseye iftira haddi vu­rulur. Çünkü bu cümlelerden ancak iftira kasdı anlaşılabilir. Ama bir erkeğe; ey zina eden kadın, denildiği takdirde Ebu Hanîfe ve Etau Yû­suf'a göre hadd gerekmez, fakat ta'zîr cezası gerekir. Çünkü adamın ettiği iftira, imkânsız bir iftiradır. Zîrâ zina eden kadın denirken, er­keğin zinası kasdolunmaz. Hanefî imamlarından îmâm Muhammed'e-göre; hadd îcâbeder.

Müfteri; bir kişinin zina ettiğini söyler ve kiminle zina ettiğini be­lirtirse; —sen falanca kadınla zina ettin demek gibi— hem erkeğe hem de kadına iftira etmiş sayılır. Veya: Ey zânî ağlu zânî, der ve söylediği kişinin babası da mevcûd olursa, hem babaya hem de oğula iftira et­miş olur. Kadına; ey zânî kızı zânî, demek de aynı şekildedir. Hem ka­dına hem de anasına iftira edilmiş olur.

îftirâ suçunda; iftira edilenin ma'lûm olması şarttır. Eğer iftira eden bilinmezse, müfteriye hadd vurulmaz. Meselâ bir topluluğa; içiniz­de yalnız bir tek zânî var, denilince veya; içinizden birisi zânîdir, deni­lince; söyleyene hadd vurulmaz. Çünkü iftira edilen meçhuldür. îftirâ suçuna hadd cezası vurulmasının sebebi; iftira edilenden utanma duy­gusunun izâlesidir, iftiranın, her türlü şarttan ve belirli bir izafetten mutlak mânâda ârî olması şarttır. Eğer bir şarta veya belirli bir vakte bağlı olursa hadd gerekmez. Çünkü şartın ve vaktin zikri, o anda ifti­ranın vukuunu Önler. Meselâ: Sen bu eve girersen zânîsin, denildiği takdirde, adam eve girerse söylenen adam. müfteri olmaz. Bir kişi baş­kalarına; kim bana şöyle ve şöyle dedi? der ve içlerinden bir kişi çıkar: Onu ben söyledim, derse; birinci şahsa hadd gerekmez. Keza bir şahsa: Sen yarın veya aybaşında zânîsin veya; zânî çocuğusun, dese ve ertesi gün veya aybaşı gelse hadd gerekmez. İftiranın bir yerden bir yere ile­tilmesi halinde, ileten kişiye hadd gerekmez. İleten kişi bununla mü­kellef olsun veya.ojmasın netice değişmez. Yalnız onun birisinden biri­sine ilettiğini isbât etmesi şarttır. Kullandığı ifâdenin de iletmeyle mü­kellef olduğunu veya bir başkasından rivayet ettiğini belirtmesi gerekir. Meselâ 'bir kişi başkasına; falancaya git, zânî olduğunu söyle, dese, söylenen adam da gidip mevzuu bahaolunan kişiye falanca kişinin böyle dediğini nakletse, nakledene hadd gerekmez. Ama sâdece iftira olunan cümleyi söyler ve açıklamazsa müfterî sayılır. Ebu Ha­nîfe, Şafiî ve Hanbel'e göre; kendisinden iftira naklolunan kişi; nakle­deni yalanlasa bile nakledene iftira haddi gerekmez. Lâkin Mâlik ile bazı Hanbelîler; kendisinden iftira naklolunan kişi, nakledeni yalan­ladığı takdirde, nakledenin nâkil olduğu isbât edilemeyeceği için, müf­teri olarak kabul edilmesini öngörürler. Bir şahıs; burulmuş, cinsiyet uzvu koparılmış, veya hastalıklı bir adama zina suçu isnâd ederse; İmâm Ahmed'e göre hadd gerekir. Hücceti ise şudur; İftira konusundaki nass-ı şer'î umûmîdir. Her iftiraya veya iftira olunana intibak eder. İftira olunanın temasa kadir veya âciz olması önemsizdir. Çünkü te­mas imkânı gizli bir şeydir ve insanlardan çoğu bunun mâhiyetini bil­mezler. Bunun için hadd vurulmazsa, iftira olunanın, iftira edildiği bi­linmez ve iftiradan mütevellid utanma durumu ortadan kalkmaz.

İmâm Mâlik, Ebul Hanîfe ve Şafiî'ye göre; iftira olunanın temas­tan âciz olduğu belli olduğu müddetçe, iftira edene hadd gerekmez. Çünkü iftira edenin yalancı olduğu hadd vurulmadan da ortadadır. Hadd, ancak utanma halini ortadan kaldırmak için gerekir. Fakat had-din imkânsız oluşu, bu tür müfterilere ta'zîr cezası verilmesini önlemez. Zîrâ böyle müfteri, iftira olunana eziyet etmiş olmaktadır.

Ebu Hanîfe iftira haddinin vurulması için, müfterinin İslâm diya­rında olmasını şart koşar. Eğer iftira Dâr'ül-Harb'de veya Dârül-Bağy'-de ise müfteriye hadd gerekmez. Çünkü iftira suçunun işlendiği anda, o mahalde İslâm halîfesinin velayeti yoktur. Diğer üç imâm ise; her iki halde de müfteriye iftira haddinin vurulmasını öngörürler. Ona göre; her iki durumda da kişinin İslâm'ın ahkâmına uymakla mükellef ol­ması hadd vurulması için yeterlidir.

Bir kişi, bir şahsın babası olmadığını iddia ederse; ittifakla müf­teri olarak kabul edilir ve hadd vurulur. Fakat Ebu Hanîfe, nesebi red-dolunan kimsenin anasının müslüman ve hür olmasını şart koşar. Çün­kü hakîkatta böyle bir iftira babaya değil, anaya karşı yapılmaktadır. Keza Ebu Hanîfe, iftiranın kızgınlık halinde olup olmaması durumunu da tetkîk eder. îftirâ kızgınlık halinde yapılmışsa bu durumda haddin gerektiğini, kızgınlık halinde yapılmamışsa haddin gerekmediğini be­lirtir. Çünkü babanın reddedilmesiyle gerçek anlamın kasdedilmemiş olması muhtemeldir. Meselâ babanın reddedilmesiyle babaya benzeme­me, onun ahlâkına uymama gibi hususlar kasdolunmuş olabilir. Bu ise haddi durdurmayı gerektirir. Bu konuda bazı Şâfiîler, Hanefîlere uyar­lar, diğer bazı Şafiî fakîhler ise İmâm Mâlik ve Hanbel'e uyarlar. On­lara göre; nesebin reddi ister kızgınlık anında olsun, ister diğer za­manlarda olsun haddi gerektirir. Etnu Hanîfe'ye göre; bir şahsın nese­bini dedesinden itibaren reddeden kişiye —çünkü o söylediğinde doğ­rudur. Meselâ bir kişiye «falanca, dedesinin oğlu değil» demek gibi— hadd gerekmez. Çünkü insan dedesinin oğlu değil babasının oğlu­dur. Keza bir şahıs; amcasına, dayısına veya anasının kocasına nisbet edilmesi halinde de hadd vurulmaz, çünkü bunlara da baba adı verilir. Nitekim Yüce Allah; «Ve senin babaların İbrahim, İsmail ve İshâk'ın tek ilâhı olan Allah'a...» (Bakara, 133) buyurmaktadır. Bilindiği gibi

Hz. îsmâîl, babası değil amcasıdir. Dayı, baba hükmünde sayılmakta­dır. Annenin kocası da terbiye bakımından baba mesabesindedir. Fakat İmâm Mâlik; bütün bu gibi hallerde haddi gerekli görür.

imâm Şafiî ve Hanbel böyle bir şart koşmazlar. İftira edilenin an­nesi hür ve müslüman bir kadın olmasa da, müfteriye hadd vurulması gerektiğini ifâde ederler. İbn Kasım, anne kâfir veya câriye de olsa ne­sebi reddeden kişiye hadd vurulması görüşüne sahiptir. Bir kişinin an­nesini reddeden kişiye icmâ-ı fukahâ ile hadd gerekmez. Çünkü ona; zina atfetmiş değildir. Bir şahsın kabilesini reddeden kişiye İmâm Mâ­lik ve Hanbel'e göre; hadd gerekir. Ebu Hanîfe'ye göre hadd gerekmez. Şafiî mezhebinde ise iki görüş de vardır. İmâm Mâlik'e göre; bir şah­sın cinsiyyetini reddeden kişiye hadd gerekir. Ebu Hanîfe'ye göre; hadd gerekmez. «Sen kıptîsin» veya «Rumsun» demek gibi. Şafiî mezhebinde ise iki görüş vardır. Birincisine göre hadd gerekir, çünkü bununla aba­mın nesebini reddetmek istemiştir ve Allah hadd cezasını zina isnadına bağlamıştır. İkinci görüş uyarınca hadd gerekmez, çünkü bu söz, iftira­nın dışında birçok mânâlara gelebilir. Arap olmayan birinin ırkı red­dedilirse hadd gerekmez.

Birisine bir kere zina, atfeden kişiye hadd vurulur, sonra ikinci de­fa iftira eder ise ikinci iftiradan sonra hadd vurulmaz. Şafiî ve Han-bel'e göre; ta'zîr cezası verilir. Çünkü birinci haddsile iftira olunana karşı yalan söylediği ifâde olunmuş ve utanma durumu ortadan kaldı­rılmışlar. Nitekim Ebu Bükre, Muğîre'nin zina ettiğine dâir şehâdet et­miş ve.'Hz. Ömer (r,a.) de ona sopa vurmuştur. Sonra ikinci defa iftira edince, ikinci kez sopa vurmak istemiş fakat Hz. Ali engel olarak de­miş ki; ona sopa vurmak istiyorsan arkadaşına vur. Bunun üzerine Hz. Ömer sopa vurmamış. Yani Hz. Ali (r.a.) demek istemiş ki; ona ikinci kez sopa vurmak istiyorsan, şehâdetini iki şehâdeC olarak kabul etmişsin demektir. Onun şehâdetini iki şehâdet olarak kabul edecek olursan, Muğîre'nin hakkındaki iddiasında dört şâhid getirmiş olur ve onu resmetmen" gerekir. Bilindiği gitti, Ebu Bükre ve beraberindekiler, bir şâhid daha bulunamadığı için hadd cezasına çarptırılmışlardı. îmâm Malik'e göre; birinci haddin infazından sonra tekrar iftira ederse, ikinci kez haddin vurulması gerekir.

 

2- İftira Edilenin Muhsan (İffetli, Evli, Temiz, Mii'min) Olması

 

İftira suçunun mevcûd olabilmesi için, iftira olunanın -^-ister ka­dın, ister erkek olsun— muhsan olması şarttır. İhsan şartının aranma­sında temel esâs Yüce Allah'ın şu âyet-i celîle'sidir;. «Namuslu ve hür kadınlara zina suçu isnâd edip te sonra dört şâhid getiremeyenlere- sek­sen değnek vurun.»  (Nûr, 4). Bir diğer âyet-i kerîme'de »e şöyle buvurmaktadır: «İffetli ve bir şeyden habersiz mü'min teiniz kadınlara iftira atanlar; dünyada da âh'îrette de lanetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azâb vardır.» (Nûr, 23). Birinci âyetteki .temiz ve iffet mânâ­sına gelen «ihsan» ta'bîri, —bir görüşe göre— zinadan uzak olma ma­nasınadır. —Bir diğer görüşe göre hürriyettir.— İkinci âyetteki «ihsan» kelimesinin mânası hürriyettir. Buradaki temiz ve iffetli kadınlar ile hür kadınlar kasdolunmaktadır. «Habersiz» ta'bîri ile ifâde olunan «Gâ-filât» kelimesinin mânâsı ise iffetli ve temiz kadınlardır. İnanmış ka­dınlarla müslüman kadınlar kasdolammaktadır. İslâm hukukçuları bu iki nassa. dayanarak îmânın yani İslâm'ın, hürriyetin, zinadan afîf ol­manın ihsanın şartı olduğunu öne sürmüşlerdir.

«Muhsanât» lâfza Kur'an-ı Kerîm'de müteaddid anlamlara gelir. Yukarda belirttiğimiz gibi 'bazı kere iffetli kadınlar anlamına vârid olur, bazı kere de evli kadınlar anlamına kullanılır. Meselâ şu âyet-i celîle'lerde bu anlamda kullanılmıştır: «Ellerinize geçen cariyeler müs­tesna, evli kadınlarla (muhsanât) evlenmeniz de (haram kılındı)». (Nisa, 24). «Sizden; hür, inanmış kadınlarla evlenmeye güç yetireme-yen kimse, ellerinizdeki inanmış cariyelerden alsın. Allah sizin îmânı­nızı daha iyi bilir. Birbirinizdensiniz; Aynı soydansınız. Onlarla, zina­dan kaçınmaları, iffetli yaşamış ve gizli dost tutmamış olmaları halinde, velîlerinin izniyle evlenin. Ve ma'rûf şekilde metiirlerini verin.» (Nisa, 25).

Bazan da «muhsanât» kelimesi, hür kadınlar anlamına gelir. îste şu âyet-i kerîmelerde bu anlamda kullanılmaktadır:1 «Sizden; hür, inanmış kadınlarla (muhsanât) evlenmeye güç yetiremeyen kimse,' el­lerinizdeki inanmış cariyelerinizden alsın.» (Nisa, 25), «Mü'min kadın­lardan iffetli olanlar .ve sizden önce ki'tâb verilenlerden iffetli kadınlar, zina etmeksizin, gizli, dost tutmaksızıri ve mehirlerini verdiğinizde size* helâldir.»  (Mâide, 5)

«Evlendiklerinde zina edecek olurlarsa; onlara, hür kadınlara ve* rilen cezanın yarısı verilir.» (Nisa, 25).

Kişi; âkil, fcâliğ, hür, müslüman ve zina etmeyen, iffetli kimse ol­duğu takdirde Kur'an'terminolojisinde «muhsan» vasfını alır. Bilindiği gibi akıl ve bulûğ, her suçta ve suçluda bulunması gereken iki umûmî şarttır. Ancak bu şartların, tecâvüze uğrayanda bulunması gerekmez. Fakat İslâm hukukçuları iftira suçunda, iftira edilen (tecâvüze uğra­yan) kişinin de âkil ve baliğ olmasını, ancak böylece muhsan olabile­ceğini öne sürerler. Ve bu şartlara hâiz birisine iftira edildiği takdirde hadd vurulmasını gerekli bulurlar. İftira edilenin âkil ve baliğ olma­sının şart koşulması bu sebebe dayanmaktadır; iftira edilen kişiye zina isnâd" edilmektedir. Zina suçu, ancak âkil ve baliğ olan birisinden sâdır olabilir. Çocuğun ve delinin zinasında hadd gerekmez. Lâkin İslam hu­kukçuları yine de iftira edilenin baliğ olma şartında ihtilaflıdır. Bir ri­vayete göre; İmâm Ahmed, ihsan için bulûğun şart olduğunu öne sü­rer ve baliğ olmanın mükellefiyetin iki şartından birisi olduğunu, ifâde eder. Hem çocuğun zinası halinde hadd gerekmeyeceği için çocuğa if­tira edilmesi halinde de hadd gerekmez, der. Yine îmânı Ahmed'e at­fedilen bir başka rivayette; iftira edilen kişi iffetli ve akıllı olduğu sü­rece, ihsan için baliğ olma, şartı yoktur. Bu rivayete göre iftira olunan kişi, baliğ olmasa bile temas yapacak güçte olması gerekir. Bunun için yaş sınırı olarak erkekte on, kız çocuğunda dokuz yaşını kabul etmekte­dirler.

İmâm Mâlik, kız çocuğunda bulûğ şartını aramaz, fakat erkek ço-ouğunda arar. Kız çocuğu temas edebilecek güçte ve yaşta ise İmâm Mâlik'e göre muhsandır. Ona göre hadd, utanma ve arlanma durumu­nu ortadan kaldırmak için konulmuştur, bu, yaşta bir kız çocuğuna ise utanma ve arlanma duygusu iliştirilebilir. Efou Hanîfe ve Şafiî, iftira edilen kişinin ister erkek olsun, ister kız olsun baliğ olmasını şart ko­şarlar.

İslâm hukukçuları arasında ittifakla kabul edilen hususlardan bi­ri de, gerek erkek olsun gerek kadın, iftira edilenin (zina) müslüman olması îcâbeder. Fakat fakîhler, nesebin reddi durumunda ihtilaflıdır­lar. Nesebi reddedilen kişinin anasının câriye veya gayr-i muslini ol­ması halinde farklı görüş serdetmektedirler. Zîrâ câriye veya gayr-i müslim bir kadının çocuğunun nesebinin reddi, anasına zina atfetmek olacaktır. Bu durumda Ebu Hanîfe, ananın müslüman ve hür olmasını şart koşar. Eğer anne müslüman ve hür olmaz İse iftira eden kişiye hadd vurulamayacağını belirtir. Mâliki mezhebi ise, nesebi reddedilen kişi­nin annesinin hür veya müslüman olmasını şart koşmaz. Nesebi red­dedilen kişinin annesi kâfir veya câriye olsa, Mâlikîlere göre; iftira atan kişiye hadd vurmak gerekir. Bu görüş İtan Kâsım'ın görüşüdür, îmâm Mâlik İse bu meselede bir görüş serdetmemiştir. İmâm Şafiî ve Hanbelî, Mâlikî mezhebinden İbn Kâsım'ın görüşüne uymaktadırlar.

Ebu Hanîfe'ye göre; iffetin mânâsı şudoır: İftira edilen kişinin, Öm­ründe cariyesi veya nikâhlı karısı dışında hiç bir kimse ile haram te­masta bulunmamış olmasıdır. Hattâ üzerinde icmâ' vâki' olan fâsid ni­kâhla nikâhlandığı karısı dışında kimseyle temas etmemiş olması gere­kir. Bir kişi bu saydığımız üç şıkkın dışında harama el uzatmamışsa; ister fiili haddi gerektiren zina olarak kabul edilsin, i&ter kabul edilme­sin iffeti zail olmuş olur. Eğer cariyesi veya sahîh nikâhla nikahlanmış karısı veya üzerinde icmâ' vârid olmayan fâsid nikâhla nikahlanmış karısı ile haram yolla temas ederse İffeti sakıt olmaz. Meselâ bir kişi kendi hanımı zannıyla, başka bir kadınla gerdeğe girerse ve temasta bulunursa cariyesi ve nikâhlı karısı olmadığı için haram temas etmiş olacağından iffeti sakıt olur, fakat zina suçundan dolayı adama hadd vurulmaz. Çünkü işlediği fiili mübâhlaştıran zahirî bir mesned vardır, o da karısı zannıyla gerdeğe girmiş olmasıdır. Bir kişi loğusa, hayızlı, cruçlu, ihrâmlı veya zihâr talâkıyla boşadığı karısı ile temas ederse iffeti zail olmaz. Çünkü yaptığı temas her ne kadar haram ise de, ger­çekte temas ettiği kadınla aralarında nikâh bağı vardır.

imâm Mâlik'e göre iffet; iftira edilen kişinin, iftiradan önce veya sonra zina fiilinden uzak bulunmasıdır. Fiilden uzak bilindiği gibi, üze­rine zina haddinin sabit olmasından da uzak kalması şarttır. Çünkü haddin sübûtu, zina fiilini îcâbettirir. Şu halde İmâm Mâlik'e göre; bir kişinin iffetli sayılabilmesi için, zina haddini icâbettiren bir temas­ta bulunmaması ve üzerine zina haddi sabit olmaması gerekir. Eğer zi­na haddini gerektiren bir temasta bulunur veya üzerine zina haddi sa­bit olursa; o kişi iffet sahibi sayılmaz, imâm Mâlik'e göre; bir kişi ha­ram bir yolla temas edecek olursa ve bu teması haddi gerektirmiyorsa iffetlidir. îmâm Şafiî'ye göre iffet; iftira atılan kişinin, iftira atılmaz­dan önce ve sonra kendisine zina haddini îcâbettirecek bir fiilden uzak bulunmasıdır. Bnâenaleyh bir kişiye zina haddi gerekiyorsa iffetli de­ğildir. Eğer o kişi cariyesinin dışında haram bir yolla temasta bulunur­sa ona hadd gerekmez. Karısı sandığı bir kadınla temas eden veya sıh­hati ihtilaflı olan bir nikâhla temas eden kimseler gibi. Bu hususta Şafiî mezhebinde iki görüş vardır. Temas haram olduğu için tıpkı zina gibi iffet ve ihsan sakıt olur. îkinci görüş uyarınca temas; haddi gerek­tirmeyen bir temas olduğu için iffet ve ihsan sakıt olmaz. Tıpkı bir ko-jbanın, âdet görürken karısıyla temas etmesi gibi.

Ahmed Ibn Hanbel, ne Ebu Hanife gibi iffet için mutlak bir şart koşar, ne de İmâm Mâlik ve Şafiî gibi zina fiilinden uzak olmayı, öngö­rür. Onun için bir kişfhin iffetli sayılması, zinadan açıkça beri olması ile mümkündür. Binâenaleyh bir kimseye delil veya ikrar yoluyla zina suçu sabit olmamış veya zina haddi vurulmamışsa; o iffetlidir.

imâm Mâlik, Ebu Hanîfe ve Şafiî'; ihsan durumunun iftiradan ön­ce ve iftiradan sonra da ceza uygulanıncaya kadar mevcûd olmasını gerekli görürler. îmâm Ahmed tbn Hanbel ise ancak iftira anında, ih­sanı şart koşmakta ve iftiradan sonra böyle bir şart aramamaktadır, iftira edilen kişide ihsan şartlarından birisi mevcûd olmazsa, iftira ede­ne hadd vurulmaz, ta'zîr cezası gerekir. Meselâ deliye, kâfire veya kö­leye iftira edene ta'zîr cezası verilir.

 

3- Suç Kasdı

 

İftira eden kişi; tecâvüze uğrayana zina atfettiği veya nesebini reddettiği takdirde —söylediğinin doğru olmadığını bilmesi halinde— suç kasdının znevcûd olduğu kabul edilir. İftira eden kişi, söylediğinin doğruluğunu İsbât edemediği müddetçe, söylediğinin doğru olmadığını bilen birisi olarak değerlendirilir. İftiranın doğruluğunu belgelendir­mekten âciz olmak; İftira ettiği kişiyi bilmediğine delil olarak kabul edilmez, aksine bildiğine karine olarak kabul edilir. Şu halde böyle bir durumda bulunan kimse, iftira ederken, söylediğinin doğruluğuna ina­narak, iddiasını ortaya attığını ve iddiasını doğrulayan makbul sebep­ler bulunduğunu öne sürer. Çünkü bu durumda tecâvüze uğrayan ki­şiye iftira etmeden önce, söylediği hususları isbât eden delillerin elin­de bulunması gerekir. İşte Rasûlullah (a.s.)ın Ümeyye oğlu Hilâl'e, ka­rısının Şüreyk ile münâsebet kurduğuna dâir iftira ettiği sırada söy­lemiş olduğu şu sözler bunu âmirdir: Söylediğini doğrulayan dört şâ-hid getir, yoksa sırtına iftira sopası vurulur. Halbuki Hilâl bizzat zina vak'asına şâhid olduğunu iddia etmiş, bu durum liân hakkındaki hü­küm nazil olmadan önce ona hadd vurulmasını önleyememiştir. Bu da, Yüce Allah'ın şu âyet-i celîle'sindeki çok sarîh ifâdesinin delâlet ettiği hükümdür: «Buna karşı dört şâhidle gelmeleri gerekmez miydi? Ma­dem ki onlar şâhidleri getiremediler, öyleyse Allah katında onlar, ya­lancıların ta kendileridirler.» (Nur, 13) İşte bu âyete dayanarak cum-hûr-u fukahâ, şâhidlerin sayısının dörtten az olması halinde, zina is-nâd eden kişiye iftira haddinin vurulmasını öngörmüşlerdir. Fakînler-den bir kısmı şâhidlerin sayılarının dörtten az olması hâlinde hadd vu-rulmamasını ifâde ederken; bunu hiç bir saik olmadan Allah korkusuy­la şehâdet yapması halinde gerekli bulmuşlardır. Ama iftira ederek böyle bir yola tevessül ederlerse, hadd vurulacağı konusunda ihtilâf yoktur. Bütün banlardan sonra iftira eden kişinin, tecâvüze uğrayana zarar verme kasdı güdüp gütmemesi şart değildir. Keza suçluyu, iftira­ya sevkeden faktörlere de itibâr yoktur.

İslâm hukuku beşerî hukuk sistemleri gibi, iftira konusunda ale-niyyeti şart koşmaz, Bunun için iftira eden ister umûmî mahallerde, ister husûsî mahallerde, ister kendi aralarında, ister halkın içinde if­tira etsin, iftira eden kişiyi cezalandırır.

islâm hukukunun iftirada aleniyyete önem vermemesinin sebebi şudur: İslâm hukuku, insanların değerini bir tek ölçüyle ölçer. Ve in­sanın değerinin, şartların değişmesiyle değişmeyeceğini ifâde eder. Bir insanın kendi başına değeri, halkın önündeki değeriyle aynıdır. Bir insanın gizlice kendi değer ve haysiyetine titizlik göstermesi, herkesin İçinde kendi değer ve haysiyetine titizlik göstermesinden daha az önem­lidir, îslam; insanın yalnız iken de herkesin içinde olduğu gibi olması­nı şart koşar. Bir takım eksikliklerini insanlardan gizleyip te, Allah'­tan gizlemeyen kimseleri kınar. Halbuki Allah hem yalnız iken, hem de herkesin içinde İken insanlarla beraberdir. İslâm hukukunda ana kaide; ister gizli, ister açık olsun, her türlü fuhşun yasaklanmasını âmirdir, tslâm hukuku insanları gizli-açık, görünen ve görünmeyen kötülüklerden uzaklaşmaya davet eder. Bunun İçin de gizlice işlenmiş suçla, açıktan işlenmiş olan suç arasında fark gözetmez. Çünkü tslâm hukukuna göre; suç, şartlarına göre değil, kendiliğinden yasaktır. Hiç kimsenin görmediği yerde gizlice suç işleyen kimseye, herkesin gördüğü yerde açıkça suç işlemiş gibi ceza verir. Beşerî hukuk ise böyle değil­dir. Çünkü o, açıkça işlenen iftira suçlarıyla, gizlice işlenen iftira, suç­lan arasında fark gözetir. Açıktan işlenen iftira suçlarını cezalandırır­ken, gizlice yapılan iftira suçlarını cezalandırmaz. Şu halde beşerî hu­kuk iftirayı cezalandırırken genellikle kişinin bir topluluk huzurunda hoşlanmayacağı halinin açıklanmış olmasını nazar-ı i'tibâra alır. Ve aynı fiilin, kimsenin görmediği bir yerde işlenmesi halinde cezalandır­maz. Çünkü iftira halkın kulağına ulaşmamıştır.

Böylece beşerî hukuk; insanlann değerini iki ölçü ile ölçmekte ve her insana iki değer tanımaktadır. İnsanın başkaları önünde değeri­ni küçülten, haysiyetini rencide eden ve şerefini çiğneyen bir durumla karşılaştığı zaman bunu muhafaza yoluna giderken kimsenin görmedi­ği yerde aynı fiilleri asla önlemeye gerek görmez. Görülüyor ki beşerî hukuk, insanların hayatında iki yüzlülüğü, riyakârlığı teşvik etmekte ve insanı özünden uzaklaştıran, aldatan, olduğundan başka şekilde gö­rünen varlıklar haline getirmeye çabalamaktadır. Böylece ferdleri hay­siyetsiz, şerefsiz olarak yaşamaya zorlamaktadır. Kimsenin görmediği yerde istedikleri davranışı yapmalarını normal saymaktadır. Gizlice yapılan hakaretlere gddırmamayı, kızmamayı öngörmekte, fakat açıkça hakaret edildiği takdirde kızmaya ve mukabele etmeye teşvik etmek­tedir.

Beşerî hukukun aleniyyet konusunda benimsediği prensib; iftira­nın isbâtının caiz olmayacağı konusundaki prensibinin mütemmimidir. Her iki prensib de insanlann hayatını iki yüzlülük ve riyakârlık esâs-lanna dayandırmayı hedef alır. Çünkü isbâtın caiz olmaması demek; hem doğru söyleyene hem de yalan söyleyene ceza verme demektir. Bu ise insanlann gerçeği söylememelerine, kişileri ve eşyayı olduğu gibi gerçek nitelikleriyle nitelendirmemelerine vesîle olur. insan; ancak ce­za ile yüzyüze geldiği zaman kötülükleri açıklamaya tevessül eder, cezâ söz konusu olmayınca da yalancı, iki yüzlü olarak yaşamaya çalışır. Bu ise gerçeği söylemeyi önler.

İslâm hukukunun aleniyyet şartı aramamasımn esâsı ise, iftirada isbâtın caiz oluşu prensibinin mütemmimidir. Her iki esâs da; toplu­mun faziletli, insanlığın doğru, şerefli ve haysiyetli bir hayat sürmesi esâsına dayanır. İslâm hukuku ile beşerî hukukun ta'kîbettiği metod arasında ne büyük farklar olduğu açıktır. İslâm hukuku suçu; suç ol­duğu için cezalandırır, suçun şartlarından dolayı değil. Beşerî hukuk ise; suçun suç olmasını önemsemez, bunun yerine suçun şartlarım ce­zalandırır. İslâm hukuku ahlâksızları, bozguncuları, kötüleri iyilerin, dürüstlerin ve temiz insanların diline düşmekten alıkoymaz ama iyile­ri, yalancıların ve sahtekârların diline düşmekten alıkoyar. Beşeri hu­kuk ise kötüleri, ahlâksızları —kötülükleri ve ahlâksızlıkları açıkça be­lirtmiş olsa da— korumayı te'mîn eder ve iyileri, dürüstleri, doğruları —iyilikleri dürüstlükleri ve doğrulukları sabit olsa da— cezalandırmayı gaye edinir. Ayrıca beşerî hukuk iyileri, yalancıların attıkları pislikler­den uzaklaşmaya ve berâete müsâade etmez. Çünkü müfteriye, iftirası­nı isbât imkânının tanınmaması, iftira olunanın iftira edilen fiilden berâetini isbât etmesine engel olur ve müfteri, sırf iftira suçundan ce­zalandırılırken; söylediğinin doğru ve yanlış olmasına bakılmaz. İftira edilen temiz kişi, üzerine iftira pisliği bulaşmış olarak kalır ve kendisini bu pislikten antamaz, kurtaramaz.

 

İftira Dâvası

 

İftira davasının açılabilmesi için iftira edilenin davacı olması ve şikâyet etmesi gerekir. İftira edilen; şikâyet etmez taşkası şikâyet eder­se, başkasının şikâyetine dayanılarak dava açılamaz. Keza iftira da­vasında şâhidler. Allah için sahicilik yapar ve iftira olunan kişi dava­nın açılmasından önce kabul olmaz. Dava. ancak İftira edilenin şikâ­yeti  ile açılabilir

İslâm hukukçuları arasında kesin olarak kabul edilmektedir ki; if­tira cezası, Allah'ın baddlerinden bir haddir. Allah'ın haddlerinden bir hadd ile alâkalı bir davanın açılabilmesi için tecâvüze uğrayanın da­vacı elması şart değildir. Lâkin fukahâ, bu genel kaidenin bir istisnası olarak iftira haddini ayırırlar. Ve iftira davasının açılması için dava­cının şikâyetini şart kenarlar. Bunu yaparken şu hususu dikkate alır­lar: İftira suçu her ne kadar bir hadd ise de, iftira eden kişiyi çok ya­kından ilgilendirir ve onun toplumdaki yeri, şeref ve haysiyetiyle alâ­kalıdır. Müfterinin, iftirasının isbât hakkı vardır. Müfteri iftirasını is>-bat edince; iftira edilen kişi zina suçundan sorumlu olur ve iftira konusu zinâ ise zina eden kişiye zina cezası verilmesi gerekir. Netice, böy­lesine önemli olduğu için dava açılabilmesi, iftira edilenin şikâyetine bağlıdır.

İftira suçundan dava açmak hakkı —eğer hayatta ise— sâdece if­tira edilen kişiye aittir. Binâenaleyh iftira edilen kişiyle alâkası ne de­rece olursa olsun, onun dışında bir kimsenin dava açması mümkün de­ğildir. Hattâ iftira konusu kendisiyle alâkalı olsa bile. Fakat iftira ya­kından kendisini ilgilendiriyorsa bu takdirde dava açabilir. Şöyle ki; bir şahıs bir kişinin belli bir kadınla zinâ ettiğini söyleyip ısrar eder­se burada iftira konusu hem o şahıs, hem de kadın olduğu için her ikisi­nin iftira davası açma hakkı vardır. Ancak onların dışında hiç kimse iftira davası açamaz. Kadının kocası veya çocuğu veya anne ve babası —her ne kadar dava kendilerini ilgilendirse de— iftira davası açamaz­lar. Çünkü iftira, kendilerini doğrudan doğruya değil iftira edilen ka­dın vasıtasıyla ilgilendirmektedir. Halbuki söz konusu davada hak sa­hibi kadındır. Keza erkeğin çocukları, annesi, babası ve karısı aynı se­beple iftira davası açma hakkına hâiz değildir. İftira edilen kişi, iftira davası açar, sonra dava karâra bağlanmadan ölürse Ebu Hanîfe'ye göre; iftira edilenin ölümüyle dava düşer. Çünkü iftira davasında şikâyet ve dava hakkı sâdece bir haktır, mal değildir, binâenaleyh mîrâs olarak in­tikâl edemez. Fakat İmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel, dava hakkının da mîrâs yoluyla intikâl edeceğini ve iftira edilenin vârisle­rinin iftira edilen kişi yerine geçeceğini kabul ederler. Şayet iftira edi­len kişinin vârisleri yoksa dava düşer. Mâlikîler ise iftira edilenin vârisi olmadan ölmesi halinde, herhangi bir şahsı kendi yerine vekil bıraka­bileceğini ve davayı devam ettirmeyi ona vasiyet edebileceğini kabul ederler. Bu şekilde vasiyet ettiği takdirde; vasiyet ettiği kişi dava ile alâkalı hususlarda iftira edilenin yerine geçer ve iftira edilenin ölü­müyle dava düşmez.

îftirâ edilen kişi. iftiradan sonra ve şikâyetten önce ölürse dava açma hakkı sakıt olur. Vârislerinin ve baba tarafından, akrabalarının iftira edene karşı dava açma hakkı kalmaz. Ancak iftira edilen kişi if­tirayı bilmeden ölmüşse durum farklıdır.

tftirâ edilen kişi ölmüş birisi ise; cumhûr-u fukahâ'ya göre —ki aralarında dört mezheb imâmı da bulunmaktadır - dava hakkına sa­hip bulunanlardan birisinin şikâyet etmesiyle iftira eden kişi hakkında dava açılabilir. Böyle bir hakka sahip bulunan kimse mevcûd olmazsa, dava açma hakkı ortadan kalkar. Ancak Şâfiîler yukarda belirttiğimiz esâslar dâhilinde dava açılabileceğini ifâde ederler. İslâm hukukçuları bu durumda dava açma hakkına kimin sahip olacağı konusunda ihti­laflıdırlar, îmâm Mâlik'e göre iftira edilenin erkek usûl ve fürû'u dava

açma hakkına sahibdirler. Keza iftira edilenin baba ve anne tarafından dedeleri bu hakka sahibdirler. Bunlardan herhangi birisi hayatta ol­mazsa, dava açma hakkı ağabeye, kızlara, bacılara ve ninelere intikâl eder. Ebu Hanîfe'ye göre; ister erkek, ister kadın olsun iftira edilenin çocuğu, oğlunun kızı, oğlunun oğlu ve aşağıya kadar uzanan torunları ve anne, baba ve yukarıya doğru uzanan cedleri dava açma hakkına sahibdirler. Ebu Hanîfe ve Ebu Yusuf'a göre; kızın çocukları da dava açabilir. Fakat îmâm Muhammed bu görüşte değildir. Şafiî mezhebin­den bir görüş taraftârlanna göre; dava açma hakkı, eşlik yoluyla vâris olanların dışında tüm vârislere aittir. Bir diğer görüşe göre; dava aç­ma hakkı yalnız ağabeye aittir.

îslâm hukukçuları, ölüye iftira edilmesi halinde; dava açma hak­kını vârislere verirken şu, sebebi ileri sürerler. İftira, iftira edilene utan­dırıcı bir lekeyi sürmektir. Utandırıcı bir lekenin ilişeceği mahal ölü olmayacağına göre, iftiranın muhtevası ölüye değil onun yerine bırak­tığı dirilere ilisecekür. Ölünün ailesi ölüye, bir parçanın bütününe bağ­landığı gibi bağlandığına ve bir insana yapılan iftira onun parçaları­na da yapılan iftira mânâsına geldiğine göre, ölüye yapılan iftira an­lam bakımından ölünün ailesine yapılmış sayılır. İşte bu yüzden ölünün ailesinin utanç unsurunu üzerinden atması için dava açma hakkı ken­dilerine verilmiştir. Fakat iftira edilen kişi, iftira anında diri ise iftira­dan etkilenmeye müsait bir durumda olduğu için utanç veren husus kendisine ilişmiş ve buradan doğan düşmanlık hakkı yalnız kendisinin olmuş olur. İslâm hukukçuları dava açma hakkının kime âit olduğu konusunda farklı görüşlere sahip olmaları nedeniyle iftirada utanç un­surunun kime ilişeceğinin takdiri konusunda da farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bazılarına göre utanç unsuru; bütün vârislere ilişirken, bazılarına göre karı koca durumuyla vâris olanların dışında tüm vâris­lere ilişir. Diğer bir gruba göre; sâdece ağabeyi ilgilendirirken, bazıları­na göre de iftiranın nesebin reddi konusunda geçerli olduğu vârislere ilişir. Bu ihtilâfa rağmen dava açma hakkına sahip bulunan bir kişinin, aynı hakka hâiz bulunan diğer kimseleri beklemeden dava açabileceği konusunda ittifak vardır. Bu, diğer kişiler, isterse ölüye daha yakın de­recede akraba olsunlar. Ölünün daha yakın akrabaları dava açmasa bi­le, uzak akrabalar dava açabilir, demektir.

Günümüzde beşerî hukukta geçerli olan görüş şudur: Kanunlar ölüler için değil, diriler için konulmaktadır. Binâenaleyh ölüye iftira­nın etkisi, yaşayan vârislere ulaşmadığı sürece ceza gerekmez. İftira, yaşayan vârislere veya ölünün yakın akrabalarına ulaştığı takdirde mahkeme açılır ve ceza verilir. Beşerî hukuk sistemlerinden kimileri —Mısır kanunlarında olduğu gibi— iftira edilenin ve vârislerin şikâyeti üzerine iftira, davası açmayı şart koşmazlar. Buna karşılık bazı hu­kuk sistemlerinde —Fransız kanunlarında olduğu gibi— iftira edilenin şikâyetçi olması şarttır. Binâenaleyh iftira edilen kişi öldüğü takdirde şikâyet hakkı ortadan kalkar. Lâkin iftira ile, kişilerin aile ve yakınla­rının şeref ve haysiyetleri rencide edilmek istenmişse, bu takdirde ki­şiler kendi adlarına dava açabilirler. Beşerî hukuk sistemlerinin ölüle­re iftira edilmesi halinde tuttuğu yol, İslâm hukukundan ayrıdır. İftira davası, islâm hukukunda her zaman için, iftira edilenin ailesini ve ya­kınlarını ilgilendirir. İslâm hukukunun iftira davasında, dava açma hakkını —hiç bir kayda bağlı kalmadan— vârislere tanırken ta'kîb et­tiği yol; bütünüyle beşerî hukuk sistemlerinin ölünün yaşayan yakınla­rım ilgilendirmesi halinde dava açma hakkını varislere tanımasına uy­gundur. Beşerî hukuk sistemleri iftirayı, İslâm hukukunda olduğu gibi yalnızca zina ve neseb reddine hasretmezler. Bilakis başkasına her tür küçültücü isnâdda bulunan kimseleri müfterî olarak kabul eder. Hal­buki 'beşerî hukuk sistemlerinde iftira olarak kabul edilen hususlardan çoğu, iftira edilenin hayatta kalan yakınların* ve akrabalarını ilgilen­dirmez. Fakat iftira edilene neseb reddi ve zina isnadı şüphesiz ki on­ların geride kalan yakınlarını ve akrabalarını fazlasıyla ilgilendirir. Ve bu yüzden de beşerî hukuk sistemlerinde iftira edilenin vârislerine ve hayatta kalan yakınlarına neseb reddi ve zina isnadı halinde müfteri­nin aleyhinde dava açma hakkı tanıdığı söylenebilir. Dava açmayı if­tira edilenin şikâyetine bağlamak konusunda bazı hukuk sistemlerinin tuttuğu yol; İslâm hukukunun tuttuğu yolun aynısıdır. Fransız kanun­ları bu meyandadır. Aralarında Mısır kanunlarının yer aldığı bazı hu­kuk sistemleri de, iftira suçunda dava açmak hakkını, iftira edilenin şikâyetine 'bağlı bırakmazlar.

islâm hukukçuları suçlardan doğan haklan iki kısma ayırırlar. Bi­risine Allah'ın haklan, diğerine de insanların haklan adını verirler. Bir cezada Allah'ın hakkının çoğunlukta olması veya tümüyle hakkın Al­lah'a ait olması, suçun birinci kategoriye girmesine vesiledir. Ceza kula ait olduğu veya kul hakkı çoğunlukta bulunduğu hallerde de kullann hukukî statüsü ortaya çıkar.

Allah'ın hukuku; toplumun faydasını ve cemiyet nizâmını alâka­dar eden suçlardan doğar. İnsanların hukuku ise, ferdleri ilgilendiren suçlardan neş'et eder. İslâm hukûkçulan Allah'ın hakkından söz eder­ken, bununla o hakkın ferdler veya toplum tarafından iskât edilemeye­ceğini kasdederler. İslâm şeriatında bir ceza, toplumun menfaatinin gereği ise; Allah'ın hakkı olarak kabul edilir.

Toplumun menfaati; kötülüğün ortadan kaldınlmasım, cemiyetin emniyet ve güvenini sağlamayı gerektirir. Kötülüğü topluma râci' olan ve cezalandırılması halinde faydası toplumu ilgilendiren her suç, Allah'­ın hakkını alâkadar eden bir suç olarak kabul edilir ve toplumun fay­dasını sağlamak, kötülüğü ve zararı defetmek için Allah'ın hakkını el­de etmek üzere cezalandırmak gerekir. Çünkü cezayı Allah'ın hakkı olarak kabul etmek, toplumun ve ferdlerin iskâtı ile cezanın iskât edi­lemeyeceğini kabul etmek demektir.

Her ne kadar islâm hukukçuları, hakları Allah'ın ve ferdlerin hak­lan diye ikiye ayırmakta iseler de, çoğunlukla sırf toplumu ilgilendi­ren ve ferdlerin de-hukukunu alâkadar eden haklan Allah'ın hakkı ola­rak kabul ederler. Çünkü şeriatın her hükmü, yerine getirilmek; ve uyulmak üzere konulmuştur. Kulların Allah'ın buyruklarına uyması, yasaklarından kaçınıp, Şer-i Şerifin emirlerini yerine getirmeleri Al­lah'ın üzerlerindeki bir hakkıdır. Şu halde her hükümde, bu bakımdan Allah'ın hakkı vardır. Bir hükmün tamamen ferdlerin hakkını ilgilen­dirdiğini söylemek, doğru bir genelleme olmaz. Fakat kulların dünyevî işleriyle ilgili haklarının çoğunlukta olduğu kasdedilerek, kulların hak­ları diye bir sınıflamaya gidilirse sahîh olur. Bunun gibi Allah'ın hu­kukunu ilgilendiren her emir şüphesiz ki ferdlerin menfaatini da alâka­dar eder. Çünkü Şeriat-ı Rabbânî, ferdlerin menfaatini gerçekleştirmek üzere vaz'olunmuştur.

Bazı suçlarda Allah'ın ve kulların hakları aynı vak'ada yer alır, hırsızlık suçunda olduğu gibi. Hırsızlık suçunda Allah'ın hakkı yani toplumun hakkı, suçluyu cezalandırmakta, tecâvüze uğrayanın hakkı da çalınan malın veya bedelinin geri iâ3e edilmesindedir. Bazı haller­de de —İrtidâd suçunda olduğu gibi— bir suçtan tek bir hak neş'et eder. İrtidâd suçunda yalnız bir hak vardır o da toplumun hakkı, yani Allah'ın hukukudur.

Aslında îslâm hukukunda cezaların verilmesiyle gerekenin yerine getirilmesi, Allah'ın hakkı kabul edilir. Bunun istisnası olarak bâzı ce­zaların uygulanmasında ferdlerin hakkı olduğu kabul edilir. Bu ceza­lar; ferdlerin hayâtına ve bedenlerine karşı yapılan saldırılara verilen cezalardır. Yani öldürme, yaralama ve dövme suçlarıdır. îslâm hukuku kısas ve diyeti, ferdlerin hakkı olarak koymuştur. Ferdler isterlerse bu haklarını kullanırlar, isterlerse vazgeçerler. Haklarını kullanmaktan vazgeçtikleri takdirde toplumun, suçlunun suçuna ve suçluluk durumu­na uygun bir ceza vermesi gerekir. Şu halde bazı cezâlann ferdlerin haklan olarak yerine getirilmesi; toplumun aynı suçlar için başka ce­zalar vermesini engellemez. İslâm hukukunda ittifakla kabul edilmekte­dir ki; iftira suçunda iki hak vardır. Birisi Allah'ın hakkı, diğeri iftira olunan kişinin hakkıdır. Fakat fukahânın ihtilaflı oldukları husus, bu iki hakkın hangisinin daha kuvvetli olduğu   konusudur. Ebu Hanîfe; iftira suçunda Allah'ın hakkını kulların hakkından daha fazla olarak kabul eder. Ve suçu Allah'ın hakkını alâkadar eden bir suç olarak de­ğerlendirir. Bazı Hanefî fakîhleri ise iftira suçunda Allah'ın ve insan­ların hakkı bulunduğunu, fakat ağırlığın insanların tarafında olduğunu ifade ederler.

İmâm Şafii ve Ahmed İbn Hanbel ise iftira suçunda; kul hakkının Allah hakkından daha fazla oldğunu kabul eder ve suçu insanların hak­kını alâkadar eden bir suç olarak değerlendirirler. İmâm Mâlik ise da­va açılmazdan önce kul hakkının Allah hakkından fazla olduğunu, da­va açıldıktan sonra ise Allah hakkının kul hakkından fazla olduğunu ifâde eder. O halde İmâm Mâlik'e göre suç; şikâyetten ence insanların hukukunu ilgilendirmekte, şikâyetten sonra ise Allah'ın hukukunu il­gilendirmektedir.

Şafiî ve Hanbel, kul hakkının daha ağır bastığını söylerken; kulun kendi hakkına toplumdan daha fazla muhtaç olduğunu belirtirler. Ebu Hanîfe ise toplumun hakkını ferdin hakkından daha öne alırken; bu­nunla toplumun hakkının korunmasını hedef alır. Ona göre kulun hak­kının ağır bastığını kabul etmek, toplumun hakkının heder edilmesine vesîle olabilir.

Devlet reîsi hem ferdlerin hem de toplumun vekîli olduğu için, hem ferdlerin hem de toplumun haklarını almakla görevlidir.

iftira suçunda İki hukuktan birini diğerinden fazla kabul etmenin bazı önemli neticeleri vardır ki, bunları şöylece sıralayabiliriz:

a- İnsanların hukukunun Allah'ın hukukundan daha fazla oldu­ğunu söylemek; iftira suçundan doğan hakkın; vârislere miras yoluyla intikâl etmesine vesîle olur. çünkü mîrâs kulların hukukunda carîdir. Allah'ın hakkının kulların hakkından daha fazla olduğunu söyleyenler ise; dava açma hakkının vârislere intikâlinin söz konusu olmayacağını belirtirler, iftira haddi her ne kadar insanların menfaati için konuşul-muşsa da, Allah'ın hakkı olduğunu ifâde ederler.

Onlara göre kullar, mal ve mal ile alâkalı olan hususlara mâlik olurlar. Dava açmak hakkı ise bunlardan herhangi birisine dâhil değil­dir.

b- Ebu Hanîfe gibi Alîah hakkını kul hakkından fazla sayanla­ra göre; iftira edilen kişinin, suçun sübûtundan sonra müfteriyi affet­me yetkisi yoktur. Şayet affederse bu affı bâtıldır. Çünkü iftira haddi. Allah'ın haklarından bir haktır. Ferdlerin veya toplumun diğer haklar gibi onu affetme ve iskât hakkı yoktur.

Şafiî ve Hanbel gibi Allah hakkının kul hakkından fazla olduğu­nu söyleyenlere göre; iftira edilen, haddin uygulanması anına kadar if­tira edeni affedebilir. Affettiği takdirde hadd sakıt olur. Ancak iftira suçu hadd cezasına hükmolunan bir suç ise ve iftira edilenlerin sayısı birden fazla ise haddin sakıt olması için tüm iftira edilenlerin affetme­si gerekir. Bir kısmı affedip bir kısmı affetmezse, affedilenlerin affına binâen hadd sakıt olmaz.

İmâm Mâlikin af konusunda değişik görüşleri vardır. Birinciye göre affın caiz olduğunu söyleyenler sarih veya zımnî affı caiz görür­ler ve af ile iftira edilenin dava açma hakkının sakıt olduğunu belir­tirler.

 

İftira Suçunun Delilleri

 

İftira suçu aşağıdaki yollarla isbât edilir:

1- Şâhidlerin Şehâdeti:

îftirâ suçunda; suçun isbâtı için zina suçundaki şahidlerde ara­nan; akıl, bulûğ, hafıza, konuşabilme, adalet, müslümanlık, akraba ol­mamak, düşman olmamak, töhmet altında bulunmamak gibi şartlar aranır. Keza iftira suçunda şâhidlerin, erkek ve aslî şâhid olmaları şart­tır. Bu hususta zina ile ilgili şehâdet konusunda geniş bilgi vermiştik.

Şâhidlerin sayısı: İthamın isbâtmı ilgilendiren hususlarda iftira vak'asının isıbâtı için müfterinin aleyhinde iki şahidin şehâdeti kâfi­dir. Fakat ithamın reddini ilgilendiren hususlarda iftira-ile itham olu­nan kişinin, aşağıdaki yollardan birini izlemesi gerekir:

a- İftira olayını inkâr edip iftiranın vâki' olmadığına dâir —mu­ayyen bir sayı ile sınırlı olmaksızın— dilediği kadar kadın ve erkek şâ-hidler getirmelidir.

b- İftira edilenin, iftiranın doğruluğunu iddia edip savunmanın desteklenmesi için iki erkek veya bir erkek iki kadın şâhid getirmesi kâfidir.

c- iftira edenin, iftirasının doğruluğunu isbât edebilmek için dört şahidin getirilmesi gerekir. Bu şahidlerde aranan nitelikler, zina suçunun isbâtı için şâhid olacaklarda aranan niteliklerin aynıdır. Sâ­dece iftira eden kişinin, dört şâhidden birisi olmaması gerekir, çünkü o şâhid sayılamaz sanık sayılır.

d- Koca, karısına iftira ettiğini itiraf ederse; karısını la'netleş-meye çağırır. Ebu Harıîfe'ye göre; müfteri iftirasının doğruluğunu, ken­disinden başka dört şahidin şehâdeti ile isbât eder. Eğer şâhidler ifti­ranın doğruluğunu ifâde ederlerse; —şehâdet eski bir zinaya dâir ise— iftira edilene zina haddi vurulmaz. Çünkü Ebu Hanîfe'ye göre şehâdet; dava açılmazdan önce kabul edilmez. Fakat iftira suçunda önceliğin hiç bir etkisi söz konusu değildir. Çünkü iftira suçunda dava açılması şart­tır. Bu yüzden dava açılmazdan önce şehâdet yapmak mümkün olmayacağı için davadan önce şâhidlik kabul edilmez. Dava iftira edilenle­rin kendi özel nedenleri yüzünden geciktiği sürece şâhidleri niçin şe-hâdet etmedin? diye ithânı etmeye gerek kalmaz. Şehâdetin gecikmesi, zina ve içki suçunda okluğu gibi kin ve düşmanlık ithama anlamına gelmez. Çünkü bu iki suçta davanın açılması şart değildir. İftira suçun­da şehâdetin, aynı mecliste yapılması şarttır. Hâkimin hâkime, şahidin şahide şehâdeti caiz değildir.

2- İkrâr:

îftirâ suçu, iftira edenin ikrarı ile sabit olur. îftirâ eden, iftira edi­lene iftira etmek kasdını güttüğünü ifâde eder. İkrarda sayı şartı yok­tur. Mahkeme huzurunda bir defa yapılan ikrar kâfidir. Ebu Hanife'ye göre; ikrar mahkemenin dışında cereyan ettiği takdirde, iftira suçla­rında ikrar yapıldığına dâir şâhidlik caiz değildir. Çünkü iftirada ikra­rın inkârı bir değer ifâde etmez ve ikrardan rücû' olarak kabul edilmez, îftirâ suçunda ikrardan rücû'un hadd üzerinde bir te'sîri yoktur. Çünkü iftira haddi bir yandan kulların hakkını ilgilendirir. Kulların hakkı ise sabit olduktan sonra —kısasta olduğu gibi— rücû ile sakıt olmaz.

îmâm Ahmed'e göre; ikrardan rücû1 kabul edilmez. Mâlî konularda olduğu gibi, iftira suçunda da sarhoşken yapılan ikrarlar sahihtir. Çün­kü iftira suçunda hak, kulların hakkıdır. Hanefî mezhebinde ittifakla kabul edilmektedir ki; iftira suçunda hâkim; bilgisine dayanarak hü­küm verebilir. Ancak bu bilgi, hüküm yerinde ve anında olmalıdır. Lâ­kin Hanefî fakîhlerince mahkeme anında ve mahallinde olmayan bilgi­ye dayalı hükmün caiz olup olmayacağı konusu ihtilaflıdır.

3- Yemin:

İmâm Şafiî'ye göre; iftira suçu başka bir delil Olunmadığı takdir­de iftira edilenin yemîni ile isbât olunur. îftirâ edilen kişi, iftira ede­ni yemîne davet eder, jftirâ eden kişi yeminden imtina' ederse, bu im­tina yüzünden iftira ettiği sabit olur.

îmâm Şafiî'ye göre; iftira edenin elinde, iftirasının doğruluğu hu­susunda iftira edilenin yemininden başka bir belge bulunmazsa, iftira eden de iftira edileni yemîne davet edebilir. Bu takdirde iftira edilen yeminden kaçınırsa; iftira sahîh olur ve iftira edene hadd vurulmaz, îmâm Şafiî haddler konusunda iftiranın dışında yemîne baş vurmayı kabul etmez. Sâdece iftira suçunda kabul eder. Çünkü iftira suçunun haddi, kulların hakkıdır ve ikrardan rücû' bâtıldır. Yeminden kaçın­mak ise ikrar mesabesindedir. Öteki haddlerde ise İmâm Şafiî yemîne başvurmayı kabul etmez. Çünkü o haddler; hem Allah'ın hakkıdır, hem de o haddlerde ikrardan dönmek sahihtir.

Hanefî mezhebinde bazı fakîhler yemine başvurmayı kabul eder­ken, bazıları kabul etmezler. Yemine başvurmayı kabul edenler, iftira suçunda kulların hukuku bulunduğunu nazar-ı i'tibâra alırlar. Fakat yemine başvurmayı kabul edenlerden kimisi yeminden imtina' halinde haddi öngörürken, kimileri de hadd yerine ta'zîri Öngörürler. Yemine başvurmayı kabul edenler ise, iftira haddînin Allah'ın hakkı olduğunu ve Allah'ın hakkının çoğunlukta bulunduğu hususlarda yemin ve im­tina' ile hüküm verilemeyeceğini ifâde ederler.

imâm Mâlik ve Hanbel; iftira suçunda yeminle isbâta cevaz ver­mezler. Onlara göre iftira eden veya edilenin, birinin diğerini yemine davet etmesi caiz değildir. Ahmed îbn Hanbel'in iftira suçunda yemin­den imtina' halinde hüküm verilebileceğine dâir eski bir görüşü vardır. Fakat Hanbelî mezhebinin umûmî görüşü uyarınca, mal ve mal me­sabesinde olan hususların dışında yeminden imtinâya binâen hüküm verilemez.

 

İftira Suçunun Cezası

 

İftiranın iki cezası vardır:

a- Birinci ve aslî ceza sopadır.

b- İkinci tebaî ceza; şehadetin kabul edilmemesidir.

Her iki cezanın aslı, Yüce Allah'ın şu âyet-i celîle'sine dayanır. «İf­fetli kadınlara iftira atan, sonra da dört şâhid getiremeyenlere seksen değnek vurun, ebediyyen onların şâhidliklerini kabul etmeyin. İşte on­lar fâsıkların ta kendileridir. Meğer ki bundan sonra tevbe edip ıslâh olalar, şüphesiz ki Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir.» (Nûr, 4-5).

Sopa cezası: İftira suçunda sopa cezasının miktarı seksen değnek­tir. Sopanın yerine başka bir şey geçmez. Sayıyı azaltmak mümkün de­ğildir. Devlet reisinin sopa cezasını affetme hakkı yoktur, iftira edile­ne gelince; bazılarına göre, affetme hakkı vardır, bazılarına göre yok­tur.

Şahadetin İcâbul edilmemesi: İslâm hukukçuları arasında ittifak­la kabul edilmektedir ki ;iftirâ eden kişinin, iftira haddi ile birlikte şâ-hidliği de kabul edilmez. Çünkü Yüce Allah, bu noktada şöyle buyur­maktadır: «Ve onların şâhidliğini ebediyyen kabul etmeyin.»  (Nûr, 4).

Lâkin fakîhler, tevbe halinde şehadetin kabul olup olmayacağı ko­nusunda ihtilaflıdırlar. Ebu Hanîfe'ye göre; tevbe de etse iftira ede­nin şâhidliği kabul edilmez. İmâm Şafiî, Mâlik ve Ahmed Îbn Hanbel'e göre; tevbe ederse iftira edenin şehâdeti kabul edilir. Fukahâ'nın bu konudaki ihtilâfının esâsı; Yüce Allah'ın şu hükmünün tef şirindeki farklı anlayıştır: «Meğer ki bundan sonra tevbe edip ıslâh olalar.» (Nûr, 20)  Buradaki istisnanın, zikrolunan en yakın konuya gittiğini söyleyenler, tevbenin fâsıklığı ortadan kaldıracağını ve şehâdetin kabul edi­leceğini belirtirler: «Ebediyyen onların şâhidliğini kabul etmeyin. İşte onlar, fâsıkların ta kendileridir. Meğer ki bundan sonra tevbe edip ıs­lâh olalar.» (Nûr, 21) Onlara göre buradaki tevbe, en yakın olan fâ-sıklığa râci'dir. İstisnanın bir önceki cümleye râcî' olduğunu söyleyen­lere göre; tevbe, hem fâsıklık durumunu kaldırır, hem de şehâdetin ka­bul edilmemesi halini. Ebu Hanîfe ve Mâlik'e göre; iftira eden kişinin şâhidliği, ancak hadd vurulmasıyla ortadan kalkar. İmâm Şafiî ve Han-bel'e göre; suçun aleyhinde sübûtu ile birlikte, müfterinin şehâdeti ka­bul edilmez. Yani hadd vurulmasa dahi iftira ettiği doğrulandığı sürece şehâdeti kabul edilmez.

Cezalar birden fazla olursa, ya hepsi iftira suçunun cezası olacak veya iftira ile birlikte hepsi başka suçların cezası olacaktır. Her iki hal­de suçlar aşağıdaki şekilde tedahül eder:

iftira suçunun tedahülü konusunda ihtilâf vardır. İmâm Mâlik ve Ebu Hanîfe'ye göre; iftira suçları, infaz vaktine kadar tedahül eder. Meselâ bir kimseye birden fazla iftira eden kişi, hepsi için bir hadd ce­zasına çarptırılır. O ana kadar işlediği fiiller, ister bir tek kişiye ister birçok kişiye karşı olsun farksızdır jster tek kelime ile iftira etmiş ol­sun ister birçok kelimelerle, ister bir gün ister değişik günlerde iftira etmiş olsun. Hadd vurulduktan sonra tekrar bir kişiye iftira ederse ye­niden hadd vurulur. İmâm Mâlik ve Efcu Hanîfe; her ne kadar bu hu­susta ittifak etmişlerse de, cezâsmm infazı esnasında birine iftira eden kimsenin durumu konusunda farklı görüşler serdetmişlerdir. İmâm Mâ­lik'e göre; iftira, birinci suçun haddinin çoğunun infazından sonra iş­lenmişse, birinci hadd tamamlanmış olur ve ikinci iftira suçu için kâ­mil hadd gerekir. Şayet birinci suçun haddinin az bir kısmının infa­zından sonra, ikinci iftira suçu işlenmişse; yeni iftira suçu için yeni tir hadd gerekir ve birinci hadden kalan kısım ikinci haddin içerisine girer. Yahut ta bir ba^ka mânâ ile yeni iftira suçu için eski iftira su­çundan dolayı vurulan hadd kadar kısım vurulur. Buradan anlaşılıyor ki; İmâm Mâlik, infazın başlamasından sonra haddin ekseriyeti infaz edilmişse tedahülü kabul etmezken; haddin az bir kısmı infaz edilmiş­se, geriye kalan kısmının ikinci hadde dâhil olacağını kabul etmekte­dir. Ebu Hanîfe'ye göre; hükmün infazı tamamlanmadığı sürece —ge­riye kalan hadd isterse bir sopa olsun - suçlar iç içedir, Meselâ iftira eden kişiye yetmiş dokuz scpa vurulsa, sonra bir kez daha iftira etse, ancak son fcir sofa vurulur, çünkü suçlar iç içe girmiştir.

İmâm Şafiî'ye gere; bir şahsa birden fazla iftira edilmesi halinde

iftira haddi vurulmazdan ence ise  - suçlar iç içe girer ve hepsinin

yerine bir tek hadd vurulur. Bir topluluğa iftira edilirse, iftira her birlne teker teker yöneltilmiş olduğundan hepsi için -bir tek hadd îcâbe-der. Haddler ne kadar çok olursa olsun tedahül söz konus#olmaz. Eğer bir topluluğa bir tek sözle iftira edilmişse bu noktada iki görüş vardır. Önceki görüş sahipleri, bir tek haddin gerekeceğini ifâde ederler. Çün­kü iftira kelimesi bir kelimedir, 'bu yüzden bir tek hadd gerekir. Son­raki görüş taraftarları ise, topluluktan her biri için bir hadd gerekece­ğini ileri sürerler. Çünkü, teker teker iftira ile ferdlerin utanma ve ar duygusu iliştirilmiştir. Bu yüzden her biri için bir hadd îcâJbeder.- Şafiî mezhebinde amel edilen görüş budur. îftirâ ifâdesinde kullanılan keli­me; iki kişiye müteveccih bir kelime ise, (bir adamın karısının bir er­kekle birleştiğine dâir iftira edilmesi gibi) bazılarına göre; müfteriye iki hadd vurulur. Çünkü iki kişiye iftira etmiştir. Diğer bazılarına göre müfteriye bir tek hadd gerekir, çünkü bir tek zina atfı söz konusudur. İmâm Ahmed'e göre; bir kişi bir şahsa bir kaç kere iftira edecek olursa, her biri için hadd vurulmadığı sürece —ister bir tek zina isnadında bu­lunsun, ister birçok zina isnadında bulunsun— tek bir hadd vurulur. Bir topluluk, birkaç kelime ile iftiraya muhâtab olursa; her biri için ayrı bir hadd gerekir ve bu takdirde haddlerin tedahülü söz konusu ol­maz, çünkü hadd insanların hakkıdır. Bir kişi bir adama; ey iki zânî-nin oğlu, derse o tek kelime ile her ikisine iftira etmiş olur. Söylediği kişilerin her ikisi de ölmüşse bu hak çocuklarına geçer ve ikisi için yal­nız bir hadd îcâbeder. Bir kişi: Ey zânî oğlu zanî, derse; hem oğula hem de babaya iftira» etmiş olur. Muhatabın babası sağ ise her biri için ayrı ayrı hadd gerekir. «Ey anası zânî, kendisi zânî» denmesi hali de böyledir. Anne hayatta ise her ikisi için de hadd vurulur. Eğer ölü ise bir tek hadd vurulur. Bir kişinin muhatabına; falanca ile zina ettin, demesi her ikisi için de —bir kelime ile— iftiiâ demektir.

imâm Mâlik'e göre; iftira suçunun haddi, içki haddi ile tedahül eder. Çünkü her ikisinin gereği de birdir, her ikisi için de seksen sopa îcabetanektedir. İki suçtan birisi için hadd vurulunca diğeri sakıt olur. Haddin infazı esnasında yalnız biri kasdedilmiş olsa da, suçlunun sonra içki içtiği veya iftira ettiği sabit olması halinde vurulan hadd kâfî gelir. öteki üç mezheb imâmı; iftira haddi ile içki haddinin tedahülü halin-de^ İmâm Mâlik'in görüşüne katılmazlar. Onlara göre; iftira haddi di­ğer haddlerle tedahül etmez, isterse kati vak'ası Allah'ın hukukunu ilgilendiren bir öldürme olsun —evli zânînin recmi gibi— isterse kul­ların hukukunu alâkadar eden bir öldürme olsun —kısas gibi— iftira haddi ölüm cezası ile birlikte ve ayrıca infaz olunur, ölüm cezası oldu­ğu takdirde önce iftira haddi vurulur, sonra öldürülür. Çünkü iftira haddi insanların hakkıdır, insanların hakkında, —Ebu Hanîfe ve Han-bel'e göre— müsamaha gösterilmez. Hem iftira haddi utanma duygusunun defi için konmuştur, kısas yoluyla öldürme bu duyguyu ortadan kaldırmaz.

Cezanın infaz şekli: Bu hususta zina konusundaki sopa cezasının infaz şekliyle iftira suçunda özel olarak söz konusu edilen kısımlara bakınız.

Cezayı iskât eden haller:

a- Şâhidlerin şehâdetten rücû'u

b- iftira edilenin iftira edeni tasdiki

c- Yalnız Ebu Hanîfe'ye mahsûs olmak üzere iftira edilenin kendi şâhidlerini yalanlaması.

İmâm Malik'e göre; iftira edilen, şâhidleri dinlemezden önce yalan­larsa, şâhidlerin şehâdeti dinlenmez. Şâhidlerin şehâdetinden sonra ya­lanlarsa, o zaman sözüne iltifat edilmez.

d- Hükmün infazından önce şehâdet ehliyetinin butlanı. Bu şart da Ebu Hanîfe'ye mahsûstur. Çünkü ona göre genel kaide; hükmün infazı hükümden bir bölümdür.[15]

 

26 — Kötü kadınlar; kötü erkeklere, kötü erkekler de, kötü kadınlara yakışırlar, tyi kadınlar; iyi erkeklere, iyi erkekler de; iyi kadınlara yakışırlar. Bunlar, onların söy­lediklerinden uzaktırlar. Ve onlar için; mağfiret, cömertçe verilmiş bir rızık vardır.

 

Kötü Kadınlar ve Kötü Erkekler

 

İbn Abbâs der ki: Kötü sözler kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü sözlere lâyıkta*. İyi sözler iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi (temiz) söz­lere yaraşırlar. Bu âyet-i kerîme, Hz. Âişe ve ifk ehli hakkında nazil ol­muştur. Mücâhid, Atâ, Saîd îbn Cübeyr, Şa'bî, Hasan îbn Ebu Hasan el-Basrî, Habîb tbn Bbu Sabit ve Dahhâk'tan da bu açıklama rivayet edilmiştir. İbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir. İbn Cerîr bu açıkla­manın tevcihini şöyle yapar: Çirkin söz elbette insanlardan kötülük eh­line, iyi söz de insanlardan iyi, temiz olanlara yaraşır. Münafıkların Ha. Âişe'ye isnâd etmiş oldukları söze aslında kendileri daha lâyıktırlar. Hz. Âişe İse ma'sûmiyete ve temizliğe onlardan daha çok lâyıktır. Bu se­beple Allah Teâlâ: «Bunlar, onların söylediklerinden uzaktırlar.» bu­yurmuştur.

Abdurrahmân İbn Zeyd ibn Eşlem de şöyle diyor: Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara yaraşırlar. Aynı şekil­de iyi kadınlar iyi erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara lâyık­tırlar. Aslında bu açıklama da, daha Önceki söze dönmektedir. Şöyle ki: Şayet Allah Teâlâ, Hz. Âişe'yi Allah Rasûlu (s.a.)nün hanımı kılmış-sa bu ancak onun temiz, iyi olmasındandır. Zîrâ Hz. Peygamber (s.a.), temiz insanların en temizidir. Şayet Hz. Âişe kötü olmuş, olsaydı, ne şer'an ve ne de takdîren Hz. Peygamber (s.a.)in eşi olmaya uygun düş­mezdi. Bu sebeple Allah Teâlâ: «Bunlar, onların söylediklerinden uzak­tırlar.» Ifk ehlinin ve düşmanların söylediklerinden uzaktırlar. «Ve on­lar için; (iik ehlinin söylemiş oldukları yalan sebebiyle) mağfiret, (Al­lah katında Naim cennetlerinde) cömertçe verilmiş bir rızık vardır.» buyurmuştur. Bu, Allah Rasûlü (s.a.)nün hanımının cennet ehlinden olacağı va'dini içermektedir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Müslim'in... Yahya îbn el-Cezzâr'dan rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Üseyr îbn Câbir. Ab­dullah İbn Mes'ûd'a geldi ve; bugün Velîd îbn Ukbe'nin hoşuma giden bir sözünü işittim, dedi. Abdullah şöyle dedi: Mü'min bir kişinin kalbin­de temiz olmayan bir kelime varsa bu, onun göğsünde dolanır, sarsılır, yerleşmez ve nihayet onu telâffuz ettiğinde yanında olan bi­risi işitir, onu düşürür ve kendisine mal eder. Günahkâr bir kişinin kal­binde temiz birselime varsa bu, onun göğsünde dolanıp durur, yerleş­mez ve nihayet onu telâffuz eder de, yanında olan birisi işitip düşürür ve kendine mal eder. Sonra Abdullah; «Kötü kadınlar; kötü erkeklere, kötü erkekler de; kötü kadınlara yakışırlar. İyi kadınlar; iyi erkeklere, iyi erkekler de; iyi kadınlara yakışırlar.» âyetini okumuştur. Abdullah İbn Mes'ûd'un bu sözü İmâm Ahmed'in Müsned'inde merfû1 olarak ri­vayet etmiş olduğu şu hadîse benzemektedir. Hikmeti işitip de işittiği­nin en kötüsünü nakledenin misâli; bir adam gibidir ki o, bir sürü sâ-hibine gelir ve; bana kesilebilecek bir koyun ver, der. Sürü sahibi: Git ve dilediğinin kulağını tut (ve al), der. Adam gidip sürünün köpeğinin kulağını yakalar. Başka bir hadîste de hikmet mü'minin yittiğidir. Onu nerede bulursa alır, buyrulmuştur.[16]

 

27  — Ey îmân edenler; evlerinizden   başka evlere, sa­hipleriyle alışkanlık kurup selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha hayırlıdır, olur ki iyice düşünürsünüz.

28  — Eğer orada kimseyi bulamazsanız; size izin veri­linceye kadar içeri girmeyin. Şayet size; dönün, denilirse, dönün. Bu, sizin için daha temizdir. Ve Allah yaptıklarınızı bilir.

29  — içinde menfaatiniz bulunan ve oturulmayan boş evlere girmenizde bir vebal yoktur. Ve Allah açığa vurdu­ğunuzu da, gizlediğinizi de bilir.

 

Evlere Giriş Adabı

 

Bunlar şerl edeblerdir. Allah Teâlâ bunlarla inanan kullarını ter­biye etmektedir. Bu, bir yere girme hususunda izin isteme âdabıdır. Al­lah Teâlâ inananlara, «vleri dışındaki evlere girmeden önce izin isteyip bu izin istemeden sonra bir de (o ev ahâlîsine) selâm vermdikçe girme­melerini emretmiştir. Kişinin {kendi evi olmayan) bir yere girmek için üç kere izin istemesi gerekir. Şayet ona izin verilrse ne âlâ değilse ge­ri döner. Nitekim sahîh bir hadîste şöyle anlatılıyor:

Ebu Saîd el-Hudrî'den nakledilir ki o şöyle anlatıyor: Ansar'ın mec­lislerinden birindeydim. Birden Ebu Musa çıkageldi. Korkmuş gibiydi, dedi ki: Üç defa Ömer'in yanına girmek için izin istedim, bana izin veril­mediği için geri döndüm.' Ömer: Yanıma girmekten seni alakoyan ne­dir? diye sordu, ben de: Girmek için üç defa izin istedim, bana izin ve­rilmedi, ben de döndüm. Allah Rasûlü (s.a.): Sizden birisi üç defa izin ister de izin verilmezse geri dönsün, buyurdu, dedim. Ömer: Allah'a yemîn ederim ki bu sözüne delîl getireceksin, dedi. İçinizde bunu Hz. Peygamber (s.a.)den duyan kimse yok mu?

Übeyy tbn Ka'b: Allah'a yemîn olsun ki seninle kavmin en küçüğü gidecek, dedi. Kavmin en küçüğü bendim. Kalkıp onunla gittim ve Ömer'e Hz. Peygamber (s.a.) in böyle söylemiş olduğunu haber verdim.

îmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk'm... Enes'den —veya bir başkasından— rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) Sa'd îbn Ubâde'nin yanına girmek için izin isteyip: Allah'ın selâmı ve rahmeti senin üzeri­ne olsun, demişti. Sa'd: Allah'ın selâmı ve rahmeti senin de üzerine ol­sun, dediyse de, Hz. Peygamber (s.a.) İşitmeyip üç kere selâm verdi. Sa'd üç kere Allah Rasûlü (s.a.)nün selâmına karşılık verdi, fakat ona işittirmedi. Hz. Peygamber (s.a.) döndü, Sa'd da peşinden gitti ve: Ey Allah'ın elçisi, anam babam sana feda olsun. Sen hangi selâmı verme­sen, işte o kulağımdadır ve muhakkak ben senin selâmına cevab ver­dim ve fakat sana işittirmedim. İstedim ki senin selâm ve bereketinden çoğuna nail olayım, dedi. Sonra Allah Rasûlü (s.a.)nü eve davetle ona üzüm kurusu takdim etti. Hz. Peygamber yeyip bitirdiği-zaman: Sizin yemeğinizi iyiler yesin, size melekler duâ etsin ve yanınızda oruçlular iftar etsin, diye duâ buyurdu. Ebu Dâvûd ve Neseî'nin Ebu Amr el-Ev-zâî kanalıyla... Kays tbn Sa'd îbn Übâde'den rivayetlerine göre; o, şöy­le anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) bizi evimizde ziyaret edip: Allah'ın se­lâmı ve rahmeti sizin üzerinize olsun, buyurdu- Sa'd, hafîf bir sesle se­lâmına cevab verdi. Ben: Allah Rasûlü (s.a.) ne izin vermeyecek misin? dedim. Bırak da bize çok selâm versin, dedi. Allah Rasûlü (s.a.): Al­lah'ın selâma .ve rahmeti üzerinize olsun, buyurdu. Sa'd hafîf bir sesle selâmına cevab verdi. Sonra Allah Rasûlü (s.a.): Allah'm selâm ve rah­meti sizin üzerinize olsun, buyurdu. Sonra da döndü. Sa'd peşine dü­şüp: Ey Allah'ın elçisi, şüphesiz ben senin selam vermeni istiyor ve bize selâmı çoğaltman için hafîf bir sesle selâm veriyordum, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) onunla beraber dönüp geldi. Sa'd, Allah Rasûlü (s.a.)ne yıkanacak su getirilmesini emretti ve Hz. Peygamber yıkandı, sonra ona zaferân —veya revs— ile boyanmış bir elbise verdi de, Allah Rasûlü (s.a.) onu sarındı. Daha sonra Allah Rasûlü (s.a.) ellerini kaldırıp şöy­le duâ buyurdu: Ey Allah'ım, salâtım ve rahmetini Sa'd îbn Ubâde aile-ai üzerine kıl. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) yemek yedi, gitmek istediği zaman Sa'd, üzerine kadife örtülmüş bir merkeb getirtti. Allah Rasû­lü (s.a.) bu merkebe bindi. Sa'd: Ey Kays, Allah Rasûlü (s.a.) ile bera­ber git, dedi. Kays der ki: Allah Rasûlü (s.a.): Merkebe bin, buyurdu. Ben kabul^ etmedim. O: Ya biner veya geri dönersin, buyurdu. Ben de geri döndüm. Bu hadîs, başka bir kanaldan; da rivayet edilmiş olup, ceyyid ve kuvvetli bir hadîstir. En doğrusunu Allah faâlir.

Bilinmelidir ki bir ev halkından girmek için izin isteyen kişinin, kapının karşısında yüzü kapıya dönük olarak durmaması, kapının sa­ğında veya solunda durması gerekir. Zîrâ Etou Davud'un, Müemmel Îbn Fadl el-Harrânî kanalıyla... Abdullah İbn Büsr'den rivayet etmiş oldu­ğu bir hadîse göre Allah Rasûlü (s.a.), bir kavmin kapısına geldiği za­man kapının karşısında yüzü kapıya dönük olarak durmazdı. O; kapı­nın sağ veya sol tarafında durur: Selâm size, selâm size, derdi. Bunun sebebi şudur:10 günlerde evlerin kapılarında örtüler yoktu. Hadîsi sâ­dece Ebu Dâvûd rivayet etmiştir. Yine Ebu Davud'un Osman îbn Ebu Şeybe ve Ebu Bekr îbn Ebu Şeyibe kanalıyla... Hüzeyl'den rivayetine göre bir adam —Râvî Osman bunun Sa'd olduğunu söyler— gelip Hz. Peygamber (s.a.)in kapısında izin istemek üzere durdu. Kapının karşı­sına —Osman kapıya dönük olarak diyor— dikildi. Hz. Peygamber (s.a.): Şöyle dur, izin istemek ancak bakmaktandır (bakmamak için izin is­tenilir) , buyurdu. Ebu Dâvûd et-Tayâlisî hadîsi Süfyân es-Sevrî kana­lıyla... Sa'd'dan, o da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayet eder. Hadîsi Ebu Dâvûd onun hadîsinden rivayet etmektedir.

Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Allah Rasûlü (s.a.)nden rivayet edildiğine göre; o, şöyle buyurmuştur: Bir kimse izinsiz olarak sana muttali' olsa (seni ev halinde görse) sen de ona bir taş atıp gözünü çı­karmış olsan sana herhangi bir günâh olmazdı. Bir topluluğun Şu'be kanalıyla... Câbir'den rivayetle tahrîc ettiklerine göre; o, şöyle anlatı­yor: Babamın üzerinde olan bir borçtan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) e gelmiş ve kapısını çalmıştım. Kimdir o? diye sordu. Ben: Benim, dedim. Hoşlanmadığım belirtmek üzere: Benim, benim... 'buyurdu. Bu şekilde konuşmak (kendini bu şekilde tanıtmak) Allah Rasûlü (s.a.)nün ho­şuna gitmemiştir. Zîrâ kişi, adını veya meşhur olduğu künyesini açtk-ça söylemedikçe bu sesin sahibi   bilinmez. Değilse herkes   kendisini:

Benim, diye tanıtabilir. Ancak bununla Ayette emredilen Ünsiyyet ve ev ahâlîsine ıkınmaktan ibaret olan İzin istemeden kasdedilen gaye ta-'hakkuk etmiş olmaz, îbn Abbâs'tan rivayetle Avfî, âyetteki seslenme anlamına elan fiilinin, izin .istemek anlamana olduğunu söyler. Bir çokları da böyle söylemiştir. îbn Cerîr'İn îbn Beşşar kana­lıyla... «Ey îmân edenler; evlerinizden başka evlere, sahipleriyle alış­kanlık kurup selâm vermeden girmeyin.» âyeti hakkında îbn Abbâs'­tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Bu (seslenip sahiplerine selâm vermeden anlamına gelen kırâeti) yazanın bir hatâsından İbarettir. Ayet: İzin İsteyip sahiplerine selâm vermeden... şeklinde olacaktır, tbn Abbâs'ın bu sözünü Hüşeym de Ebu Bişr Ca'fer Îbn îyâz'dan rivayet et­miştir. Bu haberi Muâz İbn Süleyman, Ca'fer îbn- îyâz'dan, o Saîd'den, o dâ îbn Abbâs'tan yukardakine benzer şekilde rivayet eder. Onda şu fazlalık vardır: îbn Abbâs âyeti: izin isteyip sahiplerine selâm verme­den... şeklinde okurdu. îbn Abbâs, âyeti Übeyy îbn Kâ'b (r.a.)ın kırâeti üzere okurdu. Bunun îbn Abbâs'tan rivayeti gerçekten garîbdir. Hü­şeym der ki: Bize Müğîre'nin ibrahim'den rivayetine göre; o, şöyle de­miş : (Bu âyet) îbn Mes'ûd'un mushafmda : Sahiplerine selâm verip izin istemeden girmeyin, şeklindedir. Bu, îbn Abbâs'tan da rivayet edil­mekte olup, îbn Cerir bu kırâeti tercih etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ravh'ın... Kelede İbn Hanbel'den riva­yetine gâre; Safvan ibn Ümeyye, Hz. Peygamber (s.a.) vadinin en yük­sek yerinde iken (Mekke'nin fethinde) ona süt, altı aylık bir geyik yav­rusu ve küçük hıyarlar göndermişti. Râvî şöyle anlatıyor: Selâm verip izin istemeksizin yanına girdim. Hz. Peygamber (s.a.) : Dön ve selâm size, gireyim mi? de, buyurdu. Bu Savfân'ın müslüman olmasından sonradır. Hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Neseî; î-bn Güreye kana­lıyla rivayet etmişlerdir. Tirmizî: Hasendir, garîbdir, sâdece onun (tbn Cüreyc'in) hadîsinden bilmekteyiz, der. Ebu Dâvûd der ki: Bize Ebu Bekr îbn Şeybe'nin... Rebaî'den rivayetine göre; o, şöyle anlatmış: Âmir oğullarından birisi gelip Allah Rasûlü (s.a.) evinde iken onun ya­nına girmek için izin isteyip: Gireyim mi? demişti. Hz. Peygamber (s.a.) hizmetçisine: Şunun yanına çık ve ona izin istemeyi öğret. Ona söyle: Selâm size, gireyim mi? desin, buyurdu. Adam bunu işip: Selâm size, gireyim mi? dedi de, Hz. Peygamber (s.a.) ona izin verdi ve o da girdi. Hüseyin'in Mansûr kanalıyla... Amr İbn Saîd es-Sekafî'den rivayetine göre bir adam Hz, Peygamber (s.a.)in yanma girmek için izin isteyip: Gireyim mi —veya girelim mi? demiştir— dedi. Hz. Peygamber (s.a.), adı Ravda olan bir cariyesine: Kalk şuna git, ona öğret, onun izin iste­mesi güzel değil. Ona : Selâm size, gireyim mi? demesini söyle, buyurdu. Adam bunu işitip söyledi de, Allah Rasûlü: Gir, buyurdu. Tİrmizî'nin Fadl îbn Sabah kanalıyla... Câbir îbn Abdullah'tan rivayetine göre Al­lah Rasûlü (s.a.): Sözden önce selâm, buyurmuştur. Tirmizî hadîsin isnadında bulunan Anbese'nin hadîsinin zayıf, Muhammed îbn Zâ-zân'm hadîsinin ise münker olduğunu söyler.

Hüşeym'in Muğîre'den. rivayetinde Mücâhid şöyle anlatıyor: İbn Ömer sıcaktan bunalmış halde bir ihtiyâcından ötürü Kureyş'den bir kadının çadırına gelmişti. Selâm size, gireyim mi? dedi. Kadın: Selâ­metle gir, dedi. tbn Ömer tekrar izin istedi, kadın aynı sözü tekrarladı. Bu sırada tbn Ömer, sıra ile ayaklarına (ayaklarından birine) dayana­rak duruyordu. «Gir, de» dedi de, kadın; gir, dedi ve o da girdi. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc'in... Ümmü îyâs'dan rivaye­tine göre; o, şöyle anlatmış: Hz. Âişe'nin yanına girmek için izin iste­yen dört kadın içindeydim. Ben: Girelim mi? dedim. O : Hayır, arka­daşınıza söyleyin izin istesin, dedi. Kadın: Selâm size, girelim mi? dedi. Hz. Âişe önce: Giriniz, deyip sonra: «Ey îmân edenler; evlerinizden baş­ka evlere .sahipleriyle alışkanlık kurup selâm veremeden girmeyin.» dedi. Hüseyin'in Eş'as İbn Sivâr kanalıyla... ibn Mes'ûd'dan rivayetin­de o, şöyle demiş: Anneleriniz ve kız kardeşlerinizin yanına girmek için izin istemeniz gerekir. Adiyy İbn Sâbiften rivayetle Eş'as şöyle di­yor : Ansâr'dan bir kadın: Ey Allah'ın elçisi, şüphesiz ben evimde ne ba­bamın, ne bir çocuğun ne de herhangi bir kimsenin görmesini isteme­diğim halde oluyorum. Benim yanıma devamlı olarak ben bu halde iken ailemden herhangi bir erkek giriyor, demişti. Bunun üzerine «Ey îmân edenler; evlerinizden başka evlere, sahipleriyle alışkanlık kurup selâm vermeden girmeyin.» âyeti nazil oldu. İbn Cüreyc'in Atâ İbn Ebu Re-bâh'tan, onun da İbn Abbâs (r.a.)tan rivayetine göre; o, şöyle demiş : Üç âyet vardır ki insanlar onu inkâr etmiştir. Allah Teâlâ: «Şüphesiz Allah katında en şerefliniz en müttâkî olamnızdır.» buyurdu. Onlar: Onların Allah katında en şerefli olanı evi en büyük olanıdır, diyorlar. İzinlerin hepsini insanlar inkâr etmiştir. Ben: Benimle birlikte bir ev­de olan, evimde (kucağımda) ki yetim kız kardeşlerimin yanına gir­mek için izin mi isteyeceğim? dedim. Evet, buyurdu. Benim için ruh­sat vermesi için sözümü tekrarladım, kabul buyurmadı ve: Onları çıp­lak olarak germeyi sever misin (onları çıplak olarak görmek ister mi­sin)? buyurdu. Ben; hayır, dedim. O halde izin iste, buyurdu. Benim tekrar müracaatımda,: Allah'a itaat etmeyi seviyor musun? buyurdu. Ben; evet, deyince de: O halde (yanlarına girmek için) izin iste, buyur­du. İbn Cüreyc der ki: Bana İbn Tâvûs, babasının şöyle dediğini nak­letti: Çıplak halini görmekten en çok hoşlanmadığım kadınlar, nikâhı bana haram olan kadınlardır. Ve o, bu konuda çok sert ve muhafaza­kâr davranırdı.

İbn Cüreyc'in Zührî'den, onun Hüzeyl tbn Şurahbil el-Evedî el-A'ma'dan rivayetine göre; o, ibn Mes'ûd'u şöyle derken işitmiş: Anne­lerinizin yanına girmek için izin istemeniz gerekir (annelerinizin ya­nına girmek için izin isteyiniz). İbn Cüreye der ki: Atâ'ya: Kişi, karısı­nın yanına girmek için izin ister mi? diye sordum, hayır dedi. Bu, izin istemenin vâeib olmadığına hamledilmelidir. Yoksa evlâ olan; kadı­nın, kocasının kendisini görmesini istemediği bir durumda olması ihti­mâline binâen gireceğini ona bildirmesi ve ansızın girmemesidir.

Kbu Ca'fer îbn Cerîr der ki: Bize Kâsım'ın... Zeyneb (r.a.)den ri­vayetine göre; o, şöyle demiş: Abdullah bir ihtiyâcını gidermekten dö­nüp kapıya ulaştığında, bizim yanımıza girip hoşlanmayacağı bir du­rumumuzda görmekten hoşlanmadığı için öksürür veya tükürürdü. Bu haberin isnadı sahihtir, tbn Ebu Hâtim'in Ahmed İbn Sinan el-Vâsıtî kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Abdul­lah ibn Mes'ûd eve girdiği zaman seslenir, konuşur ve sesini yükseltirdi. Mücâhid seslenmeyi; öksürme ve tükürme ile tefsir etmiştir. İmâm Ah­med ibn Hanbel —Allah ona rahmet eylesin— den rivayet edildiğine göre; o, şöyle demiştir: Kişinin, evine girdiği zaman öksürmesi veya nalinlerini hareket ettirmesi müstehabdır. Bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.)nden rivayet edilen sahîh bir habere göre; o, kişinin geceleyin aile­sinin yanına ansızın (habersiz olarak) girmesini yasaklamıştır. Diğer bir rivayette şu fazlalık vardır: Eksiklerini görmek ve hatâlarını araş­tırmak maksadıyla geceleyin girmesini yasaklamıştır. Diğer bir hadîs­te »belirtildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye gündüzün geldiğin­de devesini şehrin ortasına ıhtırır ve: Bekleyin, akşamleyin —yani gün­düzün sonunda— girelim ki bir zamandan beri kocasından ayn kalmış olan kadın hazırlansın, saçı başı dağınık olan da taransın, buyururdu.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ebu Eyyûb'dan rivayetinde o, şöyle anlatıyor; Ey Allah'ın elçisi, şu selâm (ı anlıyoruz), seslenmek de nedir? dedim. Şöyle buyurdu,: Kişi teşbihle, tekbîr getirmekle ve hamd etmekle konuşur, öksürür ki ev halkına (geldiğini) bildirir. Bu, garîb bir hadîstir.

Katâde, «Ey îmân edenler; evlerinizden başka evlere... selâm ver­meden girmeyin.» âyeti hakkında der ki: Bu, izin istemedir. İzin iste­menin üç kere olduğu söylenirdi: Üç defa izin istediği halde kendisine izin verilmeyen kimse dönsün. Bunlardan birincisi (ev halkının) işit­mesi içindir. İkincisi onların sakınma hallerini, durumlarını almaları içindir. Üçüncüsüne gelince; dilerlerse izin verirler, dilerlerse geri çevi­rirler. Seni kapılarından geri çeviren bir kavmin kapısında bekleyip durma. Şüphesiz İnsanların ihtiyaçları, işleri ve meşguliyetleri vardır. Allah Teâlâ elbette özüre en lâyık olandır, (özürleri en çok kabul edendir).

Mukâtil İbn Hayyân, «Ey îmân edenler; evlerinizden başka evlere, sahipleriyle alışkanlık kurup selâm vermeden girmeyin.» âyeti hakkın­da der ki: Câhiliye devrinde kişi arkadaşına rastladığı zaman ona se­lâm vermez ve: İyi sabahlar, iyi akşamlar, derdi. Bu, kendi aralarındaki selâm idi. Onlardan birisi bir arkadaşına gittiği zaman izin istemez ve ansızın girip: Ben girdim, derdi. Bu, kişiye ağır gelirdi. Zîrâ belki de o, ailesiyle beraber olurdu. İşte Allah Teâlâ bütün bunları bir örtü, bir iffet içinde değiştirmiş ve her türlü pislik ve kirden tertemiz kılmıştır. Şöyle buyurdu:, «Ey îmân edenler; evlerinizden başka evlere, sahiple­riyle alışkanlık kurup selâm vermeden girmeyin.» Mukâtil'in bu söyle­diği elbette güzeldir. Bu sebeple Allah Teâlâ: «Bu sizin için (girmek için izin isteme, hem izin isteyen ve hem de ev halkı için daha iyi) daha hayırlıdır, olur ki iyice düşünürsünüz.)) buyurmuştur.

«Eğer orada kimseyi bulamazsanız; size izin verilinceye kadar içeri girmeyin.» Zîrâ bunda (izin verilmeden içeri girmede) bir başkasının mülkünde izinsiz tasarruf vardır. Dilerse izin verir, dilerse izin ver­mez. «Şayet size; dönün, denilirse, dönün. Bu, sizin için daha temizdir.» Gerek izinden önce ve gerekse sonra kapıdan sizi çevirdiklerinde dönün. Dönmeniz sizin için daha temizdir. «Ve Allah yaptıklarınızı bilir.» Ka-tâde'nin rivayetine göre; muhacirlerden birisi şöyle diyor: Bütün öm-rümce şu âyetin hükmünü yerine getirmek için uğraştım, fakat bir fır­sat doğmadı. İstedim ki kardeşlerimden birinin yanına girmek için izin isteyeyim, bana dön desin ve ben de Allah Teâlâ'nm: «Şayet size; dö­nün, denilirse dönün. Bu sizin için daha temizdir ve Allah yaptıklarınızı bilir.» sözünden hoşnûd olarak döneyim. Saîd İbn Cübeyr: «Şayet size; dönün, denilirse dönün.» âyeti hakkında: İnsanların kapüarinda dur­mayınız, demiştir.

Allah Teâlâ'nın: «İçinde menfaatiniz bulunan ve oturulmayan boş evlere girmenizde bir vebal yoktur. Ve Allah açığa vurduğunuzu da, giz­lediğinizi de bilir.» âyeti bundan bir öncekinden daha özeldir. Zîrâ bu âyet, içinde kimse olmayan ve içinde kendi eşyasının bulunduğu evlere izinsiz olarak girmenin caiz olduğu, hükmünü getirmektedir. Müsâiir için hazırlanan ev böyledir. İlk keresinde kendisine izin verilmişse bu yeterlidir. İbn Cüreyc'in naklettiğine göre İbn Abbâs şöyle diyor: Önce: Evlerinizden başka evlere girmeyin, buyuruidu. Sonra bu nesh edilip istisna edildi de, Allah Teâlâ: «İçinde menfaatiniz bulunan ve oturul-mayan boş evlere girmenizde bir vebal yoktur.» buyurdu, tkrime ve Hasan el-Basrî'den de böyle rivayet edilmiştir. Başkaları ise:   Hanlar, yolcular için tahsis edlen evler, Mekke evleri ve başkaları gibi tüccar­lara âit evlerdir, demişlerdir ki tbn Cerîr bu görüşü tercih ediyor. İbn Cerîr bunu bir cemaattan nakletmektedir. Bunlardan birincisi (İbn Ab-bâs'in göüşü), daha kuvvetli olanıdır. En doğrusunu Allah bilir. Zeyd îbn Eslem'den rivayetle Mâlik de bunların, kıl (dan dokunmuş çadır) evler olduğunu söyler.[17]

 

30 — Mü'min erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sa­kınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, kendileri için daha temizdir. Allah, yaptıklarından şüphesiz haberdârdır.

 

Allah TeâJâ inanan kullarına, gözlerini haramdan sakınmalarını, ancak kendisine bakmayı mübâh kıldıklarına bakmalarını, gözlerini mahrem yerlerden sakınmalarını emrediyor. Şayet kasıdsız olarak göz tesadüfen bir harama ilişirse, hemen gözünü ondan çevirmelidir. Ni­tekim Müslim'in Sahih'inde Yûnus İbn Ubeyd kanalıyla... Cerîr ibn Abdullah el-Becelî (r.a.)den rivayetine göre; o, şöyle demiştir:

Hz. Peygamber (s.a.)e bir kasıt olmadan ansızın bakmayı sordum. Bana gözümü çevirmemi emretti. Bu hadîsi îmâm Ahnıed de Hüşeym'-den, o ise Yûnus îbn Ubeyd'den rivayet eder. Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Neseî de hadîsi Yûnus İbn Ubeyd'den rivayet etmişlerdir. Tirmizî ha­dîsin hasen, sahih olduğunu söyler. Bazılarının rivayetinde ise Allah Rasûlü; Gözünü yere indir, yere bak, buyurmuştur. Gözü çevirmek ifa­desi ise daha geneldir: Yere doğru bakma, gözlerini yere çevirme ola­bileceği gibi başka bir yöne de olabilir. En doğrusunu Allah bilir. Ebu Davud'un îsmâîl İbn Musa el-Fezârî kanalıyla..(löbu Büreyre'den riva­yetine göre; Allah Rasûlü Hz. Ali'ye şöyle buyurmuştur : Ey Ali, bak­manın peşinden ikinci bir bakmayı ekleme. Birinci bakış senin içindir ama sonuncusu senin lehine değildir. Tirmizî, hadîsi Şerîk kanalıyla rivayet etmiş ve: Garîbdir, sâdece onun rivâyetiyle bilmekteyiz, demiş­tir. Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edilen sahîh bir hadîste Allah Rasûlü Müsned'inde ve Sünen'lerdeki bir hadîste şöyle buyrulrnaktadır: Eşin ve cariyen dışında mahrem yerini koru,. Bu, kendileri için; kalbleri ve dinleri için daha temizdir. Nitekim şöyle denilmiştir: Kim, gözünü ko­rursa; Allah Teâlâ ona basiretinden bir nûr bahşeder. Diğer bir riva­yette ise; kalbinde bir nûr bahşeder, denilmiştir. İmâm Ahmed'in At-tab kanalıyla... Kbu Ümâme (r.a.)den, onun da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayetinde o, söyle buyurmuştur: İlk keresinde güzelliklerine bakan, sonra gözünü sakınan hiç bir mümin yoktur ki Allah Teâlâ, bunun pe­şinden ona tadını bulacağı bir ibâdet bahşetmiş olmasın. Bu hadis ibn Ömer, Huzeyfe ve Hz. Âişe'den de merfû' olarak rivayet edilmiştir. An­cak isnadında zayıflık vardır. Şu kadar var ki teşvik için olduğundan bu ve benzerlerinde müsamahalı davranılmaktadır. Taberânî'nin Ubey-dullah Ibn Zahr kanalıyla... Ebu Ümâme'den merfû1 olarak rivayetinde şöyle buyrulmaktadır: Sia mutlaka gözleriniz haramdan sakınacaksı­nız —veya yüzlerinizi (gözlerinizi) yere eğeceksiniz— Yine Taberânî'­nin, Ahmed îbn Züheyr et-Tüsterî kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd (r.a)dan rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuşfaır: Şüphesiz ki nazar tblîs'in zehirli oklarından bir oktur. (Allah Teâlâ buyurur ki:) Kim bunu Benim korkumla bırakırsa, onu kalbinde tatlılığını bulacağı bir îmânla değiştiririm. Allah Teâlâ'nın: «Allah yaptıklarından şüphe­siz haberdârdır.» kavli şu âyeti gibidir: «O, gözlerin hainliğini ve gö­ğüslerin gizlediğini bilir.» (Ğâfir, 19). Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayet edilen sahih bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmaktadır:

Âdemoğlu üzerine zinadan payı yazılmıştır. Muhakkak ona ulaşa­caktır. Gözlerin zinası bakmak, kulakların zinası işitmek (kulak ver­mek), dilin zinası konuşmak, ellerin zinası tutmak, ayakların zinası (harama) gitmektir. Kalb temenni eder ve arzular. Kişinin mahrem yeri de, ya bunu doğrular veya yalanlar. Buhârî hadîsi muallak olarak rivayet etmiştir. Müslim ise diğer bir kanaldan olmak üzere yukarda-kine benzer şekilde müsned olarak rivayet ediyor. Seleften bir çokları şöyle diyor: Onlar, kişinin tüysüz (parlak) gençlere gözlerini dikerek bakmasını yasaklardı. Sûfî imamlardan bir çoğu daha da katı davran­mış, ilim ehlinden bir grup ise bunda fitneye düşme olduğu için haram saymıştır. Diğer bazıları da bu konuda gerçekten çok katı davranmışlardır. İbn Ebu Dünya'nın Ebu Saîd el-Medenî kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayetinde, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah'ın haramlarından sakınan, Allah yolunda uykusuz kalan ve Allah korku­sundan sinek başı misâli azıcık da olsa göz yaşı döken gözler dışında her göz kıyamet günü ağlayacaktır.[18]

 

31 — Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Kendiliğinden görü­nen kısmı müstesna, üstlerini açmasınlar. Başörtülerini ya­kalarının üstüne salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları veya kocalarının babaları veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin oğulları veya kadınları veya cariye­leri veya erkekliği kalmamış hizmetçileri, yahut kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başka­larına göstermesinler. Gizledikleri zînetlerinin bilinmesi için de ayaklarını vurmasınlar. Ey mü'minler; hepiniz Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz.

 

Irzlarınızı Koruyun

 

Bu, Allah Teâlâ'nın inanan kadınlara bir emri, inanan kulları olan kocaları için onları bir kıskanma, câhiliye devri   kadınlarının   sıfatlarından ve müşrik kadınların yaptıklarından onlan ayırmasıdır. Mukâtil tbn Hayyân, bu âyetin nüzul sebebi hakkında şunları anlatıyor: Bize ulaştığına göre; —en doğrusunu Allah bilir— Câbir tbn Abdullah el-An-sârî şöyle anlatıyor: Esma Bint Mürşide, Harise oğullan kabilesindeki yerinde idi. Üzerlerinde izârları (alt kısımlarım örten örtüleri) olmak­sızın kadınlar onun yanına girmeye başladılar. Ayaklarındaki halhal-ları, göğüsleri ve zülüfleri görünüyordu. Esma: Ne kadar çirkin, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini ha­ramdan sakınsınlar ve ırzlarım korusunlar...» âyetini indirdi.

Allah Teâlâ: «Mü'min kadınlara da söyle: (Eşleri dışında Allah'ın bakmayı kendilerine) haram (kıldıklarına bakmak) dan gözlerini sakın­sınlar.» buyurur. Bu sebeple âlimlerden bir çoğu, kadının yabancılara şehvetle olsun veya olmasın bakmasının caiz olmadığı görüşündedirler.

Bunlardan bir çoğu, Ebu Dâvûd ve Tirmizî'nin Zühri kanalıyla... ümmü Seleme'den rivayet etmiş oldukları şu hadîsi delil getirirler: Ümmü Se­leme ve Meymûne Allah Rasûlü (s.a.)nün yanında imişler. Ümmü Se­leme şöyle anlatıyor: Biz, Allah Rasûlü (s.a.)nün yanında iken İbn Ümmü Mektûm gelip Hz. Peygamberin yanına girdi. Bu, biz örtünme ile emrolunduktan sonraydı. Allah Rasûlü (s.a.): Ondan örtünün, bu­yurdu. Ben: Ey Allah'ın elçisi, o kör değil mi? Bizi görmüyor ve tanımı­yor, dedim. Allah Rasûlü (s.a.): Siz ikiniz de kör müsünüz? Siz onu görmüyor musunuz? buyurdu. Tirmizî, hadîsin hasen ve sahih olduğu­nu söyler. Âlimlerden diğerleri ise, kadınların şehvetsiz olması şartıyla yabancılara bakmalarının caiz oldukları görüşündedirler. Nitekim sa-hîh bir hadîste vârid olduğu üzere:

Hz. Âişe'den nakledildiğine göre o, şöyle demiştir: Ben, mescidde oynayan habeşlilere bakıyorken bir de gördüm ki Hz. Peygamber (s.a.) beni ridâsı ile örtüp gizliyor. Tâ ki ben usanıp bakmaktan vazgeçinceye kadar. Oyuna çok arzulu küçük yaşta bir kız çocuğunun durumunu bir gez önüne getirin (işte benim durumum öyleydi.)

«Irzlarını korusunlar." âyeti hakkında Saîd îbn Cübeyr : Mahrem yerlerini fuhşiyâttan korusunlar, der. Katâde ve Süfyân: Kendilerine helâl olmayan şeylerden korusunlar, derken; Mukâtil bu korumanın, zinadan koruma olduğunu söyler. Ebu'l-Âliye ise şöyle diyor: Kur'an'da mahrem yerleri korumanın zikrediküği her âyet, zinadan korunma hak­kında nazil olmuştur. Sâdece «Irzlarını korusunlar. Mahrem yerlerini bir başkasının görmemesi için muhafaza etsinler.» âyeti müstesnadır.

 veLgtetemn»! mümkün   olmayan kısmı

müstesna süslerini açmasınlar... başkalarına göstermeslnler.» îbn Mes'-ûd burada görünen kısmın, ridâ ve elbise olduğunu söyler. Yani bunlar Arap kadınlarının giymeyi âdet edindikleri elbiseleri üstüne giydikleri örtüler ile elbiselerinin altlarından görünen kısımdır. İşte bunların gö­rünmesinden ötürü kadına herhangi bir günâh yoktur. Çünkü bunla­rın gizlenmesi mümkün değildir. Kadınların elbiselerinden gizlenmesi mümkün olmayan ve izârlarından görünen kısımları da bunun benze­ridir. Hasan, îbn Şîrîn, Ebu'l-Cevzâ, îbrâhim en-Nehâî ve başkaları İbn Mes'ûd'un kavli ile fetva vermişlerdir.

A'meş'in Saîd ibn Cübeyr'den, onun da îbn. Abbâs'tan rivayetine göre; o, kendiliğinden görünen kısmın; kadının yüzü, iki eli ve yüzüğü a _ olduğunu söyler. Bu görüş tbn Ömer, Ata, Ikrime. Saîd İbn Cübeyr, ' Ebu Şa'sâ, Dahhâk, îbrâhîm en-Nehai ve başkalarından da rivayet edil­miştir. Bunun, «kadınların göstermekten men'edildikleri zînet»in bir açıklaması olması muhtemeldir. Ebu îshâk es-Sübey'î'nin Ebu'l-Ahvas'-tan, onun da Abdullah îbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, «Süslerini göstermesinler.» âyetinde bunların küpe, pazubent. halhal ve gerdan­lık olduğunu söyler. Yine bu isnâd ile Abdullah'dan gelen rivayetlerden birinde o, şöyle demiştir: Zînet ikidir: Bunlardan birisini sâdece koca görür ki bu, yüzük ve bileziktir. İkincisi ise yabancıların da gördüğü zînet olup, bu da elbiselerin dış kısmıdır. Zührî der ki: Allah Teâlâ'nın (nikâhı) kendisine helâl olmayanlardan isimlerini saydıklarına bilezik­leri, başörtüleri ve küpelerini açılmaksızm gösterebilir. İnsanların ge­neline ise sâdece yüzükleri görünebilir. Mâlik'in Zührî'den rivayetine gö­re; kendiliğinden görünen zînetleri, yüzük ve halhaldir. Muhtemeldir ki İbn Abbâs ile ona tâ&i olanlar, zînetlerin kendiliğinden görünen kıs­mını; yüz ve ellerle tefsir etmek istemişlerdir. Cumhûr'a göre meşhur olan tefsir de budur. Ebu Davud'un Sünen'inde rivayet etmekte olduğu şu hadîs de bu görüşü destekler mâhiyettedir: Ebu Dâvûd der ki: Bize Ya'kûb İbn Kâ'b el-Antâkî ve Müemmel İbn Fadl el-Harrânî'nin... Hz. Aişe (r.a.)den rivayetlerine göre Ebubekir'in kızı Esma, üzerinde ince bir elbise ile Hz. Peygamber (s.a.)in yanına girmiş. Hz. Peygamber on­dan yüzünü çevirip: Ey Esma, kadın bulûğa erdiği zaman ondan sâde­ce şurasının —Hz. Peygamber yüzü ve ellerine işaret buyurdu— görül­mesi uygundur, buyurdu. Ebu Dâvûd ve Ebu Hatim er-Râzî hadîsin mürsel olduğunu söylemektedirler. Zîrâ Hâlid îbn Düreyk, Hz. Âişe'den hadîs işitmemiştir. En doğrusunu Allah bilir.

«Başörtülerini, yakalarının üstüne salsınlar.» âyetinde, kadınlar için yapılan ve uçları geniş olan başörtüleri kasdedilmektedir. Bunlar câhiliye devri kadınlannin âdet ve görünüşlerine muhalefet etsinler di­ye göğüs ve gerdanlarını örtmek üzere kadınların göğüsleri üzerine ko­nulur. Câhiliye devri kadınları böyle yapmazlardı. Aksine kadın, erkek­ler arasında göğsü açık olarak dolaşır, göğsünü herhangi bir şeyle ört­mezdi. Bazan olurdu ki boynunu, saç örgülerini ve kulaklanndaki kü­peleri de açıkta bırakırdı. Allah Teâlâ mü'min kadınlara,, gerek görü­nüşleri ile ve gerekse halleriyle örtünüp gizlenmelerini emretmiştir. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de: «Ey peygamber; eşlerine, kızlarına ve mü'mlnlerin kadınlarına söyle: Üstlerine örtü alsınlar. Bu, onların tanınması ve incitilmemeleri için daha doğrudur.» (Ahzâb, 59) buyru-lurken, burada da: «Başörtülerini, yakalarının üstüne salsınlar.» bu­yurmuştur.  (...)

Saîd İbn Cübeyr, âyetin bu kısmım şöyle açıklıyor: Başörtülerini göğüs ve gerdanları üzerine örtüp bağlasınlar ki herhangi bir kısmı gö­rünmesin. Buhârî der ki: Bize Ahnıed İbn Şebîb'in... Hz, Âişe (r.a.)den rivayetinde o, şöyle demiştir: Allah, ilk muhacir kadınlara rahmet ey­lesin. Allah Teâlâ: «Başörtülerini, yakalarının üstüne salsınlar.» âyetini indirdiğinde, onlar dışa giyilen elbiselerini yardılar (böldüler) ve bun­larla başlarını örttüler. Yine Buhârî'nin Ebu Nuaym kanalıyla... Hz. Âişe (r.a.)den rivayetinde o şöyle dermiş: «Başörtülerini, yakalarının üstüne salsınlar.» âyeti nazil olduğunda, onlar peştamallarım alıp yan­larından yardılar ve bunlarla başlarım örttüler, ibn Efbu Hatim der ki: Bize babamın... Safiyye Bint Şeybe'den rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Biz Hz. Âişe'nin yanında iken Kureyş'in kadınlarını ve üstünlüklerini an-maştık. Âişe (r.a.) şöyle dedi: Şüphesiz Kureyş kadınlarının üstünlüğü vardır. Allah'a yemîn ederim ki ben, Allah'ın kitabını tasdîkde ve indi­rilenlere îmânda ansâr kadınlarından daha üstününü ve daha güçlüsü­nü görmedim. ^Ür sûresinde «Başörtülerini, yakalarının üstüne salsın­lar.» ayeti nazil oldu. Erkekleri evlerine dönüp Allah Teâlâ'nın kendi­lerine kadınlar hakkında indirmiş olduğunu onlara okudular. Herkes bu âyeti karısına, kızına, kız kardeşine ve akrabasına okudu. Onlardan hiç bir kadın kalmayıp, nakışlı, resimli elbiselerine yöneldiler ve bun­larla başlarından aşağı örtündüler ki Allah Teâlâ'nın kitabından indir­miş olduğuna îmân etmiş ve onu doğrulamış olsunlar. Sabahleyin na­mazda Allah Rasûlü (s.a.)nün arkasında baştan aşağı örtülü olarak durdular. Sanki başları üzerinde kargalar vardı. Hadîsi bir başka kanal­dan olmak üzere Ebu Dâvûd aynca Safiyye Bint Şeybe'den de rivayet ediyor, tbn Cerîr der ki: Bize Yûnus'un... Hz. Âişe'den rivayetinde o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ ilk muhacir kadınlara rahmet eylesin. Allah Teâlâ «Başörtülerini", yakalannın üstüne salsınlar.» âyetini indirdiğin­de onlar, dışa giyilen elbiselerinin en sık dokulu olanlarını ortalarından yardılar ve taunlarla başlarını örttüler. Hz. Âişe'nin bu sözünü Etou Dâ-vûd, îbn Vehb kanalıyla rivayet etmiştir.

«Süslerini; kocaları veya babalan, kardeşleri veya erkek kardeşle­rinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğullan dışında başkalanna gö&-termesinler...» Bütün bunlar kadının mahremleri (nikâhının haram ol­duğu kimseler) olup aşın gitmeden ve süslenmeden, kadının zînetlerini onlara göstermesi caizdir. îbn Münzîr der ki: Bize Mûsâ îbn Harun'un... Şa'bî ve Ikrime'den sonuna kadar olmak üzere «Zînetlerini kocaları ve­ya babalan veya kocalarının babalarından başkalanna göstermesin-ler...» âyeti hakkında rivayetine göre o söyle demiştir: Burada amca ye dayısı zikredjlmemişıtir.

 Kadın amca ve dayının yanında başörtüsünü çıkarmaz. Kocaya ge­lince; bütün bunlar (bu yasaklamalar) onun içindir ve kadın bir baş­kasının huzurunda olmadığı şekilde onun için süslenip giyinir,.

(Jkyette istisna edilenler içinde «Onların kadınlan» da zikredilmek­tedir ki kadın, zînetini müslüman kadınlara gösterebilir. Ancak erkek­lerine niteleyip anlatmasınlar diye zimmet ehli kadınlarına göstermez. Her ne kadar bir kadının, gördüğü başka bir kadını kocasına anlatması bütün kadınlar hakkında yasak ise de bu yasak zimmet ehli kadınlan hakkında daha şiddetlidir. Zîrâ onları bundan alıkoyacak hiç »bir engel yoktur. Müslüman kadın ise bunun haram olduğunu bilir ve kendisini bundan alıkor. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kadın, kadına çıplak olarak görünmesin ki o da kocasına sanki kocası (nitelemekte olduğu kadına) bakarmış gibi anlatmasın. Hadîsi Buhar! ve Müslim Sahihlerinde tbn Mes'ûd'dan rivayetle tahrîc ederler?)

Saîd îbn Mansûr Sünen'inde der ki: Bize Ismâîl îbn Ayyaş'in... Haris îbn Kays'dan rivayetine göre;(mü'minlerin emîri Ömer Îbn Hat-tâb, Ebu Ubeyde'ye şöyie bir mektup yazmış: Besmele, hamdele ve sala-vattan sonra,; bana ulaştığına göre senin taraflarında müslüman ka­dınlardan bir kısmı müşriklerin kadınlan ile beraber hamamlara giri­yormuş. Allah'a ve âhiret gününe îmân eden bir kadın için, onun gö­rünmemesi gereken yerine kendi dininden olanlar müstesna kimsenin bakması helâl değildir. Mücâhid, âyette zikredilen «onlann kadınlan» hakkında şöyle der: Onlann müslüman olan kadınlarıdır. Değilse on­ların kadınlarından müşrik olanlan değil. Müslüman bir kadının müş­rik bir kadının önünde açılmak hakkı yoktur. Abd'm tefsirinde, Kelbî kanalıyla... îbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «onlann kadınları» hak­kında şöyle demiştir: Bunlar müslüman kadınlardır. O, yahûdî ve hıns-tiyan bir kadına zînetlerini göstermez (gösterilmemeleri emrolunan zînetleri) gerdan, küpe, örme gerdanlık İle ancak mahrem olan birinin görmesi helâl olan yerleri ve zînetleridir^Said'in Cerîr kanalıyla.:. Mü-câhid'den rivayetinde o, şöyle diyor: Müslüman bir kadın müşrik bir kadının yanında başörtüsünü çıkarmaz. Zîrâ Allah Teâlâ: «Onların ka­dınları...» buyurmuştur ki bunlar (müşrik kadınlar) onların, kadınla­rından de£ildir(Mekhûl ve Ubade tbn Nüseyy'den rivayete göre onlar» hırıstiyân, yahûdi ve mecûsî kadınların müslüman kadınları öpmesini hoş_görmezlermi|x tbn Ebu Hatim'in Ali îbn Hüseyn kanalıyla... fbn Atâ'dan, önurTda babasından rivayet ettiği: Hz. Peygamber (s.a.)in ashabı Beyt-i Makdis'e geldiklerinde, onların kadınlarının ebeleri ya-hûdî ve hıristiyan kadınlardı. Hadîs'i sahîh bile olsa zaruret haline ve­ya onları çalıştırma kabilinden olmasına hamledümelidir. Sonra ortada mahrem yerlerinin açılması diye bir şey de zâten yoktur. En doğrusu­nu Allah bilir.

«Veya cariyeleri...» âyeti hakkında Ibn Cüreyc der ki: Yani müş­riklerin kadınlarından. Her ne kadar müşrik bile olsa kadının zînetini onlara göstermesi caizdir. Zîrâ bunlar kendilerinin cariyeleridir. Saîd Müseyyeb de aynı görüştedir. Çoğunluk ise şöyle diyor: Bilakis kadının zînetini erkek olsun kadın olsun kölesine göstermesi caizdir. Bunlar, Ebu Davud'un rivayet etmiş olduğu şu hadîsi delil getiriyorlar: Mu-hanımed Ibn îsâ kanalıyla.., Enes (r.a.)den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Fâtıma'ya, kendisine hediye etmiş olduğu bir kö­le getirmişti. Fâtıma'nın üzerinde bir elbise vardı. Ancak bununla ba­şını örttüğü zaman ayaklarına; ayaklarım Örttüğü zaman da başına yetişmiyordu. Hz. Peygamber (s.a.) Fâtıma'nın durumunu (örtünmeye çalıştığını) gördüğünde: Bir beis yok; (gelen) senin baban ve kölendir, buyurdu. Hafız îbn Asâkir'in Tarihi'nde Muâviye'nin kölesi Hudeyc el-Hasiyy'İn hal tercemesinde zikrettiğine göre, Abdullah îbn Mes'ade el-Fezârî simsiyah bir zenci imiş. Hz. Peygamber (s.a.) onu kızı Fâtıma'­ya hediye etmiş, de Hz. Fâtıma onu terbiye edip yetiştirmiş, sonra azâd etmiş. Daha sonra bu köle Sıffîn günlerinde bütünüyle Hz, Muaviye ile beraber olmuştur ki Hz. Ali tbn Elbu Tâlib'e karşı olanların en şiddetli­lerinden imiş. imâm Ahmed'in Süfyân îbn Uyeyne kanalıyla... Ümmü Seleme'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Sizden birinin mükâteb bir kölesi olur ve o kölenin de borcunu ödeyecek var­lığı olursa ondan örtünsün. Hadîsi Ebu Dâvûd, Müsedded'den o da Süf­yân'dan rivayet etmiştir.

«Veya erkekliği kalmamış hizmetçileri...» âyetinde onların (kadın­ların) dengi olmayan, bununla birlikte akıllan zayıflamış ve kadınlara karşı şehvetleri ve düşünceleri kalmamış olan hizmetçiler kasdedilmek-tedir. îbn Abbâs bunların, şehveti olmayan burulmuş kimseler olduğunu söyler. Mücahid İse bunları ahmak, safdil olmakla niteler. îkrime de: O, erlik organı kalkmayan hünsâdır, demiş ve Seleften bir çokları da böyle açıklamışlardır. Zührî kanalıyla Hz. Âişe'den rivayet edilen sahih bir hadîse göre bir hünsâ, Allah Rasûlü (s.a.)nün ailelerinin yanına girer ve onlar kendisini erkekliği olmayanlardan sayarlarmış. O bir ka­dını: Yönelip geldiğinde dört boğum, arkasını dönüp gittiğinde sekiz boğumlu olarak gider, şeklinde vasfederken Hz. Peygamber (s.a.) gir­miş ve: Onun- burada olanları bildiğini görmüyor muyum? Bir dalia as­la sizin yanınıza girmesin, buyurmuş ve onu dışarı çıkarmış. O çölde oturur ve yemek almak üzere her cum'a şehre girermiş. İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Muâviye'nin Ümmü Seleme'den rivayetle anlattığına göre; Allah Rasûlü (s.a.) onun yanına girdiğinde, yanında bir hünsâ ve erkek kardeşi Abdullah tbn Ümeyye varmış ve hünsâ, Abdullah'a: Ey Abdullah tbn Ebu Ümeyye; eğer Allah Teâlâ yarın size Tâif'in fet­hini nasîb ederse, Ğaylân'm kızını ara ,onu al. Zîrâ o, yönelip geldiğin­de dört boğum, arkasını dönüp gittiğinde sekiz boğumludur, diyormuş. Allah Rasûlü (s.a.) onun (söylediğini) işitmiş ve Ümmü Seleme'ye: Bu bir daha senin yanına asla girmesin, buyurmuş. Hadîsi Buhârî ve Müs­lim Sahîh'lerinde Hişâm İbn Urve kanalıyla tahrîc etmişlerdir. Yine İmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk'ın... Hz. Âişe (r.a.)den rivaye­tinde o, şöyle anlatıyor : Hünsâ olan bir adam, Hz. Peygamber (s.a.) in hanımlarının yanına girer ve onlar kendisini erkekliği kalmamış olan­lardan sayarlardı. Bir gün o Hz. Peygamber (s.a.) in hanımlarının bazı­sının yanında bir kadını anlatırken Hz. Peygamber (s.a.) girdi. O; şüp­hesiz o yönelip geldiği zaman dört boğum, arkasını dönüp gittiğinde sekiz boğum, diyordu. Hz. Peygamber (s.a.): Şunun burada olanları bil­diğini görmüyor muyum? Bir daha bu sizin yanınıza asla girmeyecek, buyurdu da ,onu girmekten men'ettiler. Müslim, Bbu Dâvûd ve Neseî, hadîsi Abdürrezzâk kanalıyla rivayet etmişlerdir.

Allah Teâlâ: «Yahut kadınların mahrem yerlerini henüz anlama­yan çocuklardan başkalarına göstermesinler...» buyurur. Yani küçük­lükleri sebebiyle kadınların ince sözlerinden, yürümede sağa sola mey­letmelerinden, hareket ve duruşlarından kadınların durumlarını ve mahrem yerlerini anlamayan çocuklar. Çocuk küçüklüğünden bunu an-lamıyorsa, kadınların yanma girmesinde bir beis yoktur. Ancak mürâ-hik veya buna yakın olduğunda kadınların durumlarını bileceği, çir­kinle güzelin arasını ayırabileceği cihetle kadınların yanına girmesi caiz değildir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Allah Rasûlü (s.a.) den ri­vayetle mevcûd bir hadîste : Kadınların yanma girmekten sakının, bu­yurmuştur. Onlar: Ey Allah'ın elçisi, kocalarının babalan hakkında ne buyurursun? dediler de: Ya kocalarının babaları veya ölüm (ölsünler de yine yapmasınlar), buyurdu.

«Gizledikleri zînetlerinin bilinmesi için ayaklarını da vurmasın­lar.» câhiliye devrinde kadın yolda yürürken ayağında sesi duyulma­yan bir halhal varsa erkekler onun sesini (halhalin tınlamasını) du­yup bilsinler için ayağını yere vururmuş. îşte Allah Teâlâ mü'min ka­dınlara bu çeşit davranışı yasaklamıştır. Kadının örtülü bir zıneti olur da gizli olan bu zîneti görünsün için hareket ettirirse bu da bu yasak­lamanın içine girer. Zîrâ Allah Teâlâ: (gizledikleri zînetlerinin bilin­mesi için   ayaklarını da vurmasınlar.»   buyurmuştur. Bu sebeple er­kekler kokusunu alsınlar için evinden çıkarken kokulanma da kadın­lara yasak edUmistir?)Ebu îsâ Tirmizî der ki: Bize Muhammed İbn Beş-şâr'm... Ebu Mûsâ el-Eş'ârî'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.)den ri­vayetinde şöyle buyurmuş: Her göz zina edicidir; bir kadın kokulanıp bir meclisten geçtiği zaman o (o mecliste oturanların gözleri) şöyle şöyledir... Hz. Peygamber burada göz zinasını kasdetmektedir. Tirmizî bu konuda Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadîs daha olduğunu, bu­nun hasen, sahîh olduğunu söyler. Aynca Ebu Dâvûd ve Neseî, hadîsi Sabit tbn Ümâre kanalıyla da rivayet etmişlerdir. Elbu Dâvûd der ki: Bize Muhammed tbn Kesîr'in... Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayetle anlat­tığına göre; eteği tozlu ve güzel kokusunu hissettiği bir kadın ona uğ­ramıştı. O: Ey zâlimin kızı; mescidden mi geliyorsun?   dedi.   Kadın; evet, diye cevabladı. Ebu Hüreyre ona: Mescid için mi kokulandın? diye sordu. Kadın yine evet, dedi. Ebu, Hüreyre dedi ki: Ben, dostum Ebu'l-Kâsım (s.a.)ı şöyle buyururken işittim : Allah Teâlâ şu mescid için ko­kulanan bir kadının namazını dönüp cünüblükten yıkandığı gibi yıkan-madıkça kabul buyurmaz. Hadîsi Ibn Mâce de Ebu Bekr îbn Ebu Şey-be'den, o ise Süfyan tbn Uyeyne'den rivayet etmiştir. Yine Tirmizî'nin Mûsâ İbn Ubeyde kanalıyla... Meymûne Bint Sa'd'dan rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ailesi haricindeyken zîneti için­de kırıtarak yürüyen bir kadın kıyamet günü nûr olmayan bir zulmet gibidir. Bir açılıp saçılma sayılacağı için kadınların yolun ortacında yürümeleri de yasaklanmıştır. Ebu Dâvûd der ki: Bize Ka'nebî'nin... Ebu Üseyd (veya Esîd) el-Ansârî'den rivayetine göre; yolda kadınlarla erkekler karışmışken mescidden çıkan Allah Rasûlü (s.a.) nün kadın­lara şöyle buyurduğunu işitmiş: Geriye kaim; sizin yolu ortalamaya hakkınız yok, yolun kenarlarından gidin. Kadınlar da (yolda yürürken) duvarlara yapışır gibi gidermiş. O kadar ki duvarlara yapışmalarından dolayı elbiseleri duvarlara takılırmış.

«Ey mü'minler; hepiniz Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz.» Al­lah'ın size emretmiş olduğu bu güzel sıfatlan ve yüce huyları yerine getirip câhiliye halkının üzerinde olduğu rezîl ahlâk ve sıfatları terke-diniz. Zîrâ bütünüyle kurtuluş, Allah'ın ve Rasûlünün emrettiklerini yapmakta, Allah ve Rasûlünün yasakladıklarını terketmektedir. Yar­dım dilenecek, yalnızca Allah'tır.[19]

 

İzâhı

 

32 — İçinizden bekârları ve kölelerinizden,   cariyeleri­nizden sâlih olanları evlendirin. Şayet yoksul iseler Allah onları lutfuyla zenginleştirir. Allah lutfu bol   olandır  ve Alimdir.

33 — Evlenemeyenler de; kendilerini  Allah,  lutfuyla zenginleştirinceye^Hadar iffetli davransınlar.   Köleleriniz­den hür olmak için bedel vermek isteyenlerin bedel verme­lerini kabul edin. Şayet onlarda bir  hayır  görüyorsanız. Ve Allah'ın size verdiği maldan onlara verin. Dünya'ha­yatının geçici menfaatini elde etmek için iffetli olmak iste­yen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları   zorlarsa şüphesiz ki Allah, onları   (cariyeleri)   zorlanmalarından sonra da çok bağışlar ve merhamet eder.

34 — Andolsun ki Biz apaçık âyetler, sizden önce ge­çenlerden misâller ve takvaya erenler için de öğütler in­dirdik.

 

Evliliği Kolaylaştırın

 

Bu ayet kerîmeler muhkem hükümler ve pekiştirilmiş emirleri içine almaktadır. «İçinizden bekârları ve kölelerinizden, cariyeleriniz­den sâlih olanları evlendirin.» âyeti, evlendirme emrini içermektedir. Âlimlerden bir grup evlenmenin, gücü yeten herkese vacip olduğu gö­rüşündedir. Bunlar Allah Rasûlü (s.a.) nün :

Ey gençler topluluğu; sizden kim evlenmeye güç yetirirse evlen­sin. Zîrâ o, gözü ve mahrem yeri en çok koruyandır. Kim de evlenme­ye güç yetiremezse oruç tutsun. Zîrâ. oruç şehvetten alıkor, şehveti kı­rar, hadîsinin zahirini delil olarak almışlardır. Buharı ve Müslim ha­dîsi İbn Mes'ud'dan rivayetle tahrîc etmişlerdir. Başka bir şekilde ol­mak üzere Sünen'lerde mevcûd bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyuruyor: Evleniniz, çoğalınız. Kıyamet günü ben sizin (çokluğunuz) -le ümmetlere övüneceğim. Başka bir rivayette Allah Rasûlünün: Hat­tâ düşüklerle bile onlara karşı övüneceğim, dediği nakledilmektedir. Âyetteki ( ı^b^l ) kelimesi, ister, evlenip ayrılmış, isterse hiç evlen­memiş olsun eşi olmayan kadın ve eşi olmayan erkek anlamına gelen ( yVl ) kelimesinin çoğuludur. Cevheri, dil âlimlerinden bu kelime­nin hem erkekler ve hem de kadınlar hakkında kullanıldığını nakleder.

«Şayet yoksul iseler, Allah onları lutfuyla zenginleştirir. Allah lut-fu bol olandır ve Alîm'dir.» âyeti hakkında İbn Abbâs'tan rivayetle Ali îbn Ebu Talha der ki: Allah Teâlâ onları evlenmeye teşvik etmiş; hürle­re ve kölelere evlenmelerini emrederek evlendikleri takdirde onlara zen­ginlik va'detmiş ye: «Şayet yoksul iseler, Allah onları lutfuyla zengin­leştirir.» buyurmuştur. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ebube-kir es-Sıddîk (r.a.)dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah'ın size emretmiş olduğu nikâhta O'na itaat edin. Size olan zenginlik va'dini yerine getirecektir. Zîrâ O: «Şayet yoksul iseler, Allah onları lutfuyla zenginleştirir.» buyurmuştur. îbn Mes'ud'dan şöyle rivayet ediliyor: Nikâhta zenginlik dileyiniz. Allah Teâlâ: «Şayet yoksul iseler Allah on­ları lutfuyla zenginleştirir.» buyurmuştur. Hadîsi İbn Cerîr rivayet et­miştir. Beğavî, bunun bir benzerini Hz. Ömer'den rivayetle zikreder. Leys kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayetle Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Üç kimse vardır ki Allah'ın onlara yardım etmesi bir haktır: İffetli olmak İsteyerek evlenen, borcunu ödemek isteyerek kitâbete bağlanmış köle ve Allah yolunda savaşan gazi. Hadîsi İmâm Ah-med, Tirmizî, Neseî ve tbn Mâce rivayet ediyorlar. Üzerindeki izânn-dan başka bir şeyi olmayan, demir bir yüzük bile almaya gücü yetme­yen bir adamı Allah Rasûlü (s.a.) evlendirmiş ve Kur'an'dan ezberle­miş olduğunu kadına öğretmesini onun mehri kılmıştı. Allah'ın lutf u kereminden beklenen ve alışılagelmiş, olan; evlenen karı-kocaya her iki­sine de yetecek kadar nzık vermesidir. İnsanlardan birçoğunun zik­rettikleri: Fakirlerle evlenin ki, Allah, sizi zenginleştirsin, hadîsinin aslı yoktur. Şimdiye kadar kuvvetli veya zayıf bir isnadını da görme­dim. Zâten Kur'an bundan müstağnidir. Biraz önce verdiğimiz hadîs de böyledir. Hamd Allah'a mahsûstur.

«Evlenemeyenler de; kendilerini Allah, lutfuyla zenginleştirinceye kadar iffetli davransınlar.» âyeti, evlenme imkânı bulamayanlara Al­lah'ın haramdan sakınma emridir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) de: Ey gençler topluluğu, sizden kim evlenmeye güç yetirirse evlensin. Şüphesiz o, hem gözü ve hem de mahrem yeri en iyi koruyandır. Kim de evlenmeye güç yetiremezse oruç tutsun. Zîrâ o şehveti kırar, buyur­muştur. Bu âyet-i kerîme mutlaktır. Nisa süresindeki âyet ise bundan daha dar kapsamlı olup bu: «Sizden; hür, inanmış kadınlarla evlen­meye güç yetiremeyen kimse, ellerinizdeki inanmış cariyelerinizden alsın.» (Nisa, 25) âyetidir. Yani cariyelerle evlenmeyerek sabretmeniz daha hayırlıdır. Zîrâ cariyelerle evlendiğiniz takdirde doğacak çocuk, köle olacaktır. «Ve Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.»

«Evlenemeyenler de; iffetli davransınlar.» âyeti hakkında tkrime şöyle diyor: Bu, bir kadın görüp te ona karşı kendini arzulu gören kimsedir. Şayet onun eşi varsa gitsin ve ihtiyâcını onunla gidersin. Şa­yet eşi yoksa, göklerin ve yerin melekûtu üzerinde düşünsün ki sonun­da Allah Teâlâ onu zengin kılacaktır.

«Kölelerinizden Jıür olmak için bedel vermek isteyenlerin bedel vermelerini kabul edin. Şayet onlarda bir hayır görüyorsanız.» âyeti; Allah Teâlâ'nın köle sahiplerine, kölelerin 'bedel vererek kölelikten kur tuimayı istediklerinde onları bir bedele bağlayarak azâd etme emridir. Bir şartla ki kölenin efendisi ile arasında ödemede anlaştıkları ve şart koşulan malı efendisine ödemek üzere çâresi ve kazancı olmalıdır. Âlim­lerden bir çoğu; bu emrin bir irşad ve müstehâk kılma emri olduğu, kesinlik, vücûb ifâde eden bir emir olmadığı görüşündedir. Bilakis kö­lesi kendisinden bir bedel mukabili hür olmayı istediği zaman kölesi­nin bu isteğini kaıbul ederek onu kitabete bağlaması veya kabul etme­yerek onu kitabete bağlamaması arasında muhayyerdir. Sevrî'nin Câ-bir'den> onun da Sadî'den rivayetine göre kölenin efendisi (kölenin bedel mukabili hür kalma isteğini) dilerse kabul edip onu kitabete bağ­lar, dilerse onun bedel karşılığı hür kalmasını kabul etmez. îbn Vehb'in îsmâîl tbn Ayyâş'dan, onun birisinden ve onun da Atâ îbn Ebu Rebâh'-dan rivayetine göre; kölenin efendisi dilerse onu kitabete bağlar, dile­mez ise kitabete bağlamaz. Mukâtil tbn Hayyân ve Hasan el-Basrî de böyle söylemiştir. Âyetteki emrin zahirine dayanarak başkaları, köle be­del karşılığı hür olmayı istediği zaman efendisinin onun bu isteğini ka­bul etmesinin vâcifo olduğu görüşündedirler. Buhârî der ki: Ravh'in îbn Cüreyc'den rivayetinde o, şöyle diyor: Atâ'ya: Kölemin malı olduğunu bildiğim takdirde (ve onun isteği üzerine) onu kitabete bağlamak benim üzerime vâcib midir? diye sordum. Ben onun vâcib olduğunu sanıyorum, dedi. Amr îbn Dînâr der ki: Atâ'ya: Bunu birisinden mi naklediyorsun? diye sordum da hayır, dedi. Sonra bana haber verdi ki Mûsâ İbn Enes kendisine şöyle nakletmiş: Şîrîn, Ehes'den bedeli mukabili hür kalmayı istemiş. Onun çok malı olduğu halde Enes kabul etmemiş. Şîrîn de Ömer îbn Hattâb'a gitmiş ve Hz. Ömer: Onu kitabete bağla, dediği halde Enes kabul etmemiş ve Hz. Ömer de onu kırbaçla dövmüş. Akabinde Hz. Ömer (r.a.) : «Şayet onlarda bir hayır görüyorsanız onların bedel vermelerini kabul edin.» âyetini okumuş ve Enes de Şîrîn'i bedel mukabili hür bı­rakmış. Buhârî bu haberi bu şekilde muallak olarak zikrediyor. Abdür-rezzak'ın îbn Cüreyc'den rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Atâ'ya: (Köle­min) malı olduğunu bildiğim halde onu kitabete bağlamam bana vâcib midir? diye sordum. Onun vâcib olduğunu sanıyorum, dedi. Bunu Amr İbn Dînâr da belirtip şöyle diyor: Atâ'ya: Bunu birisinden mi nakledi­yorsun? dedim de, o; hayır, dedi. îbn Cerîr'in Muhammed Iton Beşşâr kanalıyla... Enes îbn Mâlik'den rivayetine göre; (kölesi) Şîrîn, kendisini bedel mukabili hür bırakmasını istemişti. Bunda ağırdan aldı da, Hz. Ömer kendisine: Onu mutlaka bedel mukabilinde hür bırakmalısın (ki­tabete bağlamalısm), dedi. Bu haberin isnadı sahihtir. Saîd îbn Man-sûr'un Huşeym îbn Cüveybir'den, onun da Dahhâk'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştirî Bu (âyet) ıbir azimettir, kesin bir emirdir. Bu görüş îmâm Şafiî —Allah ona rahmet eylesin— nin eski iki görüşünden biri­dir. Yeni görüşünde ise ,o bunun Allah Rasûlü (s.a.)nün: Müslüman bir kişinin malı ancak onun gönül hoşluğu ile helâldir, hadîsine dayanarak vâcib olmadığına zâhib olmuştur. îbn Vehb'in naklettiğine göre; Mâlik şöyle diyor: Bize göre bir köleye sahip olanın, kölesi kendisini bedel mu­kabili hür bırakmasını istediğinde, onu kitabete bağlaması gerekmez. İmamlardan hiç kimsenin herhangi birini kölesini kitabete bağlamaya zorladığını da işitmedim, Mâlik der ki: Bu, sâdece Allah'tan bir emir ve ondan insanlara bir izindir, değilse bir vâcib değildir. Sevrî, Ebu Hanîfe, Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eşlem ve başkaları da böyle söylemiştir.

Ancak âyetin zahirine dayanarak tbn Cerîr vâcib olduğu görüşünü ter­cih etmiştir.

Bazıları: «Şayet onlarda bir hayır görüyorsanız.)) âyetindeki hayır kelimesini emânetle, diğer bazıları doğrulukla, bir başkaları mal ile, di­ğer 'bazıları ise çâre ve kazançla tefsir etmişlerdir. Ebu Davud'un el-Me-râsîl adlı kitabında Yahya îbn Ebu Kesîr'den naklettiğine göre; Allah Rasûlü: «Şayet onlarda bir hayır görüyorsanız onların hür olmak için bedel vermelerini kabul edin.» âyeti hakkında şöyle buyurmuş: Eğer on­larda bir san'at görürseniz (bir sanatları varsa); bunu yapın, değilse on­ları insanlar üzerine yük olmaya bırakmayın.

«Ve Allah'ın size verdiği maldan onlara verin.» âyetinde müfessir-ler ihtilâf etmişlerdir. Müfessirlerden bazıları buranın anlamının: On­ları hür olarak bırakmak için anlaşmış olduğunuz bedelin bir kısmını onlara bırakın, şeklinde olduğunu söyler. Sonra bazıları, bırakılacak miktarın dörtte bir olduğunu söylemiştir. Bu miktarın üçte bir, ya­rım, bir ölçü olmaksızın bedelin bir bölümü olduğu da söylenmiştir. Di­ğerleri ise «Ve Allah'ın size verdiği maldan onlara verin.» âyetinden maksadı şöyle belirtirler: Bu, Allah Teâlâ'nm zekât mallarından onlar için farz kılmış olduğu paydır. Bu; Hasan, Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eşlem, onun babası ve Mukâtil İbn Hayyân'ın kavilleridir, tbn Cerîr de bu görüşü tercih eder. «Ve Allah'ın size verdiği maldan onlara verin.» âyeti hakkında îbrâhîm en-Nehaî: Kölenin efendisi olsun bir başkası ol­sun, insanları bu işe teşvikten ibarettir, demiştir. Büreyde İton Husayb el-Eslemî ve Katâde de böyle söylemiştir, tbn Abbâs da der ki: Allah Teâlâ mü'minlere, kölelere (kölelikten kurtulmada) yardımı emretmiş­tir. Daha önce geçen bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.): Üç kimse vardır ki onlara yardım etmek Allah için bir haktır, buyurmuş ve onlardan öde­mek isteyen (efendisi ile hür kalmak için aralarında şart koştukları be­deli Ödemek isteyen) mükâtab köleyi de zikretmiştir. Birinci görüş meş­hur olan görüştür.     

tbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn İsmail'in... Hz. Ömer'­den rivayetine göre; o, Ebu Ümeyye künyesini taşıyan bir kölesini kita­bete bağlamıştı. Vakti geldiğinde o, taksitini getirdi. Hz. Ömer: Ey Ebu Ümeyye, git, hür kalmak için vereceğin bedelde bundan istifâde et (bu­nun, ödeyeceğin bedelde yardımı olacaktır), dedi. Ebu Ümeyye: Ey mü'-minlerin emıri, bıraksan da son taksitten olsa? dedi. Hz. Ömer: Korka­rım ki buna yetişemeyeceğim, deyip: «Kölelerinizden hür olmak için be­del vermek isteyenlerin bedel vermelerini kabul edin. Şayet onlarda bir hayır görüyorsanız. Ve Allah'm size verdiği maldan onlara verin.» âye­tini okudu. İkrime, bunun İslâm'da ödenen ilk taksit olduğunu söyler, îbn Cerîr der ki: Bize İbn Humeyd'in Sald îbn Cübeyr'den rivayetinde o, şöyle demiş: îbn Ömer bir kölesini kitabete bağladığı zaman aciz kalır da, kendi sadakasına döner korkusuyla onun taksitlerinin ilkinden hiç indirim yapmazdı. Fakat ödeyeceği bedelin sonuna ulaştığa zaman on­dan istediği kadarını indirirdi. îbn Abbâs'tan rivayetle Ali îbn Ebu Tal-hâ: «Ve Allah'ın size verdiği maldan onlara verin.» âyeti hakkında şöyle diyor: Yani onlarla anlaştığınız bedelden indirim yapın, Mücâhid, Ata, Kasım îbn Ebu Bezzâr, Abdülkerim îbn Mâlik el-Cezerî ve Süddî de böy­le söylemişlerdir. «Ve Allah'ın size verdiği maldan onlara verin.» âyeti hakkında Muhammed îbn Şîrîn şöyle diyor: Bedel karşılığı hür kalma is­teğini kabul ettiği kölesinin, anlaştıkları bedelinden bir kısmını bırakıp bundan vazgeçmesi onların hoşuna giderdi, î'bn Ebu Hatim der ki: Bize Fadl Îbn Şâz&n el-Mukrî'nin... Hz. Ali (r.a.)den, onun da Hz. Peygam­ber (s.a.)den rivayetine göre o: Kölenin hür kalması için anlaşılan be­delin dörtte biri demiştir. Bu garîb bir hadîstir. Hattâ merfû1 olması münkerdir. Doğruya yakın gibi görüneni, bunun 'Hz. Ali (r.a.) üzerinde mevkuf olmasıdır. Nitekim Ebu Abdurrahmân es-Sülemî —Allah ona rahmet eylesin— hadîsi Hz. Ali'den bu şekilde (mevkuf olarak) rivayet etmiştir.

«Dünya hayatının geçici menfaatim elde etmek için iffetli olmak İsteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.» Câhiliye devri halkından her­hangi birinin bir cariyesi olduğunda, bunu zina etmek üzere gönderir ve üzerine vergiler koyarak bunu, her zaman ondan alırdı. îslâm gelince Allah Teâjâ müslümanlara bunu yasakladı. Müfessirlerin Selef ve halef âlimlerinden birçoğunun anlattığına göre; bu âyet-i kerîme'nin nüzul se­bebi Abdullah îbn Üfceyy îbn Selûl'dur. Onun cariyeleri vardı. Gelirleri­ni almak, çocuklarına sâhib olmak ve kendi zannına göre bununla bir riyaset elde etmek arzusuyla onları zinaya zorlardı.

Hafız Ebu Bekr Ahmed îbn Amr îbn Abdülhâlik el-Bezzâr —Allah ona rahmet eylesin— Müsned'inde der ki: Bize Ahmed îbn Dâvûd el-Vâsıtî'nin... Zührî'den rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Abdullah îbn Übeyy îbn Selûl'un Muâze denilen bir cariyesi vardı. Abdullah onu zina­ya zorlardı. İslâm geldiğinde: «Kim onları zorlarsa şüphesiz ki Allah ca­riyeleri zorlamalarından sonra da çok bağışlar ve merhamet eder.» kıs­mına gelinceye kadar «Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.» âyeti nazil oldu. A'meş'in Ebu Süfyân'dan, onun da Câbir'den rivayetine göre o: ((Cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Abdullah îbn Übeyy îbn Se-lûl'ün Mesîke denilen bir cariyesi hakkında nazil olmuştur. Onu fuJışa zorlardı. Mesîke güçsüz bir câriye idi, efendisinin bu isteğini reddetti de Allah Teâlâ, «Kim onları zorlarsa şüphesiz ki Allah, onları zorlanmala­rından sonra da çok bağışlar ve merhamet eder.» kısmına kadar bu âyeti indirdi. Neseî de hadîsi İbn Cüreyc kanalıyla... Câbir'den yukardakine benzer şekilde rivayet etmiştir. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr'm Amr îbn Ali kanalıyla... Câbir'den rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Abdullah îbn Übey Îbn Selûl'un Mesîke adında bir cariyesi vardı ve onu zinaya zor­lardı da, Allah Teâlâ: «Kim onları zorlarsa şüphesiz ki Allah, onları zor­lanmalarından sonra da çok bağışlar ve merhamet eder.» kısmına gelin­ceye kadar «Cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.» âyetini indirdi. A'meş bu­rada Ebu Süfyân Talha îbn Nâfi'den hadîsi işitmiş olduğunu açıkça be­lirtmektedir. Bu; A'meş ondan işitmiş değildir, 'bu sadece (onun rivayet etmiş olduğu) bir sahifeden ibarettir, diyenlerin sözünün bâtıl olduğuna delâlet eder. Bu açıklama Bezzâr'ındır. Ebu Dâvûd et-Tayâlisî'nin Sü­leyman îbn Muâz kanalıyla... îbn Abbâs'tan rivayetine göre Abdullah îbn Übeyy'in bir cariyesi câhiliye devrinde zina ederdi. Hattâ zinadan çocukları olmuştu. Îbn Übeyy ona: Sana ne oluyor da zina etmiyorsun? diye sordu da: Hayır, Allah'a yemîn olsun ki zina etmeyeceğim, dedi. Îbn Übeyy'in onu dövmesi üzerine Allah Teâlâ: «İffetli olmak isteyen cari­yelerinizi fuhşa zorlamayın...» âyetini indirdi. Abdürrezzâk'm Ma'mer'-den, onun da Zührî'den rivayetine göre; Kureyş'den birisi Bedir günü esîr alınmış ve Abdullah îbn Übeyy'in yanında esir kalmıştı. Abdullah Îbn Übeyy'in Muâze denilen bir cariyesi vardı. Kureyş'li olan esîr onu kendine ram etmek istiyordu. Câriye müslüman idi. Müslüman olduğu için o Kureyş'li esîre râm olmak istemiyordu. Abdullah tbn Übeyy ise cariyesi Kureyş'liden hâmile kalır da, doğacak çocuğunun da fidyesini alırım umuduyla cariyeyi buna zorlayıp onu dövüyordu. îşte bunun üze­rine Allah Teâlâ: «İffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.» âyetini indirdi. Süddî der ki: Bu, âyet-i kerîme, münafıkların başı Abdul­lah İbn Übeyy îbn Selûl hakkında nazil oldu. Onun Muâze adında bir cariyesi vardı. Ona bir müsâfir geldiğinde bir menfaat elde etme ve şe­refe sâhlb olma arzusuyla bu cariyesini, temasta bulunması için o mü-sâfire gönderirdi. Muâze, Hz. Ebubekir (r.a.)e gelip bundan şikâyet etti. Ebubekir de bu durumu Hz. Peygamber (s.a.)e anlattı. Allah Rasûlü ca­riyenin alıkonulmasını emretti. Abdullah tbn Übeyy: BeniMuharnmed'İn yanında kim ma'zûr gösterecek? (Kim benim yerime yapacağına karşı­lık kendisini mükâfatlandırmam için özür beyân edecek?), cariyemize el koydu diye bağırdı da, Allah Teâlâ onlar hakkında bu âyeti indirdi. Mukâtil îbn Hayyân der ki: Bize ulaştığına göre —en doğrusunu Allah bilir— bu âyet-i kerîme iki kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlar, kendi­lerine âit iki cariyeyi fuhşa zorluyorlardı. Bu cariyelerden birinin ismi Mesîke olup ansâr'dan birine aitti. Diğeri Mesîke'nin annesi olan Ümey-me de Abdullah İbn Übeyy'in cariyesi idi. Muâze ve Ürvâ (adlı cariye­ler) da bu durumdaydılar. Mesîke ve annesi, Hz. Peygamber (s.a.)e gelip durumu ona anlattılar. Bunun üzerine bu konuda Allah Teâlâ: «Cari­yelerinizi fuhşa (zinaya) zorlamayın.» âyetini indirdi. «İffetli olmak is­teyen cariyelerinizi.» âyeti, genelde carî olan durumu belirtmektedir. Yoksa iffetli olmak istemeyen cariyelerinizi fuhşa zorlayabilirsiniz, gibi bir mefhûm-u muhalifi yoktur.

Allah Teâlâ: «(Onların gelirleri, mehirleri ve çocuklarından ibaret) dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için...» buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.) de hacamat yapanın kazancı, fahişenin mehil ve kâhine verilen hediyeyi yasaklamıştı. Diğer bir rivayette: Fahişenin mehri, hacamat yapanın kazancı ve köpeğin satış bedeli pistir, 'buyur­muştur.

«Kim onları zorlarsa şüphesiz ki Allah, onları (cariyeleri) zorlan­malarından sonra da çok bağışlar ve merhamet eder.» Nitekim bu, konu­daki açıklama daha önce Câbir'den rivayet edilen bir hadîste de geçmişti, îbn Abbâs'tan rivayetle îbn Ebu Talhâ der ki: Şayet siz bunu yapar ve onları fuhşa zorlarsanız, şüphesiz Allah Teâlâ onları bağışlar ve merha­met eder. Onların günâhları da kendilerini buna zorlayanların üzerine­dir. Mücâhid, Ata el-Horasânî, A'meş ve Katâde de böyle söylemiştir. Ebu Übeyd'in îshâk el-Ezrak'dan, onun Avf'dan, onun da Hasan'dan «Şüphe­siz ki Allah, onları zorlanmalarından sonra da çok bağışlar ve merhamet eder.» âyeti hakkında rivayetinde o, şöyle demiştir: Allah'a yemîn olsun ki cariyeleri bağışlar ve merhamet eder. Zührî'den rivayete göre; o, şöy­le diyor : Zorlandıkları şey hakkında Allah onları çok bağışlayıcıdır. Zeyd îbn Eslem'den rivayette ise o: Allah Teâlâ zorlanan (fuhşa zorlanan) ca­riyeleri çok bağışlar, merhamet eder, demiştir. Bunları İbn Münzir tef­sirinde kendine âit isnâdlarla nakletmiştir. îbn Ebu Hâtim'in Etou Zür'a kanalıyla... Saîd tbn Cübeyr'den rivayetinde o, şöyle demiştir: Bu âyet Abdullah İbn Mes'ûd'un kırâetinde: Şüphesiz ki Allah, zorlanmaların­dan sonra da onları çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir, anlamında ol­mak üzere : şeklindedir ve on­ların günâhları, kendilerini bu işe zorlayanlaradır. Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet edilen merfû' bir hadîste şöyle buyurmaktadır: Ümmetim­den hatâ, unutma ve yapmaya zorlandıkları şeylerin (günâhı) kaldırıl­mıştır.

Allah Teâlâ bu hükümleri tafsilâtlı olarak anlatıp beyân ettikten sonra şöyle buyurur: «Andolsun ki Biz, (Kur'an'da) apaçık âyetler, siz­den Önce geçen (ümmet) lerden misâller, (Allah'ın emirlerine muhale­fetleri yüzünden onların başlarına gelenlerin haberlerini) indirdik.» Baş­ka bir âyet-i kerîme'de ^öyle buyrulur: «Ve onları sonradan geleceklere bir örnek ve ibret kıldık.» (Zuhrûf, 56).

«Takvaya eren (Allah'dan korkan) ler için de (günâhları ve haramları imlemekten alıkoyacak) öğütler indirdik.» Hz. Ali tbn Ebu Tâlib (r.a.) Kur'an'ın nitelikleri hakkında şöyle diyar: Onda aranızdaki (ihti­lâflar hakkında) hüküm, sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin ha­beri vardır. O, kesin olarak hüküm verip ayrıcıdır, boş söz değildir. Zâ­limlerden kim onu terkederse; Allah belini kırar, kim de onun dışında başka bir şeyde hidâyet ararsa Allah onu saptırır.[20]

 

İzâhı

 

35 — Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misâli; içinde çerağ bulunan bir kandil yuvası ıgibidir. O çerağ, bir sırça içindedir. Sırça, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nis-beti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulup yakılır. Ateş değmese dahi, nerdeyse yağın kendisi aydın­latacak. Nûr üstüne nurdur. Allah, dilediğini nuruna ka­vuşturur. Allah, insanlara misâller verir. Ve Allaih, her şe­yi bilendir.

 

Göklerin ve Yerin Nüru

 

îbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha, «Allah göklerin ve yerin nurudur.» âyetinde şöyle buyrulduğunu söyler: Allah, gökler ve yer eh­linin hidâyete erdiricisidir. İbn Cüreyc'in naklettiğine göre; Mücâhid ve İbn Abbâs, «Allah, göklerin ve yerin nurudur.» âyeti hakkında şöyle di­yorlar: Yıldızları, güneşi ve ayı ile o ikisinde (göklerde ve yerde) işleri idare eden, düzenleyen O'dur. İbn Cerîr'in Süleyman tbn Ömer ibn Halid kanalıyla... Enes îbn Mâlik'den rivayetinde o, şöyle demiş: Benim ilâ­hım: Benim nurum, hidâyetimdir, buyuruyor. İbn Certr —Allah ona rahmet eylesin— bu görüşü tercih etmiştir. Ebu Ca'fer Râzî'nin Rebî' İbn Enes kanalıyla... Übeyy îbn Kâ'b'dan rivayetinde o, «Allah gökle­rin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misâli; içinde çerâğ bulunan bir kandil yuvası gibidir.» âyeti hakkında şöyle diyor: O, mü'mindir ki Al­lah Teâlâ İmânı ve Kur'an'ı onun göğsünde kılmıştır. Allah Teâlâ buna misâl verir ve: «Allah, göklerin ve yerin nurudur.» buyurarak zâtının nuru ile başlar, sonra mü'minin nurunu zikreder de: «Ona îmân ede­nin nurunun misâli...» buyurur. Übeyy İbn Kâ'b, âyeti: «O'na îmân ede­nin nurunun misâli...» anlamına gelmek üzere: şeklinde okurmuş. Râvî der ki: O, mü'mindir ki îmân ve Kur'an onun göğsünde kılınmıştır. Saîd îbn Cübeyr ve Kays îbn Sa'd'ın tbn Abbâs'-tan rivayetlerine göre; o, âyeti Übeyy îbn Kâ'b gibi «Allah'a îmân ede­nin nurunun misâli...» anlamına gelecek şekilde okurmuş. Bazıları âye­ti: Allah, göklerive yeri nûrlandırmıştır, anlamına gelecek şekilde okur­lar. (...) «Allah, göklerin ve yerin nurudur.» âyeti hakkında Süddî der ki: O'nun nuru ile gökler ve yeryüzü aydınlatılmıştır. Muhammed îlbn îshâk'ın «es-Sîre»sinde Allah Rasûlü (s.a.)nden rivayet etmiş olduğu bir hadîse göre Tâif halkı Hz. Peygambere eziyet ettiği gündeki duasında o, şöyle demişti: Sen'in öfkenin ve kızgınlığının üzerime inmesinden yine Senin yüzünün nuruna sığınırım. Öyle yüzünün nuru ki karanlık­lar onunla aydınlatılmış, dünya ve âhiret işi onunla düzene gir­miştir. Dönüşüm Sen hoşnûd oluncaya kadar yine Sanadır. Güç ve kuv­vet ancak Seninledir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde îbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) geceleyin kıyama durduğun­da şöyle duâ edermiş: Ey Allah'ım, hamd Sanadır. Gökleri, yerleri ve onlarda olanları ayakta tutan Sensin. Hamd Sanadır. Sen göklerin, yerin ve onlardakilerin nurusun... îbn Mes'ûd (r.a.)dan rivayete göre; o, şöyle dermiş: Sizin Rabbınızın katında gece ve gündüz yoktur. Arş'ın nuru, O'nun yükünün nûrundandır. «O'nun nurunun misâli...» âyetindeki za-mîr konusunda iki görüş vardır:

1- Bu zamîr Allah'a dönmektedir. Yani Allah'ın mü'minin kalbi­ne koyduğu hidâyetin misâli, İçinde çerâğ bulunan bir kandil yuvası gi­bidir. Bu açıklama tbn Abbâs'ındır.

2- Sözün akışının da delâlet ettiği gibi buradaki zamîr mü'mine dönmektedir. Sözün takdiri şöyle olacaktır: Mü'minin kalbinde bulunan îmânın misâli, içinde çerâğ bulunan bir kandil yuvası gibidir. Böylece mü'minin kalbi ile onun kalbinin üzerinde yaratılmış olduğu hidâyet ve yaradılışına uygun olarak alıp kabul etmiş olduğu Kur'an burada benzetilen olmuş oluyor. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de: cRabbın-dan açık bir delili bulunan, ardınca da Rabbı tarafından bir şâhid ge­len... başkaları gibi midir?» (Hûd, 17) buyurulmuştur. Mü'min kalbi; zâ-tındaki temizliğinde şeffaf, cevherden yapılma camdan bir kandile, onu hidâyete eriştiren Kur'an ve şeriat ise hiç bir bulanıklık ve sapma olma­yan en iyi, sâf, parlayan, mu'tedil zeytinyağına benzetilmiştir.

tbn Abbâs, Mücâhld, Muhammed tbn Kâ'b ve birçokları âyetteki kelimesini; kandilin fitil yeri, olarak açıklamışlardır. Meş­hur olan açıklama da budur. Bu sebepledir ki bundan sonra: «İçinde çe­râğ bulunan» buyrulmuştur. Çerâğ, fitilin ışık veren yeridir. îbn Abbâs'-tan rivayetle Avfî, «Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misâli; içinde çerâğ bulunan bir kandil yuvasına benzer.» âyeti hakkın­da şöyle der: Yahudiler Muhammed (s.a.)e: Allah'ın nuru göğün nurun­dan nasıl ayrılır? demişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ nuru için bu misâli verip: «Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misâli; içinde çerâğ bulunan bir kandil yuvası gibidir.» buyurdu. Âyetteki kelimesi; evdeki oyuk, delik anlamınadır. Bu, Allah Teâlâ'nın kendine itaat için vermiş olduğu bir misâldir. Allah Teâlâ itaatim önce nûr olarak, sonra da muhtelif nurlarla isimlendirdi. Mücâhid'den riva­yetle îbn Ebu Necîh, tbn Abbâs'm sözündeki kelimesinin Ha­beş dilinde olduğunu söyler. Bir başkası şöyle ilâve eder: Mişkât; bacası bulunmayan oyuktur. Mücâhid'den rivayete göre ise Mişkât, kendilerine kandil asılan demirlerdir. Bunlardan birinci açıklama daha uygun olanı­dır. Bu açıklama mişkât kelimesinin kandilden fitil yeri olduğu, açıkla­masıdır ki, bu sebeple Allah Teâlâ: «İçinde çerâğ bulunan» buyurmuş­tur. Çerâğ ise; fitilin ucunda olan aydınlık, nurdur. Übeyy tbn Kâ'b âyetteki misbâhı nûr ile açıklar ve: O (mü'minin) göğsünde olan Kur'an ve îmândır, der. Süddî burada misbâhı çerâğ ile tefsir eder. «O çerâğ, bir sırça içindedir.» Yani bu ışık, tertemiz bir cam içinde parlamakta­dır. Übeyy îıbn Kâ'b ve birçokları bunun, mü'minin kalbinin benzeri ol­duğunu söyler. Sırça ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bazıları inci kelimesine nisbetle âyetteki kelimesini hemzesiz olarak ve dal harfinin zammesi ile okumuşlardır ki, buna göre anlam: Sırça ise sanki iriciden bir yıldızdır, şeklindedir. Diğerleri ise yıldızın kay­ması anlamına gelen kökten türetilmiş olarak kelimeyi hemzeli ve dal harfinin kesresiyle, zammesiyle okumuşlardır. Zîrâ yıldız kaydığı za­man diğer durumlarına göre çok daha parlak bir ışık verir. Araplar bi­linmeyen yıldızlara derârî ismi vermektedirler. Übeyy îbn Kâ'b burada: Parlayan yıldız, derken Katâde: Parlak, apaçık ve büyük açıklamasını getirir.

«(Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan müba­rek bir ağaçtan, mübarek bir zeytin ağacının zeytinyağından tutuştu­rulup yakılır.» Yeryüzünün doğu taraflarında değildir ki günün başlan­gıcından güneş ona ulaşsın, batısında değildir ki güneşin batışından önce gölgesi kısalsın. Aksine o .orta bir yerdedir. Günün başından so­nuna kadar güneş görür ve zeytinyağı mutedil, saf ve parlak olur. îbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhamnaed îbn Ammâr'm... îbn Abbâs'tan riva­yetine göre; o, «Mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulup yakılır.» âyeti hakkında şöyle diyor: Sahrada bir ağaçtır. Onu herhangi bir dağ, ağaç veya mağara gölgelemez, onu hiç bir şey örtmez. Bu, onun zeytin­yağı için en güzel olanıdır. Yahya îbn Saîd el-Kattân'ın îmrân Îbn Hudayr'dan, onun da İkrime'den «Güneşin doğduğu yere de battığı yere de nisbeti olmayan...» âyeti hakkında rivayetine göre şöyle demiştir: O, sahradadır. Bu, onun zeytinyağı için en temiz olanıdır. Îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... İkrime'den rivayetine göre ona birisi «Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden...» âyetini sormuştu. Şöyle dedi: O, çöl bir yerdedir. Güneş doğduğu zaman onun üzerine doğar. Battığı zaman da üzerine batar. İşte bu, zeytinyağının en safıdır. «Güneşin doğduğu yere de, battığı ye­re de nisbeti olmayan...» âyeti hakkında Mücâhid şöyle diyor: Doğuda bir yerde olsa güneş battığında ona isabet etmeyecek, batıda olsa güneş doğduğunda ona isabet etmeyecekti. Fakat o, böyle değildir. Hem güne­şin doğduğu yere ve hem de battığı yere nisbet edilir ki hem güneş doğ­duğunda ve hem de battığında güneş ona isabet etmektedir. «Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulup yakılır. Neredeyse yağın kendisi aydınlatacak.» âyeti hakkında Saîd,îbn Cübeyr: O, zeytinyağının en iyisidir deyip şöy­le devam eder: Güneş doğduğu zaman ona doğu yönünden değer. Batmaya başladığı zaman da yine güneş ona değer. Güneş hem sabah hem akşam ona isabet etmektedir. İşte bu; ne güneşin doğduğu yere ve ne de battığı yere nisbet edilmiş sayılmaz. «Güneşin doğduğu yere de, bat­tığı yere de nisbeti olmayan zeytinden...» âyeti hakkında Süddî şöyle di­yor: O doğunun sahip olduğu, doğuya nisbet edilen bir ağaç veya doğu­nun değil de batının sahip olduğu batıya nisbet edilen bir ağaç değildir. Fakat o bir dağın taşında veya bir çölde olup gündüzün tamâmında gü­neş ona değer. «Güneşin doğduğu yere ve battığı yere de nisbeti olmayan zeytinden...» âyetinden maksadın: O ağacın ortasındadır, ne doğuya ne de batıya görünecek durumda değildir, olduğu da söylenir. Bbu Ca'fer Râzî'nin Rebî' tbn Enes kanalıyla... Übeyy îbn Kâ'b'dan rivayetine gö­re; o, «Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan zeytin­den...» âyeti hakkında şöyle demiştir: O. hoş, temiz, güzel ve yeşildir. Hangi halde olursa olsun güneş ona değmez: Ne doğduğu zaman ve ne de battığı zaman. İşte şu mü'min de böyledir: Kendisine herhangi bir fitnenin değmesinden korunmuş, fitnelerle imtihan olunmuştur da, Al­lah bunlarda kendisini hak üzere sabit, tutmuştur. O, şu dört. huy ara­sındadır: Bir şey söylediğinde doğru söyler, hükmettiği zaman adaletli olur, imtihan olunduğunda, bir musibete dûçâr kaldığında sabreder, kendisine bir şey verildiğinde şükreder. Diğer insanlar içinde o, ölülerin kabirleri arasında yürüyen diri kimse gibidir.

İbn Ebu Hatim'in Ali tbn Hüseyn kanalıyla... Saîd tbn Cübeyr'den rivayetine göre; o, «Güneşin doğduğu yere de battığı yere de nisbeti ol­mayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden...» âyeti hakkında şöyle diyor: O; ağacın ortasıdır. Ne doğudan ne de batıdan güneş ona değmez. Atıyye el-Avfî de «Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan...» âyeti hakkında şöyle diyor: O, ağaçlık bir yerdeki ağaçtır. Meyvelerinin gölgesi yapraklan içinde görülür. Öyle bir ağaçtandır ki güneş onun üze­rine ne doğar ne de batar.

tbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed îbn Ammâr'ın... îbn Ab-bâs'tan rivayetinde o, «Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan...» âyeti hakkında şöyle demiştir: Batısı olmayan güneşin doğ­duğu yere de, doğusu olmayan güneşin battığı yere de nisbet edilmiş de­ğildir. Fakat o hem güneşin doğduğu yere ve hem de battığı yere nisbet edilir. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî burayı el-Kıblıyye (adındaki bir yer) ile tefsir ederken, Zeyd îbn Eşlem buranın Şam oldğunu söylemiş­tir. Hasan el-Basrî de der ki: Şayet bu ağaç yeryüzünde olmuş olsaydı, ya güneşin doğduğu yere veya battığı yere nisbet edilirdi. Fakat bu, Al­lah Teâlâ'nın nuru için vermiş olduğu bir misâldir. İbn Abbâs'tan riva­yetle Dahhâk, mübarek bir ağacı sâlih kimse ile; ne güneşin doğduğu yere, ne de battığı yere nisfaet edilmeyen zeytini -de; ne yahûdî ve ne de hıristiyan, ifâdesi ile açıklamıştır.

Bu açıklamalardan en uygun olanı birincisidir ki bu; o ağacın, yer­yüzünde düz, geniş, güneşe açık bir yerde olduğu açıklamasıdır. Günün başından sonuna kadar ona güneş vurur ki böylece zeytinyağı en temiz ve en hoş olur. Nitekim yukarıda adı geçen âlimlerden birçoğu da bu şe­kilde açıklamışlardır. Bu sebeple Allah Teâlâ: «Ateş değmese dahi, ner-deyse yağın kendisi aydınlatacak.» buyurmuştur. Abdurrahmân tbn Zeyd tbn Eşlem der ki: Yani zeytinyağının parlaklığı aydınlatacak, tbn Abbâs'dan rivayetle Avfî «Nûr üstüne nurdur.» âyetinde kulun imân ve amelinin kastedildiğini söyler. Mücâhid ve Süddî ise burada ateşle zey­tinyağının nurlarının kastedildiğini söylerler. Übeyy îbn Kâ'b «Nur üs­tüne nurdur.» âyeti hakkında şöyle diyor: O beş nûr içinde dolanıp dur­maktadır: Onun kelâmı nûr, ameli nûr, girişi nûr, çıkışı nûr ve kıyamet günü cennete gidişi nura doğrudur. Şimr tbn Atiyye anlatıyor: îbn Ab-bâs, Kâ'b el-Ahbâr'a geldi ve: Bana Allah Teâlâ'nın «Ateş değmese dahi nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak.» âyetinden haber ver, dedi. Kâ'b şöyle cevabladı: Konuşmasa dahi neredeyse Muhammed insanlara ken­disinin peygamber olduğunu beyân edecekti. Nitekim o zeytinyağı da kendi kendine (ateş değmese dahi) aydınlatacaktı.

«Nûr üstüne nurdur.» âyeti hakkında Süddî şöyle diyor: Ateşin nuru ile zeytinyağının nuru bir araya geldiğinde aydınlatırlar. Birisi diğeri ol­madan aydınlatamaz. İşte Kur'an nuru ile îmân nuru da bir araya gel­diklerinde böylecedir; biri, diğeri olmadan aydınlatamaz.

«Allah, deilediğini nuruna kavuşturur.» Allah Teâlâ hidâyetine, seç­tiklerini ulaştırır, eriştirir. Nitekim tmâm Ahmed'in Muâviye îbn Amr kanalıyla... Abdullah îbn Amr'dan rivayet ettiği bir hadîste o, Allah Ra-sûlü (s.a.)nü şöyle buyururken işitmiş: Allah Teâlâ yaratıkları bir zul­met içinde yarattı. O gün onların üzerine nurundan attı. Nurundan o gün kime isabet etmişse hidâyete erdi, kime isabet etmemişse sapıklıkta kal­dı. Bu sebeple ben: Allah Teâlâ'nın ilmi üzere kalem kurumuştur, diyo­rum. Bezzâr'ın Eyyûb tbn Süveyd kanalıyla... Abdullah îbn Amr'dan ri­vayetinde o, Allah Rasûlü (s.a.)nü şöyle buyururken işitmiş: Şüphesiz Allah Teâlâ yaratıklarını bir zulmet içinde yarattı. Sonra onların üze­rine nurundan bir nûr attı. Bu nûr kime deydiyse hidâyete erdi, kime değmediyse sapıklıkta kaldı. Bezzâr hadîsi başka bir kanaldan olmak üze­re aynı lâfız ve harflerle yine Abdullah îbn Amr'dan rivayet ediyor.

Allah Teâlâ: «Allah, insanlara misâller verir. Ve Allah, her şeyi bi­lendir.» buyurur ki, mü'minin kalbindeki hidâyetinin nuruna bu misâli verdikten sonra âyet-i kerîme'yi «Allah, insanlara misâller verir. Ve Al­lah, herşeyi bilendir. (Kimin hidâyete ve kimin de saptırılmaya hak kazandığını en iyi bilendir.)» cümlesi ile bitirir. İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Nadr'ın... Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kalbler dörttür: Tertemiz ve parlak olan kalbi kî bunda çerâğ (nûr) parlamaktadır. İkincisi, örtülü olup örtüsüne tutulup bağlanmış kalbdir. Üçüncüsü ters çevrilmiş, dördüncüsü de iki yüzlü olan kalbdir. Tertemiz ve parlak olan kalb, mü'minin kalbidir. Ondaki çerâğı nurudur. Örtülü olan kalb, kafirin kalbidir. Ters çevrilmiş olan kalbe gelince; bu münafığın kalbi olup önce (Allah'ı) bilmiş, sonra inkâr etmiştir. İki yüzlü olan kalbde hem îmân ve hem de münafıklık vardır. Ondaki îmân'in misâli, hoş bir suyun azıtıp geliştirdiği baklanın misâli gibidir. Ondaki münafıklığın 'benzeri ise kan ve irinin geliştirip uzattığı yara gibidir. Hangi uzatma diğerine gâlib gelirse ,o, o kalbe hâkim olur. Hadîsin isnadı ceyyîd olmakla birlikte tahrîc etmemişlerdir.[21]

 

İzâhı

 

«Allah, göklerin ve yerin nurudur.» Aslında nûr, görücü gücün (ba-sîre'nin) Önce onu idrâk ettiği ve onun vasıtasıyla diğer görünenleri al­gıladığı bir keyfiyettir. Parlak iki cisimden kesîf cisimlere yansıyan

keyfiyet gibidir. Bu mânâda nurun Allah için itlâkı sahîh olmaz. (......)

Ya da Allah, göklerin ve yerin nûrlandirıcısıdır, anlamında olarak kul­lanılabilir. Çünkü Allah Teâlâ gökleri ve yeri yıldızlarla aydınlatmıştır. Veya bunlardan yansıyan ışıklarla. Veya melekler ve peygamberlerle. Aynı zamanda Allah, göklerin ve yerin yöneticisidir. Nitekim Araplar yönetimde ileri giden reîs için; kavmin nuru, derler. Çünkü onun sa­yesinde yollarını bulurlar ve işlerini görürler. Veya göklerin ve yerin mucidi anlamına gelir. Çünkü nûr bizatihi aşikâr ve başkasını açığa çıkaran bir şeydir. Zuhurun aslı vücûddur. Hafânın (gizlenmenin) as­lının adem olduğu gibi Allah Teâlâ zâtı ile mevcûddur. Ve kendisinden başkasının mucididir. Veya onunla idrâk edilen, ya da gök ve yer halkı­nın onunla idrâk ettiği anlamına gelir. Çünkü Nûr, idrâkin kendisine gelip dayanması noktasından benzerlik ifâde etmesi nedeniyle, görücü güce (b&sıre) iliştiği için ona da itlâk olunur. Sonra da basirete daya­nır. Çünkü basiret, idrâk bakımından çok daha güçlüdür. O, hem ken­dini idrâk eder, hem de küllî ve cüz! mevcûd ve ma'dûm olan her şeyi idrâk eder. Onların içerisine kadar girer, terkîb ve tahlil şeklinde on­lara hükmünü icra eder. Kaldı ki t>u idrâkler kendiliğinden değildir. Aksi takdîrde ondan ayrılmaması gerekirdi. Öyleyse ona yansıtılan bir sebepten kaynaklanmalıdır. İşte bu feyzi veren, Allah Sübhânehu'dur. Ya baştan kendisi verir veya melekler ve peygamberlerin tavassutu ile verir. Bunun için onlara nurlar adı verilmiştir. Bu ifâdeye îbn Abbâs'-tan nakledilen şu söz çok yaklaşmaktadır: Âyetin mânâsı şöyledir: Gök­lerde ve yerde bulunanları doğru yola ileten Allah'tır. Burada bulunan­lar Allah'ın nuru ile hidâyete ererler. Nurun göklere ve yere izafeti ise onun aydınlığının genişliğine delâlet içindir. Veya göklerle yeryüzünün hissî ve aklî nurları ihata etmesindendir. Beşer idrâklerinin'göklerle ye­ri veya bunlarla alâkalı olan hususları ve bunların delâlet ettiği şeyleri kavrayıştaki eksikliklerindendir. O'nun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O'nun hayret verici olan nurunun özellikleri ise şu şekildedir: Nurun Allah Teâlâ'ya âit olan zamire izafeti nurun Al­lah'a İtlâkının zahire göre olmadığına delildir. «Kandil yuvası gibidir.» Penceresi olmayan kandilin konulduğu oyuk gibidir. «O çerâğ bir sırça içindedir.» Büyük çerâğ bulunur ve etkisi her yere uzanır. Denildi ki kandil yuvası anlamına gelen kelimesi; kandilin ortasındaki borudur. Kandil anlamına gelen kelimesi ise; yanan fitildir. «O çerâğ, bir sırça içindedir.» Çerâğ camdan bir kandildedir. «Sırça, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır.» Işık saçar, parlaktır. Parlaklık bakımından çiçek gibidir. Ancak bunun çiçeği inciye mensûbtur... «Gü­neşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden yakılır.» Işığın yakılmasının başlangıcı, faydası pek çok olan zeytin ağacından tutuşturmakla olur. Ağacın önce müphem olarak belirtilip sonra bereketle vasıflandınlması sonra da buna bedel olarak; zeytin ağacı, denmesi o ağacın sânını yüceltmek içindir... «Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan...» Zaman zaman üzerine güneş düşer, hattâ gün 'boyunca güneş üzerinden hiç ek­silmez. Öyle ki seyrek ağaçlı bir yerde veya geniş bir çölde yetişen zey­tin ağacının meyvesi daha olgun ve yağı daha Özlü olur. Ya da bu ağaç ne yeryüzünün i'mâr edilmiş olan doğusunda, ne de taatısındadır. Sâdece ortasında yetişir ki burası Şam'dır ve Şam'ın zeytini zeytinlerin en gü­zelidir. Veya o ağaç kuşluk vakti güneş üzerine sürekli doğar ve onu yakar; ya da sürekli güneşsiz kalır ve olgunlaşmaz bir ağaç değildir. Bu sebeple her ikisinin ortasındadır anlamı da verilebilir. Nitekim ha-dîs-i şerifte; hiç güneş olmayan veya sürekli güneş olan bitki ve ağaç­ta hayır yoktur, denilmiştir. «Ateş değmese dahi, neredeyse yağın ken­disi aydınlatacak.» Yani ateş değmeden de kendiliğinden aydınlatıcı özelliğe sahiptir. Çünkü parlaktır ve parlaklığı son derecededir. «Nûr üs­tüne nurdur.» Kat kat nurdur. Çünkü ışığın aydınlığının fazlalaşmasın­da zeytinyağının annmışhğı, kandilin parlaklığı, kandil kovuğunun ışığı koruması sebep olmaktadır. Temsil anlamında olmak üzere bazı vecih-ler zikredilmiştir.

Birincisi; delâlet ettiği konuların apaçık olması, ihtiva ettiği hidâ­yetlerin açıklığı noktasından âyetlerin gösterdiği hidâyet yukarıda an­latılan ışık gibidir. Ya da bu âyette, insanın vehimlerin karanlıkları ve hayâllerin zulumâtı ile sanlı olması hasebiyle hidâyet çıraya benzetil­miştir. den önce teşbih edatı olan kâf gelmiştir. Çünkü bu, onu ihtiva etmektedir. Dolayısıyla onun e teşbih edilmesi gü­neşe teşbihinden daha evlâdır. Ya da bu âyet Allah'ın nûrlaridırmış, olduğu mü'min kalbdeki ma'rifetler ve ilâhî çıradan kaynaklanan kan­dil nuru anlamındaki bilgiler için temsil edilmiştir. Nitekim Übeyy îbn KâT>'m kırâetinde bu âyet, mü'minin nurunun misâli anlamında şeklinde okunmaktadır ki bu da mânâyı te'yîd eder. Ve­ya bu âyet, Allah'ın kullarına lütfetmiş olduğu beş duyu gücünü tem-sîl etmektedir. Ve dünya hayatıyla âhiret hayatı da bu beş alıcı güce dayanmaktadır. Beş idrâk vâsıtasından birincisi; duyu gücüdür ki, beş duyu aracılığıyla duyulan nesneleri idrâk eder. İkincisi; hayâl gü­cüdür ki o, duyulardan alman şekilleri istediği zaman aklî güce sun­mak üzere muhafaza eder. Üçüncüsü; müfekkire gücüdür ki, akledüen şeyleri birleştirerek bundan bilinmeyen şeylerin bilgisini çıkarmaya çalısır. Beşincisi; kudsî güçtür ki orada peygamberlere, velîlere hâs olan melekûtun esran tecellî eder. İşte Allah Teâlâ'nm «Fakat Biz onu, kul­larımızdan dilediğimizi hidâyete erdirdiğimiz bir nûr kıldık» (Şûra, 52) kavliyle kasdedilen budur. Yukarıdaki bu beş şey, âyette söz konusu edilen beş şeye benzetilmiştir. Bunlar kandil yuvası cam ışık ağaç ve zeytin yağı ten ioârettir. Yukarıda söz konusu edilen duyoıcu güç; kandil yuvasına benzer. Çünkü bunun yeri oyuğun içidir, ön yüzü ise dışa doğrudur ve arka tarafında bulunanı idrâk etmez. Onun aydınlatması kendiliğinden değil ma'kûllar vâsıtasıyladır. Hayâl gücü, cama benzetilmiştir. Çevre­den alınan idrâklerin şekillerini kabul edip koruyarak saklaması ve içine aldığı şeylerden ma'külleri aydınlatması nedeniyle cam gibidir. Akledici güç ise; ışık gibidir. Çünkü küllî idrâkleri ve ilâhî bilgileri ay­dınlatmaktadır. Müfekkire gücü; bereketlendirilmiş ağaç gibidir. Çünkü sonsuz meyveler yetiştirir. Zeytinyağının elde edildiği zeytini bitiren zeytin ağacı ise; ışığın ana maddesidir. Cismî ilintilerden soyutlanmış olduğu için ne şarka mahsûstur, ne de garba mahsûstur. Ya da suretler ile mânâlar arasında bulunduğu için her iki taraftan da yararlanarak her iki tarafa da tasarruf edebilir. Kudsî kuvvet de zeytinyağı gibidir. Süzme ve temiz oluşu hasebiyle düşünmeksizin, öğrenmeksizin bilgileri nerdeyse aydınlatıverecektir.

Veya bu âyet, kendi basamakları içerisinde aklî gücü temsil etmek­tedir. Akıl gücü başlangıçta bilgilerden yoksundu, ancak bilgiyi kabul etmeye yetenekli durumda idi. O, bu haliyle kandil yuvası gibidir. Son­ra cüzi ihtisaslar aracılığıyla zarurî bilgiler onda nakışlanır. Öyle ki nazarî bilgileri elde etmek imkânını sağlar. Bu takdirde de cam gibi olur. Kendiliğinden parlayıcıdır ve nurları kabul edicidir. Bu yerediş eğer düşünce ve çabalama sonucu ise zeytin ağacı gibidir. Sâdece hads ve tahmin yoluyla ise zeytinyağı gibidir. Eğer kudsî bir kuv­vet sayesinde ise-: yağın neredeyse kendisi aydınlatacaktır." Çünkü vahiy ve ilham meleği ile bağlantı kurmasa bile hemen hemen kendisi biliverecektir. Bu kudsi kuvvetin misâli ateştir. Zîrâ akıllar ateşlerini kudsî güçten alırlar. Sonra kudsî güç ile ilimler irtibat sağlar ve diledi­ği zaman istediği bilgiyi yeniden meydana getirecek duruma gelirse bu­nun misâli ışık gibi olur. Bu bilgiyi yeniden meydana getirdiği zaman da nûr üzerine nûr olur. «Allah, dilediğini nuruna kavuşturur.» Diledi­ğini, bu her şeyi delip geçen ışığına kavuşturur. Çünkü sebepler Allah'­ın meşiyyetinin gerisindedirler. Oraya sebepler zinciri ulaşmaz. Sebep­ler ilâhî meşiyyetle tamamlanırlar. Allah insanlara misâller verir. O misallerin en basiti hisle kavrananlardan akılla kavrananlara geçmek üzere açıklama ve izahlar şeklindedir. İster akılla kavranan olsun, ister hlsle kavranan olsun, ister zahir olsun, ister bâtın olsun Allah, her şeyi bilendir. Bu âyette düşünenler için hem va'd vardır, hem de azâb teh­didi vardır.[22]

 

 

36  — O evlerde ki, Allah onların yüceltilmesine ve iç­lerinde kendisinin adının anılmasına izin vermiştir. Onlar da sabah akşam O'nu tesbîh ederler.

37 — Öyle erler ki; ne ticâret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât   vermekten alı­koymaz. Onlar  gönüllerin ve gözlerin döneceği   günden korkarlar.

38  — Allah, onları   işledikleri amellerin en   güzeliyle mükâfatlandıracak, onlara lutfunu fazlasıyla verecektir. Ve Allah dilediğini hesâbsız şekilde rızıklandırır.

 

Allah'ın Adının Anıldığı Ma'bedler

 

Allah Teâlâ mü'minin kalbi ile ondaki hidâyet ve ilme kandil gibi olan, tertemiz bir zeytinyağından tutuşturulup yakılan tertemiz bir cam içindeki çerâğı misâl verdikten sonra bu kalbin yeri olan mescidleri zikreder. O mescidler ki yeryüzünde Allah'a en sevgili olan yerlerdir. Bu­ralar içinde Allah'a ibâdet olunan ve Allah'ın birlendiği Allah'ın evle­ridir. Şöyle buyurur: «O evlerdeki, Allah onların yüceltilmesine ve içle­rinde kendisinin adının anılmasına izin vermiştir.» Allah Teâlâ bura­ların yüceltilmesini, pislikten, boş sözlerden, oraya yaraşmayan söz ve fiillerden temizlenmesini emretmiştir. Nitekim bu âyet-i kerîme hakkın­da Ali tbn Ebu Talha'nın rivayetine göre, tbn Abbâs şöyle demiştir: Al­lah Teâlâ buralarda boş sözü yasaklamıştır. îkrime, Ebu Salih, Dahhâk, Nâfi' İbn Cübeyr, Ebu Bekr İbn Süleyman İbn Ebu Hasme, Süfyân îbn Hüseyn ve diğer tefsir âlimleri de böyle söylemiştir. Katâde de şöyle diyor: Bunlar Allah Teâlâ'nın inşâsını ve yüceltilmesini, ma'mûr kılın­malarını ve temizlenmelerini emretmiş olduğu mescidlerdir. Bize anla­tıldığına göre; Kâ'b (el-Ahbâr) şöyle dermiş: Tevrât'da şöyie yazılı idi: «Şüphesiz ki yeryüzünde benim evlerim mescidlerdir. Kim güzelce ab-dest ahr,t sonra beni evimde ziyaret ederse elbette ben ona İkramda bu­lunurum. Ziyaret edilene, kendisini ziyaret edene ikramda bulunması bir haktır.» Kâ'b'ın bu sözünü Abdurrahmân İbn Ebu Hatim Tefsîr'inde zikretmektedir. Mescidlerin inşâsı, onlara hürmet ve ta'zîmde bulunul­ması, güzel kokularla kokulanması hakkında bir çok hadîsler vârid ol­muştur. Bunun için başlı başına onların zikredileceği bir yer vardır ve ben, bu konuda müstakil bir cüz" kaleme aldım. Hamd ve minnet Al­lah'adır. Ancak Allah'ın yardımıyla ve Allah dilerse burada bunların bir kısmını zikredeceğiz. Güvenimiz ve tevekkülümüz Allah'adır:

Müminlerin emîri Osman tbn Affân (ra.)dan rivayete göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş: Kim, Allah rızâsını dile­yerek bir mescid inşâ ederse; Allah Teâlâ onun için onun bir mislini cennette bina eder. Hadîsi Buhârî ve Müslim Sahihlerinde tahrîc et­mişlerdir, îbn Mâce'nin Hz. Ömer tbn Hattab (r.a.)dan rivayetinde Al­lah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kim içinde Allah'ın isminin anı­lacağı bir mescid bina ederse, Allah Teâlâ onun için cennette bir ev bi­na eder. Bu hadîsin bir benzeri Neseî'de Amr tbn Anbese'den rivayetle mevcûddur. Bu konuda hadîsler gerçekten pek çoktur. Hz, Âiş (r.a.)den rivayette o, şöyle demiştir: Allah rasûlü (s.a.) mahallelerde mescidler inşâ edilmesini, temizlenip güzel kokularla kokulanmasını emretti. Ha­dîsi İmâm Ahroed ve Neseî dışında Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir. Bu hadîsin bir benzeri Semure tbn Cündeb'den rivayetle İmâm Ahmed ve Ebu Dâvûd tarafından rivayet^ edilmektedir. Buhârî der ki: Hz. Ömer şöyle dedi: İnsanlar için onları örtüp muhafaza edecek bir şey (mescid) inşâ et. Onu kırmızıya veya sarıya boyamaktan sakın ki insanları fit­neye düşürmeyesin. tbn Mâce'nin Hz. Ömer'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Mescidlerini süslemedikçe bir kavmin ameli asla kötü olmaz. Hadîsin isnadında zayıflık vardır. Ebu Dâvûd \\n îbn Abbâs (r.a.)tan rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Mescidleri yüksek ve muhteşem yapmakla emrolunmadım. îbn Abbâs şöyle diyor: S12 onları yahûdî ve hıristiyanların süsledikleri gibi mutlâ-kâ süsleyeceksiniz. Enes (r.a.)den rivayette Allah Rasûlü  (a.s.) şöyle buyuruyor: İnsanlar mescidler   konusunda birbirleriyle    yarışırcasına övünmedikçe kıyamet kopmaz. Hadîsi İmâm Ahmed ile Tirmizî dışında­ki Sünen sahipleri rivayet etmiştir. Büreyre'den rivayete göre bir adam mescidde yüksek sesle bağırıp: Benim kırmızı devemi kim bulup bana haber verecek? demişti. Hz. Peygamber (s.a.): Bulamayasm, mescidler ancak bina edildikleri şey (ibâdet etmek) içindir. Buyurdu. Hadîsi Müs­lim rivayet etmiştir. Amr îbn Şuayb'm babasından, onun da dedesinden rivayete göre; o, şöyle.d.emi§: Allah Rasûlü (s.a.) mescidlerde alip sat­ma ve karşılıklı atışmalar   seklinde şiirler okumayı  yasakladı. Hadîsi îmâm Ahmed ve Sünen sahipleri rivayet ederken, Tirmizî hasen oldu­ğunu belirtmiştir. Ebu Hüreyre'den rivayette Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Mescidde alış-veris yapan birini gördüğünüz zaman: Allah ticâretini kazançlı kılmasın deyiniz. Mescidde yitiğini ta'rîf edip aran­masını isteyen birini gördüğünüzde de: Allah onu sana geri çevirmesin deyiniz. Hadîsi rivayet eden Tirmizî hasen, ğarîb olduğunu söyler. îbn Mâce ve başkalarının îbn Ömer'den merfû' olarak rivayet ettikleri bir hadîste şöyle buyrulur: Şu huylar mescide yaraşmaz: Mescid yol edi­nilmez, orada silah çekilmez, yay gerilmez, oklar dökülmez, yayılmaz, oradan çiğ et geçirilmez, orada hadd, kısas uygulanmaz, çarşı edinilmez.

Vâsüe tbn Baka'dan onun da Allah Rasûiü (s.a.)nden rivayetinde şöyle buyrulmuştur:. Çocuklarınızı, delilerinizi, alı§-veri$lerinizi, husûmetleri­nizi, seslerinizi yükseltmeyi, cezalarınızı uygulamayı, kılıçlarınızı çek­meyi mescidlerinizden uzak tutunuz. Onların kapılarında temizlenme yerleri edinin ve cum'alan onları güzel kokularla kokulayın. Hadisi İbn Mace de rivayet etmekle birlikte her iki hadîsin de isnadında zayıflık vardır.

Bu hadîste: «Yol edinilmez» buyrulmaktadır. Âlimlerden bazısı mescidden geçecek geniş bir yer ve açıklık bulunması durumunda ve ihtiyaç halinde geçilmesi dışında geçmeyi mekruh görmüşlerdir. Bir ha­berde şöyle buyrulur: Mescidde namaz kılmaksızın mescidden geçen ki­şiye melekler şaşar. Hadîste: Orada silâh çekilmez, yay gerilmez ve ok­lar saçılıp dökülmez, buyrulması, orada namaz kılanların çokluğundan dolayı bunların insanlardan bazısına isabet edeceği korkusuyladır. Bu sebeple Allah Rasûiü (s.a.) (elinde) oklarla geçen birisine, kimseye eziyet vermemesi için okların demir kısımlarını kapatmasını, örtmesini emretmiştir. Nitekim bu sahîh bir hadîste belirtilmiştir. Çiğ etin geçi­rilmesinin yasaklanması ise ondan kan damlamasından korkulduğun-dandır. Nitekim mescidi kirletmekten korktuğu takdirde hayızlı kadı­nın mescidden geçmesi de yasaklanmıştır. Aynı şekilde orada hadd (ce­za) veya kısas uygulanmaması da yine vurulan veya kesilenden mes­cidde bir pislik meydana getirileceğinden korkulmasındandır. Mescidle-rin çarşı edinilmemesi emri de, daha önce geçen mescidde alış-veriş. ya­sağından dolayıdır. Mescid, sâdece Allah'ı anmak ve namaz için inşâ olunmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), mescidin bir kıyısında kü­çük abdest bozan bir bedeviye: Mescidler bunun için bina olunmamış­tır; ancak Allah'ı anmak ve orada namaz kılmak için inşâ olunmuşlar­dır, buyurmuş sonra bir kova su getirilerek onun abdest bozduğu yere dökülmesini emretmiştir. Biraz önce verdiğimiz ikinci hadîste ise: Ço­cuklarınızı mescidden uzak tutun, buyrulmaktadır. Zîrâ onlar mescid­de oynarlar ve mescidler onların oynamasına uygun yerler değildir. Hz. Ömer tbn Hattâb (r.a.) mescidde oynayan çocukları gördüğü zaman on­ları kamçısıyla döver, akşamdan sonra mescidi kontrol ederek orada kimseyi birakmazmış. Delilerin mescidlerden uzaklaştırılması, onların akıllarının zayıflığı ve insanların onlarla alay etmeleri sebebiyledir. Bu, mescidde eğlenceye sebep olur. Ayrıca onların mescidi kirletmeleri ve benzeri durumlardan da korkulur. Orada alı§-veriş yapılmaması (gerek­liliği) daha önce geçmişti. Mescidlerden husûmetlerin uzak tutulmasıyla orada hakem karşısına çıkıp hüküm, isteme ve hüküm verme kasdedil-mektedir. Bu sebeple âlimlerden çoğu, hâkimin hüküm vermek üzere mescidde dikilmeyeceğini, mescidden başka bir yerde olacağını belirtmişlerdir. Zlrâ bunda (mescidde hüküm vermek üzere durmada) mescide uygun düşmeyen bağırıp çağırma, çekişme ve husûmetler çoktur. Bu­nun içindir ki bundan sonra seslerin yükseltilmesi de zikredilmiştir. Bu-hârî der ki: Bize Ali îbn Abdullah'ın... Sâid İbn Yezâd el-Kindî'den ri­vayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Mescidde dikiliyordum birisi bana kü­çük bir çakıl taşı attı. Baktım ki (bana çakıl taşını atan) Ömer İbn Hat-tâb imiş. Git ve şu ikisini bana getir, dedi. İkisini ona getirdim de: Siz kimsiniz? —veya ikiniz nerdesiniz?— diye sordu. Onlar: Tâif halkmda-nız, dediler. Hz. Ömer şöyle dedi: Şayet bu ülke ahâlîsinden olmuş ol­saydınız mutlaka sizi incitirdim. Allah Rasûlü (s.a.)nün mescidinde ses­lerinizi yükseltiyorsunuz. Neseî der ki: Bize Süveyd îbn Nasr'm... İbrâ-hîm îbn Abdurrahmân îbn Avf'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Hz. Ömer mescidde birinin sesini işitti de. Sen nerede olduğunu biliyor musun? dedi. Bu haber de sahihtir. Mescidlerde haddlerin uygulanması ve kılıçların çekilmesi konusu biraz önce geçmişti. Mescidlerin kapıla­rında temizlenme yerleri edininiz, emriyle ihtiyâçların giderilmesi ve abdest alınmasında kullanılacak tuvaletler kaydedilmektedir. Allah Ra­sûlü (s.a.)nün mescidinin yakınında su aldıkları, içtikleri, temizlendik­leri, abdest aldıkları ve benzeri şekillerde istifade ettikleri kuyular var­dı. Oum'a günleri onları güzel kokularla kokulayınız, emriyle o günler­de çok insanın toplanması sebebiyle eum'a günlerinde mescidlerin ko-kulandırıtması kasdedilmektedir. Hafız Eboı Ya'lâ el-Mavsilî'nin Ubey-dullah kanalıyla... îbn Ömer'den rivayetine göre Hz. Ömer her cum'a Allah Rasûlü (s.a.)nün mescidini güzel kokularla kokularmış. Bu ha­berin isnadı hasen olup zararı yoktur. En doğrusunu Allah bilir.

Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Allah Rasûlü (s.a.)nden rivaye­te göre şöyle buyurmuştur: Kişinin cemaatla namazı evinde ve çarşısın­da kıldığı namazından yirmi beş derece daha üstündür. Zırâ o güzelce abdest alıp mescide çıktığında onu evinden mescide ancak namaz çıkar­maktadır. Attığı her adımda onun derecesi bir dereceye yükseltilir, onun bir hatâsı indirilir, (affolunur). Namaz kıldığı zaman namaz kıldığı yer­de olduğu sürece melekler ona duâ eder ve: Ey Allah'ım, ona bereketini bahşeyle, ey Allah'ım ona rahmet eyle, ederler. Namazı beklediği sürece o namazdadır. Dârekutnî'de mevcûd olan merfû1 bir hadîste: Mescide komşu olan için mescidde olanı dışında namaz yoktur, buyrulur. Sü-nen'lerdeki bir hadîste ise şöyle denilmektedir: Karanlıklarda mescidle-re yürüyerek gidenleri kıyamet günü tâm bir nûr ile müjdele.

Mescide girenin, girmeye sağ ayağı ile başlaması müstehâbdır. Bu­hârî 'nin Sahîh'inde Abdullah îbn Amr (r.a.)dan, onun da Allah Rasûlü (s.a.)nden rivayetine göre Allah Rasûlü mescide girdiği zaman: Taşlanmı§ geytândan Yüce Allah'a, Kerîm yüzüne ve Kadîm saltanatına sığı­nının, diye duâ ederdi. Bu kadar mı? dediler ve evet, buyurdu. Bu ha­dise İstinaden mescide girenin böyle demesi de müstehâbdır. Bunu söy­lediği zaman şeytân: Günün geri kalan kısmanda benden muhafaza olundu, dermiş. Müslim'in kendi İsnadı ile Ebu Hümeyd'den —veya Ebu Esîd'den— rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Sizden bi­risi mescide girdiği zaman: Ey Allah'ım, rahmetinin kapılarını bana aç, desin. Çıktığı zaman da: Ey Allah'ım, Senden ihsanını dilerim, desin. Hadîsi Neseî de Ebu Humeyd ve Efbu Esîd'den, onlar da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayet etmişlerdir .Eîbu Hüreyre (r.a.)den rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Sizden birisi mescide girdiği zaman peygamber (s.a.) e selâm versin ve: Ey Allah'ım, rahmetinin kapılarım bana aç, desin. Çıktığı zaman da Peygamber (s.a.)e selâm versin ve: Ey Allah'ım, beni taşlanmış şeytândan koru, desin. Hadîsi tbn Mâce ile Sahihlerinde îbn Huzeyme ve İbn Hibbân rivayet ederler. İmâm Ahmed der ki: Bize İsmâîl tbn İbrahim'in... Allah Rasûlü (s.a.)nün kızı Fâtı-ma'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) mescide girdiği zaman Muhammed'e salât ve selâmda bulunur sonra: Ey Allah'­ım, benim günâhımı bağışla, rahmetinin kapılarını bana aç, derdi. Çık­tığı zaman da Muhammed'e salât ve selâmdan sonra: Ey Allah'ım, gü­nâhlarımı bağışla ve ihsanının kapılarını bana aç, derdi. Hadîsi Tirmi-zî ve tbn Mâce rivayet ediyorlar. Tirnıizî der ki: Bu, hasen bir hadîstir, îsnadı muttasıl değildir. Zîrâ Hz. Hüseyn'in kızı Fâtıma es-Suğrâ, Fâ-tıma el-Kübrâ'ya yetişmemiştir. Bizim burada verdiğimiz ve uzunluğun­dan dolayı zikretmediğimiz bu konuda vârid olmuş hadîslerin hepsi Al­lah Teâlâ'mn: «O evlerde ki, Allah onların yüce tutulmasına... izin ver­miştir.» âyetinin hükmü içine girmektedir. Allah Teâlâ'mn: «Ve içlerin­de kendisinin adının anılmasına izin vermiştir...» âyeti şu âyetler gibi­dir: «Ey Âdemoğullan, her mescidin yanında zînetlerinizl alın.» (A'râf, 31), ((Her secde yerinde yüzlerinizi O'na doğrultun. Ve dinde ancak ken­disine muhlisler-olarak yalvarm.» (A'râf, 29), «Muhakkak ki mescid-ler Allah içindir, öyleyse Allah İle beraber başkasına çağırmayın.» (Cinn, 18). tbn Abbâs burada, Allah'ın adının anılmasıyla Allah'ın ki­tabının okunmasının kasdedildlğini söyler.

«Onlar da sabah akşam O'mı tesbîh ederler.» (...) îbn Abbâs'tan ri­vayetle Saîd îbn Cübeyr, Kur'an'daki her teşbihin namaz anlamına kul­lanıldığını söyler. Yine İbn Abbâs'tan rivayetle Alijbn Etooı Talha ayet­teki kelimesiyle sabah namazının; kelimesiyle ikin­di namazının kasdedildiğini söylemiştir. Bu ikisi Allah Tealâ'nın ilk olarak farz kıldığı namazlardır. Dolayısıyla bu ikisini zikretmeyi ve kul­larına bu ikisini hatırlatmayı istemiştir. Hasan ve Dahhâk da «Onlar da sabah akşam O'nu tesbîh ederler.» âyetinde namazın kasdedildiğini söylemişlerdir. (...)

Allah Teâla'nın : «öyle erler ki...» buyurması onların yüce him­metlerine, yüce niyyet ve azimlerini işaret etmektir. Nitekim onlar bu­nunla yeryüzünde Allah'ın evleri, Allah'a ibadet edilen, şükrolunan, O'nun tenzih edilip birlendiği yerler olan mescidleri çokça İ'mâr eden­ler olmuşlardır. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyrulmakta-dır: «Mü'minlerden öyle erler vardır ki, Allah'a verdikleri ahde sadâkat göstermişlerdir.» (Ahzâb, 23). Kadınlara gelince; Ebu Davud'un Abdul­lah İbn Mes'ûd'dan, onun da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayet etmiş ol­duğu ve Allah Rasûlü (s.a.)nün: Kadının evindeki namazı odasındaki namazından, yüklüğündeki namazı da evindeki namazından daha fazi­letlidir, buyurduğu hadîs gereğince, onların evlerindeki namazları ken­dileri için en faziletli olan namazdır. İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya İbn Ğaylân'ın... Ümmü Seleme (r.a.)den, onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayetinde şöyle buyurmuş: Kadınların mescidlerinin en hayırlı­sı, evlerinin derinliklerinde olanıdır. Yine İmâm Ahmed'in Hârûn ka­nalıyla... Ebu Humeyd el-Sâidî'nin hanımı Ümmü Humeyd'den rivaye­tine göre; o, Hz. Peygamber (s.a.) e gelip: Ey Allah'ın elçisi, şüphesiz ben seninle beraber namaz kılmayı seviyorum, demişti. Allah Rasûlü (s.a.): Ben biliyorum ki sen, benimle beraber namazı seviyorsun. Ancak senin evindeki namazın odandakinden, odandaki namazın bölgenden, evin çevresindekinden, bölgendeki namazın kavminin mescidindekinden, kav­minin mescidindeki namazın da benim mescidimdeki namazından daha hayırlıdır, buyurdu ve onun emri ile evlerinin (evindeki odalarının) en uzak ve loş olanında onun için bir namaz kılma yeri hazırlandı. Ümmü Humeyd Allah'a kavuşuncaya kadar orada namaz kılardı. Bu hadîsi tahrîc etmemişlerdir. Bununla birlikte herhangi bir zînetini veya güzel kokusunu izhâr etmek suretiyle erkeklerden kimseye eziyet vermemesi şartıyla kadınların erkekler cemaatında hazır bulunmaları caizdir. Ni­tekim Buhârî ve Müslim'in Sahih'lerinde Abdullah İbn Ömer'den riva­yet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah'ın ca­riyelerini (kadınları) Allah'ın mescidlerinden alıkoymayın. Hadîsi Bu­hârî ve Müslim rivayet ederler. Ahmed ve Ebu Dâvûd'daki bir rivayet­te: Ancak evleri kendileri için daha hayırlıdır.ifâdesi vardır. Başka bir rivayette ise: Kokulanmamış oldukları halde çıksınlar, buyrulmuşUır. Müslim'in Sahîh'inde tbn Mes'ûd'un hanımı Zeyneb'den rivayetle mev-cûd olduğuna göre; o, şöyle demiş: Allah Rasûlü (s.a.) bize: Sizden bi­risi mescidde hazır bulunduğu takdirde koku sürünmesin, buyurdu. Bu­hârî ve Müslim'in Sahihlerinde Hz. Âişe (r.a.)den rivayet edildiğine göre; o, şöyle demiştir: Mü'minlerin kadınları Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte sabah namazında hazır bulunurlar, sonra başlarından aşağı Ör­tülü olarak dönerlerdi de, alaca karanlıktan tanınmazlardı. Yine Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Hz. Âise'den rivayete göre; o, şöyle demiştir: Şayet Allah Rasûlü (s.a.) kadınların sonradan ihdas ettiklerini görmüş olsaydı, İsrâiloğullannın kadınlarının men'edildiği gibi onları mescid-lerden alıkoyardı.

Allah Teâlâ'nın: «Öyle erler ki; ne ticâret, ne alış-veriş onları Al­lah'ı zikretmekten alıkoymaz.» kavli şu âyetleri gibidir: «Ey îmân eden­ler, mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, iste onlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir.» (Mü-nâfikûn, 9), «Ey îmân edenler, cum'a günü namaz için çağrıldığınız za­man, hemen Allah'ın zikrine koşun ve alış-verisi bırakjn. Bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.» (Cum'a, 9). £llah Teâlâ burada meâlen şöy­le buyurmaktadır: Dünya, dünyanın süs ve zîneti, alış-verişin ve kazan­cının lezzeti, onları kendilerinin yaratıcısı ve rızık vericisi olan Rabla-rını anmaktan meşgul edip alıkoymaz. Onlar Allah'ın katında olanla­rın .kendileri için ellerinde olanlardan daha faydalı olduğunu bilirler. Zîrâ onların yanındakiler tükenir, Allah'm katındakiler ise bakîdir. Bu sebeple şöyle buyuruyor: «Ne ticâret, ne alış-veris onları Allah'ı zikret­mekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. (Onlar Allah'a itaati, Allah'ın murâd buyurduğunu ve O'nun sevgisini kendi maksad ve sevgilerinin önüne geçirirler.)» Hüşeym'in Seyyar'dan, onun da İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre o, namaz için çağrıldığında satılık mallannı bırakıp namaza kalkan çarşı halkından bir grubu görüp şöyle demiş: Bunlar Allah Teâlâ'mn kitabında: «Öyle erler ki; ne ticâret, ne alıs-ve-riş onları Allah'ı zikretmekten alıkoymaz.» buyurduklarındandır. Amr İbn Dinar'ın Salim'den, onun da Abdullah îbn Ömer (r.a.)den rivaye­tine göre; o, çarşıda iken namaz için kamet getirilmiş, (çarşı esnafı) dükkanlarını kapatıp mescide girmişler. İbn Ömer: «Öyle erler ki; ne ticâret, ne alışveriş onları Allah'ı zikretmekten alıkoymaz".» âyeti onlar hakkında nazil oldu, demiş. İbn Ömer'in bu sözünü İbn Kbu Hatim ve İbn Cerîr rivayet ediyorlar. İbn Ebu Hatim'in, babası kanalıyla... Ebu Derdâ (r.a.)dan rivayetinde o, şöyle demiştir: Şu seki üzerinde durup ticâret yapıyorum ve her gün üç yüz dînâr kazanıyorum. Her gün de mescidde namazda hazır bulunuyorum. Şüphesiz ben: Bu helâldir de­miyorum. Fakat ben Allah Teâlâ'mn haklarında: «Öyle erler ki; ne ti­câret, ne alış-verlş onları Allah'ı zikretmekten alıkoymaz.» buyurdukla­rından olmayı istiyorum. Amr İbn Dînâr elA'ver anlatıyor: Mescide gi­rerken Salim İbn Abdullah ile beraberdim. Medine çarşısına uğradık. (Çarşı esnafı) namaza kalkmışlar ve eşyalarının üzerini örtmüşlerdi. Salim yanlarında kimsenin olmadığı eşyalara baktı ve: «öyle erler ki; ne ticâret, ne alış-veriş onlan Allah'ı zikretmekten alıkoymaz.» ayetini okuyup: İşte onlar bunlardır, dedi. Saîd İbn Ebu Hasan ve^Dahhâk der­ler ki: Ticâret ve alış-veriş onlan namaza vaktinde gelmekten alıkoy­maz. Matar el-Varrâk da şöyle demiştir: Onlar, alış-veriş yaparlardı. Fa­kat onlardan birisi ezanı işittiğinde terazisi elinde bile olsa hemen yere indirir, elinden bırakır ve namaza yönelirdi. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali îbn Ebu Talha «Ne ticâret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten alı­koymaz.» âyetinde farz namazların kasdedildiğini söyler. Rabî' tbn Enes ve Mukâtil İbn Hayyân da böyle söylemiştir. Süddî ise burada cemaatla kılınan namazın kasdedildiğini söyler. Mukâtil İbn Hayyân der ki: Bun­lar kendilerini namazda hazır bulunmaktan, Allah Teâlâ'nın kendilerine emrettiği şekilde edâ etmekten, vakitlerine rivayetten ve Allah'ın mu­hafazasını istediklerini yerine getirmekten alıkoymaz.

«Onlar gönüllerin ve gözlerin (görecekleri korkunun şiddet ve aza­metinden dehşetle) döneceği gün (kıyamet günü)nden korkarlar.» Baş­ka âyetlerde de Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Onlan yaklaşan gün ile uyar. O zaman ki, yürekler ağıza gelecek, tasadan yutkunacaklar.» (Ğâ-ftr. 18), «Onları sâdece gözlerin'dehşetle belereceği bir güne kadar te'-hîr etmektedir.» (İbrahim, 42), «Onlar yoksula, yetîme ve esîre seve seve yemek yedirirler. Biz, sizi ancak Allah rızâsı için doyuruyoruz. Siz­den bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz, suratları astır-dıkça astıracak bir günde Rabbırnızdan korkarız, derler. Bu yüzden Al­lah da onlan şerrinden korur; onların yüzüne bir güzellik, bir sevinç verir. Sabırlarının karşılığı, cennet ve ipektir.» (İnsan, 8-12). Burada Lse şöyle buyurmaktadır: «Allah, onları işledikleri amellerin en güzeliyle mükâfatlandıracak, (günâhlarını bağışlayacak), onlara lutfunu fazla­sıyla verecek (onlar için kat kat arttıracak) tır.» Nitekim başka âyet-i kerîme'lerde de şöyle buyurur: «Allah; şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz. Zerre kadar iyilik yapılsa onu kat kat artırır. Ve kendi katın­dan büyük bir mükâfat verir.» (Nisa, 40), «Kim, bir iyilikle gelirse; ona, onun on katı vardır.» (Eh'âm, 160;, «Kimdir o ki, Allah'a güzel bir borç versin de Allah, onu kat kat fazlasıyla ödesin.» (Bakara, 245), «Allah, dilediğine kat kat verir.» (Bakara, 261). Burada da: «Ve Allah, diledi­ğini hesapsız şekilde nzıklandırır.» buyurmuştur, ibn Mes'ûd'dan riva­yete göre ona süt getirilmişti. Birer birer yanında oturanlara İkram etti fakat oruçlu oldukları için onlann hiç birisi içmedi. Oruçlu olmayan İbn Mes'ûd aldı, içti sonra : «Onlar gönüllerin ve gözlerin döneceği gün­den korkarlar.» âyetini okudu. Bu haberi Neseî ve İbn Ebu Hatim, A'meş kanalıyla... Alkame'den rivayet etmişlerdi. Yine İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Esma Bint Yezîd'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Kıyamet günü Allah Teâlâ ilkleri ve sonlan topladığında bir münâdî gelip bütün yaratıklara işittirecek bir sesle: Bu­rada toplananlar şerefe kimin en lâyık olduğunu bilecekler; ne ticare­tin ve ne de alış-verişin Allah'ı anmaktan alıkoymamış oldukları kalk­sınlar, diye nida edecek. Pek az kimse kalkacak. Sonra Allah Teâlâ, diğer yaratıkların hesabını görecektir. Taberânî'nin Bakıyye kanalıyla... tbn Mes'ûd'dan, onun da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayetine göre o: «Çün­kü Allah, bu kimselerin ecirlerini tam verir ve lutfu ile artırır.» (Fâtır, 30) âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: Onların ecirleri kendilerini cen­nete koyacak. Allah Teâlâ lutfu ile kendilerine dünyada iyilik ya­panlardan hakkında şefaatin vâcib olduğu kimselere şefaat etmelerine izin verecektir. îşte Allah'ın lutfundan artırması budur.[23]

 

39 — O küfredenlere   gelince; onların amelleri  engin çöllerdeki serâb gibidir. Susayan kimse onu su sanır. Fakat yanma vardığı zaman hiç bir şey bulamaz. Kendi yanında Allah'ı bulur ve O da hesabını tastamam görür. Allah, he­sabı çabucak görendir.

40 — Veya engin bir   denizdeki karanlıklara   benzer. Onun üstünü bir dalga kaplar, onun üstünde bir  dalga, onun da üstünde bir bulut vardır. Karanlıklar üstünde ka­ranlıklar. Elini uzattığı zaman nerdeyse onu bile göremez. Allah'ın nûr vermediği kimsenin asla nuru olmaz.

 

Kâfirlerin Yaptıkları

 

Bu ikisi Allah Teâlâ'nm îki çeşit kâfir için vermiş olduğu iki misâl­dir. Nitekim Bakara sûresinin başında da biri su ile diğeri ateş ile iki misâl vermişti. Aynı şekilde kalblerde yer eden hidâyet ve ilme de, Ra'd sûresinde biri su ile diğeri ateş ile iki misâl vermiştir. Bunlardan her birerini tekrarına gerek bırakmayacak şekilde yerlerinde bilgi vermiş­tik. Hamd ve himmet Allah'adır.

Bu iki misâlden birincisi amel ve inançlarında, aslında hak üzere olmadıkları halde hak üzere olduklarını sanan, insanları küfürlerine ça­ğıran kâfirlere misâl verilmektedir. Onların bu durumda benzerleri düz arazîde uzaktan dalgalanan deniz gibi görülen serâb gibidir. Âyetteki kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bu kelime düz, geniş, alçak yer anlammadlr. işte serâb orada olur. Serâb, sadece öğleden son­ra meydana gelir. Bir de günün başlangıcında olan serâb vardır ki buna arapçada denilir. Gökle yer arasında su varmış gibi görülür. Suya muhtaç olan kimse serabı gördüğü zaman onu su sanır. İçmek üzere ona yönelir. Ona ulaştığı zaman ise «Hiç bir şey bulamaz.» işte kâfir de böyledir; kendisinin (kendine fayda verecek sâlih) ameller iş­lediğini, bir şey elde ettiğini sanır. Allah Teâlâ kıyamet günü onun hesabını tâm olarak verip hesaba çektiğinde ve amelleri bir bir sayıldı­ğında kabule şâyân hiç bir şey bulamaz. Bu ya ihlâsının yokluğundan veya Allah'ın şeriatına girmemesindendir. Nitekim başka bir âyet-İ ke-rîme'de: «Yaptıkları her işi ele alır ve onu toz-duman ederiz.» (Furkân, 23) buyurulurken, burada da: «Kendi yanında Allah'ı bulur ve O da hesabını tastamam görür. Allah, hesabı çabuk görendir.» buyurmuştur. Übeyy îbn Kâ'b, Ibn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve başkalarından da bu açıklama rivayet edilmiştir, Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde rivayet edildiğine göre,

Kıyamet günü yahûdîlere neye ibâdet etmekteydiniz? denilecek. On­lar: Allah'ın oğlu Uzeyr'e İbâdet etmekteydik, diyecekler. Onlara: Yalan söylediniz. Allah hiç firkadaş ve çocuk edinmemiştir. Ne diliyorsunuz? denilecek. Onlar: Ey Rabbımız, susadık, bizi sula, diyecekler. Onlara işaret olunarak: Suya gitmez misiniz? denilecek ve toplanıp ateşe sü­rülecekler. O sanki birbirini kıran, parçalayan serâb gibidir. Onlar peş-,peşe ateşe düşecekler. Bu misâl mürekkeb câhillerin, zır câhillerin, mi­sâlidir. Basit bilgisizlere gelince —ki bunlar; sâde dil, doğru dürüst ko­nuşamayan, bilgisiz ve küfür önderlerini körü körüne taklîd eden, sa­ğır dilsiz, aklı ermeyen kimselerdir— bunların benzeri hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Veya (kâfirlerin ameli) engin bir —Katâde'nin söylediğine göre derin— denizdeki karanlıklara benzer. Onun üstünü bir dalga kaplar, onun üstünde bir dalga, onun da üstünde bir bulut var­dır. Karanlıklar üstüne karanlıklar. Elini uzattığı zaman neredeyse (karanlığın şiddetinden) onu bile göremez.» İşte bu bilgisiz, basit> nereye gideceğini bilmeyen taklîdçi, kendini güdenlerin durumunu bilmeyen kâfirin kalbinin misâlidir. Bir bilgisize sormuşlar: Nereye gidiyorsun? O: Onlarla beraber demiş. Onlar nereye gidiyorlar? diye sorulmuş da; bilmiyorum, demiş. İşte onlar, aynen bu misâlde belirtilen bilgisizler gibidir. Avfî'nin tbn Abbâs (r.a.)tan rivayetine göre: «Onu üst üste dal­galar burur ve dalgaların üstünde de bulutlar örter.» âyetinde kalb, kulak ve göz üzerindeki perde kasdedilmektedir. Bu, Allah Teâlâ'nın şu kavilleri gibidir: «Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiş-tir. Gözlerinin üzerinde bir perde vardır. Ve onlar için büyük bir azab vardır.» (Bakara, 7), «Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendi­sine tanrı edinmiş, bilgisi olduğu halde Allah onu şaşırtmış, kulağım kalbini mühürlemiş ve gözüne perde koymuştur. Allah'tan başka onu kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünmeyecek misiniz?» (Câsiye, 23). «Karanlıklar üstüne karanlıktırlar.» âyeti hakkında Übeyy tbn Kâ'b der ki: O, beş karanlık içinde dolanıp durmaktadır: Sözü karanlıktır, ameli karanlıktır, girişi (gireceği yer) karanlıktır, çıkışı {çıkacağı yer) karanlıktır ve kıyamet günü varacağı yer, gidişi karanlıklara ve ateşe­dir. Kebî' İbn Enes ve Süddî de bu açıklamanın bir benzerini yapmışlar­dır. Allah Teâlâ burada: «Allah'ın nûr vermediği kimsenin asla nuru olmaz. (Allah kime hidâyet bahşetmemişse o bilgisiz, şaşkın, zavallı, kâ­fir ve helak olmuştur.)» buyururken, başka bir âyet-i kerîme'de de: «Kimi Allah saptırırsa; onu doğru yola götürecek yoktur.» (A'râf, 186) buyurmaktadır. Bu, mü'minlerin misâli hakkında buyurmuş olduğu: «Allah, dilediğini nuruna kavuşturur.» (Nûr, 35) kavlinin mukâbilin-dedir. Allah Teâlâ'nın kalblerimize, sağımıza, solumuza nûr koymasını, nurumuzu yüceltmesini dileriz.[24]

 

41  — Görmedin mi ki, 'göklerde ve yerde   bulunanlar, saf saf uçan kuşlar Allah'ı tesbîh etmektedir. Her biri ken­di duasını ve teşbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını bi­lendir.

42 — Göklerin ve yerin  mülkü Allah'ındır.   Dönüş de yalnız Allah'adır.

 

Göklerin ve Yerin Mâliki

 

Allah Teâlâ göklerde ve yerde olan meleklerin, insanların, cinlerin, hayvanların hatta cansızların dahi Zâtını tesbîh ettiğini haber veriyor. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyrulur; «Yedi gök, yeryüzü ve içinde bulunanlar; O'nu tesbîh ederler. O'nu hamd İle tesbîh etme­yen hiç bir şey yoktur. Ama siz, onların teşbihlerini anlamazsınız. Mu­hakkak ki, O Halîm, Gafur olandır.» (İsrâ, 44).

«Görmedin mi ki, saf saf uçan kuşlar (uçarken) Allah'ı tesbîh etmek­tedir.» Allah'ın, onlara ilham buyurup ilettiği teşbihle ibâdet ettiklerini görmez misin? Şüphesiz O, onların ne yapacaklarını en iyi bilendir. Her biri kendi niyaz ve teşbihini bilir. Allah onların ibâdette gireceği yola şüp­hesiz hepsini iletmiştir. Sonra Allah Teâlâ bunların hepsini bildiğini, bun­lardan hiç bir şeyin Zâtına gizli kalmayacağını haber verip: «Allah, on­ların yaptıklarını bilendir.» buyurur. Daha sonra göklerin ve yerin hü­kümranlığının O'na âit olduğunu haber verir. Hükmünü durdurup ge-ciktirebilecek hiç kimsenin olmadığı yegane hâkim ve tasarruf sahibi­dir. İbâdetin ancak kendisine yaraştığı yegâne Ma'bûd, İlâh'tır O. «(Kı­yamet günü) dönüş de yalnız Allah'adır.» Ve orada dilediği ile hüküm, verecektir. «Bu; kötülük edenlere yaptıklarının karşılığını vermesi, gü­zel hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir.» (Necm, 31) Yaratıcı ve Mâlik O'dur. Dünyada ve âhirette hüküm O'nun-dur. Dünyada ve âhirette hamd O'na mahsûstur.[25]

 

Îzâhı

 

 

43 — Görmedin mi ki Allah, bulutları sürer, sonra on­ları bir araya getirip üst üste yığar. Ve sen, onların ara­sından yağmurun yağdığını görürsün: Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir de dilediğini ona uğ­ratır ve dilediğinden onu uzak tutar. Onun şimşeğinin pa­rıltısı neredeyse gözleri ahverecek.

44 — Allah, gece ile gündüzü evirip çevirir.   Doğrusu, görebilenler için bunda ibret vardır.

 

Allah Tealâ ilk meydana getirilişinde zayıf olan bulutlan kudreti ile sürer, dağınıklığından sonra onları bir araya getirip üst üste yığar. Ve sen onların arasından yağmurun yağdığını görürsün. (...) Ubeyd İbn Umeyr el-Leysî der ki: Allah Teâlâ önce toz kaldıracak, tozlan ayaklan­dıracak rüzgân gönderip yeryüzünü süpürür, sonra bulutlan meydana getirecek rüzgân gönderir de bulutlan meydana getirir. Sonra bulutları bir araya getirecek rüzgân gönderir ve rüzgâr onları bir araya toplar. Daha sonra Allah Teâlâ, aşılayıcı rüzgân gönderir de, bu rüzgâr bulut­lara (yağmur) aşılar. Ubeyd İbn Umeyr'in bu sözünü, îbn Ebu Hatim ve îbn Cerîr —Allah onlara rahmet eylesin— rivayet etmişlerdir. «Gök­ten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir.» (...) «Dilediğini ona uğratır ve dilediğinden onu uzak tutar.» Allah Teâlâ'nın: «Dilediği­ni ona uğratır.» kavlinden, gökten indirdiği dolu ve yağmur çeşitlerinin kasdedilmiş olması muhtemeldir. Bu durumda «Dilediğini ona uğratır.»

kavli onlar için bir rahmet olur. ((Dilediğinden onu uzak tutar.» kavli ile onlara yağmurun geciktirilmesi kasdedilmiş olur. «Dilediğini ona uğratır.» sözüyle Allah Teâlâ'nın diledikleri üzerine, onlara bir musibet olmak Üzere dolu göndermesi de kasdedilmiş olabilir. Zîrâ dolu gönder­mekle onların meyveleri saçılmış, ekin ve ağaçları telef edilmiş olur. Katından bir rahmet olmak üzere Allah Teâlâ dilediklerinden de dolu­yu uzak tutar.

«Onun şimşeğinin parıltısı neredeyse ona ilişen ve onu gören göz­leri alıverecekti. Allah, gece ile gündüzü, evirip çevirir.» Her ikisinde de tasarruf sahibi olan O'dur. Birinin uzunluğundan alıp diğerinin kısalığı­na ekler de ikisi birbirine eşit olur. Sonra birinden alıp diğerine verir de kısa olan uzar, uzun olan kısalır. Emri, kahrı, izzeti ve ilmi ile bun­larda tasarruf sahibi olan Allah'tır. «Doğrusu, girebilenler için bunda (Allah'ın azametine delâlet eden delil) ibret vardır.» Nitekim Allah Te­âlâ başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Göklerin ve yerin yara­tılışında, gece üe gündüzün birbiri ardınca gelmesinde; akıl sahipleri için elbette âyetler vardır.» (Âl-i îmrân, 190). Bundan sonraki âyetler­de de aynı konuya işaret edilmektedir.[26]

 

İzâhı

 

Bulutlar Nasıl Meydana Gelir?    .

Bulut, havanın soğuması neticesi ısının düşmesiyle su buharını yüklenme gücünün azalmasından meydana gelir. Su buharı, ısı derece­sine göre ya yağmur ya da kar tanecikleri halinde yeryüzüne iner. Ha­vanın soğuması tabîatta değişik yollarla cereyan eder:

a) Kendiliğinden soğuma: Havanın dağılması ve basıncın azalma­sı sonucu soğuması. Bu olay havanın, basıncı az olan noktalara yüksel­mesi neticesinde «ereyân eder. Basıncı az olan noktalara yayılan hava soğur, su buharı taşıma gücü azalır. Neticede su buharı yoğunlaşarak yağmur veya kar halinde yeryüzüne iner. Bu ameliye, yağmurlann ve bulutun oluşumunda en önemli rolü oynar. Zîrâ yükseklere çıkan hava­daki soğuma oranı yoğusma olmazsa 100 metrede 1 santigrattır, yoğur­ma olursa 100 metrede 0,65 santigrattır.

b) Isı, ışık ve ışıma yoluyla soğuma: Geceleyin çiğ yağması gibi.

c) Karılımla soğuma: Yani sıcak havanın soğuk havada karışma­sı ve karışımın neticesinde ısı derecesinin normalin altına düşmesi. Bu durum Labrador körfezinde, sıcak hava kitlelerinin soğuk hava akıntı-sıyla karışması neticesinde cereyan etmektedir.

Atlas Okyanusunda da benzer durum vardır. Bulutlar ya Üst üste (dağlar gibi) yığılır ya da ufuk noktasına doğru kümelenir. Kur'an, bu İki bulut şeklini tefrik ederek şöyle buyurmaktadır:

1- «O, Allah'tır ki, rüzgârları gönderir de, onunla bulutları sevk-eder. Gökte onları dilediği gibi yayar, onu parça parça da kılar. Nihayet onlann arasından yağmurun çıktığını görürsün. O yağmuru, kulların­dan dilediğine nasîb eder de onlar da sevinirler. Ve birbirlerine müjde­lerler.»   (Rûm, 48).

2- «Görmedin mi ki Allah, bulutları sürer, sonra onları bir ara­ya getirip üst üste yığar. Ve sen, onlann arasından yağmurun yağdığım görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir de dilediğini ona uğratır ve dilediğinden onu uzak tutar. Onun şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alıverecek.» (Nûr, 43).

3- «İçtiğiniz suyu görmez misiniz? Onu buluttan siz mi indirdi­niz? Yoksa Biz miyiz indiren?»  (Vakıa, 68-69).

Bilginler bulutları yükseklik bakımından üç kısma ayırmışlardı:

a) Tel ve tüy gibi görünen saçak bulutlar, 7-12 km. yükseklikte bulunurlar ve buz iğneciklerinden yapılmışlardır.

b) Küme bulutlar, yığınlar halinde 2-6 km. arasında bulunurlar.

c) Katman bulutlar, tabaka tabaka dizilmişlerdir. Kara bulutlar çoğu kere bütün göğü Örter ve yağmur getirirler.

Bulutların bu taksimi, denizcilere ve havacılara yarar. Çünkü bu­lutların durumuna göre sıcak veya soğuk hava çeşitli yönlere dağılırlar.

Saçak bulutlar önemli bir bulut türüdür. Çünkü zaman zaman yükseltileri 12 km. üzerine çıkar. Hattâ 20'ye kadar varır. Bu bulutlar çok soğuk olan atmosfer tabakasına ulaşmca,ısı dereceleri sıfırın altın­da 60 veya 70 santigrata. kadar düşer. Bu bulutların üst tabakalarında dolu teşekkül eder. Bilindiği gibi saçak bulutların üst kısımlarında do­lunun oluşumu, eksi, yüklü elektrik enerjisinin boşalmasından meydana gelmektedir. Dolu, yüksek bulut tabakaları arasında ısı derecesi sıfırın üzerindeki kısımlara indiği zaman parçalanır ve kar haline gelir. Dolu parçacıklarının yüzey kısmı parçalanma ile elektrik yükü bakımından değişir. Yüksek tabakalarda yer alan saçak bulutlar su buharı ile yük­lendikçe su buharı dolu haline dönüşür. Çekim gücünün te'sîri ile bu dolu halinde yığılan su buharı aşağı doğru iner ve bulutun alt kısmında dağılmaya başlar. Bu ameliye bir nevi elektrik dinamosu rolünü oynar. İşte hava eksi yüklü elektronlarla artı yüklü elektronların ayrılmasına karşı mukavemet edemeyince meydana gelen elektrik boşalımı şimşek halinde ortaya çıkar. Şimşek, ani ısınmanın neticesinde bazan yıldırım haline İnkilâb eder. Gök gürültüsü, şimşeğin sesinden, bulut kümeleri arasındaki yankılardan ibarettir. Bazı fırtınalı havalarda şimşek, dakika, da 40 defa hareket eder. Bulutla herhangi yüksek bir cisim arasında bir elektrik boşalması olursa, o zaman şimşek meydana gelir. Saçaklı bulut­lar radarla gözlendiğinde görülür ki, bu bulutlar gökyüzünde ortaya çıkan küçük tel gibi veya tüy gibi görünen saçaklardan meydana gel­miştir. Bu tel veya tüy gibi olan saçaklar kısa zamanda birleşerek yük­sek dağlar gibi görünüm arzeder. Nitekim Nûr sûresinde Yüce Allah bulutun aldığı bu şekli bize şöyle ifâde buyurmaktadır:

«Görmedin mi ki Allah, bulutlan sürer, sonra onları bir araya ge­tirip üst üste yığar. Ve sen, onların arasından yağmurun yağdığını gö­rürsün. Gökten, içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir de, di­lediğini ona uğratır ve dilediğinden onu uzak tutar. Onun şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alıverecek.» (Nûr, 43).

Görülüyor ki âyet-i kerîme, saçaklı bulutların tel ve tüy gibi kısım­larının birleşerek dağlar gibi yığıldığına işaret etmektedir. Bulutlardan dökülen dolular veya karlar şimşeğin oluşmasını sağlarlar. Şimşek, ba­zan geçici körlük hâsıl eder. Hava ulaşımında bulutların durumu ve şim­şeğin önemi son zamanda çok daha dikkatli olarak incelenmektedir. Belirttiğimiz gibi bu saçak bulutlar 12-20 km. yüksekliğe kadar uzanır­lar. Yüksek dağlar gibi görünen bu bulut kümelerine bakıldığı zaman üç ayrı tabakadan meydana geldiği farkedilir:

a) Üst Tabaka: Beyaz, parlak kar taneciklerinden oluşur.

b) Orta Tabaka: Ortalama hava sıcaklığının sıfırın altına düşme­si nedeniyle bu kısımda su damlacıkları ile kar tanecikleri karışık görü­lür ve yeryüzünün çekim gücü nedeniyle kar tanecikleri aşağıya doğru sarkar.

c) Alt Tabaka: Çoğunlukla su buharı ile yüklü olan bu bölümlerde kar tanecikleri de görülür. Bu kısım karanlık tabakayı temsil eder ki, bu bölümden ışık geçmez. îşte dolunun ve karın oluşmasını sağlayan bu bulutlardır. Bu bulut dağları içerisinde dolunun oluşumu şöylece özet­lenebilir: Bulutun üst tabakasında oluşan kar tanecikleri, çok hızlı ola­rak yeryüzüne doğru inerler, çünkü dünyamızın çekim gücünün te'sîri altında kalırlar. Donma noktasının üzerinde bulunan su damlacıklarıy­la orta tabakaya geldiklerinde çarpışırlar. Bilindiği gibi bu tabakadaki su damlacıkları henüz donmuş değildirler. Havanın ısısına göre donma durumuna yakındırlar. Sıfır noktasındaki bu su damlacıklarıyla yüksek kısımlardan dökülen kar tanelerinin karışmasıyla katı buz tanecikleri haline dönüşür. Bazan şiddetli fırtına ve soğukların etkisiyle inen dolu, portakal büyüklüğüne kadar ulaşır. Bilginler, geçen cihan savaşının sonlarında radarla bulutların oluşumunu gözetleyince görüldü ki bu bu­lutlar, bazı parçacıklar halinde oluşmakta, yükselen havanın akımına kapılmış bulut kümeleri halinde başlamakta ve bundan sonra büyük bu­lut yığınları teşekkül etmektedir. İnsanoğlu bu gerçeği ancak yakın za­manlarda öğrendiği halde Kur'ân-ı Kerîm asırlar evvel ifade etmiştir: «Görmedin mi ki Allah bulutlan sürer, sonra onları bir araya getirip, üst üste yığar. Ve sen,.onların arasından yağmurun yağdığını görür­sün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirip de, dile­diğini ona uğratır ve dilediğinden onu uzak tutar.» (Nûr, 43). Müslü­manlar, asırlardır boş laflarla uğraşıyorlar. Kur'an'ın ilmî i'câzını araş­tırma yerine kendi kendilerini avutup duruyorlar. Âyetin bir kısmında bulutların oluşumu belirtilmekte ve dağlar gibi bulutlardan dolunun sökün ettiği ifade buyrulmaktadır. Âyetin devamında Yüce Allah: «Onun şimşeğinin pırıltısı nerdeyse gözleri ahverecek.» buyuruyor. Gö­rülüyor ki şimşek ve gök gürültüsü, bu salkım bulut tabakasında oluş­maktadır. Rönesans'tan bu yana gelişen ilim, salkım bulutlardaki elektrik akımı üzerinde araştırma yapmış ve bu konuda Wilson ve Sampson gibi bilginler tarafından değişik görüşler ortaya atılmıştır.

Kutup bölgeleri dışında dünyanın her tarafında şimşek çakması ve gök gürlemesi görülür. Ekvator bölgelerinde ise daha fazla rastlanır. Sal­kım bulutlar arasında dolunun oluşup belirli hacimler içerisinde parça­lanması için şimşeğin önemini yukarda söylemiştik. Şimşek, bulutlar ara­sında korkunç derecede elektrik boşalmasından teşekkül eder. Elektrik­lenme olayı, artı ve eksi yüklü elektronların birleşmesi yoluyla ortaya çı­kar. Bir hesâblamaya göre atmosferde meydana gelen şimşek sayısı sa-atta 1800 kadardır. Normal olarak bir şimşek çakmasıyla günde yeryü­züne 2 milyon kilovat enerji düşmektedir. Şimşek çakması bazı bulutlar­la değişik bulut kümesi arasındaki elektrik boşalmasından ya da bulut­larla yeryüzü arasındaki elektrik boşalması yüzünden meydana gelmek­tedir. Gök gürültüsü İle birlikte şimşek dediğimiz kuvvetli elektrik şera­releri yayılır. Şimşeğin çaktığı hava tabakalarında aniden şiddetli bir ısınma olur ve havanın hacmi çok kısa zamanda genişler. Bu yüzden ma­hallî havada büyük sarsıntılar ve çalkantılar meydana gelir ki, işte bu gök gürültüsüdür. Normal olarak elektrik akımı, bulutların üzerindeki sıfırın üstündeki derecelerde meydana gelir. Laboratuvar deneyleri gös­termektedir ki buzdolapları, buz tutma noktasının üzerine çıktığı zaman elektrik akımı ile yüklenir. Böylece 11 dakika gibi kısa bir zaman içeri­sinde milyarlarca elektrik akımı teşekkül eder. Bu elektrik akımı aşağıya doğru bulutlar tarafından götürülür ve her an büyük elektrik boşalması olayı cereyan edebilir. Eksi yüklü elektrik akımlarının meydana gelmesi değişik faktörlerle birlikte dolunun oluşmasına bağlıdır. Donma nokta­sının üzerindeki bölgelerde bulut parçacıklarının hızlı sürtüşmesi sonu­cunda dolu taneciklerinin hacmi 2 mm'ye yaklaşınca elektrik akımı te­şekkül eder. Değerli okuyucular, görülüyor ki insanoğlunun atom çağın­dan elde ettiği bilgilerin Özünü, Kur'ân-ı Kerîm daha gününde bildirmiş­tir. Henüz açıklayamadığımız pek çok âyeti kerîmeler vardır ama bir gün gelecek bunların anlamı da açık olarak ortaya çıkacaktır. Bu ise Kur'an'ın apaçık ebedî bir mucize olduğunu bize göstermektedir. Şimşe­ğin en belirgin zararlarından birisi de geçici körlük meydana getirmesi­dir. Öyle sanıyoruz ki bu körlük tehlikesiyle en çok karşılaşanlar hava­cılardır. Özellikle sıcak bölgelerde salkım bulutların arasına girdikleri zaman, dakikada kırka yakın şimşek çakması olayı cereyan eder. Uçağın pilotu bu geçici körlüğe tutulduğu zaman hâkimiyetini yitirir ve böylece uçak düşmek tehlikesiyle karşı karşıya gelir. Biz, uzak mesafeli olduğu için şimşek çakma olayından fazla müteessir olmayız. Ancak 300.000 km. hızla giden parıltısını görürüz. Şimşeğin bulut tabakaları arasında mey­dana getirdiği gürültü ise ışığın hızına nisbetle daha az olduğu için çok sonra duyarız. Yıldırım ise Kur'ân-ı Kerîm'de birçok yerlerde vârid ol­muştur. Yıldırım tâ eski çağlardan beri insanları korkutmuştur. Hattâ eski Yunanlılar en büyük tannları olan Zeus'u bulutların arasından çıl­gın şimşekler çakarak tasvir ederlerdi. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurul-maktadır: «Yahut onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek vardır. Yıl­dırımlardan ölmek korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır.» (Bakara, 19).

Bilindiği gibi yıldırım, bulutlarla yüksek cisimlerin arasındaki bir elektrik boşalmasından ibarettir. Genellikle sivri uçlara çarpan yıldırım, ağaçlara ve denizlerdeki gemilere düşer. Fazla olmamak kaydıyla yıldı­rım çarpmış bir insanla karşılaşınca hemen ona suni teneffüs yaptırmak gerekir, bir saat sonra yaşama imkânına sahip olur. Bakara- süresindeki âyetlerden yıldırım çarpmış kişilerin yaşayabilme imkânının bulunaca­ğını anlamak mümkündür: «Bir de hani siz: Ey Mûsâ, Allah'ı apaşikâr görünceye kadar sana inanmayacağız, demiştiniz de, bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra sizi, ölümünüzün arkasından şükredersiniz di­ye diriltmiştik.» (Bakara, 55-56).

Gerek yıldırım olsun, gerek şimşek olsun bütün bu tabiî olaylar yine tabiî kanunlara bağlıdırlar. Nitekim Ra'd sûresinde şöyle buyrulmakta-dır: «Gök gürültüsü de; hamd ile, melekler de korku ile O'nu tesbîh eder. O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar.» (Ra'd, 10), Görü­lüyor ki yıldırım da Allah tarafından kendisine çizilmiş olan tabiî ka­nunların dışına çıkamaz. Yükselen rüzgârların hızı artınca yağmur yeryüzüne iner. Bulutlar, su buhârcıklanyla dolunca ağırlaşırlar. Bir süre sonra rüzgâr diner ve bulut yeryüzüne yağmurları boşaltır. Yükselen hava, donmuş olan su buharını uzun süre taşıyamaz. Yine Ra'd sûresin­de Yüce Allah şöyle buyuruyor: «O'dur size korku ve ümîde düşürmek için şimşeği gösteren, yağmur yüklü bulutlan meydana getiren.» (Ra'd, 12) [27]

 

45 — Allah, hareket eden her canlıyı sudan yaratmış­tır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, ki­mi de dört ayakla yürür. Allah, dilediğini yaratır. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir.

 

Her Canlı Sudan Yaratılmıştır

 

Allah Teâlâ muhtelif şekil, renk, hareket ve duruşları ile çeşitli ya­ratıkları bir tek sudan yaratmasındaki tâm kudret ve yüce hükümran­lığını zikrediyor. Onlardan kimi, yılan ve ona benzeyenler gibi karnı üze­rinde sürünür. İnsan ve kuşlar gibi kimi iki ayakla yürür. Dört ayaklı hayvanlar ile şâir hayvanlar gibi kimisi de dört ayakla yürür. Allah kud­reti ile dilediğini yaratır. Zîrâ O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. «Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir.»[28]

 

İzâhı

 

 

46 - Andolsun ki Biz, açıklayıcı âyetler  indirdik.  Ve Allah, dilediğini doğru yola iletir.

 

Allah Teâlâ bu Kur'an'da hikmetler, hükümler, apaçık ve sağlam misâller indirdiğini anlatır. Bunlar gerçekten çoktur. Ayrıca onları an­lamaya, onlara yapışmaya akıl ve basiret sahiplerini iletmiştir. Bu se­beple Allah Teâlâ: «Ve Allah, dilediğini doğru yola iletir.» buyurmuştur.[29]

 

Îzâhı

 

47 — Allah'a da, peygambere de inandık ve itaat ettik, derler. Sonra da arkasından bir takımı yüz çevirir. Bunlar inanmış kimseler değillerdir.

48 — Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman; bir takımı hemen yüz çevirir.

49 — Eğer hak, kendilerinden tarafa ise;   boyunlarını bükerek gelirler.

50 — Kalblerinde bir hastalık mı var bunların? Yoksa şüphe mi ettiler? Veya- Allah'ın ve Rasûlünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, onlar; zâlim­lerin kendileridir.

51 — Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman; mü'minlerin sözü, sâdece:  işittik ve itaat ettik, demekten ibarettir. Ve işte onlar, felaha erenle­rin kendileridir.

52 — Kim, Allah'a ve Rasûlüne   itaat   eder, Allah'tan korkar ve sakınırsa; işte onlar, kurtuluşa erenlerin kendi­leridir.

 

Allah'ın Hükmünden Kaçanlar

 

Allah Teâlâ münafıkların niteliklerini haber veriyor. Onlar gizle­diklerinin tersini açığa vururlar ve söz olarak dilleriyle: «Allah'a da, peygambere de inandık ve itaat ettik, derler. Sonra da arkasından bir takımı yüz çevirir.» Amelleri ile sözlerine ters hareket ederler. Yapma­yacaklarını söylerler. Bu sebeple Allah Teâlâ: «Bunlar inanmış kimse-, ler değillerdir.» buyurur. «Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Ra­sûlüne (Allah'ın elçisine indirdiği hidâyete tâbi olmaya) çağrıldıkları zaman; bir takımı hemen yüz çevirir. (Ona tâbi olmaktan büyüklene-rek yüz; çevirirler.) Bu, Allah Teâlâ'nın şu kavli gibidir : «Sana indi­rilene ve senden önce indirilenlere; inandıklarını iddia edenleri görme­din mi? Küfretmeleri emrolunmuş iken Tâğût'un önünde muhakeme edilmelerini isterler. Halbuki şeytân, onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor. Onlara: Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin, denilince; münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.» (Nisa, 60-61). TaberanTde Ravh îbn Ata îbn Ebu Meymûne kanalıyla... Semüre (İbn Cündeb)den merfû' olarak rivayet edilen bir hadîste şöyle buyrulur: Kim, bir sultana çağırılır da bu çağrıya icabet etmezse; o, hiç bir hak­kı olmayan zâlimdir.

«Eğer hak, kendilerinden tarafa ise; (hüküm aleyhlerine değil de lehlerine olacaksa) boyunlarını bükerek, (işitip itaat ederek) gelirler.» Eğer hüküm kendi aleyhlerine olacaksa, yüz çevirip hak olmayana da­vet eder ve orada bâtılın geçerli olması için Hz, Peygamber (s.a.)den bir başkasının hakemliğine başvurmak ister. Onun daha önceki boyun eğerek gelmesi, hak olduğuna inandığından değildir. Bilakis arzusuna uygun olduğu içindir. Bu sebeple hak onun maksadına ters düştüğün­de, haktan bir başkasına yönelir. Bu sebeple Allah Teâlâ: «Kalblerinde bir hastalık mı var bunların? Yoksa şüphe mi ettiler? Veya Allah'ın ve Rasûlünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar?» buyur­muştur. Yani onların durumları şu üç ihtimâlin dışında değildir; Ya kalblerine işlemiş bir hastalık vardır veya dinde bir şüpheleri vardır ve­ya Allah'ın ve Rasûlünün kendilerine hükümde haksızlık etmesinden korkmaktadırlar. Bunlardan hangisi olursa olsun, hepsi de mahzâ kü­fürdür, Allah Teâlâ onların her birerini ve onların bu sıfatlardan nan-gisine sahip olduklarım en iyi bilendir.

«Hayır, onlar; zâlimlerin kendileridir.» Onlar zâlimlerin, günah­kârların ta kendileridir. Allah Teâlâ ve Rasûlü, onların zannedip veh­mettikleri zulüm ve haksızlıktan uzaktırlar. Allah ve Rasûlü bundan yücedir. îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Hasan'dan rivayetinde o, şöyle anlatmış: Birisinin başka birisi ile arasında bir anlaşmazlık ol-4 duğunda o adam haklı ise Hz. Peygamber (s.a.)e çağrıldığında boyun büker, kabulllenir ve Hz. Peygamber (s.a.)in kendisi lehinde hak ile hüküm vereceğini bilirdi. Haksızlık etmek istediğinde Hz. Peygamber (s.a.)e çağrılırsa, yüz çevirir ve: Filancaya giderim, derdi. Allah Teâlâ bu âyeti indirdi de, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: Kimin kardeşi ile arasında bir şey (anlaşmazlık) olur da, müslümanlarm hâkimlerin­den bir hakeme çağırıldığında icabet etmekten yüz çevirirse; işte o zâ­limdir, hiç bir hakkı yoktur. Bu hadîs ğarîb ve mürseldir.

Sonra Allah Teâlâ, Allah'a ve Rasûlüne icabet eden mü'minlerin sıfatlarını haber verir. Onlar, Allah'ın Kitâb'ı ve elçisinin Sünneti dı­şında bir din aramaktadırlar. Şöyle buyurur: «Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman; mü'minlerin sözü, sâ­dece: İşittik ve itaat ettik, demekten ibarettir.» Bu sebeple Allah Teâlâ onları kurtuluşla nitelemiştir. Kurtuluş; arzulanana nail olmak ve kor­kulandan kurtulmaktır.. «Ve işte onlar, felaha erenlerin kendileridir.» buyurmuştur. «Mü'minlerin sözü, sâdece: İşittik ve itaat ettik, demek­ten ibarettir.» kavli hakkında Katâde der ki: Akabe bîatmda ve Bedir'-de hazır bulunmuş olan Ansâr'ın reislerinden biri olan Ubâde tbn Sa-mit, ölüm vakti geldiğinde kardeşi oğlu Cünâde tbn Ebu Ümeyye'ye: Senin aleyhine ve lehine olanı (senin görevlerini ve haklarım) haber vermeyeyim mi? diye sordu. Onun: Evet, haber ver, demesi üzerine şöyle dedi: Senin görevin; zorluğunda, kolaylığında, hoşlandığın ve hoş­lanmadığın şeylerde, kendin için seçtiklerinde işitip (Veliyyü'1-Emre) itaat etmendir. Dilini adaletle doğru tutman, iş sâhibleriyle iş konusun­da çekişmemen gerekir. Açıkça Allah'a isyan olan bir şeyi sana emret­meleri durumu müstesnadır. Allah'ın kitabına ters düşen bir şeyle emrolunduğunda, sen Allah'ın kitabına uy. Katâde der ki: Bize anlatıldı­ğına göre Ebu Derdâ şöyle dermiş: İslâm ancak Allah'a itaat iledir. Ha­yır ancak cemaatta, Allah ve Rasûlüne, halîfeye ve genelde mü'minlere karşı ihlâslı olmaktadır. Bize anlatıldığına göre Hz. Ömer İbn Hattâb (r.a.) şöyle dermiş: İslâm'ın kulpu, yapışılacak yeri Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek ve Allah'ın müslümanların işi ile görevlendirdiklerine itaat etmektir. Bu haberleri, îbn Ebu Hatim rivayet etmiştir. Allah'ın Kitâbı'na, Rasûlünün Sünne­tine, Hulefâ-i Râşidîn ile Allah'a itâatla emrettikleri takdirde imam­lara itaatin vâcib olduğuna dâir birçok hadîs ve haberler vârid olmuş­tur ki bunlar burada sayılamayacak kadar çoktur.

«Kim, Allah ve Rasûlün (ün emrettiklerin) e itaat eder, (yasakla­dıklarını terk eder), Allah'tan (geçmiş günâhlarından dolayı) korkar ve (gelecekte yapacaklarından) sakınırsa; işte, onlar kurtuluşa erenle­rin, (her bir hayrı hem dünyada hem de âhirette bütün kötülüklerden emîn olanların) kendileridir.»[30]

 

53  — Var güçleriyle Allah'a yemîn ettiler ki; eğer ken­dilerine emredersen (savaşa) çıkacaklardır. De ki: Yemîn etmeyin bu, ma'kûl bir itaattir. Muhakkak ki Allah, yap­tıklarınızdan haberdârdır.

54  — De ki: Allah'a itaat edin, peygambere .itaat edin. Şayet yüz çevirirseniz bilin ki; o, kendisine yükletilenden, siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz.   Eğer   ona itaat ederseniz; doğru yolu bulursunuz. Peygambere dü­şen, apaçık tebliğden başkası değildir.

 

Allah Teâlâ nifak ehlinden haber veriyor. Onlar Allah Rasûlü (s.a.), çıkmayı emrettiği takdirde mutlaka çıkacaklarına yemîn ederlerdi. Al­lah Teâlâ da: «Yemin etmeyin.» buyurmuştur. «Bu, ma'kûl bir itaat­tir.» âyetinin anlamının sizin itaatiniz bilinen bir itaattir, şeklinde ol­duğu söylenir. Yani sizin itaatinizin, amele dökülmeyen mücerred bir söz olduğu bilinmektedir. Siz her ne zaman yemîn etmişseniz mutlaka yalan söylemişinizdir. Nitekim Allah Teâlâ, başka âyet-i kerîme'lerde şöyle buyurmaktadır: «Size yemîn ederler ki kendilerinden hoşnûd ola­sınız. Siz onlardan hoşnûd olsanız da şüphesiz ki Allah, fâsıklar gü­ruhundan hoşnûd olmaz.» (Tevbe, 96), «Onlar yeminlerini kalkan edin­diler de Allah'ın yolundan alıkoydular. Gerçekten işledikleri işler ne kötüdür.» (Münâfikûn, 2). Kendileri için seçtikleri ve tercih ettikleri konularda bile yalan söylemek onların huylarındandır. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «(Ey Muhammed,) Münafık­ların, ehl-i kitâb'dan küfretmiş olan kardeşlerine: Eğer siz yurtlarınız­dan çıkanlırsanız andolsun ki, biz de sizinle beraber çıkarız; sizin aley­hinizde asla kimseye itaat etmeyiz. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz, dediklerini görmedin mi? Allah, onların yalancı ol­duklarına şâhidlik eder. Onlar çıkarılmış olsalar, andolsun ki, onlarla beraber çıkmazlar; savaşa tutuşmuş olsalar, andolsun ki, onlara yardı­ma koşmazlar; onlara yardıma gitseler mutlaka geri dönüp kaçarlar, sonra yardım da görmezler.»  (Haşr, 11-12).

«Bu, ma'kûl bir itaattir.» âyetinin anlamının şöyle olduğu da söy­lenmiştir: Sizin işiniz ma'kûl bir itaat olsun. Mü'minler nasıl Allah'a ve Rasûlüne yeminsiz olarak itaat ediyorlarsa, sizin de itâaatımz yemîn etmeksizin ma'kûl bir itâaat olsun ve sizler de onlar gibi olun. «Muhak­kak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdârdır.» Allah Teâlâ, kimin itaat üzere ve kimin de isyan üzere olduğundan haberdârdır. îçi başka iken yeminle itaat izhâr etmek her ne kadar yaratıklara karşı geçerli ise de yaratıcı olan Allah Teâlâ gizliyi ve gizlinin de gizlisini bilendir. Hiç bir hîle ve karıştırma O'na karşı geçerli değildir. Aksine O, tersini açı­ğa vursalar dahi kullarının gönüllerinde olanlardan haberdârdır. «De ki: Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin (de Allah'ın Kitâb'ına ve Rasûlünün Sünnetine uyun). Şayet (ondan) yüz çevirir (ve onun size getirdiklerini terk eder) seniz bilin ki; o, kendisine yükletilen (risâletin tebliği ve emânetin yerine getirilmesin)den, siz de (bunlardan) kendi­nize yükletilenden, (ana karşı ta'zîmde bulunmaktan ve gereğini yeri­ne getirmekten) sorumlusunuz. Eğer ona itaat ederseniz; doğru yolu bulursunuz.» Çünkü o, dosdoğru bir yola çağırmaktadır. «Göklerde ve yerde olanların kendisine âit olduğu Allah'ın dosdoğru yolunu... İyi bi­lin ki, bütün işler sonunda Allah'a döner.»  (Şûra, 53).

Allah Teâlâ'nın: «Peygambere düşen, apaçık tebliğden başkası de­ğildir.» âyeti, şu âyetleri gibidir: «Senin vazifen, sâdece tebliğ etmektir. Hesâb görmekse Bize düşer.» (Ra'd, 40), «Sen öğüt ver, çünkü sen an­cak bir öğütçüsün. Onlara zor kullanıcı değilsin.» (Gâşiye, 21-22).

Vehb tbn Münebbih der ki: Allah Teâlâ Isrâiloğullan peygamber­lerinden Şi'yâ adındaki peygambere vahyetti ki: tsrâiloğulları içinde kalk; şüphesiz Ben, senin dilinle vahiy indireceğim. Peygamber kalktı ve şöyle dedi: Ey gök işit (dinle), ey yeryüzü sus; şüphesiz Allah Teâlâ yerine getireceği bir iş ve bir durumu idare etmek ve ona hükmetmek istiyor. Şüphesiz O köylerin çöle, ağaçlıkların çukur yerlere, nehirlerin çöllere, nimetlerin fakirlere dönmesini ve hükümranlığın çobanla da ol­masını diliyor. O, ümmîlerden bir ümmîyi peygamber olarak gönder­mek istiyor. O peygamber; çirkin, kaba-saba, çarşılarda yüksek sesle mü­nâkaşa eden birisi değildir. Bir çerâğm yanından geçse vakarından ve sekînetinden ötürü onu söndürmez. Kuru bir kamış üzerinde yürüse ayaklarının altından herhangi bir ses işitilmez. Ben, onu müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndereceğim. Boş söz söylemeyecek. Onunla kör göz­leri, sağır kulakları, örtülü kalbleri açacağım. Her bir güzel işe onu mu­vaffak kılıp ileteceğim. Ona her türlü şerefli huyu bahşedeceğim. Sekî-neti elbisesi; iyiliği şiarı; takvası gönlü, kalbi; hikmeti konuşması; doğ­ruluk ve vefası tabiatı; affetmesi ve iyiliği ahlâkı; hakkı şeriatı; ada­leti, ahlâkı ve sîreti; hidâyeti imâmı; İslâm'ı dini kılacağım. Onun is­mini övülmüş kılacağım. Onunla sapıklıktan sonra hidâyet bahşedece­ğim. Bilgisizlikten sonra, onunla bilgili kılacağım. Adı sanı kaybolduk­tan sonra onu yücelteceğim. Tanınmazlıktan sonra onu tanınır kılaca­ğım. Azlıktan sonra onunla çoğaltacak, fakirlikten sonra zenginleştire­cek, ayrılıktan sonra onunla toplayacak parçalanmış ümmetler, birbi­rine zıd kalbler ve dağınık arzuları onunla bir araya getireceğim. İn­sanlardan büyük bir topluluğu onunla helakten kurtaracağım. Onun ümmetini, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet kılacağım. Onlar, iyilikle emredip kötülükten men'edecekler. Onlar muvahhidler, ihlâslı mü'minler ve peygamberlerinin getirdiklerini doğrulayıcılar olacaklar. Vehb îbn Münebbih'in bu sözünü îbn Ebu Hatim rivayet etmektedir,[31]

 

55 — Allah; içinizden îmân edip sâlih amel işleyenlere va'detti ki: Onlardan öncekileri nasıl halef kıldı ise onları da yeryüzüne halef kılacak ve onlar için beğendiği dini te­melli yerleştirecek, korkularını emniyete çevirecektir. Çün­kü onlar, Bana kulluk eder ve hiç bir şeyi Bana şirk koşmazlar. Kim de bundan sonra inkâr ederse; işte onlar, fâ-sıklarm kendileridir.

 

Yeryüzünün Gerçek Sahipleri

 

Allah Teâlâ Rasûlü (s.a.)ne va'dediyor ki onun ümmetini yeryü­zünde halîfeler kılacaktır. Yani onları insanların imamları ve idareci­leri kılacaktır. Onlarla ülkeler düzelecek, kullar onlara boyun eğecek ve insanlardan korkularından sonra onların bu korkularını emniyyet ve onları hâkim kılma ile değiştirecektir. Şüphesiz Allah Teâlâ bunu yeri­ne getirmiştir. Hamd ve minnet O'nadır. Allah Rasûlü (s.a,) vefat et­mezden önce Allah Teâlâ ona Mekke'nin, Hayber ve Bahreyn'in, Arap Yarımadasının diğer yerlerinin ve bütünüyle Yemen ülkesinin fethini nasîb etmiştir. Hecer mecûsîlerinden ve Şam yörelerinin bir kısmından cizye alınmış, Rum kralı Hirakl ile Mısır ve İskenderiye hâkimi Mukav-kıs, Umman kralları ve Habeş kralı Neccâsî ona hediyeler göndermişler­dir. Allah Rasûlü (s.a.) vefat buyurup ta Allah Teâlâ onu kendi katın­daki şerefler için seçtiği zaman ondan sonra işi halîfesi Ebubekir es-Sıddîk üstlenmiş, Allah Rasûlü (s.a.)nün vefatı sırasında zayıflayıp da­ğılanları toplamış, Arap Yarımadasını güçlendirmiş, İslâm ordularını Hâlid îbn Velîd (r.a.)in komutasında İran ülkelerine göndermiş ve on­lar İran ülkesinin bir kısmını fethetmişler, ahâlîsinden bir kısmını öl­dürmüşlerdir. Diğer bir orduyu Ebu Ubeyde (r.a.) ve onunla beraber olan kumandanlar komutasında Şam ülkesine, bir üçüncüsünü Amr İbn Âs (r.a.) komutasında Mısır ülkelerine göndermiştir. Şam'a gönderilen orduya Allah Teâlâ Hz. Ebubekir'in halifelik günlerinde ahidlerinden dönen Busrâ, Dimaşk, Havran ve civarındaki ülkelerin fethini nasîb et­miştir. Allah Teâlâ Hz. Ebubekir'i de kendi katındaki şerefler için seçip vefat ettirdiğinde, İslâm'a ve müslümanlara ihsanda bulunarak Hz. Ebubekir'e kendisi yerine Hz. Ömer el-Farûk'u halîfe bırakmasını ilham etmiştir. Ebubekir'der* sonra işi Hz. Ömer tâm olarak üstlenip yerine getirmiştir. Âlemler güçlü ahlâkı ve mükemmel adaletinde peygamber­lerden sonra onun bir benzerini görmemiştir. Onun halifelik günlerin­de bütünüyle Şam ülkesi, sonuna varıncaya kadar Mısır diyarı, İran diyarının birçoğu fethedilmiş, Kisrâ'nın satveti kırılarak alçaltılmış ve ülkesinin en uzak yerlerine ric'at ederek kaçmıştır. Kayser hezimete uğ­ratılmış, Şam ülkesinden eli çektirilmiş ve Kostantiniyye'ye sığınmak zorunda kalmıştır. Kisrâ ve Kayser'in mallan, Hz. Peygamber (s.a.) in Rabbından alarak va'dettiği gibi Allah yolunda sarf edilmiştir. Hz. Os­man'ın halifeliği döneminde îslâm ülkeleri yeryüzünün en uzak doğu ve batılarına kadar uzanmış batı ülkeleri en uzağına varıncaya kadar, Endülüs, Kıbrıs, Kayrevan ülkeleri, Atlas Okyanusuna dayanan Septe ülkeleri fethedilmiştir. Doğu yönünden ise Çin ülkesinin derinliklerine kadar fethedilmiş Kisrâ öldürülmüş, hükümranlığı bütünüyle zevale ermiştir. Irak şehirleri, Horasan ve Ahvaz fethedilmiş; müslümanlar Türklerden birçoğunu öldürmüşlerdir. Allah Teâlâ onların en büyük kralları olan Hakan'ı zelîl kılmıştır. Yeryüzünün doğu ve batılarından haraç toplanarak mü'minlerin emîri Hz. Osman îbn Affân (r.a.)ın ya­nına getirilmiştir. Bütün bunlar onun Kur'an'ı okuması, ve ümmet-i İslâm'ı Kur'an'ı muhafaza üzerinde toplaması bereketiyledir. Bu sebep­ledir ki sahîh bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Şüp­hesiz Allah Teâlâ yeryüzünü benim için dürdü. Doğularını ve batılarını gördüm. Ümmetimin hükümranlığı ondan benim için düzülenine eri­şecektir, îşte biz Allah ve Rasûlünün bize va'dettiği ülkelerde dolanıp durmaktayız. Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir. Allah'tan zâtına ve Ra-sûlüne îmânı, bizden hoşnûd olacağı şekilde şükrünü yerine getirmeyi dileriz.

İmâm Müslim İbn Haccâc der ki; Bize Îbn Ebu Ömer'in... Câbir Îbn Semûre'den rivayetine göre; o, Allah Rasûlü (s.a.)nü şöyle buyu­rurken işitmiş: Başlannda on iki kişi emir (ve idareci) olduğu sürece insanların işi ileri gitmeye devam edecektir. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) bir kelime daha söyledi, ama bu kelime bana gizli kaldı. Babama: Allah Rasûlü (s.a.) ne söyledi? diye sordum da: (Bu on iki idarecinin) hepsi Kureyş'tendir, dedi. Hadîsi Buhârî de Şu'be'den, o ise Abdülnıelik İbn Umeyr'den rivayet etmiştir. Müslim'in rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.), bu sözünü Mâiz tbn Mâlik'in recmolunduğu günün akşamında söylemiş ve bununla beraber başka hadîsler de zikretmiştir. Bu hadîs-i şerîf mutlaka on iki adaletli halîfenin vücûduna delâlet eder. Ancak bunlar, şîâ'nın iddia etmiş olduğu oniki imâm değildir. Zîrâ onların bir­çoğunun (müslümanlarm işini üstlenme ve veliyyü'1-Emr olma) konu­sunda herhangi bir payları yoktur. Ancak bu on iki idareci Kureyş'ten olacak, müslümanlarm işlerini üstlenecekler ve adaletli olacaklardır. Geçmiş kitablarda da onlarla ilgili müjdeler vardır. Sonra bunların peş-peşe gelmeleri de şart değildir. Bu ümmet içinde peşpeşe ve dağınık ola­rak vücûd bulmaları ihtimâl dahilindedir. Bunlardan dördü idareyi ele alarak geçmiştir Ici, bunlar Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman sonra da Hz. Ali —Allah onlardan hoşnûd olsun— dir. Onlardan sonra bir fetret devresi meydana gelmiştir. Allah'ın dilediği kadarı ortaya çıkmış, kalanları da Allah'ın bildiği bir zamanda meydana çıkacaktır. Adı Al­lah Rasûlü (s.a.) nün adına, künyesi de künyesine mutabık olan, zulüm ve haksızlıkla doldurulmuş yeryüzünü adaletle dolduracak olan mehdi de bunlardandır. İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Neseî'nin Saîd îbn Cuhmân'dân, onun da Allah Rasûlü (s.a.)nün kölesi Sefîne'den riva­yetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Benden sonra halıfelik otu? senedir. Sonra zâlim hükümranlık (hükümdarlık) olacaktır. «Allah; içinizden îmân edip sâlih amel işleyenlere va'detti ki; Onlardan öncekileri nasıl halef kıldı ise onları da yeryüzüne halef kılacak ve on­lar için beğendiği dini temelli yerleştirecek, korkularını emniyete çevi­recektir.» âyeti hakkında Rebî' tbn Enes'in naklettiğine göre Ebu Âliye şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı Mekke'de yaklaşık on se­ne korku halinde ve gizlice insanları tek olan Allah'a, tek ve ortağı ol­maksızın O'na ibâdete çağırdılar. Henüz savaşla emrolunmamışlardı. Sonra Medine'ye hicretle emrolundular, Medine'ye geldiler. Allah Teâlâ onlara savaşı emretti. Medine'de de korkar durumdaydılar. Akşam si­lâhlı olarak yatıyor, sabah silâhlı olarak kalkıyorlardı. Allah'ın dilediği kadar bu durumda kaldılar. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) in ashabından birisi: Ey Allah'ın elçisi, ebediyyen biz böyle korkar halde mi olacağız? Emniyette olacağımız ve silâhları bırakacağımız bir gün bize gelmeye­cek mi? diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.): Bu durumda çok az kalacaksı­nız. Nihayet sizden birisi içlerinde demir (silâh) olmayan büyük bir top­luluğun içinde dizlerini büküp elleriyle dizini tutarak oturacak, buyur­du. Allah Teâlâ da bu âyet-i kerîme'yi indirdi. Allah Teâlâ peygambe­rini bütün Arap Yarımadasına muzaffer ve hâkim kıldı, emniyet içeri­ğinde oldular ve silâhlarını bıraktılar. Sonra Allah Teâlâ Peygamberi (s.a.)nin ruhunu kabzetti. Onlar Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Os­man'ın halifeliklerinde emniyyet içinde oldular ve sonunda düştükleri duruma düştüler de aralarına korku girdi. Aralarında engeller, şartlar edindiler, durumu değiştirdiler ve bu yüzden onların durumları değiş­tirildi (emniyetleri korkuya çevrildi). Selef'den birisi:, Ebubekir ve Ömer'in —Allah onlardan hoşnûd olsun— halifelikleri Allah'ın kita­bında haktır, demiş sonra da bu âyet-i kerîme'yi tilâvet etmiştir. Berâ İbn Azib der ki: Biz şiddetli bir korku içindeyken bu âyet-i kerîme na­zil oldu. Bu âyet-i kerîme, Allah Teâlâ'nm şu kavli gibidir: «Hatırlayın ki, bir zamanlar siz, yeryüzünde azlıktınız, zayıf sayılırdınız. İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz. Size ev-bark verdi, yardımıyla destekledi ve temiz şeylerden mıklandırdı. Tâ ki şükredesiniz.» (En-fâl, 26).

Allah Teâlâ burada: «Onlardan öncekileri nasıl halef kıldı ise...» buyururken başka bir âyet-i kerîme'de Hz. Musa'nın kavmine şöyle de­diğini haber verir: «Rabbınızın, düşmanınızı yok etmesi ve yeryüzünde sizi onların yerine getirmesi umulur. Ve o zaman nasıl davranacağınıza bakacaktır.» (A'râf, 129). Başka bir âyeti kerîme'de de şöyle buyrulur: «Biz ise istiyorduk ki; güçsüz sayılanlara iyilikte bulunalım, onları ön­derler kılalım ve onları vârisler yapalım. Ve onları memleketlerine yer­leştirelim. Firavun'a, Hâmân'a ve ikisinin askerlerine çekinmekte olduk­ları şeyleri gösterelim.» (Kasas, 5-6).

«Onlar için beğendiği dini temelli yerleştirecek, korkularını emni­yete çevirecektir.» Allah Rasûlü (s.a.) kendisine elçi olarak gelen Adiyy îbn Hâkim'e: Hîre'yi bilir misin? diye sormuştu. O: Bilmiyorum fakat işitmiştim dedi. Allah Rasûlü (s.a.): Nefsim kudret elinde olan (Allah) 'a yemîn ederim ki, Allah Teâlâ bu işi mutlaka tamamlayacak ve sonunda bir kadın Hîre'den çıkıp yanında kimse olmaksızın Beytullah'ı tavaf edecektir. Kisrâ tbn Hürmüz'ün hazîneleri mutlaka fetholunacaktır, buyurdu. Ben: Kisrâ tbn Hürmüz mü? diye sordum: Evet, Kisrâ İbn Hürmüz buyurdu. Mal o kadar çok infâk olunacak ki sonunda kimse ka­bul etmeyecek. Adiyy İbn Hatim der ki: İşte şu kadın Hîre'den çıkıp yanında kimse olmaksızın Beytullah'ı tavaf ediyor. Kisrâ İbn Hürmüz'­ün hazînelerinin fethinin bahşolunduğu kimseler içindeydim. Nefsim kudret elinde olan (Allah) 'a yemîn ederim ki, mutlaka üçüncüsü de meydana gelecektir. Zîrâ onu Allah Rasûlü (s.a.) söylemiştir.

İmâm Ahmed'in Abdürrezzâk kanalıyla... Übeyy îbn Kâ'b'dan riva­yetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bu ümmete yüce mevkiler, yükseklik, din, zafer ve yeryüzüne sahip olma müjdelenmiş-tir. Onlardan kim âhiret amelini dünya için islerse onun âhirette hiç bir payı olmayacaktır.

«Çünkü onlar, Bana kulluk eder ve hiç bir şeyi Bana şirk koşmaz­lar.» İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'm... Muâz İbn Cebel'den rivaye­tinde o, şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) nün terkisindeydim. Benim­le onun arasında sadece binitin eğerinin arkasına dayanılacak yeri var­dı. Ey Muâz, buyurdu. Ben:Buyur ey Allah'ın elçisi, bütün mutluluklar senin olsun, dedim. Bir süre yürüdü sonra ey Muâz İbn Cebel, dedi. Ben: Buyur, bütün mutluluklar senin olsun ey Allah'ın elçisi, dedim. Bir sü­re daha yürüdü sonra: Ey Muâz İbn Cebel, buyurdu. Ben: Buyur, mut­luluklar senin olsun ey Allah'ın elçisi, dedim. Allah'ın, kulları üzerinde­ki hakkı nedir bilir misin? diye sordu. Ben: Allah ve Rasûlü en iyi bi­lendir, dedim. Allah'ın kulları üzerindeki hakkı O'na ibâdet etmeleri ve O'na hiç bir şayi ortak koşmamalandır, buyurdu. Sonra "bir süre daha yürüdü ve ey Muâz îbn Cebel, dedi. Ben: Buyur, mutluluklar senin ol­sun ey Allah'm elçisi, dedim. Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir biliyor musun? diye sordu, ben: Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dedim. Kulların, Allah üzerindeki hakkı onlara azâb et­memesidir, buyurdu. Buhâri ve Müslim Sahihlerinde Katâde'den riva­yetle tahrîc etmişlerdir.

«Kim de bundan sonra inkâr eder (ve Benim itâatımdan çıkar) se; iste onlar, (Rablannın emrinden çıkmış) fâsıklann kendileridir. (En büyük günâh olarak bu onlara yeter)» Sahabe —Allah onlardan razı olsun — Hz.Peygamber (s.a.)den sonra Allah'ın emirlerini en çok yerine getiren, Allah'a en çok itaat edenler olduklarından onların zaferleri bunun ölçüşünce olmuştur. Onlar Allah'ın kelimesini, doğularda ve batı-farda gâlib getirmişler. Allah Teâlâ da onları güçlendirmiş; diğer ülke­lere ve kullara hâkim olmuşlardır. Onlardan sonra insanlar bazı emir­lerde kusurlu olduklardan onların galibiyetleri de bunlar ölçüşünce azal­mıştır. Buhârî ve Müslim'de muhtelif şekillerde rivayet edilen bir ha­dîsi şerifte Allah Rasûlü (s.a.) söyle buyurmuştur. Ümmetimden bir grup hakka yardım etmekte devam edecekler, onlardan ayrılan ve onla­ra zıd gidenler kıyamet gününe kadar onlara zarar veremeyecektir. Başka bir rivayette: Onlar bu durumdalarken Allah'ın emri gelinceye kadar, fazlalığı vardır. Diğer bir rivayette: Deccâl ile savaşıncaya kadar kısmı; başka bir rivayette: Onlar hakka yardım ederlerken Meryem Oğlu Isâ ininceye kadar, kısmı vardır. Bütün bu rivayetler sıhhatli olup ara­larında herhangi bir zıdlık yoktur.[32]

 

56  — Namaz kılın, zekât verin   ve   peygambere   itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.

57  — Sakın o küfredenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bıra­kacaklarını sanma. Onların barınakları ateştir.   Ne  kötü dönüştür,

 

Allah Teâlâ, inanan kullarına namazı kılmalarını emrediyor. Na­maz, tek ve ortağı olmayan Allah'a ibadettir. Onlara zekât vermelerini emrediyor. Zekât, yaratıkların güçsüzlerine ve fakirlerine ihsanda bu­lunmaktır. Allah Teâlâ inanan kullarının bu-işlerde Allah Rasûlü (s.a.) ne itaat eder durumda olmalarını, kendilerine emrettiği hususlarda pe­şinden gitmelerini, yasakladıklarını terketmelerini emrediyor. Böylece belki Allah onlara rahmet edecek, acıyacaktır. Şüphesiz ki bunları ya­pana Allah Teâlâ merhamet edecektir. Nitekim başka bir âyet-i kerî­me'de şöyle buyurur: «İşte Allah bunlara rahmet edecektir.» (Tevbe, 71).

«(Ey Muhammed,) sakın (sana zıd giden ve seni yalanlayan) o küf­redenlerin Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanma.» Onlar Allah'ı asla âciz bırakamazlar. Bilakis Allah Teâlâ onlara güç yetiricidir. Bu yaptıklarına karşı onlara şiddetli bir azâbla azâb edecektir. «Onların (âiıiret yurdunda) barınakları ateştir. Ne kötü dönüştür.» Kâfirlerin varacakları yer ne kadar kötü bir dönüş yeridir, kalacak yerlerin en kötüsüdür.[33]

 

58 — Ey îmân edenler; ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginlik çağına gelmemiş olan­lar; sabah namazından önce, öğle sıcağında   soyunduğu­nuz zaman ve yatsı namazından sonra yanınıza girecek­leri vakit üç defa izin istesinler. Bunlar, sizin üç mahrem vaktinizdir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin   yanına gi­rip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Al­lah, size âyetleri böylece açıklar. Ve Allah Alîm'dir, Ha-kîm'dir.

59  — Çocuklarınız erginlik çağına vardığında,   kendi­lerinden öncekilerin izin istediği gibi onlar da izin istesin­ler. Allah, size âyetlerini böyle açıklar. Ve Allah Alim'dir, Hakîm'dir.

60  — Evlenme ümidi kalmayan, yaşlanıp oturmuş ka­dınlara, zînetlerini açığa vurmamak şartıyla dış elbisele­rini çıkarmaktan dolayı bir vebal yoktur. Ama iffetli dav­ranmaları onlar için daha hayırlıdır. Ve Allah Semî'dir, Alim'dir.

 

Bu âyet-i kerîmeler akrabaların, birbirlerinin yanına girmelerinde izin istemeleri hükmünü içermektedir. Sûrenin başında geçen âyetler ise yabancıların birbirleri yanına girerken izin istemeleri hükmünü dü­zenliyordu, Allah Teâlâ mü'minlere; kölelerinden oluşan hizmetçileri ve erginlik çağına ulaşmayan çocukları yanlarına girmek istediğinde, üç durumda onlardan izin istemelerini emrediyor. Bu durumlardan birin­cisi sabah namazından öncedir. Çünkü o zamanda insanlar yatakların­da uyurlar. (îkincisi) öğle sıcağında soyunduğunuz zamandır ki, bu va­kit öğle uykusu vaktidir. Çünkü insan bu durumda, ailesi ile beraber olarak elbisesini çıkarmış olabilir. (Üçüncü durum) yatsı namazından sonradır. Bu vakit de uyku zamanıdır. Kişinin ailesi ile beraber olması ve benzeri durumlardan çekinildiği için bu durumlarda hizmetçilerin ve çocukların ailelerinin yanına ansızın ve habersiz girmemeleri emro-* loınmıuştur. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Bunlar, sizin üç mahrem vaktinizdir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur.» buyurmuştur. Bu durumla­rın dışında girdikleri vakit onlara bu imkânı verdiğiniz için size, bu durumlar dışında herhangi bir şey görmüşlerse gördüklerinden dolayı onlara da sorumluluk yoktur. Çünkü onlar için habersiz olarak girme izni verilmiştir. Zîrâ gerek hizmet için ve gerekse başka sebeplerle on­lar sizin yanınıza çokça girip çıkan kimselerdir. Başkalarının hakkında bağışlanamayacak hatâları sizin yanınıza çokça girip çıkanlar için ba­ğışlanabilir. Bu sebeple îmâm Mâlik, Ahmed İbn Hanbel ve Sünen sa­hiplerinin rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.), kedi hakkında şöyle bu­yurmuştur: Şüphesiz o necîs değildir. Zîrâ o, sizin yanınıza sıkça girip çıkanlardandır.

Bu âyet-i kerîme muhkem olup, onun herhangi bir kısmı neshedil-mediği halde insanlar bununla gerçekten az amel etmektedirler. Ab­dullah îbn Abbâs insanların bu durumunu hoş karşılamazdı. tbn Ebu Hatim'in Ebu Zür'a kanalıyla... Saîd tbn Cübeyr'den rivayetine göre, îbn Abbâs şöyle demjs;. İnsanlar üç âyeti terketmiş ve onlarla amel et­memişlerdir. Bunlar âyetin sonuna kadar olmak üzere: «Ey îmân eden­ler, ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginlik çağına gelmemiş olanlar;... üç defa izin istesinler...» âyeti ile Nisa süre­sindeki: «Mîrâs taksim olunurken; yakınlar, yetimler ve miskinler de hazır bulunursa, onları da rızıklandırin.» (Nisa, 8) âyeti ve Hucurât süresindeki: «Gerçekten, Allah katında en değerliniz, O'ndan en çok korkanınızdır.» (Hucurât, 13) âyetidir. Yine tbn Ebu Hâtim'in tsmâîl tbn Müslim —ki bu râvî zayıftır— kanalıyla... tbn Abbas'tan rivayetin­de o, şöyle demiş: Şeytân üç âyette insanlara galebe çaldı da, onlarla amel etmediler. Bunlar: «Ey îmân edenler, ellerinizin altında bulunan köle ve cariyeler... yanınıza girecekleri vakit üç defa izin istesinler...»

âyetidir. Ebu Dâvûd der ki: Bize tbn Sabah İbn Süfyan ve îbn Abde -nin... Ubeydullah îbn Yezîd'den rivayetinde o, tbn Abbâs'ı şöyle derken İşitmiş: İnsanlardan birçoğu izin âyetine (birinin yanına girmek için izin istemeye dâir olan âyete) inanmamıştır. Şüphesiz ben şu cariyeme, benim yanıma girerken izin istemesini emrediyorum. Ebu Dâvûd der ki: İbn Abbâs'm böyle emrettiğini Atâ'da ondan rivayet etmektedir. Sevrî'-nin Mûsâ İbn Ebu Âişe'den rivayetine göre; o, şöyle demiş: Şa'bî'ye: «Ellerinizin altında olan köle ve cariyeler... yanınıza girecekleri vakit üç defa izin istesinler...» âyetini sordum, neshedilmemiştir, dedi. Ben: Ama insanlar onunla amel etmiyorlar dedim de: Allah'tan yardım dile­riz, dedi. îbn Ebu Hâtim'in Rebî' îbn Süleyman kanalıyla... İbn Abbâs'-tan rivayetine göre; iki kişi ona Allah Teâlâ'mn Kur'anda insanların açık olabilecekleri üç durumda onlann yanına girmek için izin istemey­le ilgili emrini sormuştu. Dedi ki: Şüphesiz Allah Teâlâ çok örtendir. Örtünmeyi sever. İnsanların kapılarında örtüleri, evlerinde yatak oda­ları yoktu. Bazan olurdu ki kişi ailesi ile beraberken hizmetçisi veya çocuğu veya evindeki yetimi ansızın, habersiz olarak yanına girerdi. Allah Teâlâ isimlerini bildirdiği açık olabilecekleri bu üç vakitte yanla­rına girmek için izin istemelerini emretti. Bundan sonra Allah Teâlâ, örtünme ile (evlerinde ve kapılarında örtüler edinmeleriyle) ilgili em­rini gönderdi, böylece onlara rızkını bahşetti, genişletti. Böylece onlar kapılarının üzerine örtüler ve yatak odaları edindiler. İnsanlar bunun, kendilerine emrolunan izin isteme emrinin yerine yeterli olduklarını zannettiler. Bu haberin, îbn Abbâs'a kadar varan isnadı sahihtir. Ebu Dâvud da Ka'nebî kanalıyla bunu Amr İbn Ebu Amr'dan rivayet etmiş­tir. Süddî der ki: Sâhâbe'den bazıları gusledip sonra namaza çıkmak üzere bu saatlarda kadınlarıyla temasta bulunmayı severlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlara emretti ki; k belerine ve cariyelerine bu sa-atlarde ancak kendilerinin izni ile girmelerini emredeceklerdir. Mukâtil îbn Hayyân der ki: Bize ulaştığına göre - en doğrusunu Allah bilir— An-sâr'dan birisi ile .karısı Esma Bint Mürşide Hz. Peygamber (s.a.) için yemek yaptılar ve insanlar izinsiz olarak girmeye başladı. Esma: Ey Al­lah'ın elçisi, bu ne kadar çirkin. Karı koca bir elbise içinde iken izinsiz olarak çocukları (veya köleleri) yanlarına giriyor, dedi. Bunun üzerine bu konuda Allah Teâlâ: «Ey îmân edenler; ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginlik çağına gelmemiş olanlar;... yanı­nıza girecekleri vakit üç defa izin istesinler...» âyetini indirdi. Bu âye­tin neshedilmemiş ve muhkem olduğuna: «Allah, size âyetleri böylece açıklar. Ve Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.» kısmı da delâlet etmektedir.

«Çocuklarınız erginlik çağına vardığında, kendilerinden öncekilerin izin istediği gibi onlar da izin istesinler.» Sizin bu üç mahrem vaktiniz­de yanınıza girmek için izin isteyen çocuklar ergenlik çağına vardıkları vakit yukarıda anılan üç vakitte olmasa bile kocanın karısıyla beraber olacağı durumlara ve yabancılara nisbetle her hâl ve durumda yanla­rına girmek için izin istemeleri vacip olur. Evzâî'nîn Yahya. îbn Ebu Kesîr'den rivayetine göre; çocuğun boyu dört karış olduğu zaman, ebe­veyninin yanına girmek için yukarıda anılan üç vakitte onlardan İzin ister. Erginlik çağına ulaştığı zaman ise her hâl ve durumda yanlarına girmek için izin ister. Saîd İbn Cübeyr de böyle söylemiştir. Yine Saîd îbn Cübeyr «Kendilerinden öncekilerin izin istediği gibi...» âyetini şöy­le anlar: Kişinin büyük çocukları ve akrabalarının izin istediği gibi on­lar da izin istesinler.

Saîd tbn Cübeyr, Mukâtil İbn Hayyân, Katâde ve Dahhâk «Yaşla­nıp oturmuş kadınlar»ın; hayızdan kesilmiş ve çocuklarının olmasın­dan ümidi kalmamış olan kadınlar, olduğunu söyler. Bunlann evlenme ümidi ve arzusu kalmamıştır. îşte bunların, zînetlerini açığa vurma­mak şartıyla dış örtülerini çıkarmalarında onlar için bir günâh yoktur. Bunlara örtünme, konusunda diğer kadınlara getirilen aynı yasaklama­lar yoktur. Ebu Dâvûd der ki: Bize Ahmed îbn Muhammed el-Mervezî'-nin... İbn Abbâs'tan rivayetine göre, «Mü'min kadınlara da söyle: Gözle­rini haramdan sakınsınlar...» (Nûr, 31) âyet-i kerîme'si neshedilmiş ve bundan; evlenme ümidi kalmayan, yaşlanıp oturmuş kadınlar istisna edilmiştir.

«Yaşlanıp oturmuş kadınlara, dış elbiselerini çıkarmalarında bir günâh yoktur.» âyeti hakkında îbn Mes'ûd: Başörtülerinin üzerine ört­tükleri; crtü veya mantodur, demiştir. İbn Abbâs, îbn Ömer, Mücâhid, Saîd îbn Cübeyr, Ebu Şa'sâ, îbrâhîm Nehaî, Hasan, Katâde, Zührî, Ev-zâî ve başkalarından da böyle rivayet edilmiştir. Ebu Salih şöyle der: Dış elbisesini bırakır ve erkeklerin yanında gömlek ve başörtüsü ile du­rabilir. Saîd îbn Cübeyr ve başkalarının söylediğine göre Abdullah îbn Mes'ûd'un kıreâtinde kelimesinin önünde bir de harf-i cerri vardır. Burada kasdedilen elbise; başörtüsünün üzerine ör­tülen bir örtüdür. Yaşlı kadının başında sık dokulu bir başörtüsü ol­duktan sonra, bir yabancının veya bir başkasının yanında başörtüsü­nün üstündeki bu örtüyü çıkarmasında bir beis yoktur. Saîd îbn Cübeyr, «Zînetlerini açığa vurmamak şartıyla» âyeti hakkında şöyle der: Üze­rindeki zînet görülsün diye üstündeki dış elbisesini çıkarmak suretiyle açılıp saçılmamalı. îbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Hz. Âişe (r.a.) den rivayetine göre bir kadın, Hz. Âişe'nin yanına girip: Ey Mü'minle-rin annesi, kına, silkinme (?), boya, iki küpe, halhal, altın yüzük ve ince elbiseler hakkında ne dersin? diye sormuştu. Hz. Âişe şöy­le cevabladı: Ey kadınlar topluluğu, sizin kıssanız, durumunuz birdir; açılıp saçılma olmaksızın Allah Teâlâ size zîneti helâl kılmıştır. Yani zînetinizin nâmahrem olan birine görünmesi sizin için helâl değildir.

Süddî şöyle anlatıyor: Benim Müslim adında bir ortağım vardı ve bu Huzeyfe İbn Yemmân'ın hanımının kölesiydi. Bir gün çarşıya geldi­ğimde elinde kına izi vardı. Kendisine bunu sordum da, hanımınm —ki Huzeyfe'nin eşidir— başına kına yaktığını söyledi. Ben bunu hoş kar­şılamadım ve: İstersen seni onun yanma götürüp (bunu soralım) de­dim. Evet gidelim, dedi. Beni hanımının yanma götürdü bir de baktım ki yaşlı başlı bir hanımdır. Ben: Şüphesiz Müslim senin başına kına yaktığını bana nakletti, Öyle mi? diye sordum. Evet dedi, şüphesiz ben, evlenme ümidi kalmayan yaşlanıp oturmuş kadınlardanım. Allah Teâlâ bu konuda, senin de işittiğin şeyleri buyurdu.

«Ama iffetli davranmaları onlar için daha hayırlıdır.» Her ne ka­dar caiz ise de dış elbiselerini çıkarmayı bırakmaları kendileri için da­ha hayırlı ve kendileri için daha faziletlidir. «Ve Allah Semî'dir, Alîm'-dir.[34]

 

61 — Kör için bir sorumluluk yoktur. Topal için de bir sorumluluk yoktur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur. Kendi evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya anne­lerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın ev­lerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın ev­lerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya anahtarlarına mâlik olduğunuz yerlerde veya dostlarınızın evlerinde izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur. Bir arada veya ayrı ayrı yemenizde bir sorumluluk yoktur. Ev­lere girdiğiniz zaman, Allah katından bereket, sağlık ve güzellik dileyerek kendinize selâm verin. Allah, âyetlerini size böylece açıklar: Umulur ki akledesiniz.

 

Müfessirler kör, topal ve hastadan günâhın hangi mânâ için kaldı­rıldığında ihtilâf etmişlerdir. Ata el-Horasânî ve Abdurrahmân îbn Zeyd tbn Eşlem, âyetin cihâd hakkında nazil olduğunu söyler. Böylece bun­lar bu âyeti Fetih süresindeki âyet gibi kabul etmektedirler. Fetih sü­resindeki de hiç kuşkusuz cihâd hakkındadır. Yani zayıflıkları ve güç­süzlükleri sebebiyle cihâdı terk etmede onlar için herhangi bir günâh yoktur. Nitekim Allah Teâlâ Tevbe sûresinde şöyle buyurmaktadır: «Za­yıflara, hastalara ve harcayacak bir şeyleri bulunmayanlara, Allah'a ve Rasûlüne sâdık kaldıkça bir sorumluluk yoktur. îhsân edenleri he­saba çekmeye de bir yol yoktur. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir. Kendileri­ne binek vermen için sana geldiklerinde: Size bir binek bulamıyorum, dediğin zaman, infak edecek bir şey bulamadıkları için üzüntüden göz­leri yaşararak geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur.» (Tevbe, 91-92). Başka bir açıklamaya göre burada kasdedilen, onların kör olan birisi ile yemek yemekten çekinmekte olmalarıdır. Zîrâ kör olan, yemeği ve on­daki güzellikleri göremez. Bazan olur ki bir başkası ondan önce alıp yer. Onlar topal ile de yemek yemekten çekinirlerdi. Çünkü ,o doğru dü­rüst oturamazdı. Böylece yanında oturan kimse ondan önce yer biti­rirdi. Hasta ise hasta olmayan birisi gibi yemeğe hakkını veremezdi. Bu sebeple onlara haksızlık etmemiş olmak için, onlarla beraber yemek yemeyi hoş görmezlerdi. İşte Allah Teâlâ bu konuda bir ruhsat olmak üzere bu âyeti kerîmeyi indirdi. Bu açıklama Saîd Îbn Cübeyr ve Mik-sem'indir. Dahhâk ise şöyle diyor: Hz. Peygamber gönderilmezden önce bunlarla, pislikten sakınmak İçin ve kendilerinden üstün tutulmasın­lar diye yemek yemefeten çekinirlerdi. İşte bunun üzerine Allafr Teâlâ bu âyet-iakerîme'yi indirmiştir. Abdürrezzâk'ın Ma'mer'den, onun îbn Ebu Necîh'den, onun da Mücâhid'den rivayetine göre; o, «Kör için bir sorumluluk; yoktur...» âyeti hakkında şöyle demiştir: Kişi, körü veya topalı veya hastayı babasının veya kardeşinin veya kız kardeşinin veya halasının veya tezyesinin evine götürürdü. O hasta ve ayıplı olanlar da bundan çekinerek: Bizi sâdece başkalarının evlerine götürüyor, derler­di. İşte bu âyet onlara bir ruhsat olmak üzere nazil olmuştur. Süddî der ki: Kişi babasının veya erkek kardeşinin veya oğlunun evine gelirdi de, evin hanımı herhangi bir yemek ikram ettiğinde ev sahibi orada ol­madığı takdirde ondan yemezdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Bir ara­da veya ayn ayrı yemenizde bir sorumluluk yoktur.» kısmına gelinceye kadar «Kör için bir sorumluluk yoktur, topal için de bir sorumluluk yok­tur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur. Kendi evlerinizde veya babala­rınızın evlerinde... İzinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur...» buyurdu.

«Kendi evlerinizde izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur.» âyetinde bunun ma'lûm olduğu halde hatırlatılması, sâdece başka bir lafzı ona atıfla bağlayabilmek ve bir sonraki hükme muhatabı hazırla­yabilmek için getirilmiştir. Bu, oğulların evlerini de içine almaktadır. Zîrâ oğulların evleri açıkça belirtilmiş değildir. Bu sebeple çocuğunun malının babasının malı mesabesinde olduğu görüşündekiler bu âyeti delil getirirler. Müsned ve Sünen'lerde değişik şekillerde Allah Rasûlü (s.a.)nden rivayet edildiğine göre o: Sen ve malın baban içindir, buyur­muştur.

Akrabaların birbirine nafakasını vâcib olarak görenler «Kendi ev­lerinizde veya babalarınızın evlerinde... veya anahtarlarına mâlik oldu­ğunuz yerlerde izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur.» âyetini delil getirirler. Ebu Hanîfe ile İmâm Ahmed îbn Hanbel'in mezheplerin­de meşhur olan görüş budur.

«Veya anahtarlarına mâlik olduğunuz yerlerde...» âyeti hakkında Saîd İbn Cübeyr ve Süddî şöyle diyorlar: Bu, köle ve kethüdası gibi ki­şinin hizmetinde olan kişidir. Onun yanına bırakmış olduğu yiyecekten mu'tâd veçhile yemesinde bir beis yoktur. Zührî'nin Urve'den, onun da Hz. Âişe (r.a.)den rivayetinde o, şöyle anlatmıştır: Müslümanlar Allah Rasûlü (s.a.) ile beraber savaşa çıkmayı arzular, severler ve anahtar­larını güvenilir vekillerine bırakırlar: İhtiyâç duyduğunuz şeyi yeme­nizi size helâl kıldık, derlerdi. Anahtarların kendilerine bırakıldığı kim­seler: Bizim (bunlardan) yememiz bize helâl değildir. Zîrâ onlar bize gönül hoşluğu ile vermiş değillerdir. Biz sâdece emin kimseleriz (emâ­net sahipleriyiz), derlerdi. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ: «Veya anah­tarlarına mâlik.olduğunuz yerlerde...» âyetini indirdi.

«Veya dostlarınızın, arkadaşlarınızın evlerinde izinsiz yemek yeme­nizde (şayet bunun onlara zor gelmeyeceğini ve bundan hcşlanmamaz-lık etmeyeceklerini biliyorsanız size) bir sorumluluk yoktur.» Katâde der ki:» Arkadaşının evine girdiğin zaman, onun izni olmaksızın yemek yemende bir beis yoktur.

«Bir arada veya ayrı ayrı yemenizde bir sorumluluk yoktur.» âyeti hakkında tbn Abbâs'tan rivayetle Ali îbn Ebu Talha şöyle diyor: Allah Teâlâ: «(ey îmân edenler;) mallarınızı aranızda bâtıl ile yemeyin.» (Bakara, 188) âyetini indirdiğinde, müslümanlar: Şüphesiz Allah, bi­zim mallarımızı aramızda bâtıl yollarla yememizi yasaklamıştır. Yiye­cek ise malların en üstün olanıdır. O halde bizden birisine, başka birinin yanında yemek yemek de helâl olmaz, dediler. İnsanlar bundan çe­kinip geri durdular da Allah Teâlâ: «Veya dostlarınızın evlerinde ye­mek yemenizde bir sorumluluk yoktur.» kısmına gelinceye kadar «Kör için bir sorumluluk yoktur...» âyetini indirdi. Aynı şekilde kişinin ya­nında bir başkası oluncaya kadar yalnız başına yemek yemesinden çe­kinir ve bunu kabul etmezlerdi. Allah Teâlâ bu konuda onlara ruhsat verdi ve: «Bir arada veya ayrı ayrı yemenizde bir sorumluluk yoktur.» buyurdu. Katâde der ki; Câhiliye devrinde Kinâne oğullarından bir ka-bîle {veya bir aile), kendilerinden birinin yalnız başına yemek yemesi­ni onun için bir utanç vesilesi olarak görürdü. O kadar ki onlardan bi­risi, aç olduğu halde memeleri süt dolu develeri sürer de, kendisiyle be­raber yeyip içecek birini bulmadıkça yemek yemezdi. İşte bunun üze­rine Allah Teâlâ: «Bir arada veya ayrı ayrı yemenizde bir sorumluluk yoktur.» âyetini indirdi. Her ne kadar topluca yemek yemek daha bere­ketli ve daha faziletli ise de bu, Allah Teâlâ'nm kişiye yalnız başına veya cemaatla birlikte yemek yeme ruhsatıdır. Nitekim îmâm Ahmed şöyle rivayet ediyor: Bize Yezîd İbn Abd Rabbih'in... Vahşî îbn Harb'-den, onun babasından, onun da dedesinden rivayete göre birisi Hz. Pey­gamber (s.a.)e: Biz yemek yiyoruz, ama doymuyoruz, demişti. Şöyle bu­yurdu: Herhalde siz dağınık olarak yemek yiyorsunuz; yemek için top­lanınız (yemeğinizin etrafında toplanıp topluca yemek yeyiniz) ve Al­lah'ın adını anınız ki, sizin için bereketlendirsin. Hadîsi Ebu Dâvûd ve tbn Mâce, Velîd İbn Müslim kanalıyla rivayet etmişlerdir. Yine îbn Mâce'nin Amr îbn Dînâr kanalıyla... Hz. Ömer'den, onun da Allah Ra-sûlü (s.a.)nden rivayetine göre; o, şöyle buyurmuştur: Cemâat olarak yeyiniz, parçalanmayınız. Şüphesiz bereket cemâat iledir. Saîd İbn Cü-beyr, Hasan el-Basrî, Katâde ve Zührî, «Evlere girdiğiniz zaman, ken­dinize selâm verin.» âyetini: Birbirinize selâm verin, şeklinde anlamış­lardır. İbn Cübeyr'in Ebu Zübeyr'den rivayetine göre; o, Câbir îbn Ab­dullah'ı şöyle söylerken işitmiş: Ailenin yanına girdiğin zaman onlara Allah katından bereket ^güzellik dileyerek selâm ver. Ebu Zübeyr der ki: Öyle sanıyorum ki o, bunu vâcib olarak görüyordu. îbn Cübeyr'in Ziyâd' dan, onun da îbn Tâvûs'tan rivayetinde o, şöyle demiş: Biriniz evine girdiği zaman selâm versin. îbn Cüreyc der ki: Atâ'ya: (Evden) çıkıp sonra girdiğim zaman or\lar^ selâm vermem vâcib mi? diye sordum. Ha­yır, kimseden bunun vâcib olduğunu rivayet etmiyorum. Fakat bu, ba­na sevimli geliyor. Haberci olma dışında onu asla bırakacak değil/m, dedi. Mücâhid de şöyle demiştir: Mescide girdiğin zaman: Allah'ın Ra-sûlü'ne selâm olsun, de. Ailenin yanına girdiğin zaman da onlara selâm ver. İçinde kimsenin olmadığı bir eve girdiğin zaman: Bize ve Allah'ın sâlih kullarına selâm olsun, de. Sevrî'nin Abdülkerîm el-Cezerî'den, onun da Mücâhid'den rivayetinde şöyle demiş: İçinde kimsenin olmadığı bir eve girdiğin zaman şöyle de: Allah'ın ismiyle, hamd Allah'a mahsûstur, Rabbımızdan selâm bizim üzerimize ve Allah'm sâlih kullan üzerine olsun. Katâde der ki: Ailenin yanına girdiğin zaman onlara se­lâm ver. İçinde kimsenin olmadığı bir eve girdiğinde ise: Selâm; bizim üzerimize ve Allah'ın sâlih kullan üzerine olsun, de. (Bize) bu şekilde emrolunur ve meleklerin bu selâma karşılık vereceği rivayet olunurdu. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr'ın Muhammed îbn Müsennâ kanalıyla... Enes (İbn Mâlik) ten rivayetinde o, şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) ba­ha beş huyu tavsiye etti. Buyurdu ki: Ey Enes, abdesti güzelce, mü­kemmel bir şekilde al ki ömrün artırılsın. Ümmetimden karşılaştığına selâm ver ki, iyiliklerin çoğalsın. Evine girdiğin zaman ailen halkına selâm ver ki, evinin hayrı çoğalsın. Kuşluk namazı kıl. Şüphesiz o, sen­den önceki Allah'a yönelenlerin namazıdır. Ey Enes; küçüğe merhamet et, büyüğe ta'zîmde bulun ki, kıyamet günü benim arkadaşlarımdan olasın.

Allah Teâlâ: «Allah katından bereket, sağlık ve güzellik dileyerek kendinize selâm verin.» buyurur. Muihammed İbn tshâk der ki: Bana Dâvûd İbn Husayn'm îkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle dermiş: Ben (namazdaki) teşehhüdü ancak Allah'ın kitabından almışımdır. Allah Teâlâ'nın: «Evlere girdiğiniz zaman, Allah, katından bereket, sağlık ve güzellik dileyerek kendinize selâm verin.» buyurdu­ğunu işittim. Namazdaki teşehhüd ise şöyledir: Bereketlendirilmiş se­lâmlar, en güzel salevât Allah içindir. Allah'tan başka İlâh olmadığına* Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim. Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketi ey Peygamber senin üzerine olsun. Bizim üzerimize ve Allah'ın sâlih kulları üzerine selâm olsun. Sonra (namaz kılan kul) kendisi için duâ eder ve selâm verir. Bunu İbn Ebu Hatim de İbn İshâk kanalıyla rivayet etmiştir. Müslim'in Sahîh'inde İbn Ab­bâs'tan, onun da Allah Rasûlü (s.a.)nden rivayet ettiği hadîs buna mu­haliftir. En doğrusunu Allah bilir.

«Allah, âyetlerini size böylece açıklar, Umulur ki akledesiniz.» Al­lah Teâlâ bu sûre-i şerîfe'de sağlam hükümleri, sağlamlaştırılmış ka­nunları zikrettikten sonra iyice düşünüp akledeler diye âyetlerini kul­larına yeterli bir şekilde beyân ettiğine İşaret eder.[35]

 

62 — Mü'minler; ancak Allah'a ve Rasûlüne îmân edenler ve peygamberle birlikte bir işe karâr vermek için toplandıklarında, ondan izin isteyip alıncaya kadar ayrı-' lıp gitmeyenlerdir. Gerçekten senden izin isteyenler; işte onlar, Allah'a ve Rasûlüne îmân edenlerdir. Bir takım iş­leri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver ve Allah'tan onların bağışlanmalarını dile. Şüphesiz ki Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir.

 

Gerçek Mü'minler

 

Bu da Allah Teâlâ'nın inanan kullarını iletmiş olduğu edeblerden-dir. Nasıl ki girme sırasında onlara izin istemeyi emretmişse, aynı şe­kilde ayrılma sırasında da izin istemelerini emretmiştir. Özellikle onları Allah Rasûlü (s.a.) ile bir araya getiren cum'a namazı, bayram namazı, cemaatla namaz, istişare için toplanma ve benzeri bir durumda olur­larsa, Allah Teâlâ bu durumlarda Allah Rasûlü (s.a.)nden izin isteyip müşavereden sonra ayrılmalarını emretmiştir. İşte kim böyle yaparsa, o kâmil mü'minlerdendir. Sonra onlardan birisi ayrılmak için izin is­tediği zaman Allah Teâlâ Rasûlüne dilediği takdirde ona izin verme­sini emreder ve şöyle buyurur: «İçlerinden dilediğine izin ver ve Al­lah'tan onların bağışlanmalarını dile. Şüphesiz ki Allah Gafûr'dur, Ra­hîm'dir.» Ebu Dâvûd der ki: Bize Ahmed îbn Hanbel ve Müsedded'in... Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayetlerine göre Allah Rasûlü şöyle buyurmuş­tur: Sizden birisi bir meclise vardığında selâm versin, kalkmak istediği zaman yine selâm versin. Bunlardan birincisi, ikincisinden daha üstün değildir. Hadîsi Tirmizî ve Neseî de Muhammed tbn Aclân kanalıyla rivayet etmişlerdir. Tirmizî, hadîsin hasen olduğunu söyler.[36]

 

63 — Peygamberin çağırmasını; kendi aranızda birbi­rinizi çağırmanız gibi saymayın. Allah, içinizden bir di­ğerini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak bilir. Onun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gel­mesinden veya elîm bir azaba uğramaktan sakınsınlar.

 

Peygambere Karşı Edeb Tavrı

 

İbn Abbâs'tan rivayetle D&hhâk der ki: Onlar: Ey Muhammed, ey Ebul-Kâsım, derlerdi, tşte Allah Teâlâ Peygamberi (s.a.)nin sânını yü­celterek onlara bunu yasakladı. Onlar: Ey Allah'ın elçisi, ey Allah'ın peygamberi, dediler. Mücâhid ve Caîd İbn Cübeyr de böyle söylemiştir. Katâde der ki: Allah Teâlâ peygamberi (s.a.)ne ta'zînıde bulunulması­nı, tebcil olunmasını ve riyasetinin kabul edilmesini emretmiştir. «Pey­gamberin çağırmasını; kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi say­mayın.» âyeti hakkında Mukâtil (İbn Hayyân) der ki: Âyet-i kerîme'de şöyle buyruluyor: Onu çağırdığınız zaman; ey Muhammed, diye isimlen­dirmeyin, ey Abdullah'ın oğlu, demeyin. Fakat ona değer verip yücelte­rek; ey Allah'ın peygamberi, ey Allah'ın elçisi, deyin, Mâlik, «Peygam­berin çağırmasını; kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi saymayın.» âyeti hakkında Zeyd İbn Eslem'in şöyle dediğini nakleder: Allah Teâlâ onlara, Allah Rasûlüne değer vermelerini ve onu yüceltmelerini emret­miştir. Bu, açıklamalardan biridir ve âyetin akışından anlaşılan da bu­dur. Nitekim Allah Teâlâ başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur: cEy îmân edenler; bizi de dinle, demeyin, bizi de gözet, deyin ve dinleyin.» (Bakara, 104), «Ey îmân edenler; seslerinizi peygamberin sesinden yük­sek çıkarmayın. Birbirinize bağırdığınız gibi peygambere bağırmayın. Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider... Sana hücrelerin ötesinden seslenenlerin çoğunun akıllan ermez. Eğer onlar sen yanla­rına çıkıncaya kadar sabretselerdi, kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.» (Hucurât, 2, 4-5). Bütün bunlar Hz. Peygamber (s.a.) ile karşılıklı konuşma, onunla ve onun yanında konuşma âdâbındandır. Nitekim ona bir istekte bulunulmadan önce sa­daka takdim etmekle de emrolunmuşlardır.

Bu konudaki ikinci görüşe göre; «Peygamberin çağırmasını; kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi saymayın.» âyetinin anlamı şudur: Onun bir başkasına bedduasının bir başkasının duası gibi olduğunu sanmayın. Şüphesiz onun duası makbuldür, onun duasına icabet olu­nur. O halde onun bedduasından sakının ki helake uğramayasmız. îbn Ebu Hatim bu görüşü İbn Abbâs, Hasan el-Basrî ve Atiyye el-Avfî'den nakleder ki, en doğrusunu Allah bilir.

Mukâtil ibn Hayyân, «Allah içinizden bir diğerini siper ederek sıvı­şıp gidenleri muhakkak bilir.» âyeti hakkında şöyle diyor: Bunlar mü­nafıklardır. Cum'a günkü konuşma —bu konuşma ile hutbeyi kasdedi-yor—onlara ağır gelirdi de, Allah Rasûlü (s.a.)nün ashabından bazıla­rının arkasına saklanarak mescidden çıkarlardı. Allah Rasûlü (s.a.), cum'a günü hutbeye başladıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.) in izin ver­mesi dışında mescidden kimsenin çıkması doğru değildi. Onlardan birisi çıkmak istediği zaman parmağı ile Hz. Peygamber (s.a.)e İşaret eder ve I?z. Peygamber ona konuşmaksızın izin verirdi. Zîrâ Hz. Peygamber (s.a.) hutbe okurken onlardan birisi konuştuğu takdirde cum'ası boşa giderdi. Süddî der ki: Onlar, Hz. Peygamber ile beraber bir cemaatta bulundukları zaman birbirlerinin arkasına saklanırlardı ki, Hz. Pey­gamberin görüş alanından çıksınlar ve onları görmesin. «Allah içinizden bir diğerini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak bilir.» âyeti hak­kında Katâde der ki: Yani Allah'ın peygamberi ve kitabından saklanıp gizlenerek sıvışıp gidenler. Süfyân ise «Allah, içinizden bir diğerini si­per ederek sıvışıp gidenleri muhakkak bilir.» âyetinde saftan ayrılarak sıvışıp gidenleri, demiştir. Mücâhid, âyetteki kelimesini; zıd­dına, tersine, olarak anlamıştır.

O'nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelme­sinden sakınsınlar.» Allah Rasûlü (s.a.) nün emrine, yoluna, metoduna, sünnetine ve şeriatına aykırı hareket edenler bundan sakınsın. Zîrâ söz­ler ve ameller, onun sözleri ve amelleri ile ölçülüp değerlendirilir. Ona uygun olanlar kabul olunur, ona zıd olanlar ise söyleyen veya yapanı her kim olursa olsun kendisine geri çevrilir. Nitekim Buhârî ve Müs­lim'in Sahîh'lerinde ve başka eserlerde Allah Rasûlü (s.a.)nden riva­yetle sabit olduğuna göre o, şöyle buyurmuştur:

Her kim ki bizim işimizin üzerinde olmadığı bir iş işlerse, o merdûd-dur. Yani gizlide veya açıklıkta Allah Rasûlünün şeriatına aykırı hareket edenler; kalblerine küfür, nifak veya bid'at gibi bir fitnenin gelmesinden veya dünyada öldürme, hadd cezası uygulanma veya hapis veya benzeri şekilde can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar, tmâm Ahmed der ki: Bize Abdürrezzâk'ın... Ebu Hüreyre'den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) söyle t>uyurmuştur:..Benim ve sizin benzeriniz, ateş yakan bir-ada-mını benzeri gibidir. Etrafım aydınlattığı zaman kelebekler ve ateşin ışığına gelen hayvancıklar ateşin içine düşerler. Adam onları engelle­meye başlar ve fakat ona üstün gelip kendilerini ateşin içine atarlar, tşte benim ve sizin benzeriniz budur. Ben sizin bellerinizden (kuşakla­nmadan) tutmuş ateşten alıkoyuyorum ve: Ateşten bana gelin, diyo­rum. Siz ise bana üstün gelip kendinizi ona atıyorsunuz. Buhâri ve Müs­lim hadîsi Abdürrezzâk kanalıyla tahrîc etmişlerdir.[37]

 

64 — Dikkat edin, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O, içinde bulunduğunuz durumu da, kendisi­ne döndürüleceğiniz günü de muhakkak bilir. Onlara iş­lediklerini haber verecektir. Allah, her şeyi hakkıyla bi­lendir.

 

Allah Teâlâ göklerin ve yerin mâliki olduğunu, gaybı ve ayân-be-yân (hâzır) olanı, kulların gizli ve açık hallerinde işlemiş olduklarını en iyi bilen olduğunu haber veriyor ve: «O, içinde bulunduğunuz duru­mu bilir.» buyuruyor. Âyetteki bilme fiilinin başında bulunan edatı, burada tahkik içindir. Kesinlik bildirir. Nitekim bundan bir ön­ceki âyette de: «Allah, içinizden bir diğerini siper ederek sıvışıp giden­leri muhakkak bilir.» buyurmuş ve orada da aynı edat kullanılmıştır. Şu âyet-i kerime'lerde de durum aynıdır: «Doğrusu Allah, içinizden sizi alıkoyanları ve kardeşlerine: Bize gelin, diyenleri bilir.» (Anzâb, 19) «Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a da şikâyette bulunan (ka­dın) in sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Muhak­kak ki Allah Semî'dir, Basîr'dir.» (Mücâdile, 1). «Gerçekten biliyoruz ki; söyledikleri söz ,seni üzüyor. Onlar hakîkatta seni yalanla­mıyorlar. Lâkin o zâlimler Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.» (En'âm, 33). «Doğrusu Biz, yüzünün semâya doğru çevrilip dur­duğunu görüyoruz.» (Bakara, 144). Bütün bu âyetlerdeki edatı fiilin tahkiki, kesinlik bildirmesi içindir. Nitekim, kesinlik bildirmek üzere müezzin de ikâmette: Muhakkak namaz başlamıştır, muhakkak namaz başlamıştır, der. «O, içinde bulunduğunuz durumu muhakkak bilir.» İçinde olduğunuz duruma şâhiddir, görmektedir, zerre ağırlığı şey dafei O'ndan gizli kalmaz. Başka âyet-i kerîme'lerde de şöy­le buyurulmaktadır: «Azîz Rahîm'e tevekkül et. Görür O seni (namaza) kalkıştığında, secde edenler arasında bulunduğunda. Muhakkak ki O'dur O, Semî', Alîm.» (Şuarâ, 217-220), «Ne işte bulursan, Kur'ân'dan ne okusan ve siz ne iş yaparsanız; yaptıklarınıza daldığınızda mutlaka Biz üzerinizde şahidiz. Yerde ve gökte hiç bir zerre Rabbmdan gizli değil­dir. Bundan daha küçüğü de, daha büyüğü de şüphesiz apaçık kitapta­dır.» (Yûnus, 61). «Herkesin yaptığını gözeten Allah böyle olmayanla bir olur mu hiç?» (Ra'd, 33). O, kullarının hayır veya şer olsun bütün yaptıklarına şâhiddir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: «Elbiselerine bü-ründükleri zaman da dikkat edin. Alla1!, onların gözlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.» (Hûd, 5), «Aramadan birisi ister sözü gizlesin ister açığa vursun, ister geceye bürünerek gizlensin, ister gündüzün ortaya çıksın; hiç fark yoktur.» (Ra'd, 10). «Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur kf, rızkı Allah'a ait olmasın. Onların durup dinlenecek ve sak­lanacak yerlerini de bilir. Hepsi apaçık kitaptadır.» (Hûd, 6). «Gaybm anahtarları O'nun katındadır. O'ndan başka kimse bilmez. Karada, ve denizde olanı da O bilir. Bir yaprak düşmez ki; onu bilmesin. Yerin ka­ranlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru müstesna olmamak üzere her şey apaçık bir kitaptadır.» (En'âm, 59). Bu hususta âyetler ve ha­dîsler gerçekten pek çoktur.

«Kendisine döndürüleceğiniz (bütün yaratıkların Allah'a döndürü­leceği kıyamet) günü de muhakkak bilir. Onlara (dünyada iken) iş­lediklerini; (büyük olsun küçük olsun, önemli olsun önemsiz olsun) ha­ber verecektir.» Allah Teâlâ başka âyeto kerîme'lerde: «O gün insana, önde ve sonra ne yaptıysa bildirilir.» (Kıyâme, 13). «Kitab konulduğun­da, suçluların onda yazılı olandan korktuklarını görürsün. Vah bize, ey­vah bize, bu kitap nasıl olmuş da küçük-büyük bir şey bırakmaksızın hepsini saymış, derler. Çünkü bütün işlediklerini hazır bulurlar. Ve Rab-bın kimseye asla zulmetmez.» (Kehf, 49) buyururken, burada da bu se­beple: «Kendisine döndürüleceğiniz günü de muhakkak bilir. Onlara iş­lediklerini haber verecektir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.» buyur­muştur. Hamd, Âlemlerin Rabbı olan Allah'a mahsûstur. Tamâmı (tef­sirimizi tamamlamayı ve nimetlerini üzerimize tamamlamasını) O'ndan dileriz.[38]



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5686-5690

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5690-5694

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5695-5696

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5696-5703

[5] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/ 5704-5791

[6] Zaüâr, Yemen'de Himyerlüer dönemine  âit  bir şehrin adıdır.   (Arapça negrîn jnuhakkıkları)

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5791-5804

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5804-5805

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5806-5807

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5808

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5808-5809

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5809-5810

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5810-5811

[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5812-5815

[15] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5815-5847

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5847-5848

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5849-5856

[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5856-5859

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5859-5867

[20] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5884-5891

[21] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5895-5901

[22] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5920-5923

[23] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5926-5934

[24] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5934-5936

[25] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5937

[26] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5941-5942

[27] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5942-5947

[28] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5947

[29] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5951

[30] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5952-5954

[31] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5954-5956

[32] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5957-5961

[33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5961

[34] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5963-5966

[35] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5967-5970

[36] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5971

[37] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5972-5973

[38] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/5974-5975

Free Web Hosting