ANKEBÛT SÜRESÎ2

İmân ve İmtihân. 2

Hz.  Nûh ve Kavmi4

Hz. İbrâhim.. 5

Îzâhı7

Yeryüzünün Tarihî7

Lût ve Kavmi11

Medyen Halkı12

Örümcek Misâli13

Namaz, Muhakkak Kötülükten Alıkoyar.14

İzahı15

Ehli Kitâb ile Mücâdelede Metod. 15

Her Canlı ölümü Tadacaktır19

Bu  Dünya Hayatı20


ANKEBÛT SÜRESÎ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

1  — Elif, Lâm, Mîm.

2 — Yoksa, insanlar; inandık demeleriyle bırakılıvere-ceklerini ve kendilerinin denenmeyeceklerini mi sandılar?

3 — Andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de denedik. Allah, elbette doğruları bilir ve elbette yalancıları da bilir.

4 — Yoksa, kötülük yapanlar Biz'den kaçabilecekleri­ni mi sanırlar? Ne kötü hüküm veriyorlar.

 

İmân ve İmtihân

 

Hurûf-ı Mukattaa hakkında bilgi daha önce Bakara sûresinin başın­da geçmişti.

«Yoksa, insanlar; inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini ve ken­dilerinin denenmeyeceklerini mi sandılar» âyetindeki soru istifh&m-ı inkârîdir. Şüphesiz Allah Teâlâ inanan kullarını, onlardaki îmâna gö­re deneyecektir. Nitekim sahîh bir hadîs'te şöyle buyrulur: İnsanların en şiddetli musibete dûçâr olanlan; peygamberler, sonra sâlih kimseler, sonra onlara benzeyenler, sonra derece itibarıyla onlardan aşağı olan benzerleridir. Kişi dini ölçüşünce musibete dûçâr kılınıp denenir. Şa­yet dininde bir salâbet ve sağlamlık varsa, onun denenmesi ve musibeti artar. Bu âyet-i kerîme, Allah Teâlâ'mn şu kavli gibidir: «Yoksa siz içi­nizden cihâd edip Allah'tan, peygamberinden ve mü'minlerden başka­sını sırdaş edinmeyenleri Allah, ortaya çıkarmadan bırakılıvereceğinizi mi sandınız?» (Berâe, 16). Bakara sûresinde: «Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi san­dınız? Onlara öyle yoksulluk, sıkıntı gelmiş ve sarsıntıya uğramışlardı ki, nihayet peygamber ve beraberindeki mü'minler: Allah'ın yardımı ne zaman? diyordu. Bilesiniz ki, Allah'ın yardımı muhakkak pek yakındır.» (Bakara, 214) buyururken, aynı sebeple burada şöyle buyrulur: «An-dolsun ki Biz, onlardan öncekileri de denedik. Allah, elbette (îman da­vasında bulunanların bu iddiasında) doğruları(nı da bilir), elbette (söz ve İddiasında) yalancıları da bilir.» Allah Teâlâ olmuş ve olacakları, şa­yet olsaydı, olmayanın nasıl olacağını bilir. Ehl-i sünnet ve'1-cemâat imamları katında bu, ittifak olunmuş bir konudur. Bu sebepledir ki tbn Abbâs ve başkaları âyetteki bilmek anlamına gelen fiili, görmekle tefsir etmişlerdir. Zira görme, sâdece mevcûd olana taalluk eder. tüm ise görmekden daha geneldir ve hem yok olana, hem de var olana taal­luk eder.

«Yoksa, kötülük yapanlar Biz'den kaçabileceklerini mi sanırlar? Ne kötü hüküm veriyorlar.» imân dâiresi içine girmemiş olanlar, bu fitne ve imtihandan kurtulacaklarını sanmasınlar. Şüphesiz onların arkasın­daki cezalandırma ve azâb bundan daha müdhiş ve daha ağırdır. Bu se­beple: «Yoksa, kötülük yapanlar Biz'den kaçabileceklerini mi sanırlar? Ne kötü (zannediyor ve ne kötü) hüküm veriyorlar.» buyurmuştur.[1]

 

5 — Kim, Allah'a kavuşmayı umarsa; muhakkak ki Al­lah'ın belirttiği vakit mutlaka gelecektir. O, Semidir, Âlîm' dir.

6 — Kim cihâd ederse; ancak kendisi için cihâd etmiş olur. Zîrâ Allah âlemlerden müstağnidir.

7 — îmân edip te sâlih amel işleyenlerin, kötülüklerini andolsun ki örteriz. Onları yaptıklarından daha güzeli ile mükâfatlandırırız.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «Kim, (âhiret yurdunda) Allah'a kavuş­mayı umar (ve Allah katındaki bol bol sevâbları umarak sâılih amelleri işler)se; muhakkak ki Allah'ın belirttiği vakit, mutlaka gelecek ve Al­lah Teâlâ onun umudunu gerçekleştirerek amelinin karşılığını ona en mükemmel ve bol şekilde verecektir. Bu hiç şüphesiz ve mutlaka ola­caktır. Zîrâ Allah Teâlâ duayı en çok işiten ve kâinattaki herşeyi lâyıkı veçhile görendir.» Bu sebepledir ki: «Kim Allah'a kavuşmayı umarsa muhakkak ki Allah'ın belirttiği vakit mutlaka gelecektir. O Semî'dir, Âlîm'dir»  buyurmuştur.

«Kim cihâd ederse; ancak kendisi için cihâd etmiş olur.» âyeti, Al­lah Teâlâ'nın şu kavli gibidir: «Her kim sâlih amel işlerse kendi lehine­dir.» (Câsiye, 15), kim sâlih bir amel işlerse, bunun faydası yine ancak kendisine döner. Zîrâ Allah Teâlâ kullarının fiillerinden müstağnidir. Onların hepsi, içlerindeki en muttaki kişinin kalbi üzere olsalar bu, Al­lah'ın mülkünde hiç bir fazlalık meydana getirmez. Bu sebepledir ki: «Kim cihâd ederse; ancak kendisi için cihâd etmiş olur. Zîrâ Allah, âlemlerden müstağnidir.» buyurmuştur. Hasan el-Basrî der ki: Şüphe­siz kişi ömründe bir gün kılıç vurmamış dahi olsa cihâd edebilir (cihâd ecrini diğer amelleri ile kazanabilir).

Sonra Allah Teâlâ, yaratıkların hepsinden müstağni olduğunu ha­ber vermiştir. Onlara olan ihsan ve iyiliğindendir ki îmân edip de sâlih ameller işleyenleri en güzel bir şekilde mükâfâtlandıracaktır. Şüphesiz O, onların işlemiş oldukları kötülükleri örtecek, işlemiş olduklarının da­ha güzeli ile onlara ecirlerini verecektir. Az iyiliği kabul buyuracak, on­lardan birine karşılık on katından yedi yüz katma kadar sevâb vere­cektir. Kötülüğe karşı ise onun bir katıyla ceza verecek veya bağışlaya­caktır. Nitekim başka bir âyet-i kerüne'de: «Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz. Zerre kadar iyilik yapılsa onu kat kat artırır ve ken­di katında büyük bir mükâfat verir.» (Nisa, 40) buyururken, (burada da şöyle buyurmuştur: «İmân edip te sâlih amel işleyenlerin, kötülük­lerini andolsun ki örteriz. Onları yaptıklarından daha güzeli ile mükâ­fatlandırırız.»[2]

 

8 — Biz, insana; anne ve babasına  iyi  davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin   olmayan   şeyi Bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, kendilerine itaat etme. Dönüşünüz Bana'dır. Yaptıklarınızı size bildiririm.

9  — İmân edip sâlih amel işleyenleri de  andolsun  ki, sâlihlerin arasına katacağız.

 

Allah Teâlâ zâtını birlemeye sarılmaya teşvikten sonra kullarına ana-babaya iyiliği emreder. Zîrâ ana-baba, insanın varlığının sebebidir­ler. Babanın ona harcamada bulunmak suretiyle, annenin de ona şef­katte bulunmasıyla son derece fazla iyilikleri, ihsanları vardır. Bu se­bepledir ki başka bir âyeti kerîme'de şöyle buyurur: «Rabbm buyurmuş­tur ki: Kendisinden başkasına ibâdet etmeyiniz, ana ve babaya iyi dav-ranasımz. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken yaşlılığa erecek olurlarsa, onlara karşı «of» dahi deme. Onları azarlama ve her ikisine de efendice sözler söyle. Merhametten onlara alçak gönüllülük kanatlarını ger ve de ki: Rabbım, o ikisi beni küçükken yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et.» (İsrâ, 23, 24). Ana-babanın geçmiş iyi­likleri mukabilinde onlara acıma, merhamet ve ihsanla tavsiyeden son­ra Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şe­yi Bana ortak koşmak için seni zorlarlarsa, kendilerine itaat etme.» Şayet müşrik iseler ve senin de onların dinine tâbi olmanı arzularlarsa sakın onlara uyma, bu konuda onlara itaat etme. Şüphesiz sizin döne­ceğiniz yer, dönüşünüz kıyamet gününedir. Ana-babana iyiliğin ve on­ların dini üzere (onların dinine tâbi olmamakta) sabrın karşılığında elbette seni mükâfatlandıracağım ve dünyada sen her ne kadar onlara insanların en yakını idiysen de, seni ana-babanın 'zümresi içinde değil de sâlihlerle birlikte hasredeceğim. Şüphesiz kişi, kıyamet günü dinî bir sevgi ile sevdiği kimselerle beraber haşrolunacaktır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «İmân edip sâlih amel işleyenleri de andolsun ki, sâlih­lerin arasına katacağız.» buyurmuştur. Bu âyetin tefsiri sırasında Tir-mizî der ki: Bize Muhammed îbn Beşşâr ve Muhammed îbn el-Müsennâ'nın... Mus'ab tbn Sa'd'dan, onun da babası Sa'd (îbn Ebu Vakkâs) dan rivayetine göre o, şöyle demiştir: Benim hakkımda dört âyet nazil oldu. Ve râvî burada Sa'd'm kıssasının (tamamını) zikretmiştir. Sa'd'ın annesi Allah sana (anne-babaya) iyiliği emretmemiş miydi? Allah'a yemin olsun ki sen (inanmış olduğun Allah'a) küfredip inkar edinceye veya ben ölünceye kadar hiç bir yemek yemeyeceğim, hiç bir şey içme­yeceğim, demişti. Râvî der ki: Onlar Ümmü Sa'd'a bir şey yedirmek is­tedikleri zaman onun ağzını zorla açarak yedirirlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Biz insana; anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyi Bana ortak koşman için seni zorlarlarsa...» âyetini indirdi. Bu hadîsi İmâm Ahmed, Müslim, Ebu Dâvûd ve Neseî de rivayet etmişlerdir. Tirmizî hadîsin hasen, sa-hîh olduğunu söyler.[3]

 

10 — İnsanlar arasında öyleleri de vardır ki; Allah'a inandık, der de, Allah uğrunda bir eziyete uğratılınca; in­sanların o eziyyetini, Allah'ın azabı gibi tutarlar. Rabbın-dan bir yardım gelecek olursa; andolsun ki: Doğrusu biz, sizinle beraberdik, derler. Allah, herkesin kalbinde olan­ları en iyi bilen değil midir?

11  — Elbette Allah inananları bilir ve doğrusu O, mü­nafıkları da bilir. x

 

Allah Teâlâ, îmân kalblerinde yerleşmemişken dilleri ile îmân id­dia eden ve yalanlayan bir kavmin niteliklerini haber veriyor ki, onlara dünyada iken bir fitne ve bir zorluk geldiğinde; bunun Allah'ın azabın­dan olduğuna inanarak İslâm'dan dönerler. Bu sebepledir ki şöyle bu­yurmuştur: «İnsanlar arasında öyleleri de vardır ki; Allah'a inandık, derler de, Allah uğrunda bir eziyyete uğratılınca; insanların o eziyyeti­ni, Allah'ın azabı gibi tutarlar.» Îbn Abbâs der ki: Âyet-i kerîme'de anı­lan o kişinin fitnesi İle, Allah yolunda eziyyete dûçâr kaldığında dinin­den dönmesi kaydedilmektedir. Selef âlimlerinden bir başkası da böyle söylüyor. Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'mn şu kavli gibidir: «İnsanlar arasında öyleleri de vardır ki, Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kul­luk eder. Ona bir iyilik gelirse yatışır, başına bir belâ gelirse yüzüstü döner. Dünyayı da âhireti de kaybetmiştir. İşte apaçık kayıp budur.» (Hacc,  11).

«Rabbından bir yardım gelecek olursa; andolsun ki: Doğrusu biz, sizinle beraberdik, derler.» Ey Muhammed, Rabbından yakın bir zafer ve fetih ile ganimetler geldiği zaman bunlar size: <Doğrusu biz, sizinle beraberdik, (sizinle din kardeşiydik) derler.)) Başka âyet-i kerîme'lerde de şöyle buyrulur; «Onlar hep sizi gözetleyip dururlar. Allah'tan size bir zafer gelince: Sizinle beraber değil miydik? derler. Kâfirlere zaferden bir pay düştüğü zaman da onlara: Sizi üstünlük sağlayarak, mü'min-lerden korumadık mı? derler.» (Nisa, 141), «Olur ki, Allah fetif verir veya katından bir emir getirir de onlar içlerinde gizlediklerinden dolayı pişman olurlar.»   (Mâide, 52).

Allah Teâlâ burada yine onlardan haber vererek: «Rabbından bir yardım gelecek olursa; ondolsun ki: Doğrusu biz, sizinle beraberdik, derler.» buyurup şöyle devam eder: «Allah, herkesin kalbinde olanları, (her ne kadar size muvafakat izhâr etseler dahi, gönüllerinin sakladı­ğını ve kalblerinde olanları)   en iyi bilen değil midir?»

«Elbette Allah inananları bilir ve doğrusu O münafıkları da bilir.» Şüphesiz Allah, insanları genişlik ve sıkıntı ile deneyecektir ki; inanan­larla münafıkları, genişlikte ve darlıkta Allah'a itaat edenleri ve sâdece kendi payı İçin, kendi payını elde etmek için itaat edenleri birbirinden ayırsın. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de: «Andolsun ki, içinizden mücâhidlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açık-layıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.» (Muhammed, 31) buyururken, içinde bir deneme ve imtihan olan Uhud vak'ası ile ilgili âyetin sonunda şöyle buyurur: «Allah, mü'minleri oldukları halde bırakacak değildir. Nihayet mundarı temizden ayıracaktır.» (Âl-l tmrân, 179).[4]

 

12 - O küfredenler, inananlara derler ki: Bizim yolu­muza uyun da sizin günâhlarınızı biz taşıyalım. Halbuki onların günâhlarından hiç birini yüklenecek değillerdir. Doğrusu onlar yalancıdırlar.

13 — Gerçekten onlar hem kendi yüklerini, hem de kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri yüklenecek­ler ve uydurup durdukları şeylerden dolayı kıyamet günü sorguya çekileceklerdir.

 

Allah Teâlâ burada, Kureyş kâfirlerinden haber veriyor. Onlar, iç­lerinden îmân edip hidâyete uyanlara derler ki: «Bizim yolumuza uyun da sizin günâhlarınızı biz taşıyalım. (Eğer bizim yolumuza dönüp uy­manızda, sizin için bir günâh varsa, bu bizim boynumuzadır.)» Allah Teâlâ onları yalanlayarak buyurur ki: «Halbuki onların günâhlarından hiç birini yüklenecek değillerdir. (Onların günâhlarını yükleneceklerine dâir söylediklerinde) doğrusu onlar yalancıdırlar. (Hiç şüphe yok ki kimse kimsenin günâhını yüklenemez.)» «Yükü ağır olan kimse onun yüklenilmesini istese, yakını bile olsa ondan bir şey yüklenmez.» (Fâtır, 18), «Hiç bir yakın bir yakma soramaz. Yalnız birbirlerine gösterilirler.» (Meâric,   10-11).

«Gerçekten onlar; hem kendi yüklerini, hem de kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri yüklenecekler.» âyetinde, küfür ve sapıklığa çağıranlardan haber veriliyor. Onlar kıyamet günü, kendi günâhlany-la beraber insanları sapıklığa düşürmeleri sebebiyle sapıklığa ittiklerinin günâhlarını da yükleneceklerdir. Üstelik diğerlerinin günâhlarından hiç bir şey de eksiltilmeyecektir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de: «Bununla onlar kıyamet günü kendilerinin bütün yüklerini taşıdıktan başka bilgisizlikle baştan çıkardıklarının yüklerini de sırt­larlar. Dikkat edin yüklendikleri yük, ne kötüdür.» (Nahl, 25) buyurur­ken sahîh bir hadîste de şöyle buyrulmaktadır: Kim bir hidâyete ça­ğırırsa, kıyamet gününe kadar o hidâyete uyacakların ecirleri kadar bir mükâfat onundur. Üstelik bu hidâyete uyanların ecirlerinden her­hangi bir şey de eksiltilmez, Kim de bir sapıklığa çağırırsa; kıyamet gü­nüne kadar bu sapıklığa1 uyanların-günâhlarından bir şey eksiltilmek-sizin, kıyamete kadar ona uyacakların günâhlarının bir misli onun için­dir. Yine sahîh bir hadîste buyrulur ki: Bir nefis haksız, yere öldürül­mez ki, onun kanında Adem'in ilk oğlıuaa bir günâh düşmesin. Zîrâ öl­dürme yolunu ilk koyan odur.

«Ve uydurup durdukları şeylerden (yalan ve iftiralardan) dolayı kıyamet günil sorguya çekileceklerdir.» tbn Ebu Hatim burada bir ha­dîs zikreder ve der ki: Bize babamın... Ebu Ümâme (r.a.)den rivayetine göre o, şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) kendisiyle gönderileni teblîğ ettikten sonra §öyle buyurdu: Zulümden sakının. Şüphesiz Allah Teâlâ kıyamet günü hüküm verip: İzzetim hakkı için bugün hiç bir haksızlık beni geçemeyecek, buyuracak. Sonra bir münâdî nida ederek: Filân oğlu filân nerede diyecek. O, peşinde dağlar misâli iyiliklerle ge­lecek. İnsanlar gözlerini onun dağlar misâli iyiliklerine dikecekler. Niha­yet gelip Rahman olan Allah'ın huzurunda duracak. Allah Teâlâ o mü-nâdîye emredecek de: Kimin filân oğlu filânda kendi lehine bir haksız­lığı veya bir alacağı varsa gelsin, diye çağıracak. Onlar gelip Rahmân'ın huzurunda toplanarak dikilecekler. Rahman: Kulumdan hakkınızı alın, buyuracak. Onlar: Ondan hakkımızı nasıl alalım? diye soracaklar da onlara: Onlar için onun iyiliklerinden alın, buyuracak. Onun iyiliklerin­den alacaklar da, sonunda onun için bir tek iyilik bile kalmayacak. Ay­rıca haksızlık ettiklerinden bir kısmı da kalmış olacak. Allah Teâlâ: Kulumdan hakkınızı alın, buyuracak. Onlar: Onun bir iyiliği kalmadı, diyecekler. Alacaklı olanların günâhlarından alıp onun üzerine yükle-yin, buyuracak. Sonra Allah Rasûlü (s.a.), «Gerçekten onlar; hem ken­di yüklerini, hem de kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri yükle­necekler ve uydurup durdukları şeylerden dolayı kıyamet günü sorguya çekileceklerdir.» âyetini delil getirdi. Bu hadîsin başka yönlerden sa­hih hadislerde şahidi bulunmaktadır. Ibn Ebu Hatim derki: Bize Ahr med Ibn Ebu'l-Havârî'nin... Muâz Ibn Cebel (r.a.)den rivayetine göre o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) bana buyurdu ki: Ey Muâz, şüp­hesiz mü'min kıyamet günü; iki gözüne çektiği sürmeye, iki parmağıy­la ufaladığı çamur kırıntılarına varıncaya kadar bütün çabalarından sorulacaktır. Allah'ın sana vermiş olduklarına rağmen kıyamet günü herhangi bir kimse senden daha mutlu bir halde iken sana kavuşma­yayım.[5]

 

14 - Andolsun  ki  Biz,   Nuh'u,   kavmine   gönderdik. Aralarında elli yılı müstesna olmak üzere  bin yıl  kaldı. Sonunda onlar, zulme devam edip dururken kendilerini tufan yakalayıverdi.

15 — Ama Biz, onu da, gemi arkadaşlarım da kurtar­dık ve bunu âlemlere bir âyet yaptık.

 

Hz.  Nûh ve Kavmi

 

Allah Teâlâ kulu ve elçisi Muhammed (s.a.) 'i teselli ederek, ona Nûh (a.s.)dan haber veriyor. Hz. Nûh kavmi içinde dokuz yüz elli sene kalıp gece ve gündüz, gizlide ve açıkta onlan Allah'a çağırmıştı. Bununla bir­likte bu, onların haktan uzaklaşmalarını çoğaltmaktan, haktan uzak­laşmalarından ve hakkı yalanlamalarından başka bir şeye yaramamıştı. Onunla beraber onlardan çok azı îmân etmişti. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Aralarında elli yılı müstesna olmak üzere bin yıl kaldı. Sonunda onlar, zulme devam edip dururken kendilerini tufan yakalayıverdi.» Bu uzun süreden sonra tebliğ ve uyarma onlara fayda vermedi. Ey Muhammed, kavminden seni yalanlayanlara esef edip on­lara üzülme. Şüphesiz Allah dilediğini hidâyete erdirir, dilediğini delâ­lette bırakır. Emir, O'nun kudret elindedir. Ve işler O'na döner. «Doğ­rusu üzerlerine Rabbının sözü hak olanlar inanmazlar. Onlara her türlü özet gelse bile, elem verici azabı görünceye kadar.» (Yûnus, 96-97). Ke­sin olarak bil ki; Allah seni muzaffer kılacak, yardım edip seni destek­leyecek; düşmanını zelîl kılacak, ve onları esfel-i sâfilîn'de kılacaktır. Hammâd îbn Seleme'nin Ali îbn Zeyd kanalıyla... İbn Abbâs'tan riva­yetinde o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ Hz. Nuh'u, kırk yaşında iken pey-, gamber olarak gönderdi. Kavmi içinde dokuz yüz elli sene kaldı. Tû-fân'dan sonra altmış sene yaşadı ve insanlar çoğalıp yayıldılar. Katâde'-nin naklettiğine göre şöyle deniyor: Hz. Nuh'un ömrünün tamâmı do­kuz yüz elli senedir. Onları (kavmini) Allah'a çağırmazdan önce içle­rinde üç yüz sene kaldı. Üç yüz sene onlan hakka çağırdı, tufandan sonra da üç yüz elli sene kaldı. Bu garîb bir açıklamadır. Âyetin akışı­nın zahiri ise; onun, kavmi içinde onları Allah'a çağırarak dokuz yüz elli sene kaldığına delâlet etmektedir. Avn İbn Ebu Şeddâd der ki: Al­lah Teâlâ Hz. Nuh'u kavmine, o üç yüz elli yaşındayken peygamber ola­rak gönderdi. Onlan dokuz yüz elli sene hakka çağırdı. Bundan sonra da üç yüz elli sene yaşardı. İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr tarafından nak­ledilen bu açıklama da garîbdir. Doğruya yakın olan, İbn Abbâs'ın sö­züdür ki en doğrusunu Allah bilir. Sevrî'nin Seleme İbn Küheyl'den, onun Mücâhid'den rivayetine göre o, şöyle anlatmış: İbn Ömer bana: Nûh, kavmi içinde ne kadar kaldı? diye sormuştu. Ben: Dokuz yüz elli sene, dedim. Muhakkak ki insanlar senin bugüne kadar Ömür, emel ve huylannda devamlı bir eksilme içindedirler, dedi.

«Ama Biz, onu da, (ona îmân etmiş olan) gemi arkadaşlarını da kurtardık.» Bunun tafsilâtlı bir şekilde anlatımı daha önce Hûd sûre­sinde geçmiş, ayrıca tekrânna gerek bırakmayacak şekilde tefsiri de orada verilmişti.

«Ve bunu; (bu gemiyi bakî kılarak) âlemlere bir âyet yaptık.» Ge­minin bakî kılınması, ya bizzat o geminin bakî kılınmasıyla olmuştur. Nitekim Katâde der ki: O gemi, İslâm'ın başlangıcına kadar Cudi dağı üzerinde kalmıştır. Veya o geminin cinsinin bırakılmasıyla olmuştur ki Allah Teâlâ bunu insanlar için Allah'ın yaratıklarına nimetlerini ve onları tufandan nasıl kurtardığını hatırlasın diye bakî, kılmıştır. Nite­kim Allah Teâlâ başka âyet-i kerîmelerde: «Soylarını dolu gemiyle ta­şımış olmamız da onlar için bir delildir. Ve kendileri için bu (gemi) gibi binecek şeyler yarattık. Dilesek onları suda boğardık da ne kurtaran bulunurdu, ne de kurtulabilirlerdi. Ama katımızdan bir rahmet ve bir sûreye kadar geçinme olarak (onları bıraktık).» (Yâ-sîn, 41-44), «Ger­çekten su taştığı zaman, sizi biz taşıdık gemide. Bunu sizin için bir öğüt ve ibret yapalım ve anlayışlı kulaklar anlasın diye.» (Hakka, 11,12) buyururken burada da: «Ama Biz, onu da, gemi arkadaşlarını da kur­tardık ve bunu âlemlere bir âyet yaptık.» buyurmuştur ki; bu, bir şa­hıstan cinse doğru derece derece yükseltme kabîlindendir. Nitekim: «Andolsun ki Biz, yere en yakın göğü kandillerle donattık. Onlarla şeytânların taşlanmasını sağladık.» (Mülk, 5), «Andolsun ki Biz, insanı çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık. Sonra da onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik.» (Mü'minûn, 12-13) buyurmuştur ki, bu­nun benzerleri çoktur. îbn Cerîr der ki: Şayet «Ve bunu, âlemlere bir âyet yaptık.» âyetindeki fiilinin sonundaki zamîr, azâb ve cezalandırmaya dönüyor denilmiş olsaydı, bu daha güzel bir açıklama olurdu. En doğrusunu Allah bilir.[6]

 

16 — İbrahim'i de. Hani kavmine demişti ki:   Allah'a ibâdet edin ve O'ndan sakının. Bilirseniz bu, sizin için da­ha hayırlıdır.

17 — Siz,   sâdece   Allah'ı bırakıp putlara tapıyor, aslı astarı olmayan sözler uyduruyorsunuz. Doğrusu Allah'­tan başka taptıklarınızın size rızık vermeye güçleri yet­mez. Öyle ise, rızkı Allah katında arayın, sâdece O'na kul­luk edin, O'na şükredin. Siz, ancak O'na döndürüleceksi­niz.

18 - Eğer siz, yalanlıyorsanız bilin ki; sizden önceki ümmetler de yalanlamışlardı, Peygambere düşen, sâdece apaçık tebliğden ibarettir.

 

Hz. İbrâhim

 

Allah Teâlâ kulu, elçisi, halîli, hanîflerin imâmı Hz. İbrahim'in kavmini tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdet etmeye, takvada ihlâslı olmaya (sâdece O'ndan korkmaya), tek ve ortağı olmaksızın rızkı sâ­dece O'ndan istemeye, sâdece O'na şükretmeye çağırmıştı. Nimetlerin­den dolayı şükrolunacak, sâdece O'dur. Zîrâ O'ndan başka nimet veren yoktur. Kavmine şöyle demişti: «Allah'a ibâdet edin ve O'ndan sakının. Bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. (Bunu yaptığınız takdirde dünya ve âhirette hayrı elde edersiniz, dünyada ve âhirette kötülük sizden uzaklaşır.)» Daha sonra Hz. tbrâhîm, onların tapınagelmekte oldukları putların ne bir zarar, ne de bir fayda veremeyeceğini onlara haber vermiştir. Demişti ki: Siz kendiliğinizden uydurarak onlara ilâh adını vermişinizdir. Halbuki onlar da, ancak sizin gibi yaratıklardır. Bu açıklamayı îbn Abbâs'tan Avfî rivayet eder. Mücâhid ve Süddî de böy­le söylemiştir. îbn Abbâs'tan rivayetle el-Vâlibi ise «Aslı astarı olmayan sözler uyduruyorsunuz.» kısmını değişik bir yorumla yontarak putlar ediniyorsunuz, şeklinde anlamıştır. Mücâhid ile bir rivayette îkrime, Hasan, Katâde ve başkaları da böyle söylemişlerdir. îbn Cerîr —Allah ona rahmet eylesin— bu açıklamayı tercih etmiştir.

«Doğrusu Allah'tan başka taptıklarınızın size rızık vermeye -güçleri yetmez. Öyle ise, rızkı Allah katında arayın.» Rızkı Allah'a tahsîs etme­de bu ifâde en beliğ olan ifâdedir. Nitekim «Yâ Rab, yalnız sana ibâdet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.» (Fatiha, 4) «(Fi^avun'un ka­rısı:) Rabbım bana katında cennette bir ev yap (demişti.)» âyetlerinde de aynı şekilde Hasr (yani tahsîs) yapılmıştır. Bu sebepledir ki o, şöyle demişti: «Öyle ise, nzkı (bir başkasının katında değil) Allah katında arayın. (Zîrâ O'ndan başkası hiç bir şeye sahip değildir.) Sâdece O'na kulluk edin, O'na şükredin. (O'nun rızkından yeyin, sâdece O'na tapı­nın, size verdiği nimetlerden dolayı O'na şükredin.) Siz, ancak (kıya­met günü) O'na döndürüleceksiniz (de her bir amel işleteyene ameli­nin  karşılığını verecektir.)»

«Eğer siz, yalanlıyorsanız bilin ki;, sizden Önceki ümmetler de ya­lanlamışlardı. (Allah'ın elçilerine muhalefetleri yüzünden onların baş­larına gelen azâb ve cezalandırma haberi size ulaşmıştır.) Peygambere düşen, sadece apaçık tebliğden ibarettir. (Peygambere düşen ancak Allah Teâlâ'nın emretmiş olduğu risâleti size ulaştırmasıdır. Allah di­lediğini saptırır, dilediğini hidâyete erdirir. O halde mutlulardan ol­maya arzulu olunuz.)»

Katâde «Eğer siz, yalanlıyorsanız bilin ki; sizden önceki ümmetler de yalanlamışlardı.» âyeti hakkında şöyle diyor: Allah Teâlâ bununla peygamberi (s.a.)ni teselli ediyor. Katâde'nin bu söylediği, âyetin bu kısmının, daha önceki kısımdan ayn mütâlâa edilmesini gerektirir. Böylece bu kısım, «Bunun üzerine kavminin ona cevabı sâdece... demek oldu.» kısmına gelinceye kadar bir parantez ve ara cümlesidir. Bunu, tbn Cerîr de belirtmektedir. Âyetin akışı ise buranın, Hz. îbrâhîm Halîl (a.s.)in sözünden olduğunu göstermektedir. Hz. İbrahim bunları, kav­mine karşı kıyameti ve Allah'a dönüşü isbâta delil getirmiştir. Zîrâ bü­tün bunlardan sonra Allah Teâlâ: «Bunun üzerine kavminin ona ce­vabı sâdece: Onu öldürün veya yakın, demek oldu.» buyurmuştur. En doğrusunu Allah bilir.[7]

 

19 — Allah'ın yaratmaya nasıl başlayıp    sonra   onu tekrar edeceğini görmediler mi? Şüphesiz bu, Allah'a pek kolaydır.

20 — De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah'ın ya­ratmaya nasıl başladığını bir görün. îşte Allah, yeni bir âhiret hayatını da tekrar yaratacaktır. Muhakkak ki Al­lah, her şeye kadirdir.

21  — Eklediğine azâb eder, dilediğine merhamet eder. Ve ona çevirileceksiniz.

22 — Siz- ne yerde, ne gökte O'nu âciz bırakabilirsiniz. Allah'tan başka sizin hiç bir dostunuz ve yardımcınız da yoktur.

23 — Allah'ın âyetlerini ve   O'na   kavuşmayı   inkâr edenler; işte onlar, Benim rahmetimden ümitlerini kesmiş olanlardır. Ve işte elem verici azâb onlaradır.

 

Bu âyetlerde de Allah Teâlâ yine İbrahim Halîl (a.s.)den haber veriyor. Şüphesiz o kavmini, inkâr etmekte oldukları Allah'a dönüşün isbâtına İletmiştir. Onlar anılmış bir şey olmadıktan sonra Allah'ın kendilerini nasıl yarattığını kendi nefislerinde müşahede etmektedirler. Daha önceden anılmaya değer bir şey değilken sonradan var edilmiş­ler; işiten ve gören insanlar olmuşlardır. Buna ilk başlayarak yaratan, elbette onu tekrarlamaya güç yetiricidir, bu elbette O'na kolaydır.

Sonra onlan, Allah'ın eşyayı yaratmasından müşâhade olunan ufuklardaki alametlerden ibret almaya davet etmiştir. Göklerle onlar­daki parlak sabit yıldızlar, seyyareler, dünyalar ve onlardaki dağlar, vâ-dîler, geniş sahalar, çöller, ağaçlar, nehirler, meyveler, denizler ve her şey haddi zâtında sonradan olduğuna, bunları yapan bir Fâil-i Muhtar'-ın varlığına delâlet etmektedir. O Fâil-i Muhtar ki, bir şeye; ol, dediği zaman hemen oluverir. Bu sebepledir ki: «Allah'ın yaratmaya nasıl baş­layıp sonra onu tekrar edeceğini görmediler mi? Şüphesiz bu, Allah'a pek kolaydır.» buyurmuştur. Başka bir âyet-i kerîme'de yine bu kabil­den olmak üzere şöyle buyrulur: «Önce yaratan, sonra onu tekrar eden O'dur. Bu, O'nun için daha kolaydır.»  (Rûm, 27).

«De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah'ın yaratmaya nasıl başladığını bir görün. ݧte Allah, (kıyamet günü) yeni bir âhiret haya­tını da tekrar yaratacaktır. Muhakkak ki Allah, her şeye kadirdir.» Bu makam Allah Teâlâ'nin şu âyetlerine benzemektedir: «Onun hak oldu­ğunu anlayıncaya kadar âyetlerimizi onlara hem dış dünyada, hem de kendi içlerinde göstereceğiz.» (Fussilet, 52), «Onlar yaratıcısız mı yara­tıldılar, yoksa kendileri midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar iyi bilmiyorlar.»   (Tür, 35-36).

«Dilediğine azâb eder, dilediğine merhamet eder.» O1 dilediğini işle­yen, dilediğine hükmeden, hükmünü geciktirecek hiç bir şeyin olmadığı yegâne Hâkim ve tasarruf sahibidir. Yaptığından sorulmaz halbuki onlar sorumludurlar. Yaratma ve emir O'nundur. Ne yapmışsa mahzâ adalettir. Zîrâ zerre ağırlığı haksızlık etmeyen mâlik O'dur. Nitekim Sünen sahiplerlnin rivayet etmiş oldukları bir hadîste şöyle buyrulur: Şayet Allah, göklerle yeryüzünün halkına azâb etmiş olsaydı, onlara haksızlık etmiş olmaksızın azâb etmiş olurdu. Bu sebepledir ki O: «Dilediğine azâb eder, dilediğine merhamet eder. Ve (siz kıyamet günü) O'na çevirileceksiniz.» buyurmuştur.

«Siz, ne yerde, ne de gökte O'nu âciz bırakabilirsiniz.» Onun gök­lerinin ve yerinin ahâlisinden O'nu âciz bırakabilecek hiç kimse yoktur. Aksine kullarının üzerinde hükümrân olan O'dur. Her şey O'ndan kor­kar, O'na muhtaçtır. O ise zâtının dışında her şeyden müstağnidir. «Allah'tan başka sizin hiç bir dostunuz ve yardımcınız da yoktur. Al­lah'ın âyetlerini ve (âhiret gününü inkârla) O'na kavuşmayı inkâr eden­ler; işte onlar, Benim rahmetimden ümitlerini kesmiş olanlardır (ve onların bunda hiç bir nasîbleri yoktur.) Ve işte (dünyada ve âhirette) elem verici azâb onlaradır.»[8]

***********************************

 

Îzâhı

 

Yeryüzünün Tarihî

 

Jeolojinin kurucusu ünlü bilgin Lord Faton 200 yıl önce şu meş­hur sözünü söylemiştir: «Dünyanın tarihi, yeryüzünün kabuğunda ya­zılıdır.» Elbette bu yazı arapça ve ingilizce değildir. Bu arkeolojik bir dille yazılmıştır. Bilginin görevi, arkolojik kazılardan çıkardığı netice­leri birbiriyle bağlantı kurarak dünyanın tarihi için bilgi materyali ola­rak kullanmaktır. Bu kazılardan edinilen bilgiler, dünyanın muhtelif sahalarında inceleme konusu yapılmaktadır. Kur'ânı Kerîm'in ifâde et­tiği gerçek de bu değil midir: «De ki yeryüzünde gezip dolaşın da Allah'­ın yaratmaya nasıl başladığını bir görün.» (Ankebût, 20). Burada ar­keolojik incelemelerden söz edeceğiz, eski çağlarda dünyamızın üzerinde yaşayan canlı varlıkların kalıntıları ve tortulan üzerinde duracağız ve böylece yeryüzündeki hayat merhalelerini görmeğe çalışacağız. Bunun için rehberimiz, hiç bir yoruma ve açıklamaya gerek bırakmayan bu âyet-i celîle olacaktır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi yeryüzündeki hayatın başlangıç de­virlerinde ortaya çıkan canlılar, dünyanın hayata elverişli hale gelme­sinden milyarlarca sene sonra uygun ortam içerisinde teşekkül etmiştir. Dünyamız üzerinde hayatın ortaya çıkması, dünyanın üç milyar yılı aşan ömrünün son merhalelerine rastlamıştır. Bilimsel olarak kabul edilmektedir ki, dünyamız hayata elverişli hale gelmezden önce dört önemli merhale atlatmıştır. Buna jeolojik çağlar veya devirler adı ve­rilmektedir ki  bu devirler sırasıyla .şunlardır:

1- Pre Kambrium devir (ilk hayat veya daha önceki hayat); bu dönem, dünyamızda granit kayalardan meydana gelen kabuğun teşek­kül edip yeryüzünün küre biçimini aldığı devirden başlar. Bu dönemden sonra dünyada ilk canlı belirmiş olmakla beraber o devir canlılarından herhangi bir kalıntı bulunamamıştır. Sebebi, o devir canlılarının çok küçük varlıklar olması ve ayrıca kemik ve kıkırdak gibi dayanıklı ya­pıya sahip  olmamalarıdır.

2- Heleozoik zaman; bu jeolojik zamanda, kalker kayalar teşek­kül etmiş ve çoğunlukla suda yaşayan balık türünden varlıklar ortaya çıkmıştır. Ancak bugün denizlerde rastladığımız balıklardan ayrı bir yapıya sâhibtirler. Bu varlıklardan, daha yüksek seviyede ve gelişmiş varlıklar teşekkül etti.

3- Mezozeik zaman; bu devirde eski ve yeni arasında canlılar ve özellikle suda yaşayan varlıklar ortaya çıkmıştır. Bu devirden itibaren bugünkü canlıların şekli yavaş yavaş teşekkül etmeye başladı.

4- Kainozaik zaman veya yeni devir; bu devirde günümüzdeki canlılar ortaya çıkmaya başladı. Şüphesiz ki bu zamanlardan her birin­den diğerine geçiş yeryüzünün kabuğunda şiddetli hareketlerle birlikte meydana gelmiştir. Bu zamanlarla birlikte bütün yeryüzünün sathı da değişiyor. Bazı dağ silsileri yükseliyor ve bazı büyük sahalar sular al­tında kalıyor. Bu hareketlerle birlikte de dünyanın atmosferinde pek çok özelliklerin değiştiği müşâhade olunmaktadır. İspanya'da,    güney Avrupa'daki Alp ve kuzey Hindistan'daki Himalaya dağları   ancak   bu devirde ortaya çıkmıştır. Bugün gördüğümüz dünya üzerindeki kara­ların ve denizlerin dağılımı da Kainozoik zamanda teşekkül etmiştir. Bu değişikliklerle birlikte yeryüzünün kabuğunda   büyük çatlaklıklar ve volkanik patlamalar teşekkül etmiş. Nil nehri boyunca görülen ünlü bazalt kayalar bu dönemde oluşmuştur. Biz yeryüzündeki hayatın hi­kâyesini ve yaratılış macerasının durumunu Taleozoik zamandan itiba­ren izleyebilmekteyiz. Ondan önceki dönemler ise tamamen belirsizdir. Yeryüzündeki hayatın, görünümlerini büyük bir noktaya kadar arkeo­lojik kazılarda ve paleontolojik araştırmalarda   ta'kîb edebilmekteyiz. Bilindiği gibi hayatın ortaya çıktığı ilk zaman, jeolojik paleozoik za­mandır ve bu zaman 300 milyon seneden fazla sürmüştür. Ne gariptir ki, bu jeolojik zaman içerisinde bitki ve hayvan türleri değişik şekilde ortaya çıkmıştır. Özellikle omurgasız canlılar bu devirde yaşamışlardır.

Yeryüzünün ısı derecesi yükselmeye başlayınca merkezdeki ve tüm diğer alanlardaki su buharları yüzeye doğru çıktı. Bundan meydana gelen gazlarla yeryüzünün çevresinde atmosfer tabakası meydana geldi. Ancak o günkü atmosferin, bugünkü atmosferden çok farklı olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Günümüzde bile dünyamızın merkezin­den yeryüzüne doğru gaz ve su buharının fışkırması ameliyesi devam etmektedir. Nitekim pek çok miktarda su buharı karbondioksit ve öteki yanmaya elverişli gazlar yeryüzünün merkezinden dışa fışkırarak at­mosfer tabakasına eklenmektedir. Tabiatı itibarıyla yeryüzünün ilk at­mosferi su damlacıklarından oluşan geniş bir bulut kümesi ile kaplıdır. Ve bulut yığınları semaya doğru yükselmekteydi. Yeryüzü ile gökyüzü arasında bulunan atmosfer tabakalarının karanlığını ancak yıldırım­lar, şimşekler ortadan kaldırmaktaydı. Gerek bulutların birbiriyle sür­tüşmesi neticesinde, gerekse bulutlarla yeryüzü arasındaki çeşitli fizikî olaylar arasında sürekli olarak bulut tabakalarında elektrik boşalması olayı müşâhade edilmekteydi. Bu dönemde yağmur suları yeryüzünün yüzeyinde yerleşecek bir ortam bulamayacaktı. Çünkü bulutlardan İnen sular kızgın yerkabuğuyla temasa geçince hemen ısınıyor ve buhar ha­line dönerek tekrar gökyüzüne dönüyordu. Ama zamanla yeryüzünün kabuğu soğudu ve bu soğumanın neticesinde alçak alanlarda sular bi­rikmeye başladı. îşte bu, okyanusların ve denizlerin ortaya çıkmasının başlangıcıdır. Belki de okuyucularımız hayret içerisinde bu tabu olay­ların, bugünkü denizleri ve okyanusları dolduran deniz sularını nasıl meydana getirdiğini soracaklardır. Ne var ki teknik imkânlarla yapılan hesaplamalar neticesinde, bu vâsıtayla yeryüzündeki mevcûd sulardan daha çok suların meydana gelmesi ihtimâli İsbâtlanmıştır. Ancak yer­yüzündeki suyun kaynağı denizlerin ve okyanusların oluşumu konu­sunda, daha başka izah yolları da bulunmaktadır, fakat belirttiğimiz gibi sonuç aynıdır. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi o gün, dünyanın du­rumuna şahid olan tek bir varlık mevcûd değildir: «Ben göklerin yara­tılışında ve kendilerinin yaratılışında onlan şâhid tutmadım.» (Kehf, 51.)

tik okyanusun bu durumda yeryüzünün çöküntü noktalarında mey­dana gelmiş olması gerekir. Böylece zamanla yeryüzündeki karalardan bir kısmı, kütleler halinde denizlere dönüşmüştür. Hind ve Atlas Ok­yanusu gibi yeni okyanuslara gelince; bu karalar arasındaki büyük ya­rıklarda oluşmuştur; Bu yarıklar zamanla sularla kaplanmış ve daha geniş alanlara uzanmışlardır. Nitekim Büyük Okyanusun dibinde görü­len bazalt kayalara rağmen Hint ve Atlas Okyanuslarının dibinde gra­nit kayalara rastlanmaktadır ki, bu da onların Büyük Okyanustan da­ha eski olduğunu göstermektedir. Zamanla yavaş yavaş okyanuslar dünyamızın 3/4'ünü kaplamıştır. Topraktan akıtılan tuzlar yoluyla uzun asırlar neticesinde denizlerin ve okyanusların suyu tuzlu sular ha­line dönüşmüştür. Çok seller ve yağmurlarla ırmaklar her yıl deniz­lere büyük miktarda kayalardan ve topraklardan kopardıkları tuz par­çacıklarını taşımaktadırlar. Bugün okyanuslardaki suların tuzluluk oranı ölçülebilmektedir. Yeryüzünde 1.500.000.000 km1' su bulunduğu­nu kabul edecek olursak, bu sulardaki tuz miktarının 20.000.o00m*  olması gerekir. Yani küp şeklinde tasavvur edecek olursak her kenarının uzunluğu 270 m.'yi bulur ve bu miktar tuzun ağırlığı da 40.000.000 tona baliğ olur. Jeologların tesbîtine göre her yıl ırmaklar 400.000.000 ton civarında tuz denizlere ve okyanuslara akıtmaktadır. Ve buradan çıka­rılan neticelere göre yeryüzündeki ırmakların veya okyanusların yaşı­nın yüz milyon sene civarında olması gerekir. Ancak bu bir tahmindir. Kesin bir şey söylemek mümkün olmaz. Dünyamızın bugün için, tari­hinin diğer dönemlerden farklı bir dönemde bulunduğuna ve bugün dünyamızda yüce dağlar ve durmaksızın su akıtan ırmaklar bulundu­ğuna göre eski jeolojik zamanlarda akıttığı tuz miktarından daha fazla tuzu ırmakların denize götürdüğünü söylememiz mümkündür. Bilimsel olarak yapılan tahminlere göre her yıl, denizlere veya okyanuslara ta­şıdığı su miktarı, ortalama olarak bugünkünün 1/10'inden biraz fazla veya biraz az olsa gerektir. Şu halde okyanusların ve denizlerin yaşı bu hesaplamalara göre 1000 milyon sene civarında olması gerek. Fakat bu rakamlar hep tahminlerden ibarettir. Yeryüzünde kara parçalan ve ok­yanuslar oluşunca ırmaklar da teşekkül etmiş ve böylece karalardan büyük bir parçayı sürekli olarak denizlere doğru taşımıştır.

Nihayet bitki ağı teşekkül etmiş ve dünyamızın yüzeyini büyük bir ölçüde sarmaya başlamıştır. Sonra yeryüzünün atmosferinde kar­bondioksit şeklinde bulunan gazların karbonlarını bitkiler özümleyerek karbonu almış ve oksijenini bırakmıştır. Bu sayede dânyamızda oksijen oranı artmıştır. Böylece içinde yaşadığımız dünya, hayata elverişli bir hâle gelmiştir. Yani canlı varlıklardan sonra insanın yaşamasına hazır duruma dönmüştür.

Peki yeryüzünde insanoğlu nasıl ortaya çıkmıştır? Bu konu, bilgin­lerin araştırmalarını henüz bir neticeye vardıramadıklan muğlak ko­nulardan biridir. Ancak Yüce Allah, bu hususu şöyle belirtmektedir:

«Andolsun ki Biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçık­tan yarattık.» (Hicr, 26).. Ne gariptir ki bilginler, en küçük canlı var­lıkları dahi tedkîk mevzuu yaparken onların ortaya çıkış şekillerini ke­sin olarak ta'yînde güçlük çekmektedirler. Hattâ bu, imkânsız görün­mektedir. Meselâ en küçük kimyasal özelliğe sahip genlerin bile teşek­külü konusu henüz ma'lûm değildir. Günümüzde bilginler bazı mikrop­lan, hücreleri ve genleri laboratuvarlarda yetiştirmeye çalışmaktadır­lar. Mikroplar ve bakteriler âlemine doğru yükseldiğimizde, bu varlıkla­rın organik maddeleri özümleyerek yaşadıkları bilinmektedir. Bakteri­ler büyük bir koloni teşkil etmekte ve bağımsız bir hayat sürdürmekte­dir. Ancak söylediğimiz gibi bu konu henüz neticeye varmış kesin bir konu değildir ve çalışmalar sürdürülmektedir[9]

 

24  - Bunun üzerine kavminin   ona   cevabı   sâdece: Onu öldürün veya yakın, demek oldu. Ama   Allah   onu ateşten korudu. Doğrusu bunda,   inananlar   için âyetler vardır.

25  — Ve o: Dünya hayatında Allah'ı bırakıp aranızda putları dostluk vesilesi kıldınız. Sonra da kıyamet günün­de birbirinize küfreder ve karşılıklı la'net okursunuz. Va­racağınız yer, ateştir. Sizin yardımcılarınız da yoktur, dedi.

 

Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'in küfür, inâd, hak ile bile bile zıdlaşma ve gerçeği bâtılla defetme gayreti içindeki kavminden haber veriyor. Hz. îbrâhîm'in hidâyet ve beyânı içeren sözlerinden sonra onların cevabı sâdece: «Onu öldürün veya yakın.» demek olmuştu. Zîrâ aleyhlerine bür-hân konulmuş ve hüccet karşılarına dikilmişti. Bunun üzerine makam­larını ve hükümranlıklarının gücünü kullanmaya dönerek: «Haydin de­diler, onun için bir bina yapın da onu cehenneme atın. Ona hîle yap­mak istediler. Biz de onları aşağılar kıldık.» (Sâffât, 97-98). Onlar bir araya gelip uzun süre çok miktarda odun topladılar, topladıkları odunların, etraf im. duvarla çevirdiler, sonra bu odunları tutuşturdular. Öyle alevler göğe yükseldi ki ondan daha büyük bir ateş yakılmış de­ğildi. Sonra Hz. İbrahim'e yönelip onun ellerim arkasına bağladılar, mancınığın tepesine koydular ve onun içine attılar. Allah Teâlâ ateşi, Hz. tbrâhîm için soğuk ve selâmet yeri kıldı. Birkaç gün orada kaldıktan sonra salimen çıktı. Bu ve benzeri durumlarından dolayı Allah Teâlâ onu insanlara imâm kılmıştır (önder kılmıştır). Her şeyden önce o nef­sini Rahman'a, cesedini ateşe teslim etmiş sonra da oğlunu kurbân et­me cömertliğini göstermiş, malını da müsâfirlere bol bol vermiştir. Bu sebeple bütün din sâhibleri onun sevgisinde birleşmişlerdir.

«Ama Allah ateşi (ona soğuk ve selâmet yeri yapmakla) onu ateş­ten korudu ve oradan kurtardı. Doğrusu bunda, inananlar için ibretler vardır. Ve o: Dünya hayatında Allah'ı bırakıp aranızda putları dostluk vesilesi kıldınız.» dedi. Putlara tapınmak suretiyle kötü amellerinden dolayı kavmini azarlayarak şöyle demişti: Bu putları edinmenizin se­bebi, dünyada onlara ibâdette toplanmanız ve dünya hayatında birbi­rinizi sevip birbirinize bağlanmanız içindir. Bu açıklama; âyetteki ( ÖijA ) kelimesinin, sebep bildiren tümleç olarak mansûb okunma­sına göredir. Başlangıç kelimesi olarak merfû' okunması durumunda anlamı şöyle olacaktır: Sizin bu putları ma'bûd ittihâz edinmenizle si­zin için sâdece dünyada dostluk meydana gelecektir. Sonra da kıyamet gününde durum tersine dönecek; bu dostluk ve sevgi, düşmanlık ve kine dönecektir. O günde, aranızda geçenleri inkârla birbirinize küfreder ve tâbi olanlar kendilerine tâbi olunanlara, kendilerine uyulanlar da tâbi olanlara la'net okur. «Her ümmet (ateşe) girdikçe; yoldaşına la'net eder.» (A'râf, 38), «O gün müttakîlerin dışında, dostlar birbirine düş­man olurlar.» (Zuhruf, 67). Burada ise şöyle buyruluyor: «Sonra da kıyamet gününde birbirinize küfreder ve karşılıklı la'net okursunuz. Va­racağınız yer ateştir. Sizin yardımcılarınız da yoktur.» Kıyamet günü, kı­yamet arsalarından sonra varacağınız yer, ateştir. Size yardım edecek bir yardımcınız, Allah'ın azabından sizi kurtaracak bir kurtarıcınız yok­tur. Kâfirlerin durumu budur. İnananların durumu ise bunun tersine olacaktır, tbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn İsmail'in... Ali îbn Ebu Tâlib'in kız kardeşi Ümmühânî'den rivayetine göre o, şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) bana: Sana haber veriyorum ki Allah Teâlâ kıyamet günü ilkleri ve sonlan bir tek düzlükte toplayacaktır. İki tarafın nerede olduğunu kim bilir? demişti. Ümmühânî: Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, diye cevabladı. Allah Rasûlü şöyle devam ettiler: Sonra Arş'm altından bir münadî: Ey tevhîd ehli, diye nida eder. Onlar başlannı kaldırıp kulak kesilirler. İkinci kere: Ey tevhîd ehli, diye nida eder. Üçüncü keresinde şöyle çağırır: Ey tevhîd ehli, şüphesiz Allah sizi bağışlamıştır. İnsanlar dünyada aralarındaki haksızlıklardan dolayı birbirine yapışmış olarak kalkarlar. Sonra o nida eden: Ey tevhîd ehli, birbirinizi bağışlayıp affedin. Şüphesiz bu yüzden sevabınız Allah'adır, diye nida eder.[10]

 

26  — Bunun üzerine Lût ona inandı ve: Doğrusu ben, Rabbıma hicret edeceğim. Muhakkak ki O, Aziz ve Hakim olanın kendisidir, dedi.

27 — Ve ona îshâk ile Ya'kûb'u ihsan ettik. Soyundan gelenlere kitab ve peygamberlik   verdik.   Ona   dünyada mükâfatını verdik. Doğrusu âhirette de o, sâlihlerdendir.

 

Allah Teâlâ burada da Hz. Lût'un, Hz. îbrâhîm'e îmân etmiş olduğu­nu haber veriyor. Lût'un Hz. İbrahim'in kardeşinin oğlu olduğu söylenir. Söylendiğine göre onun nesebi şöyledir: Lût îbn Hârân İbn Âzer. Yani Hz. îbrâhîm'e kavminden onun ve Hz. İbrahim'in eşi Sâre'nin dışında kimse îman etmemişti. Sahih bir hadîste şöyle anlatılıyor: Hz. İbrahim, o zorba (kral)mn bulunduğu yere uğradığı zaman Hz. İbrahim'e Sâre'­nin kim olduğunu sormuştu. Hz. tbrâhîm bu soruya: Kız kardeşimdir, diye cevab vermişti. Sonra Hz. îbrâhîm Sâre'ye gelip: Şüphesiz ben ona: O benim kız kardeşimdir, dedim. Beni yalancı çıkarma. Şüphe yok ki, yeryüzünde benim ile senin dışında inanan yok. Sen benim dinde kız kardeşimsin, demişti. İşte bu hadîs-i şerif ile bu âyetin arası nasıl bu­lunacak diye bir soru sorulacak olursa şöyle denebilir: En doğrusunu Allah bilir ama Hz. İbrahim'in hadîste Sâre'ye hitaben söylediği sözden maksadı şu olmalıdır. Yeryüzünde benimle senin dışında îslâm üzere olan bir çift daha yoktur. Hz. Lût (a.s.), kavmi içinden Hz. îbrâhîm'e îmân etmiş, ve onunla birlikte Şam ülkesine hicret etmişti. Sonra Hz. tbrâhîm Halil hayatta iken, Hz. Lût Sedom ve havalisi halkına peygam­ber olarak gönderilmiştir. Kavmi ile aralarında geçenler daha önce geç­tiği gibi ilerde gelecektir.

«Ve: Doğrusu ben, Rabbıma hicret edeceğim.» sözünü söyleyenin Hz. Lût olması muhtemeldir. Zîrâ yukarda anılanların bu söze en ya­kını odur. Ayrıca Hz. İbrahim'in söylemiş olması da mümkündür. İbn Abbâs ve Dahhâk:'«Bunun üzerine (kavminden) Lût ona inandı.» âyeti ile işaret edilen ve imâ edilen de odur, derler.

Sonra Allah Teâlâ, Hz. îbrâhîm'in dini izhâr edip bunu gerçekleş­tirme arzusuyla onların içinden ayrılıp hicreti seçtiğini haber verir. Bu sebepledir ki o: «Muhakkak ki O, Aziz' (dir. İzzet O'nun elçisinin ve Oına inananlarındır). Hakîm (sözlerinde, fiillerinde, takdiri ve şer'i hüküm­lerinde mutlak hikmet sâhibi)dir.» demiştir.

Katade der ki: İkisi (Hz. Îbrâhîm ve Lût) birden Küfe toprakla­rındaki Kûsâ'dan Şam'a hicret ettiler. Bize anlatıldığına göre Hz. Pey­gamber (s.a.) şöyle buyurmuş; Şüphesiz hicretten sonra hicret ola­caktır. Yeryüzü halkı Hz. İbrahim'in hicret ettiği yere yönelecek ve yeryüzünde yeryüzü halkının sâdece kötüleri kalacaktır. Nihayet yerleri onları atacak, Rûhullah onlardan hoşlanmayıp uzak duracak ve ateş onlan maymunlar ve domuzlarla beraber toplayıp sürecektir. Ateş, onlar nerede gecelerse; onlarla beraber geceleyecek, onlar öğle istirâhatine çekildikleri zaman onlarla beraber duracak, onlardan (arkada kalıp) düşenleri yiyecektir. îmâm Ahmed bu hadîsi müsned olarak daha uzun­ca ve Abdullah îbn Amr tbn Âs'dan rivayetle zikredip der ki: Bize Abdür-rezzâk'ın... Şehr İbn Havşeb'den rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Yezîd îbn Muâviye'nin bîatı (ona biat etmemiz emri) bize geldiğinde Şam'a geldim. Nef el-Bekâlî'nin durduğu, yeri öğrendim ve oraya gittim. Bir adam geldi ve insanlardan ayrı bir yere oturdu. Üzerinde dört köşe siyah bir aba vardı. Bir de baktık ki Abdullah îbn Amr îbn Âs göründü. Nef onu görünce, sözünü kesti. Abdullah dedi ki: Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işittim: Muhakkak ki hicretten sonra hicret olacaktır, insanlar, Hz. İbrahim'in hicret yerine yönelecekler (ve orada toplana­caklar) yeryüzünde sâdece yeryüzü halkının en kötüleri kalacak. Yer­leri onlan atacak, Rahmân'm nefesi onlardan hoşlanmayıp uzak dura­cak, ateş; maymunlar ve domuzlarla beraber onları toplayıp sürecek, onlar geceledikleri zaman bu ateş onlarla beraber geceleyecek, onlar öğle istirâhatine çekildiği zaman onlarla beraber dinlenecek, onlardan geride kalanları yiyecek. Allah Rasûlü (s.a.)nü bir de şöyle buyururken işittim: Doğu tarafından ümmetim içinden birtakım insanlar çıkacak. Onlar Kur'ân'ı okuyacaklar da, hançerelerinden aşağıya geçmeyecek. Onlardan ne zaman bir nesil çıksa arkası kesilecek. Onlardan ne zaman bir nesil çıksa arkalan kesilecek. Allah Rasûlü, onlardan her bir nesil çıktıkça arkaları kesilecek, sözünü yirmiden fazla tekrar etti ve sonun­da şöyle buyurdu: Nihayet, onların kalıntıları içinde Deccâl çıkacaktır, îmâm Ahmed hadîsi Ebu Dâvûd ve Abdüssamed'den, bu ikisi Hişâm ed-Destevâî'den, o da Katâdeden rivayet etmiştir. Aynca Ebu Dâvûd, hadîsi Sünen'inin cihâd bölümünde rivayet etmiştir. Ebu Dâvûd burada der ki: Bize Ubeydullah îbn Ömer'in,.. Abdullah İbn Âmr'dan rivayetinde o, Allah Rasû»Iü (s.a.)nîi şöyle buyururken işitmiş: Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzü halkının hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicret ye­rine sığınacaklardır. Yeryüzünde, halkın en kötüleri kalacak ve yerleri onları atacak, Rahmân'm nefesi onlardan hoşlanmayıp uzak duracak; ateş, maymunlar ve domuzlarla beraber onlan toplayıp sürecektir.

İmâm Ahmed de der ki: Bize Yezîd'in... Abdullah İbn Ömer'den rivayetinde o, şöyle diyor: Ben kendimizi daha önce öyle görürdüm ki dînâr ve dirhemlere sâhib olan müslüman, kardeşinden onlara daha lâ­yık olmazdı. Sonra ben, son keresinde kendimize bir baktım ki dînâr ve dirhem bizden birisine, müslüman kardeşinden daha sevgili olmuş. Al­lah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işittim: Şayet ineklerin kuyruklarına yapışıp onların peşinden gider, bir malı belli bir vade İle belirli bir ücret karşılığı birisine satar, sonra sattığınız ücretten daha az bir bedelle geri satın alırsanız ve Allah yolunda cihâdı terkederseniz; eski halinize dönünceye ve Allah Teâlâ'ya tevbe edinceye kadar sizden asla ayrılmayacak bir zilleti Allah Teâlâ sizin boyunlarınıza yapıştırır. Al­lah Rasûlü (s.a.)nü, aynca şöyle buyururken işittim: Şüphesiz bir hic­retten sonra babanız İbrahim'in hicret ettiği yere bir hicret daha ola­caktır. Nihayet yeryüzünde, halkının sâdece en kötüleri kalacak, onları yerleri atacak, Rahmân'ın ruhu onlardan hoşlanmayıp uzak duracak, öğle istirahatına çekildikleri yerde dinlenecek ve geceledikleri yerde ge­celeyecek bir ateş; maymunlar ve domuzlarla beraber onlan toplayıp sü­recektir. Onlardan düşenler o ateşin olacaklar (ateş onların düşenlerini yakalayıp yakacaktır). Allah Rasûlü (s.a.)nü şöyle buyururken işitmi-şimdir: Ümmetimden öyle bir kavim çıkacak ki; kötü işler işleyecekler, Kur'ân okuyacaklar da Kur'ân onların hançerelerinden aşağıya geç­meyecek —Yezîd der ki: Onun şöyle buyurduğunu da biliyorum— Siz­den birisi onlarla beraber olan amelini çok küçük (hakir) görecek. îslâm ehlini öldürecekler. Onlar çıktığı zaman onları öldürün. Sonra tekrar çıktıklarında onları yine öldürün. Tekrar çıkarlarsa yine öldürün. On­ları öldürene de, onların öldürdüğü kimseye de müjdeler olsun. Onlar­dan her ne zaman bir nesil çıksa, Allah Teâlâ o neslin kökünü kesecek­tir. Ben dinleyip işitirken Allah Rasûlü (s.a.), bu sözünü yirmi veya daha  çok defa tekrarladı.

Hafız Ebu Bekr el-Beyhâkî der ki: Bize Ebu Hüseyin tbn Fazl'ın... Abdullah îbn Ömer'den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: Yeryüzü halkı bir hicretten sonra (ikinci bir hicret olarak) İbrahim'in hicret ettiği yere hicret edecektir. Nihayet sâdece yeryüzü­nün en kötüleri kalacak cîa yerleri onları atacak, Rahmân'ın ruhu on­lardan hoşlanmayıp uzak duracak, bir ateş maymunlar ve domuzlarla beraber onları toplayıp sürecek, geceledikleri yerde onlarla beraber ge­celeyecek, öğle istirahatına çekildikleri yerde onlarla beraber kalacak. Onlardan düşenler o ateşin olacaklar. Nâfi'den gelen bu hadîs ğarîbdir. Evzâî'nin bu hadîsi zayıf râvîlerden olan bir şeyhinden rivayet etmiş olduğu açıktır. En doğrusunu Allah bilir. Hadîsin Abdullah İbn Amr Îbn Âs'tan rivayeti mahfuz olmaya daha yakındır.

«Ve ona îshâk ile Ya'kûb'u ihsan ettik,» âyeti Allah Teâlâ'nm şu kavli gibidir: «Onlan ve Allah'tan başka taptıklarını bırakıp çekilince; ona Ishâk'ı ve Ya'kûb'u bahşettik. Ve her birini peygamber yaptık.» (Meryem, 49). O kavminden ayrıldığında; Allah Teâlâ, peygamber, ola­cak sâlih bir çocuğun varlığıyla onun gözünü aydın etmiştir. O çocuğun da dedesi hayatta iken sâlih bir peygamber olacak bir çocuğu olacaktır. Aynı şekilde Allah Teâlâ başka âyet-i kerîme'lerde şöyle buyurur: «İbrahîm'e tshâk'ı, üstelik bir de Ya'kûb'u ihsan ettik.» (Enbiyâ, 72), «Biz de ona (İbrahim'in karısına) İshâk'ı, İshâk'ın ardından Ya'kûb'u müjde­ledik.» (Hûd, 71). Her ikisi de hayatta iken, o çocuğun da bir çocuğu olmuş ve her ikisinin de gözü aydın kılınmıştır. Hz. Ya'kûb'un Hz. İs­hâk'ın çocuğu olduğuna hem Kur'ân'ın metni delâlet etmektedir ve hem de bu, Sünnet-i Nebeviyye ile sabittir. Allah Teâlâ bir âyet-i kerî-me'de: «Yoksa YaTcûb'a ölüm geldiğinde siz orada mıydınız? Hani o, oğullarına: Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz? demişti. Onlar da: Senin İlâhına ve ataların İbrahim'in, İsmail'in ve îshâk'ın tek ilâhı olan AUaha ibâdet edeceğiz. Ve biz O'na teslim olmuşuz, demişlerdi.» (Bakara, 133) buyururken, Buhâri ve Müslim'in Sahih'lerindeki bir ha­dîste şöyle buyrulmaktadır: Şüphesiz ki kerîm oğlu kerim oğlu kerim oğlu kerîm, İbrahim'in oğlu İshâk'ın oğlu, Ya'kûb'un oğlu Yûsuf'tur, tbn Abbâs'tan rivayetle Avfî, «Ve ona İshâk ile Ya'kûb'u ihsan ettik.» âyeti hakkında: İshâk ve Ya'kûb, Hz. İbrahim'in oğludurlar, demekte­dir. Bunu çocuğun çocuğunun, çocuk mesabesinde olduğu şeklinde an­lamak gerekir. Bunun, İbn Abbâs'tan anlayışı daha kıt olana bile gizli kalmayacak bir durum olduğu aşikârdır.

«Soyundan gelenlere kitâb ve peygamberlik verdik.» Allah'ın onu dost edinmesi ve insanlara önder kılmasıyla beraber peygamberliği ve kitabı onun zürrîyeti İçinde kılması büyük ve değerli bir hil'attir. Hz. İbrahim'den sonra, onun sülâlesinden olmayan bir peygamber mevcûd değildir. îsrâiloğullarının peygamberlerinin tamâmı, Hz. İbrahim'in oğlu İshâk'ın oğlu Yâkûb sülâlesindendir. Sonuncuları ise Meryem oğlu Isâ olmuştur. Hz. Isâ onlar içinde kalkıp mutlak olarak peygamberlerin sonuncusu, dünya ve âhirette Âdemoğlunun efendisi, öz be öz arap olan­ların en soyluları içinden Allah'ın seçmiş olduğu Hâşimî, Kureşî, Arabi bir peygamberi müjdelemiştir. O peygamber, îbrâhîm oğlu ismail'in sülâlesindendir. ismail sülâlesinden onun dışında başka bir peygamber daha çıkmamıştır. Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun..

«Ona dünyada mük&fâtını verdik. Doğrusu âhirette de o, sâlihler-dendir.» Allah Teâlâ ona, hem dünya ve hem de âhiret mutluluğunu vermiştir. Onun için dünyada geniş ve kolay rızık, geniş ve ferah konak­lama yeri, tatlı bir kaynak, sâliha ve güzel bir eş, güzel bir övgü ile güzel bir anı vardır. İbn Abbas, Mücâhld, Katâde ve başkalarının da söylediği üzere herkes onu sevmiştir. Bunlarla birlikte o, her yönden Allah'a ita­at olan amelleri yerine getirmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i kerî-me'de: «Ve sözünü yerine getiren tbrâhîm'İnkinde de...» (Necm, 32) buyururken, bu sebeple burada da: «Ona dünyada mükâfatını verdik. Doğrusu âhirette de o, sâlihlerdendir.» buyurmuştur. Başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyruluyor: «Muhakkak ki: tbrâhîm başlı başına bir ümmetti. Allah'a itaat ederdi ve bir muvahhid idi. Hiç bir zaman için müşriklerden olmamıştır. Rabbının nimetlerine şükrederdi. Onu beğe­nip seçmiş, kendisini doğru bir yola iletmiştir. Dünyada ona iyilik ver­dik. Doğrusu o, âhirette de iyilerdendir.» (Nahl, 120-122).[11]

 

28  — Lût da. Hani o, kavmine   demişti ki:   Gerçekten siz, dünyalarda hiç kimsenin sizden önce   yapmadığı   bir hayâsızlığı yapıyorsunuz.

29  — Siz, erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve toplan­tılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz? Kavminin ona cevabı: Doğru sözlü isen, bize Allah'ın azabım getir, de­mek oldu.

30  — Dedi ki: Rabbım, bozgunculara karşı bana yar­dım et.

 

Lût ve Kavmi

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'lerde de Peygamberi Lût (a.s.)dan haber veriyor. O kavminin kötü işlerini, âlemlerden erkeklere yaklaş­mak suretiyle işlemekte oldukları çirkin amellerini inkâr etmişti. Onlar­dan önce, Âdemoğullanndan hiç kimse bu fiili yapmış değildi. Bu yap­tıklarıyla beraber onlar Allah'ı inkâr ediyor, elçisini yalanlıyor, ona muhalefet ediyor ve yol kesiyorlardı. İnsanların yollan üzerinde durup onları Öldürüyor ve mallarını alıyorlardı.

«Ve toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?» Yani onlar, toplanmakta oldukları oturma yerlerinde yaraşmayacak sözler söyleyip, kendilerine yakışmayan fiiller işliyorlardı. Bunlardan hiç birisinde bir­birlerini ayıplamıyorlardı. Birisi şöyle diyor: Topluluk içinde birbirleri ile münâsebette bulunuyorlardı. Bu açıklama, Müc&hid'indir. Başka birisi ise: Sesli olarak yelleniyor ve birbirlerine gülüşüyorlardı, demiştir. Bu söz de Hz. Âişe (r.a.) ve Kâsım'mdır. Bir başkası: Koçları birbirle­riyle toslaştınyorlar, horoz döğüşü yaptırıyorlardı, demiştir. Bütün bu fiiller onlardan sâdır olmuştur ve hattâ onlar bundan da kötü idiler, imâm Ahmed'in Hammâd İtan Üsâme kanalıyla... Ümmühânî'den riva­yetinde o, şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.)ne «Toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?» âyetini sormuştum, şöyle buyurdu: Onlar, yoldan geçenlere çelme takıp düşürür ve onlarla alay ederlerdi. İşte yapagelmekte oldukları fena şeyler budur. Hadîsi Tirmizî, İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim de Hammâd İbn Üsâme kanalıyla... Hatim İbn Ebu Sâğıre'den rivayet etmişlerdir. Hadîsi rivayetten sonra Tir­mizî der ki: Bu, hasen bir hadîstir. Sâdece Hâtinı îbn Ebu Sağîre kana­lıyla Semmâk'den rivâyetiyle biliyoruz. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hasan İbn Arafe'nin Mücâhid'den rivayetinde o, «Toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?» âyeti hakkında şöyle demiştir: onların yaptıkları kötü, fena şeyler: ıslık çalma, güvercin ve yuvarlak hale getirilmiş ça­murları birbirlerine atma, mecliste soru sorma ve kaftanlarının düğme­lerini çözmeleridir.

«Kavminin ona cevabı: Doğru sözlü isen, bize Allah'ın azabını ge­tir, demek oldu.» Bu da onların küfür, alay etme ve inâdlanndandır. Bu sebepledir ki Allah'ın peygamberi onlara karşı Allah'tan yardım is­teyerek: «Rabbım, bozgunculara karşı bana yardım et.» demiştir.[12]

 

31 - Elçilerimiz İbrahim'e müjdeyi getirince; dediler ki: Biz bu kasaba halkını yok edeceğiz. Çünkü oranın ahâ­lîsi zâlim kimselerdir.

32  — Ama Lût oradadır, dedi.  Elçiler  de:   Biz   orada olanları daha iyi biliyoruz. Onu ve geride kalanlardan ka nsı dışında ailesini kurtaracağız, dediler.

33  — Elçilerimiz Lût'a geldiklerinde, bu yüzden o ta­salandı ve çok sıkıldı. Ona dediler ki: Korkma ve tasalan­ma. Doğrusu biz, seni ve geride kalacaklardan olan karı­nın dışındaki aileni kurtaracağız.

34  — Bu kasaba halkına da fâsıklık yapar oldukların­dan dolayı gökten azâb indireceğiz.

35  — Andolsun   ki   akleden bir kavim için Biz, orada apaçık bir âyet bırakmışızdır.

 

Hz. Lût (a.s.), kavmine karşı Allah'tan yardım istediğinde Allah Teâlâ, ona yardımcı olmak üzere melekler gönderdi. Onlar (melekler) müsâfir kılığında Hz. îbrâhîm'e uğradılar. Müsâfire yaraşan şeyleri on­lara getirip ikram etti. Onların yemeğe karşı istekli olmadıklarını gö­rünce, bundan hoşlanmayıp garipsedi ve içinde onlara karşı bir korku hissetti. Onu kendilerine alıştırmak üzere karısı Sâre'den sâîih bir ço­cuğu olacağını müjdelediler. Hanımı orada bulunuyordu. Buna çok şaştı. Nitekim daha önce bu konunun açıklaması Hûd ve Hlcr sûrele­rinde geçmişti. Hz. İbrahim'e bu müjdeyi getirip kendilerinin Hz. Lût'-un kavminin helaki için gönderildiklerini ona haber verdikleri zaman belki kendilerine mühlet verilir de onlara hidâyet bahşeder diye Hz; İbrahim onları müdâfaa etmeye başladı. Onlar: «Biz, bu kasaba halkını yok edeceğiz.» dediklerinde; «Ama Lût oradadır.» dedi.. Elçiler de: «Onu ve geride kalan (helak edilecek) lardan kansı dışında ailesini kurtara­cağız, dediler.» Zîrâ karısı da küfür de, azgınlıkla onlara benziyor ve on-lann, aralarında yapagelmekte oldukları hayâsızlığa ses çıkarmayarak hoşnûd görünüyordu. Sonra elçiler, Hz. İbrahim'in yanından yola çıkıp güzel yüzlü gençler şeklinde Hz. Lût'un yanına girdiler. Hz. Lût onları bu halde görünce «Tasalandı ve çok sıkıldı» Onlarla ilgilendi. Ancak onlan müsâfir ettiği takdirde onları kavminden koruyamıyacağından korktu. Müsâfir etmemiş olsa yine kavminin onlara yapacaklarından korktu. O anda onların durumlarını bilmiyordu. Ona dediler ki: «Kork­ma ve tasalanma. Doğrusu biz, seni ve geride kalacaklardan olan karı­nın dışındaki aileni kurtaracağız. Bu kasaba halkına da fâsıklık yapar olduklarından dolayı gökten azâb İndireceğiz.» Cibril (a.s.), onların ka­sabalarını yeryüzünden sökmüş, sonra gökyüzüne yükseltmiş, daha son­ra da tersine çevirmiştir. Allah Teâlâ onların üzerine sıkıştırılmış ve pişirilmiş, Rabbının katında nişanlanmış taşlar yağdırmıştır. Elbette bu, zalimlerden hiç de uzak değildir. Allah Teâlâ onların yerlerini, pis kokuşmuş bir göle çevirmiş, onlan kıyamet gününe kadar bir ibret kıl­mıştır. Onlar, Allah'a dönülecek günde insanların en şiddetli azaba dû-çâr kılınanlanndandırlar. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Andolsun ki, akl eden bir kavim için Biz, orada apaçık bir âyet bırakmışladır.» buyururken başka bir yerde şöyle buyruluyor: «Doğrucu siz sabah­leyin onlara uğrar, üzerlerinden geçersiniz. Geceleyin de... Halâ aklınızı başınıza almaz mısınız?»  (Sâffât, 137-138).[13]

 

36  — Medyen halkına da kardeşleri Şuayb: Ey kavmim Allah'a ibâdet edin, âhiret gününe ümid bağlayın ve yer­yüzünde   bozgunculuk  yaparak  karışıklık  çıkarmayın, dedi.

37 — Ama onu yalanladılar. Bunun üzerine kendileri­ni şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi de  oldukları   yerde diz üstü çökekaldılar.

 

Medyen Halkı

 

Allah Teâlâ burada da kulu ve rasûlü Şuayb (a.s.)dan haber veriyor. O, Medyen halkı olan Jcavmini uyarmış, tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdet etmelerini, Allah'ın baskınından, kıyamet günündeki intikam ve öfkesinden korkmalarını emretmişti. O: «Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, âhiret gününe ümid bağlayın.» demişti. İbn Cerîr'in söylediğine göre bazıları, âhiret gününe ümid bağlama emrinin, âhiret gününden korkma anlamına geldiğini söylerler. Bu, Allah Teâlâ'nın: «Allah'ı ve âhiret gününü umanlar İçin onlarda güzel bir örnek vardır.» (Mümta-hıne, 6) âyeti gibidir.

Hz. Şuayb onlan, yeryüzünde fesada koşmaktan, yeryüzü halkına tecâvüzden men'etmiştir. Onlar ölçü ve tartıyı eksik tutuyor, insanla­rın yollarını kesiyorlardı. Bunlarla beraber bir de Allah ve rasûlünü in­kar ediyorlardı. Allah Teâlâ onları, ülkelerinin sarsıldığı büyük bir sarsmtı, kalbleri ağızlara getiren bir haykırış, ruhları yerlerinden çıkaracak kadar korkunç zulle gününün azabı ile helak etmiştir. Şüphesiz o. bü­yük bir günün azabı idi. Onların kıssaları A'râf, Hûd ve Şuarâ sûrele­rinde genişçe anlatılmıştı.

Katâde, «Oldukları yerde diz üstü çökekaldılar.» âyetindeki kelimesini: Oldukları- yere ölüler olarak düşüverdiler, şek­linde anlamıştır. Bir başkası: Birbirleri üzerine atılmış halde, fazlalı­ğını getirir.[14]

 

38  — Ad ve Semûd kavmini de. Bunu, oturdukları yer­lerden anlamaktasınız. Şeytân kendilerine yaptıkları şey­leri güzel göstermişti de onları doğru yoldan alıkoymuştu. Halbuki kendileri bunu anlayacak durumda idiler.

39  — Karun'u, Firavun'u ve Hâmân'ı da. Anctolsun ki Mûsâ, kendilerine apaçık burhanlar getirmişti   de  onlar yeryüzünde büyüklük  taslamışlardı. Halbuki azabımızın önüne geçebilecek değillerdi.

40  — Her birini suçüstü yakaladık. Kimine taşlar  sa­vuran kasırga gönderdik,   kimini bir çığlık tuttu,  kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah, on­lara zulmetmiyordu, ama onlar kendi kendilerine zulme­diyorlardı.

 

Allah Teâlâ, elçilerini yalanlayan bu ümmetleri nasıl helak ettiğini, üzerlerine çeşitli azâblar gönderdiğini, onlardan nasıl intikam aldığını haber veriyor. Âd, Hûd (a.s.)un kavmidir. Onlar Yemen ülkesinde Had-ramut yakınlarında mağaralarda otururlardı. Semûd ise Salih (a.s.)in kavmi olup vâdi'1-Kurâ yakınlarındaki Hicr'de otururlardı. Araplar on­ların yerlerini çok iyi bilir ve oralardan çokça geçerledi. Kârûn, bol mallara ve hâzinelerin ağır anahtarlarına sahipti. Hz. Mûsâ zamanında Mısır kralı olan Firavun ile veziri Hâmân Allah ve Rasûlünü inkâr eden iki kıptîdır. «Her birini suçüstü yakaladık.» Onları, durumlarına uy­gun cezalarla cezalandırdık. «Kimine taşlar savuran kasırga gönder­dik.» Bunlar Âd kavmidir .Onlar: Bizden daha güçlü kim vardır? diyor­lardı. Onlarm üzerine son derece soğuk, şiddetle esen ve yeryüzündeki taşlan, çakılları taşıyarak onların üzerine savuran bir fırtına gelmiş­tir. Bu fırtına onları yerden söküp gökyüzüne kaldırmış, sonra ters çe­virerek tepesi üstü vere çarpmıştır. Böylece, içi boş hurma kütükleri gibi başsız cesedler halinde kalmışlardır. «Kimini de bir çığlık tuttu.» Bunlar Semûd kavmidir. Tâm onların istedikleri şekilde,- yarılan bir ka­yanın içinden çıkan deve ile aleyhlerinde hüccet konulup onlara açık deliller gönderilmişti. Bununla beraber onlar îmân etmemiş; azgınlık ve küfürlerinde devam ederek Allah'ın peygamberi Hz. Salih ile birlik­te ona îmân edenleri yurdlarından çıkarmak ve onları taşa tutmakla tehdîd etmişlerdi. Onların ses ve hareketlerini söndüren bir çığlık on­lara gelmiş (ve bununla helak olmuştular). «Kimini yerin dibine geçir­dik.» Bu azan, haddi aşan, zulmeden, en yüce Rabba karşı gelen, yer­yüzünde şımarık şımarık yürüyen, kendini beğenen ve kibirlenen, ken­di dışındakilerden üstün olduğuna inanan ve Kibirli kibirli yürüyen Karun'dur. Allah Teâlâ, onu ve evini yere geçirmiştir. O' kıyamet gü­nüne kadar yere batmaya devam etmektedir. «Kimini de suda boğduk.» Bunlar; Firavun, veziri Hâmân ve sonuncularına varıncaya kadar onun ordularıdır. Bir sabah vakti toptan suda boğulmuşlar ve onlardan hiç kimse kurtulmamıştır. «(Onlara bu yaptıklarında) Allah, (elbette) onlara zulmetmiyordu, ama onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. (Allah'ın onlara bu yaptıkları, onların kazandıklarının tâm bir karşı­lığı olmuştur.)»

Bizim bu anlattıklarımız âyetin akışından açıkça anlaşılmaktadır ve âyette Leff-ü Neşr vardır. Allah Teâlâ önce yalanlayan ümmetleri zikretmiş, sonra: «(Yukarda anılanların) her birini suçüstü yakala­dık.» buyurmuştur. Bizim bu tenbîhte bulunmamızın sebebi, îbn Cü-reyc'in, îbn Abbâs'ın bu âyet-i kerîme hakkındaki değişik bir açıklama­sını rivayet etmesidir. Buna göre, üzerlerine taşlar savuran kasırga gönderilenler; Hz. Lût'un kavmidir. Suda boğulan ise, Hz. Nuh'un kavmi olmalıdır. îbn Abbâs'tan rivayet edilen bu haberin isnadı munkatı'dır.

Zîrâ îbn Cüreyc, tbn Abbâs'a yetişmemiştir. Ayrıca Allah Teâlâ bu sû­rede, Hz. Nuh'un kavminin tufanla, Hz. Lût'un kavminin de gökten in­dirilen bir azâbla helak olunduğunu zikretmiştir. Bu ve öbür anlatışlar arasında epeyce mesafe (ve yer, diğer âyetler) bulunmaktadır. Katade «Kimine taşlar savuran kasırga gönderdik.» ayetinde Hz. Lût'un kav­minin, «Kimini bir çığlık tuttu.» âyetinde Hz. Şuayb'ın kavminin kas-dedildiğini söyler. Ancak biraz önce zikrettiğimiz sebeple bu da uzaktır. En doğrusunu Allah  bilir.[15]

 

41  — Allah'tan başka dostlar edinenlerin misâli; ken­dine yuva yapan örümceğin misâli gibidir. Evlerin en çü­rüğü muhakkak ki örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi.

42 — Doğrusu Allah kendini bırakıp ta   tapındıkları şeyi bilir. O, Az.îz'dir, Hakîm'dir.

43  — îşte misâller. Biz onları   insanlara   anlatıyoruz. Bilenlerden başkası bunları anlamaz.

 

Örümcek Misâli

 

Bu Allah Teâlâ'nın, Allah'tan başka ilâhlar edinip onlardan yar­dım ve nzık uman, sıkıntılarda onlara sarılan müşrikler hakkında ver­miş olduğu bir misâldir. Onlar bu durumlarında zayıflık ve boşluğu iti­barıyla örümcek evine benzerler. Onların ilâhlarından ellerine geçecek olan, sâdece örümcek evine yapışanın eline geçecek olan gibidir. Şüphesiz ki bu, hiç bir fayda sağlayacak değildir. Bu durumu bilmiş olsa­lardı, elbette Allah'ın dışında dostlar edinmezlerdi. Bu, kalbi ile Allah'a inanmış müslümamn durumunun tersinedir. Kalbi Allah'a îmân etmek­le beraber o, bir de şeriata tâbi olmakla güzel ameller de işler. Kuvveti ve sebatı ile asla kopmayacak olan en sağlam kulpa yapışmıştır o.

Sonra Allah Teâlâ, kendisinden bir başkasına tapmanlan ve zâtına ortak koşanları tehdîd buyurur. Şüphesiz O, onların üzerinde oldukları işleri, onların ortak koşmakta oldukları eşleri en iyi bilendir ve onların Allah'ı bu şekilde nitelemelerinden ötürü onları cezalandıracaktır. Şüp­hesiz O Hakîm'dir, Alîm'dir.

«İşte misâller. Biz onları insanlara anlatıyoruz. Onları ancak bi­lenler anlar.» Allah'ın vermiş olduğu bu misâlleri ancak ilimde derin­leşmiş olan gerçek bilginler anlarlar. İmâm Ahmed der ki: Bize İshâk İbn îsâ'nın... Amr İbn Âs (r.a.)tan rivayetinde o, şöyle demiş: Allah Rasûlü (s.a.)nden bin misâl (işitip) anlamışımdır. Bu, Amr İbn Âs (r.a.) için güzel bir menkabedir. Zîrâ Allah Teâlâ: «İşte misâller. Biz onları insanlara anlatıyoruz. Onları ancak bilenler anlar.» buyurmuştur. İbn Ebu Hâtim'in Ali İbn Hüseyn kanalıyla... Amr İbn Mürre'den rivaye­tinde o, şöyle demiş: Allah'ın kitabında anlayamadığım bir âyete rast­ladığımda, bu beni mutlaka üzmüştür. Çünkü ben Allah Tealâ'nın: «İşte misâller. Biz onları insanlara anlatıyoruz. Onları ancak bilenler anlar.»  buyurduğunu  işittim.[16]

 

44  — Allah; gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Muhak­kak ki bunda mü'minler için bir âyet vardır.

45  — Sana kitabtan vahyolunanı oku, namaz kıl. Mu­hakkak ki namaz, hayâsızlıktan  ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise muhakkak ki en büyüktür. Ve Allah, yaptıklarınızı bilir.

 

Namaz, Muhakkak Kötülükten Alıkoyar.

 

Allah Teâlâ burada yüce kudretinden haber veriyor. Şüphesiz O, gökleri ve yeri hak ile yaratmış; yoksa boş yere ve eğlence olsun diye yaratmamıştır. «Her nefis işlediğinin karşılığını görsün diye...» (Tâ-Hâ, 15), «Kötülük edenlere yaptıklarının karşılığım vermesi, güzel ha­reket edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir.» (Necm, 31).

«Muhakkak ki bunda (Allah Teâlâ'nın yaratma, tedbîr, idare etme ve ilâh olmada yegâne olduğuna) mü'minler için bir âyet vardır.»

Sonra Allah Teâlâ, Rasûlüne ve inananlara Kur'ân okumalarını em­reder. Kur'ân'm okunması demek aynı zamanda onu insanlara ulaş­tırmak demektir. «Namaz kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise o en büyük şeydir.» Namaz, iki şeyi içermektedir. Bunlardan birisi hayâsızlıkları ve kötülükleri terketmektir. Yani namaza devam etmek, kişiyi bunları bırakmaya sevkeder. İmrân ve İbn Abbâs'tan merfû' olarak rivayet edilen bir ha­dîste şöyle buyrulur: Kimi namazı hayâsızlık ve kötülükten alıkoyma-mışsa onun namazı ancak Allah'a olan uzaklığını artırmıştır.

Bu hususta vârid olan haberleri zikredelim:

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Hârûn eKMahremi'-nin... İmrân İbn Hus%yn'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.)e Allah Teâlâ'nın: «Muhakkak ki namaz, hayâsızlık­tan ve kötülükten alıkoyar.» âyeti sorulmuştu. Şöyle buyurdu: Kim ki namazı onu hayâsızlık ve kötülükten alıkoymamışsa, onun namazı yok­tur. Yine İbn Ebu Hâtim'in Ali İbn Hüseyn kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Kimin namazı kendisini hayâsızlık ve kötülükten alıkoymamışsa bununla sâdece Al­lah'a olan uzaklığı artmıştır. Taberânî de hadîsi Ebu Muâviye kanalıy­la rivayet etmiştir. îbn Cerîr der ki: Bize Kâsım'ın... İbn Abbâs'tan ri­vayetine göre o, «Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alı­koyar.» âyeti hakkında şöyle demiş: Bir kimseye namazı iyiliği emret­miyor, kötülükten men'etmiyorsa bu namazıyla ancak Allah'tan uzak­lığı artar. Bu haber mevkuftur. Yine İbn Cerîr'in Kasım kanalıyla... îbn Mes'ûd'dan, onıu\ da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayetinde-o: Na­maza itaat etmeyenin* namazı yoktur. Namaza itaat ise onun hayâsız­lık ve kötülükten alıkoymasıdır, buyurmuş. Süfyân der ki: (Kavmin­den küfredenler): Ey Şuayb; sana bunları namazın mı emrediyor?» (Hûd, 87) demişlerdi. Evet, Allah'a yemin olsun ki, namazı ona (iyiliği) emrediyor, (kötülük ve hayâsızlıktan) onu alıkoyuyordu. İbn Ebu Ha­tim der ki: Bize Ebu Sâid el-Eşecc'in... Ebu Hâlid Mürre'den, onun da Abdullah (İbn Mes'ûd)dan rivayetinde o, şöyle demiştir: Namaza itaat etmeyenin namazı yoktur. Namaza itaat ise, onun hayâsızlık ve kötü­lükten alıkoymasıdır. Bu hadîsin mevkuf olması daha sahihtir. Nite­kim A'meş'in Mâlik İbn Hârîs'den, onun da Abdurrahmân İbn Yezîd'-den rivayetine göre Abdullah (İbn Mes'ûd)'a: Filân namazı uzatıyor demişlerdi. Abdullah: Şüphesiz namaz sâdece ona itaat edene fayda ve­rir dedi. İbn Cerîr der ki: Ali İbn Hâşim'in İsmail İbn Müslim'den, onun da Hasan (el-Basrî) den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: Kim namaz kılar da namazı onu hayâsızlık ve kötülükten alıkoymazsa bununla sadece Allah'dan olan uzaklığı artar. Bütün bun­larda sahih olan bu haberlerin İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Hasan, Katâde, A'meş. ve başkalarından mevkuf olarak rivayetleridir. En doğrusunu Allah bilir.

Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Yûsuf İbn Mûsâ'nm... Ebu Salih'ten —öyle sanıyorum ki A'meş, Câbir'den de demiştir— rivayetine göre; bir adam, Hz. Peygamber (s.a.)e: Filân namaz kılıyor, sabahleyin ise hırsızlık yapıyor, demişti. Allah Rasûlü (s.a.): Senin söylediğin şey onu hırsızlıktan alıkoyacaktır, buyurdu. Bezzâr hadîsi Muhammed îbn Musa el-Hareşî kanalıyla... Câbir'den, o da Hz. Peygamber (s.a.)den yukardakine benzer şekilde rivayet etmiş ve Câbir'den rivayetinde şüp­he belirtmemiştir. Bezzâr sonra şöyle der: Bu hadîsi birçokları A'meş'-ten rivayet etmişler,'ancak isnadında ihtilâf etmişlerdir. Birçokları hadîsi A'meş kanalıyla... Ebu Hüreyre'den veya bir başkasından riva­yet ederler. Kays ise A'meş kanalıyla... Câbir'den rivayet etmiştir. Ce­rîr ve Ziyâd hadîsi Abdullah kanalıyla... Câbir'den rivayet ediyorlar. İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî'nin... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre o, şöyle anlatıyor: Birisi Hz. Peygamber (s.a.)e geldi ve: Filân, gecele­yin namaz kılıyor, sabah olduğunda hırsızlık yapıyor, demişti. Allah Rasûlü: Şüphesiz senin şu söylediğin, onu hırsızlıktan alıkoyacaktır, buyurdu.

Namaz ikinci olarak, Allah'ın zikrini de içermektedir ki bu, na­mazdan beklenen ve istenilen en büyük şeydir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Allah'ı zikretmek ise o, (birinciden) daha büyük bir şeydir. Al­lah yaptıklarınızı (sizin bütün sözlerinizi ve işlerinizi), bilir.» buyur­muştur,          

Ebu Âliye, «Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alı-koyar.» âyeti hakkında der ki: Muhakkak ki namazda üç haslet vardır. Bu hasletlerden herhangi birinin bulunmadığı her namaz namaz de­ğildir. Bu üç haslet: İhlâs, Allah korkusu ve Allah'ı zikretmektir. İhlas ona iyiliği emreder, Allah korkusu onu kötülükten alıkoyar, (Kur'an okumak suretiyle) Allah'ı zikretmek ise ona (iyiliği) emreder, (kötü­lükten) alıkoyar. İbn Avn el-Ansârî der ki: Sen bir namazda olduğun­da, şüphesiz iyiliktesin. Namaz, seni hayâsızlık ve kötülükten alıkoyar. İçinde bulunduğun Allah'ın zikri ise en büyüktür. Hammâcd İbn Süley­man, âyeti şöyle anlıyor: Muhakkak ki namaz, sen namazda olduğun sürece seni hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. «Allah'ı zikretmek ise o, en büyüktür.» âyeti hakkında îbn Abbâs'tan rivayetle Ali îbn Ebu Talha der ki: Siz Allah'ı andığınız zaman; şüphesiz ki Allah'ın kulla­rını anması, onların Allah'ı anmasından daha büyüktür. Bunu birçok­ları İbn Abbâs'tan rivayet etmişler, Mücâhid ve başkaları da böyle söy­lemiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc'in... İbn Abbâs'­tan rivayetinde o, «Allah'ı zikretmek ise o, en büyük şeydir.» âyeti hak­kında şöyle demiş: Yemek ve uyku sırasında Allah'ı anmaktır. Ben: Ev­de benim bir arkadaşım var, o senin söylediğinden bir başkasını söylü­yor, dedim. Ne söylüyor, diye sordu da ben: Allah Teâlâ: «Beni anın ki sizi anayım.» buyuruyor. Şüphesiz Allah'ın bizi anması, bizim O'nu anmamızdan daha büyüktür diyor, dedim. İbn Abbâs: Doğru söylemiş, dedi.

Yine İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... İbn Abbâs'tan rivaye­tine göre; o, «Allah'ı zikretmek ise o, en büyük şeydir.» âyeti hakkında şöyle demiş: Bu âyette iki vecih vardır: Allah'ın haram kıldığı bir şey sırasında Allah'ı anmak en büyüktür. Bir de Allah'ın sizi anması, sizin onu anmanızdan daha büyüktür.

İbn Cerir der ki: Bana Ya'kûb İbn İbrahim'in... Abdullah İbn Ra-bîa'dan rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Abdullah İbn Abbâs bana: Allah Teâlâ'nm: «Allah'ı zikretmek ise o, en büyük şeydir.» kavlinin ne oldu­ğunu biliyor musun? diye sordu. Ben; evet, dedim. O nedir? diye sordu da ben: Namazdaki tesbîh, tahmîd, tekbîr, Kur'ân okumak ve benzeri şeylerdir, dedim. Garip bir söz söyledin; o, böyle değildir. Fakat Allah Teâlâ burada: Allah'ın emrettiği veya yasakladığı bir şey sırasında Al­lah'ı andığınız takdirde Allah'ın sizi anması; sizin O'nu anmanızdan daha büyüktür, buyuruyor, dedi. Bu, İbn Abbâs'tan başka şekillerde de rivayet edilmiştir. Aynı açıklama İbn Mes'ûd, Ebu Derdâ, Selmân el-Fa-risî ve başkalarından da rivayet edilmiş olup, îbn Cerîr bu açıklamayı tercîh etmiştir.[17]

 

İzahı

 

 

46 — İçlerinden zulmedenler bir yana; ehl-i kitâb ile en güzel olanın dışında mücâdele etmeyin ve deyin ki Bize indi­rilene de, size indirilene de inandık. Bizim tanrımız da, si­zin tanrınız da birdir. Biz O'na teslim olanlarız.

 

Ehli Kitâb ile Mücâdelede Metod

 

Katâde ve birçokları âyetin kılıç âyeti ile mensûh olduğunu söy­lerler. Böylece ehl-i-kitâb ile mücâdele (sözlü münâkaşa) ye mahal kal­mamıştır. Ya müslüman olacaklar, ya cizye verecekler ya da kılıca razı olacaklar. Diğerleri ise şöyle diyor: Aksine bu âyet bakîdir veya onlardan din hususunda bilgi edinmek isteyenler hakkında muhkemdir. Böyle kimselerle daha faydalı olması için en güzel sözlerle münâkaşa edilir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de: «Rabbının yoluna hik­metle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde tartış. Muhak­kak ki Rabbın, yolundan sapanları en iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.» (Nahl, 125) buyururken, Firavun'a gönderdiği es­nada Hz. Mûsâ ile Harun'a şöyle buyurmuştu: «Ve ona yumuşak söz söyleyin, belki nasihat dinler veya (Allah'tan) korkar.» (Tâ-Hâ, 44). îbn Cerîr bu açıklamayı İbn Zeyd'den naklederek tercih etmektedir.

«İçlerinden zulmedenler, (hak'tan sapanlar, apaçık hüccetlere kar­şı kör gibi davrananlar, inâdlaşan ve büyüklenenler) bir yana ehl-i ki-tâb ile en güzel şekilde mücâdele edin.» Zulmedenlere karşı ise münâ­kaşadan vazgeçilip onlarla savaşılır, onları engelleyecek ve bulunduk­ları durumdan vazgeçirecek şekilde onlarla savaşılır. Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Andolsun ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik. Ve insanlann adaleti kâim kılmaları için be­raberlerinde kitabı ve mîzânı indirdik. Bir de kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik de Allah, kimin gör­meden Allah'a ve peygamberlerine yardım edeceğini bilir. Muhakkak ki, Allah Kariî'dir, Azîz'dir.» (Hadîd, 25). Câbir der ki: Allah'ın kitabı­na muhalefet edenlerle kılıçla savaşmakla emrolundum. Mücâhid der ki: «İçlerinden zulmedenler bir yana; ehl-i kitâb ile en güzel şekilde mücâdele edin.» âyetinde zulmedenlerle; onların müslümanlarla harb edenleri ve cizye vermekten kaçınan, cizye vermek istemeyenleri kas-dedilmektedir.

«Ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de inandık.» Doğ­ruluğu veya yalan olduğu bilinmeyen bir şey haber verdikleri zaman işte, biz hemen onu yalanlamayız. Zîrâ o gerçek de olabilir. Aynı za­manda doğrulamayız da. Çünkü o, belki de bir bâtıldan ibarettir. Fa­kat biz ona Hakk'dan indirilmiş olması, değiştirilmemiş ve yorumlan­mamış olması şartına bağlı olarak mücmel bir şekilde îmân ederiz.

Buhârî —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Bize Muhammed İbn Beşşâr'ın... Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ki­tâb ehli, Tevrat'ı ibrânice okur ve müslümanlara arapça olarak açık­larlardı. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: Kitâb ehlini yalanlamayın da, doğrulamaym da. Biz Allah'a, bize indirilene ve size indirilene inan­dık. Bizim ve sizin ilâhınız birdir. Biz O'na teslim olmuşlarız, deyiniz. Hadîsi, sâdece Buhârî rivayet etmiştir. İmâm Ahmed der ki: Bize Os­man İbn Ömer'in... Ebu Nemle el-Ansârî'den rivayetine göre; o, şöyle haber vermiş; Ebû Nemle, Allah Rasûlü (s.a.)nün yanında otururken efendimize yahûdîlerden birisi gelmiş ve: Ey Muhammed, şu cenaze ko­nuşur mu? diye sormuş. Allah Rasûlü (s.a.): En iyi Allah bilir, buyur­muş. Yahûdî: Ben şehâdet ediyorum ki o konuşur, demiş de, Allah Ra­sûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Size kitâb ehli bir şey haber verdiği zaman onları doğrulamaym da, yalanlamayın da. «Allah'a, elçilerine ve kitâb-larına inandık.» deyin. Böylece eğer onların söylediği gerçek ise onları yalanlamamış, bâtıl ise doğrulamamış olursunuz.

Ben de derim ki: Bu Ebu Nemle, Umâre'dir. Onun Ammâr olduğu da söylenmiştir. Onun Amr İbn Muâz İbn Zürâr el-Ansârî (r.a.) olduğu da söylenmiştir.

Bil ki; onların rivayet ettiklerinin çoğunluğu yalan ve iftiradan ibarettir. Zîrâ bunlara; tahrif, değiştirme ve yorumlar girmiştir. Onlar­daki doğrular ne kadar azdır. Bunların sıhhatli olduğunu farz etsek dahi birçoğunun zâten faydası yok gibidir. İbn Cerîr der ki: Bize İbn Beşşâr'ın... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetinde o, şöyle demiştir: Ki-tâb ehline bir şey sormayınız. Kendileri sapıtmışken sizi asla hidâyete erdirebilecek değillerdir. Şayet onlara bir şey soracak olursanız; ya ger­çeği yalanlamış veya bir bâtılı doğrulamış olursunuz. Kitâb ehlinden hiç kimse yok-tur ki kalbinde onu Hak dine sevkeden bir işaret bulun­mamış olsun.

Buhârî der ki: Bize Mûsâ İbn İsmail'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, şöyle demiştir: Size, Allah Rasûlü (s.a.)ne indirilen kitabınız en yeni olduğu halde siz kitâb ehline nasıl sorarsınız. Size indirilen kitâb, sırf okumanızla eskimez. O kitab size; kitâb ehlinin Allah'ın kitabını değiştirdiklerini,'kitabı elleriyle yazdıklarını ve az bir pahaya onu sata­bilmek için: Bu Allah katmdandır, dediklerini haber vermiştir. Size ge­len ilim onlara soru sormaktan sizi alıkoymuyor mu? Allah'a yemin ederim ki onlardan birisinin size indirileni sorduğunu ben görmedim.

Buhârî der ki: Ebu'l-Yemmân kanalıyla... Humeyd İbn Abdurrah-mân'dan rivayet edildiğine göre; o, Muâviye'nin Medine'de Kureyş'ten bir topluluktan rivayet ettiğini işitmiş. Bunlar içinde Kâ'b el-Ahbâr'ı zikredip şöyle demiş: Şüphesiz o, kitâb ehlinden rivayet eden şu râvî-lerin en doğrularındandır. Bununla beraber biz onun dahi yalanından şüphelenirdik. Ben de derim ki: Şayet olmuşsa bile bunu, yalanın ka-sıdsız olarak vuku' bulmuş olduğu anlamına almak gerekir. Zîrâ o, hüsn-ü zannda bulunduğu birtakım sayfalardan rivayet etmektedir. Bu sayfalarda ise uydurulmuş ve yalan birçok şey vardır. Zîrâ bu yüce üm­mette olduğu gibi onların dinlerinde * güzelce anlayan hafızlar yoktu. Bununla birlikte yakında bu ümmet içinde de birçok hadîsler uydurul­muştur. Bunları Allah'ın ilim bahşettikleriyle Allah'tan başka hiç kim­se bilmez. Hamd ve minnet Allah'adır.[18]

 

47 — işte böylece sana Kitâb'ı indirdik. Kendilerine kitab verdiklerimiz de ona inanırlar. Bunlardan da ona ina­nan bulunur. Âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez.

48 — Daha önce sen hiç bir kitâb okur değildin. Sağ elinle de onu yazmıyordun. Öyle olsaydı bâtılda  olanlar şüpheye düşerlerdi.

49 — Bilakis o, kendilerine ilim verilenlerin gönüllerin­de apaçık olan âyetlerdir. Zâlimlerden başkası âyetlerimizi inkâr etmez.

 

İbn Cerîr'in belirttiğine göre, Allah Teâlâ burada şöyle buyuruyor: Ey Muhammed, senden önce rasûllere nasıl kitablar indirmişsek, aynı şekilde sana da bu kitabı indirmişizdir. İbn Cerîr'in yaptığı bu açıkla­ma güzel bir açıklama olup, güzel bir münâsebet ve irtibat kurmuştur.

«Kendilerine kitab verdiklerimiz ona inanırlar.» Onu Abdullah İbn Selâm, Selmân el-Fârısî ve benzerleri gibi zekî, âlim din adamlarından alarak hakkını vermek suretiyle okuyanlar elbette ona inanırlar,

«Bunlardan da ona inanan bulunur.» âyetinde Kureyş ve başka ka­bilelerden araplar kasdedilmektedir. «Âyetlerimizi ancak kâfirler inkâr ederler.» Âyetlerimizi ancak hakkı bâtılla örten, güneş ışığını elbisesiy­le örtmeye çalışandan başkası yalanlayıp inkâr etmez. Heyhat ki bunu yapabilecek değillerdir.

«Daha önce sen bir kitabdan okumuş ve elinle onu yazmış değil­din.» Ey Muhammed, sana bu Kur'ân gelmezden önce kavmin içinde bir ömür boyu kalmış, bir kitab okumamış, güzel bir şekilde yazı da yazmamıştın. Gerek senin kavmin ve gerekse başkaları iyi bilirler ki sen okumayan, yazmayan ümmî birisisin. Zâten Allah Rasûlü (s.a.)nün niteliği geçmiş kitablarda da aynı şekildedir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme'de: «Onlar ki; yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bu­lacakları; okuma-yazma bilmeyen ve nebî olan Rasûle tâbi olurlar. O, kendilerine ma'rûfu emreder, münkerden nehyeder...» (A'râf, 157) bu­yurmaktadır. Allah Rasûlü (s.a.) kıyamet gününe kadar bu durumda olup yazı yazmamış, eli ile bir satır ve hattâ bir harf dahi çizmemiştir. Bilakis onun önünde vahyi ve muhtelif ülkelere mektublarıru yazan kâ-tibleri vardı. Müteahhir fakîhler^en Kâdî Ebu Velîd el-Bâcî ve ona uyan­lar Allah Rasûlü (s.a.)nün Hudeybiye günü: Bu, Abdullah'ın oğlu Mu-hammed'in yaptığı andlaşmadır, şeklinde yazdığını zannetmişlerdir. Or-ları buna Buhârî'nin Sahîh'indeki: Sonra (kalemi) aldı ve yazdı, şek­lindeki bir rivayet sevketmiş olmalıdır. Halbuki bu rivayet Sonra em­retti de (andlaşmayı yazan kâtibi) yazdı, şeklindeki diğer rivayete hamledilmelidir. Bu sebepledir ki doğu ve batıda fakîhler, Bâcî'nin sözünü şiddetle reddetmişler, ondan uzaklaşmışlar, buna dâir birçok söz­ler kaleme alıp, toplantılarında bu konuda hutbeler okumuşlardır. Gö­ründüğü kadarıyla Bâcî bu sözüyle, Allah Rasûlü (s.a.)nün bunu yazı yazmayı bildiğinden değil de bir mucize olarak yazdığını kasdetmek is­temiştir. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) Deccâl'den haber vererek: Onun iki gözü arasında kâfir yazılıdır. —Diğer bir rivayette Keferâ yazılı ola­cağı belirtilmiştir— Onu her mü'min okuyacaktır, buyurmuştur. Ba­zılarının rivayet etmekte olduğu Allah Rasûlü (s.a.)nün vefatından ön­ce yazmayı öğrendiğine dâir hadîs zayıf olup aslı yoktur. Zîrâ Allah Teâlâ: «Daha önce sen bir kitabdan okumuş ve elinle onu yazmış de­ğildin.» buyurmuştur.  (...)

«Öyle olsaydı bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.» Şayet sen yazı yazmayı güzel bir şekilde bilmiş olsaydın, insanlardan birtakım bilgisizler şüpheye düşer ve: Bunu ancak peygamberlerden nakledilen kendinden önceki kitablardan öğrenmiştir, derlerdi. Onun yazmayı bil­meyen bir ümmî olduğunu bilmekle birlikte onlar: «Öncekilerin masal­larıdır. Başkalarına yazdırıp sabah-akşam kendisine okunmaktadır.» (Furkân, 5) demişlerdir. Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme'de: «De ki: Onu (Kur'ân'ı) göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz ki O, Gafur ve Rahîm olandır.» (Furkân, 6) buyururken, burada da şöyle de-dektedir: «Bilakis o, kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde yerleşen apaçık âyetlerdir.» Bîlakîs Kur'ân; emir, yasaklama ve haber olarak gerçeğe delâlet eden apaçık âyetlerdir. Âlimler onu ezberler. Allah Teâlâ onun ezberlenmesini, okunmasını ve tefsirini onlara kolaylaştırmıştır. Nitekim Allah Teâlâ: «Andolsun ki, Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaş­tırdık. Düşünen var mı?» (Kamer, 40) buyururken, Allah Rasûlü (s.a.) de şöyle buyurmuştur: Hiç bir peygamber yoktur ki bir misline beşerin îmân edeceği (bir mucize) kendisine verilmiş olmasın. Bana verilen ise, Allah'ın bana vahyetmiş olduğu bir vahiydir. Umarım ki ben onlann, kendine en çok uyanı olacağım. Müslim'in Sahîh'indeki İyâz îbn Himâr hadîsinde rivayet edildiğine göre, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz Ben seni deneyeceğim, (insanları da) seninle deneyeceğim. Sana öyle bir kitab indireceğim ki onu su yıkamayacak. Sen onu uyur­ken ve uyanıkken okuyacaksın. Yani onun yazılı olduğu yer su ile yı­kanmış bile olsa yıkanılan o yere ihtiyâç duyulmayacaktır. Başka bir hadîste şöyle buyrulur: Şayet Kur'ân bir deride (yazılı) olaydı, onu ateş yakmazdı. Zîrâ o, göğüslerde hıfzedilmiş, korunmuştur. Dillere kolay­laştırılmıştır. Kalblere hâkimdir. Lafzı ve anlamı mucizedir. Bu sebep­ledir ki, geçmiş kitablarda bu ümmetin sıfatına dâir şöyle denilmekte­dir: Onlann kitablan göğüslerindedir. «Bilakis o, kendilerine ilim veri­lenlerin gönüllerinde yerleşen apaçık âyetlerdir.» âyetine dâir nakledi­len anlamlar içinde Îbn Cerîr şu açıklamayı tercih ediyor: Bilakis bu kitabdan önce senin bir kitab okumadığının ve elinle yazdağının bilin­mesi kitab ehlinden kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde yerleş­miş, onlarca bilinen apaçık âyetlerdir. İbn Cerîr bu açıklamayı Katâde ve İbn Cüreyc'den nakletmektedir. Bundan önceki açıklamayı ise sâde­ce Hasan (el-Basrî) dan nakletmiştir. Ben de derim ki: Avfî'nin Abdul­lah îbn Abbâs'tan naklettiği ve Dahhâk'm söylediği açıklama en kuv­vetli açıklamadır. En doğrusunu Allah bilir.

«Zâlimlerden başka kimse âyetlerimizi inkâr etmez.» Onu yalanla­yıp hakkını vermeyenler ve reddedenler ancak zâlimler, haddi aşanlar, büyüklenenler ve gerçeği bile bile ondan sapanlardır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Doğrusu, üzerlerine Rabbı-nın sözü hak olanlar inanmazlar. Onlara her türlü âyet gelse bile. Elem verici azabı görünceye kadar.» (Yûnus, 96-97).[19]

 

50  — Rabbmdan ona âyetler  indirilmeli değil miydi? dediler. De ki: O âyetler ancak Allah'ın nezdindedir. Ben, sâdece apaçık bir uyarıcıyım.

51 — Kendilerine okunan bu kitabı sana indirmiş olma­mız onlara yetmiyor mu? Bunda inanan bir kavim için rah­met ve öğüt vardır.

52 — De ki: Şâhid olarak benimle sizin aranızda Allah yeter. O, göklerde ve yerde olanı bilir. Bâtıla inanıp Allah'a küfredenler, işte onlar hüsrana uğrayanların kendileridir.

 

Allah Teâlâ müşriklerin inâd ve bâtılda ısrar etmelerini, Hz. Sa­lih'in mucize olarak deveyi getirdiği gibi kendilerini Muhanımed'in Allah'ın elçisi olduğuna inandırıp ikna edecek âyetler istediklerini haber veriyor. Buyurur ki: Ey Muhammed, de ki: «O âyetler ancak Allah'ın nezdindedir. Bu konu yalnızca Allah'a aittir. Şayet O'nun bilgisi sizin hi­dâyete ereceğiniz yönünde olsaydı, sizin istediğinizi yerine getirirdi. Zî-râ, bu O'na son derece kolaydır. Fakat O, sizin maksadınızın kuru bir inâd ve Rasûlünü imtihan etmek olduğunu iyi bilmektedir de, bu yüz­den sizin isteğinize icabet etmemektedir.» Nitekim başka bir âyette şöyle buyürulur: «Bizi âyetlerle göndermekten alıkoyan şey; ancak ön­cekilerin onlan yalanlamış olmalarıdır. Semûd'a da gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik de, ona zulmetmişlerdi.»  (İsrâ, 59).

«Ben, sâdece apaçık bir uyarıcıyım.» Ben ancak uyarıcılığı apaçık bir uyancı olarak size gönderildim. Bana düşen Allah'ın risâletini size ulaştırmamdır. «Allah kimi hidâyete erdirirse; o, doğru yola ermiştir, kimi de şaşırtacak olursa; artık onu doğru yola erdirecek bir kılavuz bulamazsın.» (Kehf, 17), «Onlan hidâyete erdirmek sana düşmez. Allah dilediğini hidâyete erdirir.»  (Bakara, 272).

Allah Teâlâ, onların son derece bilgisiz ve beyinsiz olduklarını be­yân eder. Zîrâ onlar Muhammed'in getirdiklerinde doğruluğuna onları ikna edecek mucizeler istemişlerdi. Halbuki O, kendilerine öyle azîz bir kitâb getirmişti ki ne önünden, ne de arkasından ona bâtıl gelemez. Hakîm ve Hamîd olan Allah katından indirilmiştir. Her .mucizeden daha büyüktür. Zîrâ fasîh ve belîğ kimseler ona karşı durmaktan, hattâ onun gibi on sûre veya ondan bir sûrenin benzerini getirmekten âciz kalmış­lardır. Allah Teâlâ buyurur ki: «Kendilerine okunan bu kitabı sana in­dirmiş olmamız onlara yetmiyor mu?)) Sana bu kitabı indirmiş olma­mız, mucize olarak onlara yetmez mi? Onda kendilerinden Öncekilerin ve sonrakilerin haberleri, aralanndaki (ihtilâfların) hükmü vardır. Sen okumayan, yazmayan ümmî birisisin. Kitâb ehlinden birisiyle beraber de bulunmuş değilsin. Bununla beraber onların ihtilâf etmiş oldukları konularda doğruyu açıklamak suretiyle insanlara gönderilmiş olan ilk sayfalardaki haberleri, apaçık gerçeği onlara getirmişindir. Allah Teâlâ başka âyet-i kerîmelerde de şöyle buyurur: «İsrâüoğullan bilginlerinin bunu bilmesi de onlar için bir âyet (delil) değil midir?» (Şuarâ, 197), «Rabbından bize bir mucize getirseydi ya? derler. Onlara önceki kitâb-larda apaçık deliller gelmedi mi?» (Tâ-Hâ, 133). İmâm Ahmed'in Hac-câc kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Peygamberlerden hiç birisi yoktur ki bir ben­zerine beşerin îmân edeceği âyetlerden birisi ona verilmiş olmasın. Ba­na verilen ise, ancak Allah'ın bana vahyetmiş olduğu bir vahiyden iba­rettir. Umanm ki kıyamet günü ben onların, kendisine en çok uyulanı olacağım. Hadîsi Buhârî ve Müslim, Leys kanalıyla tahrîc etmişlerdir.

«Bunda inanan bir kavim için öğüt ve rahmet vardır.» Şüphesiz ki bu Kur'ân'da; inanan bir kavim için gerçeği beyân, bâtılı giderme, Allah'ı yalanlayan ve O'na karşı gelenlere azabın ve Allah'ın intikamının nasıl indiğini gösteren bir öğüt ve rahmet vardır.

Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: «De ki: Şâhid olarak benimle si­zin aranızda Allah yeter. (Şüphesiz O sizin içine daldığınız yalanlama­yı ve beni peygamber olarak gönderdiğine dâir O'ndan alarak size ha­ber verdiklerimde söylediklerimi bilmektedir. Şayet ben O'na karşı ya­lan uydurmuş olsaydım, mutlaka benden intikam alırdı.)» Nitekim başka bir âyet-i kerîmemde şöyle buyrulur: «Eğer O, bazı sözleri Bize karşı buna katmış olsaydı, elbette Biz onu kuvvetle yakalardık. Sonra da hiç şüphesiz onun şah damarını koparırdık. Sizden hiç biriniz de o zaman buna engel olamazdınız.» (Hakka, 44-47). Ben, size haber ver­diklerimde, Allah'a karşı mutlaka doğru sözlüyümdür. Bu sebepledir ki beni apaçık mucizeler ve kesin delillerle desteklemiştir. «O, göklerde ve yerde olanı en iyi bilir. (Hiç bir gizlilik ona gizli kalmaz.) Bâtıla ina­nanları ve Allah'a küfredenleri bilir. İşte onlar (Allah'a dönecekleri günde) kaybedenlerin kendileridir.» Yaptıklarından dolayı onları ce­zalandıracak, gerçeği yalanlama ve bâtıla uymalarının karşılığını mut­laka verecektir. Onlar Allah'ın elçilerinin doğruluğuna delâlet eden de­lillerin konulmasına rağmen Allah'ın elçilerini yalanlamışlar, hiç bir de­lilleri olmaksızın tâğûtlara ve putlara îmân etmişlerdir. İşte bu yüzden onları cezalandıracaktır. Şüphesiz O Hakîm'dİr, Alîm'dir.[20]

 

53  — Sencfen azabı çarçabuk isterler. Eğer belirtilmiş bir süre olmasaydı, azâb onlara hemen gelirdi. Ama onlar farkına varmadan o, kendilerine ansızın gelecektir.

54  — Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Doğrusu cehen­nem kâfirleri kuşatıp durmaktadır.

55  — O günde hem tepelerinden, hem de ayaklarının al­tından azâb kendilerini kaplayacaktır. Ve: Yaptıklarınızın karşılığını tadın, diyecektir.

 

Allah Teâlâ müşriklerin, Allah'ın azabının ve baskınının başlarına hemen gelmesini istemelerindeki bilgisizliklerini  haber veriyor.   Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de: «Hani demişlerdi ki: Allah'ımız, eğer bu, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır, yahut acıklı bir azâb getir.» (Enfâl, 32) buyrulurken, burada da şöyle demektedir: «Senden azabı çarçabuk isterler. Eğer belirtilmiş bir süre olmasaydı, azâb onlara hemen gelirdi.» Şayet Allah Teâlâ, azabı kıyamet gününe te'hîr etmeyi kesinleştirmemiş olsaydı, onların çarçabuk istedikleri gibi azâb onlara (yakında ve) hemen gelirdi. «Ama yine de onlar farkına varmadan başlarına ansızın gelecektir. Senden azabı çarçabuk istiyor­lar. Doğrusu cehennem yakında kâfirleri kuşatacaktır (ve bu başlarına mutlaka gelecektir.)» Şu'be'nin Semmâk'den, onun da İkrime'den riva­yetine göre; o, «Doğrusu cehennem kâfirleri kuşatacaktır.» âyetindeki cehennemi, denizle tefsir etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyn'in... îbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Doğrusu cehennem kâ­firleri kuşatacaktır.» âyeti hakkında şöyle demiş: Cehennem, yeşil de­nizdir. Yıldızlar oraya takılacak, güneşle ay orada katlanıp dürülecek, sonra yakılacak ve o, cehennem olacaktır. İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Âsım'ın... Savfân İbn Ya'lâ'dan, onun da babasından rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Deniz, cehennemdir. Ya'lâ'ya: Allah Teâlâ'nın: «Şüphesiz ki zâlimler için, duvarları kendi­lerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazuiamışızdır.» (Kehf, 29) buyur­duğunu görmez misin? dediler. Dedi ki: Hayır, Ya'lâ'nın nefsi kudret elinde olan (Allah) a yemin ederim ki Allah'a karşı gelmedikçe ben oraya asla girmeyeceğim. Allah'a karşı durmadıkça ondan bana bir damla dahi değmeyecektir. Bu garîb bir açıklama ve gerçekten garîb bir hadîstir. En doğrusunu Allah bilir.

«O günde hem tepelerinden, hem de ayaklarının altından azâb ken­dilerini kaplayacaktır.» âyeti, Allah Teâlâ'nın şu âyetleri gibidir: «On­lar için cehennemde bir döşek ve üstlerine de örtüler vardır.» (A'râf, 41), «Onların üstlerinde kat kat ateşler, altlarında da kat kat ateşler vardır.-) (Zümer, 16), «O küfredenler yüzlerinden ve sırtlarından ateşi engelle­yemeyecekleri ve yardım göremeyecekleri zamanı keski bilseler.» (Enbi­yâ, 39). Ateş onları diğer yönlerinden de kaplayacaktır ve bu, hissi olan azabın en üstün ve şiddetli olanıdır.

«Ve: Yaptıklarınızın karşılığını tadın, diyecektir.» kısmı bir teh-dîd, suçlama ve azarlamadır ki bu da, nefislere ma'nevî bir azâb ola­caktır. Bu, Allah Teâlâ'nın şu âyetleri gibidir: «O gün yüzleri üstü ateşe sürüldüklerinde: Cehennemi tadın, denir. Şüphesiz Biz her şeyi bir öl­çüye göre yaratmışızdır.» (Kamer, 48-49), «O gün cehennem ateşine itildikçe itilirler. Yalanlayıp durduğunuz ateş işte budur. Bu bir büyü müdür, yoksa siz görmüyor musunuz? Girin oraya. Sabretseniz de, sab-retmeseniz de artık birdir. Çünkü siz ancak işlediklerinizin karşılığına çarptırılıyorsunuz  (denir.)»   (Tûr, 13-16).[21]

 

56  — Ey îmân etmiş olan kullarım,  şüphesiz ki Benim yerim geniştir. O halde yalnız Bana ibâdet edin.

57  — Her nefis Ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döndü­rüleceksiniz.

58  - îmân edip te sâlih amel işleyenleri altından ır­maklar akan, içinde temelli kalacakları cennetteki köşk­lere yerleştiririz. Çalışanların mükâfatı ne güzeldir.

59 - Onlar ki sabrederler ve Rablarına tevekkül eder­ler.

60 — Nice canlılar vardır ki; rızkını kendi taşımaz. Si­zin de, onların da rızkım Allah verir.   Ve   O,   Semî'dir, Alîm'dir.

 

Her Canlı ölümü Tadacaktır

 

Allah Teâlâ inanan kullarına, dinin gereklerini yerine getireme­dikleri bir ülkeden Allah'ın geniş kıldığı yerlere (dinlerini uygulamada sıkıntıya düşmeyecekleri yerlere) hicret etmelerini emrediyor. Öyle ge­niş bir yere hicret edecekler ki; orada Allah'ı birlemek ve Allah'ın kendilerine emrettiği gibi O'na ibâdet etmek suretiyle dinlerinin emir­lerini yerine getirme imkanını bulacaklardır. Bu sebepledir ki: «Ey îmân etmiş kullarım, şüphesiz ki Benim yerim geniştir. O halde yalnız Bana ibâdet edin.» buyurmuştur. İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd İbn Abd Rabbih'in... Zübeyr İbn Avvâm'm kölesi Ebu Yahya'dan rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ülkeler Allah'ın ülkeleri, kullar, Allah'ın kullarıdır. Nerede hayra ulaşmışsan orada otur.

Zayıf (güçsüz) sayılanlara Mekke'de, ikâmet etmeleri zorlaşmca, dinleri üzere emniyette olmak için Habeş ülkesine hicret ettiler. Habeş kiralı Ashame en-Necâşî'yi müsâfir edenlerin en hayırlısı olarak buldu­lar. Allah ondan hoşnûd Olsun. Necâşî onları ülkesinde barındırdı, on­lara yardım etti ve emniyetlerini sağladı. Bundan sonra Allah Rasûlü (s.a.) ve kalan ashabı da peygamberlik şehri, tertemiz Medine'ye hic­ret ettiler.

«Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döndürüleceksiniz.» Ne­rede olursanız olun ölüm size ulaşır. O halde Allah'ın emrettiği şekilde O'na itaat üzere olunuz. Elbette sizin için en hayırlı olanı budur. Ölüm mutlaka gelecektir ve ondan kurtuluş da yoktur. Sonra da dönüş Al­lah'adır. Kim O'na itaat üzere idiyse onu en güzel bir şekilde mükâ­fatlandıracak, onu bol sevabı ile karşılayacaktır. Bu sebepledir ki şöyle buyurur: «îmân edip te sâlih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetteki köşklere yerleştiririz.» Onları cennette altlarından su, içki, bal ve süt ırmaklarının aktığı yüce, muhteşem köşklere yerleştiririz. Orada temelli kalırlar. Oradan asla ayrılmak istemezler. Çalışanların mükâfatı (olarak bu köşkler) ne kadar güzeldir. Onlar ki; (dinleri üze­re) sabrederler (Allah'a hicret ederler, düşmanlardan yüz çevirip uzak­laşır; Allah'ın hoşnûdluğunu dileyerek, O'nun katındakileri, va'dinin tasdikini umarak aile ve akrabalarından ayrılırlar) ve Rablarma te­vekkül  ederler.»

İbn Ebu Hatim" —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Bana baba­mın... Ebu Mâlik el-Eş'arî'den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) ona şöyle anlatmış: Şüphesiz cennette öyle odalar vardır ki dışları içlerin­den, içleri de dışlarından görünür. Allah Teâlâ onları; yemek yediren­ler, güzel söz söyleyenler, oruç tutanlar ve insanlar uyurken namaz kı­lanlar için hazırlamıştır.

«Ve onlar (dinî ve dünyevî bütün durumlarında) Rablanna tevek­kül ederler.»

Sonra Allah Teâlâ rızkın bir yere mahsûs olmadığını, aksine rızkı­nın, nerede olurlarsa olsunlar yaratıkları hakkında genel olduğunu, mu­hacirlerin rızıklarmın hicret ettikleri yerde daha çok, daha geniş ve da­ha temiz olduğunu haber verir. Onlar az zaman sonra diğer bölgeler ve ülkelerdeki şehirlerin hâkimleri olmuşlardır. Bu sebepledir ki Allah Te­âlâ: «Nice canlılar vardır ki; rızkını kendi taşımaz.» Rızkını toplama ve elde etmeye güç yetiremez. Herhangi bir rızkı yarın için biriktire-mez. «Sizin de onların da rızkını Allah verir.» Zayıflığına rağmen Allah Teâlâ onun rızkını takdir eder, ona nzkıhı kolaylaştırır ve her yaratığa onun için uygun gelecek rızkı gönderir. Yeryüzündeki küçük bir kannca, havadaki kuşlar ve sudaki balıklara varıncaya kadar. Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a âit olmasın. Onların durup dinlenecek ve sak­lanacak yerlerini de o bilir. Hepsi apaçık Kitâb'dadır.» (Hûd, 6).

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Abdurrahmân el-He-ravî'nin... İbn Ömer'den rivayetinde o, şöyle anlatmış: Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte çıktım, nihayet Medine bahçelerinden birine girdi ve hurma alarak yemeye başladı. Bana: Ey İbn Ömer niçin yemiyorsun? diye sordu. Ben: Ey Allah'ın elçisi, iştahım yok, dedim. Fakat ben arzu ediyorum, bu dördüncü sabahtır ki hiç yemek tatmadım ve bulamadım. Şayet dilemiş olsaydım Rabbıma duâ ederdim de, Kayser ve Kisrâ gibi bana da verirdi. Ey İbn Ömer, yakînlerinin zayıflığı yüzünden bir yıllık nzıklannı saklayan bir kavim içinde kalmış olsaydın ne yapardın? bu­yurdu. Allah'a yemîn olsun ki, biz henüz oradan ayrılmamışken «Nice canlılar vardır ki; rızkım kendi taşımaz. Sizin de, onların da rızkım Al­lah verir. Ve O, Semî'dir, Alîm'dir.» âyeti nazil oldu. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: Şüphesiz ki Allah Teâlâ bana dünyayı biriktirmeyi ve şehvetlerin peşinden gitmeyi emretmedi. Kim bakı bir hayat dileyerek dünyasını biriktirirse; bilsin ki hayat, Allah'ın kudret elindedir. Uyanık olunuz; şüphesiz ben ne bir dirhem, ne bir dînâr biriktirmem. Ve yarın için herhangi bir rızık da saklamam. Bu ğârîb bir hadîstir ve hadîsin râvîleri içindeki Cerrah îbn Minhâl el-Cezerî Ebul-Atûf zayıf bir râvîdir.

Anlatırlar ki, karga yavruları yumurtayı kırıp yumurtadan çıktık­larında beyaz olarak çıkarlarmış. Ana-Babaları onları bu halde gördük­leri zaman, tüyleri karanncaya kadar günlerce onlardan kaçarlarmış. Yavrular ana-babaiarını arayarak ağızlarını açmış halde beklerlermiş. Allah Teâlâ onlar için sinek gibi birtakım kuşlar gönderir, yavrular da onları yakalayarak tüyleri karanncaya kadar geçen günlerde onlarla beslenirlermiş. Ana-babaları her vakit onları arar, beyaz tüylü olduk­larını her görüşlerinde onlardan kaçarlarmış. Nihayet tüylerinin siyah-laştığını gördükleri zaman, onlara karşı şefkat besler ve ağızlarından yem vermek suretiyle onları beslerlermiş. (...)

Şâfiİ, emirlere dâir söylemiş olduğu sözler içinde Hz. Peygamber (s.a.)in sözü gibi: Seyahat ediniz ki sıhhat bulaşınız ve rızıklanasınız, demiştir. Beyhakî der ki: Bize Ebu Hasan Ali îbn Abdân'm yazılı ola­rak... îbn Ömer'den rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.); Seyahat ediniz ki sıhhat bulaşınız ve ganimete kavuşasınız, buyurmuştur. Bu hadîs bize İbn Abbâs'tan da rivayet edildi. İmâm Ahmed'in Kuteybe ka­nalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Allah Rasûlü şöyle buyur­muş: Seyahat ediniz ki hayra eresiniz. Oruç tutunuz ki sıhhat bulaşı­nız. Gazaya çıkınız (Allah yolunda cihâd ediniz) ki ganimete kavuşa­sınız. Bu hadîsin bir benzeri îbn Ömer kanalıyla İbn Abbâs'tan merfû' olarak, Muâz İbn Cebel'den de mevkuf olarak rivayet edilmiştir. (...)

«Ve O, Semî (kullarının sözlerini en iyi işiten) dir, Alîm (onların hareketlerini ve durgunluk hallerini en iyi bilen)dir.»[22]

 

61  — Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri yaratan, gü­neşi ve ayı müsahhar kılan kimdir? diye sorsan, şüphesiz: Allah'tır, diyecekler. O halde neye, çevrilip döndürülüyor­lar?

62 — Allah, kullarından dilediğinin rızkını yayar, onu kısar da. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir.

63  — Andolsun ki onlara: Gökten su indirip onunla ölü­münden sonra yeri dirilten kimdir? diye sorarsan, şüphe­siz; Allah'tır diyecekler. De ki: Hamd Allah'adır. Ama ço­ğu aklını kullanamazlar.

 

Allah Teâlâ zâtından başka ilâh olmadığını kalblere ve gönüllere yerleştiriyor. Zîrâ Allah ile beraber bir başkasına tapınmakta olan müş­rikler O'nun gökleri, yeri, güneşi ve ayı yaratmada yegâne olduğunu, geceyi ve gündüzü buyruğu altına aldığını, yaratıcı ve kullarına rızık ve­rici olduğunu, onların rızıklarmı ve ecellerini değişik değişik olarak tak-dîr buyurduğunu, ve onları birbirlerinden farklı derecelerde yarattığını itiraf etmektedirler. Onlardan kimisi zengin, kimisi fakirdir. Şüphesiz O, onlardan her birine en uygun olanı bilmektedir. Kimin zenginliğe, ki­min de yoksulluğa müstehak olduğunu en iyi bilendir. İşte Allah Teâlâ burada, eşyayı yaratmada ve idarede tek ve yegâne olduğunu haber veri­yor. Mademki durum böyledir, o halde niçin bir başkasına ibâdet olu­nuyor, bir başkasına tevekkül ediliyor? Mademki mülkünde tekdir; o halde tapınılmasında da tek olmalıdır. Çoğu kere Allah Teâlâ, ulûhiy-yet makamında Rab oluşunun birlenmesinin itiraf edildiğini de zikre­der. Zâten müşrikler bunu itiraf etmekteydiler. Nitekim onlar telbiye-lerinde şöyle diyorlardı: Buyur, senin ortağın yoktur. Ancak senin olan, hem ona, hemde sahip olduklarına sahip olduğun bir ortağın müstesna.[23]

 

64  — Bu dünya hayati; yalnızca bir oyun ve oyalanma­dır. Asıl hayat âhiret yurdundaki hayattır. Keski bilseler.

65  — Gemiye bindiklerinde-, dini yalnız Allah'a tahsis ederek O'na yalvarırlar. Ama onları karaya çıkararak kur­tarınca hemen Allah'a şirk koşarlar.

66  — Kendilerine verdiğimize küfretsinler,  eğlensin­ler bakalım. Yakında bileceklerdir.

 

Bu  Dünya Hayatı

 

Allah Teâlâ burada dünyanın ne kadar hakîr olduğunu, zevale erip son bulacağını, onun devamının olmadığını, ondakilerin birer eğlence ve oyalanma olduğunu haber verir ve buyurur ki: «Asıl (devamlı, gerçek, zevali ve sonu olmayan, ebedler ebedîliğince devam edecek olan) hayat, âhiret yurdundaki hayattır. Keski bilseler (di; Bakî olan'ı fânî olana tercih ederlerdi.)»

Sonra Allah Teâlâ müşriklerin, sıkıntı ve zorluk anında tek ve or­tağı olmaksızın Allah'a yakardıklarım haber verir. Ne olurdu; onlann bu durumu devamlı olsaydı. «Gemiye bindiklerinde, dini yalnız Allah'a tahsis ederek O'na yalvarırlar.» âyeti Allah Teâlâ'mn: «Denizde size bir sıkıntı dokununca; yalvardıklarınızm hepsi kaybolur. Ancak Allah kalır. Ama O, sizi karaya çıkarınca yüz çevirirsiniz.» (İsrâ, 67) âyeti gibidir. Burada ise: «Ama onları karaya çıkararak kurtarınca hemen Allah'a şirk koşarlar.» buyurmuştur. İkrime İbn Ebu Cehil'den rivayet­le Muhammed İbn İshâk şöyle anlatır: Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'yi fethettiğinde İkrime, Mekke'den kaçarak Habeşistan'a gitmek üzere bir gemiye binmişti. Gemi onlan sarsmaya, sallamaya başlayınca gemi ahâlîsi: Ey kavim, Rabbınıza dua edin. Şüphesiz ki burada, ancak O kurtarabilir, dediler. İkrime der ki: Allah'a yemîn olsun ki; şayet de­nizde O'nun dışında kimse kurtaramıyorsa, karada da O'nun dışında kimse kurtaramaz. Ey Allah'ım, Sana söz veriyorum.   Şayet   buradan kurtulabilecek olursam, mutlaka gidip elimi Muhammed'in eline koya­cağım (Ona bîat edip müslüman olacağım.) şüphesiz ben onu raûf ve rahîm olarak bulacağım. Gerçekten de öyle' olmuştur.

«Böylece kendilerine verdiğimize küfretsinler, eğlensinler baka­lım.» kısmının başında bulunan lam harfine arap dilcileri, tefsir âlim­leri ve usûl âlimlerinin birçoğu lâm-ı akıbet adını vermektedirler. Şüp­hesiz onlar bunu kasdetmemektedirler. Bir de akıbet, netice bildirmesi onlara nisbetledir. Allah'ın onlar hakkındaki takdirine nisbetle ise bu, sebep bildiren bir lam harfidir. Biz bunu, daha önce: «Firavun'un adamları bunun üzerine onu aldılar. Çünkü o, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı.» (Kasas, 8) âyetinin tefsirinde anlat­mıştık.[24]

 

67  — Çevrelerinde insanların zorla kapılıp götürülme­sine rağmen orayı emîn bir harem yaptığımızı onlar görme­diler mi? Yoksa bâtıla inanıp ta Allah'ın nimetine kütür mü ediyorlar?

68  — Allah'a karşı yalan düzenden veya hak kendisine gelmişken onu yalanlayandan daha zâlim kim vardır? Kâ­firlere cehennemde barınacak yer mi yok? '

69  — Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri elbette yol­larımıza eriştiririz. Şüphesiz ki Allah, ihsan edenlerle bera­berdir.             

 

Allah Teâlâ haram beldesinde yerleştirdiği için Kureyş'e minnet­te bulunuyor. O haram belde ki; orayı insanlar için haram kılmıştır. Bunda orada mukîm olanla oraya dışardan gelen müsavidir. Kim oraya girerse emniyyette olur. Onlar (Yani Kureyş) büyük bir emniyyet için­dedir. Halbuki çevrelerindeki araplar birbirlerini soymakta, birbirlerini öldürmektedirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Kureyş'in alış-tmlması için yaz ve kış yolculuklarına alıştırılmasmdan dolayı, Bu evin Rabbına ibâdet etsinler. Ki O, kendilerini açlıktan kurtarmış ve korkudan emîn kılmıştır.»  (Kureyş, 1-4).

«Yoksa bâtıla inanıp ta Allah'ın nimetine küfür mü ediyorlar?» Bu büyük nimete karşılık onlann şükretmeleri, yoksa O'na şirk koşarak O'nunla beraber putlara ve O'na eş koştuklarına tapınmaları «Allah'ın verdiği nimeti küfre çevirip değiştirenleri ve milletlerini helak olacak­ları yere götürmeleri» (İbrahim, 28) mıdır? Bu büyük nimete şükür olarak, Allah'ın peygamberi kulu ve elçisini inkar mı ediyorlar? Halbuki onlara yaraşan; sâdece Allah'a ibâdet etmeleri, O'na şirk koşmamaları, elçisini doğrulayarak ona ta'zîmde bulunmalarıdır. Halbuki onlar O'nu yalanlamış, onunla savaşmış ve onu aralarından çıkarmışlardır. İşte bu sebeple Allah Teâlâ, verdiği nimetleri onlardan söküp almış, Bedir'de onlardan bir kısmı öldürülmüş; devlet (zafer) Allah'ın, Rasûlünün ve inananların olmuştur. Nihayet Allah Teâlâ Rasûlüne Mekke'nin fethi­ni nasîb etmiş, onların ise burunlarını yere sürterek onları zelîl kıl­mıştır.

«Allah'a karşı yalan iftira edenden veya hak kendisine gelmişken onu yalanlayandan daha zâlim kim vardır?» Allah'a karşı iftira ede­rek, kendisine bir şey vahyolunmamışken; Allah bana vahyetti, diyen­den; ben de Allah'ın (vahiy) indirdiği gibi vahiy indiririm, diyenden daha şiddetli azaba çarptırılacak hiç kimse yoktur. Aynı şekilde ken­disine hak gelmişken onu yalanlayandan daha şiddetli azaba dûçâr ka­lacak kimse de yoktur. Bunlardan birincisi iftiracı, ikincisi ise yalanla-yıcıdır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Kâfirlere cehennemde barınacak yer mi yok?» buyurmuştur.

«Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri...» âyetinde; Allah Rasûlü (s.a.), ashabı ve kıyamet gününe kadar ona tâbi olanlar kasdedilmek-tedir. «(İşte onları) elbette yollarımıza eriştiririz. (Dünyada ve âhiret-te yollarımızı onlara gösteririz.)» İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Akkâ ahâlîsinden Ebu Ahmed Abbâs el-Hemedânî'den rivayetine göre; o, «Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri elbette yollarımıza eriştiririz. Şüphesiz ki Allah, ihsan edenlerle beraberdir.» âyeti hakkında şöyle de­miştir: Bildikleri ile amel edenleri Allah bilmediklerine eriştirecektir, Ahmed İbn Ebu el-Havârî der ki: Bunu Ebu Süleyman ed-Dârânî'ye naklettim de, çok hoşuna gitti ve şöyle dedi: Kendisine bir hayır ilham edilene eserde (şer'î bir haberde) işitinceye kadar onu işlememesi yara­şır. Haberde işittiği zaman onunla amel eder ve şerîatm haberi yapmak­ta olduğuna muvafık düştüğü zaman Allah'a hamdeder.

«Şüphesiz ki Allah, ihsan edenlerle beraberdir.» İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Şâ'bî'den rivayetine göre, Meryem Oğlu îsâ (a.s.) şöyle demiş: İhsan; ancak sana kötülük edene iyilik etmendir. Yoksa sana iyilik edene iyilik yapman; ihsan değildir. En doğrusunu Allah bilir.[25]



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6259-6260

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6261

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6262-6263

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6263-6264

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6265-6266

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6267-6268

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6269-6270

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6271-6272

[9] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6272-6275

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6276-6277

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6278-6282

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6282-6283

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6284-6285

[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6285-6286

[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 11/6287-6288

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6299-6300

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6300-6303

[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6307-6309

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6310-6312

[20] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6312-6314

[21] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6314-6315

[22] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6316-6318

[23] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6319

[24] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6320-6321

[25] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6321-6322

Free Web Hosting