FÂTIR SÜRESİ2

Göklerin ve Yerin Yaratanı2

Bulutları Yürüten  Rüzgârlar4

İki Deniz  Bir Olur  Mu Hiç?. 6

Yepyeni Bir Yaratık. 6

Kör İle Gören Bir Olur Mu Hiç?. 7

Kitaba Vâris  Olanlar9

Adn  Cennetlerine  Girenler11

Ve Kâfirlere de Cehennem Ateşi12

Göklerin ve Yerin Gaybi14

Büyüklenip Düzen Kuranlar15


FÂTIR SÜRESİ

(Mekke'de nazil olmuştur, 45 âyettir.)

 

1 — Hamd; göklerin ve yerin yaratanı, melekleri iki­şer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah'a mahsûstur. Yaratmada dilediği kadar fazlalaştırır. Muhakkak ki Al­lah, her şeye kadirdir.

 

Göklerin ve Yerin Yaratanı

 

Süfyân es-Sevrî, İbrahim İbn Muhacir kanalıyla Mücâhid'den, o da îbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiş: Ben, «Göklerin ve yerin ya­ratanı» ifâdesinin ne demek olduğunu bilmiyordum. Nihayet bir kuyu kenarında iken iki bedevi yanıma gelip tartıştılar. Biri diğerine dedi ki: Onu ben yaptım, evvelâ ben kazmaya başladım. İbn Abbâs der ki: İşte «Göklerin ve yerin yaratanı» ifâdesi; gökleri ve yeri ilkin ibda' eden, demektir.

Dahhâk der ki: Kur'an'da geçen her ( ifâdesi; göklerin ve yerin yaratanı mânâsına gelir.

«Melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan.)) Kendisi ile peygamberleri arasında onları elçiler kılıp uçurarak emrettiği gerçeği çabucak peygamberlerine ulaştıran. Meleklerden kiminin iki, kiminin, üç, kiminin dört, kiminin de daha fazla kanatlan vardır. Nitekim ha-dîs-i şerifte Rasûlullah (s.a.)ın Cibril'i altı yüz kanatlı olarak gördüğü, her iki kanadının arasının doğu ile batı arası kadar olduğu bildirilir. Binâenaleyh Allah Teâlâ «Yaratmada dilediği kadar fazlalaştırır. Mu­hakkak ki Allah, her şeye kadirdir.»

Süddi der ki; Allah Teâlâ kanatlan yaratmada ve fazlalaştırmada dilediği gibi artınr. Zührî ve İbn Cüreyc ise «Yaratmada dilediği kadar fazlalaştırır.» kavli ile güzel sesin kasdedildiğini bildirir. Buharı edeb babında bu görüşü Zührî'den nakleder.îbn Ebu Hatim de tefsirinde bu görüşü nakleder. Şâzz olarak şeklinde noktasız hâ ile okuyanlar da olmuştur. Allah en iyisini bilendir.[1]

 

2 — Allah'ın insanlar için açtığı rahmeti, tutacak yok­tur. Tuttuğunu da O'ndan sonra gönderecek yoktur. Aziz, Hakim O'dur.

 

Allah Teâlâ, dilediği şeyin olacağını, dilemediğinin olmayacağım, verdiğini engelleyecek, engellediğini verecek kimsenin bulunmadığım haber veriyor. İmam Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ali İbn Âsim Mu-ğîre İbn Şu'be'nin kölesi Verrâd'dan nakletti ki; Muâviye, Muğîre îbn Şu'be'ye mektup yazarak; Rasûlullah (s.a.)tan işittiğin şeyleri bana yaz, demiş: Muğîre, beni çağırdı ve ben ona şöyle yazdım: Ben Rasûlul­lah (s.a.)m namazı bitirince şöyle buyurduğunu işittim: Allah'tan baş­ka İlâh yoktur1. O, tektir ve ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'na-dır. Ve O, herşeye kadirdir. Allah'ım, Senin verdiğini engelleyecek, en­gellediğini verecek yoktur. Onun kîl ve kaiden (şunun bunun hakkında söz söylemekten) nehyettiğini, çok soruyu ve malı tüketmeyi yasakla­dığını, kızları diri diri toprağa gömmeyi, anneye isyan etmeyi, vermesi gerekeni vermeyip, hakkı olmayan şeyi istemeyi yasakladığını duydum. Buhârî ve Müslim bu hadîsi muhtelif yollarla Verrâd'dan naklederler. Müslim'in Sahîh'inde Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.)den nakledilir ki; Rasû­lullah (s.a.) başını rükû'dan kaldırdığında şöyle dermiş: Allah, kimin kendisine hamdettiğini işitti. Allah'ım, Rabbımız, hamd Sana'dır. Gök­ler ve yer doluşunca. Daha başka istediğin her şey doluşunca. Allah'ım, Sena ve övgü sahibi Rabbım, hepimiz Sen'in kulunuz. Kulun söylediğinin en doğrusu şudur: Allah'ım, Sen'in verdiğini engelleyecek, engel­lediğini verecek yoktur. Hiç bir güç sahibinin gücü Sen'in yanında fay­da vermez. Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'nm şu kavli gibidir. «Allah, sana bir sıkıntı verirse; onu yine ancak Allah giderir. Sana bir iyilik dilediği takdirde; O'nun lutfunu geri çevirecek de yoktur.» (Yûnus, 107). Bu âyetin pek çok benzerleri vardır. İmâm Malik der ki: Yağmur yağdığı zaman, Ebu.Hüreyre (r.a.): Bize ayın fetih durağmdaki yağmur yağdırıldı, der sonra da «Allah'ın insanlar için açtığı rahmeti, tutacak yoktur. Tuttuğunu da ondan sonra gönderecek yoktur. Azîz, Hakîm O'dur.» âyetini okurdu. îbn Ebu Hatim de Yûnus kanalıyla... Ebu Hüreyre'den bu rivayeti nakleder.[2]

 

3 — Ey insanlar; Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşü­nün. Allah'tan başka gökten ve yerden sizi rızıklandıran bir yaratıcı var mıdır? O'ndan başka ilâh yoktur. O halde nasıl çeviriliyorsunuz?

 

Allah Teâlâ, kullarını uyarıyor ve onları yalnız ve yalmz kendisine ibâdet etmeye ve tevhîd delillerini bulmaya sevkediyor. Nasıl O, ya­ratma da ve nzık vermede tek ve eşsiz ise; ibâdette de tek ve eşsiz ol­malıdır. O'ndan başka putlar, şirkler ve eşler edinilmemelidir. Bu se­beple Allah Teâlâ «O'ndan başka ilâh yoktur. O halde nasıl çeviriliyor sunuz?)) buyuruyor. Bunca açıklamalardan, bunca apaçık "burhandan sonra nasıl da döndürülüyorsunuz. Ve dönüp siz yine putlara ve taş­lara tapıyorsunuz.[3]

 

4 — Eğer seni yalanlıyorlarsa; doğrusu senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştır. îşler ancak Allah'a döndürülür.

5 — Ey insanlar; Allah'ın   vaadi   muhakkak   haktır, dünya hayatı sizi aldatmasın. Ve o mağrur da Allah ile sizi aldatmasın.

6  — Muhakkak ki şeytân, sizin düşmanmızdır. Öyley­se siz de onu düşman edinin. O, taraftarlarını ancak çılgın alevli ateşin yaranı olmaya çağırır.

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey Muhammed, eğer Allah'a şirk koşan şu müşrikler seni yalanlıyor ve kendilerine getirdiğin tevhîd gerçeğin­de sana muhalefet ediyorlarsa; senden önce geçen peygamberler senin için bir örnektir. Onlar da aynı şekilde kendi toplumlarına apaçık bel­gelerle gelmişler ve tevhidi emretmişlerdi ve o toplumlar, onlan da ya­lanlamışlar ve muhalefet etmişlerdi. «İşler ancak Allah'a döndürülür.» Ve Biz, onlara bu konuda cezaların en uygununu veririz.

Müteakiben Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Ey insanlar; Allah'ın vaadi muhakkak haktır.» Kıyamet muhakkak gelecektir. «Dünya hayatı sizi aldatmasın.» Bu dünyanın aşağılık hayatı sizi aldatmasın. Allah'ın, dostlanna ve peygamberlerinin tâbilerine hazırladığı yüce hayrı unut­turmasın. Bakî olanı, şu fânî çiçeklerle değişmenize sebep olmasın. «Ve o mağrur da Allah'(in affı) ile sizi aldatmasın.» Mağrur şeytândır. İbn Abbâs böyle demiştir. Yani şeytân sizi aldatıp ta Allah Rasûllerine tâbi olmaktan vazgeçirmesin, onların sözlerini doğrulamaktan alıkoymasın. Çünkü o aldatıcıdır, iftiracıdır ve yalancıdır. Bu âyet-i kerîme, Lokman süresindeki şu âyete benzer: «Öyleyse sakın dünya hayatı sizi aldatma­sın. Aldatıcı şeytân sizi Allah'ın bağışlamasına güvendirerek yoldan çıkarmasın.» (Lokman, 33). Mâlik, Zeyd îbn Eslem'den nakleder ki; bu mağrûr'dan maksad, şeytândır. Nitekim Allah Teâlâ mü'minlerin kıya­met günü münafıklara şöyle diyeceklerini bildiriyor: «Mü'minlerle mü­nafıkların arasjna; kapısının içinde rahmet ve dışında azâb olan bir sûr çekilir. Münafıklar mü'minlere; biz sizinle beraber değil miydik? diye seslenirler. Onlar; evet öyle, fakat sizler kendinizi aldattınız, bize pusu kurdunuz. Allah'ın buyruğu, gelene kadar dinde şüpheye düştü­nüz. Sizi kuruntular aldattı. Sizi şeytânlar Allah'a karşı da ayarttı.» (£adîd,  13-14).

Bilâhare Allah Teâlâ; şeytânın âdemoğluna düşmanlığını belirte­rek buyuruyor ki: «Muhakkak ki şeytân, sizin düşmamnızdır. Öyleyse siz de onu düşman edinin.» O size düşman olduğunu açıkça belirtiyor, öyleyse siz de ona daha şiddetle düşmanlık yapın, söylediklerine muha­lefet edin ve sizi aldatmak istediği konularda onu yalanlayın. «O, taraf­tarlarını ancak çılgın alevli ateşin yârânı olmaya çağırır.» Yani şeytân, yalnızca sizi sapıtmak ister ki kendisiyle beraber çılgın ateşli aleve gi-resiniz. İşte bu, apaçık düşmanlıktır. Azîz ve kuvvetli olan Allah'tan; bizi şeytânın düşmanı kılmasını diler, kitabına uymamızı bize nasîb et­mesini, peygamberinin yolunu rehber edinmemizi sağlamasını umarız. Muhakkak ki O, dilediğine kadirdir ve istenileni vermeye gücü yeter. Bu âyet-i kerime, Kehf süresindeki şu âyete benzer: «Hani meleklere; Âdem'e secde edin, demiştik de: İblîs'ten başka hepsi secde etmişti. O ise cinlerden olduğu için Rabbının emrinden dışarı çıkmıştı. Şimdi siz, Beni bırakıpta size düşman olan, onu ve soyunu mu dost ediniyor sunuz? Zâlimler için, ne kötü bedeldir bu.»   (Kehf, 50).[4]

 

7—O küfredenler, işte onlara şiddetli azâb vardır. İmân etmiş olup ta sâlih ameller işleyenlere de, işte onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.

8 — Kötü işi kendisine süslendirilip te onu güzel gören bir midir? Muhakkak ki Allah, dilediğini saptırır, diledi­ğini de hidâyete erdirir. Öyleyse onlara yanarak kendini harâb etme. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını bilen­dir.

 

Allah Teâlâ, İblis'in yolunda gidenlerin akıbetinin alevli cehennem olduğunu zikrettikten sonra, küfredenler için şiddetli azâb bulunduğu­nu bildiriyor. Çünkü onlar şeytâna uyup Rahmân'a isyan etmişlerdir. Allah'a ve peygamberlerine îmân edip «Sâlih ameller işleyenlere de, iş­te onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.» Günâhları bağışlanır, işle­dikleri hayırlı amellere mükâfat verilir.

Müteakiben Hak Teâlâ buyuruyor ki: «Kötü işi kendisine süslendi­rilip te onu güzel gören bir midir?» Yani kâfirler, fâcirler kötü ameller işledikleri halde kendilerinin iyi işler yaptıklarını iddia ederler. Allah'ın sapıtmış olduğu bu kişiler hakkında senin aldanman mümkün müdür? Hayır mümkün değildir. «Muhakkak ki Allah, dilediğini saptınr, dile­diğini de hidâyete erdirir.» Bu, O'nun takdiri iledir. «Öyleyse onlara ya­narak kendini harâb etme.» Sen bunun için üzülme, çünkü Allah takdîrâtında hikmet sahibidir. Ancak O'nun sapıttığı sapar ve hidâyete er­dirdiği de hidâyete erer. Bu konuda erişilmez hüccet ve tâm bilgi O'nun-dur. Bunun için Allah Teâlâ âyetin devamında «Şüphesiz ki Allah, on­ların yaptıklarım bilendir.)) buyuruyor.

İbn Ebu Hatim, bu âyetin tefsirinde der ki: Bana babam... Ab­dullah İbn Deylemî'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Ben Tâifde, el-Vaht denilen bir duvarın dibinde bulunan Abdullah İbn Arar'ın yanına var­dım. O dedi ki: Rasûlullah (s.a.)m şöyle buyurduğunu işittim: Muhak­kak ki Allah, yaratıklarını karanlıkta yarattı. Sonra onların üzerine nurunu gönderdi. O gün kendisine Allah'ın nuru isabet edenler, doğru yolu buldular. İsabet etmeyenler de sapıttılar. İşte bunun için derim ki: Allah Azze ve Celle'nin bildiği şeyin üzerinde kalem kurumuştur. Sonra İbn Ebu Hatim der ki: Bana Yahya... Zeyd İbn Ebu Evfâ'nın şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.) bizim yanımıza gelerek buyur­du ki: Sapıklıktan hidâyete erdiren ve sevdiğine dalâleti karanlık gös­teren Allah'a hamdolsun. Bu hadîs de aynı şekilde gerçekten garîb bir hadîstir.[5]

 

9 — Allah O'dur ki; bulutları yürüten rüzgârlar gön­dermiştir. Biz onu ölü bir memlekete sürüp onunla yeri Ölümünden sonra diriltiriz. İşte diriliş te böyledir.

10 — Kim izzet istiyorsa; izzet bütünüyle Allah'ındır. Güzel sözler O'na yükselir. Onu da sâlih amel yükseltir. Kötülükleri tuzak yapanlar için şiddetli  bir azâb  vardır. Onların hilesi, boşa çıkar.

11 — Allah, sizi topraktan yaratmıştır, sonra bir dam­la sudan sonra da sizleri çiftler olarak var etmiştir. Hiç bir dişi O'nun bilgisi olmadan hâmile kalmaz ve doğum yapmaz. Bir ömürlünün çok yaşaması ve ömrünün azalması ancak kitabdadır. Muhakkak ki bu; Allah'a pek kolaydır.

 

Bulutları Yürüten  Rüzgârlar

 

Çoğunlukla Allah Teâlâ, ölümünden sonra yeryüzünün dirilişini, diriliş günü için örnek verir. Hacc sûresinde olduğu gibi, burada da Al­lah Teâlâ bu noktaya dikkat çekerek kullarını uyarıyor. Bilindiği gibi, yeryüzü katı, bitkisiz, ölü bir toprak yığını haline geldiğinde Allah Te­âlâ su taşıyan bulutları oraya gönderir ve üzerine yağmur indirir. O za­man toprak sarsılır ve oynar. Her çiftten güzel çiftler yetiştirir. İşte ce-sedler de böyledir. Allah Teâlâ onları diriltip hasretmek istediğinde Arş'ın altından bir yağmur yağdırır da bütün yeryüzünü kuşatır. Bitki tanesinin topraktan yeşerdiği gibi cesedler <Je topraktan çıkar. Bunun için sahîh hadîste şöyle vârid olmuştur: Âdemoğlunun her uzvu çürür ancak kuyruk sokumu müstesna. Ondan yaratılmıştır ve ondan birleş­tirilecektir. Bunun için Allah Teâlâ «İşte diriliş te böyledir.» buyuru­yor.

Hacc sûresinde geçen Ebu Rezîn'in naklettiği hadîste buyurulur ki: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah ölüleri nasıl diriltir? Yaratılıştan bunun de­lili nedir? dedim. O buyurdu ki: Ey Ebu Rezîn sen kavminin vadisinde bir yere uğramadın mı ki. ikinci uğradığında oranın sarsılıp yemyeşil olduğunu göresin? Ben; evet, dedim. Rasûlullah (s.a.); İşte Allah, ölü­leri de böyle diriltir, buyurdu.

«Kim izzet istiyorsa; izzet bütünüyle Allah'ındır.» Kim dünya ve âhirette azîz olmak istiyorsa, Allah'a itaat etmeye koyulsun. Çünkü Allah, kendisine itaat eden kişinin istediğini elde etmesini sağlar. Zîrâ Allah, dünya ve âhiretin sahibidir. Hem dünyada, hern de âhirette iz­zet bütünüyle Allah'ındır. Nitekim Allah Teâlâ Nisa sûresinde şöyle bu­yurur: «Onlar ki mö'rninleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların tarafında izzet mi arıyorlar? Doğrusu izzet bütünüyle Allah'ındır.» (Ni­sa, 139). «Onların sözleri seni üzmesin. Çünkü izzet, bütünüyle Allah'a aittir.» (Yûnus, 65), «İzzet Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerindir. Fa­kat münafıklar bilmezler.» (Münâfikûn, 8). Mücâhid der ki: Kim put­lara taparak izzet istiyorsa, izzet bütünüyle Allah'ındır. Katâde de der ki: Kim izzet istiyorsa, izzet bütünüyle Allah'ındır. Binâenaleyh Allah Azze ve Celle'ye itaat ederek izzetlenmeye çalışın. Denildi ki: Bu âyetin anlamı şöyledir: Kim izzetin bilgisini arıyorsa ve kimin azîz olduğunu bilmek istiyorsa izzet bütünüyle Allah'ındır. İbn Cerîr bunu böyle nakleder.

«Güzel sözler O'na yükselir.» Zikir, Kur'an okuma ve duâ. Seleften birden fazla kişi böyle demişlerdir. İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Muhammed İbn İsmâîl... Mahânk İbn Süleym'den nakletti ki; o, şöyle demiş: İbn Mes'ûd şöyle dedi: Biz size bir hadîs nakledersek onun tas­diki için Allah'ın kitabından bir örnek getiririz. Müslüman bir kul; Al­lah'ım, Sana hamdeder, tesbîh ederiz. Hamd Allah'a mahsûstur, Allah'­tan başka hiç bir ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Allah yücelerin yüce­sidir, dediği zaman; bir melek onları alır ve kanadının altında sakla­yarak gökyüzüne yüceltir. O, bütün melekleri dolaşır, melekler bu sözü söyleyen kişi için mağfiret dilerler. Nihayet o, Rahman Azze ve Celle'nin huzuruna getirilir. Sonra Abdullah İbn Mes'ûd, «Güzel sözler O'na yük­selir. Onu da sâlih amel yükseltir.» âyetini okudu.

Bana Ya'kûb İbn İbrahim... Kâ'b el-Ahbâr'dan nakletti ki; o, şöyle demiş: Tesbîh ederim Allah'a, hamd Allah'a mahsûstur. Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. Allah en büyüktür, sözü; Arş'm etrafında arının dö­nüşü gibi döndürülür ve melekler onun sahibini anarlar. Sâlih ameller ise hazînelerdedirler. Bu haberin Kâ'b el-Ahbâr'a isnadı sahihtir. An­cak merfû' olarak rivayet edilmiştir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize İbn Nümeyr... Nu'mân İbn Beşîr'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Allah'ın celâ­lini zikredip O'nu tesbîh, tekbîr, tahmîd ve tehlîl ile ananlar; Arş'm et­rafına götürülürler. Arının dolanışı gibi onların dolanışı vardır. Sahip­leri orada zikredilir. Sizden biriniz Allah katında anılabileceği bir şeyi­nin bulunmasını istemez mi? İbn Mâce, bu hadîsi Ebu Bişr kanalıyla... İbn Mes'ûd'un oğlu Ukbe'nin oğlu, Abdullah'ın oğlu Avn'dan veya onun kardeşi kanalıyla Nû'mân İbn Beşîr'den nakleder.

«Onu da sâlih amel yükseltir.» Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'm şöyle dediğini nakleder: Güzel söz Allah'ı zikirdir. O, Allah Azze ve Celle'ye yüceltilir. Sâlih amel ise O'nun farzlarını edâ etmektir. Kim, Allah'ı zikredip te farzlarını edâ etmezse; onun sözü ameline dön­dürülür. Onun için evlâ olan amel işlemesidir. Mücâhid de şöyle der: Sâlih amel güzel'sözü yüceltir. Ebü'l-Aliye, İbrâhîm en-Nehaî, Dahhâk, Süddî, Rebî' İbn Enes, Şehr İbn Havşeb ve başkaları böyle demişlerdir. îyâz İbn Muâviye ise der ki: Sâlih amel olmasaydı, güzel söz yükseltil-mezdi. Hasan ve Katâde de amel olmadan sözün makbul olmadığını bil­diriyorlar.

«Kötülükleri tuzak yapanlar.» Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr ve Şehr İbn Havşeb, bunların; amelleriyle riyakârlık yapanlar olduğunu bildi­rir. Yani onlar insanlara hîle yaparak kendilerinin Allah'ın emirlerine itaat ettiklerini vehmettirirler. Halbuki onlar, yaptıklarıyla iki yüzlü­lük etmektedirler ve Allah Azze ve Celle'nin buğzuna müstehak olmakta­dırlar. Onlar aslında Allah'ı çok az zikretmektedirler. Abdurrahmân İbn Zeyd îbn Eşlem bunların müşrikler olduğunu bildirir. Sahîh olan, bu hükmün umûm ifâde etmesidir. Müşriklerin âyetin hükmü içerisine dâ­hil olması ise daha evlâdır. Bunun için Allah Teâlâ «Onlar için şiddetli bir azâb vardır. Onların hilesi boşa çıkar.» buyurmaktadır. Allah Teâlâ akıl ve basiret sâhiblerine onların sahte ibâdetlerini göstererek bu niy-yetlerini ibtâl eder ve bozukluklarını açığa çıkarır. Çünkü bir kul neyi gizlerse mutlaka Allah Teâlâ onu, yüzünün çizgilerinde ve dilinin tek­lemelerinde açığa çıkarır. Kim de bir gizliyi gizlemek isterse, Allah Te­âlâ onun örtüsünü Örter. Hayır ise hayır olarak, şer ise şer olarak ka­patır. Mürâî kişi, ancak durumunu ahmaklara beğendirebilir. Feraset sâhibleri mü'minler ise onlara iltifat etmezler. Aksine onlann durumu, kısa zamanda mü'minlerin katında açığa çıkar. Gaygı bilen Allah'a ise hiç bir şey gizli ve saklı kalmaz.

«Allah, sizi topraktan yaratmıştır, sonra bir damla sudan». Yani önee atamız Âdem'i topraktan yaratmaya başlamış, sonra onun soyunu değersiz bir sudan, bir özden halketmiştir. «Sonra da sizleri çiftler ola­rak var etmiştir.» Erkek ve dişi olarak. Sizleri çiftler olarak yaratması O'nun size lütuf ve rahmetinin eseridir ki böylece huzur bulabilesiniz.

«Hiç bir dişi O'nun bilgisi olmadan hâmile kalmaz ve doğum yap­maz.» O, bunların hepsini bilir. Hiç bir şey O'na gizli kalmaz. En'âm sû­resinde buyrulduğu gibi: «Gaybın anahtarlan O'nun katındadır. O'n-dan başka kimse- bilmez. Karada ve denizde olanı da O bilir. Bir yap­rak düşmez ki; onu bilmesin. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, >aş ve kuru müstesna olmamak üzere her şey apaçık bir kitâbdadır.» (En'âm, 59).

((Bir ömürlünün çok yaşaması ve ömrünün azalması ancak kitâb­dadır.» Yani bazı nutfeye uzun ömür verilmesi, Allah'ın bildiği bir bil­giye mebnîdir ve o, kendi katındaki ilk kitabta kayıdlıdır. «Ve ömrü­nün azalması» ifâdesindeki zamir zâta değil, cinse râcîdir. Çünkü Al­lah'ın bilgisinde ve kitabındaki uzun ömür, şahısla ilgili olarak eksil* mez. Zamîr, bu bakımdan cinse râci'dir. İbn Cerîr Taberî der ki: Bu ifâ­de arapların şu sözü gibidir: «Benim yanımda bir elbise ve onun yarısf vardır.» Yani; bir kat elbise ve bir başkasının da yarısı var, demektir.

Avfî tankıyla İbn Abbâs'tan nakledilir ki; o, «Bir ömürlünün çok yaşaması ve ömrünün azalması ancak kitâbdadır. Muhakkak ki bu; Al­lah'a pek kolaydır.» âyeti konusunda şöyle demiştir; Kimin hakkında uzun ömür ve yaşama hükmü verilmişse; o, muhakkak kendisi için tak-dîr edilmiş olan ömrü yaşar. Bu ömrü doldurması demek, kendisi için takdir edilmiş olan kitabın (yazının) tamamlanması demektir. Kimin de ömrünün kısa olması karârlaştırılmışsa hayatı mutlaka ömrüne gö­redir. Onun hayatı, kendisi için kaydedilen yazıya göredir. İşte Allah Teâlâ bu âyette, bunun hepsinin kitabının (yazısı) Allah katında olduğunu bildiriyor. Dahhâk İbn Müzâhim de böyle demiştir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem'den nakledilir ki; o, «Ve ömrünün azalması ancak kitâbdadır.» kavli hakkında; rahimler tamamlanmamış olan hiç bir yav­ruyu dışarı atmaz, demiştir. Abdurrahmân tefsirinde der ki: Görmez misiniz bazı insanlar yüz sene yaşar, diğeri de doğarken ölür. İşte bu âyette kasdedilen budur. Katâde der ki: Ömrü azaltılan, altmış yaşın­dan önce ölendir. Mücâhid der ki: Bu âyetle kasdedilen mânâ şudur: Her ömürlünün ömrü, annesinin karnındayken yazılmıştır. Bütün mah-lûkât tek bir süreye göre yaratılmış değildir. Şunun ömrü öbürününkin-den azdır ve hepsi sahibi için yeterince kaydedilmiştir. Bazıları da de­diler ki: Bu âyetin anlamı şöyledir: «Bir ömürlünün çok yaşaması» yani onun için sürenin kayıdlı olması «ve ömrünün azalması ancak ki­tâbdadır.)) Bu da ömrünün yavaş yavaş tükenmesidir. Hepsi Allah ka­tında yıl be yıl, ay be ay, hafta be hafta, gün be gün, saat be saat yazıl­mıştır. Hepsi Allah'ın katındaki kitâbda kayıdlıdır. İbn Cerîr Taberî, Ebu Mâlik'ten bu tefsiri nakleder. Süddî ve Ata el-Horasânî de bu gö­rüşü benimsemişlerdir. İbn Cerîr Taberî birinci görüşü tercih eder. Neseî bu âyet-i kerîme'nin tefsirinde <Jer ki: Bize Ahmed İbn Yahya... Enes îbn Mâlik'den nakletti ki; o, Rasûlullah (s.a.)ın şöyle buyurduğu­nu işittim, demiş: Kim rızkının genişletilmesini ve ecelinin uzatılma­sını isterse; akrabalarına sıla-i rahmde bulunsun. Bu hadîsi Buhârî ve Müslim, Ebu Dâvûd kanalıyla Yûnus İbn Yezîd'den naklederler. îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyn... Ebu Derdâ'dan nakletti ki; o, şöyle demiş: Biz, Rasûlullah (s.a.)ın yanında bulunduğumuzda o bize öğüt vererek buyurdu ki: Muhakkak ki Allah Teâlâ eceli geldiğinde hiç bir canlının süresini uzatmaz. Ömrün artması, sâlih zürriyet iledir ki Allah Teâlâ onu kuluna nasîb eder. Kendisinden sonra o sâlih zürriyet kula duâ eder ve onların duasını Allah Teâlâ kişiye kabrinde ulaştırır. İşte ömrün artması budur.

«Muhakkak ki bu; Allah'a pek kolaydır.» Basittir. Allah Teâlâ'nın bunu ve bütün mahlûkâtınm tek tek bilgisini ihata etmesi O'nun için gayet basittir. Çünkü O'nun bilgisi her şeyi kuşatır ve hiç bir şey O'n-dan saklanmış değildir.[6]

 

12 — iki deniz bir olmaz. Şu; çok tatlıdır, susuzluğu ke­ser içilmesi kolaydır. Şu ise tuzludur, acıdır. Her birinden taze et yersiniz ve giyeceğiniz süs eşyası çıkarırsınız. O'nun lutfundan aramanız ve şükretmeniz için gemilerin yara yara gittiklerini görürsünüz.

 

İki Deniz  Bir Olur  Mu Hiç?

 

Allah Teâlâ, eşyayı muhtelif şekillerde yaratmasındaki kudretine dikkatleri çekerek buyuruyor ki: Allah Teâlâ iki deniz yaratmıştır. Birisi tatlı, serinleticidir. İnsanların gezip gördükleri nehirler bu tatlı suyun kaynağıdır. Bölgelerde, şehirlerde, ma'mûr yerlerde, çöllerde insanlar ihtiyâçlarına göre onun suyundan içer ve tatlı suyundan tat alırlar. «Şu ise tuzludur, acıdır.» Orada da büyük gemiler yüzer. Ama onun suyu çok acı ve tatsızdır.

«Her birinden taze et yersiniz.» Balıklar. «Ve giyeceğiniz süs eş­yası çıkarırsınız.» Nitekim Allah Teâlâ Rahman sûresinde de şöyle bu­yurmaktadır: «Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar. Öyleyse Rabbı-nızın nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?» (Rahman, 22-23).

«Gemilerin onda yara yara gittiklerini görürsün» Yani gemiler kuş gagasına benzeyen burunlanyla suları yara yara giderler. Mücâhid der ki: Rüzgâr ancak büyük gemilere denizi yardırır. «O'nun lutfundan aramanız için» Ticarî seferlerle, bölgeden bölgeye ve iklimden iklime gidip rızkınızı aramanız için. «Ve şükretmeniz için» Rabbmızın size de­niz denilen muazzam yaratığı müsahhar kılmasından dolayı kendisine şükretmeniz için. Siz denizlerde dilediğiniz gibi hareket eder, istediğiniz yere gidersiniz. Hiç bir şey sizi bundan alıkoymaz. Haddi zâtında Allah, göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi lütfü ve rahmetinin eseri olarak sizin emrinize^ boyun eğdirtmiştir.[7]

 

13  — Gündüzü geceye girdirir, geceyi de gündüze gir­dirir. Güneşi ve ayı buyruğu altına almıştır, her biri belli bir süre için hareket eder. İşte bu Rabbınız olan Allah'­tır. Mülk O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise hurma çekirdeğinin zarına bile mâlik değildirler.

14  — Onları çağırsanız; çağrınızı  işitmezler.   îşitseler dahi size cevab veremezler. Kıyamet günü de şirk koşma­nızı inkâr ederler. Haberdâr olan gibi, kimse sana haber veremez.

 

Bu da Allah Teâlâ'nm mükemmel ve yüce kudretinin hâkimiyeti­nin bir örneğidir. Karanlığıyla geceyi, aydınlığıyla gündüzü sizin em­rinize vermesi. Şunun uzunluğundan alıp, öbüründen artırması, şun­dan kısıp öbürüyle denkleştirmesi, bu da Allah'ın kudretinin eseridir. Allah Teâlâ bundan alır onu uzatır ve bunu kısar. Sonra yaz ve kışa göre ayrı ayrı onları uzatıp kısaltır. «Güneşi ve ayı buyruğu altına al­mıştır.» Gezen yıldızları, sabit gezegenleri parlak ışıklarıyla gök cisim­lerinin hepsini belirli bir ölçüye göre yürütür ve kayıdlı, özenli bir sis­teme göre seyrettirir. Bu, Azîz ve Alîm olan Allah'ın takdiridir. «Her biri belli bir süre için hareket eder.» Kıyamet gününe kadar.

«îşte bu, Rabbınız olan Allah'tır.» İşte bütün bunları yapan ken­disinden başka hiç bir tanrı bulunmayan yüce Rab'dır. «Mülk O'nun­dur. O'ndan başka taptıklarınız ise hurma çekirdeğinin zarına bile mâ­lik değildirler.» O'na eş olarak koştuğunuz putlar ve O'nun suretinde tasvir etttiğiniz melekler «hurma çekirdeğinin zarına bile mâlik değil­dirler.» İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Atâ, Atiyye el-Avfî, Hasan, Katâde ve başkaları ( j^JaâJl ) kelimesini, hurma çekirdeğinin üzerini saran zar olarak tefsir etmişlerdir. Yani Allah'tan başka taptıklarınız, göklerle yeryüzünden hiç bir şeye mâlik olamadıkları gibi şu hurma çekirdeği­nin zarı kadar'bir şeye bile sahip değildirler.

«Onlan çağırsanız; çağrınızı işitmezler.» Allah'tan başka duâ edip çağırdığınız ilâhlar sizin duanızı işitmezler. Çünkü onlar ruhsuz, katı nesnelerdir. «İşitseler dahi size cevâb veremezler.» Onlardan istediğiniz şeyi size vermeye güçleri yetmez. «Kıyamet günü de şirk koşmanızı inkâr ederler.» Yani sizden uzak olduklarını bildirirler. Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'nın şu buyrukları gibidir: «Allah'ı bırakıp ta kıyamet gü­nüne kadar cevab veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kim­dir? Çünkü yalvardıklan şeyler, yalvarışlarından habersizdirler.- Ama in­sanlar kıyamet günü toplatılınca, putları onlara düşman olurlar ve ta­pınmalarını inkâr ederler.» (Ahkâf, 5-6), «Onlar, kendilerine güç kazandırsm diye Allah'ı bırakarak ilâhlar edindiler. Hayır, onlar kendile­rinin ibâdetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine döneceklerdir.» (Mer­yem,  81-82).

«Haberdâr olan gibi, kimse sana haber veremez.» Bir şeyden haber­dâr olan gibi işlerin akıbetini, neticesini ve varacağı sonucu kimse sana haber veremez. Katâde der ki: Allah Tebâreke ve Teâlâ'dan başkası sana haber veremez. Çünkü O, hiç şüphesiz gerçeği haber vermiştir.[8]

 

15  — Ey insanlar; sizler Allah'a muhtaçsınız. Allah ise Gani'dir, Hamîd'dir.

16  — îsterse; sizi giderir ve yepyeni bir yaratık getirir.

17 — Bu, Allah'a göre güç değildir.

18 — Günâh işleyen hiç bir nefis; başkasının günâhını çekmez. Yükü ağır bir kişi onun yüklenilmesini istese —ya­kını bile olsa— ondan bir şey yüklenmez. Sen, ancak gör­medikleri halde Rablarmdan korkanları ve namazı kılmış olanları uyarırsın. Kim de arınırsa,   ancak   kendisi   için arınmış olur ve dönüş, Allah'adır.

 

Yepyeni Bir Yaratık

 

Allah Teâlâ, kendisinin herkesten müstağni olduğunu, buna karşı­lık bütün yaratıkların kendisine muhtaç olup huzurunda boyun eğdi­ğini haber vererek buyuruyor ki: «Ey insanlar; sizler Allah'a muhtaçsı­nız.» Her türlü fiil ve davranışlarınızda Allah'a muhtaçsınız. Allah ise, onların hepsinden bizzat müstağnidir. Bunun için «Allah ise Ganî'dir, Hamîd'dir.» buyuruyor. Zenginlikte O tek başına, eşi ve benzeri olma­yandır. Yaptığı, söylediği, takdir ve teşvik ettiği her şeyde tamamen hamd, övgüye lâyık olan O'dur.

«İsterse; sizi giderir ve yepyeni bir yaratık getirir.» Ey insanlar O, isterse sizi götürür de sizden başka bir kavmi getirir. Bu, O'nun için hiç de zor ve imkânsız değildir. Bunun için müteakiben buyuru­yor ki:  «Bu, Allah'a göre güç değildir.»

«Günâh işleyen hiç bir nefis, başkasının günâhını çekmez.» Kıya­met günü yüklenmez. «Yükü ağır bir kişi onun yüklenilmesini istese» Eğer yükü ağır olan bir kişi yükünün taşınması için kendisine yar­dımcı olunmasını ve destek sağlanmasını isterse «Yakını bile olsa, on­dan bir şey yüklenmez.» Ona yakın olsa, babası veya oğlu da olsa, her­kes kendi durumu ve haliyle meşgul olur ve başkasının yükünü yük­lenmez.

İkrime der ki: «Yükü ağır bir kişi» kavlinden maksad, komşu­dur. O, kıyamet günü komşusuna asılarak der ki: Rabbım, şuna sor niçin benim yüzüme kapısını kapamıştı? Kâfir de kıyamet günü mü'-mine asılarak der ki: Ey mü'min kişi, benim evim senin yanında idi, dünyada benim sana karşı nasıl davrandığımı iyi bilirsin. Bu gün de ben, sana muhtaç durumdayım. Mü'min Rabbı katında ona şefaatçi olur ve en sonunda onun, cehennemde bulunduğu mevkiden daha farklı bir mevkie götürülmesine sebeb olur. Baba kıyamet günü çocu­ğuna asılır ve der ki: Yavrucuğum, ben seni dünyaya getirdim, ben se­nin için nasıl bir baba olmuştum? O, babasını hayırla yâd eder. Bu­nun üzerine babası oğluna der ki: Yavrucuğum, senin iyiliklerinden bir zerre mikdârına muhtacım, eğer onu bana verirsen, gördüğün gibi kurtulacağım. Çocuk babasına der ki: Babacığım, istediğin şey ne ka­dar da az, ama ben de senin korktuğun gibi korkuyorum sana bir şey vermeye gücüm yetmez. Sonra kişi hanımına asılarak der ki: Ey fa­lanca, ben senin nasıl kocan olmuştum? Kadın, onu iyilikle yâd eder. Bunun üzerine adam hanımına der ki: Ben, senden bana bir iyilik yapmanı istiyorum. Gördüğün gibi, şu durumumdan belki böylece kur­tulabilirim. Kadın der ki: İstediğin şey ne kadar az ama, ben onu sana ve­recek güçte değilim, çünkü senin korktuğun gibi ben de korkuyorum. İşte bunun için Allah Teâlâ «Yükü ağır bir kişi onun yüklenilmesini istese —yakın bile olsa— ondan bir şey yüklenmez.» buyurmaktadır.

Nitekim Allah Teâlâ başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyuruyor: «Babanın oğluna, oğulun da babasına hiç bir şey ödemeyeceği günden çekinin.» (Lokman, 33). O gün, kişi kardeşinden, anasından, babasın­dan, eşinden ve çocuklarından kaçar.» (Abese, 34). Bu haberi İbn Ebu Hatim merhum Ebu Abdullah et-Tahrânî kanalıyla... îkrime'den nakleder.

«Sen, ancak görmedikleri halde Hatalarından korkanları ve nama­zı kılmış olanı uyarırsın.» Senin getirdiklerinden ancak akıl ve basi­ret sahibi olanlar öğüt alırlar. Onlar ki Rablarından korkup Rablarının emrettiği şeyleri yaparlar. «Kim de arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur.» Kim de sâlih bir amel işlerse onun faydası ancak ken­disine aittir. «Ve dönüş, Allah'adır.» Varış ve sığmış O'nadır. O, hesabı çabuk görendir. Her çalışanı, işine göre mükâfâtlandıracaktır. Yaptığı hayırsa hayırla, şer ise şerle karşılığını verecektir.[9]

 

19  — Kör ile gören bir değildir.

20  — Ve karanlıklarla aydınlık da.

21  — Gölgelik ile sıcaklık da.

22  — Diriler ile ölüler de ,bir  değildir.   Muhakkak ki Allah, dilediğine işittirir. Sen; kabirlerde olanlara işittire­cek değilsin.

23  — Sen; ancak bir uyarıcısın.

24  ~ Muhakkak ki Biz; seni müjdeleyici ve uyarıcı ola­rak hak ile gönderdik. Hiç bir ümmet yoktur ki ona, bir uyarıcı gelmiş olmasın.

25  — Şayet seni yalanlıyorlarsa; onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri, onlara    apaçık   deliller, sahîfeler ve aydınlatıcı kitâblarla gelmişlerdi.

26 — Sonra o küfretmiş olanları yakaladım. Beni inkâr etmek nasılmış?

 

Kör İle Gören Bir Olur Mu Hiç?

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki: Birbirinden farklı olan şeyler nasıl aynı değilse, nasıl kör ile gören arasında büyük farklılıklar varsa, nasıl karanlıkla aydınlık, gölgelikle sıcaklık bir olmazsa; aynı şekilde canlı­larla ölüler de bir olmaz. Bu bir misâldir. Allah Teâlâ bu misâli canlı­ların örneği olan mü'minlerle, ölülerin numunesi olan kâfirlere ver­mektedir. Nitekim aynı mealde En'âm sûresinde şöyle buyurmaktadır: «Ölü iken dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr ver­diğimiz kimse; karanlıklarda kalıp ondan çıkamayan kimse gibi mi­dir hiç?» (En'âm, 122) Yine Hûd sûresinde şöyle buyurmaktadır: «Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır kimse ile gören ve işiten kimsenin durumuna benzer. İkisi bir olur mu hiç?» (Hûd, 24). Mü'min işitir ve görür. Dünya ve âhirette bir nurun aydınlığında dosdoğru yolda gider. Neticede gölgelikli ve çeşmelerle dolu cennetlerde karâr kılar. Kâfir ise sağır ve kördür. Çıkışı olmayan karanlıklarda yürür. Hattâ o, dünya ve âhirette sapıklık ve bataklıkta yüzer. Neticede bu durum onu sıcak­lıklara, kaynar suya götürür. «Serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar.»   (Vakıa, 43-44).

«Muhakkak ki Allah, dilediğine işittirir.» Onları delili duymaya, kabul edip ona bağlanmaya sevkeder. «Sen; kabirlerde olanlara işitti­recek değilsin.» Nasıl öldükten ve kabre konduktan sonra ölülere hi­dâyet ve hak daveti fayda vermezse, kendilerine bedbahtlık yazılı olan bu müşriklere de senin aracılığın fayda vermez ve sen onları hidâyete erdiremezsin. «Sen; ancak bir uyarıcısın.» Sana ancak tebliğ ve uyarma düşer. Dilediğini sapıklığa, dilediğini hidâyete sevkedecek ise Allah'tır.

«Muhakkak ki Biz;.seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gön­derdik.» Mü'minlere müjdeleyici, kâfirlere uyarıcı olarak. «Hiç bir üm­met yoktur ki ona, bir uyarıcı gelmiş olmasın.» Âdemoğullarmdan ge­çen ne kadar millet varsa, Allah onlara uyarıcı göndermiş ve onların elinden her türlü gerekçelerini almıştır. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur: «Sen, ancak bir uyarıcısın ve her kavmin bir yol göstericisi vardır.» (Ra'd, 7), «Andolsun ki her ümmete: Allah'a ibâdet edin ve Tâğûttan kaçının, diye peygamberler göndermişizdir. Allah içlerinden İrimini hidâyete erdirdi. Kimi de sapıklığı hak etti.» (Nahl, 36). Bu konuda daha pekçok âyet-i kerîme vardır.

«Şayet seni yalanlıyorlarsa; onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Peygamberleri onlara apaçık deliller, sahîfeler ve aydınlatıcı kitâblarla gelmişti.» Açık delillerden maksad, göz kamaştırıcı mucizeler ve kesin belgelerdir. Âyet-i kerîme'de geçen kelimesi, kitâblar demek­tir. «Sonra o küfretmiş olanları yakaladım.» Yani her şeye rağmen yine de onlar, peygamberlerinin getirdikleri apaçık gerçekleri yalanladılar. Bunun üzerine, Ben de onları azâb ve ceza ile yakaladım. «Beni inkâr etmek nasılmış?» Beni inkâr etmelerinin ne kadar büyük ve sonsuz azabı gerektirdiğini görüyor musun?[10]

 

27 ~ Görmez misin ki; Allah, gökten   su   indirmiştir. Onunla Biz türlü türlü renkte   meyveler   çıkarmışızdır. Dağlardan da beyaz, kırmızı, siyah ve türlü renkte yollar yaptık.

28  — İnsanlardan da, yerde yürüyen canlılardan   ve davarlardan da böyle renkleri değişik değişik olanlar var­dır. Allah'tan ancak bilgin kulları korkar. Muhakkak ki Allah, Azîz'dir, Gafûr'dur.

 

Allah Teâlâ, bir tek şeyden muhtelif eşyayı yaratma kudretinin mükemmeliğine dikkati çekiyor. Bu tek madde gökyüzünden indirmiş olduğu sudur. Onunla sarı, kırmızı, yeşil, beyaz, çeşit çeşit değişik renk­lerden çeşitli meyveler ve bitkiler çıkarır. Her birinin rengi ayrıdır, ta­dı ayrıdır, kokusu ayrıdır. Nitekim Hak Teâlâ Ra'd sûresinde de şöyle buyurur: «Yeryüzünde birbirine komşu toprak parçaları, üzüm bağlan, ekinleri ve çatallı çatalsız hurma ağaçları vardır. Hepsi de aynı su ile sulanır. Ama lezzetçe onları birbirinden ayrı kılmışızdır. Şüphesiz ki bunlarda, akleden bir kavim için âyetler vardır.»  (Ra'd, 4).

' «Görmez misin ki; Allah, gökten su indirmiştir. Onunla Biz türlü türlü renkte meyveler çıkarmışızdır. Dağlardan da beyaz, kırmızı, si­yah ve türlü renkte yollar yaptık.)* Aynı şekilde dağlar da muhtelif renkte yaratılmıştır. Gözlendiği gibi kimisi beyaz, kimisi kızıldır. Üze­rinden geçen yollar muhtelif renklerdedir. İbn Abbâs merhum der ki: kelimesi, yollar demektir. Ebu Mâlik, Hasan, Katâde ve Süddî de böyle demişlerdir.

İkrime der ki: kelimesi; siyah, uzun dağlar demek­tir. Ebu Mâlik, Atâ el-Horasânî ve Katâde de böyle demişlerdir. İbn Cerîr Taberî der ki: Araplar siyahın aşırı siyahlığını nitelemek için tâbirini kullanırlar. Müfessirlerden bir kısmı, bu âyette takdim ve te'hir olduğunu söyleyerek siyah dağlar mânâsını vermişlerdir. Ancak bu görüşün üzerinde durulması gerekir.

«İnsanlardan da yerde yürüyen canlılardan ve davarlardan da böyle renkleri değişik değişik olanlar vardır.» İnsanlardan ve yerde yü­rüyen ve sürünen hayvanlardan da aynı şekilde değişik renklerde ya­ratıklar vardır. Bu ifâdedeki hayvanlar kavli, hâssın amma atfı kabî-lindendir. Bu varlıklar da aynı şekilde muhteliftirler. İnsanlardan ki­misi berber, habeş ve siyâhî kavimlerdendir. Sakâlibe ve Rûm ırkı ise son derece beyazdırlar. Araplar bunların arasındadır. Hindliler bunlar­dan biraz daha farklıdırlar. Bunun için Allah Teâlâ bir diğer âyet-i ke-rîme'de şöyle buyurmaktadır: «Dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için âyetler vardır.» (Rûm, 22) Yolda yürüyen canlılar ve dört ayaklı hay­vanlardan da muhtelif renkte olanlar vardır. Hattâ bir cinsin bir tek türü içinde bile muhtelif renkler bulunur. Bir tek hayvanın bazı kıs­mı alacalıdır, bazı kısmı da diğer renktedir. Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir.   '

Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr, Müsned'inde der ki: Bize Fadl İbn Sehl... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiş: Adamın bi­risi Hz. Peygambere gelip dedi ki: Rabbın boya boyar mı? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Evet, değişmez boyayla boyar. Kırmızı, sarı ve be­yaz. Bu hadîs mürsel ve mevkuf olarak rivayet edilmiştir. Allah en iyisini bilendir.

«Allah'tan ancak bilgin kulları korkar.» Allah'tan ancak bilgin ve âlim kullan gerektiği gibi korkarlar. Çünkü güzel isimlerle ve mü­kemmel sıfatlarla nitelenen Alîm, Kadîr ve Azîm olan Allah'ın azameti ne kadar daha mükemmel bir bilgiyle bilinirse, ondan korkup ürper-mek de daha muazzam ve daha fazla olur. Nitekim Ali İbn Ebu Talha, Abdullah İbn Abbâs'ın bu âyet-i kerîme hakkında şöyle dediğini bildirir: Allah'ın her şeye gücünün yettiğini bilen âlim kulları ancak Allah'tan korkarlar. îbn Lehîa da... İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakleder: O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan, helâlim helâl sayan, haramını haram ka­bul eden, buyruğunu koruyan ve bir gün mutlaka O'na ulaşacağını ke­sinkes bilip, yaptıklarından hesaba çekileceğini kabul edenler Rah-mân'ı bilendir.

Saîd İbn Cübeyr der ki: Haşyet, seninle Allah Azze ve Celle'ye isyanının arasına giren şeydir.

Hasan el-Basrî der ki: îmân; görmeyerek Rahmân'dan haşyet ede­nin îmânıdır. Allah'ın teşvik ettiği şeye rağbet eden ve hoşlanmadığı şeyden kaçmanın îmânıdır. Sonra Hasan el-Basrî, «Allah'tan ancak bil­gin kulları korkar.» âyetini okumuştur.

Abdullah îbn Mes'ûd (r.a.) der ki: Bilgi, çok sözden ibaret değildir. Ancak bilgi, çok haşyetten ibarettir.

Mısır'h Ahmed İbn Salih, İbn Vehb kanalıyla Mâlik'in şöyle dedi­ğini bildirdi: İlim, çok rivayetten ibaret değildir. İlim, ancak Allah'ın kişinin kalbine koyduğu bir nurdur. Mısır'lı Ahmed İbn Salih der ki: Bunun anlamı şudur: Çok rivayetle haşyete ulaşılamaz. Allah Azze ve Celle'nin uyulmasını emrettiği ve farz kıldığı bilgi, Kitâb ve Sünnet'-in bilgisidir. Sonra da sahâbe'nin —Allah onlardan razı olsun— getir­dikleriyle onları ta'kîb eden müslüman imamların getirdikleri şeylerin bilgisidir. Bu bilgi, ancak rivayetle elde edilir. Bu takdirde İmâm Mâ-lik'in sözünün te'vîli şöyle olur: İlim; bilginin anlaşılıp bunların an­lamlarının bilinmesi için istenen bir nurdur.

Süfyân es-Sevrî, Ebu Hayyân kanalıyla bir adamın şöyle dediğini nakletti: Üç tür bilgin olduğu söylenirdi: Biri Allah'ı ve Allah'ın emir­lerini bilen. Diğeri Allah'ı bilip Allah'ın emirlerini bilmeyen, üçüncüsü de Allah'ın emirlerini bilip Allah'ı bilmeyen bilgin. Allah'ı ve emirle­rini bilen, Allah'tan korkup Allah'ın hududunu ve farzlarım bilen bil­gindir. Allah'ı bilip Allah'ın emirlerini bilmeyen bilgin ise, Allah'tan korkup Allah'ın hududunu ve farzlarını bilmeyen kimsedir. Allah'ın emirlerini bilip Allah'ı bilmeyen bilgin ise, Allah'ın hududunu ve farz­larını bilip te Allah Azze ve Celle'den korkmayan bilgindir.[11]

 

29  — Şüphesiz ki Allah'ın kitabını okuyanlar, namaz kılmış olanlar ve kendilerine rızık  olarak  verdiklerimiz­den gizli, açık infâk etmekte bulunanlar;   bitmez   tüken­mez bir ticâret umabilirler.

30  — Mükâfatlarını Allah'ın tâm vermesi   ve   onlara lutfundan artırması   içindir.   Muhakkak ki O, Gafur'dur, Şekûr'dur.

 

Allah Teâlâ kitabını okuyan, kendisine inanan, kitâbtakilerle amel edip namazını kılan, gece gündüz, gizli açık, meşru' olan vakitlerde Allah'ın verdiği rızıklardan infâk eden mü'min kullarından haber ve­rerek buyuruyor ki: «Bitmez tükenmez bir ticâret umabilirler.» Mut­laka elde edecekleri bir sevabı umabilirler. Tefsirin baş kısmında Kur'-ân'ın faziletleri bahsinde de belirttiğimiz gibi, kişi arkadaşına der ki: Her tüccar ticâretinin arkasındadır. Sen ise bugün her ticâretin arka-sındasın. Bunun için Hak Teâlâ burada «Mükâfatlarını Allah'ın tâm vermesi ve onlara lutfundan artırması içindir.)) buyuruyor.    Onların yaptıklarının sevabını tâm olarak ödeyip kendilerinin hatırlarına dahi gelmeyen kat kat fazla sevâb vermesi içindir.» Muhakkak ki O, Gafûr'-dur.» Günâhlarını bağışlar. «Şekûr'dur.» Amellerinden azına bile te­şekkür eder. Katâde der ki: Mutarrif merhum bu âyeti okuduğu za­man; işte Kurrâ'nın okuyacağı âyet budur, derdi. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Abdurrahmân... Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.)den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Allah Teâlâ bir kuldan hoşnûd olduğu zaman, ona yapmamış olduğu yedi tür hayrın sevabını da ihsan eder. Bir kula azâb ettiği zaman, ona da yapmamış olduğu ye­di tür şerrin cezasını artırır. Bu hadîs gerçekten garîbdir.[12]

 

Kitaba Vâris  Olanlar

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki: Kendisinden önceki kitâbları tasdik eden yüce kitaba uyanlan seçkin kullarımızdan kıldık ki işte bu İs­lâm ümmetidir. Ayet-i kerîme bu ümmeti üç ayrı kısma ayırmakta­dır: Bir kısmı için «Onlardan kimi nefsine zulmedicidir.» buyuruyor. Bunlar bazı farzları yerine getirmekte tefrite düşerek bazı yasakları işlemektedirler. «Kimi de muktesiddir.» Vazifeleri îfâ eder, haramları terkederler. Ancak bazı müstahabları da terkeder, mekruhları yapar­lar. «Kimi ise Allah'ın izniyle hayırlara koşandır.» Vâcibleri ve müste-habları yapıp haramları, mekruhları ve bazı mubahları terkederler.

Ali İbn Ebu Talha İbn Abbâs'tan naklen «Sonra Biz kitabı kulla­rımızdan seçtiklerimize mîrâs kıldık.» kavli hakkında şöyle dediğini bildirir: Onlar Muhammed (s.a.)in ümmetidir. Allah Teâlâ indirmiş olduğu her kitaba onları vâris kılmıştır. Bu ümmetin zâlimi affedilir, muktesidi kolay bir hesâbla hesaba çekilir ve hayırlara koşan da he-sâbsız olarak cennete götürülür.

Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki: Bize Yahya İbn Osman îbn Sa­lih ve Abdurrahmân İbn Muâviye... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti­ler ki; bir gün Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Benim şefaatim, üm­metimden büyük günâh işleyenlerin üzerinedir. İbn Abbâs demiş ki: Hayırlara koşanlar, hesâbsız olarak cennete girdirilirler. Muktesid olan­lar, Allah'ın rahmetiyle cennete girdirilirler. Nefislerine zulmedenler ile A'râf'ta kalanlar ise Hz. Muhammed (s.a.) in şefâatıyla cennete girdirilirler. Seleften birçok kişiden şöyle rivayet edilir: Kendi nef­sine zulmedenler, bu ümmetten seçilmiş olanlardır. Onlar eksik­lerinden ve kusurlarından dolayı kendilerine zulmetmişlerdir. Baş­kaları da derler ki: Kendi nefislerine zulmedenler, bu ümmetten ol­madıkları gibi, kitaba vâris olan seçilmişlerden de değildirler. İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, «Onlardan kimi nefsine zulmedicidir.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Bu, kâfirdir. İbn Cerîr'in naklettiğine göre İkrime'nin de böyle dediği rivayet edilir. İkrime de İbn Abbâs'tan aynı rivayeti nakletmiştir. İbn Ebu Necîh, Mucâhid'den nakleder ki; kendi nefsine zulmedenler sol­culardır. Mâlik, Zeyd İbn Eslem'den, Hasan ve Katâde'den bunun mü­nafıklar olduğunu bildirir. Sonra İbn Abbâs, Hasan ve Katâde, bu üç kısmın Vâkîa sûresinin başında ve sonunda zikredilenler gibi olduğu­nu söylemişlerdir. Sahih olan, kendi nefsine zulmedenin bu ümmetten oluşudur ki İbn Cerîr'in tercihi de budur. Âyetin zahiri de bunu gös­termektedir. Bu konuda Rasûlullah. (s.a.)dan birçok hadîs nakledilmiş­tir ki bunlar birbirini destekler mâhiyettedir. Biz bunlardan bir kıs­mını buraya dercediyoruz:

1- İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Muhammed İbn Ca'-fer... Ebu Saîd el-Hudrî'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.)  «Sonra Biz kitabı kullarımızdan seçtiklerimize mîrâs kıldık. Onlardan kimi nefsi­ne zulmedicidir, kimi de muktesiddir. Kimi ise Allah'ın izniyle hayırlara koşandır. İşte bu; büyük lutfun kendisidir.» âyeti hakkında şöyle bu­yurmuş: Bunların hepsi de bir mertebedir ve hepsi de cennettedir. Bu hadîs bu şekliyle garîb'dir. İsnadında adı verilmeyen râvî vardır. İbn Cerîr Taberî ve İbn Ebu Hatim, Şu'be kanalıyla Ebu Saîd el-Hudrî'den bu hadîsi aynı şekilde rivayet eder. «Aynı mertebededir» kavlinin an­lamına gelince; onlar bu ümmettendir, demektir ve onlar cennet ehli­dirler, ancak cennetteki mertebeleri bakımından   aralannda    farklar vardır.

2- İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize İshâk İbn îsâ... Ebu Derdâ'dan nakletti ki; o, Rasûlullah (s.a.) m şöyle buyurduğunu işit­tim, demiştir: Allah Teâlâ «Sonra kullarımızdan seçtiklerimize kitabı mîrâs kıldık. Onlardan kimi nefsine zulmedicidir, kimi de muktesid­dir. Kimi ise Allah'ın izniyle iyiliklere koşandır.» buyuruyor. İyiliklere koşanlar cennete hesâbsız girecek olanlardır. Muktesid olanlar kolay bir hesâbla hesaba çekilecek olanlardır. Nefislerine zulmetmiş olanlar ise, mahşer günü boyunca tutuklanacak olanlardır.    Sonra    Allah'ın rahmetini dilleriyle söyleyecek olanlar onlardır ki Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: «Derler ki: Hamd; bizden üzüntüyü gi­deren Allah'a mahsûstur. Muhakkak ki Rabbımız, elbette  Gafûr'dur, Şekûr'dur. Ki O, lutfuyla bizi kalınacak diyara yerleştirdi. Bize orada ne bir yorgunluk dokunacaktır, ne de   halsizlik   gelecektir.»    (Ğâfîr, 34-35).

Bu hadîsin bir başka yoldan rivayetinde İbn Ebu Hatim der ki: Bize Esîd İbn Asım... Ebu Derdâ'dan nakletti ki; o, Rasûlullah (s.a)m şöyle buyurduğunu işittim, demiştir: «Sonra Biz kitabı kullarımızdan seçtiklerimize mîrâs kıldık. Onlardan kimi nefsine zulmedicidir.» kav­li ile bahis mevzuu edilenler, kıyamet günü üzüntü ve keder içerisinde kalacak kadar tutuklanıp sonra cennete girdirilenlerdir. îbn Cerîr Ta­berî, Süfyân es-Sevrî kanalıyla A'meş'ten nakleder ki; o, şöyle demiş: Ebu Sâbit'in bildirdiğine göre; o, mescide girip Ebu Derdâ'nın yanına oturmuş ve; Allah'ım, yabanlığımı ülfete, gurbetimi rahmete, çevir. Ve bana sâlih bir meclis arkadaşı ihsan et. Ebu Derdâ demiş ki: Eğer doğru söylüyorsan, ben senin için daha çok bahtiyar olurum. Ben sana Rasûlullah (s.a.)tan duymuş olduğum bir hadîsi anlatayım ki; ondan duyduğumdan beri kimseye bu hadîsi anlatmadım. Rasûlullah (s.a.): «Sonra Biz kitabı kullarımızdan seçtiklerimize mîrâs kıldık. Onlardan kimi nefsine zulmedicidir...» âyetini hatırlatarak hayırlara koşanları Allah hesâbsız olarak cennete girdirir. Muktesid olanları kolay bir hesâbla hesaba çeker. Nefsine zulmedeni de orada biraz üzüntü ve kede­re katlandırır. İşte Allah Teâlâ'nın «Hamdolsun; bizden üzüntüyü gi­deren Allah'a.»  kavlinin mânâsı budur, buyurdu.

3- Hafız Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki:    Bize   Abdullah   İbn Muhammed İbn Abbâs... Üsâme İbn Zeyd'den nakletti ki; o, Rasûlul-lah (s.a.)ın bu âyette kasdedilenlerin hepsinin bu ümmetten olduğu­nu, bildirdiğini söylemiştir.

4- İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn Aziz... Avf îbn Mâlik'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ümmetim üç bölüğe ayrılmıştır. Bunlardan üçte biri cennete hesâbsız ve azâbsız gireceklerdir. Üçte biri kolay bir hesâbla hesaba çekilecekler sonra cen­nete gireceklerdir. Üçte biri ise denenip   durumları    araştırılacaktır. Sonra melekler gelip diyeceklerdir ki: Onların «Allah'tan başka ilâh yoktur.» dediklerini gördük. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle: Doğ­ru söylemişlerdir, Benden başka hiç bir ilâh yoktur,  «Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. O, bir ve tektir,» sözlerinden dolayı onlan cennete girdirin ve hatâlarını da cehennem ehlinin üzerine yıkın, buyuracak­tır. İşte Allah Teâlâ'nın «Gerçekten onlar hem kendi yüklerini, hem de yükleriyle beraber daha nice yükleri yükleneceklerdir.»  (Ankebût, 13) kavlinin mânâsı budur. Meleklerin zikrettiğinin doğrulanmasını gös­teren âyet ise «Sonra Biz kitabı kullarımızdan seçtiklerimize mîrâs kıl­dık.» âyetidir. Allah, kullarını üç kısma ayırmıştır. Onlardan bir kısmı kendi nefsine zulmedendir ki işte durumları  araştırılıp tedkîk edile­cek olanlar bunlardır. Bu hadîs cidden garîbdir.

5- İbn Cerîr Taberî der ki: Bana Abd İbn Hunıeyd... Abdullah İbn Mes'ûd'un şöyle dediğini nakletti: Bu ümmet kıyamet günü üç kısma ayrılacaktır. Üçte biri cennete hesâbsız girecek, üçte biri kolay bir hesâbla hesaba çekilecek ve üçte biri de büyük günâhlarla götürü­leceklerdir. Nihayet Allah Tebâreke ve Teâlâ; —en  iyi bilen olduğu halde— bunlar kimlerdir? diyecek, Melekler de; bunlar, büyük günâh­larla gelenlerdir, ancak Sana şirk koşmamışlardır, karşılığını verecek­lerdir. Bunun üzerine Rab Azze ve Celle bunları rahmetimin genişliği içerisine sokun, buyuracaktır. Sonra Abdullah İbn Mes'ûd «Sonra Biz kitabı kullarımızdan seçtiklerimize mîrâs kıldık...» âyetini okumuştur.

6- Ebu Dâvûd et-Tayâlisî, Ukbe İbn Sahbân'dan nakleder ki; o, ben Hz. Aişe'ye Allah   Teâlâ'nın «Sonra Biz kitabı kullarımızdan seç­tiklerimize mîrâs kıldık...» âyetini sordum. Hz. Âişe dedi ki: Yavrucu­ğum, bunlar cennettedirler. İyiliklere koşanlar; Rasûlullah (s.a.)  dev­rinde geçmiş olan ve Rasûlullah (s.a.) in kendilerine rızık ve hayat ba­kımından şehâdet ettiği kimselerdir. Muktesidler ise; ashabından onun izine tâbi olup sonunda ona vâsıl olanlardır. Kendi nefsine zulmeden­ler ise; benim ve sizin gibilerdir. Ukbe îbn Sahbân der ki: Hz. Aişe kendisini de bizim aramıza girdirdi. Ancak Hz. Âişe'nin bu sözü teva­zu' ve azimkârlık ifadesidir. Yoksa o, hayırda önce geçenlerin en büyük-lerindendir. Zîrâ onun diğer kadınlara üstünlüğü, tirit yemeğinin di­ğer yemeklere üstünlüğü gibidir.

Abdullah İbn Mübarek merhum der ki: Mü'minlerin emîri Osman İbn Affân (r.a.) «Onlardan kimi nefsine zulmedicidir...» âyeti hak­kında şöyle dedi: Nefsine zulmedenler; bizim bedevi halkımızdır. İkti-sâd yapanlar; hazarda bulunanlar, önde gidenler de; cihâda koşanlar­dır. İbn Ebu Hatim bu rivayeti nakleder. Avf el-A'rabî der ki: Bize Abdullah İbn Haris İbn Nevfel, Kâ'b el-Ahbâr'dan nakletti ki; o, şöyle demiş: Bu ümmetten nefsine zulmeden de, muktesid olan da ve iyilik­lere koşanlar da hepsi cennettedirler. Görmez misiniz Allah Teâlâ ne buyuruyor: «Sonra Biz kitabı kullarımızdan seçtiklerimize mîrâs kıl­dık. Onlardan kimi nefsine zulmedicidir, kimi de muktesiddir. Kimi ise Allah'ın izniyle hayırlara koşandır. İşte bu; büyük lutfun kendisidir. Adn cennetleri. Oraya girerler.» Cehennem ehline gelince onlar; «Ce­hennem ateşi onlar içindir. Aleyhlerine hüküm verilmez ki ölsünler...» (Fâtır, 36) kavlinin muhatabıdırlar. İbn Cerîr muhtelif yollarla bunu Avf'dan naklettikten sonra der ki: Bana Ya'kûb İbn İbrâhîm, Abdul­lah İbn Hâris'ten nakletti ki; İbn Abbâs, Kâ'b el-Ahbâr'a bu âyeti sor­duğunda, o şöyle demiştir: Kâ'b'ın Rabbına andolsun ki, onların sırt­lan birbirine değmiş, sonra amelleri sebebiyle kendilerine ihsanda bu­lunulmuştur. Sonra İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Abd İbn Humeyd... Ebu İshâk es-Subey'î'nin bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder: Altmış seneden beri duyduğuma göre bunların hepsi de kurtuluş ehli­dirler. Sonra İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Abd İbn Humeyd... Mu-hammed İbn Hanefiyye'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Bu ümmet, rahmete erdirilmiş bir ümmettir. Zâlimi bağışlanır, muktesidi Allah katında cennetlerdedir, hayra koşanı ise Allah katında yüce derecelere erişir. Sevrî de... Muhammed İbn Hanefiyye'den aynı rivayeti nakleder. Ebu'l-Cârûd def ki: Muhammed İbn Ali el-Bakır'a «Onlardan kimi nefsine zulmedicidir» kavlini sorduğunda, şöyle dedi: O, yaptıklarında iyilikle kötülüğü karıştırmış olandır.

Bu konuyla ilgili olarak vârid olan hadîslerden ve haberlerden bulabildiğimi buraya kaydettim. Şu halde kesin olarak ortaya çıkıyor ki; bu âyette sözü edilen her üç kesim de bu ümmetin içindedir. Bilgin­ler, insanlar arasında kendilerine en çok gıbta edilen ve bu rahmete en çok lâyık olanlardır. Çünkü onlar İmâm Ahmed merhumun naklettiği şu hadîsteki gibidirler: Muhammed İbn Yezîd... Kays İbn Kesîr'in şöy­le dediğini nakleder: Ebu Derdâ Şam'da iken Medine'den bir adam onun yanına geldi. Ebu Derdâ dedi ki: Kardeşim seni bana getiren şey nedir? Adam; senin Rasûlullah (s.a.)dan duymuş olduğun bir hadîsin bana ulaşmasıdır, dedi. Ebu Derdâ; ticâret için gelmedin mi? deyince adam; hayır, dedi. Bir ihtiyâç için gelmedin mi? deyince, adam; hayır, dedi. Sâdece bu hadîsi elde etmek için mi geldin? deyince adanı; evet, dedi. Ebu Derdâ dedi ki: Ben Rasûlullah (s.a.)m şöyle buyurduğunu işittim: Kim ilim sebebiyle bir yola koyulursa; Allah Teâlâ onu mut­laka cennete giden bir yola sevkeder. Melekler ilim taleb edeni hoşnûd etmek için kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde bulunan, hattâ denizde bulunan balıklar bilginler için mağfiret dilerler. Alimin ibâdet edene üstünlüğü; ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Muhakkak ki bilginler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberlerin ne bir dînâr, ne de bir dirhem mirasları kalmıştır. Onlann mirasları ilimdir. Kim ilmi alırsa, büyük bir pay almış olur. Bu hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce, Kesîr İbn Kays kanalıyla nakletmişlerdir. Bazıları da bunun Kays İbn Kesîr olduğunu söylemişlerdir. Biz, Buhâri şerhi'nin ilim bah­sinde bu râvîler arasındaki muhtelif tarîkleri zikrettik. Hamd ve min­net Allah'a mahsûstur.

Tâhâ sûresinin başında Sa'lebe İbn Hakem'in Rasûlullah (s.a.)tan naklettiği hadîs geçmişti. Orada buyruluyordu ki: Allah Teâlâ, kıya­met günü bilginlere şöyle der: Ben bilgimi ve hikmetimi size verdim ve muhakkak yaptıklarınızı gözönünde bulundurmaksızın sizi bağışla­mak isterim.[13]

 

33  — Adn cennetleri, Oraya girerler. Orada altun bi­lezikler ve incilerle süslenirler ve orada elbiseleri de ipek­tir.

34  — Derler ki: Hamdolsun bizden üzüntüyü gideren Allah'a. Muhakkak ki Rabbımız, elbette Gafûr'dur,    Şe-kûr'dur.

35  — Ki O, lutfuyla bizi kalınacak diyara yerleştirdi. Orada bize ne bir yorgunluk dokunacaktır, ne de bıkkın­lık gelecektir.

 

Adn  Cennetlerine  Girenler

 

Allah Teâlâ, âlemlerin Rabbı tarafından indirilen kitaba vâris olan bu seçkin kullarının akıbetinin kıyamet gününde «Adn cennet­leri» olduğunu haber veriyor. Dönüp Rablarına ulaştıkları gün, ikâ­met edecekleri cennet diyarı orasıdır. «Orada altun bilezikler ve inci­lerle süslenirler.» Sahîh bir hadîste Ebu Hüreyre (r.a.), Hz. Peygam­berin şöyle buyurduğunu nakleder: Mü'minde zînet eşyası, abdestin ulaştığı yere kadar ulaşır.

«Ve orada elbiseleri de ipektir.» Bu sebeple dünya hayatında on­lara ipek yasaklanmıştır. Allah, âhirette onlara ipeği helâl kılmıştır. Sahîh hadîste Rasûlullah (s.a.)ın şöyle buyurduğu nakledilir: Dünya­da ipek giyen, âhirette giyemez. Bir başka hadîste de şöyle buyurmuş­tur: İpek dünyada onlara, âhirette sizedir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Amr İbn Sevâd... Ebu Hüreyre'den nakletti ki, Ebu Ümâme Hz. Peygamberin kendileriyle konuştuğunu ve cennet ehlinin zînetlerini anlattığını bildirerek şöyle buyurmuştur: On­ların altun ve gümüşten bilezikleri vardır. Bu incilerle süslenmiştir. Birbirine bitişik şekilde inci ve yakuttan taşlan vardır. Hükümdarla­rın tacı gibidir taşları. Gençtirler, kılsızdırlar, tüysüzdürler, sürmeli­dirler.

«Derler ki: Hamdolsun bizden üzüntüyü gideren Allah'a.» Korku ve kederi üzerimizden atıp korktuğumuz şeyden bizi rahatlatan, dün­ya ve âhiretteki üzüntülerden bizi kurtaran Allah'a hamdederiz. Ab-durrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem babasından nakleder ki; Abdullah İbn Ömer'in belirttiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Lâ İla­he İllallah diyenlere kabirlerinde yalnızlık ve dirüdikleri zaman gurbet yoktur. Lâ İlahe İllallah diyenlerin başlarından toprakları silkerek; «hamdolsun bizden üzüntüyü gideren Allah'a.» deyip kalktıklarını gö­rür gibiyim. İbn Ebu Hatim de bunu kendi hadîsinde nakleder. Tabe-rânî der ki: Bize Ca'fer İbn Muhammed... Abdullah İbn Ömer'den naketti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Lâ İlahe İllallah di­yenlere; ne ölürken, ne kabirlerinde, ne de kabirlerinden kalktıkların­da yalnızlık vardır. Diriliş çığlığını duydukları zaman başlarından top­rağı silkip ((Hamdolsun bizden üzüntüyü gideren Allah'a. Muhakkak ki Rabbımız, elbette Gafûr'dur, Şekûr'dur.» diyerek kalkışlarını görür gibiyim. İbn Abbâs ve başkaları derler ki: Hamd; onların birçok günâh­larını bağışlayan ve en küçük iyiliklerine teşekkürle mukabele eden Allah'a mahsûstur.

«Ki O, lutfuyla bizi kalınacak diyara yerleştirdi.» Bize bu makamı ve bu mevkii veren zât lutfu, rahmeti ve ihsanı nedeniyle onları vermistir. Yoksa bizim amellerimiz buna yeterli değildir, derler. Nitekim sahih hadîste Rasûlullah (s.a.)ın şöyle buyurduğu bildirilir:

Sizden birinizi kendi ameli cennete girdiremez. Onlar; sen de mi ey Allah'ın Rasûlü? dediler. Rasûlullah: Ben de, ancak Allah rahmeti ve lutfuyla beni nimetine garkederse müstesna, buyurdu.

«Orada bize ne bir yorgunluk dokunacaktır, ne de bıkkınlık gele­cektir.» Hiç bir sıkıntı ve zahmet isabet etmeyecektir. kelimeleri sıkıntı ve zahmet için kullanılır. Sanki maksad, yorgunluk ve sıkıntının nefyidir. Onların ne bedenlerinde, ne de ruhlarında yorgun­luk ve sıkıntıdan bir iz bulunmayacaktır. Allah en iyisini bilendir. Çün­kü onlar dünyada ibâdetle kendi nefislerini zahmete koştukları için, cennete girince kendilerinden mükellefiyetler sâdir olmuş ve sürekli rahat ve huzur içerisine dâhil olmuşlardır. Nitekim Allah Teâlâ Hakka sûresinde şöyle buyurur: «Onlara şöyle denir: Geçmiş günlerde peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yeyin, için.»  (Hakka, 24).[14]

 

36  — Küfretmiş olanlara gelince; cehennem ateşi on­lar içindir. Aleyhlerine hüküm verilmez ki ölsünler. On­lardan cehennemin azabı da hafifletilmez.   İşte Biz,   her küfredeni böyle cezalandırırız.

37 — Onlar orada bağırışırlar; Rabbımız, bizi çıkar da yapageldiklerimizden farklı olarak sâlih amel işleyelim. Öğüt alacak kişinin öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşat­madık mı? Ve size uyarıcı da gelmişti.   Öyleyse azabı ta­dın. Zâlimler için hiç bir yardımcı yoktur.

 

Ve Kâfirlere de Cehennem Ateşi

 

Allah Teâlâ bahtiyarların durumunu anlattıktan sonra, şakilerin akıbetini açıklamaya başlayarak buyuruyor ki: «Küfretmiş olanlara gelince; cehennem ateşi onlar içindir. Aleyhlerine hüküm verilmez ki ölsünler.» Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'nın şu kavli gibidir: «Orada ne ölür, ne de yaşar.» (Tâ-Hâ, 74) Müslim'in Sahîh'inde sabit olduğu­na göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur: Cehennem ehli olanlar, orada ne ölürler, ne de dirilirler. Nitekim Zuhruf sûresinde de şöyle buyru-lur: «Doğrusu suçlular, temelli kalacakları cehennemin azabı içinde­dirler. Azaba hiç ara verilmez. Onlar orada tamamen ümitsizdirler. Biz onlara zulmetmedik, ama onlar zâlim kimselerdir. Cehennemde şöyle seslenirler: «Ey bekçi, Rabbm hiç değilse canımızı alsın. Bekçi; siz böyle kalacaksınız, der.» (Zuhruf, 74-77) Onlar bu halde ölümü ken­dileri için rahatlık sayarlar, ama ne çâre ki ölme imkânı da yoktur. «Aleyhlerine hüküm verilmez ki Ölsünler. Onlardan cehennemin azabı da hafifletilmez.» Bu, Allah Teâlâ'nın şu buyrukları gibidir: «Doğrusu suçlular, temelli kalacakları cehennemin azabı içindedirler. Azaba hiç ara verilmez. Onlar orada tamamen ümitsizdirler.» (Zuhruf, 74-75), «Varacakları yer cehennemdir. O ne zaman sönmeye yüz tutsa, hemen alevini artırırız.» (İsrâ, 97), «Şöyle deriz: Artık tadın, bundan böyle size azâbdan başka bir şey artırmayız.»  (Nebe',30).

«İşte Biz, her küfredeni böyle cezalandırırız.» Rabbına küfredip hakkı yalanlayan herkesin cezası işte budur.

«Onlar orada bağrışırlar» Seslerini yücelterek bağırıp Allah'a şöyle deme cesaretini gösterirler: «Rabbımız, bizi çıkar da yapageldiğimizden farklı olarak sâlih amel işleyelim.» Onlar dünyaya döndürülmelerini ve ilk amellerinden ayrı bir şekilde amel işlemeleri için fırsat verilme­sini dilerler. Halbuki Rab (C.C.) gayet iyi biliyor ki onları dünyaya döndürmüş olsaydı, yine onlar yasaklandıkları şeyleri yapar ve mu­hakkak yine yalanlarlardı. Bu sebeple onların suâline cevab bile ver­miyor. Ve onların «Tekrar çıkış için bir yol yok mu?» dediklerini ha­ber veriyor. Bunun için bir yol yoktur. Çünkü siz Allah'ın birliğine çağrıldığınızda, onu. inkâr ettiniz ve şirk koşup inanmadınız. Size bu konuda müsbet cevab verilmez. Çünkü şayet dünyaya döndürülecek olsanız, size yasaklanan şeyleri tekrar yaparsınız. Bu sebeple âyetin de­vamında buyuruyor ki: «Öğüt alacak kişinin öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?» Hakikâti görüp ondan yararlanacak kadar belirli bir Ömürle sizi dünyada yaşatmadık mı? Eğer siz ondan yarar-lanabilseydiniz, dünyadaki ömrünüz süresince yararlanırdınız.

Müfessirler burada ömrün mikdânyla neyin   kasdedildiği   konu­sunda ihtilâf etmişlerdir. Ali İbn Hüseyn   Zeynelâbidîn'den   şöyle   de diği nakledilir: Bu on yedi yaşlık bir süredir. Katâde der ki: İyi bilin ki; uzun ömür bir hüccettir. Allah'ın sizi uzun ömürle kınamasından kendisine sığınınız. Çünkü «Öğüt alacak kişinin öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?» buyuruyor. Onların arasında on sekiz ya­şında çocuklar da vardır. Ebu Ğâlib Eş-Şeybânî de böyle der. Abdullah îbn Mübarek... Vehb İbn Münebbih'ten bu kelimenin yirmi yıl anla­mına geldiğini nakleder. Hüşeym, Mücâhid kanalıyla Şa'bî'den nakle­der ki; o, şöyle demiş: Sizden biriniz kırk yaşma basınca Allah Azze ve Celle'den sakınsın. İbn Cerîr'in söylediğine göre, İbn Abbâs'tan nakle­dilen rivayet te böyledir. Nitekim İbn Cerîr Taberî der ki:  Bize İbn Abd'ül-A'lâ... Mücâhid'den nakleder ki; İbn Abbâs'ın    şöyle   dediğini duydum, demiş: Allah Teâlâ'nm âdemoğluna karşı gerekçe gösterdiği ömür kırk yıldır. Nitekim «Öğüt alacak kişinin öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?» buyurmuştur. Taberî İbn Abbâs'tan böyle rivayet eder ve kendisi de bu görüşü tercih eder. Sonra Sevrî ve Abdul­lah İbn İdrîs kanalıyla... Mücâhid'den nakleder ki; İbn Abbâs şöyle de­miştir: Allah Teâlâ'nın âdemoğluna «Öğüt alacak kişinin öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?» buyurarak gerekçe gösterdiği sü­re altmış yıldır. İbn Abbâs'tan nakledilen bu rivayet hem daha sahih­tir, hem de mes'elenin özüne daha uygundur. Çünkü bu konuda vârid olan hadîslerde —ki bunları aşağıya dercedeceğiz— sabit olan husus ta budur. Yoksa İbn Cerîr Taberi'nin iddia ettiği gibi hadîsin isnadında üzerinde durulması gereken birisinin bulunması nedeniyle sahîh olma­dığı görüşü doğru değildir. Asbağ İbn Nubâte, Hz. Ali'den nakleder ki; o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ'nın «Öğüt alacak kişinin öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?» kavli ile kınadığı ömür süresi alt­mış yıldır. İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... İbn Abbâs'tan naklet­ti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Kıyamet günü olduğu zaman; altmışlık çocuklar nerde? denilir. İşte bu, Allah Teâlâ'nın «Öğüt ala­cak kişinin öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?» kavli ile kasdettiği ömürdür. Aynı şekilde İbn Cerîr Taberî bu hadîsi Ali İbn Şu'ayb kanalıyla Muhammed İbn İsmâîl İbn Ebu Ubeyd'den nakleder. Taberânî de aynı hadîsi İbn Ebu Ubeyd kanalıyla nakleder. Bu hadîsin üzerinde durulması gerekir. Çünkü râvîler arasında yer alan İbrâhîm İbn Fadl'ın durumu tartışmalıdır. Allah, en iyisini bilendir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdürrezzâk... Ebu Hürey-reden nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ altmış veya yetmiş yaşına kadar yaşamış kuluna gerekçe göstermiştir.

Allah, ona gerekçe göstermiştir. Allah, ona gerekçe göstermiştir. İmâm Buhârî de er-Rıkâk kitabında Abdüsselâm İbn Muzaffer kanalıyla Ebu Hüreyre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ömrü­nü geciktirip te altmış yaşına ulaştırdığı kişiye Allah Teâlâ şöyle gerekçe göstermiştir. Buhârî sonra der ki: Bunu Ebu Hâzini ve İbn Uclân Saîd el-Makbûrî'den nakleder. Bu konuda İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Ebu Salih el-Fezzârî... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Allah Teâlâ kime altmış yıl ömür verirse, artık ömür konusunda ona gerekçe hazırlamış olur. Bu hadîsi îmâm Ahmed ve Neseî, Kuteybe kanalıyla Ya'kûb İbn Abdurrahmân'dan naklederler. Ebu Bekr el-Bezzâr bu hadîsi Hişâm İbn Yûnus kanalıyla Ebu Hürey­re'den nakleder ve Rasûlullah (s.a.)m şöyle buyurduğunu bildirir: Al­lah Teâlâ'nm âdemoğluna özür beyân ettiği Ömür süresi altmış yıldır. O bununla «Öğüt alacak kişinin Öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşat­madık mı?» kavlini kasdediyordu. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Yahya İbn Muhammed İbn Abdülmelik İbn Kur'a Samerrâ da... Ebu Hürey­re'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kim, Altmış yaşma basarsa Allah Teâlâ ömür konusunda artık ona gerekçe hazırla­mış olur. İmâm Ahmed, Mukri' Ebu Abdurrahmân'dan da bu hadîsi ri­vayet eder. Keza Halef kanalıyla Saîd el-Makbûrî'den de nakleder.

İbn Cerîr Taberî der ki; Bana Ahmed İbn Ferec... Ma'mer İbn Râşid'den nakletti ki; o, Muhammed İbn. Abdurrahman'in şöyle dedi­ğini duydum, demiştir: O da; Ebu Hüreyre'nin Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu söylediğini duydum demiştir: Allah Teâlâ yetmiş veya altmış yaşına basmış olan kişilere ömür konusunda artık ma'ze-ret gösterir. Bu hadîs bu yollarla sıhhat kazanmıştır. Sâdece Ebu Ab­dullah el-Buhârî'nin kabul ettiği tarîktan başkası olmasaydı bu da ye­terli olacaktı. Çünkü o bu san'atın şeyhidir. İbn Cerîr Taberî'nin; bu hadîsin râvîleri arasında üzerinde durulması gereken bazı kişiler var­dır, sözüne gelince, Buhârî'nin sahîh sayması halinde onun sözüne il­tifat edilmez. /Ulah en iyisini bilendir.

Bazıları dediler ki; hekimlerin yanında tabiî ömür süresi yüz yir­mi senedir. İnsanoğlu altmışına kadar sürekli kemâle doğru gider. Sonra eksilme ve yaşlanma başlar. Nitekim şâir şöyle der:

Delikanlı altmışına ayak bastığında, Sevinç te uçar, delikanlılık ta.

Allah Teâlâ'nın kullarına karşı ma'zeret beyân ettiği ve bundan sonra gerekçelerini ortadan kaldırdığı ömür süresi bu olduğuna göre, bu ümmetin ömür süresi de genellikle bu yaştır. Nitekim bu konuda hadîs de vârid olmuştur. Hasan İbn Arafe merhum Abdurrahmân İbn Muhammed kanalıyla... Ebu Hüreyre'den    nakleder    ki;    Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Benim ümmetimin ömrü altmışla yetmiş arasıdır. Bunu geçenler ise onların arasında azınlıktadırlar. Tirmizî ve İbn Mâce bu hadîsi Zühd kitabında Hasan İbn Arafe kanalıyla Ebu Hüreyre'den naklederler. Sonra Tirmizî; bu hadîs hasen, garîb bir ha­dîstir, ama yalnız bu şekliyle biliyoruz, der. Tirmizî'nin garîb karşıla­dığı bu hadîsi Ebu Bekr İbn Ebu Dünya bir başka yoldan ve başka şe­kilde Ebu Hüreyre'den nakleder. Şöyle ki Süleyman İbn Ömer... Ebu Hüreyre'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Benim ümmetimin ömrü altmış ve yetmiş arasındadır. Bunu geçenler ise on­ların arasında azınlıktadır. Tirmizî bu hadîsi Zühd kitabında İbrâhîm İbn Saîd el-Cevherî kanalıyla... Ebu Hüreyre'den nakleder, sonra da, bu, hasen ve garîb bir hadîstir, der. Başka vecihlerle de Ebu Hüreyre'­den bu hadîs nakledilmiştir ki her iki yerde de harfi harfine metin böyledir. Allah en iyisini bilendir.

Hafız Ebu Ya'lâ der ki: Bize Ebu Mûsâ el-Ansârî... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Arzuların çarpıştığı alan altmıştan yetmişe kadardır. Bunun için Rasûlullah (s.a.) bir başka hadîste şöyle buyurmuştur: Ümmetimin azınlığı yetmişlik kişi­lerdir. Bu hadîsin isnadı zayıftır.- Bu anlamda bir başka hadîs nakleden Ebu Bekr el- Bezzâr Müsned'inde der ki: Bize İbrâhîm İbn Hamîd... Rebî'den nakletti ki Huzeyfe şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, bize üm­metinin ömürlerini haber ver. Hz. Peygamber elli ile atlmış arası bu­yurmuş. Onlar, ey Allah'ın Rasûlü, ya yetmişlikler? deyince, Rasûlul­lah (s.a.) buyurmuş ki: Benim ümmetimden o yaşa ulaşan azdır. Al­lah yetmişliklerle, seksenliklere merhamet etsin. Sonra Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bu hadîs ancak bu isnâdla ve bu lafızla nakle­dilir ki, râvîler arasında yer alan Osman İbn Matar, Basra'lı olup kuv­vetli bir râvî değildir. Sahîh hadîste sabit olduğuna göre Rasûlullah (s.a.) altmış üç yıl yaşamıştır. Altmış, yıl diyenler bulunduğu gibi alt­mış beş yıl diyenler de vardır. Ancak meşhur olan birinci görüştür. Al­lah en iyisini bilendir.

«Ve size uyarıcı da gelmişti.» İbn Abbâs, İkrime, Ebu Ca'fer el-Bakır, Katâde ve Süfyân İbn Uyeyne'nin; bu uyarıcının ihtiyarlık ol­duğunu söyledikleri rivayet edilir. Süddî ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de; bu uyarıcının Rasûlullah olduğunu bildirirler. İbn Zeyd bu âyeti «'İşte bu ilk uyarıcılardan bir uyarı­cıdır» şeklinde okuduğu bildirilir. Şeybân'ın rivayet ettiğine göre Ka-tâde'den de nakledilen sahîh görüş budur. Çünkü o; bununla onlara karşı ömür ve peygamberlik hüccet olarak gösterilmiştir, demiştir. İbn Cerîr'in tercîh ettiği bu görüş en zahir olan görüştür. Nitekim Zuh-ruf sûresinde daha önce de naklettiğimiz âyet-i kerîme'lerde şöyle bu-yurulur:  »Cehennemde şöyle seslenirler: Ey bekçi, Rabbın hiç değilse canımızı alsın. Bekçi, siz böyle kalacaksınız, der. Andolsun ki size ger­çeği getirdik fakat çoğunuz gerçekten kaçıyordunuz» (Zuhruf, 77-78). Yani Biz peygamberlerin diliyle size hakkı beyân ettik, ama siz haktan kaçıp ona muhalefet ettiniz. İsrâ sûresinde ise şöyle buyurulur: «Biz, bir peygamber göndermedikçe azâb ediciler değiliz.» (İsrâ, 15). Mülk sûresinde ise şöyle buyurur: «Nerede ise öfkesinden paralanacak. İçi­ne herbir topluluğun atılmasında, bekçileri onlara: Size bir uyarıcı gelmemiş miydi? diye sorarlar. Onlar: Evet, doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve; Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz bü­yük bir sapıklık içindesiniz, demiştik, derler.»  (Mülk, 8-9).

«Öyleyse tadın. Zâlimler için hiç bir yardımcı yoktur.» Öyleyse davranışlarınız ve ömrünüz boyunca peygamberlere muhalefet edişi­nizin cezası olarak, cehennem azabım tadmız. Bugün size bir yardımcı da yoktur ki içinde bulunduğunuz azabı, cezayı ve zincirleri kaldırıp sizi ondan kurtarsın.[15]

 

38  — Muhakkak ki Allah; göklerin ve  yerin   gaybını bilendir. Şüphesiz ki O, göğüslerde olanı da bilicidir.

39 — O'dur, sizi yeryüzünde halîfeler kılmış olan. Kim küfrederse; küfrü kendi aleyhinedir. Kâfirlerin küfrü Rab-ları katında ancak gazabı artırır. Kâfirlerin küfrü onlara hüsrandan başka bir şeyi artırmaz.

 

Göklerin ve Yerin Gaybi

 

Allah Teâlâ göklerin ve yerin bilinmezliklerini bildiğini haber vere­rek, göğüslerin neyi sakladığını, vicdanların neyi gizlediğini bildiğini ve her amel edene ameline göre mükâfat vereceğini haber veriyor ve bu­yuruyor ki: «Muhakkak ki Allah; göklerin ve yerin gaybını bilendir. Şüphesiz ki O, göğüslerde olanı da bilicidir. O'dur sizi yeryüzünde ha­lîfeler kılmış olan.» Yani bir topluluğun bir başka topluluğa, bir nes­lin bir başka nesle halef olmasını sağlayan O'dur. Nitekim bir başka âyette şöyle buyurur: «Sizi yeryüzünün halîfeleri kılar.» (Ankebût, 62)

Âyetin devamında ise «Kim küfrederse; küfrü kendi aleyhinedir.» bu­yuruyor. Küfrünün vebali başkasına değil, sâdece kendisine aittir. «Kâfirlerin küfrü, Rabları katında ancak gazabı artırır.» Onlar küfür­de devam ettikleri sürece, Allah da onlara buğzeder. Küfürde devam ettikleri sürece kıyamet günü hem kendileri, hem de aileleri hüsrana uğrarlar. Mü'minler ise bunun tamamen aksidirler. Onların ömrü uza­dıkça, ameli güzelleştikçe, Allah katında derecesi yücelir, cennette mertebesi yükselir ve ecri artar. Kendisinin yaratanı ve yoktan var edeni olan, Âlemlerin Rabbı onu kendisine sevgili kılar.[16]

 

40  — De ki: Allah'tan   başka  taptığınız   ortaklarınızı gördünüz mü? Yeryüzünde ne   yaratmışlardır   gösterin bana. Yoksa onların ortaklığı göklerde midir? Yoksa on­lara bir kitab verdik de onlar bundan bir delile mi daya­nıyorlar? Hayır, o zâlimler birbirine ancak  aldatıcı   şey­ler vaad ederler.

41  — Muhakkak ki zail olmasınlar diye gökleri ve ye­ri tutan Allah'tır. Eğer zail olurlarsa andolsun ki, bundan sonra onları kimse tutamaz. Şüphesiz ki o; Halim, Gafur olandır.

 

Allah Teâlâ Rasûlü Zişânına müşriklere şöyle demesini emredi­yor: «De ki: Allah'tan başka taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Yeryüzünde ne yaratmışlardır gösterin bana.» O putlar ve Allah'a ortak koştuğunuz şeyler. «Yoksa onların ortaklığı göklerde midir?» Göklerden de bir hurma çekirdeğinin kabuğu kadar bile bir şeye sahip olamazlar. «Yoksa onlara bir kitâb verdik de onlar bundan bir delile mi dayanıyorlar?» Yoksa onlara söyledikleri şirki ve küfrü doğrulayan bir kitâb mı indirdik? Mesele böyle değildir. «Hayır, o zâlimler birbi­rine ancak aldatıcı şeyler vaad ederler.» Onlar bu konuda sâdece kendi görüş, heves ve hayâllerine tâbi olmuşlardır. Kendileri için istedikleri bu hayâller gurûr'dan, bâtıl ve sahtecilikten ibarettir.

Sonra Allah Teâlâ gökleri ve yeri ayakta tutan ve ikisi arasında bulunan varlıkları birbirine cezbeden yüce kudretini haber vererek buyuruyor ki: «Muhakkak ki zail olmasınlar diye gökleri ve yeri tu­tan Allah'tır.» Yerlerinden kayıp gitmelerini önleyen O'dur. «İzni ol­madıkça, göğü yerin üzerine düşmemesi için O tutar.» (Hacc, 65) Bir başka âyette de şöyle buyurulur: «Göğün ve yerin, O'nun emriyle ayakta durması da yine O'nun âyetlerindendir.» (Rûm, 25), «Göklerle yer zail olurlarsa andolsun ki bundan sonra onları kimse tutamaz?» (Fâtır, 41), Göğün ve yerin oldukları şekilde devamlarını sağlamaya O'ndan başka kimsenin gücü yetmez. O, bunca güç ve kudretine rağ­men yine de Halîm'dir, Gafûr'dur. Kullarının kendisine isyan, edip küfrettiklerini görür, hilm ile muamele eder, onların cezasını hemen çabucak vermez, te'hîr eder ve bir süreye kadar bekletir. Başkalarının da suçunu örter ve bağışlar. «Şüphesiz ki O; Halım, Gafur olandır.»

İbn Ebu Hatim burada garîb hattâ münker bir hadîs rivayet ede­rek der ki: Bize Ali İbn Hüseyn İbn Cüneyd... Ebu Hüreyre'den naklet­ti ki; o, Rasûlullah (s.a.)m minberde, Mûsâ (a.s.)dan naklen şöyle de­diğini duydum, demiştir: Musa'nın içinde Allah Teâlâ uyur mu uyu­maz mı, diye bir fikir geçti. Allah Teâlâ bunun üzerine ona bir melek gönderdi. Melek onu üç kere salladıktan sonra eline iki şişe verdi. Her elinde bir şişe vardı. Şişeleri olduğu gibi muhafaza etmesini bildirdi. Mûsâ uyumaya başladı ve eli birbirine değeyazdı. Sonra şişelerden bi­rini diğerinin içerisine sakladı. Nihayet uyudu ve eli titrediği için iki şişe de kırıldı. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: İşte bunu Allah Teâlâ, ona bir örnek olsun diye vermişti. Şayet Allah uyuyor olsaydı, göklerle yeryüzü ayakta kalmazdı. Zahir olan, bu hadîsin merfû' olmadığıdır. Aksine kötü İsrâiliyyât örneklerinden birisidir. Çünkü Mûsâ Aleyhis-selâm'ın, Allah Azze ve Celle'ye uyku isnadında bulunması imkânsız­dır. Allah Teâlâ Aziz kitabında kendisinin diri ve ayakta olduğunu uy­ku ve dalgınlığın tutmadığını göklerde ve yerde bulunanların kendisi­ne âit olduğunu bildirmektedir. Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde de Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muştur: Doğrusu Allah uyumaz. Uyuması da O'na uygun düşmez. Kısme­ti' düşürür ve yükseltir. Gece ameli gündüzden önce, gündüz ameli gece­den önce ona yükseltilir. Onun örtüsü nûr veya ateştir. Eğer onu aç­mış olsaydı, zâtının celâl ve azameti mahlûkâtının gözünün ulaştığı noktaları yakar giderdi.

Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberîder ki: Bize İbn Beşşâr... Ebu VâiPden nakletti ki:

Adamın biri Abdullah İbn Mes'ûd'un yarıma geldi. İbn Mes'ûd ona; nereden geldin? dedi. Adam; Şam'dan, dedi. Kiminle buluştun? deyince, adam; Kâ'b ile, dedi. Kâ'b sana ne anlattı? dedi. Adam; bana göklerin bir meleğin omuzunda döndüğünü söyledi, dedi. Abdul­lah İbn Mes'ûd; sen onu yalanladın mı yoksa tasdik mi ettin? dedi. Adam; ne tasdik ettim, ne de yalanladım, deai. Abdullah İbn Mes'ûd dedi ki: Sanırım ki sen, ona gitmekle bineğini ve yükünü heba etmiş­sin. Kâ'b yalan söylemiş. Allah Teâlâ «Muhakkak ki zail olmasınlar diye gökleri ve yeri tutan Allah'tır. Eğer zail olurlarsa andolsun ki, bundan sonra onları kimse tutamaz. Şüphesiz ki O, Halım, Ğafûr olandır.»   buyuruyor.

Bu rivayetin Kâ'b'a ve Abdullah İbn Mes'ûd'a isnadı sahihtir. Sonra İbn Cerîr Taberî bu haberi Abd İbn Humeyd kanalıyla... İbra­him'den nakleder ve der ki: Cündeb el-Becelî, Şam'a Kâ'b el-Ahbâr'ı ziyaret etmeye gitti... sonra hadîsi olduğu gibi zikreder. Ben, Tuleytu-la'lı Yahya İbn İbrahim İbn Müzeyn'in; «Fakîhlerin Hayat Tarzı» adını verdiği eserinde gördüm ki; o bu haberi Muhammed İbn îsâ ka­nalıyla İbn Vehb'den... Nakletmiş. İbn Vehb Mâlik'in; gökyüzü dön­mez dediğini bildirmiş. Ve o bu âyeti delil olarak gösterdiği gibi, Mağ-rib'de bir tevbe kapısı vardır. Güneş Batıdan doğuncaya kadar orası açık kalacaktır, hadîsini delil olarak göstermiştir. Ben derim ki: Bu hadîs sahîh kitaplarda vardır. Allah en iyisini bilendir.[17]

 

42 — Var güçleriyle Allah'a yemin ettiler ki; kendile­rine bir uyarıcı gelecek olursa; muhakkak ki, ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardır. Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince; onların sâdece nefretlerini artırdı.

43 — Yeryüzünde büyüklenerek ve kötü düzen kura­rak. Halbuki kötü düzen ancak ehline zarar verir. Önce­kilerin sünnetini görmezler mi? Sen, Allah'ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın. Sen Allah'ın sünnetinde bir başkalaşma da bulamazsın.

 

Büyüklenip Düzen Kuranlar

 

Allah Teâlâ, Kureyş'lilerin ve arapların; kendilerine bir peygamber gelmezden önce var güçleriyle Allah'a yemîn edip «Kendilerine bir uya­rıcı gelecek olursa; muhakkak ki ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda olacaklarını» söylediklerini haber veriyor. Yani kendilerine peygamber gönderilen bütün milletlerin hepsinden daha doğru yolda ola­caklarını söylüyorlardı. Dahhâk ve başkaları böyle derler. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurmaktadır: «Demeyesiniz ki; Bizden önce kitâb, yalnız iki topluluğa indi. Bizim ise onlarınkinden bile habe­rimiz yok veya demeyeseniz ki: Bize de o kitâb indirilseydi, muhakkak ki onlardan daha fazla hidâyete ererdik. İşte size Rabbınızdan apaçık hüccet, hidâyet ve rahmet gelmiştir. Artık Allah'ın âyetlerini yalanla­yandan ve onlardan yüz çevirenden daha zâlim kimdir?» En'âm (156-157)

Bir başka âyette de şöyle buyurur: «Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir zikir bulunsaydı, Biz de elbet Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları olurduk, derler. Sonunda O'na küfr ettiler ama ilerde bileceklerdir.» (Sâffât,  168-170).

«Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince,» Bu, Hz. Muhammed (a.s.)-dir ve onun beraberinde getirmiş olduğu yüce ve apaçık kitâb olan Kur'-ân'dır. «Onların sâdece nefretlerini artırdı.» Onların küfürlerine küfür eklemekten başka bir şeye yaramadı. Sonra Allah Teâlâ bunun sebebini şöyle açıklıyor: «Yeryüzünde büyüklenerek ve kötü düzen kurarak.» Onlar Allah'ın âyetlerine uymaktan büyüklenip kaçtılar ve insanları Allah yolundan alıkoymak için kötü düzen ve hilelere başvurdular. Kötü düzen ve hile, ancak ehline zarar verir. «Halbuki kötü düzen ancak eh­line zarar verir.» Onun vebali ancak kendilerine düşer, başkalarına değil.

İbn Ebu Hatim dedi ki: Ali İbn Hüseyn... Ebu Zekeriyyâ el-Kûfî'-den nakletti ki; ona bir adam Rasûluılah (s.a.)ın şöyle buyurduğunu bildirmiş: Kötü düzenden sakın, çünkü kötü düzen ancak ehline zarar verir. Üç şey vardır ki, kim onlan yaparsa o ya hîle ya zulüm veyahut tersyüz ediliş cezasına çarpılmadan kurtulamaz. Allah'ın kitabından bunun tasdiki de şöyledir: «Halbuki kötü düzen ancak ehline zarar ve­rir.» Sizin zulmünüz ancak kendi nefsinizedir. Kim de dönerse ancak kendi aleyhine dönmüş olur.

«Öncekilerin sünnetini görmezler mi?» Peygamberleri yalanlayıp onlann emirlerine muhalefet etmeleri nedeniyle Allah'ın onları cezalan­dırmasını görmezler mi? «Sen, Allah'ın sünnetinde bir değişiklik bula­mazsın.» O, değişmez ve tebdile uğramaz. Her yalanlayan hakkında ca­rî olan bir kanundur bu. «Sen, Allah'ın sünnetinde bir başkalaşma da bulamazsın.» Allah bir kavim için kötülük murâd edecek olursa, onu geri çevirecek yoktur. O kavmin üzerinden bu kötülüğü kaldırıp alı­koyacak hiç bir güç yoktur.[18]

 

44  — Yeryüzünde gezip   dolaşmazlar mı ki,   kendile­rinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl   olduğunu  görsün­ler. Hem onlar, kendilerinden daha da kuvvetliydiler. Gök­lerde de yerde de Allah'ı âciz bırakacaik hiç bir şey yok­tur. Şüphesiz ki O; Alîm, Kadir olandır.

45  — Şayet Allah, insanları kazandıklarıyla muaheze etmiş olsaydı; onun üstünde hiç bir canlı bırakmazdı. Fa­kat onları belli bir süreye kadar te'hîr eder. Süreleri gel­diği zaman ise; muhakkak ki Allah;   kulları   için   Basîr olandır.

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey Muhammed, senin kendilerine getir­miş olduğun risâleti yalanlayan şu yalancılara de ki: Yeryüzünde gezin peygamberleri yalanlayanların akıbetlerinin nasıl olduğunu görün. Al­lah Teâlâ'nın onları ve benzeri kâfirleri nasıl mahvettiğine bakın. Onlar­dan geriye sadece yurdları kalmıştır. Kuvvetin zirvesine sayının ve hazır­lığın son noktasına, mal ve evlâd çokluğna ulaştıktan sonra sahip oldukları nimetler ellerinden alınmış ve hiç bir şey kendilerine fayda sağ­lamamıştır. Allah'ın azabını hiç bir şey alıkoyamamıştır. Rabbının em­ri geldiğinde, Onu âciz bırakacak hiç bir şey yoktur. O, göklerde ve yer­de bir şeyin olmasını murâd edecek olursa, o şey muhakkak yerine gelir. «Şüphesiz ki O, Alîm, Kadîr olandır.» Bütün varlıkların durumunu bilir ve hepsine gücü yeter.

«Şayet Allah, insanları kazandıklarıyla muaheze etmiş olsaydı; onun üstünde hiç bir canlı bırakmazdı.» Eğer Allah Teâlâ kullarını gü­nâhlarından dolayı sorumlu tutup yakalayıverseydi, bütün yeryüzü hal­kını helak ederdi. Onların sâhib oldukları canlıları ve rızıkları da yok ederdi. İbn Ebu Hatim dedi ki: Bize Ahmed İbn Sinan... Abdullah'ın şöyle dediğini nakletti: Âdemoğlunun günâhlarından dolayı neredeyse hayvanlar inlerinde azâb göreceklerdi. Sonra o, bu âyeti okumuş. Saîd İbn Cübeyr ve Süddî «Onun üstünde hiç bir canlı bırakmazdı.» Kavli hakkında şöyle demiştir: yağmur yağmaz ve bütün canlılar ölüp giderdi.

«Fakat onlar belli bir süreye kadar te'hîr eder.» Onları kıyamet gü­nüne kadar bekletir ve o gün kendilerini hesaba çeker. Her amel edeni ameline göre mükâfatlandırır. İtaat ehlini sevâb, günahkârları da ceza ile cezalandırır, Bunun için buyuruyor ki: «Süreleri geldiği zaman ise; muhakkak ki Allah; kulları için Basîr olandır.»[19]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6677-6678

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6678-6679

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6679

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6680-6681

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6681-6682

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6683-6686

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6687

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6688-6689

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6689-6691

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6691-6692

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6693-6695

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6695-6696

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6697-6701

[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6702-6703

[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6704-6708

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6708-6709

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6709-6711

[18] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6712-6713

[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6713-6714

Free Web Hosting