FUSSİLET  SÛRESİ2

İzahı6


FUSSİLET  SÛRESİ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

1  — Hâ, Mîm.

2  — Rahman ve Rahim (katından indirilmedir.

3  — Bilen bir kavim için âyetleri uzun uzun açıklan­mış, Arapça okunan Kur'an olan bir kitaptır.

4  — ^füjdeleyici ve uyarıcı olarak. Ama onların  çoğu yüz çevirmiştir, artık onlar işitmezler.

5 — Bizi çağırdığın   şeye karşı kalblerimiz   kapalıdır, kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Seninle bizim aramız­da bir perde var. Sen istediğini yap, biz de yapıcılarız, de­diler.

 

Allah Teâlâ: «De ki: Onu Ruh el-Kudüs, Rabbın katından hak ile indirmiştir.»  (Nahl, 102). «Muhakkak ki o (Kur'ân) elbette âlemlerin Rabbının indirmesidir. Onu Rûh el-Emîn indirmiştir; senin kalbine ki uyarıcılardan olasın.» (Şuarâ, 192-194) âyetlerinde Kur'ân'm Rahman ve Rahim olan Allah katından indirildiğini beyân ettiği gibi burada da: «Ha, Mim. Rahman ve Rahîm katından indirilmedir.» buyurmaktadır. «Âyetleri uzun uzun açıklanmış (mânaları beyân olunmuş, hükümleri pekiştirilmiş, lafzı) Arapça (olarak apaçık, mânâları mufassal, lafızları müşkil olmayacak bir şekilde apaçık) okunan Kur'ân olan bir kitâbdır.» Başka âyet-i kerîmelerde de şöyle buyrulur: «Bu kitâb, âyetleri kesin­leştirilmiş, sonra da Hakîm ve Habîr olan Allah tarafından uzun uzadı-ya açıklanmıştır.» (Hûd, 1). O, hem lafzı ve hem de mânâsı itibarıyla mucizedir. «Önünden de, ardından da ona bâtıl sokulamaz. O; Hakîm, Hamîd katından indirilmiştir.»  (Fussilet, 42).

«Bilen bir kavim için...» Bu açıklık ve beyânı, ancak derin ve kök­lü ilim sahipleri bilip anlayabilir. «(Bazan inananları) müjdeleyici ve (bazan da kâfirleri) uyarıcı olarak. Ama onların çoğu yüz çevirmiştir, artık onlar işitmezler.» Kureyş'in çoğu apaçık olmasına rağmen ondan hiç bir şey anlamazlar ve «Bizi çağırdığın şeye karşı kalblerimiz kapalı (örtülü)dür, kulaklarımızda da (senin getirdiğine karşı) -bir ağırlık, (bir sağırlık) vardır. Seninle bizim aramızda bir perde var.» (Söyle­diklerinden hiç bir şey bize ulaşmıyor.) Sen (kendi yolunda) istediğini yap, biz de (kendi yolumuzda) yapıcılarız (ve asla sana tâbi olacak de­ğiliz), dediler.»

İmâm Abd İbn Humeyd Müsned'inde der ki: Bana İbn Ebu Şeybe'-nin... Câbir İbn Abdullah (r.a.)dan rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Bir gün Kureyş toplanıp: Büyücülüğü, kehâneti ve şiiri en iyi bileninizi ortaya çıkarın da topluluğumuzu dağıtan, işlerimizi bozan, dinimizi kötüleyen şu adama gelsin, onunla konuşsun, bakalım ona ne cevab ve­recek? dediler. Onlar: Utbe İbn Rabîa'dan başka birisini bilmiyoruz, de­yip: Ey Ebu Velîd sen bu işi yap, dediler. Utbe, Allah Rasûlü (s.a.) ne gelip: Ey Muhammed, sen mi yoksa Abdullah mı daha hayırlı? diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.) sükût buyurdu. Utbe: Sen mi, yoksa Abciul-muttalib mi daha hayırlı? diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.) sükût buyur­du. Utbe şöyle devam etti: Eğer sen bunların kendinden daha hayırlı olduklarını sanmakta isen şüphesiz onlar senin şu ayıplamakta oldu­ğun ilâhlara tapındılar. Eğer kendinin onlardan daha hayırlı olduğunu sanıyorsan konuş ki senin sözünü dinleyelim. Allah'a yemîn ederim ki kavmine karşı senden daha uğursuz bir oğul görmedik; topluluğumuzu ve işlerimizi dağıttın, dinimizi ayıpladın, Araplar içinde bizi rezîl rüs-vây ettin. Sonunda onların arasında Kureyş içinde bir sihirbaz, bir kâ­hin olduğu haberi yayıldı. Allah'a yemîn ederim ki çok geçmeyecek birbirimize kılıçlarla saldıracağız ve helak olacağız. Be hey adam; eğer ihtiyâcın varsa sana mal toplayalım, Kureyş'in eh zengini ol. Eğer evlenme ihtiyâcın varsa Kureyş'in kadınlarından hangisini dilersen seç, onlardan on tanesi ile seni evlendirelim. Allah Rasûlü (s.a.): Bitirdin mi? diye sordu, Utbe; evet, deyince, Allah Rasûlü «Eğer yüz çevirecek olurlarsa; Âd ve Semûd'un yıldırımına benzer bir yıldırımla sizi uyarı­rım, de.» kısmına gelinceye kadar olmak üzere besmele çekerek «Hâ, Mîm. Rahman ve Rahim katından indirilmelidir.» âyetlerini tilâvet bu­yurdu. Utbe: Yeter, yeter. Başka diyeceğin var mı? dedi. Allah Rasûlü; hayır, deyince Kureyş'in yanına döndü. Onlar: Ardında ne bıraktın? diye sordular. Utbe: Hiç bir şey bırakmadım, öyle sanıyorum ki sizin kendisiyle konuşacağınız her şeyi konuştum, dedi. Kureyş: Sana cevab verdi mi? diye sordular, Utbe: Hayır, onun ortaya koyduğu delilden, söylediği şeyden hiç bir şey anlamadım. Şu kadar var ki, sizi Âd ve Semûd'un yıldırımına benzer bir yıldırımla uyardı, dedi. Kureyş: Ya­zıklar olsun sana, adam Arapça konuşuyor, sen ise onun söylediğini an­lamıyorsun, dediler. Utbe de: Hayır, Allah'a yernîn ederim ki kasırgayı anması dışında söylediklerinden hiç bir şey anlamadım, dedi. Hafız Ebu Ya'lâ el-Mavsüî de Müsned'inde bu haberi Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe'den kendi isnadı ile yukardakine benzer şekilde rivayet etmiştir. Beğavî de tefsirinde kendi isnadı ile Muhammed İbn Fudayl kanalıyla... Câbir'den rivayetle hadîsi «Eğer yüz çevirecek olurlarsa; Âd ve Semûd'un yıldırı­mına benzer bir yıldırımla sizi uyarırım, de.» kısmına kadar aynen nak­letti. Ancak Beğavî rivayetinin bundan sonraki kısmı şöyledir: Utbe, Allah Rasûlü (s.a.)nün sözünü kesip akrabalık aşkına konuşmamasını söyledi ve ailesine döndü. Kureyş'in yanına çıkmadı ve onlardan giz­lendi. Ebu Cehil: Ey Kureyş topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, ben Utbe'yi Muhammed'e âşık olmuş ve onun yemeğinden çok hoşlanmış görüyorum. Herhalde elde ettiği bir ihtiyâcından dolayı olsa gerektir. Haydin ona gidelim, dedi. Utbe'ye gittiler. Ebu Cehii: Ey Utbe, bizim yanımıza çıkmaktan seni alıkoyan olsa olsa Muhammed'e âşık olman, onun yemeğinden hoşlanmış olmandır. Şayet bir ihtiyâcın varsa biz mallarımızdan Muhammed'in yemeğine seni muhtaç etmeyecek kada­rını toplayalım, dedi. Utbe öfkelenip Muhammed ile bir daha ebediyyen konuşmamaya yemîn etti ve: Allah'a yemîn ederim ki siz benim mal­ca Kureyş'in en zengini olduğumu biliyorsunuz. Fakat ben Muhammed'e gittim, ona durumu anlattım. Bana öyle bir şeyle cevab verdi ki; val­lahi o ne şiirdir, ne kehânettir, ne de sihirdir. Bana «Eğer yüz çevirecek olurlarsa; Âd ve Semûd'un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırga­yı size hatırlatırım de.» kısmına gelinceye kadar bir sûre okudu, sö­zünü kestim, akrabalık aşkına bu işten vazgeçmesini istedim. Siz de biliyorsunuz ki Muhammed bir şey söylediği zaman yalan söylemez. Dolayısıyla bize azabın gelmesinden korktum. Hadîsin bu lâfızlarla ri­vayeti, Bezzâr ve Ebu Ya'lâ'nın ifâdelerinden doğruya daha yakın görünmektedir. En doğrusunu Allah bilir. Bu hadiseyi İmâm Muhammed İbn İshâk İbn Yessâr, «es-Sîre» adlı kitabında bundan daha değişik bir tarzda zikreder ve der ki: Bana Yezîd İbn Ziyâd'm Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Bana anlatıldı­ğına göre Utbe İbn Rabîa —ki o Kureyş'in efendilerinden idi— bir gün Kureyş'in meclisinde, Allah Rasûlü (s.a.)de Mescid-i Harâm'da tek ba­şına oturuyordu. Utbe: Ey Kureyş topluluğu, Muhammed'in yamna gidip onunla konuşsam, ona bazı şeyler teklif etsem, belki bazısını ka­bul, eder de hangisini diliyorsa ona veririz, o da dilini bizden çeker, ol­maz mı? dedi. Bu, Hz. Hamza'nın müslüman olduğu sırada cereyan edi­yordu. Kureyş'liler Allah Rasûlü (s.a.)nün ashabının gün geçtikçe ço­ğalıp arttığını görüyorlardı. Ey Ebu Velîd; evet, kalk ona git, onunla konuş, dediler. Utbe Hz. Peygamberin yanına gelip oturdu ve: Ey kar­deşim oğlu, kabilemiz içinde bizim katımızda ne derece şerefli olduğu­nu, neseb yönüyle hangi mertebede olduğunu biliyorsun. Sen kavmine öyle büyük bir iş getirdin ki onların topluluklarını dağıttın, onları ha­yâl kırıklığına uğrattın, getirdiğinle onların ilâhlarını ve dinlerini ayıp­ladın, geçmiş atalarını tekfir ettin. Beni dinle, sana birtakım şeyler arzedeceğim. Üzerinde bir düşün, olur ki bazısını kabul edersin, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) ona: Söyle ey Ebu Velîd, dinliyorum, buyurdu. Ut­be şöyle dedi: Ey kardeşim oğlu, eğer getirdiğin şu şey ile mal istiyor idiysen biz sana mallarımızdan toplayalım, malca en zenginimiz ol. Eğer bununla şeref istiyor idiysen biz seni başımıza reîs yapalım hattâ sensiz hiç bir karâr vermeyelim. Şayet bununla krallık istiyorsan seni başımıza kral.yapalım. Şayet sana,gelen, senin gördüğün ve kendinden geri çeviremediğin bir cinnî ise biz senin için tıbbın yardımını isteyip bu hususta seni iyileştirinceye kadar bütün malımızı sarfedelim. Bazan oluyor ki cinler insanlara üstün geliyor ve bundan tedâvî olmak gereki­yor —veya buna benzer bir şeyler söyledi— Utbe sözünü bitirdi. Allah Rasûlü (s.a.) onu dinliyordu. Ey Ebu Velîd, bitirdin mi? diye sordu. Ut­be; evet, diye cevabladı. Allah Rasûlü (s'.a.): Beni dinler misin? diye sordu, Utbe; evet, dinlerim diye cevabladı. Allah Rasûlü (s.a.): «Rah­man ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Hâ, Mîm. Rahman ve Rahîm pa­tından indirilmedir. Bilen bir kavim için âyetleri uzun uzun açıklan­mış, Arapça okunan Kur'ân olan bir kitâbdır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak. Ama onların çoğu yüz çevirmiştir, artık onlar işitmezler.» bu­yurdu ve sûreyi Utbe'ye okumaya devam etti. Utbe, bu âyetleri işitin­ce susup dinledi, ellerini belinin arkasına koyarak kollarına dayanıp Allah Rasûlü (s.a.)nün okuduklarını dinledi. Nihayet Allah Rasûlü (s.a.)secde âyetine kadar geldi ve secde etti, sonra da: Ey Ebu Velîd, okuduğumu dinledin, işte sen, işte onlar, dedi. Utbe kalkıp arkadaşları­na gitti. Birbirlerine: Allah'a yemîn olsun ki, Ebu Velîd gittiğinden başka bir yüzle dönüyor, dediler. Utbe gelip yanlanna oturunca: Ey Ebu Velîd, arkanda neler oldu? diye sordular. Utbe dedi ki: Arkamdan öyle bir söz işittim ki vallahi onun benzerini asla işitmemiştim. Allah'a ye-mîn ederim ki o ne sihirdir, ne şiirdir, ne de kehânettir. Ey Kureyş top­luluğu, bana itaat edin ve onu bana bırakın. Bu adamı içinde bulun­duğu durumda serbest bırakıp ondan ayrılın. Allah'a yemin ederim ki ondan işitmiş olduğum sözünün mutlaka bir haberi olacak, meydana gelecektir. Şayet araplar onu ele geçirip hakkından gelirlerse bir başka­sı sayesinde ondan kurtulmuş olursunuz. Şayet o araplara üstün gelirse, onun hükümranlığı sizin hükümranlığınız, onun izzeti ve şerefi sizin izzetinizdir ve böylece siz, insanların en mutluları olursunuz. Onlar: Ey Ebu Velîd, Allah'a yemîn olsun ki o diliyle seni büyülemiş, dediler. Utbe ise: Onun hakkındaki görüşüm budur. Siz, kendinize uygun gele­ni yapın (nasıl uygun görüyorsanız öylece yapın), dedi. Haberin bu lâ­fızlarla rivayeti bundan öncekine göre doğruya daha yakın görülmek­tedir. En doğrusunu Allah bilir.[1]

 

6  — De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Yalnız bana tanrınızın tek bir tanrı  olduğu vahyediliyor.   Artık O'na yönelin ve O'ndan mağfiret dileyin. Müşriklerin vay haline.

7 — Onlar ki; zekât vermezler. Ve onlar, âhireti inkâr edenlerdir.

8 — Muhakkak ki imân edip sâlih amel işleyenlere; iş­te onlara kesintisiz bir mükâfat vardır.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Muhammed, şu seni yalanlayan müş­riklere «de ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Yalnız bana tanrını­zın tek bir tanrı olduğu vahyediliyor.» Sizin muhtelif ve bir sürü rabla-ra, putlara ve Allah'a eş saydıklarınıza tapınmanızın tersine bir tek ilâh vardır ve O da Allah'tır. «Artık O'na yönelin ve (peygamberlerinin diliy­le size emretmiş olduğu şekilde ibâdeti sâdece O'na tahsis edin. Geçmiş günâhlarınız için) O'ndan mağfiret dileyin. Müşriklerin vay haline. Onlar ki; zekât vermezler.» İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha bu­rada «Onlar ki; zekât vermezler.» âyetini onların, Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmemeleriyle tefsir eder. İkrime de böyle söyle­miştir. Buna göre âyet-i kerîme, Allah Teâlâ'nın şu âyetleri gibidir: «Kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.» (Şems, 9-10). «Arınmış olan, Rabbının adını anıp namaz kılan saadete erişecektir.» (A'lâ, 14-15), «Ona de ki: Arınmaya niyetin var mı?» (Nâziât, 18). Burada zekâttan maksad, nefsin kötü huylardan temizlenmesidir. Nefis temizliğinin en önemlilerinden biri­si de onun şirkten temizlenmesidir. Malın zekâtına bu adın verilmesinin sebebi, malın zekâtla haramdan temizlenmesidir. Böylece zekât malın artmasına, bereketlenmesine, faydasının çoğalmasına ve Allah'a itaat yollarında kullanılmasına sebep olmaktadır. Süddî der ki: «Müşriklerin vay haline. Onlar ki; zekât vermezler.» Yani onlar zekâtın farziyyetini kabul etmezler, zekâta inanmazlar. Muâviye İbn Kurre de şöyle diyor: Onlar, zekât ehlinden değildirler. Katâde ise onların, mallarının zekât­larını vermediklerini söyler. Şüphesiz bu, müfessirlerden birçoğuna göre zahir olan anlamdır ve İbn Cerîr bu görüşü tercih etmektedir. Ancak bu açıklama şüphelidir. Zîrâ zekâtın farz kılınması, birçoklarının zik­rettiğine göre ancak Medine'ye hicretten sonraki ikinci senededir. Bu âyet-i kerîme ise Mekke'de nazil olmuştur. Ancak zayıf da olsa şöyle bir te'vîl getirilebilir: Zekâtın ilkin peygamberliğin başlangıcında sa­daka şeklinde emredilmiş olması hiç de uzak değildir. Nitekim bir âyet-i kerîmede: «Hasâd edildiği gün de hakkını verin.)) (En'âm, 141) Duyu­rulmaktadır. Ancak'zekât nisâb ve miktarları ile Medine'de beyân ve farz kılınmıştır. Böylece iki kavlin arası birleştirilmiş oluyor. Nitekim namazın aslı da, peygamberliğin başlangıcında güneş doğmazdan ve batmazdan önce vâcib idi. Allah Teâlâ hicretten bir buçuk sene önceki İsrâ gecesinde Rasûlüne beş vakit namazı farz kılmış, bundan sonra da namazla ilgili rükünleri ve şartları azar a2ar tafsilâtlı bir şekilde be­yân buyurmuştur. En doğrusunu-Allah bilir.

«Muhakkak ki îmân edip sâlih amel işleyenlere; işte onlara kesin­tisiz bir mükâfat vardır.» Mücâhid ve bir başkası âyetteki kelimelerini; kesintisiz, kesik olmayan, şeklinde açıklarlar. Buna göre âyet-i kerîme Allah Teâlâ'nın şu kavilleri gibidir. »Orada temel­li kalacaklardır.» (Kehf, 3), «Bu, ardı arkası kesilmeyen bir vergidir.» (Hûd, 108). Süddî de bu kelimeleri: Minnet edilmeksizin, başa kakıl-maksızın diye açıklar. Ancak imamlardan bazısı bu tefsiri kabul et­mezler. Zîrâ cennet ehli üzerine minnet Allah'ındır. Allah Teâlâ: «Ha­yır; sizi îmâna eriştirmekle Allah sizi minnet altTnda bırakır.» (Hu-curât, 17) buyururken cennetlikler de şöyle diyeceklerdir: «Allah lüt­fedip bizi kavurucu azâbdan korudu.»   (Tür, 27).. Allah Rasûlü  (s.a.) de şöyle buyurmuştur: Ancak Allah'ın beni katından bir rahmet ve lü­tuf ile koruması hali müstesnadır.[2]

 

9 — De ki: Siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O'na eşler koşuyorsunuz? Âlemlerin Rabbı işte O'dur.

10  — O, yeryüzüne   sabit dağlar   yerleştirdi ve orada bereketler yarattı. Ve onda arayanlar için dört günde eşit gıdalar takdir etti.

11  — Sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi. Ona ve yere dedi ki: İsteyerek veya istemeyerek ikiniz de gelin, ikisi de dediler ki: îsteyerek geldik.

12 — Böylece iki gün içerisinde yedi gök var etti. Ve her göğün işini kendisine bildirdi. Biz dünya semâsını ışıklarla donattık, koruduk. İşte bu; Aziz, Alîm'in takdiridir.

 

Allah Teâlâ, zâtı ile beraber bir başkasına takınan müşriklerin bu davranışlarını inkâr ediyor. Her şeyi yaratan, her şeyi kahr u galebesi altına alan, her şeyi takdir buyuran O'dur. Şöyle buyurur: «Ds ki: Siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O'na (O'nunla beraber ken­dilerine tapınacağınız eşler, emsaller ve benzerler) koşuyorsunuz? Âlem­lerin Rabbı işte (bütün bunları yaratan) O'dur.» Âyet-i kerîme'nin bu kısmı Allah Teâlâ'nm: «Muhakkak, sizin Rabbınız; gökleri ve yeri altı günde yaratandır.» (A'râf, 54) kavlinin tafsilâtı mahiyetindedir. Bu­rada yeryüzüne hâs kılınanlar gökyüzüne tahsis edilenlerden ayrılmış­tır. Allah Teâlâ önce yeryüzünü yarattığını zikrediyor. Çünkü yeryüzü, bir temel mahiyetindedir. Aslolan ise temel ile başlamaktır. Bundan sonra da tavan durumunda olan gelir. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyruluyor: «Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur.» (Baka­ra, 29). «Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina edip yükseltmiş ve şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır. Ardından yeri düzenlemiştir. Su­yunu ondan çıkarmış ve otlak yeri meydana getirmiştir. Dağlan yerleş­tirmiştir. Bunları sizin ve hayvanlarınızın geçinmesi için yapmıştır.» (Nâziât, 27-33) âyetlerine gelince; bu âyet-i kerîmelerde yeryüzünün yayılıp döşenmesi, gökyüzünün yaratılmasından sonra zikredilmektedir. Âyetteki kelimesi hemen peşindeki «Suyunu ondan çıkar­mış ve otlak yer meydana getirmiştir.» (Nâziât, 31) âyetinde açıklan­maktadır. Bu ise gökyüzünün yaratılmasından sonra olmuştur. Kur'ân'-ın ifâdesi ile yeryüzünün yaratılması gökyüzünün yaratılmasından ön­cedir. Nitekim İbn Abbâs, bu şekilde cevab vermiştir. İbn Abbâs'm ken­disine sorulan bir soruya bu şekilde cevab vermesi; Buhârî'nin Sahîh'in-de bu âyet-i kerîme'nin tefsiri sırasında zikretmiş olduğu bir hadîste be­yân edilmektedir. Buhârî der ki: Saîd İbn Cübeyr'den naklen Minhâl'in anlattığına göre, bir adam İbn Abbâs'a: Ben Kur'ân'da bana göre bir­birine zıd şeyler buluyorum, demişti. Meselâ: «Sûr'a üflendiği zaman; o gün, artık aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez. Birbirlerine bir şey de soramazlar.» (Mü'minûn, 101), âyeti ile «Bir kısmı bir kısmına dö­nerek soruştururlar.» (Sâffât, 27) âyeti birbirine ters; «Andolsun Al­lah'a ki, ey Rabbımız; bizler müşriklerden değildik, demelerinden baş­ka çâreleri kalmaz.» (En'ânı, 23), âyeti ile «İsterlerdi ki; yerle bir olsa­lardı da Allah'tan o bir sözü gizlememiş bulunsalardı.» (Nisa, 42) âye­ti birbirine terstir. Bu sonuncu âyette, onların bazı sözleri gizledikleri ifâde edilmektedir. «Ki gökyüzünü Allah bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Ardından yeri düzenlemiştir.» (Nâziat, 27-30) âyetinde gökyüzünün yaratılmasının yeryüzünden önce olduğu ifâde edilmekte başka bir âyet-i kerîme'de ise «Siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr edi­yor ve O'na eşler koşuyorsunuz... İkisi de dediler ki: İsteyerek geldik.» buyrularak yeryüzünün yaratılışının gökyüzünün yaratılmasından ön­ce olduğu ifâde edilmektedir, Sonra bazı âyet-i kerîme'lerde «Allah Ga­fur, Rahîm idi; O Aziz, Hakim idi; O Semî, Basîr idi.» buyrularak sanki önceden böyle olup da sonra bunların ortadan kalktığı ifâde edilmek­tedir. İbn Abbâs dedi ki: Onların aralarında o gün yakınlığın olmama­sı ve birbirlerine soru soramamaları; birinci Sûr'un üfürülmesindedir. Sonra Sûr'a üfürülecek ve «Artık Allah'ın dilediği bir yana, göklerde olanlar ve yerde olanlar baygın düşmüştür.» (Zümer, 68). İşte o zaman aralannda yakınlık olmayacak ve birbirlerine soramayacaklar. Daha sonra diğer bir üfürme sırasında «Bir kısmı bir kısmına dönerek soruş­tururlar.»  (Sâffat, 27).  «Ey Rabbımız;  bizler müşriklerden değildik.»

(En'âm, 23) demeleri ile «Allah'tan o bir sözü gizlememiş bulunsalar­dı.» (Nisa, 42) âyetlerine gelince; şüphesiz Allah Teâlâ ihlâs sahipleri­nin günâhlarını bağışlayacak da müşrikler; gelin biz de: Bizler müş­rikler değildik, diyelim, diyecekler. Allah Teâlâ da onların ağızlarını mühürleyecek, elleri (organları) konuşacak. Ve işte o zaman Allah'tan herhangi bir sözün gizlenemeyeceği bilinecek. İşte o zaman küfreden­ler; keski müslümanlar olaydık, de^ip bunu isteyeceklerdir.

Allah Teâlâ yeryüzünü iki günde yaratmış, sonra gökyüzünü ya­ratmış, sonra da gökyüzüne yönelip onu diğer iki günde tesviye buyur­muştur. Daha sonra da yeryüzünü yayıp döşemiştir. Yeryüzünün yayı­lıp döşenmesi; ondan su, mer'a çıkarılması, dağların, cemâdâtın, yük­sek yerlerin ve tepelerin ve gökle yer arasındakilerin diğer iki günde yaratılmasıdır. Allah Teâlâ: «Yeri iki günde yaratan...» buyurmakta­dır ki yeryüzü ve ondaki şeyler dört günde, gökler ise iki günde yara­tılmıştır.

«Allah Gafur, Rahim idi.» buyurarak Hak Teâlâ zâtını bununla isim­lendirmiştir. Yani Allah Teâlâ ezelde böyle idi. Şüphesiz O, bir şeyi mu-râd buyurmuşsa mutlaka onun dilediği yerine gelmiştir. Kur'an'da sa­na hiç bir şey birbirine zıd gibi gelmesin. Zîrâ tamâmı Allah katından-dır. Buhârî der ki: Hadîsi bana Yûsuf İbn Adiyy... Minhâl İbn Amr'-dan rivayet etti.

«Yeri iki günde yaratan...» âyetinde, pazar ve pazartesi günleri kasdedilmektedir. «O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi ve orada be­reketler yarattı.» Onu mübarek; hayrı, tohumları ve fideleri yetiştire­cek şekilde kıldı, orada yeryüzü halkının ihtiyâç duyacağı rızıkları, zi­râat yapılacak ve ağaç dikilecek yerleri takdir buyurdu. Burada da salı ve çarşamba günleri kasdedilmektedir ki, geçen iki günle beraber gün sayısı dört olmaktadır. Bu sebepledir ki: «Ve onda arayanlar için dört günde eşit gıdalar takdir etti.» buyurmuştur. Mücâhid ve İkrime «Ve onda arayanlar için dört günde eşit gıdalar takdir etti.» âyeti hakkın­da derler ki: Her yerde bir diğer yer için uygun olmayanı yarattı. Me­selâ Yemen kumaşını Yemen'de, ince elbiseleri Sâbûr'da, taylesânları Rey'de halk etti. İbn Abbâs, Katâde ve Süddî «Arayanlar için...» kıs­mını: Bunu sormak isteyenler için, şeklinde açıklamışlardır. İbn Zeyd ise «Ve onda arayanlar için dört günde eşit gıdalar takdir etti.» âyetini şöyle anlıyor: Herhangi bir rızka ihtiyâç duyanın muradına göre Allah Teâlâ onun muhtaç olduğunu takdir buyurmuştur. Bu söz «O, size is­tediğiniz şeylerin hepsinden verdi.» (İbrahim, 34) âyetinin tefsirinde müfessirlerin söylediklerine benzemektedir ki en doğrusunu Allah bilir.

«Sonra göğe yöneldi ki, o (yeryüzü yaratıldığı sırada sudan yükse­len buhar), duman halindeydi. Ona (gökyüzüne) ve yere: İsteyerek ve­ya istemeyerek ikiniz de gelin, (emrime icabet edin, Benim yaratmama boyun eğin).» buyurdu. Sevrî'nin îbn Cüreyc kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Buyurdu ki: İsteyerek veya istemeyerek ikiniz de gelin.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Allah Teâlâ göklere: Güneşimi, ayımı ve yıldızlarımı doğur, buyurdu. Yeryüzüne de: Nehirlerini yarıp çıkar, meyvelerini çıkar, buyurdu. «İkisi de: İsteyerek geldik, dediler.» İbn Abbâs'ın bu açıklamasını İbn Cerîr —Allah ona rahmet eylesin— de tercih etmektedir. «İkisi de dediler ki: İsteyerek geldik.» Bizde olan­larla yaratmayı murâd buyurduğun melekler, insanlar ve cinler hepi­miz toptan isteyerek Sana icabet ettik, dediler. Bu açıklamayı İbn Ce­rîr, bazı arap dil bilginlerinden nakletmektedir. îbn Cerîr'in başka bir açıklaması da şöyledir: Allah Teâlâ böylece gökleri ve yeri sözleri anla­şılan akıllı yaratıklar derecesinde tutarak onlara bu şekilde muamele etmiştir. Yeryüzünden bu sözleri söyleyen Kâ'be'nin yer, gökyüzünden de bu yere tekabül eden kısım olduğu da söylenmiştir ki en doğrusunu Allah bilir. İbn Ebu Hâtim'in rivayetinde Hasan el-Basrî der ki: Şayet Allah'ın emrine karşı gelmiş olsalardı şüphesiz Allah Teâlâ acısını du­yacakları bir azâb ile onları azâb ederdi.

«Böylece iki gün içerisinde yedi gök var etti.» Yedi göğün düzen­lenmesini diğer iki günde bitirdi ki, bunlar perşembe ve cum'a günleri­dir. «Ve her göğün işini ona bildirdi.» Her bir göğe ihtiyâç duyulacak melekleri ve ancak Allah'ın bileceği şeyleri yerleştirerek tertîb eyledi. «Biz, dünya semâsını ışıklarla donattık.» Bunlar yeryüzü halkına ışık veren yıldızlardır. «Koruduk.» Mele-i A'lâ'da olanları işitmemeleri için şeytânlardan koruduk. «İşte bu; (her şeyi kahr u galebesi altına alan) Azız, (yaratıkların bütün haraket ve sükûn hallerini bilen) Alîm'in tak­diridir.»

îbn Cerîr der ki: Bize Hennâd İbn Sırrî'nin... İbn Abbâs'tan riva­yetine göre; o, şöyle demiştir: Yahudiler Hz. Peygamber (s.a.)e gelip ona göklerin ve yerin yaratılışını sormuşlardı. Şöyle buyurdu: Allah, yeryüzünü pazar ve pazartesi günlerinde yarattı. Dağları ve onlardaki nimetleri salı günü yarattı. Çarşamba günü de ağaçları, suyu, şehirle­ri, ma'mûreleri ve harâb yerleri yarattı. Böylece dört%gün oluyor. «De ki: Siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O'na eşler koşuyor­sunuz? Âlemlerin Rabbı işte O'dur. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleş­tirdi ve orada bereketler yarattı. Ve onda (rızıklarını) arayanlar için dört günde eşit gıdalar takdir etti.» Perşembe günü gökyüzünü, son üç saatına kadar da cum'a günü yıldızları, güneşi, ayı ve melekleri var etti. Bu kalan üç saatin birincisinde ölenlerin ölecekleri zaman demek olan ecelleri yarattı. İkincisinde, insanların faydalanacakları her bir şeye âfet ve musibeti bıraktı. Üçüncüsünde de Âdem'i yaratıp onu cen­nete yerleştirdi, İblîs'e, Hz. Âdem'e secdeyi emretti, son saatta da onu cennetten çıkardı. Yahudiler dediler ki: Peki ey Muhammed, bundan sonra ne oldu? Allah Rasûlü: Sonra Allah Teâlâ Arş'a yöneldi, buyur­du. Yahudiler: Şayet tamamlamış olsaydın, isabet edecektin. Sonra Allah istirahat buyurdu, dediler de, Allah Rasûlü fazlaca Öfkelendi ve bunun üzerine : «Andolsun ki, Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bu­lunanları altı günde yarattık ve Biz hiç bir yorgunluk da duymadık. Söylediklerine sabret.» (Kâf, 38-39) âyetleri nâzü oldu. Bu hadîste ga-rîblikler vardır. îbn Cüreyc'in İsmail İbn Ümeyye kanalıyla... Ebu Hü-reyre'den rivayet ettiği hadîse gelince; Ebu Hüreyre der ki: Allah Ra­sûlü (s.a.) elimi tutup şöyle buyurdu: Allah Teâlâ toprağı cumartesi günü, ondaki dağları pazar günü, ağaçları pazartesi günü, hoşlanılma­yan şeyleri salı günü, nuru çarşamba günü yarattı. Perşembe günü oraya hayvanları yaydı. Âdem'i de cum'a günü ikindiden sonra yarat­tıklarının sonuncusu olarak cum'a saatlarının son saatında, ikindi ile gece arası yarattı. Hadîsi Müslim ve Neseî kitablarında İbn Cüreyc ka­nalıyla rivayet etmişlerdir. Bu hadîs de Sahihler arasında yer alan ga-rîb hadîslerdendir. Buhârî, Târih'inde bu hadîsi muallel görerek der ki: Bazıları hadîsi Ebu Hüreyre kanalıyla Ka'b el-Ahbâr'dan rivayet etmiş­lerdir ki bu  daha sıhhatlidir.[3]

 

İzahı

 

«Sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi. Ona ve yere dedi ki: isteyerek veya istemeyerek ikiniz de gelin. İkisi de isteyerek geldik, de­diler.)) Bu ifâde Allah Teâlâ'nın gökyüzünü murâd ettiği şekilde varet-mesinden mecazdır. Nitekim araplar; falanca şu işi yaptı, sonra da şu işe yöneldi, derler. Bununla birinci işi bitirip ikinci işe başlamayı kasdederler. Bu âyetten göğün yaratılışının yeryüzünün yaratılışından sonra olduğu anlaşılıyor. İbn Abbâs (r.a.) da böyle demiştir. İbn Abbâs'tan nakledilen bir rivayette o der ki: Allah Teâlâ'nın ilk yarattığı şey eni bin senelik, boyu da on bin senelik bir yol olan bir cevher idi. Allah Te-âlâ bu cevhere heybet nazarıyla baktı ve o eriyip sarsıldı. Sonra ateşin üzerine gönderilmesi sebebiyle bundan bir duman çıktı. Bu duman yük­seldi ve köpük oluştu. Köpük suyun üzerinde belirdi. Köpükten yeryü­zü, dumandan da gökyüzü meydana geldi. Göklere ve yeryüzüne gelme­lerini emretmesi ve onların bu emre boyun eğmelerinin anlamı; Allah Teâlâ'nın onları var etmek istemesi, onların da var olmaktan kaçmma-yıp Allah'ın irâde ettiği şekilde var olmaları demektir. Göklerle yeryü­zü, bu konuda kendisine itaat edilen âmirin verdiği hüküm bildirilince bu hükme boyun eğen memur gibiydiler. Yeryüzü emre boyun eğmek­te gökyüzüyle birlikte zikredilmiştir. Halbuki yeryüzü gökyüzünden iki gün önce yaratılmıştır. Bunun sebebi nedir? Çünkü yeryüzünün cirmi önceden yayılıp serilmeksizin yaratılmış ve gökyüzünün yaratılmasın­dan sonra da yayılıp serilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, «ondan sonra da yeryüzünü yayıp döşedi.» buyurmuştur. Şu halde âyetin mânâsı şöyle olur: Gelmeniz gereken şekil ve nitelik üzere ikiniz birlikte gelin. Ey yeryüzü, sen karargâh ve beşik olmak üzere yayılmış ve serilmiş olarak gel. Ey gökyüzü, sen de sakinlerine bir tavan ve kubbe biçimi olarak gel. Gelmenin anlamı varolmadır ve gerçekleşmedir. Nitekim; falanca işine hoşnûd olarak geldi, denir. «İsteyerek veya istemeyerek» sözü ise açık­lamadır. Allah'ın gök ve yeryüzündeki kudretinin te!sîrini beyân etmek içindir. Ayrıca göğün ve yeryüzünün, Allah'ın kudretinin te'sîrinden kaçmalarının imkânsızlığını gösterir. Nitekim emrinin altında bulunan kişiye; istesen de istemesen de şu işi yapacaksın veya gönüllü veya gö­nülsüz olarak bu işi yapacaksın, denir.[4]

 

13  — Eğer yüz   çevirecek olurlarsa;   Âd ve Semûd'un yıldırımına benzer bir yıldırımla sizi uyarırım, de.

14 — Onlara; Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin, diye önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiğinde de­mişlerdi ki: Şayet Rabbımız dileseydi, elbette melekler in­dirirdi. Doğrusu, biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ederiz.

15 — Âd'a gelince; yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış; bizden daha kuvvetli kim var? demişlerdi. Onlar, kendilerini yaratan Allah'ın daha kuvvetli olduğunu gör­müyorlar mıydı? Onlar âyetlerimizi bile bile inkâr ediyor­lardı.

16  — Böylece uğursuz günlerde dünya hayatında rüs-vâylık azabını tattıralım diye Biz de onların üzerine şid­detli bir rüzgâr gönderdik. Âhiret azabı ise, elbet daha hor-layıcıdır. Onlara yardım da edilmez.

17 — Semûd'a gelince;   onlara hidâyeti   göstermiştik, ama onlar «körlüğü hidâyete tercih ettiler ve yaptıkları yü­zünden onları horlayıcı azabın yıldırımı çarptı.

18 — îmân edip de korkar olanları da kurtardık.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Muhammed, senin getirdiğin gerçeği yalanlayan şu müşriklere de ki: Şayet Allah katından getirdiklerimden yüz çevirecek olursanız, geçmiş ümmetlerden rasûlleri yalanlayanların başına geldiği gibi sizin de başınıza Allah'ın azabının geleceğim bildire­rek sizi uyarırım. Size Âd ve Semûd'un, onların yaptıklarını yapan ben­zerlerinin başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgayı hatırlatırım. «On­lara; önlerinden ve arkalarından peygamberler gelmişti.» Allah Teâlâ başka bir âyet-i   kerîme'de de şöyle buyurur:    «Âd kavminin kardeşi Hûd'u hatırla. Ondan önce ve sonra: Allah'tan başkasına ibâdet etme­yin, diyen nice uyarıcılar gelip geçmişken, ahkâf ile uyarmıştı.» (Ah-kâf, 21). Yani onların ülkelerine komşu olan kasabalarda bulunanlara Allah Teâlâ, tek ve ortağı olmayan Allah'a ibâdeti emreden peygamber­ler göndermişti. Onlar; müjdeleyici, korkutucu ve uyarıcı peygamber­lerdi. O kavimler Allah'ın düşmanlarının başına getirdiği azabı, dost­larına bahşettiği nimetleri görmekteydiler. Bununla beraber îmân et­memiş, peygamberleri doğrulamamış; aksine yalanlayıp inkâr etmişler ve: «Şayet Rabbımız dileseydi (peygamberler göndermiş olsaydı); el­bette melekler indirirdi.» Elçileri kendi katında melekler olurdu. «Doğ­rusu (ey beşer olan peygamberler) biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ederiz.» Siz de bizim gibi bir beşer olduğunuza göre elbette size tâbi ol­mayız, demişlerdi. Allah Teâlâ da buyurur ki: «Âd'a gelince; yeryüzün­de haksız yere büyüklük taslamış, (azmış, haddi aşmış, isyan etmiş) bizden daha kuvvetli kim var? demişlerdi.» Bünyelerine ve kuvvetlerinin fazlalığına güvenerek bunlarla Allah'ın baskınına karşı durabilecekleri­ne, korunabileceklerine inanmışlardı. «Onlar, kendilerini yaratan Allah'­ın daha kuvvetli olduğunu görmüyorlar mıydı?» Kime karşı düşmanlık ilân ettiklerini hiç düşünmüyorlar mıydı? Şüphesiz ki düşmanlıkla kar­şı durmak istedikleri; eşyayı yaratan, onların yüklendikleri kuvvetleri onlara bahşeden en büyüktür, O'nun gücü ve yakalaması şiddetlidir. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyurur: «Gö­ğü gücümüzle Biz kurduk. Ve muhakkak ki Biz, geniş kudret sahibiyiz.» (Zâriyât, 47). Onlar Cebbâr'a düşmanlıkla karşı durmuşlar, âyetlerini inkâr etmişler, elçisine isyan etmişlerdi. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Böylece Biz de onların üzerine şiddetli bir rüzgâr gön­derdik.» Bazıları, bu rüzgârın şiddetle estiğini söylemişlerdir. Bu rüz­gârın soğuk olduğu, sesli, gürültülü olduğu da söylenmiştir. Gerçek ise onun bütün bu özellikleri taşıyan bir rüzgâr olduğudur. O şiddetli, güçlü bir rüzgârdı; Böylece onların azabı, gururlandıkları ve aldandık-lan şeyin cinsinden oluyordu. Şiddetli bir şekilde soğuktu. Nitekim «Âd kavmi de önünde durulmaz dondurucu bir rüzgârla helak edildi.» (Hak­ka, 6) âyetinde onun şiddetli bir şekilde soğuk olduğu ifâde edilmek­tedir. Kulakları sağır edecek şekilde bir sesi de vardı. Gürültülü bir ses­le aktığı için doğu ülkelerindeki meşhur bir nehre de Sarsar adı veril­miştir.

«Böylece uğursuz günlerde rüsvâylık azabını tattıralım diye Biz de onların üzerine (peşpeşe gelen ve onların kökünü kesmek üzere ye­di gün sekiz gece devam eden) şiddetli bir rüzgâr gönderdik.» «Nitekim uğursuzluğu devam eden bir günde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik.» (Kamer, 19). Bu azâb, onların üzerine uğursuz bir günde gelmiş ve bu uğursuzluk yedi gece sekiz gün devam etmiş, nihayet sonuncularma varıncaya kadar onları helak etmiştir. Böylece onlar âhiret azabına ilâveten dünya rüsvâylığını da tatmış oldular. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: «Böylece dünya hayatında rüsvâylık azabını tattıralım diye Biz de onların üzerine şiddetli bir rüzgâr gön­derdik. Âhiret azabı ise, elbet daha horlayıcıdır. Onlara (dünya haya­tında yardım edildiği gibi âhiret yurdunda) da yardım edilmez.» On­ları Allah'ın azabından koruyacak ve Allah'ın bu cezalandırmasını on­lardan engelleyip giderecek hiç kimse yoktur.

«Semûd'a gelince; onlara hidâyeti göstermiştik.» îbn Abbâs, Ebu'l-Âliye, Saîd İbn Cü'beyr, Katâde, Süddî ve İbn Zeyd âyetteki hidâyeti; beyân ve açıklama ile; Sevrî de hak yola davetle izah etmişlerdir.

«(Biz peygamberleri Salih (a.s.)in lisanıyla onlara gerçeği beyân edip açıkladık, onlara basiret yollarını gösterdik) ama onlar körlüğü hi­dâyete tercih ettiler.» Allah'ın peygamberi Salih (a.s.)e karşı çıkarak onu yalanladılar, peygamberlerinin doğruluğuna bir alâmet, bir nişane kılman deveyi boğazladılar. Yapmış oldukları inkâr ve yalanlama yü­zünden onları horlayıcı azabın yıldırımı çarptı. Allah onlara bir haykı­rış, bir sarsıntı ve zillet ile alçaltılma ve azabı gönderdi.

«îmân edip de korkar olanları da (onların aralarından) kurtardık.» Onlara bir kötülük dokunmadı ve bu azâbdan dolayı onlara bir zarar erişmedi. Aksine Allah Teâlâ, onları îmânları ve Allah'tan sakınmaları yüzünden peygamberleri Salih (a.s.) ile beraber kurtardı.[5]

 

19 — Allah'ın düşmanları bir araya getirilip toplana­cakları gün, ateşe kötülükler halinde dağıtılırlar.

20 — Nihayet oraya varınca kulakları, gözleri ve deri­leri yapar oldukları şeye aleyhlerinde şehâdet ederler.

21  — Derilerine derler ki: Niçin aleyhimize şâhidlik et­tiniz? Onlar da: Bizi, her şeyi -konuşturan Allah konuştur­du. Sizi önceden yaratan O'dur ve O'na döndürülürsünüz derler.

22  — Gözleriniz, kulaklarınız ve derileriniz aleyhinize şâhidlik eder diye sakınmadınız. Aksine yapmakta olduk­larınızın bir çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz.

23  — İşte   Rabbınızı böyle  sanmanız sizi mahvetti de hüsrana uğrayanlardan oldunuz.

24  -— Şimdi eğer sabredebilirlerse, işte onların durağı ateştir. Eğer dönmek isterlerse, artık onlar hoşnûd edilecek değildirler.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: Şu müşriklere Allah düşmanlarının zeba­niler tarafından ilklerinden, sonuncularına varıncaya kadar ateşe sü­rülmek üzere toplanacakları günü hatırlat. Başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyrulur: «Mücrimleri de suya götürür gibi cehenneme süre­riz.»   (Meryem, 86).

«Nihayet oraya varıp da başında durdukları zaman kulakları, göz­leri ve derileri yapar oldukları şeye (önceki ve sonraki amellerine) aleyh­lerinde şehâdet ederler.» Ondan bir harf bile gizlenmez. Aleyhlerine şâhidlik ettikleri zaman derilerine ve organlarına derler ki: «Niçin aley­himize şâhidlik ettiniz?» Organları da o zaman kendilerine şöyle cevab. verir: «Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi önceden yara­tan O'dur ve O'na döndürülürsünüz.» Elbette O'na karşı durulamaz, O'na gâlib gelinemez ve zâten siz ona döndürülmektesiniz.

Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ,ki: Bize Muhammed İbn Abdur-rahîm'in... Enes İbn Mâlik (r.a.)den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Bir gün Allah Rasûlü (s.a.) tebessüm ile güldü ve: Neye güldüğümü sormayacak mısınız? dedi. Ashabı: Ey Allah'ın elçisi, neye güldünüz? diye sordular da şöyle buyurdu: Kulun kıyamet günü Rabbı ile mücâ­delesine şaştım. Ey Rabbım, bana zulmetmeyeceğini va'detmemiş miy­din? der. Rabbı: Evet, va'detmiştim, buyurur. Kul: Ben kendime, ken­dimden başka bir şâhid kabul etmiyorum, der. Allah Teâlâ da: Şâhid olarak ben yetmez miyim? Şâhid olarak Kirâmen Kâtibin melekleri yetmez mi? buyurur ve bu sözü defalarca tekrar eder de onun ağzına mühür vurulur, yaptıklarını organları söyler. Kul bunun, üzerine: Ya­zıklar olsun size, benden uzak olun. Ben de tutmuş sizin için mücâdele ediyorum, der. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr ve İbn Ebu Hatim hadîsi Ebu Amir el-Esedî kanalıyla... Şa'bî'den de rivayet etmişlerdir. İbn Ebu Ha­tim hadîsin, Enes'ten Şa'bî'nin rivayetini bildiklerini söyler. Hadîsi Müs­lim ve Neseî de Ebu Bekr İbn Ebu Nadr kanalıyla^.. Sevrî'den rivayet etmişlerdir. Neseî: Bu hadîsi Eşcaî'den başkasının Sevrî'den rivayet et­tiğini bilmiyorum, derse de benim gördüğüme göre durum onun söyledi­ği gibi değildir. En doğrusunu Allah bilir.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Ebu Bürde'den rivayetine göre Ebu Mûsâ (el-Eş'arî) şöyle demiştir: Kâfir ve münafık hesaba çe­kilmek üzere çağrılır ve Rabbı ona amellerini arzeder de o inkâr edip: Ey Rabbım, izzetine yemîn olsun ki bu melek benim aleyhime işleme­diklerimi yazmış, der. Melek ona: Şu gün ve şu yerde şöyle şöyle yap­madın mı? diye sorar da kul: Hayır, izzetin adına yemîn olsun ki Rab-bım, ben onu işlemedim, der. O böyle yapınca ağzına mühür vurulur. Eş'arî der ki: Ben Öyle sanıyorum ki onun hakkında konuşacak olanla­rın ilki sağ uyluğudur. Hafız Ebu Ya'lâ'nm Züheyr kanalıyla... Ebu Sa-îd el-Hudrî'den, onun da Allah Rasûlü (s.a.)nden rivayetine göre Efen­dimiz şöyle buyurmuştur: Kıyamet günü olunca kâfir ameli ile karşı­laştırılır da kâfir amelini inkâr edip tartışmaya girer. İşte şunlar kom­şuların, senin aleyhine şâhidlik ediyorlar, ne dersin? denilir de kâfir: Yalan söylüyorlar, der. Ya ailen ve aşiretin? denilir. Kâfir: Yalan söy­lüyorlar, der. Onlara: Yemîn ediniz, denilir ve onlar da yemîn ederler. Sonra Allah Teâlâ onların hepsini susturur ve dilleri aleyhlerine şâhid­lik eder de ateşe konulurlar.

İbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine gö­re o, İbn el-Ezrak'a şöyle demiştir: Kıyamet günü insanlara; Öyle bir an gelecek ki onlar konuşmayacaklar, özür beyân etmeyecekler ve ken­dilerine izin verilinceye kadar konuşamayacaklar. Sonra konuşmaları­na izin verilecek de tartışacaklar ve Allah'a şirk koşmuş olan, şirkini inkâr edecek. Allah'a, size yemîn ettikleri gibi yemîn edecekler. Onlar inkâr ettikleri sırada Allah Teâlâ onlar aleyhine kendilerinden olmak üzere derilerini, gözlerini ellerini ve ayaklarını şâhidler olarak göndere­cek, ağızlarına mühür vurulacak. Sonra onların ağızlarındaki mühür açılacak da, organları ile tartışmaya başlayacak. Organları: «Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi önceden yaratan O'dur ve O'na döndürülürsünüz.» diyecekler ve bu inkârdan sonra dilleri yaptıklarını ikrar edecek. Yine İbn Ebu Hâtim'in babası kanalıyla... Râfi' Ebu Ha-san'dan rivayetine göre; o, kıyamet günü amellerini inkâr eden birisi­ni anlatıp şöyle demiş: Allah Teâlâ onun diline işaret buyuracak da dili ağzında şişmeye, büyümeye başlayıp bütün ağzını dolduracak. Bir ke­lime bile konuşamayacak. Sonra Allah Teâlâ onun bütün organlarına: Konuşun, onun hakkında şâhidlik edin, buyuracak da kulağı, gözü, de­risi, ut yeri, elleri ve ayakları onun hakkında şâhidlik edip yaptık, işledik, diyecekler. Burada tekrarına gerek bırakmayacak şekilde konu hakkındaki hadîsler ve haberler «Bugün onların ağızlarını mühürleriz. Bizimle elleri konuşur ve yapmakta oldukları şeye ayakları şehâdet eder.» (Yâsîn, 65) âyetinin tefsirinde daha önce geçmişti.

îbn Ebu Hatim —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Bize baba­mın... Câbir İbn Abdullah'tan rivayetine göre o, şöyle anlatıyor: Habe­şistan muhacirleri Hz. Muhammed (s.a.)e dönüp geldiklerinde: Habeş ülkesinde gördüğünüz gariplikleri anlatmayacak mısınız? diye sordu. İçlerinden bir genç: Evet, ey Allah'ın elçisi, anlatacağız, deyip şöyle devam etti: Biz otururken onların ruhbanlarından ihtiyar bir kadın yanımızdan geçti. Başının üzerinde bir su testisi taşıyordu. Onların gençlerinden birisi oradan geçerken bir elini kadının arkadan omuzuna koyup itti ve kadın dizleri üzeri yıkıldı. Testisi de kırıldı. Doğrulup o gence dönerek: Ey zâlim, Allah Teâlâ kürsîsini koyup ilkleri ve sonları topladığında, ellerin ve ayakların işlediklerini söyleyeceği bir zamanda benimle olan durumunu yarın Allah katında bileceksin, dedi. Allah Ra-sûlü (s.a.) şöyle buyurdu: Doğru söylemiş, doğru söylemiş. Zayıflarının hakkı güçlülerinden alınmayan bir kavmi Allah hiç temizler mi? Bu kanaldan rivayetinde bu hadîs garîbdir. İbn Ebu Dünyâ, Kitâb el-Ah-vâl'inde hadîsi İshâk İbn İbrahim'den rivayet eder ki o da bu hadîsi Yahya İbn Süleym (veya Selîm) den rivayet etmiştir.

«(Aleyhlerinde şâhidlik ettiklerinden dolayı organlarım ve derileri­ni ayıpladıkları zaman, bu organlar onlara şöyle diyecekler: Gözleriniz, kulaklarınız ve derileriniz) aleyhinize şâhidlik eder diye (düşünüp kö­tü şeyler yapmaktan) sakınmadınız.» Yapagelmekte olduklarınızı biz­den gizlemiyordunuz. Aksine Allah'ı inkârınızı ve günâhları açıkça ya­pıyor, kendi zannımza göre buna aldırmıyordunuz. Zîrâ Allah'ın bütün fiillerinizi bildiğine inanmamaktaydınız. «İşte Rabbınızı böyle sanma­nız (yaptıklarınızdan birçoğunu bilmediğine dâir inancınız ve zannı-nızdır ki) sizi mahvetti de (kıyamet günü kendiniz ve aileniz) hüsrana uğrayanlardan oldunuz.» İmâm Ahmed —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Bize Ebu Muâviye'nin... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine gö­re; o, şöyle anlatmış: Kâ'be'nin örtüsüne sarılmış duruyordum. Üç kişi geldi. Kureyş'ten birisi ile yanında Sakîf kabilesinden iki damadı, —ve­ya Sakîf kabilesinden birisi ile Kureyş'ten iki damadı— karınları yağlı, kalbleri anlayışsız kimselerdi. Öyle bir söz konuştular ki daha önce hiç işitmemiştim. Birisi: Allah'ın bizim şu sözümüzü işittiğini mi sanıyor­sunuz, dedi. Diğeri: Biz seslerimizi yükselttiğimiz takdirde işitir, yük­seltmez isek işitmez, diye cevab verdi. Bir diğeri de: Ondan bir kısmını işitirse tamâmını işitir, dedi. Bunu Hz. Peygamber (s.a.)e anlattım da, Allah Teâlâ «Hüsrana uğrayanlardan oldunuz.» kısmına varıncaya ka­dar: «Gözleriniz, kulaklarınız ve derileriniz aleyhinize şâhidlik eder diye sakınmadınız...» âyetlerini indirdi. Hadîsi Tirmizî, Hennâd'dan, o da Ebu Muâviye'den şeklinde kendi isnadı ile yukardakins benzer şekilde rivayet etmiştir. Yine İmâm Ahmed, Müslim ve Tirmizî aynı hadîsi Süf-yân es-Sevrî kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.)dan rivayetle tah-rîc etmişlerdir. Buhârî ve Müslim aynı hadîsi Süfyân kanalıyla... İbn Mes'ûd'dan rivayet ediyorlar.

Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer'in Behz İbn Hakîm'den, onun ba­basından, onun dedesinden, onun da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayetine göre efendimiz «Gözleriniz, kulaklarınız ve derileriniz aleyhinize şâhid-lik eder diye sakınmadınız...» âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: Şüp­hesiz siz, ağızlarınıza süzgeçler kapatılmış halde çağrılacaksınız. Sizden birinin amellerini ilk defa açıklayacak olan uyluğu ve elidir. Ma'mer'­in söylediğine göre Hasan: «İşte Rabbınızı böyle sanmanız sizi mahvet­ti.» âyetini tilâvet edip şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: Allah Teâlâ: Şüphesiz Ben kulumun Beni zannettiği gibiyimdir ve Bana dua ettiği zaman onunla beraberim, buyurmuştur. Hasan, bu hadîs üzerinde düşünüp tebessüm etti ve dedi ki: Şüphesiz insanların amel­leri, Rabları hakkındaki zanlarına göredir. İnanan kişi Rabbı hakkında hüsn-ü zanda bulunur ve güzel amel işler. Kâfir ve münafığın ise Allah hakkındaki zannı kötüdür ve kötü ameller'işler. Allah Teâlâ buyurur ki: «Gözleriniz, kulaklarınız ve derileriniz aleyhinize şâhidlik eder diye sa­kınmadınız... İşte Rabbınızı böyle sanmanız sizi mahvetti de hüsrana uğrayanlardan oldunuz.»

İmâm Ahmed der ki: Bize Nadr İbn İsmail'in... Câbir'den rivayeti­ne göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Sizden birisi Allah hak­kında hüsn-ü zanda bulunarak ölsün. Allah hakkında sû-i zanda bulu­nan bir kavmi işte bu zanları mahvetmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyuru­yor: «İşte Rabbınızı böyle sanmanız sizi mahvetti de hüsrana uğrayan­lardan oldunuz.»

«Şimdi eğer sabredebilirlerse, işte onların durağı ateştir.» İster sabretsinler, ister etmesinler; onlar ateştedirler, oradan ayrılamaya­caklardır. Onlar için cehennemden çıkış da yoktur. «Eğer dönmek is­terlerse, (özür beyân etseler de) artık onlar (için hiç bir özür yoktur, onların hatâları da kabul edilmeyecek) hoşnûd edilecek değildirler.» İbn Cerîr, «Eğer dönmek isterlerse...» kısmım şöyle açıklar: Onlar dün­yaya döndürülmelerini isteseler de, onların bu isteğine icabet olunmaz. Bu, Allah Teâlâ'nın yine onlar hakkındaki şu kavli gibidir: «Derler ki: Rabbımız, bedbahtlığımız bizi yenmişti. Sapıklar topluluğu olmuştuk. Rabbımız, bizi buradan çıkar; tekrar dönersek doğrusu zulmetmiş olu­ruz. Buyurdu ki : Yıkılıp gidin içerisine. Benimle konuşmayın.» (Mü'minûn, 106-108).[6]

 

25 — Biz onlara bir takım yoldaşlar kattık da önlerin-dekini ve arkalarmdakini onlara süslü gösterdiler. Gerek cinlerden, gerekse insanlardan kendilerinden önce geçmiş ümmetler içinde aleyhlerinde söz hak olmuştur. Doğrusu onlar, hüsrana uğrayanlardı.

26  — Küfredenler dediler ki: Bu Kur'ân'ı  dinlemeyin, onun hakkında yaygaralar yapın, belki bastırırsınız.

27  — O küfredenlere şiddetli bir azabı tattıracağız ve onları yapmakta olduklarının er?, kötüsü ile cezalandıraca­ğız.

28  — İşte böyle; Allah'ın düşmanlarının cezası; ateştir. Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerinin cezası olarak onla­rın temelli kalacakları yer oradadır.

29 — Ve küfredenler derler ki: Rabbımız, cinlerden ve insanlardan bizi saptırmış olanları göster, onları ayakları­mızın altına alalım da alçaklar, aşağıların   aşağısı olsun­lar.

 

Allah Teâlâ burada müşrikleri saptıranın bizzat kendisi olduğunu, bunun dilemesi, yaratması ve kudreti ile olduğunu haber veriyor. Şüp­hesiz o, fiillerinde yegâne hikmet sahibidir. Müşrikleri insan ve cin şeytânlarından onlara yoldaşlar takdir etmek suretiyle saptırmıştır. Bu yoldaşlar geçmişlerini ve geleceklerini onlara süslü gösterdiler. Geçmişteki amellerini de onlara güzel gösterdiler. Geleceğe nisbetle ise kendi­lerini sâdece iyiler olarak gördüler. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Rahmân'ı anmaya göz yumana yanından ayrılmayacak bir şeytânı arkadaş veririz. Şüphesiz ki onlar, bunları yol­dan çıkarırlar. Bunlar da doğru yolda olduklarını sanırlar.» (Zuhruf, 36-37).

«Gerek cinlerden, gerekse insanlardan kendilerinden Önce geçmiş ümmetler içinde aleyhlerinde söz hak olmuştur.» Nasıl ki onların yap­tıklarının aynısını yapan geçmiş ümmetler hakkında azâb hak olmuş­sa bunlar hakkında da aynıdır. «Doğrusu onlar hüsrana uğrayanlardı.» Ve böylece hepsi hüsranda ve helâkde eşit olmuşlardır. «Ve küfredenler dediler ki: Bu Kur'ân'ı dinlemeyin.» Kendi aralannda Kur'ân'a itaat etmeme ve emirlerine bağlanmama hususunda birbirlerine tavsiyede bulundular. Dediler ki: «Bu Kur'ân'ı (okunurken onu) dinlemeyin, onun hakkında yaygaralar yapın, belki bastırırsınız.» Mücâhid, «Onun hakkında yaygaralar yapın ki bastırasınız.» kısmını şöyle açıklar: Allah Rasûlü (s.a.) Kur'ân okurken ıslık çalma, söz karıştırma gibi şeyler ya­pın ki Kur'ân okunmasını bastırasınız. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) Kur'ân okurken Kureyş de böyle yapardı. İbn Abbâs'tan rivayetle Dah-hâk, «Onun hakkında yaygaralar yapın.» anlamına gelen fi­ilini; onu ayıplayın, anlamına almıştır. Katâde ise burayı: Onu inkâr edin, ona karşı durun, şeklinde anlamıştır. «Böylece belki onu bastırır­sınız.» Bu bilgisiz kâfirlerin ve onların yolunda gidenlerin Kur'ân'ı işit­tiklerinde tuttukları yol ve durumları budur. Allah Teâlâ inanan kul­larına bunun tersini emredip buyurur ki: «Kur'ân okunduğu zaman ona derhâl kulak verin ve susun ki, merhamet olunasımz.» (A'râf, 204).

Sonra Allah Teâlâ Kur'ân'ı müdâfaa ve Kur'ân'a düşmanlık eden küfür ehlinden intikam sadedinde şöyle buyurur: «O küfredenlere (Kur'­ân'ı işittiklerinde yaptıklarına karşılık) şiddetli bir azabı tattıracağız ve onları yapmakta oldukları (amellerinin ve işleri) nin en kötüsü ile cezalandıracağız. İşte böyle; Allah'ın düşmanlarının cezası; ateştir. Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerinin cezası olarak onların temelli ka­lacakları yer oradadır. Ve küfredenler elerler ki: Rabbımız, cinlerden ve insanlardan bizi saptırmış olanları göster, onları ayaklarımızın altına alalım da alçaklar, aşağıların aşağısı olsunlar.» Süfyân es-Sevrî'nin Se­leme İbn Küheyl kanalıyla... Hz. Ali (r.a.)den rivayetine göre; o, «Bi­zi saptırmış olanları göster...» âyeti hakkında şöyle demiştir: Bunlar İblis ile kardeşini öldürmüş olan Hz. Âdem'in oğludur. Habbe el-Uranî de bu açıklamanın aynısını Hz. Ali'den naklen yapmaktadır. Yine Hz. Ali'den rivayetle Süddî der ki: Her bir müşrik İblîs'i, her bir büyük gü­nâh sahibi de Hz. Âdem'in, kardeşini Öldürmüş olan oğlunu çağıracak­tır. İblîs —Allah ona la'net etsin— Hz. Âdem'in ilk oğlunu kendi kardeşini öldürmeye, şirk ve benzeri kötülüklere çağırandır. Nitekim bir hadîste şöyle buyrulur: Bir nefis haksız yere öldürüldüğünde, onun dö­külen kanının vebalinin bir misli Adem'in ilk oğlu üzerinedir. Zîrâ öl­dürme âdetini ilk işleyen odur.

aOnları ayaklarımızın altına alalım, (onların azabı bizden daha şiddetli olsun diye onları bizden daha aşağılara itelim) da alçaklar, aşa­ğıların aşağısı olsunlar (ve ateşin en alt derecesinde kalsınlar.)» Daha önce A'râf sûresinde de geçtiği üzere kendilerini kötülüklere ve şirke çağıran kimselere tâbi olanlar, Allah Teâlâ'dan onları bu durumlarına itenlere kat kat azâb vermesini isteyecekler, Allah Teâlâ da: «Hepiniz için katmerlidir. Ne var ki bilmezsiniz.)) (A'râf, 38) buyuracaktır. Şüp­hesiz Allah Teâlâ onlardan her birine amelleri ve bozgunculukları öl­çüşünce müstehâk olduğu azabı verecektir. Nitekim başka bir âyet-i ke­rîmede de şöyle buyrulur: «Küfredip de Allah yolundan alıkoyanlara; bozgunculuk yaptıklarından dolayı azâb üstüne azâb arttırdık.» (Nahl, 88).[7]

 

30  — Muhakkak ki;  Rabbımız  Allah'tır,  deyip sonra dosdoğru bir istikâmet    tutturanların üzerine   melekler iner, onlara: Korkmayın, üzülmeyin size va'dolunan cen­netle sevinin, derler.

31  — Biz dünya hayatında da, âhirette de sizin dostla-rınızız. Burada canlarınızın çektiği şeyler sizedir ve bura­da size umduğunuz her şey var.

32  — Gafur, Rahim olanın ikramı olarak.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «Muhakkak ki; Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikâmet tutturanların (ameli sâdece Allah için ya­pan, Allah'ın kendilerine koyduğu kanunlara uygun olarak Allah'a ita­at olan işleri, fiilleri işleyenlerin) üzerine melekler iner...» Hafız Ebu Ya'Iâ el-Mavsılî der ki: Bize Cerrâh'ın... Enes İbn Mâlik'den rivayetine gö­re; o, şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) bize: «Muhakkak ki; Rabbı-mız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikâmet tutturanların üzerine melekler iner.» âyetini tilâvet buyurdu. İnsanlar bu sözü söylediler, son­ra çoğu tekrar küfre döndü. Ölünceye kadar bu sözü söyleyenler şüp­hesiz ki dosdoğru yolda yürüyenlerdir. Neseî ve Bezzâr bu haberi tef­sirlerinde, İbn Cerîr de Amr İbn Ali'den, o ise Selm İbn Kuteybe'den ri­vayet etmişlerdir. Aynı haberi İbn Ebu Hatim de babası kanalıyla Fe-lâs'tan rivayet etmiştir. Sonra İbn Cerîr der ki: Bize İbn Beşşâr'm... Saîd İbn Nimrân'dan rivayetine göre; o, şöyle demiş: Hz. Ebubekir es-Sıddîk'ın yanında «Muhakkak ki; Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dos­doğru bir istikâmet tutturanlar...» âyetini okumuştum. Onlar; Allah'a hiç bir şeyle ortak koşmayanlardır, dedi. Yine İbn Celîl'in Esved İbn Hilâl kanalıyla rivayetine göre Hz. Ebubekir (r.a.): «Muhakkak ki, Rab­bımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikâmet tutturanların...» âyeti hakkında ne dersiniz? diye sormuş da yanındakiler: «Rabbımız Al­lah'tır, deyip sonra günâhtan sakınarak dosdoğru yolda yürüyenler...» demişler. Hz. Ebubekir: Siz, âyeti hamledilmeyeceği bir mânâya yoru­yorsunuz, deyip şöyle açıklamış: «Muhakkak ki; Rabbımız Allah'tır, de­yip sonra dosdoğru bir istikâmet tutturanların (yani Allah'tan başka bir ilâha yönelmeyen, iltifat etmeyenlerin) üzerine melekler iner.» Mü-câhid, İkrime, Süddî ve birçokları da böyle söylemiştir.

İbn Ebu Hâtim'in Ebu Abdullah ez-Zahrânî kanalıyla... İkrime'den rivayetine göre İbn Abbâs'a: Allah'ın kitabında en çok ruhsat ihtiva eden âyet hangisidir? diye sorulmuş da şöyle demiş: «Muhakkak ki; Rab­bımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikâmet tutturanların (Al­lah'tan başka ilâh olmadığı şehâdeti üzere yürüyenlerin) üzerine me­lekler iner...» âyetidir diye cevab vermiş. Zührî der ki: Hz. Ömer bu âyeti minberde okuyup şöyle dedi: Allah'a yemîn ederim ki onlar, Allah için Allah'ın itâatıyla dosdoğru yolda yürüyenler, tilkilerin yoldan saptık­ları gibi hak yoldan sapmayanlardır. Ali İbn Ebu Talha'nın İbn Abbâs'-tan rivayetine göre; o, âyeti şöyle anlıyor: Rabbımız Allah'tır, deyip sonra (Allah'ın farzlarını yerine getirmek suretiyle) dosdoğru bir isti­kâmet tutturanların üzerine melekler iner. Katâde de böyle söylemiş­tir. Hasan el-Basrî şöyle dermiş: Ey Allah'ım, Sen Rabbimsin. Bize doğ­ruluğu bahşet. Ebu'l-Âliye ise «Dosdoğru bir istikâmet tutturanlar»ı şöyle niteler: Ameli ve dini sırf Allah'a tahsis edenler.

İmâm Ahmed der ki: Bize Hüşeym'in... Abdullah İbn Süfyân'dan, onun da babasından rivayetine göre birisi Allah Rasûlü (s.a.)ne: Ey Al­lah'ın elçisi, bana İslâm'da öyle bir şey emret ki senden sonra onu kim­seye sormayayım, demişti. Allah'a îmân ettim, de ve dosdoğru ol, bu­yurdu. O adam: En çok sakınacağım şey nedir? diye sordu da, Allah Rasûlü (s.a.) dilini işaret buyurdu. Hadîsi Neseî de Şu'be kanalıyla Ya'lâ İbn Atâ'dan rivayet etmiştir. İmâm Ahmed der ki: Bize Yezîd İbn Harun'un... Süfyân İbn Abdullah'dan rivayetine göre; o, şöyle an­latıyor: Ey Allah'ın elçisi, bana sarılacağım bir işi haber ver, dedim. Rabbım Allah'tır de, sonra dosdoğru ol, buyurdu. Ben: Ey Allah'ın el­çisi, benim için en çok korkacağım şey nedir? dedim de, Allah Rasûlü (s.a.) dilinin ucunu tutup: İşte şudur, buyurdu. Hadîsi Tirmizî ve İbn Mâce de Zührî kanalıyla rivayet ederler. Tirmizî, hadîsin hasen, sahîh olduğunu söyler. Sahîh'inde Müslim'in ve Neseî'nin Hişâm İbn Urve ka­nalıyla... Süfyân İbn Abdullah'tan rivayetlerine göre; o, şöyle demiş­tir: Ey Allah'ın elçisi, bana İslâm'da öyle bir söz söyle ki senden sonra onu hiç kimseye sormayayım, demiştim. Allah'a îmân ettim, de ve dos­doğru ol, buyurdu. Ve Râvî hadîsin tamamını zikretmiştir.

Böylelerinin üzerine —Mücâhid, Süddî, Zeyd İbn Eşlem ve oğlu­nun söylediğine göre— ölüm sırasında melekler iner ve onlara —Mü­câhid, İkrime ve Zeyd İbn Eslem'in açıklamalarına göre— gelmekte olduğunuz âhiret işlerinden korkmayın, dünyada geride bırakmış oldu­ğunuz oğullara, ailelerinize, mallarınıza ve borçlarınıza üzülmeyin. Biz bu işler için arkanızda halefler bıraktık. «Size vaadolunan cennetle sevi­nin, derler.» Ve onlara kötülüklerin sona erdiğini, onlar hakkında ha­yırların meydana geldiğini müjdelerler. Berâ İbn Âzib (r.a.)den rivayet edilen bir hadîste şöyle buyrulur: Melekler mü'minin ruhuna şöyle di­yecekler: Ey i'mâr etmekte olduğu tertemiz ceseddeki tertemiz rûh; çık, rahata, reyhana ve öfkeli olmayan bir Rabba çık. Meleklerin, onlar üze­rine kabirlerinden çıkacakları günde inecekleri de söylenmiştir ki; bu görüşü İbn Cerîr, İbn Abbâs ve Süddî'den naklediyor.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a'nın... Ca'fer İbn Süleyman'­dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Sâbit'in Hâ, Mim. Secde Sûresini okuduğunu işittim. «Muhakkak ki; Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dos­doğru bir istikâmet tutturanların üzerine melekler iner...» âyetine Ulaş­tığında durdu ve şöyle dedi: Bize ulaştığına göre Allah Teâlâ mü'min kulu kabrinden diriltip kaldırdığı zaman dünyada iken onunla beraber olan iki melek onu karşılar ve kendisine: «Korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin.» derler, Allah Teâlâ onun korkusunu em­niyete çevirir, gözünü aydın kılar. Kıyamet günü insanları korkutan her bir büyük şey, mü'min için bir göz aydınlığı olur. Zîrâ Allah Teâlâ onu hidâyete erdirmiş ve o da dünyada iken o gün için ameller işlemiş­tir. İbn Ebu Hâtim'in rivayetine göre Zeyd İbn Eşlem der ki: Melekler onu ölümü sırasında, kabrinde ve diriltildiği esnada müjdelerler. Zeyd İbn Eslem'in bu sözü bu konudaki bütün açıklamaları içine almaktadır ve gerçekten güzel bir açıklamadır. Zâten vakıa da budur.

«Biz dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız.»  Melekler inananlara ölüm sırasında şöyle diyecekler: Biz sizin dostlarımzdık. Dünya hayatında sizin yoldaşlarınızdık. Sizi doğrultuyor, tevfîka ulaş­tırıyor ve Allah'ın emri ile sizi koruyorduk. Aynı şekilde âhirette de si­zinle beraber olacağız. Kabirlerde sizin yalnızlığınızı giderip ünsiyyete çevireceğiz. Sûr'a üfürüldüğü sırada da sizinle beraber olacağız ve ye­niden diriltilme, hasrolunma gününde sizin korkunuzu emniyyete çe­vireceğiz, Sırât-ı Müstakîm'den sizi geçireceğiz ve sizi Naîm cennetleri­ne ulaştıracağız. Orada canlarınızın çektiği şeyler sizindir. Gözleri ay­dın edecek ve gönüllerin çektiği, arzuladığı şeylerden seçip beğendiğiniz her şey cennette sizedir. Ve orada size umduğunuz her şey var. Ne ister­seniz bulacaksınız. Sizin seçip arzuladığınız şekilde sizin önünüzde ha­zır bulunacaktır. Sizin günâhlarınızı çokça bağışlayanın, size karşı Ra-hîm, Rauf olanın ikramı, nimeti, ihsanı ve ziyafeti olarak. Şüphesiz ki O sizi bağışlamış, günâhlarınızı örtmüş, size merhamet ve lütuf buyur­muştur.

«Burada canlarınızın çektiği şeyler sizedir ve burada size umduğu­nuz her şey var. Gafur, Rahîm olanın ikramı olarak...w âyetinde İbn Ebu Hatim «Cennet pazarı» hadîsini zikredip der ki: Bize babamın... Saîd îbn Müseyyeb'den rivayetine göre; o, Ebu Hüreyre'ye rastlamış da, Ebu Hüreyre: Allah'ın beni ve seni cennet pazannda (çarşısında) bir araya getirmesini dileriz,, demiş. Saîd de: Cennette çarşı var mı? diye sormuş da Ebu Hüreyre; evet deyip Allah Rasûlü (s.a.)min kendisine şöyle haber verdiğini zikretmiş: Şüphesiz cennetlikler cennete girdikle­ri zaman amellerinin üstünlüğüne göre oraya girerler. Dünya günle­rinden cum'a günü kadar bir vakit onlara izin verilir de Allah Teâlâ'yı ziyaret ederler. Allah Teâlâ onlara Arş'ını izhâr buyurur ve cennet bah­çelerinden bir bahçede onlara görünür. Onlar için nurdan, inciden, yâ-kûttan, zebercedden, altun ve gümüşten minberler konulur. Onlardan derece bakımından en aşağı olanları misk ve kâfur yığınları üzerine otururlar. Onlara, tahtlarda oturanların kendilerinden meclis itibarıy­la daha üstün olmadıkları görüntüsü verilir. Ebu Hüreyre der ki: Ey, Allah'ın elçisi, Rabbımızı görecek miyiz? diye sordum da: Evet, güneşi ve ayın ondördüncü gecesi dolunayı görmede birbirinize engel oluyor musunuz? buyurdu. Biz: Hayır, dedik. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyur­dular: Aynı şekilde Rabbınızı görmede birbirinize engel olmayacaksınız. O mecliste hiç kimse kalmaksızın Allah Teâlâ herkesle yüz yüze, hicâb-sız olarak konuşacak. Hattâ onlardan birisine: Ey filân oğlu filân, şöyle şöyle işler yaptığın günü hatırlıyor musun? buyurup ona dünyadaki bazı haksızlıklarını hatırlatacak da kul: Ey Rabbım, beni bağışlamamış mıydm? diyecek. Rab Teâlâ: Evet, bağışlamıştım. İyi bil ki ancak Be­nim mağfiretimin genişliği ile bu derecene ulaştın, buyuracak. Onlar bu durumdalarken üstlerinden bir bulut onları kaplayacak ve üzerlerine öyle bir koku yağdıracak ki onun gibi bir kokuyu hiç bir şeyde bul­mamışlardır. Sonra Rabbımız: Sizin için hazırlamış olduğum değerli şeylere gelin, arzuladığınızı alın, buyuracak. Bizler bir çarşıya gelece­ğiz, bu çarşıyı melekler çevrelemiştir. Orada gözlerin bir benzerine bak­madığı, kulakların işitmediği, hatıra gelmeyecek şeyler vardır. Bizim arzuladıklarımız bize taşınıp getirilecektir. Orada hiç bir şey satılmaz ve satm alınmaz. Bu çarşıda cennetlikler birbirleriyle karşılaşacaklar. Yüksek bir makam sahibi olan kişi o gün gelip kendisinden daha aşa­ğıda olan birine rastladığında; durumu ve derecesi daha aşağı olan, ötekinin üzerinde gördüğü elbiseden hoşlanacak da daha sözünün so­nuna erişmeden ondan daha güzel bir şekle büründürülecek. Zîrâ ora­da hiç kimseye üzülmek yaraşmaz. Sonra biz evlerimize ayrılıp gidece­ğiz. Eşlerimiz bizi karşılayıp: Merhaba, hoş geldin sevgilim; Bizden ay­rıldığından daha bir güzel ve hoşsun, diyecekler. O kul da: Biz bugün Cebbar olan Rabbırnızla beraber oturduk. Bu götürülüşümüz gibi tek­rar götürülme hakkımız var, diyecek. Tirmizî, hadîsi Câmi'inin Sıfatü'l-Cenne kısmında Muhammed İbn İsmail'den, o da Hişâm îbn Ammâr'-dan rivayet etmiştir. İbn Mâce ise hadîsi yukardakine benzer şekilde Hişâm İbn Ammâr'dan rivayet ediyor. Tirmızî hadîsi rivayetten sonra der ki: Bu, garîb bir hadîstir. Sâdece bu kanaldan rivayetini biliyoruz. İmâm Ahmed der ki: Bize İbn Ebu Adiyy'in Humeyd'den, onun da Enes'ten rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.): Kim Allah'a kavuş­mak isterse Allah da ona kavuşmayı sever. Kim, Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa; Allah Teâlâ da ona kavuşmaktan hoşlanmaz, buyurmuş­tu. Biz: Ey Allah'ın elçisi, hepimiz ölümden hoşlanmıyoruz, dedik de; bu, ölümden hoşlanmama değildir. Fakat mü'min öleceği sırada Allah'­tan bir müjdeci gelip ona gideceği yeri müjdeler. İşte o zaman onun için Allah'a kavuşmaktan daha sevimli hiç bir şey yoktur. Allah Teâlâ da ona kavuşmayı sever. Günahkâr —veya kâfir—e gelince; ölüm halinde ona da gideceği —veya karşılaşacağı— kötülüğü müjdeleyen bir müj­deci gelir. Böylece o, Allah'a kavuşmaktan hoşlanmaz, Allah Teâlâ da ona kavuşmaktan hoşlanmaz, buyurdu. Bu, sahîh bir hadîstir. Buharî'-nin Sahîh'inde başka bir kanaldan rivayetle vârid olmuştur.[8]

 

33  — Muhakkak ki ben müslümanlardanım,   diyerek sâlih amel işleyen ve Allah'a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır?

34  — İyilikle kötülük bir olmaz. Sen, fenalığı en iyi şe­kilde sav. Ot zaman  göreceksin ki seninle arasında   düş­manlık bulunan kişi bile yakın bir dost gibi oluvermiştir.

35  — Bu, ancak sabredenlere vergidir. Ve buna ancak o büyük hazzı tadanlar kavuşturulur.

36  — Şeytân seni bir vesvese ile dürtecek olursa, Al­lah'a sığın. Doğrusu O; Semî, Alîm olanın kendisidir.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: ((Muhakkak ki ben müslümanlardanım, diyerek sâlih amel işleyen ve (Allah'ın kullarını) Allah'a çağıran kim­seden daha güzel sözlü kim vardır?» Bu kimse söylediğine bizzat ken­disi uymaktadır ve faydası hem kendisine hem de başkalarınadır. Böy­lesi kimse iyiliği emredip de yapmayan, kötülükten men'edip de kendi­si yapan kişi değildir. Aksine o, hayrı kendisi işleyen, kötülüğü terke-den, yaratıkları yaratıcı Rab Teâlâ'ya çağırandır. Bu, kendisi doğru yolda olup da hayra çağıran herkes hakkında Umûmîdir. Elbette Allah Rasûlü (s.a.) buna insanların en lâyığıdır. Muhammed İbn Şîrîn, Süd-dî ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de böyle söylemişlerdir. Burada kasdedilenlerin sâlih müezzinler olduğu da söylenmiştir. Nitekim Müs­lim'in Sahîh'indeki bir hadîste şöyle buyrulur: Kıyamet günü müez­zinler insanların boyunları en uzun olanlarıdır. Sünen'lerde merfû' ola­rak rivayet edilen bir hadîste de şöyle buyrulur: İmâm, kendisine uyan­ların namazına kefildir. Müezzin de güvenilen kişidir. Allah, imamla­rı doğru yola iletsin ve müezzinleri bağışlasın. İbn Ebu Hâtim'in Ali İbn Hüseyn kanalıyla... Sa'd İbn Ebu Vakkâs'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Kıyamet günü Allah katında müezzinlerin okları, Al­lah yolunda cihâd edenlerin okları gibidir. Müezzin, ezan ile kamet ara­sında Allah yolunda vuruşan ve kanı içinde çırpınan kimse gibidir. İbn' Mes'ûcİ da der ki: Şayet müezzin olsaydım haccetmemiş, umre yapma­mış, Allah yolunda cihâd etmemiş olmama aldırmazdım. Ömer İbn Hat-tâb da der ki: Şayet müezzin olsaydım işim kemâle ererdi ve geceleyin ibâdete kalkmamış, gündüz oruç tutmamış olmama önem vermezdim. Allah Rasûlü (s.a.)nün üç kere: Ey Allah'ım, müezzinleri bağışla, bu­yurduğunu işittim de ben: Ey Allah'ın elçisi, bizi bıraktın. Halbuki biz ezandan daha güç olanını yapıyoruz, kılıçlarla savaşıyoruz, dedim. Al­lah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: Hayır, ey Ömer! İnsanlara öyle bir za­man gelecek ki ezanı zayıflarına bırakacaklar. Allah'ın ateşe haram kıl­dığı cesedler müezzinlerin cesedleridir. Hz. Âişe der ki: ((Muhakkak ki ben müslümanlardanım, diyerek sâlih amel işleyen ve Allah'a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır?» âyeti onlar (müezzinler) hak­kındadır. Müezzin «Haydin namaza» dediği zaman Allah'a çağırmış olur. İbn Ömer Ve İkrime de âyetin müezzinler hakkında nazil olduğu­nu söylemişlerdir.

Beğavî'nin zikrettiğine göre Ebu Ümâme. el-Bâhilî (r.a.) «Sâlih amel işleyen...» âyeti hakkında der ki: Burada ezan ile kamet arasın­da kılınan iki rek'ât namaz kasdedilmektedir. Sonra Beğavî burada Ab­dullah İbn Muğaffel hadîsini zikreder ki, bu hadîste Allah Rasûlü (s.a.): Her iki ezan arasında namaz vardır, buyurmuş, üçüncüsünde de: Dile­yenler için, diye eklemiştir. Bunu hadîs imamlarından bir grup kitap­larında Abdullah İbn Büreyde kanalıyla Abdullah İbn Muğaffel'den rivayetle tahrîc etmişlerdir. Yine Beğavî burada Sevrî kanalıyla... Enes İbn Mâlik (r.a.)den rivayet edilen bir hadîsi de serdeder. Sevrî: Öyle sanıyorum ki Enes hadîsi Hz. Peygamber (s.a.) e ulaştırmıştır, der. Bu­na göre Allah Rasûlü (s.a.): Ezan ile kamet arasında yapılan duâ geri çevrilmez, buyurmuştur. Bu hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî de Ge-ce-gündüz babında Sevrî kanalıyla rivayet etmişlerdir. Tirmizî, hadîsin hasen olduğunu söyler. Yine Neseî hadîsi Süleyman et-Teymî kanalıyla Enes'ten rivayet etmiştir.

Sahîh olan ise, bu âyetin müezzinler ve başkalan hakkında umû­mî oluşudur. Âyet nazil olduğu sırada ezan henüz meşru' kılınmış de­ğildi. Zîrâ âyet Mekke'de nazil olmuştur. Ezan ise hicretten sonra Me-dîne'de meşru kılınmıştır. Abdullah İbn Zeyd İbn Abd Rabbih el-An-sârî'ye rü'yâsmda ezan gösterilmiş ve o da gelip Allah Rasûlü (s.a.) ne anlatmış, bunun üzerine Allah Rasûlü bu kelimeleri Bilâl'e öğretmesi­ni emretmiştir, Zîrâ Bilâl'in sesi ondan daha gür idi. Nitekim bu, ye­rinde genişçe açıklanmıştır. O halde sahîh olan, âyetin umûmî olma­sıdır. Abdürrezzâk'm Ma'mer'den, onun da Hasan el-Basrî'den rivaye­tine göre o, «Sâlih amel işleyen ve Allah'a çağıran kimseden daha gü­zel sözlü kim vardır?» âyetini okumuş ve şöyle demiştir: Bu; Allah'ın sevgilisidir, Allah'ın dostudur, Allah'ın seçkin kuludur, Allah'ın en ha­yırlı kuludur. Allah'a yeryüzü halkının en sevgili olanıdır. Allah'ın da­vetine icabet etmiş, insanlan da kendisinin icabet etmiş olduğu Allah'ın davetine çağırmış, icabet etmesi ile beraber sâlih ameller de işlemiş, şüphesiz ben müslümanlardanım, demiştir. İşte bu kimse Allah'ın halî-fesidir.

«İyilikle kötülük bir olmaz.» İkisi arasında büyük bir fark vardır. «Sen, fenalığı en iyi şekilde sav.» Sana kötülük yapan kimseyi ona iyi­lik yaparak kendinden savıp uzaklaştır. Hz. Ömer şöyle dermiş: Senin hakkında Allah'a karşı geleni Allah'a itaat etmekten daha iyi bir şeyle cezalandıramazsın.

«O zaman göreceksin ki seninle arasında düşmanlık bulunan kişi bile yakın bir dost (arkadaş) gibi oluvermiştir.» Sana kötülük yapana iyilik ettiğin zaman bu iyilik onu senin için dostluğa, sevgiye, şefkate itecektir. Neticede o senin yakın, sıcak bir dostun gibi olacak, sana şef­kat göstermede, iyilik etmede senin bir akraban gibi oluverecektir.

«Bu, ancak sabredenlere vergidir.» Bu tavsiyeyi ancak bu durum­lara sabreden kimse kabul edip gereği ile amel eder. Zîrâ bu nefislere ağır gelir. «Ve buna ancak o büyük hazzı tadanlar; (dünyada ve âhi-rette en bol ve geniş mutluluğa sahip olanlar) kavuşturulur.» Bu âye­tin tefsirinde İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha der ki: Allah Teâlâ inananlara öfke anında sabrı, bilgisizlik'karşısında yumuşak dav­ranmayı, kötülük yapılması halinde affı emrediyor. Bunları yaptıkları takdirde Allah Teâlâ onları şeytândan korur ve sanki yakın bir dostu imiş gibi düşmanları kendilerine boyun eğer.

«Şeytân seni bir vesvese ile dürtecek olursa, Allah'a sığın.» İnsan­dan şeytânlar belki kendilerine yapılacak iyiliğe aldamp kanabilir. Ama cinden şeytânlar insana vesvese verdikleri zaman onu insana mu­sallat kılan yaratıcısına sığınmaktan başka hiç bir çâre yoktur. Sen Allah?a sığınıp iltica ettiğin zaman, Allah Teâlâ onun kötülüğünü sen­den men'eder ve hilesini geri çevirir. Allah Rasûlü (s.a.) namaza dur­duğu zaman şöyle duâ edermiş: Taşlanmış şeytândan, onun dürtmesin­den ve üfürmesinden Semi' ve Alîm olan Allah'a sığınırım. Daha önce de belirttiğimiz üzere bu makamın Kur'ân'da benzeri sâdece A'râf sü­resindeki «Sen; affı tut, ma'rûfu emret ve câhillerden yüz çevir. Şey­tân seni dürtecek olursa; hemen Allah'a sığın. Çünkü O, gerçekten Se-mî'dir, Alîm'dir.» (A'râf, 199-200) âyeti ile Mü'nünûn süresindeki: «Sen, kötülüğü en güzel ile sav. Onların nitelendirmekte olduklarını Biz çok daha iyi biliriz. Ve de ki: Rabbım, şeytânların kışkırtmalarından Sana sığınırım. Rabbım, onların huzurunda bulunmalarından Sana sığını­rım.»  (Mü'minûn,. 96-98)  âyetlerindedir.[9]

 

37  — Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerinden-dir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer O'na ibâdet etmek isteyen kimselerseniz, bunları yaratmış olan Allah'a secde edin.

38  — Eğer büyüklük taslarlarsa, bilsinler ki; Rabbının nezdinde bulunanlar gece gündüz O'nu tesbîh eder durur­lar ve onlar hiç usanmazlar.

39  — O'nun âyetlerinden biri de, kupkuru   gördüğün yeryüzünün Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçip kabarmasıdır. Ona can veren Allah, elbette ölüleri de diril­tir. Muhakkak ki O, her şeye kadirdir.

 

Allah Teâlâ, burada yaratıklarına yüce kudretini bildiriyor. Şüphe­siz O'nun benzeri yoktur ve O, dilediğine güç yetirendir. Şöyle buyu­rur: «Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir.» Geceyi ka­ranlığı ile, gündüzü aydınlığı ile yaratmış olan O'dur. Onlar birbirine girmeksizin sürekli birbirlerini ta'kîb ederler. Güneşin ışığını, parlaklı­ğını, ayın ziyasını yaratan O'dur. Gece ve gündüzün, cum'alann, ayla­rın ve yılların ölçüleri bilinsin, hakların başlangıç ve bitişleri, ibâdet ve muamelâtın vakitleri; güneşin ve ayın seyrindeki değişmelerle bilinsin diye güneşe ve aya gökte muhtelif yörüngeler ve yerler takdir buyuran da O'dur.

Ulvî ve Süflî âlemde görünen gök cisimlerinin en güzeli güneş ve ay olduğu, bu ikisi de Allah'ın yaratıkları arasında bulunup O'nun hâkimi­yeti ve gâlibiyyeti altında olduğuna işaretle şöyle buyuruyor: «Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer O'na ibâdet etmek isteyen kimselerseniz, bunları yaratmış olan Allah'a secde edin.» Allah'a ortak koşmayın. Al­lah'tan başkasına ibâdet etmenizle birlikte Allah'a tapınmanız size hiç bir fayda vermez. Zîrâ O, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bu sebepledir ki şöyle buyurur: «Eğer (ibâdeti yegâne Allah'a tahsîs etmek­ten) büyüklük taslarlarsa, (O'na bir başkasıyla ortak koşmakta dire­tirlerse) bilsinler ki; Rabbının nezdinde bulunanlar (melekler) gece gündüz O'nu tesbîh eder dururlar ve onlar hiç usanmazlar.» Başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyrulur: «Şimdi bunlar, onları tanımayıp da küfrederlerse; Biz, onu inkâr etmeyen bir kavmi buna vekîl kılmışızdır.» (En'âm, 89).

: Hafız Ebu Ya*lâ'mn, Süfyân İbn Vekf kanalıyla... Câbir İbn Ab-dullah'dan rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Ge­ceye, gündüze, güneşe, aya ve rüzgârlara sövmeyiniz. Zîrâ onlar (rüz­gârlar) bir kavme rahmet olarak, başka bir kavme ise azâb olarak gön-. derilirler.

«(Allah'ın ölüleri diriltmeye'kadir olduğuna dâir) O'nun âyetlerin­den biri de kupkuru, (üzerinde hiç bir bitki olmayan, ölü olarak) gör­düğün yeryüzünün Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçip ka­barması (çeşitli güzel ekinler ve meyveler çıkarması)dır. Ona can ve­ren Allah, elbette ölüleri de diriltir. Muhakkak ki O, her şeye kadirdir.»[10]

 

40  — Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğrili­ğe sapanlar, bize gizli değillerdir. Ateşe atılan mı, yoksa kıyamet günü güven   içinde olan mı daha iyidir?   Diledi­ğinizi yapın. Doğrusu O, yaptıklarınızı görendir.

41  — Kendilerine zikir gelince onlar onu inkâr etmiş­lerdir. Halbuki o, aziz bir kitabdır.

42 — Önünden de,   ardından da bâtıl   sokulamaz. O; Hakim, Hamîd katından indirilmedir.

43  — Senin için söylenenler,   mutlaka senden   önceki peygamberler için de söylenmiştir. Elbette ki Rabbm, hem mağfiret sahibidir, hem de elim bir azâb sahibidir.

 

«Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar...» âyetindeki fiilini İbn Abbâs sözün, konulması gerektiği yerden bir başka yere konulması ile izah etmiştir. Katâde ve başkaları ise bunu küfür ve inâd ile açıklarlar.. «Böyleleri bize gizli değillerdir.» âyetinde şiddetli bir tehdîd ve vaîd vardır. Şüphesiz ki Allah Teâlâ âyet­leri, isimleri ve sıfatları hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanla­rı en iyi bilendir ve bu yüzden onları azâbıyla cezalandıracaktır. Bu se­bepledir ki: «Ateşe atılan mı, yoksa kıyamet günü güven içinde olan mı daha iyidir?» Bu ikisi birbirine eşit olur mu? Elbette eşit değiller­dir, buyurmuştur. Sonra Allah Teâlâ yine kâfirleri tehdîdle: «Dilediği­nizi yapın.» buyurur. Mücâhid, Dahhâk ve Ata el-Horasânî âyeti şöyle açıklıyorlar: «(Hayır olsun şer olsun) dilediğinizi yapın.» âyeti bir teh-dîddir. Bu sebepledir ki: «Doğrusu O, yaptıklarınızı görendir.» buyur­muştur.

«Kendilerine zikir gelince onlar, onu inkâr etmişlerdir.» âyetindeki zikir; Dahhâk, Süddî ve Katâde'nin söylediğine göre Kur'ân'dır. «Hal­buki o, azız bir kitâbdır.» Çevresi muhkem ve güçlüdür. Hiç kimse­nin onun bir benzerini getirmeye gücü yetmez. «Önünden de, ardından da bâtıl sokulamaz.» Bâtılın ona ulaşmaya yolu yoktur. Zîrâ o, âlem­lerin Rabbmdan indirilmedir. «O; (sözlerinde ve fiillerinde) Hakîm, (emir ve yasaklarında) Hamîd (övülmüş olan Allah) katından indiril­medir.» Şüphesiz O'nun bütün emir ve yasaklarının sonuçları ve ga­yeleri övülmüşür.

«Senin için söylenenler, mutlaka senden önceki peygamberler için de söylenmiştir.» Katâde, Süddî ve başkaları şöyle diyorlar: Yalanlama sadedinde sana söylenenler, mutlaka senden Önceki rasûllere de söy­lenmiştir. Sen nasıl yalanlamışsan onlar da yalanlanmıştı. Onlar nasıl kavimlerinin kendilerine eziyyet etmelerine sabrettilerse, sen de kav­minin eziyyetine sabret. İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim de bu açıklamayı naklederek tercih etmişler, başka bir açıklama da nakletmemişlerdir.

«Elbette ki Rabbın, (kendisine tevbe edenler için) hem, mağfiret sahibidir hem (küfür, azgınlık, inâd, ayrılık ve muhalefette devam edenler için) de elîm bir azâb sahibidir.» İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Saîd İbn Müseyyeb'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir; «Elbette ki Rabbın, mağfiret sahibidir.» âyeti nazil olduğunda Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: Şayet Allah'ın bağışlaması ve günâhlar­dan vaz geçmesi olmasaydı, hayat hiç kimseye hoş olmazdı. Tehdidi ve azabı da olmasaydı herkes (yaptıklarına ve nefsine) güvenir, dayanır­dı.[11]

 

44  — Biz onu yabancı bir dil ile ortaya koysaydık di­yeceklerdi ki: Âyetleri tafsilâtlı olarak   açıklanmalı değil miydi? Hem yabancı, hem de Araba mı hitâb etmektedir? De ki: îmân edenler için hidâyet ve şifâdır. imân etmemiş olanların kulaklarında ise bir ağırlık vardır ve bu, onlara kapalıdır. Sanki onlara uzaik bir mesafeden sesleniyorlar da anlamıyorlar.

45  — Andolsun ki Biz, Musa'ya kitâb vermiştik de onda ihtilâfa düşülmüştü. Şayet Rabbından bir sözı geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Muhakkak ki onlar, bundan şüphe ve endîşe içindedirler.

 

Allah Teâlâ önce Kur'ân'ın fesahat ve belagatına, lafzı ve anlamı­nın pekiştirilmiş olduğuna, bununla birlikte müşriklerin ona îmân et­mediğine işaretten sonra müşriklerin onu inkâr etmelerinin sâdece bir inâd ve azgınlık yüzünden olduğuna dikkati çeker. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyrulur; «Biz onu Arapça bilmeyen kimse­lerden birine indirseydik ve o, bunu onlara okusaydı, yine de ona ina­nanlardan olmazlardı.)) (Şuarâ, 198-199). Aynı şekilde Kur'ân, yabancı bir dille indirilmiş olsaydı, onlar yine azgınlık ve inâdla şöyle derlerdi: «Âyetleri tafsilâtlı olarak açıklanmalı değil miydi? Hem yabancı, hem de Araba mı hitâb etmektedir?» Kur'ân Arap diliyle tafsilâtlı olarak indirilmiş olmalı değil miydi? deyip bunu inkârla: Hem yabancı, hem de Araba mı hitâb etmektedir? Yabancı bir söz onu anlamayacak Arap bir muhataba nasıl indirilebilir? diyeceklerdi. Bu açıklama mânâ ola­rak İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Süddî ve başkaların­dan da rivayet edilmiştir. «Âyetleri tafsilâtlı olarak açıklarimah d$ğil miydi? Hem yabancı, hem de Araba mi hitâb etmektedir?» âyetinden maksadın şöyle olduğu da söylenmiştir: Keşke onun bir kısmı yabancı dille, diğer bir kısmı da Arapça olarak indirilmiş olsaydı. Bu açıklama Hasan el-Basrî'ye aittir. O, âyeti kelimesini başında soru edatı olmaksızın okurmuş. Saîd îbn Cübeyr'den gelen rivayetlerden birisi de böyledir. Bu şekliyle âyet, inâdlaşmayı daha belîğ bir şekilde ifâde etmektedir.

«(Ey Muhammed) de ki: (Bu Kur'ân) îmân edenler (in kalbleri) için hidâyet ve (gönüllerindeki şüpheler için de bir) şifâdır. îmân et­memiş olanların kulaklarında ise bir ağırlık vardır.» Onda olan şeyleri anlamazlar. «Ve bu; onlara kapalıdır. (Ondaki beyâna ulaşamazlar.)» Başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyrulur: «Kur'ân'da mü'minler için rahmet ve şifâ olanı indiririz. Zâlimler için ise ancak hüsranı arttı­rır.» (İsrâ, 82). «Sanki onlara uzak bir mesafeden —Mücâhid'in dedi­ğine göre kalelerine uzak bir mesafeden— sesleniliyor da anlamıyorlar.» İbn Cerîr der ki: Sanki onlara hitâb eden kendilerine uzak bir yerden seslenip hitâb ediyor da onun söylediğini anlamıyorlar. Ben de derim ki: Bu, Allah Teâlâ'nm şu kavli gibidir: «Küfredenleri (hakka) çağıran kimsenin misâli; bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan (hayvan­lar) a haykıranınki gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akledemezler.» (Bakara, 171). Dahhâk der ki: Kıyamet günü onlara isimlerinin en çirkini ile seslenilecektir. Süddî şöyle anlatıyor: Ömer îbn Hattâb bir gün müslümanlardan kadılık yapmakta olan birisinin yanında oturuyordu. O kişi birden: Buyur, dedi. Hz. Ömer: Niçin bu­yur, dedin? Birisini mi gördün? Yoksa seni birisi mi çağırdı? diye sordu da, o kişi: Beni denizlerin ardından birisi çağırdı, diye cevab verdi. Hz. Ömer: Onlara uzak bir mesafeden sesleniliyor, dedi. Bu haberi îbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

«Andolsun ki Biz, Musa'ya kitâb vermiştik de onda ihtilâfa düşül­müştü. (O, yalanlanmış ve kendisine eziyyet edilmişti.)» «Peygamber­lerden azîm sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret.» (Ahkâf, 35) «Şayet (hesabın kıyamet gününe geciktirilmesine dâir) Rabbından bir söz vermiş olmasaydı, aralarında (iş olup bitmiş, onlara azâb çabuklaş­tırılmış olurdu.) hüküm verilirdi.» Aksine onlar için belirtilmiş bir sü­re vardır ve işte o zaman sığınacak bir yer bulamayacaklardır. «Mu­hakkak ki onlar, bundan şüphe ve endîşe içindedirler.» Onların bunu yalanlamaları, söylediklerine dâir yanlarında bir delil olmasından ötü­rü değildir. Aksine onlar, söylediklerinde şüphe içindedirler. İçinde bu­lundukları durum hakkında kesin bilgileri yoktur. Ayetin bu şekilde açıklanması İbn Cerîr'e aittir ve âyet bu anlama muhtemeldir. En doğ­rusunu Allah bilir.[12]

 

46  — Kim sâlih amel işlerse, kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa, kendi aleyhinedir. Ve Rabbın, kullarına zulmedici değildir.

47  — Kıyamet saatinin bilgisi ancak O'na aittir. O'nun ilmi olmadıkça hiç bir meyve tomurcuklarından çıkmaz. Hiç bir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Onlara: Nerede Be­nim ortaklarım? diye seslendiği gün; derler ki: Bizden hiç bir şâhid olmadığını Sana arzederiz.

48  — Önceden   taptıkları şeyler onlardan    uzaklaşıp gitmiştir. Ve kendilerinin kaçacak yerleri olmadığını anla­mışlardır.

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «Kim sâlih amel işlerse, kendi lehinedir.» Bunun faydası yine ancak kendisine döner. «Kim de kötülük yaparsa, kendi aleyhinedir.» Bunun vebali de yine sâdece kendisine döner. «Ve Rabbın, kullarına zulmedici değildir.» Hiç kimseyi bir günâhı olmaksı­zın muaheze edip cezalandırmaz. Bir kimseye, ancak aleyhine hüccet konulduktan ve peygamber gönderdikten sonra azâb eder.

«Kıyamet saatinin bilgisi ancak O'na aittir. (Onun dışında bunu hiç kimse bilmez.)» Nitekim beşerin efendisi Allah Rasûlü (s.a.), me­leklerin büyüklerinden olan Cibril kendisine kıyameti sorduğu zaman: Sorulan sorandan daha bilgili değildir, diye cevab vermişti. Nitekim Al­lah Teâlâ başka âyetlerde de şöyle buyurur: «Onun bilgisi ancak Rab-bına aittir." (Nâziât, 44), «Onun vaktini kendisinden başkası açıklaya-maz.»(  A'râf,   187).

«O'nun ilmi olmadıkça hiç bir meyve tomurcuklarından çıkmaz. Hiç bir (iişi gebe kalmaz ve doğurmaz.» Bütün bunlar O'nun ilmi ile­dir. Yerde ve gökte zerre ağırlığı bile O'nun ilmine gizli kalmaz.» Bir yaprak düşmez ki; onu bilmesin.» (En'âm, 59), «Allah; her dişinin ne­yi yüklendiğini ve rahimlerin neyi eksiltip arttırdığım bilir. O'nun ka­tında her şey bir Ölçüye göredir.» (Ra'd, 8), «Bir ömürlünün çok yaşa­ması ve ömrünün azalması ancak kitaptadır. Muhakkak ki bu, Allah'a pek kolaydır.»   (Fâtır,   11).

Allah Teâlâ kıyamet günü bütün yaratıkların huzurunda müşrik­lere: «Nerede benim (ile beraber kendilerine tapınmış olduğunuz) or­taklarım? diye seslendiği gün; derler ki: Bizden hiç bir şâhid olmadı­ğını Sana arzederiz. (Bugün bizden hiç kimse Seninle beraber bir or­tak olduğuna şehâdet edecek değildir.) Önceden taptıkları şeyler on­lardan uzaklaşıp gitmiş (onlara fayda vermemiş) tir.» Kıyamet günü müşrikler, Allah'ın azabından kaçacak yerleri olmadığım kesin olarak anlamışlardır. Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buyurur: «Suçlular ateşi görünce ona düşeceklerini anlarlar, ama ondan kaça­cak yer bulamazlar.»   (Kehf, 53).[13]

 

49  — İnsan hayır istemekten   usanmaz da, kendisine bir kötülük gelince ümitsizliğe düşer, me'yûs olur.

50  — Oysa ona dokunan bir sıkıntıdan sonra kendisi­ne katımızdan bir rahmet tattırırsak; muhakkak: Bu, be­nim hakkımdır, kıyametin kopacağını sanmıyorum. Rab-bıma döndürülürsem,   muhakkak ki O'nun nezdinde de güzel şeyler bulacağım, der. Andolsun ki Biz, küfredenlere yaptıklarını muhakkak bildireceğiz.   Ve andolsun ki Biz onlara muhakkak ağır bir azâb tattıracağız.

51 — İnsana nimet verdiğimiz zamanda yüz çevirir, yan çizer. Başına bir fenalık gelince de uzun uzun yalvarır.

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmelerde buyuruyor ki: İnsan Rabbından hayır, mal, beden sıhhati ve benzeri şeyleri istemekten usanmaz. Başı­na belâ ve fakirlik gibi bir kötülük gelince ümitsizliğe düşer, me'yûs olur. Kafasına bundan sonra hiç bir hayra nail olamayacağı fikri yer­leşir. «Oysa ona dokunan bir sıkıntı (ve şiddet) dan sonra kendisine ka­tımızdan bir rahmet tattırırsak (bir hayra ve rızka kavuşursa) mu­hakkak: Bu, benim hakkımdır. (Rabbım katında elbette ben buna müstehak olmuşumdur). Kıyametin kopacağını sanmıyorum.» diyerek kı­yametin kopacağını inkâr eder. Kendisine nimet verildiği için övünür, şımanr ve küfre düşer. Allah Teâlâ bu anlamda olmak üzere başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Ama insanoğlu kendisini müstağni sayarak azgınlık eder.»  (Alâk, 6-7).

«Rabbıma döndürülürsem muhakkak ki O'nun nezdinde de güzel şeyler bulacağım.» Şayet ortada âhiret diye bir şey var ise elbette Rab-bım bana bu dünya yurdunda ihsanda bulunduğu gibi yine ve mutlaka ihsan edecek, iyi davranacaktır, diyerek kötü ameli ve yakînsizliğine rağmen Allah hakkında temennide bulunur. Allah Teâlâ da: «Andol-sun ki Biz, küfredenlere yaptıklarını muhakkak bildireceğiz. Ve andol-sun ki Biz onlara muhakkak ağır bir azâb tattıracağız.» buyurarak ame­li ve inancı böyle olan kişileri azâb ile tehdîd buyurur.

«İnsana nimet verdiğimiz zaman da yüz çevirir, yan çizer.» Allah'a itâattan yüz çevirir ve büyüklenerek Allah'ın emirlerine bağlanıp bo­yun eğmez. «Firavun erkânı ile birlikte yüz çevirdi.» (Zâriyât, 39). «Ba­şına bir fenalık (bir sıkıntı) gelince de uzun uzun yalvarır.» Bir tek şey için uzun uzadıya istekte bulunur. Âyette geçen lafzı; uzun fakat anlamı az olan sözler hakkında kullanılır. Vecîz ise bunun aksi olup lafız itibarıyla az, delâlet yönüyle zengin olan söze verilen bir sıfattır. Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle bu­yurur: «İnsan bir sıkıntıya düşünce; yan gelip yattığı, oturduğu veya ayakta bulunduğu anlarda Bize yalvarıp yakanr. Biz, sıkıntısını gide-rince de; karşılaştığı sıkıntıdan ötürü Bize hiç yalvarmamışa döner.» (Yûnus, 12).[14]

 

52  — De ki: Şayet o, Allah katından  gelmiş ve siz de onu inkâr etmişseniz söyleyin bana; derin bir   çıkmazda bulunan kimseden daha sapık kim vardır?,

53  — Onun hak olduğunu anlayıncaya kadar âyetleri­mizi onlara hem dış dünyada, hem de kendi içlerinde gös-tereceğiz. Rabbmm her şeye şâhid olması yetmez mi?

54 — İyi bilin ki onlar, Rablarma kavuşmaktan şüphe­dedirler. Dikkat edin muhakkak ki Allah, her şeyi çepeçev­re kuşatandır.

 

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmelerde de şöyle buyurur: Ey Muhammed, şu Kur'ân'ı yalanlayan müşriklere de ki: «Şayet o, (Kur'ân). Allah ka­tından gelmiş siz de onu inkâr etmişseniz onu rasûlüne indiren katın­da halinizi acaba nasıl görüyorsunuz? Söyleyin bana; derin bir çıkmaz­da (küfürde, inâdda, haktan ayrılıkta ve hidâyetten uzak bir yolda) bulunan kimseden daha sapık kim vardır?»

«Onun (Kur'ân'm) hak (Allah katından indirilmiş bir gerçek) ol­duğunu anlayıncaya kadar (onlara Kur'ân'm Allah katından Rasûlü (s.a.)ne indirilen bir gerçek olduğuna delâlet eden delillerimizi, hüccet­lerimizi,) âyetlerimizi onlara hem dış dünyada göstereceğiz.» Bu âyet­ler, İslâm fütuhatı ve İslâm'ın bütün iklimlere ve diğer dinlere üstün gelmesidir. Mücâhid, Hasan el-Basrî ve Süddî, «Onlara kendi içlerinde gösterilecek âyetler»i şöyle açıklarlar: Bunlar Bedir olayı, Mekke'nin fet­hi ve Allah Teâlâ'nın Muhammed ve ashabına yardım ettiği, bâtılı ve taraftarlarım yalnız bıraktığı onların başlarına gelen benzer olaylardır. Onlara iç dünyalarından gösterilecek olan âyetlerden maksadın, insa­nın mürekkeb olduğu şeyler, insandaki maddeler, karışımlar ve garîb durumlar ile hey'etlerin olması da muhtemeldir. Nitekim yaratıcı Al­lah Teâlâ'nın hikmetine delâlet eden teşrih ilminde bu genişçe anlatıl­maktadır. Ayrıca bu âyetler; insanda yaratılışından bulunan birbirine zıd güzellik, çirkinlik ve benzeri huyların, insanın kendi güç, kuvvet ve kâbiliyyetleri üstesinden gelemeyeceği güçler altında kendi bedeninde tasarruf sahibi olması, sakınması ile bu güçlerden kurtulamaması ve onları yenememesi de olabilir.

(...)

«Rabbının her şeye şâhid olması yetmez mi?» Kullarının sözlerine ve işlerine şâhid olarak Allah yeter. O, Muhammed'in, Allah'tan getirip haber verdiklerinde doğru olduğuna şehâdet etmektedir. Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurur: «Lâkin Allah, sana indirdi­ğine şahidlik eder ki; onu bilerek indirmiştir. Melekler de şahidlik eder­ler.»   (Nisa,   166).

«İyi bilin ki onlar, Rablarına kavuşmaktan (ve kıyametin kopaca­ğından) şüphededirler.» Bu sebeple O'nu düşünmemekte, O'nun için amel etmemekte ve O'ndan sakınmamaktadırlar. Aksine kıyametin kop­ması onlara göre boştur ve önemsenmeyecek bir şeydir. Halbuki o, mutlaka meydana gelecektir. İbn Ebu Dünyâ der ki: Bize Ahmed İbn İb­rahim'in... Abdullah İbn Muhammed İbn Saîd'den rivayetine göre; Ömer İbn Abdülazîz minbere çıkmış, Allah'a hamd ü senadan sonra şöyle demiş: Ey insanlar, ben hakkınızda kendiliğimden uydurduğum bir iş ve durum için sizi toplamış değilim. Fakat ben, şu gideceğiniz du­rum hakkında düşündüm ve anladım ki bu durumu (âhireti) doğrula­yan ahmaktır, onu yalanlayan ise helak olmuştur, deyip minberden in­miş. Ömer İbn Abdülazîz'in: Onu doğrulayan ahmaktır, sözünün anla­mı şudur: Elbette böylesi bir şey için amel edilmez, ondan sakınılmaz, ondan çekinilmez. Bununla birlikte kişi onu doğruluyor, meydana ge­leceğine kesin olarak inanıyor ama bu inancıyla birlikte eğlenmesinde, gafletinde, şehvet ve günâhlarında devam ediyorsa, bu takdirde o ah­maktır. Arap dilinde ahmağın anlamı aklı zayıf olan demektir. Onu ya­lanlayan ise helak olmuştur, sözü ise açıktır. En doğrusunu Allah bilir. Son olarak da Allah Teâlâ her şeye kadir olduğunu, her şeyi çepe­çevre kuşatmış olduğunu, kıyametin O'nun katında ve O'na kolay ol­duğunu beyânla şöyle buyurur: «Dikkat edin, muhakkak ki Allah, her şeyi çepeçevre kuşatandır.» Bütün yaratıklar O'nun kahr u galebesi, al­tında, kudret elinde, ilmi ile kuşatılmış durumdadır. O, bütün bunlarda hükmü ile tasarruf sahibidir. O'nun dilediği olur, dilemediği ise olmaz.[15]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7025-7029

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7029-7031

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7031-7035

[4] Bekir Karlığa , Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7046-7047

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7048-7050

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7051-7054

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7055-7057

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7057-7061

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7062-7064

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7065-7066

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7066-7067

[12] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7068-7069

[13] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7070-7071

[14] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7071-7072

[15] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7073-7074

Free Web Hosting