ZÂRÎYAT SÛRESİ2

Yükünü Yüklenenler2

Cennetler ve Çeşmeler3

İzâhı5

İbrahim'in Müsâfirleri6

Mûsâ ve Firavun. 7

Göğü Biz Kurduk. 8


ZÂRÎYAT SÛRESİ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

1  — Esip savuranlara.

2  — Yükünü yüklenenlere,

3  — Kolayca süzülenlere,

4  — İşi ayıranlara andolsun ki,

5  — Şüphesiz size yaadolunan elbette doğrudur.

6  — Şüphesiz ceza elbet vukû'bulacaktır.

7  — Hareli yollara sahip göğe andolsun ki;

8  — Şüphesiz siz, ihtilaflı bir sözdesiniz.

9  — Ondan döndürülen kimseler döndürülür.

10  — Kahrolsun o koyu yalancılar.

11  — Ki onlar; koyu bir cehalet içerisinde kalmış gafil­lerdir.

12 — Din günü ne zaman? diye sorarlar.

13  — O, kendilerinin ateşe sokulacakları gündür.

14  — Tadın azabınızı, işte acele istediğiniz bu idi.

 

Yükünü Yüklenenler

 

Şu'be İbn Haccâc'ın Semmâk kanalıyla... Hz. Ali İbn Ebu Tâlib'den rivayetine göre o, Kûfe'de minbere çıkmış ve: Bana Allah'ın kitabından hangi âyeti, Râsûlullah'ın hangi sünnetini sorarsanız size onu haber veririm, demişti. İbn Kevâ kalkıp: Ey mü'minlerin emîri, Allah Teâlâ'-nın «Esip savuranlara.» kavlinin manâsı nedir? diye sordu. Hz. Ali: Rüzgârdır, dedi. Onun «Yükünü yüklenenlere.» kavlinin anlamı nedir? sorusuna: Buluttur, cevabını verdi. «Kolayca süzülenlere.» âyetinin an­lamı nedir? sorusuna: Gemilerdir, cevabını verdi. Yine onun «İşi ayı­ranlara.» kavlinin anlamı nedir? sorusuna da: Meleklerdir, cevabını verdi. Bu hususta bir de merfû' hadîs rivayet edilir ki Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr'ın îbrâhîm İbn Hânî kanalıyla... Saîd İbn Müseyyeb'den ri­vayetine göre o, şöyle anlatıyor: Sabîğ et-Tenıîmî, Ömer İbn Hattâb'a geldi ve: Ey Mü'minlerin emîri, bana esip savuranları haber ver, dedi. Hz. Ömer: Onlar rüzgârlardır. Şayet bunu Allah Rasûlü (s.a.)nün söy­lediğini işitmiş olmasaydım söylemezdim, dedi. Sabîğ: «İşi ayıranların bana haber ver, dedi. Hz. Ömer: Bunlar meleklerdir. Şayet bunu Allah .Rasûlü (s.a.)nün söylediğini işitmiş olmasaydım söylemezdim, dedi. Sa­bîğ: Bana: «Kolayca süzülenleri haber ver, dedi. Hz. Ömer: Onlar ge­milerdir. Şayet bunu Allah Rasûlü (s.a.)nün söylediğini işitmiş olmasay­dım söylemezdim, dedi ve ona yüz sopa vurulmasını sonra da bir eve hapsedilmesini emretti. İyileşince tekrar ona yüz sopa vurdu ve bir semere yükleyip Ebu Mûsâ el-Eş'arî'ye: İnsanları onunla birlikte otur­maktan men'et diye yazdı. O bir süre bu durumda kaldı da sonunda Ebu Musa'ya gelerek daha önce içinde duymakta olduğu duyguları nef­sinde bulmadığına dâir ağır ağır yeminler etti. Bunun üzerine Ebu Mû­sâ da durumu Hz. Ömer'e yazdı ve Hz. Ömer'in: Öyle sanıyorum ki doğ­ru söylemiştir, cevabı üzerine insanlarla oturmakta serbest bıraktı. Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Hadisin râvîleri arasında bulunan Ebu Bekr İbn Ebu Sebre, yumuşak, Saîd İbn Selâm ise hadîs ashabından değildir. Ben de derim ki: Bu hadîsin Rasûlullah'a ulaştırılması zayıftır. Doğruya ya­kın görüneni ise onun Hz. Ömer üzerinde mevkuf olmasıdır. Sabîğ İbn Asel ile Hz. Ömer arasındaki geçen hâdise meşhurdur. Hz. Ömer'in onu dövmesi onda gördüğü inâd ve muhatabını zor durumda bırakma arzu­su olmalıdır. En doğrusunu Allah bilir. Hafız İbn Asâkir bu olayı Sa-bîğ'in hal tercemesinde uzunca anlatır. İbn Abbâs, İbn Ömer, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Hasan el-Basrî, Katâde, Süddî ve birçokları da âyetleri bu şekilde tefsîr etmişlerdir. îbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim bunun dışında bir açıklama nakletmemişlerdir. «Esip savuranlar» dan maksadın daha önce geçtiği üzere rüzgâr, «Yükünü yüklenenler» den maksadın daha önce geçtiği üzere bulut olduğu söylenmiştir. Çünkü o su yüklenmek­tedir. «Kolayca süzülenler»e gelince; daha önce de geçtiği üzere Cum-hûr'dan nakledilen meşhur görüş bunların, su üzerinde kolayca süzülen ve akıp giden gemiler olduğudur. Bazıları ise bunların, yörüngelerinde kolayca süzülen yıldızlar olduğunu söylemişlerdir. Böylece en aşağıdan en yüceye daha sonra da yüce olanına yükselme gerçekleşebilsin. Rüz­gârların üzerinde bulut, ondan da yukarda yıldızlar ve onların da üze­rinde işi ayıran melekler vardır. Onlar Allah'ın şer'î ve kevnî emirlerini indirirler. Bütün bunlar Allah'ın, âhiretin vukuuna dâir yeminleridir. Bu sebepledir ki şöyle buyurur: «Şüphesiz size vaadolunan elbette doğ­ru (bir haber) dur. Şüphesiz ceza (ve hesaba çekme) elbet vukû'bula-caktır.»

İbn Abbâs «Hareli yollara sahip göğe andolsun ki.» âyet-i kerîme'-sini: Kararlı, göz kamaştırıcı güzellikte göğe andolsun ki, şeklinde açık­lar. Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Ebu Mâlik, Ebu Salih, Süddî, Katâde, Atıyye el-Avfî, Rebî' îbn Enes ve başkaları da böyle söylemiş­lerdir. Dahhâk, Minhâl îbn Amr ve başkaları ise burayı şöyle açıklarlar: Rüzgâr su, kum ve ekinlere vurduğu zaman nasıl kıvrılır ve iç içe yol­lar oluşursa işte âyet-i kerîme'deki kelimesi gök için bu an­lamda kullanılmıştır. İbn Cerîr der ki: Bana Ya'kûb İbn İbrahim'in... Ebu Kılâbe'den, onun Allah Rasûlü (s.a.)nün ashâbmdan birisinden, rivayetine göre Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: Şüphesiz sizin ardınız­dan son derece yalancı ve dalâlete düşürücü olan vardır. Onun başı ar­kasından kıvırcık ve yol yoldur. Onun başının arkadan görünüşünü ifâdede Allah Rasûlünün kullanmış olduğu kelimesi ile, onun saçlarının yol yol kıvırcık oluşu anlatılmak istenmiştir. Ebu Salih bu kelimeyi şiddetle, Husayf sağlamlıkla açıklarken, Hasan İbn Ebu Hasan el-Basrî göğün yıldızlarla sağlamlaştırılmış olduğu açıklamasını getirir. Katâde'nin Salim İbn Ebu Ca'd kanalıyla... Abdullah îbn Amr'-dan rivayetine göre «Hareli yollara sahip göğe andolsun ki.» âyetinde yedinci gök kasdedilmektedir. Abdullah İbn Amr bu sözü ile sanki için­de sabit yıldızların bulunduğu göğü kasdetmektedir. En doğrusunu Al­lah bilir. Astronomi âlimlerinden çoğuna göre ise bu, yedinci göğün de üzerinde bulunan sekizinci felekdedir. En doğrusunu Allah bilir. Bütün bu sözler aslında bir tek şeye dönmektedir ki o da bu semânın son de­rece güzel oluşudur. Nitekim İbn Abbâs da böyle söylemiştir. Bu gök; güzelliğinden yüksektir, şeffaftır, sağlamdır, yapısı muhkemdir, geniş­tir, göz kamaştırıcı güzelliktedir. Sabit ve seyyare yıldızlarla, parlak yıldızlar, güneş ve ay ile süslenmiştir.

Allah Teâlâ: «Şüphesiz siz ihtilaflı bir sözdesiniz.» buyurur ki ej Allah'ın elçilerini yalanlayan müşrikler; şüphesiz siz toplanıp bir araya gelmeyen kararsız ve birbirine zıd bir söz üzerinesinizdir. Katâde dei ki: Şüphesiz sizler Kur'ân'ı doğrulayan ve yalanlayan sözler arasında ihtilaflı bir söz üzeresiniz.

«Ondan döndürülen kimseler döndürülür.» Bu ihtilaflı sözler an­cak sapıtmış olanların yanında değerli ve geçerlidir. Zîrâ batıl bir söz­dür ve ancak anlayışı olmayan, budala, gafil, sapıtmış ve döndürülmüş olanlar bu sözle dalâlete düşer, döndürülür ve bu söze boyun eğerek tâ­bi olur. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «Muhakkak ki sizler ve taptıklarınız O'na karşı hiç kimseyi fitneye sü­rükleyebilecek değilsiniz. Tabiî cehenneme girecek olan müstesna.» (Sâffât, 161-163).

İbn Abbâs ve Süddî, «Ondan döndürülen kimseler döndürülür.» âyet-i kerîme'sini: Sapıtmış olanlar ondan sapar, şeklinde; Mücâhid : Görüşü zayıflatılmış olanlar ondan çevrilip uzaklaştırılır, şeklinde; Ha­san el-Basrî de: Bu Kur'ân'dan onu yalanlayanlar döndürülüp çevrilir, şeklinde açıklamışlardır.

Mücâhid, «Kahrolsun o koyu yalancılar.» âyet-i kerîme'sindeki kelimesini: Yalancılar, şeklinde terceme eder. Bu; abese süresindeki «Cam çıksın o insanın, o ne nankördür.» (Abese, 17) kav­li gibidir. Bunlar biz yeniden diriltilmeyeceğiz diyen, buna inanmayan yalancılardır. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha «Kahrolsun o koyu yalancılar.» âyetinde: Şüpheye düşenlere lâ'net olsun, denilmek istendiğini söyler. Aynı şekilde hutbelerinde Muâz (r.a.) da: Şüpheye düşenler helak olmuştur, dermiş. Katâde de bunların gafil ve zanlara kapılan kimseler olduğunu söyler.

ibn Abbâs ve birçokları «Ki onlar, koyu bir cehalet içerisinde kal­mış gafillerdir.» âyetini şöyle açıklıyorlar: Onlar ki küfür, şüphe ve ko­yu bir cehalet içerisinde kalmış, gaflet içinde oyalanan kimselerdir. Onlar: «Din günü ne zaman? diye sorarlar.» Bu sözü bir yalanlama, inâd, şüphe ifadesi olarak, bir de uzak gördükleri için söylemektedir­ler. Allah Teâlâ da şöyle buyurur: «O, kendilerinin ateşe sokulacakları gündür.» İbn Abbâs, Mücâhid, Hasan ve birçokları, âyet-i kerîme'deki fiili hakkında şöyle diyorlar : Altının safiyeti ateşte de­nenip tecrübe edildiği gibi onlar-da (ateşe sokularak) azâb olunacak­lardır. Mücâhid, İkrime, İbrâhîm en-Nehaî, Zeyd îbn Eşlem ve Süfyân es-Sevrî gibi âlimlerin de içinde bulunduğu bir cemâat ise bu fiili; yakı­lacaklar, anlamına almışlardır.

«Tadın azabınızı» âyetini Mücâhid: Tadın yakılışımzı, şeklinde; bir başkası: Tadın azabınızı, şeklinde anlamıştır.    Onlara bir   azarlama, suçlama, hakaret ve küçültme olarak: «İşte acele   istediğiniz bu idi.» denilir.[1]

 

15 — Şüphesiz ki müttakîler, cennetlerde ve çeşmeler­dedirler.

16 — Rablarının kendilerine   verdiğini almış   olarak. Zîrâ onlar bundan önce de ihsan edenlerdi.

17 — Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı.

18 — Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.

19 — Onların mallarında yoksullar ve muhtaçlar için de bir hak vardır.

20 — Kesin olarak inananlar için yeryüzünde âyetler yandır.

21 — Kendi nefislerinizde de. Hâlâ görmez misiniz?

22 — Rızkınız da, size vaadolunan şeyler de semâdadır.

23 — Göğün ve yerin Rabbına andolsun ki; bu, sizin konuşmanız gibi kesin ve gerçektir.

 

Cennetler ve Çeşmeler

 

Allah Teâlâ, Zâtından korkan kimselerden haber vererek buyurur M: O bedbahtların içinde bulunduğu azâb, cezalandırma, ve bukağıların tenline onlar Allah'a dönecekleri günde cennetlerin ve pınarların baş-İftrîrida olacaklardır. İbn Cerîr, «Rablarının kendilerine verdiğini almış Olarak» kısmını şöyle açıklar: Allah'ın kendilerine emretmiş olduğu İtelan işlemiş kimseler olarak. «Zira onlar bundan önce de ihsan eden-lehft.V Yani farzlar kendilerine farz kılınmazdan önce de amellerinde İJft kimselerdi. İbn Cerîr, İbn Humeyd kanalıyla... îbn Abbâs'tan «Rab-lannın kendilerine verdiğini almış olarak.» âyeti hakkında rivayet eder Kİ o, şöyle demiştir: Rablarının kendilerine verdiği farzları almış olarak.

Onlar bu fazrlardan önce de iyi işler yaparlardı. Bu haberin isnadı za­yıftır ve İbn Abbâs'tan rivayeti sahîh değildir. Osman İbn Ebu Şeybe de bu haberi Muâviye İbn Hişâm kanalıyla... İbn Abbâs'tan zikretmiş­tir, îbn Cerîr'in bu tefsiri şüphelidir. Zîrâ âyetteki keli­mesi «Şüphesiz onlar cennetlerde ve çeşmelerdedirler.» kısmının hâl'i-dir. Allah'tan korkan kimseler cennet ve pınar başlarında olmaları ha­linde Rablarının kendilerine bahşetmiş olduğu nimetler, sevinçler, gü­zel hal ve durumlan almış olarak bulunacaklardır.

«Zîrâ onlar bundan önce de (dünya yurdunda) ihsan edenlerdi.» Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de: «Geçmiş günlerde pe-şînen işlediklerinize karşılık afiyetle yeyin ve için, denir.» (Hakka, 24) buyurur. Daha sonra Allah Teâlâ, onların iyi amellerini şu kavli ile be­yân buyuruyor: «Onlar, gecenin az bir kısmında uyurlardı.» Müfessirler bu âyetin tefsirinde iki görüş ileri sürerler:

1- fiilinin   başında   bulunan   edat    olumsuzluk edatıdır. Buna göre anlamı: Onların uyumadıkları vakit gecenin az bir kısmı idi, şeklindedir. İbn Abbâs der ki:  Onların üzerinden bir gece geçmişse onlar az bir şey de olsa mutlaka ondan alırlardı (uyurlardı.) Mutarrif İbn Abdullah'dan rivayetle Katâde şöyle der: Onların üzerin­den Allah için namaz kılmadıkları gecelerin geçtiği pek azdır. Onlar ya o gecenin evvelinde veya ortasında bir vakitte mutlaka namaz kılmış­lardır. Mücâhid: Teheccüd namazı kılmaksızın sabaha kadar uyuduk­ları geceler azdır, derken Katâde de aynı açıklamaya iştirak eder. Enes tbn Mâlik ve Ebu'l-Âliye derler ki: Onlar akşam ve yatsı arasında namaz kılarlardı. Ebu Ca'fer el-Bâkır da: Onlar yatsı namazı kılıncaya kadar uyumazlardı, der.

2- Bu fiilin başındaki edat fiillerin mânâsını niasdara çeviren edattır. Buna göre anlam: Onların geceleyin uyumaları az olurdu, şek­lindedir. İbn Cerîr bu açıklamayı tercih ediyor. Hasan el-Basrî «Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı.» âyetini şöyle açıklıyor: Onlar gece ibâdetine katlanırlar, gecenin çok az bir kısmında uyurlar, istekli olarak gece ibâdetini seher vaktine kadar uzatırlardı ki böylece istiğfarda bu­lunmaları seher vaktinde olurdu. Katâde'nin    rivayetine göre Ahmed İbn Kays, «Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı.» âyeti hakkında şöyle diyor: Onlar çok az uyurlardı, ben bu âyet-i kerîme'ye ehil olanlar­dan değilim. Hasan el-Basrî'nin rivayetine göre Ahmed îbn Kays şöyle dermiş: Amelimi cennetliklerin ameliyle karşılaştırdım. Bir de gördüm ki onlar, bizden çok çok farklılar. Onlar öyle bir kavim ki biz onların amellerine ulaşanlayız. Geceleyin çok az uyurlardı. Amelimi cehennem­liklerin ameliyle karşılaştırdım ve gördüm ki onlar kendilerinde hiç bir hayır olmayan, Allah'ın kitabını ve elçilerini yalanlayan, ölümden son­ra diriltilmeyi yalanlayan bir kavimdir. Derece itibarıyla bizim en hayırtılanınızdan Öyle bir kavim gördüm ki onlar sâlih amelleri kötü amel­lere karıştırmışlardır.

Abdurrahmân tbn Zeyd İbn Eslem'in naklettiğine göre Temîmo-ğullanndan birisi Übeyy'e: Ey Ebu Üsâme, ben ikimizde bulamadığım bir sıfat duydum. Allah öyle bir kavmi zikrediyor ki, onlar «Gecenin az bir kısmında uyurlarmış.» Allah'a yemîn ederim ki bizler (onların tâm tersine) gecenin çok az bir kısmında ibâdet ediyoruz, demişti. Übeyy ona dedi ki: Uykusu geldiği zaman uyayan, uyandığı zaman Allah'tan korkan kimseye ne mutlu.

Abdullah İbn Selâm der ki: Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye geldiğin­de insanlar hemen yamna koşuştular. Ben de onun yamna koşanlar içindeydim. Onun yüzünü gördüğümde anladım ki yüzü yalancı bi­risinin yüzü değildi. Ondan ilk işittiğim sözler şunlardır; Ey insanlar; yemek yedirin, akrabalarınıza gelip gidin, selâmı aranızda yayın, insan­lar uyurken geceleyin namaz kılın ki cennete selâmetle giresiniz. İmâm Ahmed'in Hasan İbn Mûsâ kanalıyla... Abdullah İbn Amr'dan rivaye­tine göre Allah Rasûlü (s.a.): Şüphesiz cennette öyle odalar vardır ki dışı içinden, içi dışından görülür, buyurmuştu. Ebu Mûsâ el-Eş'arî: Ey Allah'ın elçisi, bu odalar kimin içindir? diye sordu da Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: Bu odalar sözü yumuşak söyleyen, yemek yediren, in­sanlar uyurken geceleyin Allah için ibâdet edenler içindir, buyurdu. «Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı.» âyet-i kerîme'si hakkında Ma'mer der ki: Zührî ve Hasan: Onlar gecenin çoğunda namaz kılar­lardı, demişlerdir. İbn Abbâs ve İbrahim en-Nehaî de burayı: Uyumaz­lardı, şeklinde açıklıyorlar. Dahhâk ise der ki: Allah Teâlâ önce: «Zira unlar bundan önce de ihsan edenlerdi.» buyurup daha sonra: «Gecenin az bir kısmında uyurlardı ve seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.» buyurmuştur.

Mücâhid ve birçokları «Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.» âyet-i kerîmesindeki istiğfarı namaz kılmak şeklinde açıklamışlardır. Başkaları ise şöyle derler: Onlar, geceleyin ibâdet ederler, seher vaktinde de istiğfar ederlerdi. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de : «Onlar ki seherlerde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir...» (Âl-i İmrân, 17) buyurmaktadır. Şayet istiğfar namazda olursa elbette bu en güzelidir. Sahîh hadîs mecmualarında ve başka eserlerde sahabeden bir cemaat­tan rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ her gecenin son üçte birinde dünya semâsına iner ve şafak sökünceye kadar: Tevbe eden yok mu, tevbesini kabul edeyim, istiğfar eden yok mu, bağışlayayım. İsteyen yok mu ki isteği kendisine verilsin, buyurur. Hz. Yâ'kûb'un oğullarına: «Sizin için ilerde Rabbımdan mağfiret dile­yeceğim.» (Yûsuf, 98) dediğini haber veren âyet-i kerîme'nin tefsirinde müfessirlerden birçoğu şöyle diyor: Hz. Yâ'kûb onlar için mağfiret di­lemeyi seher vaktine bırakmıştı.

Allah Teâlâ onları namaz kılmakla niteledikten sonra ikinci ola­rak zekât, iyilik ve sıla-i Rahimle niteleyerek şöyle buyurur: «Onların mallarında yoksullar ve muhtaçlar için de (ayırdıkları bir kısım) bir hak vardır.» Ayet-i kerîme'de geçen sâil kelimesinin anlamı ma'lûmdur. Bu; istemeye başlayan kimsedir ki onun insanların malında hakkı var­dır. Nitekim İmâm Ahmed'in Vekî' ve Abdurrahmân kanalıyla... Hü­seyin İbn Ali'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.): Bir at üzerinde bile gelmiş olsa sâil'in hakkı vardır, buyurmuştur. Ebu Dâvûd da hadîsi Süfyân es-Sevrî kanalıyla rivayet etmiştir. Ebu Dâvûd hadîsi başka bir kanaldan olmak üzere Ali îbn Ebu Tâlib'den müsned olarak da riva­yet eder. Yine Ebu Dâvûd bu hadîsi Hermâs îbn Ziyâd kanalıyla merfû' olarak da rivayet etmiştir.

Ayet-i kerîme'de geçen mahruma gelince; İbn Abbâs ve Mücâhid, bu kimseyi şöyle ta'rîf ediyorlar: O; kazancı kıt ve dar olan bir kimsedir ki onun için İslâm'da bir pay yoktur. Yani onun Beyt'ül-Mârde payı, bir kazancı ve yiyeceğini te'mîn edeceği bir sanatı yoktur. Mü'minlerin an­nesi Hz.Âişe der ki: Hemen hemen hiç bir kazanç elde edemeyen, ka­zancı son derece kıt ve dar olan kimsedir. Dahhâk şöyle diyor: O, malı yok olmuş, mahvolmuş kimsedir. Allah Teâlâ onun için bu hakkı vermiş­tir. Ebu Kılâbe de şöyle diyor: Yemâme'de bir sel geldi ve birisinin ma­lını alıp götürdü. Sahâbe'den birisi: İşte bu mahrumdur, dedi. İbn Ab-bâs, Saîd İbn Müseyyeb, İbrahim en-Nehaî, İbn Ömer'in kölesi Nâfi' ve Atâ İbn Ebu Rebâh da mahrumu; kazancı kıt ve dar olan, şeklinde ta'­rîf etmişlerdir. Katâde ve Zührî mahrumu: İnsanlardan bir şey iste­meyen şeklinde ta'rîf eder. Zührî ise AUah Rasûlü (s.a.) nün şöyle bu­yurduğunu nakleder:

Yoksul; insanları dolaşarak bir veya iki lokmanın, bir veya iki hur­manın kendisini geri çevirdiği kimse değildir. Aksine yoksul; kendini muhtaç etmeyecek bir varlığı bulamayan, durumu anlaşılamayıp ken­disine sadaka verilmeyen kimsedir. Buhârî ve Müslim bu hadîsi Sahîh'-lerinde başka bir kanaldan rivayetle müsned olarak zikretmişlerdir. Sa­îd İbn Cübeyr der ki: Mahrum; ganimet paylaştırıldıktan sonra gelen kimsedir ki ona az bir miktar verilir. Muhammed İbn İshâk der ki: Ba­na arkadaşlanmdan biri rivayet edip şöyle dedi: Bizler, Mekke yolunda Ömer tbn Abdülazîz İle beraberdik. Bir köpek geldi. Ömer, bir koyunun kürek kemiğini çıkararak o köpeğin önüne attı ve şöyle dedi: Onun mah­rum olduğunu söylüyorlar. Şa'bî der ki: Mahrumun ne olduğunu bilmek beni çok yordu. İbn Cerîr'in tercih ettiği görüşe göre mahrum; hangi sebeple olursa olsun malı olmayandır. İster kazanca güç yetiremez hal­de, ister bir âfet veya başka şeyle malı helak olmuş olsun, malı bütünüy­le bitmiş, yok olmuş kimsedir. Sevrî'nin Kays İbn Müslim'den, onun Hasan İbn Muhammed'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) bir se-riyye göndermiş de onlar ganimet almışlar. Peşinden o ganimetin tak­siminde hazır bulunmayan bir topluluk gelmiş ve «Onların mallarında yoksullar ve muhtaçlar için de bir hak vardır.» âyet-i kerîme'si nazil ol­muş. Bu rivayet âyetin Medine'de nazil olmuş olmasını gerektirir. Hal­buki durum böyle değildir, aksine âyet Mekke'de nazil olmuştur ve ken­dinden sonraki hâdiselere de şâmildir.

Allah Teâlâ: «Kesin olarak inananlar için yeryüzünde âyetler var­dır.» buyurur. Yeryüzünde onun yaratıcısının büyüklüğüne ve sonsuz kudretine delâlet eden alâmetler vardır. Orada her sınıftan bitkiler, hayvanlar, ovalar, dağlar, çöller, nehirler, denizler, dilleri ve renkleri farklı, irâdeleri ve kabiliyetleri değişik, akılları, anlayışları ve hareketle­ri birbirinden farklı derecelerde, kimi bedbaht, kimi bahtiyar insanlar yaratmıştır. Onlann organlarından ber birini ihtiyâç duyacakları yere koyarak onları terkîb etmesinde hiç şüphesiz yüce hikmetle^ vardır. Bu sebepledir kiı «Kendi nefislerinizde de âyetler vardır. Hâlât görmez mi­siniz?» buyurmuştur. Katâde der ki: Her kim kendi yaratılışı üzerinde düşünürse, bilir ki o yaratılmıştır ve mafsalları ibâdet için yumuşatıl­mıştır.

«Rızkınız da semâdadır.» âyetiyle yağmur, «Size vaadolunan şeyler de semâdadır.» âyetinde de cennet kasdedilmektedir. İbn Abbâs, Mücâ-hid ve birçokları böyle söylemiştir. Süfyân es-Sevrî der ki: Vâsıl el-Ah-deb «Rızkınız da, size vaadolunan şeyler de semâdadır.» âyetini okudu ve: Ben rızkımın semâda olduğunu görüyor ve onu yerde arıyorum, bu olacak şey mi? dedi ve bir harabeye girerek orada üç gün kaldı, hiç bir şey elde edemedi. Üçüncü gün olduğunda birden yaş hurma yaprağından yapılmış bir zenbil gördü (ve onun içine girdi) onun kendisinden daha fazla hüsn-i niyyet sahibi bir kardeşi vardı. O da onunla beraber bu harabeye girdi ve böylece iki zenbil oldular. Bu durumda devam ede ede sonunda aralarını ölüm ayırdı.

«Göğün ve yerin Rabbma andolsun ki; bu, sizin konuşmanız gibi kesin ve gerçektir.» âyet-i kerîme'sinde Allah Teâlâ yüce zâtına yemin eder ki onlara va'detmiş olduğu Kıyamet, yeniden diriltilme ve amelleri­nin karşılığını verme hiç şüphesiz meydana gelecektir. O, hakkında hiç bir şüphe bulunmayan gerçektir. Konuştuğunuz zamandaki nutkunuzdan nasıl hiç şüphe etmiyorsanız bundan da şüphe etmeyin. Muâz (r.a.) bir şey rivayet ettiği zaman arkadaşına: Sen nasıl buradaysan bu da hiç şüphesiz gerçektir, dermiş. (Senin şu anda burada olduğundan nasıl şüphe etmiyorsan sana bu rivayet ettiğim de aynı kesinlikte bir ger­çektir, dermiş.) Müsedded'in tbn Ebu Adiyy kanalıyla... Hasan el-Bas-rî'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre Allah Rasûlü (s.a.) : Rabları kendilerine yemîn ettikten sonra onu tasdik et­meyen kavimleri Allah kahretsin, buyurmuştur. Bu hadîsi İbn Cerîr de Bündâr kanalıyla... Hasan el-Basrî'den mürsel olarak rivayetle zik­retmiştir.[2]

 

İzâhı

 

24 — Sana ibrahim'in şerefli müsâfirlerinin haberi gel­di mi?

25  — Hani onlar, yanma girip; selâm sana, demişlerdi de; selâm, demişti. Tanınmamış bir zümre.

26  — Hemen ailesine giderek semiz bir buzağı ile gel­miş,

27 — Onlara yaklaştırıp; yemez misiniz? demişti.

28  — Derken onlardan   endîşeye düşmüştü.   Korkma; demişler ve onu bilgin bir oğulla müjdelemişlerdi.

29  — Bunun üzerine zevcesi hayretle seslenerek dön­dü, yüzünü kapayarak: Kısır bir kocakarı, dedi.

30 — Onlar: Bu, böyledir, Rabbın buyurdu. Muhakkak ki O Hakim, Alîm olandır, dediler.

 

İbrahim'in Müsâfirleri

 

Bu kıssa daha önce Hûd ve Hicr sûrelerinde de geçmişti. Allah Te-âlâ: «İbrahim'in kendilerine değer verdiği şerefli müsâfirlerinin haberi sana geldi mi?» buyurur ki, İmâm Ahmed ve âlimlerden bir grup mü-sâfire ikramda bulunmanın vâcib olduğu görüşündedirler. Âyet-i kerî-me'nin zahirinden de anlaşıldığı veçhile bu hususta hadîsler de vârid ol­muştur.

«Hani onlar, yanma girip; selâm sana, demişlerdi de; (O da on­ların selâmına onlarınkinden daha faziletli bir selâmla karşılık vererek) selâm, demişti» Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de: «Size bir se­lâm verildiği zaman; ondan daha iyisiyle selâm verin veya aynısıyla mukabele edin.» (Nisa, 86) buyurur ki, Hz. İbrahim Halîl burada se­lâmın en üstününü tercîh etmiştir. Hz. İbrahim: «Tanınmamış bir züm­re.» demişti ki Cebrail, İsrafil ve Mikâîl'den oluşan melekler onun ya­nma heybetli, güzel gençler şeklinde gelmişler, bu sebeple o: «Tanınma­mış bir zümre.» demişti.

«(Gizlice ve sür'atle) hemen ailesine giderek (malının en iyisinden) semiz bir buzağı ile gelmişti.» Başka bir âyet-i kerîme'de de şöyle buy-rulur:

«Ve beklemeden onlara kızartılmış bir buzağı ikram etmişti.» (Hûd, 69). «Onlara yaklaştırıp; yemez misiniz? demişti.» Onlara gayet yumu­şak bir sözle konuşmuş ve güzel bir şekilde yiyeceği onlara takdîm et­mişti. Bu âyet kerîme ikram âdabını ihtiva etmektedir. Önce Hz. İb-râhîm onlara sür'atle ve onlar hissetmeksizin yemeği getirmiş, size ye­mek getireyim mi? diye onlara minnette bulunmaksızın sür'atle ve giz­lilik içinde yemeği onlara getirmiştir. Malından bulabildiği en iyisini yani semiz ve körpe bir buzağıyı kızartıp getirerek onlara yaklaştırmış, buyrun yemeğe dememiş, aksine yemeği önlerine koymuş, işitene ağır gelecek kesin bir ifâde ile onlara yemelerini emretmemiş, aksine lütuf ve takdîm havası içinde onlara «Yemez misiniz?» demiştir. Nitekim gü­nümüzde de aynı yolu ta'kîb eden birisi şöyle diyebilir: Şayet sadaka vermeyi uygun ve güzel görürsen sadaka

«Derken onlardan endîşeye düşmüştü.» Başka bir sûrede daha önce kıssalarının geçtiği gibi bu muhaldir. Allah Teâlâ orada şöyle buyu­rur: «Ellerinin ona uzanmadığını görünce, durumlarını beğenmedi ve içine korku düştü. Korkma, biz Lût kavmine gönderildik, dediler. Ka­rısı ayakta idi. Bunun üzerine güldü.» (Hûd, 70-71). Hz. İbrahim'in ha­nımı, onlar Allah'a karşı kibirlenerek isyan ve inâdda bulundukları için helak olacaklarına sevinmişti. İşte o zaman melekler ona İshâk'ı, İshâk'ın ardından da Ya'kûb'u müjdelediler. «Vay başıma gelenler, ben mi doğuracağım? Ben kocamış biri, şu erim de bir ihtiyar iken. Doğrusu bu, şaşılacak bir şey, dedi. Dediler ki: Allah'ın İşine mi şaşarsın ey evin hanımı? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizedir. O Hamîd'dir. Mecîd'dir.» (Hûd, 72-73). Burada ise şöyle buyruluyor: «Ve onu bilgin bir oğulla müjdelemişlerdi.» Hz. îshâk'ın müjdelenmesi aynı zamanda Hz. İbrahim'in hanımına da bir müjdedir. Zîrâ çocuk ondan olacaktır. Dolayısıyla her ikisi de müjdelenmişlerdir. «Bunun üzerine zevcesi hay­retle seslenerek döndü.» âyet-i kerîme'sindeki kelimesini; İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Ebu Salih, Dahhâk, Zeyd İbn Eşlem, Sevrî ve Süddî; yüksek sesle ve şiddetle bağırma (haykırma) olarak açıklarlar. Ki Hz. İbrahim'in hanımı: Vay başıma gelenler, diye bağırmıştı. «Yüzünü kapayarak, (elini alnına vurarak) —bu açıklama Mücâhid ve İbn Sâbit'-indir— : Kısır bir kocakarı, dedi.» İbn Abbâs, buradaki yüzünü kapa­mayı; kadınların garîb bir şeye şaştıklarında yaptıkları gibi şaşkınlığın­dan kendini tokatlama olarak açıklar. «Kısır bir kocakarı, dedi.» Ben daha çocukluğumda kısır kalmış ve hâmile olmamışken şimdi ihtiyar bir kocakarı olduğum halde mi doğuracağım? dedi. «Onlar: Bu, böyledir, Rabbin buyurdu. Muhakkak ki O, (söz ve fiillerinde) Hakim, (şe­refe hak kazanmış olanları en iyi bilen) Alîm olandır, dediler.»[3]

 

31  — Ey elçiler, işiniz nedir? dedi.

32  — Dediler ki: Biz, suçlu bir kavme gönderildik,

33  — Ki üzerlerine çamurdan taşlar yağdıralım.

34  — Ki aşırı gidenler için Rabbımn katında nişanlan­mış.

35  — Bunun üzerine orada bulunan mü'minleri çıkar­dık.

36  — Zâten orada bir evden başka müslüman bulama­dık.

37  — Elîm azâbdan korkanlar için orada bir âyet bı­raktık.

 

Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de Hz. İbrahim (a.s.)den bahs­ederek: «İbrahim'in korkusu geçip de müjde kendisine ulaşınca; Lût kavmi hakkında bizimle tartışmaya girişti. Doğrusu İbrahim; yumu­şak huylu, çok içli, ve kendisini Allah'a vermiş bir kimseydi. Ey İbra­him; bundan vazgeç, zira Rabbımn fermanı gelmiştir. Onlara muhak­kak geri çevrilmeyecek bir azâb gelmektedir.» (Hûd, 74-76) buyurur­ken burada da şöyle buyruluyor: «Ey elçiler, işiniz nedir? (Durumunuz nedir, neden geldiniz?) dedi. (Onlar da Hz. Lût'un kavmini kasdede-rek) dediler ki: Biz, suçlu bir kavme gönderildik ki, üzerlerine çamur­dan taşlar yağdıralım. Ki (o taşlar) Rabbın katında, aşırı gidenler için nişanlanmış (belliklenmiş)tir.» Rabbın katında her taşın üzerine sa­hibinin ismi gelecek şekilde onların isimleri yazılmıştır. Ankebût sûre­sinde: «Ama Lût oradadır, dedi. Elçiler de: Biz orada olanları daha iyi biliyoruz. Onu ve geride kalanlardan karısı dışında ailesini kurtaraca­ğız, dediler.» (Ankebût, 32) buyurulurken burada da : «Bunun üzerine orada bulunan mü'minleri çıkardık.» denilmektedir ki bunlar, Hz. Lût ve  onun hanımı  dışındaki âilesidir. «Zâten orada bir  evden    başka müslüman bulamadık.» îmân ve İslâm isimlerinin ıtlak olunduğu kim­seleri birbirinden ayırmayan ve Mu'tezile'nin görüşünde olan kimseler bu âyet-i kerîme'yi delil getirirler. Zlrâ burada onlara hem mü'minler ve hem de müslümanlar denilmiştir. Ancak âyetin buna delil sayılması zayıf bir ihtimâldir. Zîrâ onlar mü'minlerden ibaret bir kavim idiler. Bize göre her mü'min müslümandır ama bunun aksi vârid değildir. (Her müslüman mü'min değildir). Burada durumun özelliğinden dolayı iki isim aynı kimseler için kullanılmıştır. Bunun her durumda kullanıl­ması gerekmez.

«Elim azâbdan korkanlar için orada bir âyet bıraktık.» Orayı bir ibret kıldık. Onlar üzerine azâb ve cezalandırmamızı indirdik, sert taş­lar yağdırdık. Onların yerlerim- kokuşmuş, pis bir göle çevirdik. İşte bunda elim azâbdan korkan mü'minler için bir ibret vardır.[4]

 

38  - Musa'da da. Hani onu apaçık bir delille Firavun'a göndermiştik.

39 — O, erkânı ile birlikte yüz çevirmiş; ya bir büyücü, ya da bir delidir, demişti.

40  — Sonunda onu da, ordularını da yakalayıp denize attık. O, kınanacak işler yapıp durmaktaydı.

41  - Âd'a da. Hani onların üzerine kasıp kavuran rüz­gârı göndermiştik.

42  — isabet ettiği şeyi bırakmayıp toza çeviriyordu.

43  — Semûd'a da. Hani onlara: Bir süreye kadar ya­rarlanın, demişti.

44  — Onlar ise Rablarının emrine   başkaldırmışlardı, buyruğundan çıkmışlardı. Bunun üzerine kendilerini göz göre göre yıldırım çarpmıştı.

45  — Ayağa   kalkacak güçleri   kalmamış, yardım da görmemişlerdi.

46  — Daha önce de Nûh kavmini. Zîrâ onlar gerçekten fâsıklar güruhu idiler.

 

Mûsâ ve Firavun

 

Allah Teâlâ buyurur ki: «Musa'da da. Hani onu apaçık bir delil (kesin bir hüccet) ile Firavun'a göndermiştik. O, erkânı ile birlikte yüz çevirmişti.» Firavun, Hz. Musa'nın kendisine getirmiş olduğu apaçık gerçeğe karşı büyüklenerek ve inâdlaşarak yüz çevirmişti. Mücâhid: As­habı ile izzet, güç kuvvet bulmak istedi, der. Katâde: Allah'ın düşmanı kavmine üstün geldi, demiştir. İbn Zeyd ise: O ve onunla beraber bulu­nan topluluğu, erkânı yüz çevirdi, demiş daha sonra da: «Keski size yetecek bir kuvvetim olsaydı. Veya sağlam bir yere sığmsaydım, dedi.» (Hûd, 80) âyetini okumuştur. Ancak bizim vermiş olduğumuz birinci anlam daha kuvvetlidir. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de: «Allah'ın yolundan saptırmak için, kibirlenerek yanım eğip büker...» (Hacc, 9) buyurulur ki; o, haktan yüz çevirmiş ve büyüklenmiş; «ya bir büyücü, ya da bir delidir.» demişti. O, şöyle demek istemişti: Bize getirmiş ol­duğun gerçekler bahsinde sen, ya sihirbazsın, ya da delisin. Allah Teâlâ da şöyle buyurur: «Sonunda onu da, ordularını da yakalayıp denize at­tık. O, kınanacak işler yapıp durmaktaydı.» O, kınamayı hak etmiş kâ­fir, inkarcı, günahkâr ve inâdçı birisiydi.

«Ad'a da. Hani onların üzerine kasıp kavuran (her şeyi bozan ve hiç bir şey bitirmeyen) rüzgârı göndermiştik.» Âyet-i kerîme'deki «Ka­sıp kavuran rüzgâr» ifâdesini; hiç bir şey bitirmeyen ve her şeyi bozan, şeklinde açıklayanlar Dahhâk, Katâde ve başkalarıdır. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «İsabet ettiği her şeyi bırakmayıp toza (helak olup mahvolmuş bir şeye) çeviriyordu.» buyurmuştur. «İbn Ebu Hatim der ki: Bize îbn Vehb'in kardeşi Ebu Ubeydullah'ın... Abdullah İbn Amr'-dan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Rüzgâr, ikinci kat yeryüzünden müsahhar kılınmıştır. Allah Teâlâ Âd kavmini helak buyurmayı dilediğinde rüzgârın muhafızına, Âd kavmini helak edecek bir rüzgârı üzerlerine göndermesini emretti. Rüzgârın muhafı­zı: Ey Rabbım, onların üzerine bir öküzün burun deliklerinden çıkacak kadar bir rüzgârı göndereyim mi? diye sordu. Cebbar olan Allah Te­âlâ şöyle buyurdu: Hayır, böyle yaparsan yeryüzünü ve üzerindekileri alt - üst eder, sâdece bir yüzükten geçecek miktarı gönder, buyurdu. İşte Allah Teâlâ'nın kitabında: «İsabet ettiği her şeyi bırakmayıp toza çeviriyordu.» buyurduğu rüzgâr budur. Bu hadîsin merfû' olarak ri­vayeti münkerdir. Doğruya daha yakın görüneni ise Abdullah İbn Amr'-ın Yermûk günü elde etmiş olduğu iki binit üzerinden almış oldukları cümlesinden olarak Abdullah İbn Amr'da mevkuf olmasıdır. En doğ­rusunu Allah bilir. Saîd İbn Müseyyeb ve başkaları «Onların üzerine kasıp kavuran rüzgârı göndermiştik.» âyeti hakkında derler ki: O, gü­ney rüzgârıdır. Buhârî'nin Sahîh'inde Şu'be kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bana Doğu ye­li ile yardım olundu. Âd kavmi de Batı yeli ile helak edilmişti.

İbn Cerîr'in söylediğine göre «Semûd'a da. Hani onlara: Bir süreye kadar yararlanın, denmişti.» âyetinde onların süreleri bitene değin eğ­lenmeleri kasdedilmektedir. Açık olan odur ki bu âyet-i kerîme, Allah Teâlâ'nın: «Semûd'a gelince; onlara hidâyeti göstermiştik, ama onlar körlüğü hidâyete tercih ettiler ve yaptıkları yüzünden onları horlayıcı azabın yıldırımı çarptı.» (Fussilet, 17) kavli gibidir. Aynı şekilde bura­da da şöyle buyrulur: «Semûd'a da. Hani onlara: Bir süreye kadar ya­rarlanın denmişti. Onlar ise Rablarının emrine başkaldırmışlardı. Bu­nun üzerine kendilerini göz göre göre yıldırım çarpmıştı. «Onlar üç gün süreyle azabı beklemişler, azâb onlara dördüncü günün sabahında erken vakitte gelmişti. «Ayağa kalkacak (doğrulup kaçacak) güçleri kalmamış, (içinde bulundukları durumdan onları kurtarmak üzere kendilerine yardım edecek kimseyi bulamamışlar)dı. Daha önce de Nûh kavmini helak etmiştik. Zîrâ onlar gerçekten lâsıklar güruhu idiler.» Bütün bu kıssalar daha önce muhtelif sûrelerde ve birçok yerde geniş olarak geçmişti.[5]

 

47  — Göğü gücümüzle Biz kurduk. Ve Muhakkak ki Biz, genişleticiyiz.

48 — Yeryüzünü Biz döşedik. Ne güzel döşeyicileriz.

49  — Ve her şeyden çift çift yarattık, ki ibret alasınız.

50  — Öyleyse Allah'a koşun. Doğrusu ben size O'ndan apaçık bir uyarıyıcım.

51 — Allah ile birlikte başka bir tanrı edinmeyin. Doğ­rusu ben size O'ndan apaçık bir uyarıcıyım.

 

Göğü Biz Kurduk

 

Allah Teâlâ dikkatleri ulvî ve süflî âlemi yaratışına çekerek şöyle buyuruyor: «Göğü gücümüzle Biz kurduk (ve onu yüksek bir tavan kıldık).» İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, Sevrî ve birçoklan âyet-i kerî-me'deki ( (S-^y\ ) kelimesini, güç ve kuvvetle tefsir etmişlerdir. «Ve muhakkak ki Biz genişleticiyiz.» Onun köşe bucaklarını genişlettik, di­reksiz olarak yükselttik de sonunda o şimdiki gibi yükseldi. «Yeryüzünü Biz döşedik (ve onu yaratıklar için bir yatak kıldık). Ne güzel döşe-yicleriz. (Biz onu yeryüzü halkı için bir beşik kıldık.) Ve her şeyden (bütün yaratıklardan) çift çift yarattık.» Gök ve yer, gece ve gündüz, güneş ve ay, kara ve deniz.aydınlık ve karanlık, îmân ve küfür, ölüm ve hayat, mutsuzluk ve mutluluk, cennet ve cehennem olmak üzere her şeyi çift olarak yarattık. Hayvanlar ve bitkilere varıncaya kadar. Bu se­bepledir ki.Allah Teâlâ : «Ki ibret alasınız.» Yaratıcının, ortağı olma­yan tek ve yegâne olduğunu bilesiniz diye, buyurur.

«Öyleyse Allah'a koşun. (Alah'a sığının, işlerinizde O'na dayanın.) Doğrusu ben, size O'ndan apaçık bir uyarıcıyım. (Allah ile birlikte O'na şirk koşarak başka bir tann edinmeyin.) Doğrusu ben, size O'ndan apa­çık bir uyarıcıyım.»[6]

 

52  — İşte böyle. Onlardan öncekilere herhangi bir pey­gamber geldiğinde sadece; büyücüdür veya delidir, dedi­ler.

53  — Bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler? Hayır, onlar azgın birer topluluktu.

54  — Onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değil­sin.

55  — Sen öğüt ver, çünkü öğüt mü'minlere fayda verir.

56 — Ben, cinleri ve insanları   ancak Bana kulluk et­sinler diye yarattım.

57 — Ben onlardan bir rızık istemiyorum. Beni doyur­malarını da istemiyorum.

58 — Şüphesiz ki   rıziklandıran, güç ve kuvvet sahibi olan Allah'tır.

59  — Muhakkak ki zulmedenlerin, arkadaşlarının suç­larına benzer suçları vardır. Acele etmesinler.

60  - Kendilerine va'dedilen günlerinden   dolayı vay kâfirlere.

 

Allah Teâlâ Peygamberi (s.a.)ni teselli ederek şöyle buyurur: Şu müşriklerin sana söylediklerini daha Önceki yalanlayanlar da peygam­berlerine söylemişlerdi. «Onlardan öncekilere herhangi bir peygamber geldiğinde sadece; büyücüdür veya delidir, dediler.» Allah Teâlâ buyu­rur ki: «Bunu (bu sözü) birbirlerine tavsiye mi ettiler? Hayır, onlar az­gın birer topluluktu.» Onların kalbleri birbirine benzemiştir. Sonradan gelenleri, daha önce gelenlerinkine benzer sözler söylemişlerdir. «(Ey Muhammed, sen) onlardan yüz çevir. Artık sen (bundan dolayı) kı­nanacak değilsin. Sen öğüt ver, çünkü öğüt mü'minlere fayda verir (ve öğütten ancak mü'min kalbler istifâde eder)Jj3en, cinleri ve insanlan ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.» Onlara muhtaç olduğum­dan dolayı değil sadece onlara Bana ibâdet etmelerini emretmek için yaratmışımdır. İbn Abbâs'tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha, «Bana kul­luk etsinler diye yarattım.» kısmını şöyle açıklar: İsteyerek veya iste­meyerek Bana ibâdeti kabul ve ikrar etsinler diye yarattım. İbn Cerîr de bu açıklamayı tercih ediyor. İbn Cüreyc ise: Ancak beni tanısınlar diye yarattım, şeklinde açıklar. Rebî' İbn Enes burayı: Ancak ibâdet et­sinler diye yarattım, şeklinde tefsir etmiştir. Süddî der ki: İbâdetin fay­da vereni de, fayda vermeyeni de vardır. «Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, muhakkak: Allah, derler.» (Lokman, 25) İşte bu, onlar için bir ibâdettir. Ancak şirk ile beraber olduğu için on­lara fayda verecek değildir. Dahhâk der ki: Burada kasdedilenler mü'-minlerdir. ^

Allah Teâlâ buyurur ki: «Ben onlardan bir rızık istemiyorum. Be­ni doyurmalarım da istemiyorum. Şüphesiz ki nzıklandıran, güç ve kuvvet sahibi olan Allah'tır.» İmâm Ahmed'in Yahya İbn Adem ve Ebu Saîd kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetlerine göre o, şöyle demiş­tir: Allah Rasûlü bana âyeti şöyle okuttu: «Şüphesiz ki Ben rızıklandı-ran, güç ve kuvvet sahibi olanım.» Hadîsi Ebu Dâvûd, Tirmizî ve Ne-seî, îsrâîl kanalıyla rivayet etmişlerdir. Tirmizî hadîsin hasen, sahîh olduğunu söyler. Âyetin anlamı şöyle özetlenebilir: {Allah Teâlâ, kullan tek ve ortağı olmaksızın kendine ibâdet etmeleri için yaratmıştır. Her kim O'na itaat ederse, onu en mükemmel bir mükafatla mükâfatlandı­rır. Her kim de O'na karşı gelirse, en şiddetli bir şekilde azâblandınr. Allah Teâlâ, Zâtının onlara muhtaç olmadığını; aksine bütün durum­larında O'na muhtaç olduklarını haber verir. Zîra O, onların yaratıcısı ve rızıklandıncısıdır.

Cİmâm Ahmed der ki: Bize Muhammed İbn Abdullah'ın... Ebu Hü-reyre'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Al­lah Teâlâ buyurdu ki: Ey Ademoğlu ibâdetle meşgul ol ki, senin göğsünü zenginlikle doldurayım ve fakirliğini gidereyim. Şayet böyle yapmayacak olursan gönlünü meşguliyetle doldurur, fakirliğini gidermem. Hadîsi Tir­mizî ve İbn Mâce, İmrân, İbn Zaide kanalıyla rivayet ediyorlar. Tirmizî hadîsin hasen, garîb olduğunu da ekier^îmâm Ahmed'in Vekî' ve Ebu Muâviye kanalıyla... Halîd'in iki oğlu Habbe ve Sevâ'dan rivayetine göre onlar şöyle demişlerdi: Allah Rasûlü bir iş yaparken —veya bir bina inşâ ederken, Ebu Muâviye ise: Bir şeyi düzeltirken, diyor— ona geldik ve yaptığı işte kendisine yardım ettik. İşi bitirince bize duâ edip şöyle buyurdu: Başlarıma hareket ettiği sürece rızıktan ümit kesmeyin. Şüp­hesiz annesi insanı, çıplak ve kıpkızıl et olarak doğurur. Sonra Allah ona rızık verir. İlâhî kitablardan birisinde yazılı olduğuna göre Allah Teâlâ şöyle buyurur: Ey Âdemoğlu; seni Bana ibâdet için yarattım, oyalanma. Senin rızkını üstlendim, yorulma. Beni ara, bulursun. Beni bulduğun takdirde her şeyi bulmuşsun demektir. Beni kaçırmışsan da her şeyi ka­çırmışsın demektir. Ben sana her şeyden daha sevgiliyim.

«Muhakkak ki zulmedenlerin, arkadaşlarının suçlarına benzer suç­ları (ve azâbdan bir paylan) vardır. (Bunda) acele etmesinler. (O, hiç şüphesiz meydana gelecektir.) Kendilerine va'dedilen günlerinden (Kıyamet gününden) dolayı vay kâfirlere.»[7]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7472-7475

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7475-7480

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7489-7490

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7491-7492

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7493-7494

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7495

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7496-7497

Free Web Hosting