SÂD SÛRESİ2

Kur'ân'a And Olsun. 2

İçlerinden Bir Uyarıcı2

İzahı4

Onlardan Öncekiler4

Güçlü Kulumuz Dâvûd   (a.s.)5

Davacıların Haberi6

Ey Dâvûd, Seni Gerçekten Yeryüzüne Halîfe Kıldık. 8

Ve Dâvûd Oğlu Süleyman (a.s.)9

Süleyman'ın İmtihanı10

Sabır Çağlayanı Eyyûb   (a.s.)14

Müttakîlere Adn Cennetleri16

Azgınlar İçin de Kaynar Su Ve İrin. 17

Ben, Sâdece Bir Uyarıcıyım.. 18

İnsan ve Şeytân. 19


SÂD SÛRESİ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın Adıyla.

1  — Sâd. Zikir dolu Kur'ân'a yemîn olsun.

2 — Hayır, o küfredenler boş bir gurur ve bir parça­lanma içindedirler.

3  — Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettik de on­lar, çığlıklar kopardılar. Halbuki kurtulmak vakti değildi.

 

Kur'ân'a And Olsun

 

Hurûf-ı mukattaa hakkında bilgi burada tekrarına gerek bırakma­yacak şekilde Bakara sûresi başında geçmişti.

«(Kullar için bir zikri, dünya ve âhirette onların faydasını içeren) zikir dolu Kur'ân'a yemîn olsun.» Dahhâk «Zikir dolu Kur'ân...» âyeti­nin Allah Teâlâ'nın: «Andolsun ki, size içinde zikrinizin bulunduğu bir kitâb indirdik.» (Enbiyâ, 10) âyeti gibi olduğunu söyler. Katâde de böy­le söylemiş olup bu açıklamayı İbn Cerîr de tercih etmektedir. İbn Ab-bâs, Saîd İbn Cübeyr, İsmâîl İbn Ebu Hâlid, İbn Uyeyne, Ebu Husayn, Ebu Salih ve Süddî ise âyetteki kelimelerini şerefli, şan, şeref ve mevki sahibi olarak tefsir etmişlerdir. İki açıklama arasında bir zıdlık söz konusu değildir. Zîrâ o; öğüt, uyarma ve insanlardan ma'-zereti kaldıran şerefli bir  kitâbdır.   (...)

«Hasar o, küfreden kâfirler boş bir gurur ve bir parçalanma içinde­dirler.» Şüphesiz bu Kur'ân'da öğüt alacaklar için bir öğüt, ibret alacak­lar için bir ibret vardır. Ama kâfirler bundan hiç bir şekilde faydala­namazlar. Zîrâ onlar boş bir gurur, büyüklenme, ve hamiyyet, derin bir ayrılık, ona karşı muhalefet, inâdlaşma ve ayrılık içindedirler.

Allah Teâlâ peygamberleri yalanlayan ümmetlerin gökten inen kîtabları yalanlamaları, elçilerine muhalefet etmeleri sebebiyle geçmiş­te helak edildiklerini haber verip onları bununla korkutarak şöyle bu­yurur: «Kendilerinden önce (Allah'ın elçilerim yalanlamış) nice nesil­leri helak ettik de onlar, (Azâb başlarına geldiği zaman imdâd isteyip Allah'a sığınarak ne) çığlıklar kopardılar.» Ama bu onlara hiç bir fayda sağlamadı. Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Bi­zim baskınımızı hissettikleri zaman onlar oradan kaçmaya yelteniyor-lardı. Koşup kaçmayın, size nimet verilen yere, yurdunuza dönün. El­bette sorguya çekileceksiniz.» (Enbiyâ, 12-13). Ebu Dâvûd et-Tayâli-sî'nin Şu'be kanalıyla... Temîmî'den rivayetine göre o şöyle demiştir: İbn Abbâs'a «Onlar, çığlıklar kopardılar. Halbuki kurtulmak vakti de­ğildi.» âyetini sordum da şöyle dedi: Çığlıklar koparma kaçıp kurtul­ma vakti değildi. İbn Abbâs'dan rivayetle Ali İbn Ebu Talha ise burayı: Halbuki imdâd isteme vakti değildi, şeklinde açıklar. Şebîb İbn Bişr'in İkrime'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetinde o, şöyle diyor: Kendile­rine fayda vermeyecek bir zamanda çığlıklar attılar (...) «Onlar çığlık­lar kopardılar. Halbuki kurtulmak vakti değildi.» âyeti hakkında Mu-hammed İbn Kâ'b şöyle diyor: Dünya kendilerine arkasını döndüğü zamanda Allah'ı birleyen çığlıklar attılar ve dünya onlara sırt çevirdiği bir zamanda te'vbe etmekte geç kaldılar. Katâde der ki: Azabı gördükle­rinde; nida etmenin (çığlıklar koparmanın) yeri olmayan bir zamanda tevbe etmek istediler. Mücâhid «Onlar çığlıklar kopardılar. Halbuki kurtulmak vakti değildi.» âyetini şöyle açıklıyor: Ne kaçma, ne de (atı­lacak çığlıklara) koşma olunacak bir zaman değildi. Bu açıklamanın bir benzeri İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Ebu Mâlik, Dahhâk, Zeyd İbn Eşlem, Hasan ve Katâde'den de rivayet edilmiştir. Mâlik'in Zeyd İbn Eslem'-den rivayetine göre o, «Halbuki kurtulmak vakti değildi.» âyetini şöyle anlıyor: Nida edilmeyecek bir zamanda nida etme (çığlık atma) da yok­tur.   (...)

«Onlar, çığlıklar kopardılar. Halbuki (zaman kaçıp) kurtulmak vakti değildi.»[1]

 

4  - Küfredenler  içlerinden bir uyarıcının   gelmesine şaşmışlardı da demişlerdi ki: Bu, çok yalancı bir sihirbaz­dır.

5  — Tanrıları bir tek tanrı mı kıldı? Doğrusu bu, şaşır­tıcı bir şey.

6  — Onların elebaşlarmdan bir grup; yürüyün ve tan­rılarınız üzerinde direnin. Şüphesiz ki bu, sizden istenen bir şeydir, diyerek kalkıp gittiler.

7  — Biz bunu diğer dinde de işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır.

8  ~ Aramızdan zikir ona mı indirilmiştir? Hayır, on­lar zikrimden şüphededirler. Hayır, onlar henüz azabımı tatmamışlardı.

9 — Yoksa O Azîz, Vehhâb Rabbmın rahmet hazînele­ri onların yanında mıdır?

10  — Yahut göklerin, yerin ve ikisinin   arasında bulu­nanların mülkü onların mıdır? Öyle ise sebeplere tevessül etsinler de yukselsinler bakalım.

11  — Onlar,   burada derme   çatma gruplardan   olma bozguna uğratılmış bir ordudur.

 

İçlerinden Bir Uyarıcı

 

Allah Teâlâ burada müşriklerin beşerden peygamber gönderilmesi­ne şaştıklarını haber veriyor. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de: «İç­lerinden bir adama: İnsanları uyar ve îmân edenlere Rabları katında yüksek bir makam olduğunu müjdele, diye vahyetmemiz insanların tu­hafına mı gitti ki kâfirler: Bu, apaçık bir büyüdür, dediler,» (Yûnus, 2) buyururksn burada da şöyle denilmektedir : «Küfredenler içlerinden (ve kendileri gibi beşer olan) bir uyarıcının gelmesine şaşmışlardı da demişlerdi ki: «Bu, çok yalancı bir sihirbazdır. Tanrıları bir tek tanrı mı kıldı?» Tapınılacak ma'bûdun kendisinden başka ilâh olmayan bir tek ma'bûd olduğunu mu sanıyor? Müşrikler —Allah onlan kahretsin— bunu inkâr etmişler, Allah'a şirk koşmayı terkettiği için ona şaşmışlar­dı. Putlara tapınmayı babalarından almışlar ve bu, kalblerine yerleş­mişti. Allah Rasûlü (s.a.) kalblerinden bunu söküp atmaya ve vahdâ-niyyeti Allah'a tahsis etmeye çağınnca bunu büyük görmüşler, şaşmış­lar ve şöyle demişlerdi: «Tanrıları bir tek tann mı kıldı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey.» Onların elebaşılarından (büyükleri, reisleri ve efendi­lerinden) bir grup; Yürüyün ve (dininiz üzere devam edip) tanrılarınız üzerinde direnin.» Muhammedln sizi çağırmış olduğu tevhide icabet et­meyin. «Şüphesiz ki bu, sizden istenen bir şeydir, diyerek kalkıp gifti-ler.» İbn Cerîr, «Şüphesiz ki bu, sizden istenen bir şeydir.» âyetinde der ki: Muhammed'in sizi tevhide çağırması ancak onun size karşı bir şeref ve üstünlük istemesinden, sizin içinizden kendisine tâbiler olmasını ar-zulamasındandır. Elbette biz bu konuda ona icabet edecek değiliz.

Bu  Ayetin Nüzul Sebebi:

Süddî der ki : Kureyş'ten birtakım kimseler toplandılar. Ebu Cehl İbn Hişâm, Âs İbn Vâil, Esved İbn Muttalib, Esved İbn Abd Yeğûs Ku-reyş'in yaşlılarından bir grup da içinde olarak onlara dâhildiler. Birbirlerine şöyle dediler: Haydin Ebu Tâlib'e gidelim, onunla bu konu­da konuşalım. Bize onun hakkında adaletle hüküm versin ve o bizim ilâhlarımıza sövmeyi bıraksın, biz de onu ve tapınmakta olduğu ilâhını bırakalım. Korkarız ki bu ihtiyar ölür, bizden ona (Muhammed'e) bir zarar ulaşır da araplar: Onu bıraktılar. Tâ ki (amcası) öldüğü zaman onu yakaladılar, diyerek bizi ayıplar, dediler. İçlerinden Muttalib adın­daki bir adamı Ebu Tâlib'e gönderdiler, Ebu Tâlib'in yanma girmeleri için ondan izin istedi; bunlar kavminin ihtiyarları ve ileri gelenleridir. Senin huzuruna girmek için izin isterler, dedi. Ebu Tâlib: Onları yanı­ma getir, dedi. Ebu Tâlib'in yanına girince: Ey Ebu Tâlib, sen bizim büyüğümüz ve efendimizsiri. Kardeşin oğlu hakkında bize adaletle hük­münü ver; ona emret de ilâhlarımıza sövmeyi terketsin, biz de onu ve ilâhını bırakalım, dediler. Ebu Tâlib Hz. Peygambere birisini gönderip çağırttı. Allah Rasûlü (s.a.) Ebu Tâlib'in yanına girince Ebu Tâlib: Ey kardeşim oğlu, bunlar senin kavminin ihtiyarları ve ileri gelenleridir. Senden ilâhlarına sövmeyi bırakmanı istiyorlar. Onlar da seni ve ilâhı­nı bırakacaklar, dedi. Hz. Peygamber: Ey amca, ben onları kendileri için en hayırlı olan bir şeye çağırmıyor muyum? diye sordu. Amcası: Onları neye çağırıyorsun? diye sordu da Efendimiz: Onlara öyle bir kelime söy­lemelerini teklif ediyorum ki bütün araplar bu kelime ile onlara boyun eğecek ve onlar bu kelime ile Acem'e sahip olacaklar, dedi. Grubun içinden Ebu Cehil: Baban aşkına, nedir o kelime? Biz, hem o kelimeyi hem de on mislini söylemeye hazırız, dedi. Allah Rasûlü: Allah'tan baş­ka ilâh yoktur, dersiniz, buyurdu. Ebu Cehil yüzünü çevirip: Bundan başka bir şey iste, dedi. Hz. Peygamber: Güneşi getirip avucuma koysa­nız bile sizden bu kelimenin dışında başka bir şey istemiyorum, buyur­du. Öfke içinde yanından kalktılar. Allah'a yemîn olsun ki hem sana, hem de sana bunu emreden ilâhına küfredeceğiz (söveceğiz) diyorlardı. «Elebaşlarından bir grup; yürüyün ve tanrılarınız üzerinde direnin. Şüphesiz ki bu sizden istenen bir şeydir, diyerek kalkıp gittiler.» Hadîsi îbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr rivayet ediyorlar. İbn Cerîr'in rivayetinde şu fazlalık vardır: Onlar çıktıkları zaman Allah Rasûlü (s.a.) amcasını «Allah'tan başka ilâh yoktur.» demeye davet etti de Ebu Tâlib bunu kabul etmeyerek: Aksine, ihtiyarlann dini üzere (yim), dedi. Bunun üzerine «Muhakkak sen her sevdiğini hidâyete erdiremezsin.» (Kasas, 56) âyeti nâzü oldu.

Ebu Ca'fer İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb ve İbn Vekî'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, şöyle anlatıyor: Ebu Tâlib hastalandığı za­man Kuieyş'ten bir grup yanına girdiler. Ebu Cehil de aralarındaydı. Şüphesiz senin kardeşin oğlu bizim ilâhlarımıza sövüyor, şöyle şöyle ya­pıyor, şöyle şöyle söylüyor. Ona birisini göndersen de bundan men'et-sen, dediler. Ebu Tâlib Hz. Peygambere haber gönderdi de Efendimiz (s.a.) geldi, eve girdi. Onlar ile Ebu Tâlib arasında bir kişi oturacak ka­dar bir boşluk vardı. ^Ebu Cehil Hz. Peygamberin Ebu Tâlib'in yanına oturmasından ve Ebu Tâlib'in de ona karşı şefkatli ve yufka yürekli ol­masından korkarak yerinden sıçradı ve o boş yere oturdu. Allah Rasûlü (s.a.) amcasının yakınında oturacak bir yer bulamadı ve kapının yanı­na oturdu. Ebu Tâlib kendisine: Ey kardeşim oğlu, senin kavmine ne oluyor da senden şikâyet ediyorlar? Senin onların ilâhlarına sövdüğünü, şöyle şöyle söylediğini sanıyorlar? dedi. Onlar Hz. Peygamber hakkında sözlerini çoğalttılar. Allah Rasûlü (s.a.) konuşmaya başlayıp: Ey amca, ben onların bir tek kelime söylemelerini istiyorum. O kelimeyi söyledik­leri takdirde araplar onlara boyun eğer ve bu kelime ile acemler kendi­lerine cizye verir, dedi. Hemen onun söyleceğine kulak kesilerek : Bir tek kelime mi? Evet, baban aşkına on kelime bile olsa (söyleriz) nedir o kelime? dediler. Ebu Tâlib: Ey kardeşim oğlu, nedir o kelime? dedi. Allah Rasûlü: «Allah'tan başka ilâh yoktur.» kelimesidir, buyurdu. Bağ­rışarak ve elbiselerini sükerek kalktılar. «Tanrıları bir tek tanrı mı kıl­dı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey.» diyorlardı. İşte bunun üzerine bura­dan itibaren «Hayır, onlar henüz azabımı tatmamışlardı.» âyetine ge­linceye kadarki âyetler nazil oldu. Hadîsin lafzı Ebu Küreyb'indir. İmâm Ahmed ve Neseî de hadîsi Muhammed İbn Abdullah İbn Nemîr kanalıyla... Abbâd —Abbâd'm babasının ismi verilmiyor— dan yukar-dakine benzer şekilde rivayet etmişlerdir. Tirmizî, Neseî, İbn Ebu Ha­tim ve İbn Cerîr hadîsi tefsirlerinde Süfyân es-Sevrî kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetle yukardakine benzer şekilde zikretmişlerdir. Tirmizî, hadîsin hasen olduğunu söyler.

«Biz bunu (Muhammed'in çağırmış olduğu Allah'ı birlemeyi) diğer dinde de işitmedik.» Mücâhid, Katâde ve İbn Zeyd, onların son din ile Kureyş'in dinini kasdettiklerini söyler. Başkaları ise onların bu sözleri ile Hıristiyanlığı kasdettiklerini söyler. Muhammed İbn Ka'b ve Süddî de böyle söylemişlerdir. Avfî'nin İbn Abbâs'tan rivayetine göre «Biz bunu diğer dinde de işitmedik.» âyetinde Hıristiyanlık kasdedilmekte-dir. Onlar şöyle diyorlardı: Şayet bu Kur'ân gerçek olsaydı, bunu bize Hıristiyanlar  haber  verirdi.

«Bu, ancak bir uydurmadır.» âyetindeki kelimesini; Mücâhid ve Katâde «yalan» ile İbn Abbâs ise «iftira» ile açıklamıştır.

«Aramızdan zikir ona mı indirilmiştir?» sözleri ile onlar, kendile­rinin arasından Kur'ân'ın inzalinin peygambere tahsisini uzak görmek­tedirler. Başka bir âyet-i kerîme'de onların şöyle dedikleri haber verilir: «Bu Kur'ân, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miy­di.» Allah Teâlâ da şöyle buyurur: «Yoksa Rabbının rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini Biz paylaştır­dık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık.» (Zuhruf, 31, 32). Onlar, aralarından Allah Rasûlüne Kur'ân'ın indirilmesini ufcâk görmek suretiyle bilgisizliklerine ve akıllarının kıt olduğuna delâlet eden bu sözleri söylediklerinde Allah Teâlâ da şöyle buyurmuştur: «Hayır, henüz azabımı tatmamışlardı.» Onlar bu sözleri söylüyorlar. Çünkü bu sözleri söyledikleri zamana kadar Allah'ın azabı­nı ve intikamım henüz tatmamışlardır. Çok yakında cehennem ateşine atılacakları gün yalanlarının ve söylediklerinin akıbetini bileceklerdir.

Daha sonra Allah Teâlâ beyân buyurur ki, mülkünde yegâne ta­sarruf sahibidir. Dilediğini işleyendir. Dilediğine dilediğini verendir. Di­lediğini azîz, dilediğini zelîl kılandır. Dilediğini hidâyete erdiren, diledi­ğini sapıklıkta bırakandır. Emri ile ruhu kullarından dilediğine indiren­dir. Dilediğinin kalbini mühürleyen O'dur. Allah'tan başka hiç kimse artık onu hidâyete erdiremez. Kullar, hiç bir işe mâlik değildir. Mülkde ta­sarruf onlara bırakılmamıştır. Ne bir zerre ağırlığına ne de bir hurmanın zarına bile mâlik değillerdir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ onlan inkârla şöyle buyurur: «Yoksa O Azız, Vehhâb Rabbının rahmet hazîneleri on­ların yanında mıdır?» Öyle Azız ki, O'nun tarafı asla mağlûb olmaz. Öy­le Vehhâb ki, dilediğine dilediğini verir. Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'-nın şu âyetlerine benzemektedir: «Yoksa onların mülkten bir payı mı var? Öyle olsaydı onlar insanlara bir çekirdek parçası bile vermezlerdi. Yoksa Allah'ın, bol nimetinden verdiği insanları mı çekemiyorlar? Doğ­rusu Biz, İbrahim soyuna da kitâb ve hikmet verdik. Ve onlara büyük bir nimet bahşettik. Onlardan bir kısmı ona inandı, bir kısmı da ondan yüz çevirdi. Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter.» (Nisa, 53-55). «De ki: Eğer siz, Rabbımın rahmet hazînelerine sahip olsaydınız, o zaman tükenir korkusuyla onları saklardınız. Zâten insan pek cimridir.» (İsrâ, 100). Allah Teâlâ'nın bu sözleri, kâfirlerin beşerden bir peygamber gön­derilmesini inkâr ettiklerini hikâyeden sonradır. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Salih (a.s.)in kavminin şöyle dediklerini haber verir: «Kitab ara­mızda ona mı verilmiş? Hayır, o pek yalancı ve şımarığın biridir. Yarın; kimin pek yalancı şımarığın biri olduğunu bileceklerdir.» (Kamer, 25-26).

«Yahut göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların mülkü onların mıdır? Öyleyse (gerçekten buna güçleri yetiyorsa) sebeplere te­vessül etsinler de yükselsinler bakalım.» İbn Abbâs, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Katâde ve başkaları burada tevessül edecekleri sebepler ile, gö­ğün yollarının kasdedildiğini söylerler. Dahhâk ise şöyle der: Yedinci göğe yükselip  çıksınlar bakalım.

Dalıa sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Onlar, burada derme çat­ma gruplardan olma bozguna uğratılmış bir ordudur.» Kendilerinden önceki yalanlayan gruplar nasıl yenilgiye uğratılıp zelîl kılınmışlarsa aynı şekilde şu izzet ve ayrılık içinde olan yalanlayanlar ordusu da ya­kında hezimete uğrayacak, mağlûb olacak ve zelîl kılınacaklardır. Bu, Allah Teâlâ'nın şu kavilleri gibidir: «Yoksa onlar: Biz öç alabilecek bir topluluğuz mu diyorlar? Toplulukları dağıtılacak ve yüzgeri edecekler­dir. Kıyamet onların azâb ile va'dedildikleri gündür. O ne korkunç, ne acı bir gündür.   (Kamer, 44-46).[2]

 

İzahı

 

12 — Onlardan önce, Nûh kavmi, Âd ve kazıklar sahibi Firavun da yalanlamıştı.

13 — Semûd, Lût kavmi ve Eyke halkı da. işte onlar, ayrı topluluklardı.

14 — Hepsi de peygamberleri yalanladılar. Ve bu yüz­den azabı hak ettiler.

15 — Bunlar, bir tek çığlık beklemektedirler ki, onun bir an bile gecikmesi yoktur.

16  — Ve dediler ki: Rabbımız, hesâb   gününden önce bizim payımızı çabuklaştırıver.

17  — Onların söylediklerine sabret...

 

Onlardan Öncekiler

 

Allah Teâlâ burada peygamberleri yalanlamaları ve onlara muha­lefet etmeleri yüzünden geçmiş nesillerin başına gelen azâb, ceza ve musibetleri haber veriyor. Onlann kıssaları müteaddid yerlerde genişçe geçmişti.

«İşte onlar ayrı topluluklardı.» Sizden daha çoktular. Kuvvetleri sizden daha fazlaydı. Mallar ve çocuklar yönünden de sizden fazlaydı­lar. Rabbınm emri geldiğinde onları Allah'ın azabından bunların hiç birisi koruyamadı. «Hepsi de peygamberleri yalanladılar. Ve bu yüzden azabı hak ettiler.» Allah Teâlâ burada onların yok edilmelerinin ancak peygamberleri yalanlamaları yüzünden olduğunu haber veriyor. O hal­de muhâtablar bundan şiddetle sakınsınlar.

«Bunlar, bir tek çığlık beklemektedirler ki, onun bir an bile gecik­mesi yoktur.» Zeyd İbn Eslem'den rivayetle Mâlik der ki: Onun hiç bir istisnası yoktur. Onlar ancak kıyametin kendilerine ansızın gelmesini beklemektedirler. Halbuki onun alâmetleri belirmiştir. O son derece yaklaşmıştır. Âyette zikredilen çığlık; Allah Teâlâ'nm İsrafil'e uzun tutmasını emredeceği korkutucu nefhadır. Allah Teâlâ'nın istisna et­tikleri dışında gökler ve yeryüzü halkından korkmadık kimse kalmaya­caktır.

«Ve dediler ki: Rabbımız, hesâb gününden önce bizim payımızı ça­buklaştırıver.)) âyetinde Allah Teâlâ, kendi aleyhlerine azabın çabuk­laştırılmasını isteyen müşrikleri inkârla karşılamaktadır. Âyetteki { .kül ) kelimesi, kitâbdır. Bunun, pay anlamına olduğu da söylen­miştir. İbn Abbâs, Mücâhid, Dahhâk, Hasan ve birçokları onların, aza­bın çabuklaştırılmasını istediklerini söyler. Katâde onların şöyle dediklerini de ilâve eder: «AUahımız, eğer bu, gerçekten senin katından ise bize gökten taş yağdır, yahut acıklı bir azâb getir.» (Enfâl, 32). Onla­rın, cennetten paylarının çabuklaştırılmasını istedikleri de söylenmiş­tir. Şayet mevcûd ise buna dünyada kavuşmak istemişlerdir. Onların bu istekleri, yine cenneti uzak görmeleri ve yalanlamaları kabîlinden-dir. İbn Cerîr: Onlar hayır olsun, şer olsun hak ettiklerinin dünyada iken çabuklaştırılmasını istemişlerdir der ki, onun bu açıklaması güzel bir açıklamadır, Dahhâk ve İsmail İbn Ebu Hâlid'in söyledikleri de bu anlamdadır. En doğrusunu Allah bilir. Onlar alay ve uzak görme kabi­linden bu sözleri söyledikleri zaman Allah Teâlâ da Rasûlü (s.a.)ne on­ların eziyyetlerine sabretmesini emretmiş, bu sabrına karşılık ona gü­zel akıbet, yardım ve zaferi müjdelemiştir.[3]

 

...Ve güçlü kulumuz Davud'u hatırla. Muhakkak ki o, hep Allah'a yönelirdi.

18  — Biz, gerçekten dağları onun buyruğuna vermiş­tik. Sabah akşam tesbîh ederlerdi.

19  — Kuşları da toplu olarak. Her biri ona yönelmişti.

20  — Onun mülkünü pekiştirmiş, kendisine hikmet ve kesin söz söyleme hakkı vermiştik.

 

Güçlü Kulumuz Dâvûd   (a.s.)

 

Allah Teâlâ burada kulu ve elçisi Dâvûd (a.s.) un güçlü olduğunu haber veriyor. Güçlü olması, ilim ve ameldeki kuvvetidir. İbn Zeyd ve Süddî âyetteki kelimesini kuvvet ile açıklamışlar, İbn Zeyd peşinden «Göğü gücümüzle Biz kurduk ve Biz geniş kudrete sahibiz.» (Zâriyât, 47) âyetini okumuştur. Mücâhid ise kelimeyi Allah'a itâatta güçlü olmakla açıklar. Katâde der ki: Davud'a ibâdette güçlülük, İs­lâm'da anlayış verilmişti. Bize anlatıldığına göre Hz. Dâvûd (a.s.) gece­nin üçte birini ibâdetle geçirir, senenin yansında da oruç tutarmış. Bu; Allah Rasûlü (s.a.)nden rivayet edilen Buharı ve Müslim'deki bir ha­dîste de sabittir. Buna göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Namazların Allah'a en sevimli olanı, Davud'un namazıdır. Oruçların Allah'a en sevimli olanı da yine Davud'un orucudur. Gecenin yarısını uykuyla geçirir, üçte birini ibâdetle geçirir, sonra tekrar altıda birinde uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Düşmanla karşılaştı­ğı zaman asla kaçmazdı. Şüphesiz o bütün iş ve durumlarında Allah'a dönüp yönelirdi.

«Biz, gerçekten dağlan onun buyruğuna vermiştik. Sabah akşam tesbîh ederlerdi.» Allah Teâlâ dağları Hz. Davud'un buyruğuna vermiş­ti. Onlar Hz. Dâvûd ile beraber güneşin doğması sırasında ve gündüzün sonunda tesbîh ederlerdi. Nitekim başka bir âyet-i kerime'de şöyle buy-rulur: «Ey dağlar onunla Dâvûd'la beraber siz de tesbîh «din. Ve ora­da kuşlara da.» (Sebe1, 10). Aynı şekilde kuşlar da Hz. Davud'un teş­bihi ile birlikte teşbih eder, onunla beraber Zebur'u tekrarlarlardı. Hz. Dâvûd Zebur okurken gökte uçmakta olan kuşlar ona uğrayıp sesini işittikleri zaman gidemezler, havada. dururlar, onunla beraber tesbîh getirirlerdi. Yüce dağlar da ona cevab verip onunla birlikte Zebur'u tekrarlar, ona tâbi olarak tesbîh getirirlerdi.

İbn Cerîr der ki: Bize Ebu Küreyb'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre Ümmühânî, Allah Rasûlü (s.a.)nün Mekke'nin fethi günü kuşluk vaktinde sekiz rek'ât namaz kıldığını söylemiştir. İbn Abbâs der ki: Bu saatta namaz olduğunu sanmıştım. Allah Teâlâ: «Sabah akşam tesbîh ederlerdi.» buyuruyor. Yine İbn Cerîr'in Saîd İbn Ebu Arûbe kanalıy­la... Abdullah İbn Haris İbn Nevfel'den rivayetine göre İbn Abbâs kuş­luk namazını kılmazmış. Abdullah İbn Haris şöyle anlatıyor: Onu Üm-mühânî'nin yanma getirdim ve: Bana haber vermiş olduğun hadîsi (ve­ya olayı) şuna da haber ver, dedim. Ümmühânî şöyle anlattı: Mekke'­nin fethi günü evimde Allah Rasûlü (s.a.) yanıma girdi. Bir kaba su doldurulmasını emretti. Sonra bir örtü getirtti ve benimle arasına ge­rerek gusletti. Suyu evin bir köşesine serpti. Sekiz rek'ât namaz kıldı. Bu, kuşluk vaktindeydi. Bu namazın kıyamı, rükûu, secdesi, ka'desi bir­birine yakındı. İbn Abbâs; Şüphesiz ben iki levha arasındakileri oku­muşumdur (bununla Kur'ân'ı kasdediyor olmalı) şu ana kadar kuşluk namazını bilmiyordum. Orada : «Sabah akşam tesbîh ederlerdi.» âye­tini okur ve: İşrâk namazı nerede? derdim. Bundan sonra îbn Abbâs, bunun işrâk namazı olduğunu söylermiş.

«Kuşları da (havada hapsedilmiş bir halde) toplu olarak her biri ona yönelmişti.» Davud'a tâbi olarak tesbîh eder, ona itaat eder haldey­diler. Saîd İbn Cübeyr, Katâde ve Mâlik'in Zeyd İbn Eşlem ve İbn Zeyd'-den nakillerine göre âyetteki kelimesi; itaat eden, anlamı-nadır.

«Onun mülkünü pekiştirmiş (kralların ihtiyâç duyacağı her şeyin en mükemmelini ona vermiş) tik.» Mücâhid'den rivayetle İbn Ebu Ne-cîh, onun dünya halkının saltanat yönüyle en güçlüsü olduğunu söy­ler. Süddî Hz. Davud'u her gün dört bin kişinin koruduğunu söyler. Selef'ten birisi der ki: Bana ulaştığına göre her gece onun muhafızları­nın sayısı otuz üç bin kişi imiş. Bu muhafızlara gelecek seneye kadar bir daha nöbet gelmezmiş. Bir başkası ise onu, silahlarını kuşanmış kırk  bin kişinin koruduğunu  söyler.

İbn Cerir ve îbn Ebu Hâtim'in Albâ' İbn Ahmer kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetlerine göre İsrâiloğullarından iki kişi Hz. Dâvûd (s.a.) un huzurunda davacı olmuşlar. Birisi diğerinin bir ineğini gasbettiği-ni iddia ederken diğeri bunu inkâr etmiş. Davacının delili yokmuş. Hz. Dâvûd onların durumu hakkında hüküm vermeyi te'hîr etmiş. Gece olduğunda Hz. Dâvûd (a.s.)a uykusunda davacıyı öldürmesi emredil­miş. Gündüz olunca Hz. Dâvûd, o ikisini getirtmiş ve davacının öldü­rülmesini emretmiş: Davacı: Ey Allah'ın peygamberi, şu adam benim ineğimi gasbetmişken beni niçin öldürtüyorsup? diye sormuş da Hz. Dâvûd: Şüphesiz Allah Teâlâ bana seni öldürtmemi emretti. Hiç şüphe yok ben seni öldürteceğim, demiş. Davacı şöyle demiş: Ey Allah'ın pey­gamberi, Allah'a yemîn ederim ki Allah sana benim Öldürülmemi bu adama karşı davacı olmam yüzünden emretmiş değildir. Şüphesiz ben davamda doğru söylüyorum. Şu kadar var ki ben, bu adamın babasını ani bir baskınla öldürmüştüm ve bunu hiç kimse hissetmemişti. Hz. Dâvûd emretmiş ve o adam öldürülmüş.

İbn Abbâs der ki: Hz. Dâvûd İsrâiloğulları içinde heybetli kılınmış­tı. İşte Allah Teâlâ'nın: «Onun mülkünü pekiştirmiştik.» kavli budur.

«Kendisine hikmet vermiştik.» Mücâhid bir keresinde: Burada an­layış, akıl ve kavrama gücü kasdediliyor derken bir başka seferinde hikmet ve adaletin, diğer bir keresinde de doğruluğun (hükümde isa­betin) kasdedildiğini söyler. Katâde ise buradaki hikmet'in Allah'ın ki­tabı ve Allah'ın kitabının içindekilere uymak olduğunu söyler. Süddî hikmeti  peygamberlikle tefsir etmiştir.

Kâdî Şureyh ve Şa'bî «Ve kesin söz söyleme hakkı vermiştik.» âye-tindeki şâhidler ve yeminler olduğunu söylemişler­dir. Katâde der ki: Davacıya düşen iki şâhid getirmektir. Yoksa davalı yemîn ettirilir. İşte peygamberlerin ve rasûllerin —veya inananlar ve sâlihler demiştir— kesin olarak kendisiyle hüküm verdikleri «kesin söz» budur. Kıyamet gününe kadar bu ümmetin hüküm vermesi de böyle­dir. Ebu Abdurrahmân Sülemî de böyle söylemiştir. Mücâhid ve Süddî ise «kesin söz» ün hüküm vermede isabet etme ve anlayış olduğunu söy­lemişlerdir. Yine Mücâhid bunun söz ve hüküm vermede kesin söz söy­leme olduğunu söyler. «Kesin söz» bütün bunları içine almaktadır ve İbn Cerîr de bu görüşü  tercih etmiştir.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ömer İbn Şebbe en-Nemîrî'nin... Ebu Mûsâ (r.a.)dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Söze «imdi diye başlayanların ilki, Hz. Dâvûd (a.s.)dur, işte «kesin söz» budur. Şa'bî de «kesin söz»ün, «imdi» diyerek «emmâ, ba'du» ile söze başlamak olduğu­nu söylemiştir.[4]

 

21  — Sana davacıların   haberi ulaştı mı?   Hani onlar ma'bedin duvarına tırmanmışlardı.

22 — Davud'un yanma girmişlerdi de o, kendilerinden ürkmüştü. Demişlerdi ki: Korkma, iki davacı; birimiz biri­mizin hakkına tecâvüz etti. Sen aramızda hak ile hüküm ver. Ve ondan ayrılma. Bizi, doğru yolun ortasına ilet.

23 — Gerçekten bu, kardeşimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu, benim de bir tek dişi koyunum var. Onu ba­na ver, dedi ve söyleşmede beni yendi.

24  — O da dedi ki: Senin dişi koyununu, kendi dişi ko­yunlarına katmak için istemekle sana zulmetmiştir. Doğ­rusu ortakçıların çoğu   birbirinin hakkına  tecâvüz eder. Ancak inanmış olup sâlih ameller işleyenler müstesnadır. Ama onlar pek azdır. Dâvûd, kendisini imtihan ettiğimizi zannederek Rabbmdan   mağfiret diledi. Rükû'a   kapana­rak Allah'a yöneldi.

25  — Bunun üzerine Biz de onu bağışladık. Onun için şüphesiz ki katımızda yüksek bir makam ve güzel bir so­nuç vardır.

 

Davacıların Haberi

 

Müfessirler burada, çoğunluğu İsrâîliyâttan alınma bir kıssa zik­rederler. Bu konuda Ma'sûm (Hz. Peygamber) dan uyulması gereken bir hadîs vârid olmuş değildir. İbn Ebu Hatim de burada isnadı sahîh olmayan bir hadîs rivayet etmiştir. İbn Ebu Hatim bu hadîsi Yezîd er-Rukâşî kanalıyla Enes'ten rivayet etmektedir. Bu Yezîd her ne kadar sâlih bir kişi ise de imamlar katında onun hadîsi zayıf kabul edilmiştir. Dolayısıyla bu kıssanın sâdece okunması ve bilgisinin Allah'a havale edilmesi en uygun olanıdır. Şüphesiz Kur'ân haktır ve onun ihtiva et­tiği şeylerde haktır.

«Davud'un yanına girmişlerdi de o, kendilerinden ürkmüştü.» Hz. Dâvûd (a.s.) o sırada mihrabında idi. Mihrabı (ibâdet etmekte olduğu yeri) evindeki en şerefli yer idi ve o gün yanma kimsenin girdirilme-mesini emretmişti. Birden mihrabında yanma tırmanan ve durumları­nı ona sormak için yanına gelen iki kişi olduğunu hissetti ve işte bun­dan ürktü.

(...)

«Dâvûd, kendisini imtihan ettiğimizi zannederek Rabbından mağ­firet diledi. Rükû'a, (sonra da secdeye) kapanarak Allah'a yöneldi.» Burada Hz. Davud'un önce rükû' etmiş, sonra da secdeye kapanmış ol­ması muhtemeldir. Onun tâm kırk sabah secdede devam ettiği anlatı­lır. «Bunun üzerine Biz de onu bağışladık.» Allah Teâlâ Hz. Davud'un; Şüphesiz ki iyilerin iyilikleri, Allah'ın yakınlığını kazanmış olanların kötülükleri (günâhları) mesabesindedir, şeklinde ifâde edilen bir kusu­runu bağışlamış olmalıdır.

İmamlar —Allah onlardan hoşnûd olsun— Sâd süresindeki bu sec­denin azimet secdesi olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. İmâm Şafiî'­nin mezhebindeki yeni görüşü Sâd süresindeki secdenin azimet secdesi olmayıp şükür secdesi plduğu şeklindedir. Bunun delili, İmâm Ahmed'-in rivayet etmiş olduğu şu hadîstir: Bize îsmâîl İbn Uleyye'nin Eyyûb'-dan, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, Sâd süresindeki secde hakkında şöyle demiş: Azimet secdelerinden değildir. Şu kadar var ki Allah Rasülü (s.a.)nün bu âyette secde ettiğini gördüm. Hadîsi Buhârî, Ebu Dâvûd, Tirmizî ve tefsir babında Neseî, Eyyûb kanalıyla rivayet etmişlerdir. Tirmizî, hadîsin hasen ve sahîh olduğunu söyler. Bu âye­tin tefsirinde Neseî der ki: Bana İbrâhîm İbn Hasan'ın... İbn Abbâs'tan rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) Secde sûresinde secde etmiş ve şöyle buyurmuştur: Dâvûd (a.s.) burada tevbe için secde etmiştir. Biz de bir şükür olarak secde ederiz. Hadîsi sâdece Neseî rivayet etmiştir. Bu rivayetteki isnâdm râvîlerinin hepsi güvenilir   kimselerdir. Şeyhimiz Hafız Ebu Haccâc el-Mizzî'ye kırâet olunurken ben onu dinliyor­dum ki bana şöyle haber verdi: Bize Ebu İshâk el-Müdrecî'nin... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, şöyle anlatmış: Birisi Hz. Peygamber (s.a.)e geldi ve şöyle dedi: Ey Allah'ın elçisi, ben rü'yâmda kendimi bir ağacın arkasında namaz kılarken gördüm. Secde (âyetini) okudum ve secde ettim. Benim secde etmem üzerine ağaç da secde etti. Secdede iken ağacın: Ey Allah'ım, bu secde ile katında bana ecir yaz. Senin katında onu benim için bir azık kıl. Onunla benim bir günâhımı eksilt ve kulun Dâvûd'dan kabul buyurduğun gibi bu secdeyi benden kabul buyur, de­diğini işittim. İbn Abbâs şöyle devam ediyor: Gördüm ki Hz. Peygamber (s.a.) kalktı, secde âyetini okudu, sonra secde etti. O kişinin, ağacın sözü olarak naklettiği sözleri Hz. Peygamberin secdede iken söylediğini işittim. Hadîsi Tirmizî, Kuteybe kanalıyla, İbn Mâce ise Ebu Bekr İbn Hallâd kanalıyla Muhammed İbn Yezîd İbn Huneys'ten yukardakine benzer şekilde rivayet etmişlerdir. Tirmizî der ki: Hadîs garîbdir, sâde­ce  bu kanaldan rivayetini biliyoruz.

Bu âyetin tefsiri esnasında Buhârî de şöyle der: Bize Muhammed İbn Abdullah'ın... Avvâm'dan rivayetine göre, o şöyle demiştir: Mücâ-hid'e Sâd süresindeki secdeyi sordum, dedi ki: İbn Abbâs'a: Niçin sec­de ettin? diye sordum. «Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan Dâ-vûd'u, Süleyman'ı... hidâyete erdirdik.» (En'Ş.m, 84), «İşte bunlar; Al­lah'ın hidâyet ettikleridir. Öyleyse sen de onların hidâyetine uy.» (En'-âm, 90) âyetlerini okumuyor musun? Hz. Dâvûd (a.s.) peygamberimi­zin kendisine uyulmasını emrettiklerindendir. Bu âyette Dâvûd (a.s.) ve Allah Rasûlü (s.a.) secde etmişlerdir, dedi.

İmâm Ahmed der ki: Bize Affân'ın... Bekr İbn Abdullah el-Müze-nî'den rivayetine göre Ebu Saîd el-Hudrî bir rü'yâ görmüş. Rü'yâsmda Sâd sûresini yazıyormuş. Secde edilen âyete ulaştığında divitin, kale­min ve yanındaki her şeyin secde ettiğini görmüş ve bunu Hz. Peygam­ber (s.a.)e anlatmış. Ondan sonra da devamlı olarak bu âyette secde etmiş. Haberi sâdece İmâm Ahmed rivayet etmiştir. Ebu Davud'un Ah­med İbn Salih kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.)den rivayetine göre o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) minberde Sâd sûresini okudu. Sec­de âyetine ulaştığı zaman indi, secde etti, insanlar da onunla birlikte secde ettiler. Başka bir gün Allah Rasûlü yine bu sûreyi okudular. Sec­de âyetine ulaştığı zaman insanlar secde için hazırlandılar. Allah Rasû­lü (s.a.): Bu, sâdece bir peygamberin tevbesidir. Fakat ben görüyorum ki siz secde için hazırlandınız, buyurup indi, secde etti ve cemâat da secde ettiler. Hadîsi sâdece Ebu Dâvûd rivayet etmiştir. Ancak hadîsin isnadı  Sahîh'in  şartlarına uygundur.

«Onun için şüphesiz ki katımızda yüksek bir makam ve güzel bir sonuç vardır.» Kıyamet günü şüphesiz ki o, Allah'a yakın kılınmışlardandır ve onun için güzel bir sonuç, hükümrânlığındaki mükemmel adaleti ve tevbesi sebebiyle cennette yüce makamlar vardır. Sahîh bir hadîste şöyle buyrulur: Aileleri ve üstlendikleri görevlerinde adaletli davrananlar Rahmân'm sağında (huzurunda) nurdan minberler üze-rindedirler. Rahmân'ın her iki eli de sağıdır.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya İbn Âdem'in... Ebu Saîd el-Hud-rî'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kıyamet günü Allah'a insanların en sevgilisi ve makamı bakımından Allah'a en yakını adaletli imamdır (devlet başkanıdır). Kıyamet günü insanların Allah'a en sevimsizi ve azabı en şiddetli olanı ise zâlim hükümdardır. Hadisi Tirmizî de Fudayl İbn Merzûk kanalıyla Atıyye'den rivayet et­miştir. Hadîsi rivayetten sonra o, şöyle diycr: Hadîsi sâdece bu kanal­dan merfû'  olarak  biliyoruz.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a'nın... Mâlik İbn Dinar'dan rivayetine göre o, «Onun için şüphesiz ki katımızda yüksek bir makam ve güzel bir sonuç vardır.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Kıyamet gü­nü Hz. Dâvûd Arş'ın dibinde durdurulur, sonra: Ey Dâvûd, dünyada iken Beni ululamış olduğun tatlı ve güzel sesinle bugün de Beni ulula, denilir. O: Benden alınmışken bunu nasıl yaparını? der de: Bugün şüp­hesiz Ben o tatlı ve güzel sesini sana geri veriyorum, buyurur. Hz. Dâ­vûd o tatlı, güzel ve yüksek sesiyle Rabbını ulular ve böylece cennet ehlinin nimetleri tamamlanır.[5]

 

26 — Ey Dâvûd, seni gerçekten yeryüzüne halîfe kıl­dık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. Heveslere uyma ki bu, seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz ki Allah'ın yolundan sapanlara; onlara hesâb gününü unut­tuklarından ötürü, şiddetli bir azâb vardır.

 

Ey Dâvûd, Seni Gerçekten Yeryüzüne Halîfe Kıldık

 

Allah Teâlâ burada insanların işlerini üstlenenlere katından indi­rilmiş hak ile insanlar arasında hükmetmelerini, ondan ayrılıp sapma­malarını öğütlüyor. Şayet böyle yapmazlarsa şüphesiz Allah'ın yolun­dan sapıtmış olacaklardır. Allah Teâlâ kendi yolundan sapan ve hesâb gününü unutmuş görünen kimseleri şiddetli azabı ile tehdîd etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babanım... Mervân İbn Cenâh'dan rivaye­tine göre İbrahim Ebu Zür'a —ki bu zât kitabı okumuştu— ona şöyle rivayet etmiş: Velîd İbn Abdülmelik, İbrahim Ebu Zür'a'ya: Sen ilk kitabı okumuş bir kimsesin. Kur'ân'ı da okudun ve anladın. Halîfe he­saba çekilecek mi? diye sormuştu. İbrahim Ebu Zür'a şöyle anlatır: Ey Müzminlerin emîri, söyleyeyim mi? dedim. Söyle, sen emniyyettesin, dedi. Dedim ki: Ey mü'minlerin emîri, Allah katında sen mi yoksa Hz. Dâvûd mu daha şereflidir? Allah Teâlâ ona hem peygamberlik ve hem de halifelik vermiş, sonra kitabında onu tehdîd ederek şöyle buyurmuş: «Ey Dâvûd, seni gerçekten yeryüzünde halîfe kıldık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet. lieveslere uyma ki bu, seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz ki Allah'ın yolundan sapanlara; onlara hesâb günü­nü unuttuklarından ötürü şiddetli bir azâb vardır.»

İkrime «Onlara, hesâb gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azâb vardır.» âyetinde der ki: Ayette takdîm-te'hîr vardır. Ayetin an­lamı şöyle olacaktır: Unuttuklarına mukabil hesâb günü onlara şiddet­li bir azâb vardır. Süddî der ki: Hesâb günü için amel etmeyi terkettik-lerinden dolayı onlar için şiddetli bir azâb vardır. Süddî'nin bu sözü âyetin zahirine daha uygundur. En doğrusunu Allah bilir.[6]

 

27  — Biz göğü, yeryüzünü ve ikisinin   arasında bulu­nanları boşuna yaratmadık. Bu, küfretmiş olanların zan-nıdır. Vay o küfretmiş olanlara cehennem ateşinden.

28  — Yoksa Biz, îmân etmiş ve sâlih amel işlemiş olan­ları,   yeryüzünde   bozgunculuk   edenler gibi mi kılarız? Yoksa Biz, müttakîleri fâcirler gibi mi tutarız?

29  — Âyetlerini düşünsünler  ve akıl  sahibi olanlar öğüt alsınlar diye, sana mübarek bir kitâb indirdik.

 

Allah Teâlâ yaratıkları boşuna yaratmadığını haber veriyor. Bila­kis onları zâtına ibâdet etsinler ve  O'nu birlesinler için yaratmıştır.

Sonra onları mahşer gününde toplayacak, itaat edenleri mükâfatlan­dırırken kâfirleri azaba uğratacaktır. Bu sebepledir ki şöyle buyurur: «Biz göğü, yeryüzünü ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratma­dık. Bu, küfretmiş olanların (yeniden diriltilme ve âhiret gününe inan­mayanların, sâdece bu dünya yurdunun olduğuna inananların) zannı-dır. Vay o küfretmiş olanlara Allah'a dönecekleri ve toplanacakları günde (kendileri için hazırlanmış) cehennem ateşinden.» Daha sonra Allah Teâlâ hikmeti ve adaleti ile inanan kimselerle kâfirleri eşit tut­mayacağını beyân eder ve şöyle buyurur: «Yoksa Biz, îmân etmiş ve sâlih amel işlemiş olanları, yeryüzünde bozgunculuk edenler gibi mi kı­larız? Yoksa Biz muttakîleri fâcirler gibi mi tutarız?» Elbette bunu yapmayız. Onlar, Allah katında eşit değildirler. Mademki durum böyle­dir, o halde şu itaat edenin mükâfâtlandırılacağı, şu günâhların cezaya çarptırılacağı başka bir yurdun mutlaka olması gerekir. Bu irşâd, akl-ı selim ve doğru yaratılış sahibi olanları mutlaka bir Allah'a dönüş ve ceza günü olduğu neticesine götürür. Zîrâ biz; azgın, zâlim bir kişinin malının, çocuklarının ve nimetinin arttığım, bu hal üzere öldüğünü; Al­lah'a itaat eden mazlum bir kişinin de üzüntüsü içinde öldüğünü görü­yoruz. Zerre ağırlığı zulmetmeyen Âdil, Alîm ve Hakîm olanın hikmeti meyânmda bunlardan birinin hakkını diğerinden almak ta mutlaka vardır. Bu, dünyada gerçekleşmediğine göre bu cezalandırma ve mükâ­fatlandırma için başka bir yurdun olması kesinlikle ortaya çıkmış olu­yor. Kur'ân-ı Kerîm sıhhatli maksadlara, aklî ve apaçık pirensiblere irşâdda bulunduğuna göre sonunda şöyle buyruluyor: «Âyetlerini dü­şünsünler ve akıl sahibi olanlar öğüt alsınlar diye, sana mübarek bir kitâb indirdik.» Hasan el-Basrî der ki: Allah'a yemîn ederim ki onun üzerinde düşünmek, harflerini ezberleyip hadlerini zayi' etmekle olmaz. Nihayet onlardan birisi ne huylarında ne de amellerinde Kur'ân'ın izi görülmediği halde; ben Kur'ân'ı okudum, diyebilmektedir. Hasan el-Basrî'nin bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.[7]

 

30 — Davud'a da  Süleyman'ı   lütfettik.   O  ne  güzel bir kuldu ve muhakkak ki o, Allah'a yönelirdi.

31  — Hani ona bir akşam, çalımlı ve cins koşu atları sunulmuştu.

32  — Demişti ki: Doğrusu ben Rabbımı zikretmek için mal sevgisine düştüm. Nihayet perdenin arkasına gizlen­mişti.

33  — Onları bana geri getirin, dedi, bacaklarını ve bo­yunlarını sıvazlamaya başlamıştı.

 

Ve Dâvûd Oğlu Süleyman (a.s.)

 

Allah Teâlâ burada Hz. Davud'a peygamber olarak Süleyman'ı bahşettiğini haber verir. Burada Hz. Süleyman'ın Hz. Davud'a bahse­dilmesi, onun peygamber olarak bahsedilmesi anlamındadır. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de de : «Süleyman da Davud'a vâris oldu.» (Nemi, 16) buyrulmaktadır. Yoksa Hz. Davud'un Hz. Süleyman dışında oğullan vardı. Hz. Davud'un hür olarak yüz hanımı bulunmaktaydı.

«O ne güzel bir kuldu ve muhakkak ki o, Allah'a yönelirdi.» âye­tinde Hz. Süleyman (a.s.) çokça ibâdet etmesi, Allah'a itaati ve Allah'a yönelmesi ile övülmektedir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Mekhûl'den rivayetine göre o, şöyle anlatıyor: Allah Teâlâ Hz. Davud'a Hz. Süleyman (a.s.)i bahşettiğinde, Dâvûd oğluna: Ey oğulcuğum, en güzel şey nedir? diye sormuş da Hz. Süleyman: Allah'ın sekîneti ve Al­lah'a îmândır, demiş. Hz. Dâvûd: En çirkin şey nedir? diye sormuş da Hz. Süleyman: îmândan sonraki küfürdür, demiş. Hz. Davud'un: En tatlı şey nedir? sorusuna da; kullan arasındaki Allah'ın ruhudur ceva­bını vermiş. Hz. Dâvûd: Kalbi en çok serinleten şey nedir? diye sor­muş, Hz. Süleyman: Allah'ın insanları, insanların da birbirlerini bağış­lamalarıdır, diye cevab vermiş. İşte o zaman Hz. Dâvûd (a.s.): Sen pey­gambersin, demiş.

Allah Teâlâ buyurur ki: «Hani ona bir akşam, çalımlı ve cins ko­şu atları sunulmuştu.» Hz. Süleyman, saltanat ve ihtişamı içinde durur­ken kendisine cins koşu atları takdim edilmişti. Mücâhid, buradaki cins koşu atlarının üç ayağı ile dördüncü ayağının tırnak ucunda duran at­lar olduğunu söyler. Âyetteki kelimesi de; sür'atli koşan, anlamınadır. Seleften birçokları kelimeyi böyle açıklamışlardır. İbn Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Beşşâr'ın... İbrâhîm et-Teymî'den «Hani ona bir akşam, çalımlı ve cins koşu atlan sunulmuştu.» âyeti hakkındaki rivayetine göre o, şöyle demiştir: Onlar kanatlı yirmi kıs­rak idi. îbn Cerîr haberi bu şekilde rivayet ediyor. İbn Ebu Hatim ise der ki: Bize Ebu Zür'a'nın... İbrâhîm et-Teymî'den rivayetine göre o:

Hz. Süleyman (a.s.)ı meşgul eden atlar yirmi bin kısrak idi demiş, son­ra da bu âyeti okumuştur. Bu rivayet doğruya daha yakın görünüyor. En  doğrusunu Allah bilir.

Ebu Davud'un Muhammed İbn Avf kanalıyla... Hz. Âişe (r.a.)den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Tebük —veya Hayber— gazvesinden dönmüştü. Âişe'nin bulunduğu yerin kapısında bir örtü vardı. Rüzgâr esip de Hz. Âişe'nin oynamakta olan kızlarının bulunduğu yerdeki perdenin bir köşesini açınca Allah Rasûlü: Ey Âişe bu nedir? diye sordu. Hz. Âişe: Kızlarım, diye cevab verdi. Allah Ra­sûlü (s.a.) kızların arasında geriden iki kanadı olan bir kısrak görmüş­tü. Kızların arasında görmekte olduğum şey de nedir? diye sordu. Hz. Âişe: Bir kısrak, diye cevab verdi. Allah Rasûlü (s.a.)nün: Peki kısra­ğın üzerindeki şey nedir? sorusuna da iki kanat, diye cevab verdi. Allah Rasûlü: İki kanadı olan bir kısrak, diye şaşkınlığım belirtince Hz. Âişe: Hz. Süleyman'ın kanatlan olan atlannı işitmedin mi? diye sordu. Da­ha sonra Hz. Âişe der ki: Allah Rasûlü (s.a.) o kadar güldüler ki azı dişlerini  gördüm.

Allah Teâlâ «Demişti ki: Doğrusu ben, Rabbımı zikretmek için mal sevgisine düştüm. Nihayet perdenin arkasına gizlenmişti...» bu­yurur ki; Selef'den birçoğunun ve müfessirlerin beyânına göre, atla­rın kendisine arzolunması ile meşgul iken ikindi namazı vakti geçmiş. Şurası kesindir ki Hz. Süleyman ikindi namazını kasden değil, unuta­rak geçirmişti. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) de Hendek muharebesi günü savaşla meşguliyetinden dolayı ikindi namazını vaktinde kıla-mamış, güneş battıktan sonra kılmıştı. Bu olay Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde birçok kanallardan rivayetle sabittir. Bunlardan biri­si de Câbir hadîsi olup, bu hadîste Câbir şöyle anlatıyor: Hendek mu­harebesi günü güneş battıktan sonra Hz. Ömer (r.a.) geldi ve Kureyş kâfirlerine küfretmeye başladı. Ey Allah'ın elçisi, Allah'a yenıîn ede­rim ki ikindi namazını ancak güneş batmaya yakınken kılabildim, di­yordu. Allah Rasûlü (s.a.): Allah'a yemîn olsun ki ikindiyi ben de kıl­madım, buyurdu. Câbir anlatmaya şöyle devam ediyor: Buthân vadi­sine [8] doğru gittik, Allah Rasûlü namaz için abdest aldı, biz de ab-dest aldık. Güneş battıktan sonra ilkin ikindi namazını, daha sonra da akşam namazını kıldırdı. Muhtemeldir ki onların şeriatında, namazın savaş ve kıtal özrüne mebnî olarak geciktirilmesi caizdi. Atlarla da zâ­ten savaş kasdedilmektedir. Âlimlerden bir grup ise, bunun daha ön­ceden meşru' olup korku namazı ile neshedildiği görüşündedir. Bazıla­rı ise namazı geciktirmenin sâdece göğüs göğüse çarpışma ve sıkışıklık halinde caiz'olduğunu söylemişlerdir. Zira bu durumda iken, rü­kû' ve secde mümkün değildir. Nitekim Sahabe —Allah onlardan hoş-nûd olsun— Tüster'in fethinde böyle yapmışlardır. Mekhûl, Evzâî ve başkalarından bu şekilde nakledilmektedir. Ancak birinci açıklama doğruya daha yakındır. Zîrâ bu âyetten sonra: «Onları bana geri ge­tirin, dedi, bacaklannı ve boyunlannı sıvazlamaya başlamıştı.» buy-rulmaktadır. Hasan-ı Basrî'nin söylediğine göre ise Hz. Süleyman: Ha­yır, Allah'a yemîn olsun ki sonuna kadar Rabbımın ibâdetinden beni asla meşgul edemeyecekler deyip boğazlanmalarını emretmiştir. Katâ-de de böyle söylüyor. Süddî de der ki: Hz. Süleyman atların dizlerine ve arka ayaklarının sinirlerine kılıçla vurup kesmiştir. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha ise şöyle diyor: Atların yelelerini okşama­ya (sıvazlamaya) başlamıştı. Dizleri ve arka ayaklarının sinirlerinden maksad ise atların koşumlarıdır. İbn Cerîr bu açıklamayı tercih etmek­te ve şöyle demektedir: Zîrâ Hz. Süleyman arka ayaklarının sinirlerini kesmekle bir hayvana işkence etmiş, bir malını sebepsiz yere yok etmiş değildir. Şu kadar var ki hayvanların günâhı olmaksızın onlara bak­mak suretiyle namazı geçirmişti. İbn Cerîr'in tercih ettiği bu açıklama aslında şüphelidir. Zîrâ böyle bir hâdise onların şeriatında caiz olabi­lir. Özellikle namaz vakti çıkıncaya kadar onlarla meşgul olması yü­zünden Allah için öfkelenmesi durumunda bu evleviyyetle caiz olmalı­dır. Bu sebepledir ki Hz. Süleyman boğazlatmak suretiyle onlardan vaz­geçtiğinde Allah Teâlâ onlardan daha hayırlısını kendisine vermiştir ki bu; gidişi bir ay, dönüşü bir ay olan, isabet ettiği yere bolluk getiren ve Hz. Süleyman'ın emri ile esen rüzgârdır ve bu rüzgâr hem daha sü­ratli, hem de atlardan daha hayırlıdır. İmâm Ahmed der ki: Bize İs-mâîl'in... Ebu Katâde ve Ebu Dehmâ —bu ikisi Beytullah'a doğru çok­ça yolculuk eden kimselerdi— dan rivayetine göre, onlar şöyle demiş­lerdir: Çöl halkından bir adamın yanına vardık. Bu bedevi şöyle dedi: Allah Rasûlü (s.a.) elimi tutup Allah Teâlâ'nm kendisine öğrettiklerin­den bana öğretmeye başladı ve şöyle buyurdu: Sen ne zaman Allah kor­kusu ile bir şeyi bırakırsan, şüphesiz Allah Teâlâ sana ondan daha ha­yırlısını bahşeder.[9]

 

34  — Andolsun ki Biz, Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtı­nın üstüne bir cesed attık. Sonra eski haline döndü.

35  — Dedi ki: Rabbım, bağışla beni. Ve bana öyle bir mülk ver ki; benden sonra hiç bir kimse ulaşamasın. Mu­hakkak ki en çok bağışta bulunan Sensin, Sen.

36  — Bunun üzerine Biz de rüzgârı emrine verdik'. Em­ri ile istediği yere kolayca giderdi.

37 — Şeytânları da. Her bina ustasını ve dalgıcı da.

38  — Demir halkalarla bağlı diğerlerini de.

39  — Bu, bizim   bağışımızdır. Artık ister    hesâbsızca verf ister tut.

40  — Doğrusu katımızda onun için yüksek bir makam ve güzel bir netice vardır.

 

Süleyman'ın İmtihanı

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Andolsun ki Biz, Süleyman'ı bir keresinde kendisinden hükümranlığı almakla imtihan edip denedik. Tahtının üs­tüne bir cesed attık. İbn Abbâs, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Hasan, Ka-tâde ve başkaları onun kürsüsü üzerine atılan cesed üe şeytânın kas-dedildiğini söylerler. Hz. Süleyman daha sonra eski haline, saltanat* hükümranlık ve ihtişamına dönmüştür.

İbn Cerîr, âyette anılan şeytânın adının Sahr olduğunu söyler. Bu söz İbn Abbâs ve Katâde'nindir. Bu şeytânın adının Âsâf olduğu da söylenir. Bu görüş Mücâhid'indir. Yine Mücâhid'in naklettiğine göre şeytânın adının Asarû (?) olduğu da söylenmiştir. Süddî'nin nakletti­ğine göre ise bu, şeytânın adının Habakîk olduğu söylenmiştir. Bu hâ­diseyi tarihçiler kısmen geniş, kısmen muhtasar olarak anlatmışlardır. Saîd İbn Ebu Arûbe'nin Katâde'den naklettiğine göre o, şöyle anlatmış: Hz. Süleyman (a.s.)a Beyt el-Makdis'in inşâsı emrolunmuş ve kendisi­ne: Onu bina et ve fakat orada hiç demir sesi duyulmasın, denilmişti. Hz. Süleyman buna çalışmışsa da gücü yetmedi. Ona: Denizde adına «Sahr» denilen bir şeytân var. Güçlü birine benzer, denildi. Hz. Süley­man bu şeytânın getirilmesini istedi. Her yedi günde bir kere su içme­ye geldiği denizde bir pınar vardı. Bu pınarın suyu boşaltılıp yerine iç­ki koydular. Şeytân su içmeye geldiği günde bir de baktı ki kaynakta su yerine içki var. Şüphesiz sen hoş bir içkisin. Şu kadar var ki halîm selîm kimseyi azdırır, bilgisizin bilgisizliğini arttırırsın, dedi, sonra dönüp gitti. Nihayet çok susayınca tekrar kaynağa geldi ve; Şüphesiz sen hoş bir içeceksin. Ancak iyi huylu kimseyi azdırır, bilgisizin bilgisizliğini arttırırsın, deyip ondan içti. Nihayet sarhoş oldu. Hz. Süleyman'ın müh­rü ona gösterildi veya iki küreği arasına o mühürle mühür basıldı da böylece Hz. Süleyman'ın emrine girdi (buyruğu altına girdi). Hz. Sü­leyman'ın hükümranlığı bu yüzüğünde idi. Şeytân Hz. Süleyman'a ge­tirildi de ona: Bize şu Beyt'in inşâsı emrolundu ve bize: Orada hiç bir demir sesi işitilmeyecek denildi, dedi. Şeytan bir Hüdhüd yumurtası ge­tirdi, üzerine bir cam geçirdi. Hüdhüd gelip bu camın etrafında dolan­dı. Yumurtasını görüyor ve fakat ona ulaşamıyordu. Gidip bir elmas getirdi ve şişenin üzerine koyarak elmasla şişeyi kesti ve nihayet yu­murtasına ulaştı. Bu elmas alındı ve onunla taşları kesmeye başladılar.

Hz. Süleyman helaya —veya banyoya— girmek istediği zaman yü­züğü ile girmez idi. Bir gün hamama gitti. Bu şeytân Sahr da onunla birlikte idi. Hz. Süleyman kadınlarından birisi ile temasta bulunmuştu (ve bu yüzden hamama girecekti). Hamama girdi ve yüzüğünü şeytâ­na verdi de şeytân yüzüğü denize attı ve yüzüğü bir balık yuttu. Böy­lece Hz. Süleyman'ın hükümranlığı kendisinden alındı ve şeytâna Hz. Süleyman'ın benzerliği verildi. Şeytân gelip Hz. Süleyman'ın kürsüsü ve tahtı üzerine oturdu, kadınları dışında Hz. Süleyman'ın bütün mül­küne sahip oldu. Hz. Süleyman'ın tebaası içinde hükmetmeye başladı. Onun birçok davranışını (veya hükmünü) hoş görmemeye başladılar da sonunda: Şüphesiz Allah'ın peygamberi fitneye dûçâr oldu, dediler. İçlerinde kuvvet ve kudretinde Hattâb oğlu Ömer'e benzettikleri birisi vardı. Allah'a yemîn ederim ki onu tecrübe edeceğim deyip: Ey Allah'ın peygamberi, —onu Allah'ın peygamberi olarak görüyordu— bizden bi­risine soğuk bir gecede cünüblük isabet etse, güneş doğuncaya kadar kasden gusletmeyi terketse bunda bir beis görür müsün? diye sordu. Şeytân; hayır, diye cevab verdi. Onlar bu durumda iken kırk gece geç­ti ve nihayet Allah'ın peygamberi yüzüğünü bir balığın karnında bul­du. Dönüp geldiğinde karşısına çıkan her bir cin ve kuş ona secde edi­yordu. Nihayet tebaasına geldi. «Tahtı üstüne bir cesed attık.» âyetin­de kasdedilen işte bu şeytân Sahr'dır.

Süddî şöyle anlatıyor: Allah Teâlâ «Andolsun ki Biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir cesed attık.» buyuruyor. Şeytân, Hz. Süleyman'ın kürsüsü üzerinde kırk gün oturmuştur. Hz. Süleyman'ın yüz hanımı vardı. Hanımları içinde Cerâde adında birisi vardı ki en çok ona güvenirdi. Hz. Süleyman cünüb olduğu zaman veya helaya gi­deceğinde yüzüğünü çıkarır ve Cerâde dışında hiç kimseye güvenmeye­rek ona bırakırdı. Bir gün yüzüğünü Cerâde'ye verip helaya girdi. Şey­tân, Hz. Süleyman'ın suretine girip Cerâde'ye: Yüzüğü ver, dedi. Cerâ­de de yüzüğü ona verdi. Şeytân gelip Hz. Süleyman'ın tahtına oturdu

Bundan sonra Hz. Süleyman heladan çıkıp Cerâde'den yüzüğünü iste­yince Cerâde: Biraz önce almadın mı? diye sordu. Hz. Süleyman; hayır, deyip şaşkın bir halde oradan çıkıp gitti. Şeytân insanlar arasında hü­küm vererek kırk gün kaldı. İnsanlar onun hükümlerini hoş görme­meye başladılar. İsrâiloğullarınm kurrâsı ve âlimleri toplanıp Hz. Sü­leyman'ın hanımlarına geldiler, yanlarına girdiler ve: Biz şu adamda bir gariplik görüyoruz. Şayet bu Süleyman ise her halde aklını kaybet­miş olacak. Biz onun hükümlerini hoş görmüyoruz, dediler. İşte o za­man Hz. Süleyman'ın kadınları da ağladılar. Süddî anlatmaya şöyle devam ediyor: İsrâiloğulları âlimleri yürüyerek geldiler ve (Hz. Süley­man zannettikleri şeytânın) çevresinde halka olup durdular, sonra Tev­rat'ı açıp okudular. Şeytân aralanndan uçup bir balkona kondu. Yü­zük yanındaydı. Sonra tekrar uçtu ve denize geldi. Yüzük denize düş­tü, balıklardan birisi yuttu. Süleyman, o şaşkın haliyle gelip denizde­ki balıkçılardan birisine rastladı, karnı açtı ve açlığı şiddetlenmişti. Av­ladıkları balıktan kendisine yiyecek vermelerini istedi.ve: Şüphesiz ben Süleyman'ım, dedi. Onlardan birisi Süleyman'ın üzerine yürüyüp bir sopa ile ona vurdu, kafasını yardı. Hz. Süleyman deniz kenarına varıp kanı yıkamaya başladı. Balıkçılar Hz. Süleyman'a vuran arkadaşlarını ayıplayıp: Ona vurmakla ne kötü ettin, dediler. Hz. Süleyman'a vuran kendisini müdâfaa sadedinde: O, kendisini Süleyman zannediyor, dedi. Balıkçılar Hz. Süleyman'a yanlarındaki bozulmuş balıklardan ikisini verdiler. Hz. Süleyman kanını yıkamayı bırakıp deniz kenarında durdu, o iki balığın karınlarını yarıp yıkamaya başladı. O iki balıktan birinin karnında yüzüğünü bulup aldı, parmağına taktı. Allah Teâlâ da güzel­liğini, hükümranlığını ve haşmetini ona geri verdi. Kuşlar gelip üze­rinde uçuşmaya başladılar da, orada bulunan topluluk onun Hz. Süley­man (a.s.) olduğunu anladılar, yaptıklarından dolayı gelip özür diledi­ler. Hz. Süleyman: Özür dilemenizden dolayı sizi övecek, sizden sâdır olan işten dolayı da sizi yerecek değilim. Şüphesiz bu, mutlaka meyda­na gelmesi takdir oltman bir durumdu, dedi. Hz. Süleyman yürüyüp mülküne geldi ve şeytânın getirilmesini emretti de onu getirdiler. Onun demirden bir sandığa konulmasını, sandığın üzerine kilitlenmesini em­retti, sandığın kilidini de mühürü ile mühürledi, sonra onun emriyle sandık denize atıldı. Şeytân kıyamet kopuncaya kadar o sandıkta ka­lacaktır. Bu şeytânın âdı Habâkık idi. Süddî devamla şöyle diyor: Rüz­gâr Hz. Süleyman'ın buyruğuna verildi. Bundan önce rüzgâr onun buy­ruğuna verilmemişti. İşte Allah Teâlâ'nm: «Ve bana öyle bir mülk ver ki; benden sonra hiç bir kimse ulaşamasın. Muhakkak ki bağışta bulu­nan Sensin,  Sen.» âyeti budur.

Mücâhid'den rivayetle «Andolsun ki Biz, Süleyman'ı imtihan et­tik. Tahtının üstüne bir.cesed attık.» âyeti hakkında İbn Ebu Necîh der ki: Hz. Süleyman'ın kürsüsü üzerine atılan, Asaf adındaki şeytân idi, Süleyman ona: İnsanları nasıl fitneye düşürürsün? diye sordu da Âsaf: Yüzüğünü bana göster, sana haber vereyim, dedi. Hz. Süleyman yüzü­ğünü Asaf a verince o, yüzüğü denize attı. Hz. Süleyman'ın hükümran­lığı gitti ve kendisi de bir yolculuğa çıktı. Âsaf Hz. Süleyman'ın tahtına kuruldu. Ancak Allah Teâlâ onu Hz. Süleyman'ın kadınlarından engel­ledi. Ne o kadınlara, ne de kadınlar ona yaklaşmadılar ve onu çirkin gördüler. Hz. Süleyman (yolda rastladıklarından) yiyecek isteyip : Be­ni tanımıyor musunuz? Bana yiyecek verin, ben Süleyman'ım, diyor ve onlar da kendisini yalanlıyorlardı. Nihayet bir gün bir kadın ona bir balık verdi. Hz. Süleyman balığın karnını temizlerken yüzüğünü o ba­lığın karnında buldu ve hükümranlığı kendisine geri döndü ve Âsaf ka­çıp denize girdi.

Bütün bunlar İsrâiliyâttan olup bunların en kötüsü İbn Ebu Ha­tim tarafından rivayet edilen şu haberdir: Bize Ali İbn Hüseyn'in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Tahtının üstüne bir cesed attık. Sonra eski haline döndü.» âyeti hakkında şunları anlatmış: Hz. Süley­man helaya girmek isteyip hanımı Cerâde'ye yüzüğünü verdi. Cerâde, kadınları içinde ona en sevgili olanıydı. Şeytân Hz. Süleyman suretinde gelip Cerâde'ye : Yüzüğümü ver, deyince, Cerâde Hz. Süleyman'ın yü­züğünü ona verdi. Şeytân yüzüğü parmağına takınca insanlar, cinler ve şeytânlar ona boyun eğdiler. Hz. Süleyman heladan çıkıp da Cerâ­de'ye: Yüzüğümü ver, dediğinde Cerâde: Ben onu Süleyman'a verdim, dedi. Süleyman: Ben Süleyman'ım, dediyse de Cerâde: Yalan söylüyor­sun, sen Süleyman değilsin, dedi. Hz. Süleyman kime gelip: Ben Süley­man'ım, demişse; o kendisini yalanladı hattâ çocuklar bile onu taşla­maya başladılar. Hz. Süleyman bu durumu görünce bunun Allah'ın em­riyle olduğunu anladı. Râvî anlatmaya şöyle devam ediyor: Şeytân, in­sanlar arasında hüküm vermeye başladı. Allah Teâlâ Hz. Süleyman'a hükümranlığını geri vermeyi murâd ettiği zaman insanların kalblerine o şeytandan hoşlanmama duygusunu yerleştirdi. Hz. Süleyman'ın ka­dınlarına haber gönderip onlara : Süleyman'da hoşlanmayacağınız bir şey görüyor musunuz? diye sordurdular. Kadınlar : Evet, biz hayızlı iken bize yaklaşıyor. Bundan önce yapmazdı, dediler. Şeytân durumu­nun farkedildiğini görünce, artık işinin bittiğini zannederek içinde si­hir ve küfür olan *bir mektup yazıp bunu Hz. Süleyman'ın tahtımn al-tma gömdü. Bu mektubu ortaya çıkarıp insanlara okudular da insan­lar: Süleyman insanlara bununla üstün geliyormuş (hükmediyormuş) dediler ve Hz. Süleyman'ı yalanladılar. İnsanlar Hz. Süleyman'ı yalan­lamaya dçvâm ederken şeytân yüzüğü gönderip denize attırdı. Yüzüğü bir balık görüp yuttu. Hz. Süleyman, deniz sahilinde ücretle yük ve in­san taşıyordu. Bir adam gelip balık satın aldı. Hz. Süleyman'ın mührü karnında olan balık da bu balıklar içindeydi. Adam Hz. Süleyman'ı ça­ğırıp: Şu balıkları bana taşıyıverir misin? diye sordu. Hz. Süleyman'ın evet, cevabı üzerine adam: Kaça? diye sordu. Hz. Süleyman: Bu balık­lardan bir balık mukabili, diye cevab verdi. Hz. Süleyman balıkları yük­lenip adamın evine götürdü. Adam, kapısına ulaştığı zaman karnında yüzük olan o balığı Hz. Süleyman'a verdi. Hz. Süleyman balığı alıp kar­nını yardığında bir de ne görsün, yüzüğü o balığın karnında. Yüzüğü alıp parmağına taktı. Hz. Süleyman yüzüğü parmağına takar takmaz cinler, insanlar ve şeytânlar kendisine boyun eğdiler ve Hz. Süleyman eski haline döndü. Şeytân, kaçıp denizdeki adalardan birine sığındı. Hz. Süleyman aramaları için onun peşinden adam gönderdi. O, güçlü kuv­vetli bir şeytân idi. Onu elde etmeye uğraştılarsa da güç yetiremediler. Nihayet bir gün onu uyur buldular, gelip üzerine kurşundan bir bina yaptılar. Şeytân uyanıp da sıçrayınca evin neresine sıçrasa üzerine kur­şunlar bulaşmaya başladı. Böylece şeytânı yakalayıp bağladılar ve Hz. Süleyman'a getirdiler. Hz. Süleyman'ın emri ile o şeytân için mermer­den bir tabut yontulup içine konuldu, sonra da bakırla kapatıldı. Hz. Süleyman'ın emri ile bu mermerden tabut denize atıldı. İşte «Andol-sun ki Biz, Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir cesed attık. Sonra eski haline döndü.» âyetinde kasdedilen ve Hz. Süleyman'a mu­sallat kılınmış olan, bu şeytândır. Bu haberin İbn Abbâs'a kadar isnadı kuvvetlidir. Fakat açıkça görülüyor ki —şayet İbn Abbâs'tan böyle bir kıssanın vürûdu sahîh ise—- İbn Abbas bunu kitâb ehlinden almıştır. Onların içinde Hz. Süleyman'ın peygamberliğine inanmayan bir grup da vardır. Açık olan odur ki onlar Hz. Süleyman hakkında yalan söy­lemektedirler. Bu sebepledir ki bu haberde münker birçok şey vardır ve bunların en ağırlarından biri de Hz. Süleyman'ın kadınlarının zik­redilmiş olmasıdır. Meşhur olan habere göre cinler, Hz. Süleyman'ın kadınlarına musallat olamamışlardır. Aksine Allah Teâlâ peygamberine bir ikram ve şereflendirme olarak kadınlarını onlardan korumuştur. Bana bu kıssa Saîd İbn Müseyyeb ve Zeyd İbn Eşlem gibi Seleften bir topluluktan ve başkalarından da uzunca rivayet olundu. Hepsi de ki­tâb ehlinin kıssalarından alınmış şeylerdir. Doğruyu en iyi Allah bilir.

Yahya İbn Amr Seybânî der ki: Hz. Süleyman yüzüğünü Askalân'-da buldu ve Allah için tevâzuundan Beyt el-Makdis'e kadar bir tek hır­ka giymiş halde yürüdü. Bu haberi de İbn Ebu Hatim rivayet ediyor.

Hz. Süleyman'ın tahtı hakkında garîb bir haber rivayet eden İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam —Allah ona rahmet eylesin—in... Kâ'b el-Ahbâr'dan rivayetine göre o, Direkli İrem Bağları hakkındaki hadî­si bitirdiği zaman Muâviye ona: Ey Ebu İshâk, bize Dâvûd oğlu Süley­man'ın tahtını haber ver, ne durumdaydı, nedendi? diye sordu. Kâ'b el-Ahbâr şöyle anlattı: Hz. Süleyman'ın tahtı fil dişlerindendi. İnci, yâkût ve zeberced ile süslenmişti. Aynı şekilde inci, yâkût ve zeberced ile süslenmiş bir de merdiveni vardı. Hz. Süleyman'ın emri ile tahtının iki tarafına altundan hurma ağaçlan konuldu. Bu hurma ağaçlarının sal­kımları yâkût, zeberced ve incidendi. Tahtın sağında bulunan hurma ağaçlarının üzerine altundan tavuslar konulmuştu. Tahtın solunda bu­lunan hurma ağaçlarının üzerine ve tavusların karşısına ise altundan doğanlar konulmuştu. Birinci basamağın sağ tarafına altundan iki sa-nevber ağacı konulmuş, bu basamağın soluna ise altundan iki arslan yerleştirilmişti. Bu iki arslanın başları üzerinde zebercedden iki direk vardı. Tahtın iki tarafına yine altundan iki üzüm ağacı (asma) konul­muştu ki, bunlar tahtı gölgelendiriyordu. Bu asmaların salkımları da inci ve kırmızı yâkût idiler. Tahtın basamaklarının üstüne içleri boşal­tılmış, misk ve amberle doldurulmuş altundan iki büyük arslan konul­muştu. Hz. Süleyman tahtına oturmak istediği zaman bu iki arslan bir süre döner, sonra durup içlerindeki misk ve amberi Hz. Süleyman'ın tahtının çevresine saçarlardı. Daha sonra birisi Hz. Süleyman'ın halî­fesi, diğeri o zamandaki İsrâiloğulları bilginlerinin reîsi için olmak üze­re altundan iki minber konulurdu. Ayrıca tahtın önüne yine altundan yetmiş minber konulurdu ki bunlara İsrâiloğullarınm kadılarından, şerefli ve zengin olanlarından yetmişi otururdu. Bütün bu minberlerin de arkasına yine altundan otuz beş minber konulur ve bunlara kimse oturmazdı. Hz. Süleyman tahtına çıkmak isteyip de ayaklarını alt ba­samağa koyar koymaz taht, içinde ve üzerinde bulunanlarla birlikte döner, arslan sağ ön ayağını, doğan sol kanadını yayardı. Sonra Hz. Sü­leyman ikinci basamağa çıktığında Arslan bu sefer sol ön ayağını, do­ğan da sağ kanadını yayıp açardı. Hz. Süleyman üçüncü basamağa çı­kıp da tahtına oturduğu zaman bu doğanlardan birisi hemen Hz. Süley­man'ın en büyük tacını alıp onun başına koyardı. Doğanın tacı Hz. Sü­leyman'ın başına koymasıyla taht hızlı bir değirmen taşının döndüğü gibi hızla dönerdi. Muâviye (r.a.) : Ey Ebu İshâk, tahtı döndüren de neydi? diye sordu da Kâ'b şöyle cevabladı: Altundan bir ejderhâ vardı ki taht onun üzerindeydi ve bu ejderhâyı Sahr adındaki bir cinnî yap­mıştı. Tahtın ait kısmında bulunan t&vûs, arslan ve doğanlar tahtın döndüğünü hissettikleri zaman tahtın üzerine doğru dönerler, taht du­runca hepsi birden başlan Hz. Süleyman (a.s.)m başı üzerine doğru çevrilmiş halde dururlar, Hz. Süleyman oturunca da hepsi birden içle­rinde bulunan misk ve amberi Hz. Süleyman (a.s.)ın başına serperler-di. Sonra cevherden bir direk üzerinde durmakta olan altundan bir gü­vercin Tevrat'ı alıp Hz. Süleyman'ın eline bırakır ve Hz. Süleyman da Tevrat'ı insanlara okurdu. İbn Ebu Hatim haberin tamâmını zikret­miştir ki bu, gerçekten garîbdir.

Allah Teâlâ: «Dedi ki: Rabbım, bağışla beni. Ve bana öyle bir mülk ver ki; benden sonra hiç bir kimse ulaşamasm. Muhakkak ki en çok bağışta bulunan Sensin, Sen.» buyurur ki bazıları burayı şöyle açıklı­yor: Rabbım, bana öyle bir mülk ver ki; benden sonra hiç kimseye ya­raşmasın ve hiç kimse onu benden alamasın. Onun tahtı üzerine atılan cesed meselesinde olduğu gibi ki ondan sonra hiç kimse için böyle bir cesed (onun tahtı üzerine kurulan şeytân kasdediliyor olmalı) taşa çevrilmesin. Ancak burada sahîh olan şudur ki Hz. Süleyman Allah'tan, kendisinden sonra beşerden hiç kimsenin sahip olamayacağı bir mülk ve hükümranlık istemiştir ve âyetin zahirinden de bu anlaşılmaktadır. Bu konuda Allah Rasûlü (s.a.)nden sahîh hadîsler vârid olmuştur.

Bu âyetin tefsirinde Buhârî der ki : Bize İshâk İbn İbrahim'in... Ebu Hüreyre (r.a.)nden, onun da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayetine göre Efendimiz şöyle buyurmuş: Dün gece namazımı kesmek için cin­lerden bir ifrit bana musallat oldu —veya Allah Rasûlü buna benzer bir kelime söyledi— Allah Teâlâ bana imkân verdi de onun hakkından geldim. Ve onu sabahleyin hepiniz ona bakabilesiniz diye mescidin di­reklerinden birine bağlamak istedim. Ancak kardeşim Süleyman'ın : «Rabbım, beni bağışla. Ve bana öyle bir mülk ver ki; benden sonra hiç bir kimse ulaşamasın.» sözünü hatırladım. Râvî Revh der ki: Ve Allah Rasûlü o ifriti kovalayarak geri çevirdi. Hadîsi Şu'be kanalıyla Müslim ve Neseî rivayet etmişlerdir. Müslim Sahîh'inde der ki: Bize Muham-med İbn Seleme el-Murâdî'nin... Ebu Derdâ'dan rivayetine göre o, şöy­le anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) namaz kılmaya durdu. Onun ; Senden Allah'a sığınırım, dediğini sonra da üç kere: Seni Allah'ın la'netiyle la'-netlerim, diyerek bir şeyi tutmak ister gibi elini uzattığını gördük. Na­mazı bitirince biz: Ey Allah'ın elçisi, namazda, bundan önce hiç duy­madığımız bir şeyi söylediğini işittik ve gördük ki elini uzattın, dedik. Allah Rasûlü şöyle buyurdu: Şüphesiz Allah düşmanı İblis, benim yü­züme atmak için ateşten bir kor getirdi. Ben üç kere: Senden Allah'a sığınırım, dedim, sonra da : Allah'ın en büyük la'neti ile seni la'netle-rim, dedim. Üç keresinde de geri çekilmedi. Sonra onu yakalamak iste­dim. Allah'a yemin ederim ki şayet kardeşimiz Süleyman'ın duası ol­masaydı, Medine halkı çocuklarının oynayacağı şekilde bağlı kalırdı.

İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Ahmed... Ebu Ubeyd'den rivayet etti ki o, şöyle demiş: Atâ ibn Yezîd el-Leysî'nin namaz kıldığını gör­düm. Önünden geçmek istedim de beni geri çevirdi sonra şöyle dedi: Bana Ebu Saîd el-Hudrî'nin naklettiğine göre; Allah Rasûlü (s.a.) o arkasında iken sabah namazını kılmaya durmuş ve namazda okurken şaşırmış. Namazı bitirdiği zaman şöyle buyurmuş: Beni ve İblîs'i keş­ke görmüş olsaydın. Ben elimle ona uzandım ve boğazını sıktım. O ka­dar ki salyasının soğukluğunu başparmağımla onun yanındaki par­maklarım arasında hissettim.   Şayet kardeşim Süleyman'ın   duası olmasaydı, mescidin direklerinden birinde bağlı olarak kalır ve Medine çocukları onunla oynaşırdı. Sizden kim kıblesi ile arasına herhangi bi­rinin girmesini engelleyebiliyorsa bunu yapsın. Hadîsin : Sizden her kim kıblesi ile arasına herhangi birinin girmesini engelleyebilirse bu­nu yapsın, kısmını Ebu Dâvûd da, Ahmed İbn Ebu Süreyc'den o ise Ebu  Ahmed ez-Zübeyrî'den rivayet etmiştir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Muâviye İbn Amr'ın... Abdullah ed-Deylemî'den rivayetinde o, şöyle anlatıyor : Abdullah İbn Amr Tâif de Vahat denilen bahçesinde iken yanma girdim. İçki içmekle itham olu­nan Kureyş'ten bir gence yaslanmış duruyordu. Dedim ki: Bana ulaş­tığına göre sen şöyle bir hadîs rivayet etmişsin: Kim bir defa içki içer­se, Allah Teâlâ kırk sabah onun tevbesini kabul etmez. Gerçek mutsuz, annesinin karnında iken mutsuz olan kişidir. Kim, Beyt el-Makdis'e sâdece orada namaz kılmak için gelirse; annesinin onu doğurduğu gün­kü gibi hatâlarından sıyrılmış olur. O Kureyş'li genç içki lâfını duyun­ca, elini Abdullah İbn Amr'ın elinden çekti, sonra bırakıp gitti. Abdul­lah İbn Amr şöyle konuştu: Benim söylememiş olduğum bir şeyi benim hakkımda söylemek hiç kimseye helâl değildir. Allah Rasûlü (s.a.)nü şöyle buyururken işittim: Kim bir defa içki içerse, Allah Teâlâ kırk sa­bah (gün) onun namazını kabul etmez. Şayet tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul buyurur. Sonra içkiye dönerse yine kırk sabah onun na­mazı kabul olunmaz. Şayet tevbe ederse Allah Teâlâ onun tevbesini ka­bul buyurur. Şayet yine içkiye dönerse —Râvî der ki: bilemiyorum üçün­cüde mi, yoksa dördüncüde mi böyle söyledi— kıyamet günü zehir usa­relerinden ona içirmek Allah için bir hak olur. Allah Rasûlü (s.a.)nü şöy­le buyururken işittim: Allah Teâlâ yaratıklarını karanlıkta yarattı, son­ra onların üzerine nurunu gönderdi. O gün kime nuru isabet etmişse hidâyete erdi, kime isabet etmemişse o da sapıklıkta kaldı. Bu sebeple­dir ki ben: Allah'ın ilmi üzere kalem kurumuştur, diyorum. Yine Allah Rasûlü (s.a.)nü şöyle buyururken işittim: Hz. Süleyman Allah Teâlâ'-dan üç şey istedf, Allah Teâlâ ona ikisini verdi. Üçüncüsünün bizim ola­cağım umuyoruz. Allah Teâlâ'dan, Allah'ın hükmüne uygun bir hüküm istemişti. Allah Teâlâ bunu Hz. Süleyman'a verdi. Kendisinden sonra hiç kimsenin sahib olamayacağı bir hükümranlık istemişti. Allah Teâlâ bunu da kendisine verdi. Üçüncü isteğine gelince; Şu mescidde (Beyt el-Makdis kasdediliyor) namaz kılmak arzusuyla her kim evinden çıkar­sa annesinin doğurduğu günkü gibi hatâlarından sıyrılmış olmasını istemişti. Biz Allah Teâlâ'nm bunu bize vereceğini umarız. Hadîsin bu son kısmı Neseî ve İbn Mâce tarafından muhtelif kanallardan olmak üzere... Abdullah İbn Amr'dan rivayet edilmektedir. Buna göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Şüphesiz ki Hz. Süleyman Beyt el-Mak-dis'i inşâ ettiğinde Rabbından üç haslet istemişti... Ve Râvî hadîsin tamarnını zikretti. Bu, garîb bir isnâd ve siyak ile Râfî' İbn Umeyr (r.a.) hadîsinde de geçmektedir ki Taberânî şöyle diyor: Bize Muhammed İbn Hasan îbn Kuteybe, Askalânî'nin... Râfî' İbn Umeyr'den rivayetinde o, Allah Rasûlü (s.a.)nü şöyle buyururken işitmiş: Allah Teâlâ Hz. Dâ­vûd (a.s.)a: Benim için yeryüzünde bir ev bina et, buyurmuştu. Hz. Dâ-vûd inşasıyla emrolunduğu evden önce kendisine bir ev inşâ etti. Allah Teâlâ da ona: Ey Dâvûd, Benim evimden önce kendi evini mi bina et­tin? diye vahyetti. Hz. Dâvûd: Rabbım, bu şekilde hükmettim. Kim kral olmuşsa elbette seçim hakkı vardır, deyip mescidin inşâsına başladı. Mescidin duvarlan tamamlandığında üç kere yıkıldı. Bu durumu Allah Teâlâ'ya şikâyet etti de Rab Teâlâ: Ey Dâvûd, Benim evimi inşâ etmeye sen uygun değilsin, buyurdu. Hz. Dâvûd: Niçin ey Rabbım? diye sordu da, Allah Teâlâ: Şu ellerinde akan kanlar sebebiyle, buyurdu. Hz. Dâ­vûd: Ey Rabbım, bütün bunlar senin arzun ve muhabbetin gereği değil miydi? diye sordu da Allah Teâlâ: Evet, Benim arzum ve mahabbetime uygundu, ancak onlar Benim kullarımdır ve elbette Ben onlara en çok rahmet edenim, buyurdu. Bu, Hz. Davud'a ağır geldi de Allah Teâlâ şöyle vahyetti: Üzülme, şüphesiz Ben, oğlun Süleyman'ın elleriyle bu mescidin inşâsına hükmedeceğim. Hz. Dâvûd öldüğünde Süleyman mes­cidin inşâsına başladı. Mescid tamamlandığı zaman Hz. Süleyman kur­bânlar kesip İsrâiloğullarını topladı ve Allah Teâlâ kendisine şöyle vahyetti: Evimi inşâ etmekle sendeki sevinci görüyorum. Benden iste, sana vereyim. Hz. Süleyman şöyle dedi: Senden üç haslet istiyorum: Se­nin hükmüne uygun düşecek bir hüküm, benden sonra hiç kimsenin sâhib olmayacağı bir hükümranlık, şu eve orada namaz kılmak için her kim gelecek olursa annesinin onu doğurduğu gündeki gibi günâhların­dan sıyrılıp çıkması. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: İkisini şüphesiz Allah Teâlâ ona vermiştir. Üçüncünün ise bana verileceğini umarım.

İmâm Ahmed der ki: Bize Abdüssamed'in... Seleme İbn Ekvâ'dan rivayetine göre o, şöyle demiş: Allah Rasûlü (s.a.) dua buyurduğu za­man şu cümle ile başlardı: En yüce, en ulu, en çok veren Rabbım Al­lah'ı tesbîh eylerim. Ebu Ubeyd der ki: Bize Ali İbn Sâbit'in... Salih İbn Mismâr'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah'ın peygamberi Dâ­vûd vefat ettiğinde, Allah Teâlâ oğlu Süleyman (a.s.)a şöyle vahyetti: Hacetini benden dile. Hz. Süleyman dedi ki: Babamın kalbi gibi Senden korkan bir kalb ver bana. Babamın kalbinin olduğu gibi Seni seven bir kaîb ver bana. Allah Teâlâ buyurdu ki: Kuluma haber gönderip ihtiyâ­cını sordum. İhtiyâcı şu imiş: Kendisine Benden korkan bir kalb, Beni seven bir kalb verecekmişim. Kendisinden sonra hiç kimsenin sâhib olamayacağı bir hükümranlığı mutlaka ona vereceğim. Allah Teâlâ buyurur ki: «Bunun üzerine Biz de rüzgârı emrine verdik. Emri ile iste­diği yere kolayca giderdi.» Ona bundan sonraki isteğini de mutlaka vereceğiz. Râvî der ki: Allah Teâlâ verdiklerini şüphesiz ona vermiştir ve âhiret günü de ona hesâb yoktur. Ebu Kasım İbn Asâkir, Tarih'indeki Hz. Süleyman (a.s.)ın hal tercümesinde bu şekilde kaydetmektedir. Se­leften birisinden rivayete göre o, şöyle demiştir: Hz. Dâvûd'dan bana ulaştığına göre o: Rabbım, Süleyman'a bana olduğun gibi ol, demişti. Allah Teâlâ da ona, Hz. Süleyman'a şöyle demesini vahyetti: Bana kar­şı senin olduğun gibi olsun ki Ben de ona karşı sana davrandığım gibi davranayım.

«Bunun üzerine Biz de rüzgârı emrine verdik. Emri ile istediği ül­keye kolayca giderdi.» Hasan el-Basrî —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Hz. Süleyman Allah için öfkesinden atları boğazladığı zaman Allah Teâlâ onların yerine kendisine onlardan daha hayırlı ve daha sür'atli olanını bahşeyledi. Bu; gidişi bir ay, dönüşü de bir ay olan rüzgârdır.

«Şeytânları da. Her bina ustasını ve dalgıcı da.» Yani onlardan ki­misi insanların güç yetiremeyeceği kaleler, heykeller, büyük havuzlar gibi çanaklar, sabit sabit kazanlar gibi büyük ve muhteşem yapılar ve benzeri zor işlerde kullanılırken diğer bir grup da denizlere dalarak sâ­dece denizlerde bulunan inci, cevher ve benzeri güzel şeyleri çıkarmada kullanılıyordu. «Demir halkalarla bağlı diğerlerini de (onun buyruğuna verdik).» Bunlar; sâlih amellerde bulunmaktan imtina' ederek isyan eden, inâdlaşan, işlerinde kötü davranıp haddi aşanlardan zincir ve bukağılarla  bağlı  olanlardır.

«Bu, bizim bağışımızdır. Artık ister hesâbsızca ver, ister tut (de­dik).» Yani sana vermiş olduğumuz bu tastamam hükümranlık, en mü­kemmel saltanat senin isteğine uygun olarak sana verilmiştir. Bundan böyle sen; dilediğine ver, dilediğini mahrum kıl. Sana hesâb soracak değiliz. Her ne yapacak olursan, bu senin için caizdir. Dilediğin şekilde hüküm ver.  Senin hükmün doğrudur.

Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde sabit olduğu üzere Allah Rasû-lü (s.a.) kendisine emrolunam işleyen, Allah'ın emrettiği şekilde insan­lar arasında bölüştüren Allah'ın kulu ve elçisi olmakla hesâbsız ve gü­nahsız olarak dilediğine veren, dilediğine vermeyen bir hükümdar peygamber olmak arasında muhayyer bırakıldığında Cibril ile istişare­den sonra birinci mertebeyi tercih etmişti. Cibril kendisine : Mütevazı' ol, dedi de Allah Rasûlü birinci mertebeyi tercih etti. Zîrâ bu mertebe Allah katında kadri daha yüce olup kıyamet günü en yüksek mertebe­dir. Bununla beraber hükümdarlık ile birleşmiş peygamberlik makamı elbette dünya ve âhirette büyük bir makamdır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ Hz. Süleyman'a dünyada verdiklerini zikrettikten sonra onun kı­yamet gününde de Allah katında büyük bir nasîb sahibi olduğuna dik­kati çekerek: «Doğrusu (âhiret yurdunda) katımızda onun için yüksek bir makam ve güzel bir netice vardır.» buyurmuştur.[10]

 

41 — Kulumuz Eyyûb'u da hatırla. Hani Rabbma: Doğ­rusu şeytân bana yorgunluk ve azâb verdi, diye seslen­mişti.

42  — Vur ayağını yere. İşte yıkanacak ve içilecek so­ğuk bir su.

43  — Katımızdan bir rahmet, akıl sahipleri için de bir öğüt olmak üzere ona, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini lütfettik.

44  — Eline bir demet sap al da onunla vur ve yeminini bozma. Biz, onu gerçekten sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kul­du. Muhakkak ki o, Allah'a yönelirdi.

 

Sabır Çağlayanı Eyyûb   (a.s.)

 

Allah Teâlâ burada, kulu ve elçisi Eyyûb (a.s.)u zikrediyor. Allah Teâlâ bedeni, malı ve çocukları hakkında vermiş olduğu zararla onu imtihan etmiş kalbi dışında bir iğne batacak kadar sağlam bir yeri kal­mamıştı. Hastalığı ve içinde bulunduğu durumu için yardım isteyebi­leceği hiç bir şeyi de kalmamıştı. Ancak Allah'a ve Rasûlüne îmânı se­bebiyle hanımı onu seviyordu. Ücretle insanlara hizmet eder ve Hz. Ey-yûb'u doyururdu. Hzj. Eyyûb'a yaklaşık on sekiz sene hizmet etmiştir. Bu durumundan önce Hz. Eyyûb'un bol bol malı, çocukları, dünya mal ve zenginliği vardı. Bütün bunlar elinden alınmış ve neticede bütün bu sürede kalacağı ülkenin mezbeleliklerinden bir çöplüğe atılmıştı. Hanı­mı dışında uzağı yakını onu reddetmişti. Karısı insanlara hizmetçilik yapmak üzere ayrılması dışında sabah akşam onu hiç yalnız bırakma­mıştır. İnsanlara hizmetinden sonra hemen ona dönerdi. Hz. Eyyûb'un bu durumu uzayıp Jıali şiddetlenince ve nihayet onun hakkında takdir edilmiş kader sona erip mukadder olan süre tamamlanınca rasûllerin ilâhı, âlemlerin Rabbı Allah'a tazarrû' ve niyazda bulunup: «Bu dert beni sarıverdi. Sen merhametlilerin merhametUsisin.» (Enbiyâ, 83) diye duâ etti. Bu âyet-i kerîme'de de bildirildiği üzere o, şöyle duft etmişti:

«Rabbım, doğrusu şeytân bana yorgunluk ve azâb verdi.» burada Hz. Eyyûb'un kasdettiği yorgunluğun bedeninde, azabın da malı ve çocuklarında olduğu söylenir. İşte o zaman merhametlilerin en mer­hametlisi, onun duasına icabet buyurup olduğu yerde doğrulmasını ve ayağıyla yere vurmasını emretti. Hz. Eyyûb ayağıyla yere vurunca, Al­lah Teâlâ oradan bir kaynak fışkırttı. Hz. Eyyûb'a o kaynaktan yıkan­masını emretti. Böylece bedenindeki hastalıkların tamâmı iyileşti. Son­ra bir başka yerde ayağını tekrar yere vurmasını emretti. Oradan da başka bir kaynak fışkırttı ve o kaynaktan içmesini emretti. Böylece için­deki kötülükler de giderildi, zahiren ve bâtınen tâm bir afiyete kavuştu. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Vur ayağını yere. İşte yıkanacak ve  içilecek soğuk  bir su.»

İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim şöyle diyorlar: Bize Yûnus İbn Abd'ül-A'lâ'nm... Enes İbn Mâlik (r.a.)den rivayetlerine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: Allah'ın peygamberi Eyyûb (a.s.), mübtelâ kılın­dığı musibetler içinde on sekiz sene kaldı. Yakını ve uzağı onu reddetti. Ancak onun en yakın kardeşlerinden iki kişi vardı ki onlar, sabah ak­şam ona gelip giderlerdi. Onlardan birisi diğerine: Allah'a yernîn olsun ki Eyyûb, âlemlerden hiç kimsenin işlemediği bir günâh işlemiştir bili­yor musun? dedi de diğeri: O da nedir ki? diye sordu. Birincisi: On se­kiz seneden beri Allah ona merhamet edip içinde bulunduğu durumdan onu kurtarmıştır (daha ne olsun?) dedi. Hz. Eyyûb'un yanma geldik­lerinde ikincileri sabredemeyip bunu Hz. Eyyûb'a söyledi de Hz. Eyyûb: Ne söylediğini bilmiyorum. Ancak Allah biliyor ki ben, çekişen ve çe­kişmeleri sırasında Allah'ı anan iki kişiye uğrardım da evime döndü­ğümde Allah'ı ancak bir hak için anmış olabilecekleri korkusuyla onla­rın yerine keffâret verirdim, dedi. Râvî devamla şöyle anlatır: Hz. Ey­yûb def-i hacet için çıktığı zamanlarda işini bitirdiğinde karısı onun elinden tutar ve eski yerine gelmesine yardım ederdi. Bir gün Hz. Eyyûb' un def-i hacetten sonra eşini çağırmakta geciktiği görüldü. Allah Teâlâ Hz. Eyyûb (a.s.)al «Vur ayağını yere. İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su.» diye vahyetnıişti. Hanımının gelmekte gecikmesini istedi. Ha­nımı da onu beklemeye başladı. Bir de karısının yanma geldi ki Allah Teâlâ ondaki bütün hastalıkları gidermiş, en güzel şekliyle karşısında duruyor. Hanımı onu görünce: Allah seni mübarek kılsın, şu musibete dûçâr kalmış Allah'ın peygamberini gördün mü? Sıhhatli olduğu za­manda Allah'a yemîn ederim ki senden daha çok ona benzeyen birini görmedim, dedi. Hz. Eyyûb'un birisi buğday, diğeri de arpa için iki an-ban vardı. Allah Teâlâ iki bulut gönderdi. Bunlardan birisi buğday de­posunun üzerine gelince depoyu taşınncaya kadar altun boşalttı. Di­ğeri de arpa anbarına yine taşırıncaya kadar altun boşalttı. İbn Cerîr —Allah ona rahmet eylesin—in rivayetinin lafzı bu şekildedir. İmâm Ahmed'in Abdürrezzâk kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Hz. Eyyûb çıplak olarak yıkandığı esnada üzerine altun çekirgeler boşandı. Hz. Eyyûb bunlardan elbisesi­nin içine doldurmaya başladı da Rabbı kendisine; Ey Eyyûb, şu gördük­lerinden seni müstağni kılmadım mı? diye nida eyledi. Hz. Eyyûb: Evet müstağni kıldın Rabbım, fakat Senin bereketinden ben asla müstağni değilim, diye cevab verdi. Hadîsi Abdürrezzâk kanalıyla sâdece Buhârî tahrîc etmiştir.

Allah Teâlâ: «Katımızdan bir rahmet, akıl sahipleri için de bir öğüt olmak üzere ona, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini lütfet­tik.» buyurur ki, Hasan ve Katâde'nin söylediğine göre, Allah Teâlâ biz­zat onları diriltmiş ve onların bir mislini de onlarla birlikte arttırmıştır.

Allah Teâlâ yine şöyle buyuruyor: Sabrı, sebatı, Bize dönmesi, te­vazuu ve boyun eğmesi karşılığı ona katımızdan bir rahmet, sabrın akıbetinin ferahlık, darlıktan çıkış ve rahatlık olduğunu bilsinler diye akıl sahipleri için de bir öğüt olmak üzere ona ailesini ve onlarla birlik­te olanların bir mislim lütfettik.

«Eline bir demet sap al da onunla vur ve yeminini bozma.» Hz. Ey­yûb (a.s.) yaptığı bir işten dolayı hanımına öfkelenmiş, kızmıştı. Söy­lendiğine göre bir ekmek karşılığında saçının bir örgüsünü satmış ve o ekmeği Hz. Eyyûb'a yedirmişti de Hz. Eyyûb bundan dolayı onu kına­mış ve Allah kendisine şifâ verirse hanımına yüz değnek vuracağına dâir yemîn etmişti. Bunun dışında başka bir sebeple hanımına kızmış olduğu da söylenir. Allah Teâlâ Hz. Eyyûb'a şifâ ve afiyet verdikten sonra hanımının kendisine olan bu en mükemmel hizmeti, merhameti, şefkati ve iyiliğine karşılık cezası bu yüz değnek olmamalıydı. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Eyyûb'a vahyetti ki, eline bir demet sap alacak, bu de­mette yüz çubuk bulunacak ve bu demetle hanımına bir ker"e vuracak. Böylece yemini yerine gelmiş olacak, adağına uymuş ve yemininden de dönmüş olmayacaktı. İşte bu, Allah'tan korkan ve Allah'a donen için bir ferahlık ve çıkış yolu olmuştur. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: «Biz, onu gerçekten sabırlı bulmuştuk, Ne iyi kuldu. Muhakkak ki o, Allah'a yönelirdi.» buyurmuştur. Allah Teâlâ Hz. Eyyûb'u iyi bir kul olması ve Allah'a çokça dönüp yönelmesi ile medhetmiş, övmüştür. Bu sebepledir ki başka bir âyet-İ kerîme'de de: «Kim Allah'tan korkarsa, ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği bir yerden rızik verir.» (Talâk, 2,3) buyuruyor. Fakîhlerden birçoğu yemin ve benzeri meselelerde bu âyet-i kerîme'yi delil getirerek bu âyetle hüküm vermişlerdir.[11]

 

45 — Kuvvetli ve basiretli kullarımız olan tbrâhîm, İs-

hâk ve Ya'kûb'u da hatırla.

46  — Doğrusu Biz, onları âhiret yurdunu samîmiyyet-le düşünen kimseler kıldık.

47  — Ve gerçekten onlar, katımızda  seçkinlerden  ve

hayırlılardandı.

48  — İsmail'i, el-Yesa'ı ve Zülkifl'i de hatırla. Hepsi de iyilerdendir.

49 — Bu bir zikirdir...

 

Allah Teâlâ burada kullarından rasûllerin, çokça ibâdet eden pey­gamberlerinin faziletlerini haber verip; «Kuvvetli ve basiretli kullarımız olan İbrahim, İshâk ve Ya'kûb'u da hatırla.» buyurur ki buradaki kuv­vet ve basiret ile amel-i sâlih, faydalı ilim, ibâdetteki kuvvet ve basiret kasdedilmektedir. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha'nm açık­lamasına göre «Kuvvetli ve basiretli kullarımız...» kısmında şöyle bu-yuruluyor: Kuvvet ve ibâdet sahibi, dinde fakîh, bilgi sahibi olan kul­larımız... Mücâhid âyetteki kelimeleri ile Allah'a itâatta kuvvetin, < jLtuty ) kelimesiyle de hak ve gerçek hakkındaki basiretin kasdedildiğini söyler. Katâde ve Süddî de şöyle diyorlar: On­lara ibâdette kuvvet, dinde basiret verilmişti.

«Doğrusu Biz, onları âhiret yurdunu samîmiyyetle düşünen kim­seler kıldık.» Mücâhid der ki: Biz onları âhiret için güzel ameller işle-yici kıldık. Onların âhiretten başka bir düşünceleri yoktu. Süddî de böyle demektedir ki, onların zikirleri ve amelleri âhiret yurdu içindi. Mâlik İbn Dînâr der ki: Allah Teâlâ onların kalblerinden dünya sevgisi ve zikrini çıkarıp onlara sırf âhiret sevgisini ve zikrini bahsetmişti. Atâ el-Horasânî de böyle demektedir. Saîd İbn Cübeyr'in söylediğine göre ise burada âhiret yurdu ile cennet kasdedilmektedir. Âyette: «Doğrusu Biz, onları sâdece âhiret yurdunu samimiyet (ve ihlâs)le düşünen, (zik­reden) kimseler kıldık.» buyruluyor. (...) Katâde der ki: Onlar insan­lara, âhiret yurdunu ve âhiret yurdu için amel etmeyi hatırlatırlardı. İbn Zeyd de şöyle demektedir: Allah Teâlâ âhiret yurdundaki en üstün şeyleri onlara bahsetmiştir.

«Ve gerçekten onlar, katımızda seçkinlerden ve hayırlılardandı. îs-mâîl'i, el-Yesâ'ı ve Zülkifl'i de hatırla. Hepsi de iyilerdendir.» Bunlar ve kıssaları ile haberleri hakkındaki bilgiler burada tekrarına gerek bırak­mayacak şekilde Enbiyâ sûresinde geçmişti.

«Bu bir zikirdir.» Yani bu bölüm, düşünüp zikredecek kimseler için içinde zikir bulunan bir bölümdür. Süddî burada Kur'ân'ın kasdedildi-ğini söyler.[12]

 

—Ve muhakkak ki müttakîîer için güzel bir sonuç var­dır.

50  — Kapıları kendilerine açılmış Adn cennetleri.

51  — Orada tahtlara yaslanmış olarak birçok meyve­ler ve içecekler isterler.

52  — Yanlarında gözlerini yalnız eşlerine dikmiş aym yaştan güzeller vardır.

53  — îşte hesâb günü için size vaadolunan budur.

54  — Doğrusu bu, Bizim rızkı m izdir, onun  için   bitip tükenme yoktur.

 

Müttakîlere Adn Cennetleri

 

Allah Teâlâ burada mutlu, inanan kullarını zikrediyor ki onlar için âhirette «Güzel bir .sonuç vardır.» sonra Allah Teâlâ bu sonucu şöyle açıklar: «Kapıları kendilerine açılmış Adn cennetleri.» Yani kapılan onlara açık, devamlı ikâmet edecekleri cennetler. Buradaki kelimesinin başında bulunan kelimenin sonundan hazfedil­miş olan bir kelimenin yerini tutmaktadır ki sanki şöyle denilmek iste­niyor: Onlar cennetlerin kapılarına geldikleri zamanda şüphesiz o cen­netlerin kapılan kendilerine açılır. İbn Ebu Hâtim'in Muhammed İbn Sevâb el-Hebbârî kanalıyla... Abdullah İbn Amr'dan rivayetine göre Al­lah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Şüphesiz ki cennette, adına «Adn» denilen bir köşk vardır. Çevresinde burçlar ve otlaklar vardır. O köşkün beş bin kapısı, her bir kapısı yanında da beş bin kaftan vardır. Oraya ancak ya bir peygamber, ya bir sıddîk, ya bir şehîd veya adaletli bir devlet başkanı girer —veya, orada ikâmet eyler buyurmuştur—. Cennetin sekiz kapısı hakkında muhtelif kanallardan olmak üzere birçok hadîs­ler vârid olmuştur.

«Orada (otağlar altında) tahtlara (bağdaş kurup) yaslanmış ola­rak birçok meyveler ve içecekler isterler.» Her ne isterlerse hazır bulur­lar ve diledikleri şekil üzere hemen hazır olur. Hangi çeşidinden olursa içecekleri, hizmetçiler hemen kendilerine «Bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kâseler, ibrikler, kadehler.» (Vakıa, 18) ile getirirler. «Yanlarında gözlerini yalnız eşlerine dikmiş, (eşleri dışında hiç kimseye iltifat etmeyen, dönüp bakmayan) aynı yaştan güzeller vardır.» Yaşları ve ömürleri hep birbirine eşit, aynı seviyededir. Yaptığımız bu açıklama aynı zamanda İbn Abbâs, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Muhammed İbn Kâ'b ve Süddî'nin açıklamalarının da anlamıdır.

«İşte hesâb günü için size vaadolunan budur.» Yani şu zikrettikle­rimiz Allah'ın zâtından korkan kullarına vaadetmiş olduğu cennetin nitelikleridir. Onlar diriltilip kabirlerinden kalktıktan ve cehennemden kurtulduktan sonra buraya gideceklerdir.

Sonra Allah Teâlâ cennetin bitip tükenmeyeceğini, zevali ve sonu olmadığını haber verip: «Doğrusu bu, Bizim rızkımızdır, onun için bitip tükenme yoktur.» buyurur ki başka âyetlerde de şöyle buyrulur: «Sizin yanınızdaki tükenir. Allah'ın katında olanlar ise sonsuzdur.» (Nahl, 96), «Bu, ardı arkası kesilmeyen bir vergidir.» (Hûd, 108), «Muhak­kak ki, îmân edip sâlih amel işleyenlere; işte onlara, kesintisiz bir ecir vardır.» (Fussilet, 8), «Oranın (cennetin) yiyecekleri de, gölgeleri de ebedîdir. Bu takva sahiplerinin akıbetidir. Kâfirlerin akıbeti ise ateş­tir.»  (Ra'd, 35). Bu hususta âyetler pek çoktur.[13]

 

55  — Bu böyle. Azgınlar için de çok kötü bir sonuç var­dır.

56  — Cehennem. Oraya girerler. Ne kötü bir konaktır.

57 — işte şu, kaynar su ve irin, tatsınlar onu.

58  — Bunlara benzer daha başkaları da vardır.

59  — tşte bu topluluk, sizinle beraber göğüs gerenler­dir. Rahat yüzü görmesin onlar. Muhakkak cehenneme gi­receklerdir.

60  — Dediler ki: Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin. Bizi buraya siz sürdünüz. Ne kötü bir duraktır burası.

61  — Dediler ki: Rabbımız, bizi buraya kim sürdüyse ona ateşteki azabım kat kat arttır.

62  — Ve dediler ki: Bizim kendilerini kötülerden saydı­ğımız adamları niçin burada görmüyoruz?

63  — Onları alaya almıştık. Yoksa   şimdi  gözlere gö­rünmez mi oldular?

64  — İşte bu, hakkın kendisidir. Cehennem ehlinin bir­biriyle tartışması.

 

Azgınlar İçin de Kaynar Su Ve İrin

 

Allah Teâlâ mutluların akıbetini zikrettikten sonra peşinden kıyamet ve hesâb günü mutsuzların durumlarını ve akıbetlerini zik­retmeye başlayarak şöyle buyurur: «Bu böyle. Azgınlar, (Allah'a itaat-tan çıkmış kimseler, Allah'ın elçilerine muhalefet edenler) için de çok kötü bir sonuç ve akıbet vardır.» Daha sonra Allah Teâlâ onların akı­betlerini şöyle açıklar: «Cehennem. Oraya girerler.» Cehennem onları her yönlerinden kapla^averir. «O, ne kötü konak (ve kalınacak yer) tır. İşte şu, kaynar su ve irin, tatsınlar onu.» Âyette zikredilen kelimesi, hararetin en üst noktasına çıkmış kaynar sudur, kelimesi ise; onun zıddı olup son derece elem verici, soğuk­luğuna katlanılamayacak derecede soğuk sudur. Bunun için Allah Teâlâ buyurur ki: «Bunlara benzer daha başkaları da vardır.» Bu kabilden olan çeşitli azâblar vardır ki onlar peşpeşe bu azâblara dûçâr olacak* lardır. İmâm Ahmed der ki: Bize Hasan İbn Musa'nın... Ebu Saîd'den, onun da Allah Rasûlü (s.a.)nden rivayetine göre şöyle buyurmuştur: Şayet (cehennemdeki) ğassâk dan bir kovası dünyaya dökülmüş olsaydı yeryüzü halkı kokuşurdu. Hadîsi Tirmizî de Süveyd İbn Nahr kanalıyla... Derrâc'dan rivayet etmiş ve: Bu hadîsi sâdece Ruşdeyn İbn Sa'd kanalıyla biliyoruz, demiştir. Ancak hadîs başka kanallardan da rivayet edilmiş olup meselâ İbn Cerîr hadîsi Yûnus îbn Abd'ül-A'lâ kanalıyla... Amr İbn Hâris'den rivayet etmiştir. Kâ'b el-Ahbâr der ki: cehennemde bir kaynaktır. Yılan, akrep ve benzeri zehirli şeylerin zehirleri oraya akar. Orada toplanır ve âdemoğlu oraya geti­rilip bir, kere daldınlırsa çıkarıldığında derisi ve etleri kemiklerinden ayrılmış, derisi ve etleri topuklarından sarkıyor, eti kişinin elbisesini yerde sürdüğü gibi yerde sürükleniyor. Kâ'b'ın bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir. «Bunlara benzer daha başkaları da vardır.» âyetinde Hasan el-Basrî'nin söylediğine göre çeşitli azâblar kasdedil-mektedir. Bir başkası «Bunlara benzer daha başkalan»nı şöyle açıklı­yor: Şiddetli soğuk ve sıcak yel, kaynar su içme, zakkum yeme, yuka­rılara çıkarılıp aşağılara atılma ve daha başka birbirine zıd muhtelif şeylerdir ve hepsi de cehennemliklerin azâb olunacağı ve onlar sebe­biyle hakarete ve alçaltılmaya dûçâr kılınacağı şeylerdendir.

«İşte bu topluluk, sizinle beraber göğüs gerenlerdir^ Rahat yüzü görmesin onlar. Muhakkak cehenneme gireceklerdir.» âyetinde, ce­hennemliklerin birbirilerine ne söylecekleri haber verilmektedir. Nite­kim başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyrulmaktadır: «Her ümmet girdikçe; yoldaşına la'net eder.» (A'râf, 38). Yani selâm yerine onlar birbirlerini la'netleyecek, birbirlerini yalanlayacak ve birbirlerini inkâr edeceklerdir. Bir grup, zebaniler ve cehennem bekçileri eşliğinde ce­henneme geldikleri zaman onlardan önce girenler: «İşte bu topluluk, si­zinle beraber göğüs gerenler ve sizinle beraber cehenneme girenlerdir. Rahat yüzü görmesin onlar. Muhakkak ki cehenneme gireceklerdir.» Zîrâ onlar da cehennemliklerdendir, diyecekler. Cehenneme yeni giren­ler de diyecekler ki: «Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin. Bizi buraya siz sürdünüz.» Bizi bu neticeye sürükleyen şeylere siz davet etmiş­tiniz. «Ne kötü bir duraktır, (ne kötü bir akıbet ve sonuçtur) burası. Dediler ki: Rabbımız, bizi buraya kim sürdüyse ona ateşteki azabını kat kat arttır j> Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyurur: ((Sonrakiler öncekiler için derler ki: Rabbımız, işte bizi bun­lar saptırdı. Onun için bunlara ateşten katmerli azâb ver. Buyurur ki: Hepiniz için katmerlidir. Ne var ki bilmezsiniz.» (A'râf, 38) Yani sizden her biri için yaptıkları kadar azâb vardır. «Ve dediler M: Bizim ken­dilerini kötülerden saydığımız adamları niçin burada görmüyoruz? Onları alaya almıştık. Yoksa şimdi gözlere görünmez mi oldular?» âyetinde belirtildiği üzere kâfirler cehennemde, dünyada iken sapık­lık üzere olduklarını zannettikleri kimseleri arayacaklardır. Onlar ken­di zanlarına göre mti'min olduklarını sanıyorlardı da aradıkları bu kim­seler onlar nazarında sapıklıktaydılar. Diyecekler ki: Bize ne oluyor da onları bizimle birlikte cehennemde göremiyoruz? Mücâhid der ki: Bu, Ebu Cehü'in sözüdür. Şöyle diyecektir: Bana ne oluyor da Bilâl'i Ammâr'ı, Suheyb'i, falan ve falanı göremiyorum. Aslında bu, bir misâl­dir. Yoksa bütün kâfirlerin durumu şöyledir: Onlar cehenneme girecek­lerine inanıyorlardı. Kâfirler cehenneme girdiklerinde arayacaklar fa­kat bulamayacaklar ve: «Bizim kendilerini kötülerden saydığımız adanı­lan niçin burada görmüyoruz? (Dünyada iken biz) onları alaya almış­tık.» deyip sonra kendilerini muhal bir şeyle teselli edercesine şöyle di­yecekler: «Yoksa şimdi gözlere görünmez mi oldular?» Herhalde onlar da bizimle beraber cehennemdedirler. Fakat herhalde gözümüz ilişme­di. İşte o zaman inananların yüce derece ve mertebelerde olduğunu an­layacaklardır. Allah Teâlâ'mn şu kavli buna işaret etmektedir: «Cennet ashabı, cehennem ashabına: Rabbımızm bize va'dettiğini hak bulduk. Siz de Rabbmızın size va'dettiğini hak buldunuz mu? diye seslenirler. Evet, dediler. Bunun üzerine aralarında bir münâdî: Allah'ın la'neti; zâlimlerin üzerinedir, diye seslendi... Girin cennete; size hiç bir korku yoktur ve sizler üzülecek de değilsiniz.»  (A'râf, 44-49).

«İşte bu, hakkın kendisidir. Cehennem ehlinin birbiriyle tartışma­sı.» Ey Muhammed sana şu haber verdiklerimiz cehennemliklerin birbi­riyle tartışması, birbirlerini la'netlemesidir ve bunlar hiç bir şek ve şüphe olmayan gerçeğin kendisidir.[14]

 

65  — De ki: Ben, sâdece bir uyarıcıyım. Vâhid, Kahhâr olan Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur.

66  — Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların Rabbı Azîz'dir, Gafur'dur.

67  — De ki: Bu, büyük bir haberdir.

68 — Ama siz ondan yüz çeviriyorsunuz.

69  — Mele-i A'lâ'da olan tartışmalar hakkında benim bir bilgim yoktur.

70  — Bana sâdece vahyolunur. Ben, ancak apaçık bir uyarıcıyım.

 

Ben, Sâdece Bir Uyarıcıyım

 

Allah Teâlâ, Rasûlü (s.a.) Muhammed'e Allah'ı inkâr eden, O'na eşler koşan ve Rasûlünü yalanlayanlara şöyle demesini emrediyor: Ben sizin zannettiğiniz gibi değilim. Aksine ancak bir uyarıcıyım. Vâhid, Kahhâr olan Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. Yegâne O her şeye hâ­kim ve gâlibdir. Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların Rab-bıdır. Bütün bunların mâliki ve onlarda tasarruf sahibi olan O'dur. Azîz'dir, Gafûr'dur. İzzet ve azametiyle birlikte O çokça bağışlayandır.

«De ki: Bu, (Allah'ın beni size peygamber olarak göndermesi son derece yüce, beliğ) büyük bir haberdir. Ama siz (bu haberden gafil ola­rak) ondan yüz çeviriyorsunuz.» Mücâhid, Kadı Şüreyh ve Süddî «De ki: Bu, büyük bir haberdir.» âyetinde Kur'ân'm kasdedildiğini söylerler.

«Mele-i A'lâ'da olan tartışmalar hakkında benim bir bilgim yok­tur.» Şayet vahiy olmasaydı ben Mele-i A'lâ'da olan tartışmaları nere­den bilecektim? Hz. Âdem hakkındaki tartışmaları, İblîs'in ona secde etmekten imtina' etmesini, Rabbı ile tartışıp kendini Âdem'den üstün tutmasını nereden bilecektim? İmâm Ahmed der ki: Bize Hâşim oğul­ları kölesi Ebu Saîd'in... Muâz (İbn Cebel) —Allah ondan hoşnûd ol­sun— dan rivayetine göre o, şöyle anlatıyor: Bir sabah Allah Rasûlü sabah namazı için bizim yanımıza çıkmakta gecikti. O kadar ki ner-deyse güneşin ucu ufukta görünecekti. Allah Rasûlü (s.a.) hızlıca çıkıp namaza durdu, namazı çok acele ve kısaca kıldırdı. Selâm verdiğinde: Saflarınızda olduğunuz yerde durunuz, buyurup bize döndü ve: Sabah namazı için sizin yanınıza çıkmaktan beni geciktiren sebebi size anlata­cağım buyurup şöyle anlattı: Geceleyin kalkıp takdir olunduğu kada­rıyla namaz kıldım. Namazda bir miktar uyuyakalmışım. Sonra uyan­dım ve gördüm ki en güzel suretiyle Rabbımla karşı karşıyayım. Ey Mu-hammed, Mele-i A'lâ'da hangi konuda tartışıldığını biliyor musun? bu­yurdu. Ben: Rabbim, bilmiyorum, dedim. Allah Teâlâ bunu üç defa tek­rarladı. Gördüm ki kudret elini iki küreğim arasına koydu ve parmak­larının soğukluğunu göğsümde hissettim. Her şey bana tecellî etti ve öğrendim. Ey Muhammed, Mele-i A'iâ'da hangi konuda tartışıyorlar? buyurdu. Ben: Keffâretler konusunda, dedim. Keffâretler nelerdir? bu­yurdu. Ben: Ayakların cum'alara gitmesi, namazlardan sonra mescid-lerde oturma, hoşlanılmayacak hâdiseler esnasında güzelce abdest al­ma, dedim. Yüce dereceler (e ulaştıran şeyler) nelerdir? buyurdu. Ben: Yemek yedirmek, yumuşak söz söylemek, insanlar uyurken namaz kıl­mak, dedim. İste, buyurdu. Dedim ki: Allah'ım, Senden hayır işleri iş­lemeyi, münkerleri terketmeyi, yoksulları sevmeyi, beni bağışlayıp ba­na merhamet etmeni dilerim. Bir kavmin fitnesini murâd ettiğin zaman beni o fitneye karışmamış olarak öldür. Senden Senin sevgini, Seni sevenlerin sevgisini, Senin sevgine beni yaklaştıracak amellerin sevgi­sini dilerim. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: Şüphesiz ki bu; gerçektir, onu iyice öğreniniz. Bu, meşhur olan uyku hadîsidir. Bunun uyanıklık halinde olduğunu söyleyenler yanılmaktadırlar. Sünen'lerde muhtelif kanallardan olmak üzere rivayet edilmiştir. Bu hadîsi aynen Tirmizî de Cehdam İbn Abdullah el-Yemânî kanalıyla rivayet e^miş ve hasen, sa-hîh olduğunu söylemiştir. Bu tartışma Kur'ân hakkındaki mezkûr tar­tışma değildir. Bu zâten açıklanmıştı. Kur'ân hakkındaki tartışmaya gelince bu, daha sonra Allah Teâlâ'nın: "Hani Rabbın meleklere demiş ti   ki...» âyetinde tefsir edilip açıklanacaktır.[15]

 

71 — Hani Rabbın meleklere demişti ki: Ben, çamurdan bir insan yaratacağım.

72 — Onu yapıp ruhumdan  kendisine   üflediğim   za­man; derhal secde edin ona.

73  — Bütün melekler topluca secde ettiler.

74  — Yalnız îblîs, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.

75  — Buyurdu ki: Ey İblîs, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa yü­celerden mi oldun?

76  — Dedi ki: Ben, ondan daha hayırlıyım. Beni ateş­ten yarattın, onu çamurdan yarattın.

77  — Buyurdu ki: Çık oradan. Şüphesiz sen, artık ko­vulmuş birisin.

78  — Ve muhakkak ki din gününe kadar la'netim se­nin üzerinedir.

79  — Dedi ki: Rabbım, diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver.

80  ~ Buyurdu ki: Sen, şüphesiz ertelenensin,

81  — Belli bir vaktin gününe kadar.

82 — Dedi ki: Senin izzetine yemîn olsun ki ben, onla­rın hepsini muhakkak azdırırım,

83  — Ancak içlerinden Senin ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna.

84  — Buyurdu ki: İşte bu haktır ve Ben, hakkı söylerim.

85 — Muhakkak cehennemi seninle ve onlardan sana uyanların hepsiyle dolduracağım.

 

İnsan ve Şeytân

 

Bu kıssayı Allah Teâlâ Bakara sûresinde, A'râf sûresinin başında, Hicr, İsrâ, Kehf sûrelerinde ve burada zikretmiştir. Allah Teâlâ Hz. Âdem (a.s.)in yaratılmasından önce meleklere kuru bir çamurdan, şe­killenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağını haber vermişti (bildirmiş­ti) . Hz. Adem'in yaratılmasını ve tesviyesini bitirdiği zaman meleklere dönüp Hz. Âdem için bir ikram, bir hürmet ve büyükleme, Allah'ın emri­ne ittibâ olarak onlara Hz. Âdem'e secde etmelerini emretti.. îblîs dışın­da bütün melekler bu emre uydular. İblîs, cins itibarıyla meleklerden değildi. Cinlerden olup en muhtaç olduğu bir zamanda tabiatı ve fıtratı kendisine ihanet etti de Hz. Âdem'e secde etmekten imtina' ederek bu konuda Rabbı ile tartışmaya girişti ve kendisinin Âdem'den daha ha­yırlı olduğunu ileri sürdü. O ateşten, Âdem ise çamurdan yaratılmıştı ve onun zannına göre, ateş çamurdan daha hayırlı idi. İşte bu konuda hatâ etmiş, Allah'ın emrine muhalefetle küfre düşmüş, Allah Teâlâ da onu rahmetinden uzaklaştırıp burnunu yere sürtmüş, rahmet kapısın­dan onu kovmuş ve Allah'ın rahmetinden ümidinin kesik olduğunu bil­dirmek üzere ona İblîs adını vermiştir. Daha sonra onu zemmedilmiş ve kovulmuş halde gökten yere indirmiştir. îblîs Allah Teâlâ'dan yeniden diriltilme gününe kadar geciktirilmesini istemişti. Zâtına isyan edenlere cezalarını hemen vermeyen hilim sahibi Allah, ona mühlet verdi de İblîs kıyamet gününe kadar helak olmaktan emin olunca inadlaşmaya ve azgınlığa başladı ve şöyle dedi: «Senin izzetine yemîn olsun ki ben onların hepsini muhakkak azdırırım. Ancak içlerinden Senin ihlâsa er­dirilmiş kulların müstesna.» Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de de: «Ben­den üstün kıldığını görüyor musun? Eğer beni kıyamet gününe kadar te'hîr edersen; pek azı müstesna, onun soyunu emrim altına alırım, de­mişti.» (İsrâ, 62) buyrulur ki; bunlar, «Muhakkak ki Benim kullarım üzerinde bir hâkimiyetin yoktur senin. Vekîl olarak Rabbm yeter.» (İs­râ, 65) âyetinde de istisna edilenlerdir.

«Buyurdu ki: İşte bu haktır ve Ben, hakkı söylerim: Muhakkak ce­hennemi seninle ve onlardan sana uyanların hepsiyle dolduracağım.» İçlerinde Mücâhid'in de bulunduğu bir topluluk, âyette geçen ( jJ-1 ) kelimesinden ilkini merfû' olarak okumuşlardır ki buna göre anlam şöyle oluyor: Ben gerçeğin ta kendisiyim ve ancak gerçeği söylerim. Mücâhid'den gelen bir rivayete göre ise o, âyeti şöyle açıkla­mış: Gerçek bendedir ve ben gerçeği söylerim. Diğer kırâet imamları ise kelimeyi rnansûb olarak okumuşlardır. Süddî bunun, Allah Teâlâ'nın et­tiği yeminlerden biri olduğunu söyler. Ben de derim ki: Bu âyet-i kerîme, Allah Teâlâ'nın şu âyetlerine benzemektedir: «Fakat; cehennemi tama­men cin ve insanlarla dolduracağım, diye Ben'den hak söz sâdır olmuş­tur.» (Secde, 13), «Buyurmuştu ki: Haydi git, onlardan her kim sana uyarsa; muhakkak cehennem sizin cezânızdır. Hem de tâm bir ceza.» (İsrâ,  63).[16]

 

86  — De ki: Ben, buna karşı sizden bir ücret istemiyo­rum ve ben, kendiliğimden bir şey iddia edenlerden de de­ğilim.

87  — Bu, ancak âlemler için bir zikirdir.

88  — Onun haberini bir müddet sonra öğreneceksiniz.

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme'lerde şöyle buyurur: Ey Muhammed, şu müşriklere de ki: Bu tebliğin ve bu nasîhatlar için sizden dünya ha­yatının nimetlerinden bana vereceğiniz herhangi bir ücret istemiyo­rum. Ben kendiliğinden bir şey iddia edenlerden de değilim. Allah'ın be­nimle gönderdiklerinin üzerinde bir şey istemiyorum, ona ziyâdede bulunmak da istemiyorum. Aksine bana emrolunanı ben yerine getirnüşim-dir. Onda ne bir arttırma, ne de bir eksiltme yapmadım. Ben bununla ancak Allah'ın rızâsını ve âhiret yurdunu dilemekteyim. Süfyân es-Sev-rî'nin A'meş ve Mansûr kanalıyla... Mesrûk'dan rivayetine göre o, şöyle demiş: Abdullah İbn Mes'ûd bize geldi va şöyle dedi: Ey insanlar, kim bir şey biliyorsa onu söylesin, kim de bilmiyorsa; Allah en iyi bilendir, desin. Zîrâ kişinin, bilmediği bir şey hakkında; Allah en iyi bilendir, de­mesi de bir ilimdir. Zîrâ Allah Teâlâ sizin peygamberiniz (s.a.)e şöyle buyurmuştur: «De ki: Ben, buna karşı sizden bir ücret istemiyorum ve ben, kendiliğimden bir şey iddia edenlerden de değilim.» Buhârî ve Müs­lim, hadîsi A'meş kanalıyla tahrîc etmişlerdir.

«Bu, ancak âlemler için bir zikirdir.» Âyetinde Kur'ân kasdedilmek-tedir. Kur'ân» insan ve cinlerden bütün mükellefler için bir öğüttür. Bu açıklama İbn Abbâs'a âit olup İbn Ebu Hatim bunu babası kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet etmiştir. Buna göre âlemlerden maksad, cinler ve insanlardır. Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'nın şu kavillerine benzemekte­dir: «Bu Kur'ân; bana sizi de, ulaştığı kimseleri de uyarmam için vahy-olundu.» (En'âm, 19), «Herhangi bir güruh onu inkâr ederse; onun va­racağı yer ateştir.»  (Hûd, 17).

«Onun haberini (ve doğruluğunu) bir müddet sonra (yakında) öğ­reneceksiniz.)) Katâde burayı: Ölümden sonra öğreneceksiniz, diye açık­larken, İkrime burada kıyamet gününün kasdedildiğini söylemektedir. Her iki açıklama arasında bir tezâd söz konusu değildir. Zîrâ her kim ölmüşse şüphesiz o kıyametin hükmüne girmiştir. Katâde'nin nakletti­ğine göre Hasan el-Basrî «Onun haberini bir müddet sonra öğrenecek­siniz.» âyeti hakkında şöyle demiş: Ey Âdemoğlu, Ölüm esnasında sana kesin haber gelecektir.[17]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6841-6842

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6844-6847

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6856-6857

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6857-6860

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6861-6863

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6863-6864

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6864-6865

[8] Medine'de bir   vadinin ismidir

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6866-6868

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6869-6878

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6879-6881

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6882-6883

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6883-6884

[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6885-6887

[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6888-6889

[16] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6890-6891

[17] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 12/6891-6892

Free Web Hosting