NECM SÛRESİ2

Bir Vahiydir O.. 2

İki Yay Kadar Veya Daha Yakın. 3

Ya Lât ve Uzzâ?. 8

O Âhirete  İnanmayanlar10

Sa'y ve Gayret12

Son Varış. 14

İzahı15

Bu Söze Mi Şaşıyorsunuz?. 15


NECM SÛRESİ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

1  — Andolsun yıldıza, battığı demde.

2  — Ardakaşmız sapmamış ve azmamıştır.

3  — Kendiliğinden konuşmaz o.

4  — Yalnızca kendisine ilkâ edilen bir vahiydir.

 

Bir Vahiydir O

 

Şa'bî ve başkaları derler ki: Yaratıcı, yaratıklarından dilediğinin adıyla yemin eder. Yaratıklara da ancak yaratanın adıyla yemîn etmek yaraşır. Şa'bî'nin bu açıklamasını İbn Ebu Hatim rivayet edi­yor. Müfessirler «Andolsun yıldıza, battığı demde.» âyetinin anlamın­da ihtilâf etmişlerdir. Mücâhid'den rivayetle İbn Ebu Necîh «şa­fakla beraber battığı demde.» kavli ile Süreyya yıldızının kasdedildi-ğini söyler. İbn Abbâs ve Süfyân es-Sevrî'den de böyle bir açıklama ri­vayet edilmiştir. İbn Cerîr bu açıklamayı tercih ediyor. Süddî ise bu yıldızın Zühre yıldızı olduğunu sanmıştır. Dahhâk : «Andolsun yıldıza, battığı demde.» âyetini şöyle açıklar: Andolsun yıldıza, şeytânlar onun­la taşlandığı demde. A'meş'in nakline göre «Andolsun yıldıza battığı demde.» âyeti ile JEur'an'ın indirildiği zaman kasdedilmektedir. Bu âyet-i kerîme, Allah Teâlâ'nın şu kavli gibidir: «Hayır, yıldızların yerleri üze­rine yemîn ederim ki —bunun ne büyük yemin olduğunu bir bilseniz— doğrusu bu kitâb sâdece arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir ki-tâbda mevcûdken âlemlerin Rabbı tarafından indirilmiş olan Kur'ân-ı Kerîm'dir.»  (Vakıa, 75-80).

Hakkında yemîn edilen kısım «Arkadaşınız sapmamış ve azmamış­tır.» kısmıdır. Bu, Allah Rasûlü (s.a.)nün ihsan sahibi, gerçeğe tâbi olmuş, rüşde ermiş olduğuna dâir şehâdettir. O; hak yoldan başka bir yola sapan bilgisiz, bir sapık değildir. O; gerçeği bildiği halde gerçekten başkasına kasden sapan bir azgın da değildir. Allah Teâlâ, Rasûlünü ve şeriatını; hıristiyanlar ve yahûdilerin mezhepleri gibi sapıklara ben­zemekten tenzih etmiştir. Yine onu bir şeyi bilmek ve gizlemekten, bil­diğinin, tersi ile amel etmekten de tenzîh eder. Aksine o (s.a.) ve Al­lah'ın onunla göndermiş olduğu yüce şeriat; doğruluğun, i'tidâlin en üst mertebesindedir. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Ken­diliğinden konuşmaz o.» Hevâ ve hevesi ile bir söz sarfetmez. «Yalnızca kendisine ilkâ edilen bir vahiydir.» Kendine emrolunanı söyler. Ona em-rolunanı eksiksiz ve noksansız olarak tâm, mükemmel bir şekilde in­sanlara ulaştırır. Nitekim İmâm Ahmed'in Yezîd kanalıyla... Ebu Ümâ-me'den rivayetine göre; o, Allah Rasûlü (s.a.)nü şöyle buyururken işit­miş: Hiç şüphesiz peygamber olmayan bir adamın şefaati ile, Rabîa ve Mudar   kabileleri gibi —veya iki kabileden birisi gibi   buyurmuştur— kabileler cennete girecektir. Bir adam: Ey Allah'ın elçisi, Rabia kabilesi Mudar kabilesinden değil midir? diye sordu da, Allah Rasûlü : Ben ancak söylediğimi söylemekteyim, buyurdu.

îmâm Ahmed der ki: Bize Yahya İbn Saîd'in... Abdullah îbn Amr'-dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ezberleme isteği ile Allah Rasû­lü (s.a.)nden işitmiş olduğum her şeyi yazardım. Kureyş beni bundan men'ederek: Sen, Allah Rasûlü (s.a.)nden işitmiş olduğun her şeyi yazı­yorsun. Allah Rasûlü (s.a.) bir beşerdir. Öfkeli halde iken de konuşur, dediler, ben de yazmayı bıraktım. Sonra bunu Allah Rasûlü (s.a.)ne anlattım da: Yaz, nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemîn ederim ki, benden hakkın dışında hiç bir şey çıkmaz, buyurdu. Hadîsi Ebu Dâvûd, Müsedded ve Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe'den, bu ikisi de Yahya İbn Saîd el-Kattân'dan rivayet ediyorlar. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Ahmed İbn Mansûr'un... Ebu Hüreyre'den, onun da Hz. Peygamber (s.a.)den rivayetine göre; o, şöyle buyurdu: Size Allah ka-tındandır diye ne haber vermişsem o, hakkında hiç şüphe olmayandır. Râvî der ki: Bu hadîsin sâdece bu isnâd ile rivayet edildiğini biliyo­rum. İmâm Ahmed'in Yûnus kanalıyla... Ebu Hüreyre'den, onun da Al­lah Rasûlü (s.a.)nden rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muştur: Ben, ancak gerçeği söylerim. Ashabından birisi: Ey Allah'ın elçisi, sen bizimle şakalaşıyorsun da, dedi. Allah Rasûlü: Ben, gerçek­ten başka bir şey söylemem, buyurdu.[1]

 

5 — Onu müdhiş kuvvetli olan öğretti.

6 — O, akü ve görüşünde kamildir. Hemen   doğrulu-verdi.

7 — Ve o, en yüce ufukta idi.

8 — Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi.

9 — İki yay kadar yahut daha da yakın oldu.

10 — O vakit kuluna vahyedeceğini etti.

11  — Onun gördüğünü gönül yalanlamadı.

12 — Onun gördüğü şey üzerinde de kendisiyle tartışa­cak mısınız?

13  — Andolsun ki onu bir de diğer inişte görmüştü. 14 — Sidret'ül-Müntehâ'nın yanında.

15  ~ Ki Cennet'ül-Me'vâ da onun yanındadır.

16 — O zaman Sidre'yi bürümekte olan buruyordu.

17 — Göz ne şaştı ne aştı.

18 — Andolsun ki Rabbmın, âyetlerinden en büyüğünü gördü.

 

İki Yay Kadar Veya Daha Yakın

 

Allah Teâlâ kulu ve elçisi Muhammed (s.a.) den haber veriyor ki onun insanlara getirdiğini kendisine müthiş kuvvetli olan öğretmiştir. Bu, Cibril (a.s.)dir. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de : «Şüphesiz ki bu, çok şerefli bir elçinin getirdiği sözdür. (Elçi) Arş'ın sahibi Allah katında değerlidir ve güçlüdür. Orada kendisine uyulandır, emin birisi­dir.» (Tekvîr, 19-21) buyrulurken burada da: «Müdhiş kuvvetli olan...» buyrulmuştur. ( ö^. ) kelimesini Mücâhid, Hasan ve İbn Zeyd «kuv­vet» ile tercüme ederler. İbn Abbâs ise: Güzel görünüşlü, şeklinde açık­lamıştır. Katâde: Uzun ve güzel yaratılışlı açıklamasını getirir. Bu iki açıklama arasında bir zıdlık sözkonusu değildir. Zîrâ Cibril (a.s.), hem güzel görünüşlü ve hem de müdhiş kuvvetlidir. Ebu Hüreyre ve İbn Ömer'in rivâyetiyle gelen sahîh bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Sadaka; zengine ve düzgün yaratılışlı, güçlü kimseye helâl değildir.

«Hemen doğruluverdi.» âyetinde, Cibril (a.s.) kasdedilmektedir. Mücâhid, Hasan, Katâde ve Rebî' İbn Enes böyle diyorlar. «Ve o, en yüce ufukta idi.» âyetinde de Cibril kasdedilmektedir. O, en yüce ufku kaplamıştı. İkrime ve birçokları böyle açıklıyor. İkrime der ki: Bura­daki en yüce ufuk, sabahın doğduğu en yüce ufuktur. Mücâhid bu­radaki en yüce ufku, güneşin doğduğu yer ile açıklar. Katâde: O, gün­düzün kendisinden geldiğidir, der. İbn Zeyd ve başkaları da böyle söyle­miştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a'nın... Abdullah İbn Mes'-

ud'dan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) Cibril'i aslî suretinde iki defa görmüştür. Birincisinde Hz. Peygamber onu aslî suretinde görmek iste­mişti de Cibril, ufku kaplamıştı. İkincisinde Cibril, Hz. Peygamberin Mi'râc'a çıktığı yerde onunla birlikteydi. İşte Allah Teâlâ'nm: «Ve o, en yüce   ufukta idi.» kavli budur. İbn Cerîr burada başka birine âit olup olmadığını bilmediğim ve onun da kimseden nakletmemiş olduğu bir görüş ileri sürer ki, özeti şöyledir: Müdhiş kuvvetli, akıl ve görüşün­de kâmil olan ile Hz. Muhammed (s.a.) en yüce ufku kaplamıştı. Yani her ikisi biröen ufku kaplamışlardı. Bu, îsrâ gecesi olmuştu. İbn Cerîr böyle söylüyor ama onun bu görüşüne hiç kimse katılmamıştır. (...) Her ne kadar İbn Cerîr'in bu söyledikleri Arap dilinin kullanılışına uy­gun ise de mânâ, bu yönde bir te'vîl için ona yardımcı olmamaktadır. Zîrâ Hz. Peygamberin Cibril'i bu görüşü İsrâ gecesinde olmamıştır. Ak­sine İsrâ'dan önce ve Allah Rasûlü (s.a.) yeryüzünde iken olmuştur. Cibril (a.s.) Hz. Peygamberin üzerine inmiş, sarkmış ve ona yaklaşmış­tır. Cibril o esnada Allah Teâlâ'nın onu yaratmış olduğu aslî sureti üzere idi ve altı yüz kanadı vardı. Daha sonra Allah Rasûlü Cibril'i başka bir defa ve Sidre-i Müntehâ'nın yanında görmüştür. Bu, İsrâ gecesindedir. Hz. Peygamber'in Cibril'i birinci görüşü Cibril'in kendisi­ne ilk gelişinden sonra ve peygamberliğinin başlarında olmuştu ve Al­lah Teâlâ Hz. Peygambere İkra' sûresinin ilk âyetlerini vahyetmiştir. Son ra bir ara vahiy kesilmiş ve Hz. Peygamber (s.a.) bu fetret döneminde defalarca kendini dağların tepesinden atmak için gitmiş; her ne za­man buna niyyetlense Cibril kendisine havadan: Ey Muhammed, sen gerçekten Allah'ın elçisisin, ben de Cibril'im demiş ve böylece Allah Rasûlünün içi rahatlayıp gözleri aydın olmuştur. Her ne zaman iş (vahy­in gelmemesi) uzasa Hz. Peygamber aynı duyguya kapılmış ve so­nunda Allah Rasûlü (s.a.) Abtah'da iken Cibril kendisine Allah Teâlâ'­nın onu yaratmış olduğu aslî suretinde görünmüştür. Onun altı yüz kanadı vardı ve yaratılışının büyüklüğü ufku kapatmıştı. Cibril, Allah Rasûlüne yaklaşmış ve Allah'ın kendisine emrettiklerini Allah Teâlâ'-dan getirerek vahyetmiştir. İşte o zaman Hz. Peygamber kendisine ri-sâîeti getiren meleğin büyüklüğünü, kadrinin yüceliğini, kendisini ona gönderen yaratıcının katındaki mertebesinin yüceliğini anlamıştır. Ha­fız Ebu Bekr el-Bezzâr Müsned'inde der ki: Bize Seleme İbn Şebib'in... Enes İbn Mâlik'den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle anlatı­yor: Ben oturduğum bir sırada birden Cibril (a.s.) çıkageldi. İki kürek kemiğim arasına dokundu. Ben kalkıp bir ağaca doğru yöneldim. O ağaçta kuş yuvası gibi hazırlanmış iki yer vardı. Cibril birine ben de diğerine oturdum. Ağaç yükseldi, yükseldi ve Doğu ile Batı arasını kap­ladı. Ben, etrafa göz gezdiriyordum. Şayet göğe dokunmak istemiş olay­dım dokunurdum. Cibril bana döndü. Sanki o birbirine yapışmış keçe gi­biydi. İşte o zaman Allah'ı bilmek konusunda bana olan üstünlüğünü anladım. Bana gök kapılarından birisi açıldı ve en yüce nuru gördüm. Bir de baktım ki hicabın önünde inci ve yakuttan bir Refref duruyor. Bana Allah'ın dilediği kadarı vahyolundu. Hadîsi rivayetten sonra Bez-zâr dedi ki: Bu hadîsi sadece Haris İbn Ubeyd rivayet etmektedir. O, Basra halkından meşhur birisidir. Ben de derim .ki: Bu Haris îbn Ubeyd, Ebu Kudâme el-İyâdî'dir. Müslim Sahîh'inde onun hadîsini tah-rîc etmiştir. Şu kadar var ki İbn Maîn onu zayıf kabul eder ve önemsiz biridir, der. İmâm Ahmed onun hadîsinin muzdarib olduğunu söyler. Ebu Hatim er-Râzî der ki: İmâm Ahmed O'nun hadîsini kaydederse de onunla delil getirmezdi. İbn Hibban da şöyle demekte: Onun vehmi çoktur. Tek başına rivayet etmiş olduğu hadîsler ile ihticâc caiz de­ğildir. Bu hadîs onun rivayet ettiği garîb hadîslerdendir. Ayrıca onda münkerlik, lafız garîbliği ve gârîb bir ifâde vardır. Herhalde bir uyku­dan ibaret olmalıdır. En doğrusunu Allah bilir.

îmâm Ahmed der ki: Bize Haccâc'm... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Cibril'i aslî su­retinde görmüştür. Cibril'in altı yüz kanadı vardı ve her bir -kanadı ufku kaplamıştı. Onun kanadından, mâhiyetini ancak Allah'ın bildiği, rengârenk inci ve yâkût dökülüyordu. Hadîsi sadece İmâm Ahmed tah-Tîc etmiştir. Yine imâm Ahmed'in Yahya İbn Âdem kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre o şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) Cib­ril'den onu aslî suretinde görmeyi istemişti. Cibril: Rabbına duâ et, dedi. Hz. Peygamber Rabbma dua etti de Doğu tarafından bir siyahlık doğdu. Yükselmeye ve yayılmaya başladı. Hz. Peygamber (s.a.) onu görünce bayılıp düştü. Cibril yanma gelip onu kaldırdı ve avurdunu tükrükle ovaladı.. Bu hadîsi de sadece İmâm Ahmed rivayet etmiştir. İbn Asâkir'in Utbe İbn Ebu Leheb'in Hal Tercümesinde Muhammed îbn İshâk kanalıyla... Hebbar İbn Esved'den rivayetine göre; o, şöyle an­latıyor: Ebu Leheb ve oğlu Utbe, Şam'a gitmek üzere hazırlanmışlar­dı. Ben de ikisiyle beraber hazırlandım. Ebu Leheb'in oğlu Utbe: Al­lah'a yemîn ederim ki Muhammed'e gideceğim ve Rabbı hususunda ona eziyet edeceğim, dedi. Hz. Peygamber (s.a.)e geldi ve: Ey Muham­med... dedi. Utbe, yaklaşan ve sarkanı, iki yay kadar yahut daha da ya­kın olanı inkâr ederdi. Hz. Peygamber (s.a.); Allah'ım, köpeklerinden birini ona gönder, buyurdu. Utbe, Hz. Peygamberin yanından ayrılıp babasına döndü. Ebu Leheb: Oğulcuğum, ona ne söyledin? diye sordu. Utbe, Hz. Peygambere söylediğini babasına anlattı. Ebu Leheb: Sana ne söyledi? diye sordu. Utbe: Allah'ım, onun üzerine köpeklerinden birini musallat kıl, dedi, diye cevabladı. Ebu Leheb: Oğulcuğum, Allah'a ye­min ederim ki, sana olan duasından dolayı seni emniyyette görmem, de­di. Yürüdük ve nihayet içinde çokça arslan bulunan Şerât denilen bir yerde konakladık. Bir rahibin manastırına indik. Râhibr Ey Araplar, si­zi bu ülkeye indiren nedir? Burada arslanlar koyunların dolaştığı gibi dolaşır, dedi. Ebu Leheb ise: Siz benim yaşımın büyüklüğünü ve de­ğerimi şüphesiz iyi bilirsiniz. Bu adam (Hz. Peygamberi kasdediyor) oğluma beddua etti. Allah'a yemîn ederim ki onun hakkında emîn olamam. Eşyalarınızı bu manastıra toplayın, eşyaların üzerine oğlum için bir yatak, onun çevresinde de kendi yataklarınızı yapın, dedi. Biz öylece yaptık. Bir arslan geldi, yüzlerimizi kokladı. Aradığını bulamayınca şöy­le bir toparlandı, sıçramaya hazırlandı ve sıçradı. Bir de baktık ki eş­yaların üzerinde. Utbe'nin yüzünü kokladı. Sonra ona öyle bir vuruş vurdu ki başım parçaladı. Ebu Leheb şöyle dedi: İyice bildim ki Mu-hammed'in bedduasından kurtulamadı.

Allah Teâlâ: «İki yay kadar yahut daha da yakın oldu.» buyurur ki, Cibrîl yeryüzüne doğru Hz. Muhammed'in üzerine indiğinde ona yaklaştı ve ikisi arasındaki mesafe iki yay kadar yani gerilmiş vaziyette­ki iki yay mikdârı kadar yaklaştı. Bu açıklama Mücâhid ve Katâde'nin-dir. «İki yay kadar yahut daha da yakın.» ifâdesi ile yay kirişi ile ya­yın tutacak yeri arasındaki uzaklığın kasd edildiği de söylenmiştir. Da­ha önce de geçtiği üzere «Yahut daha da yakın» ifâdesi Arap dilinde haber verilenin varlığı ve başkalarının yokluğu için kullanılır. Nitekim: «Sonra bunun ardından kalbleriniz yine katılaştı. Şimdi onlar taş gibi­dir. Yahut daha da katı.» (Bakara, 74) âyetinde de durum böyledir. Ya­ni o taştan daha yumuşak değildir. Aksine ya onun gibi veya sert­lik ve şiddette ondan daha ziyâdededir. Allah Teâlâ'nm : «İçlerinden bir grup Allah'tan korkar gibi, hattâ daha da şiddetli bir korku ile in­sanlardan korkuyorlar.» (Nisa, 77), «Onu yüz bin veya daha fazlasına peygamber olarak gönderdik.» (Sâffât, 147) âyetleri de böyledir. Yani onlar bu sayıdan az değildiler. Aksine yüz bin veya daha çoktular. Bu, haber verilenin kuvvetlendirilmesi demektir. Onda hiç bir şek, şüp­he ve tereddüt yok demektir. «İki yay kadar yahut daha da yakın ol­du.» âyeti de aynı şekilde anlaşılmalıdır. Hz. Muhammed- (s.a.)e yakla­şanın ve aralarındaki mesafenin iki yay kadar veya £aha da yakın ola­nın Cibrîl olduğuna dâir bizim söylediğimiz, aynı zamanda mü'minlerin annesi Âişe, İbn Mes'ûd, Ebu Zerr ve Ebu Hüreyre'nin de görüşüdür. Nitekim az sonra onların hadîslerini vereceğiz. Müslim'in, Sahîh'inde İbn Abbâs'tan rivayetine göre o :

Muhammed Rabbını kalbiyle iki defa gördü, demiş ve bunu o iki­den biri kılmıştır. Şerîk îbn Ebu Nemîr kanalıyla Enes'ten rivayetle ge­len İsrâ hadîsinde şöyle deniliyor: Sonra Cebbar ve Azız Rab yaklaştı ve derken sarstı. Bu sebeple birçok kimse bu rivayetin metni üzerinde konuşmuşlar ve ondaki birçok garîblikleri zikretmişlerdir. Sahîh oldu­ğu kabul edilse bile bu âyetin tefsiri olarak değil de başka bir vakte ve başka bir olaya hamledilmelidir. Şüphesiz bu İsrâ gecesinde değil, Allah Rasûlü (s.a.) yeryüzünde iken    vuku'bulmuştur. Bu yüzdendir ki bu âyetten sonra: «Andolsun ki onu bir de diğer inişte görmüştü. Sidret'ül-Müntehâ'nın yanında.» buyrulmuştur ki bu, İsrâ gecesinde olanıdır. Bi­rincisi ise yeryüzünde olmuştu.

İbn Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Abdülmelik İbn Ebu Şevâ-rib'in... Abdullah îbn Mes'ud'dan «İki yay kadar yahut daha da yakın oldu.» âyeti hakkında rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyur­muştur: Cibril'i gördüm. Onun altı yüz kanadı vardı. îbn Vehb der ki: Bize İbn Lehîa'nın... Hz. Âişe'den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Al­lah Rasûlü (s.a.) başlangıçta Cibril'i Ecyâd [2] denilen yerde rü'yâ-sında gördü. Sonra def-i hacet için çıktı da Cibril ona: Muhammed, ey Muhammed, diye seslendi. Allah Rasûlü (s.a.) üç defa sağına ve soluna bakındı ve hiç bir şey görmedi. Sonra gözünü yukarı kaldırdı ve bir de baktı ki, Cibril gök ufkunda bir ayağını diğeriyle beraber kıvırmış du­ruyor ve: Ey Muhammed, Cibril, Cibril, diyerek onu teskîn ediyor. Hz. Peygamber (s.a.) kaçıp insanların arasına girdi, baktı bir şey göreme­di. Sonra insanların arasından çıktı ve baktı yine onu gördü. İnsanların arasına girdi tekrar hiç bir şey göremedi. Sonra çıkıp baktı yine onu gördü. İşte Allah Teâlâ'nın «Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi.» kısmına gelinceye kadar «Andolsun yıldıza, battığı demde.» âyetleri budur. Yani Cibril Hz. Muhammed'e yaklaşmış ve; İki yay kadar yahut daha da ya­kın olmuştur, derler ki: Buradaki kelimesi, yarım parmak anlammadır. Bir başkası ise: Aralarındaki mesafe iki kulaçtı, demiş­tir. Hz. Âişe'den rivayet edilen bu hadîsi İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim, İbn Vehb kanalıyla naklederler. Zührî'nin Ebu Seleme'den, onun da Ca-bir'den rivayet ettiği hadîs bunu desteklemektedir. Buhârî'nin Talk îbn Ğanâm kanalıyla... Şeybânî'den rivayetine göre; o, şöyle diyor : Zirr'e Allah Teâlâ'nın «İki yay kadar yahut daha da yakm oldu. O va­kit kuluna vahyedeceğini etti.» kavlini sordum. Şöyle dedi: Bize Ab­dullah İbn Mes'ûd'un naklettiğine göre Muhammed (s.a.) Cibril'i gör­dü. Onun altı yüz kanadı vardı. İbn Cerîr der ki: Bana İbn Yezî' el-Bağ-dâdî'nin... Abdullah İbn Mes'ud'dan rivayetine göre; o, «Onun gördüğü­nü gönül yalanlamadı.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Cibril'i gördü. Cibril'in üzerinde sâf ipekten iki elbise vardı ve gökle yer arasını doldurmuştu. Yukanda zikrettiklerimize göre «O vakit kuluna vahyedeceğini etti.» âyetinin anlamı şudur: Cibril, Allah'ın kulu Muhammed'e vahyedeceğini etti, veya; Allah Teâlâ, kulu Muhammed'e vahyedeceğini Cibril vasıtasıyla vahyetti. Her iki anlam da sahihtir. Sa-îd İbn Cübeyr'den rivayetle zikredildiğine göre. o, «O vakit kuluna vahy­edeceğini etti.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Ona «Seni öksüz bulup da barındırmadı mı?» (Duhâ, 6) ve «Senin sânını yükseltmedik mi?»

(İnşirah, 4) âyetleri vahyolundu. Bir başkası da şöyle diyor: Ona vahy-olundu ki; Şüphesiz cennet, sen girmeden peygamberlere, senin üm­metin girmeden de diğer ümmetlere haram kılınmıştır.

Allah Teâlâ: «Onun gördüğünü gönül yalanlamadı. Onun gördüğü şey üzerinde de kendisiyle tartışacak mısınız? buyurur ki, Müslim'in Ebu Saîd el-Eşecc kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Onun gördüğünü gönül yalanlamadı.» ve «Andolsun ki onu bir de diğer iniş­te görmüştü.» âyetleri hakkmda şöyle demiştir: Allah Rasûlü, onu kal­biyle iki defa görmüştür. Aynı açıklamayı Semmâk, İkrime'den, o da İbn Abbâs'tan yukardaki gibi rivayet etmiştir. Ebu Salih, Süddi ve baş­kaları da derler ki: Allah Rasûlü Cibril'i iki defa kalbiyle görmüştür. îbn Mes'ûd ve başkaları, İbn Abbâs'm bu görüşüne muhalif kalmışlar­dır. Ondan nakledilen bir rivayete göre ise görmeyi herhangi bir şeyle sınırlamaksızın zikretmiştir ki, bu rivayet onun görmeyi kalble sınır­landırılması rivayetine hamledilmelidir. İbn Abbâs'tan; bu görmenin gözle olduğuna dâir nakledilen bu rivayet garîbtir. Zîrâ bu hususta Sa-hâbe'den sahîh bir rivayet yoktur. Beğâvi'nin Tefsîr'inde: Bir cemâat Rasûlullah'ın onu gözüyle gördüğü görüşündedir. Bu; Enes, Hasan ve İkrime'nin görüşüdür, şeklindeki ifâdeleri ise şüphelidir. En doğrusunu Allah bilir.

Tirmizî der ki: Bize Muhammed İbn Amr İbn Nebhân'ın... İkri­me'den, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, şöyle demiştir: Mu­hammed Rabbını gördü. Ben: Allah Teâlâ «Gözler, O'na erişemez. O ise, bütün gözlere erişir.» (En'âm, 103) buyurmuyor mu? diye sordum. îbn Abbâs şöyle cevabladı: Yazık sana, bu, Allah Teâlâ kendi nuru ile te­cellî ettiği zamandadır. O, Rabbını iki defa gördü. Tirmizî hadîsi riva­yetten sonra, hasendir, garîbtir, demiştir. Yine Tirmizî'nin İbn Ebu Ömer kanalıyla... Şa'bî'den rivayetine göre o, şöyle anlatıyor: îbn Ab­bâs, Kâ'b ile Arafe'de karşılaştı. Ona bir şey sordu da Kâ'b tekbîr ge­tirdi. O kadar yüksek sesle tekbîr getirdi ki dağlar yankılandı. îbn Ab­bâs: Bizler Hâşimoğullarıyız, dedi. Kâ'b: Şüphesiz Allah görülmesini ve kelâmım Muhammed (s.a.) ile Mûsâ (a.s.) arasında paylaştırdı. Mûsâ ile iki defa konuştu, Muhammed O'nu iki defa gördü, dedi. Mesrûk şöyle anlatır: Hz. Âişe'nin yanına girdim ve: Muhammed Rabbını gör­dü mü? diye sordum. Hz. Âişe: Öyle bir şey konuştun ki tüylerim diken diken oldu, dedi. Ben: Sakin ol, dedim, sonra da: «Andolsun ki Rabbımn, âyetlerinden en büyüğünü gördü.» âyetini okudum. Hz. Âişe şöyle de­di: Sen nereye götürülüyorsun? O ancak Cibril'dir. Muhammed'in Rab­bını gördüğünü veya kendisine emrolunanlardan herhangi bir şeyi giz­lediğini veya Allah Teâlâ'nın: «Kıyamet saatinin bilgisi şüphesiz ki Al­lah katındadır, yağmuru O, indirir...» (Lokman, 34) buyurduğu beş gaybı bilmekte olduğunu sana kim haber verdi? Şüphesiz bunu sana söyleyen büyük bir iftira atmış. Fakat o Cibril'i gördü. Onu, aslî sure­tinde ancak iki defa görmüştür. Bir keresinde Sidret'ül-Müntehâ'nın ya­nında, bir keresinde de Ciyâd [3] denilen yerde. Onun altı yüz kanadı vardı ve ufku kaplamıştı.

Neseî der ki: Bize İshâk İbn İbrahim'in... îbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hulle'nin İbrahim'e, kelâmın Musa'ya, görmenin de Muhammed (s.a.)e verilmesine mi şaşıyorsunuz? Müslim'in Sahîh'in-de Ebu Zerr'den rivayet edildiğine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasû-lü (s.a.)ne Rabbını gördün mü? diye sormuştum. (O,) nurdur. O'nu na­sıl göreyim, buyurdu. Başka bir rivayete göre ise Rasûlullah (s.a.): Bir nûr gördüm, demiştir. İbn Ebu Hâtim'in Ebu Saîd el-Eşecc kanalıyla... Muhammed İbn Kâ'b'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Ey Allah'ın elçisi, Rabbını gördün mü? demişlerdi. O'nu kalbimle iki defa gördüm, buyurdu, sonra da: «Onun gördüğünü gönül yalanlamadı.» âyetini ti­lâvet buyurdu. Hadîsi îbn Cerîr de İbn Humeyd kanalıyla... Hz. Pey-

gamber (s.a.) in ashabından birisinden rivayet, ediyor ki, o şöyle anlat­mış: Ey Allah'ın elçisi, Rabbını gördün mü? demiştim. O'nu gözümle görmedim, ancak iki defa kalbimle gördüm, buyurup sonra da: «Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi.» âyetini okudu. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Hasan İbn Muhammed İbn Sabâh'ın... Abbâd İbn Mansûr'dan rivaye­tine göre o, şöyle anlatıyor: İkrime'ye «Onun gördüğünü gönül yalan­lamadı.» âyetini sormuştum. İkrime: Rasûlullah'ın O'nu gördüğünü sa­na haber vermemi mi istiyorsun? diye sordu, ben: Evet, dedim. Şüp­hesiz O'nu gördü, sonra bir daha gördü, dedi. Râvî der ki: Bunu Hasan'a sordum da: Celâlim, azametini ve ridâsını gördü, dedi. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babanım... Ebu'1-Aliye'den rivayetine göre; o, şöyle de­miştir: Allah Rasûlü (s.a.)ne: Rabbını gördün mü? diye sorulmuştu. Bir nehir gördüm. Nehrin arkasında bir hicâb gördüm. Hicabın arka­sında da bir nûr gördüm, bunun dışında bir şey görmedim, buyurdu. Bu da gerçekten garîbdir. İmâm Ahmed'in Esved İbn Âmir kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayet ettiği ve Allah Rasûlü (s.a.)nün: Azız ve Celîl olan Rabbımı gördüm, buyurduğu hadîse gelince; bu hadîsin isnadı Buhârî ve Müslim'in şartlarına uygundur. Bu, uyku hadîsinden kısal­tılmıştır. Nitekim yine İmâm Ahmed rivayet eder ve der ki: Bize Ab-dürrezzâk'm... İbn Abbâs'tan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle anlatmıştır: Rabbım bu gece —öyle sanıyorum ki uykuda olduğunu kasdetmiştir— en güzel şekliyle geldi ve: Ey Muhammed, Mele-i A'lâda-kilerin hangi hususta tartıştıklarını bilir misin? diye sordu. Ben: Ha­yır, dedim. Elini iki küreğim arasına koydu. O kadar ki soğukluğunu memelerimin arasında —veya göğsümde demiştir— hissettim. Hemen o anda göklerde ve yerde olanları bildim. Sonra: Ey Muhammed, Mele-i A'lâ'nın hangi hususta tartıştıklarını bilir misin? diye sordu. Ben: Evet, keffâretler ve dereceler hakkında tartışıyorlar, dedim. Keffâretler ve dereceler nelerdir? diye sordu ben: Namazlardan sonra mescidlerde kal­mak, Cum'alara yürüyerek gitmek, zor durumlarda abdesti en mükem­mel bir şekilde almaktır. Her kim böyle yaparsa; hayırla yaşar hayır­la ölür. Anasından doğduğu gündeki gibi hatâlarından kurtulur, de­dim. Buyurdu ki; Ey Muhammed, namaz kıldığın zaman şöyle de: Allah'­ım, Senden hayırları isterim. Münkerleri terketmeyi, yoksulları sev­meyi isterim. Kulların için bir fitne murâd ettiğin zaman beni fitne­ye dûçâr kalmamış olarak ruhumu kabzeyle. Allah Rasûlü (s.a.) dedi ki: Dereceler; bol bol yemek dağıtmak, selâmı yaymak ve insanlar uyurken geceleyin namaz kılmaktır. Daha önce Sâd sûresi tefsirinin sonunda bu hadîsin benzeri Muâz'dan rivayetle geçmişti. İbn Cerîr bu hadîsi başka bir kanaldan olmak üzere İbn Abbâs'tan rivayet eder. Onun ifâdeleri daha değişiktir ve garîb fazlalıklar vardır.

îbn Cerîr der ki: Bana Ahmed İbn îsâ et-Temîmî'nin... îbn Abbâs'­tan rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle anlatmıştır: Rabbımı en güzel şekliyle gördüm. Bana: Ey Muhammed, Mele-i A'lâ hangi hu­susta tartışıyor bilir misin? diye sordu. Ben : Hayır Rabbım, dedim. Elini iki kürek kemiğim araşma koydu. Soğukluğunu memelerim ara­sında hissettim. Hemen o anda göklerde ve yerde olanları bildim. Rab­bım, dereceler ve keffâretler, ayakların Cum'alara doğru gitmesi, na­mazdan sonra namazı beklemek hakkında tartışıyorlar, dedim. Rabbım, hiç şüphesiz Sen İbrahim'i dost edindin. Mûsâ ile konuştun, şöyle şöy­le yaptın, dedim. Senin göğsünü açmadım mı? Yükünü üzerinden at­madım mı? Sana şunu yapmadım mı, şunu yapmadım mı? buyurdu. Bana öyle şeyler verdi ki onları size nakletmeye me'zûn değilim. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: İşte Allah Teâlâ'nın hitâbındaki: «Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi. İki yay kadar yahut daha da yakın oldu. O vakit kuluna vahyedeceğini etti. Onun gördüğünü gönül yalanlama­dı.» kavlinin mânâsı budur. Gözlerimin nuru kalbime konuldu da O'na kalbimle baktım. Bu hadîsin isnadı zayıftır. Hafız İbn Asâkir kendi is­nadı ile Hebbâr İbn Esved (r.a.)den rivayet ediyor ki, Utbe İbn Ebu Leheb ticâret için Şam'a doğru yola çıktığında Mekke'lilere: Bilin ki ben, yaklaşan ve derken sarkanı inkâr ediyorum, demişti. Onun bu sözü Allah Rasûlü (s.a.)ne ulaştı da: Allah, köpeklerinden birini onun üzerine musallat kılsın, buyurdu. Râvî Hebbâr der ki: Ben onlarla be­raberdim. Arslanların pek çok olduğu bir yere inip konakladık. Ben arslanı gördüm. Geldi, birer birer kavmin başlarını koklamaya başladı ve sonunda Utbe'nin üzerine atılıp içlerinden sadece onun kafasını kopardı. İbn İshâk ve başkaları es-Sîre'de anlatırlar ki, bu hâdise Zerkâ arazîsinde olmuştur. Bu olayın geçtiği yerin Serât olduğu da söylen­miştir. Bu rivayetlere göre Utbe o gece korkmuş, onu aralarına alarak çevresinde uyumuşlar. Arslan gelip kükremeye başlamış, sonra onlann üstlerinden aşmış ve Utbe —Allah'ın la'neti onun üzerine olsun— nin üzerine atlayarak başını ağzına alıp parçalamış.

Allah Teâlâ: «Andolsun ki onu başka bir defa daha gördü. Sidret'ül-Müntehâ'nm yanmda. Cennet'ül-Me'va onun yanındadır.» buyurur ki bu, Allah Rasûlü (s.a.)nün Cibril'i, Allah'ın onu yaratmış olduğu aslî suretinde ikinci defa görmesidir. Bu, Mi'râc gecesinde olmuştur. İsrâ (ve Mi'râc) hakkında vârid olan hadîsleri kanalları ve lâfızları ile bu­rada tekrânna gerek bırakmayacak şekilde İsrâ sûresinin başında ver­miştik. Yine daha önce geçtiği üzere İbn Abbâs (r.a.), ru'yetin İsrâ gecesi vuku' bulduğunu söyleyerek bu âyeti delil getirir. Selef ve Halef­ten bir grup onun bu görüşüne tâbi olurken Sahabe Tâbîin ve diğerlerin­den bir takım gruplar onun görüşüne muhalefet etmişlerdir. İmâm Ah-med der ki: Bize Hasan İbn Musa'nın... İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre o, «Andolsun ki onu bir de diğer inişte görmüştü. Sidret'ül-Müntehâ'nın yanında.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.): Cibril'i gördüm. Onun altı yüz kanadı vardı. Teleklerinden rengârenk inci ve. yâkût dökülüyordu, buyurdu. Bu hadîsin isnadı ceyyid ve kuvvetlidir. Yine İmâm Ahmed'in Yahya İbn Âdem kanalıyla... Abdullah İbn Mes'­ûd'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Cibril'i aslî suretinde gördü. Onun altı yüz kanadı vardı. Kanadlan ufku kapat­mıştı. Kanadlarından ancak Allah'ın bildiği rengârenk inci ve yakutlar dökülüyordu. Bu haberin de isnadı hasendir. Yine İmâm Ahmed'in Zeyd îbn Habbâb kanalıyla... İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Cibril'i Sidret'ül-Müntehâ'nın üzerinde gör­düm. Onun altı yüz kanadı vardı. Râvî der ki: Âsım'a (Cibril'in) kanat­larını sordum. Bana haber vermek istemedi. Onun arkadaşlarından bi­risi ise bana Cibril'in kanadının Doğu ileBatı arası kadar olduğunu ha­ber verdi. Bu haberin isnadı da ceyyiddir. Yine İmâm Ahmed'in Zeyd îbn Habbâb kanalıyla... îbn Mes'ûd'dan rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuş: Cibril bana incilerle donanmış yeşil bir elbise içinde geldi. Bu hadîsin de isnadı ceyyiddir.

İmâm Ahmed der ki: Bize Yahya'nın İsmail'den, onun da Âmir'den rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Mesrûk, Hz. Âişe'ye geldi ve: Ey Mü'-minlerin annesi, Muhammed (s.a.) Rabbını gördü mü? diye sordu. Hz. Âişe: Sübhânallah, söylediğinden dolayı tüylerim diken diken oldu. Sen nerede, şu üç şey nerede. Her kim onları sana naklederse, hiç şüphesiz yalan söylemiştir. Her kim sana Muhammed Rabbını görmüştür, diye naklederse yalan söylemiştir. Hz. Âişe bu sözünden sonra: «Gözler O'na erişemez. O ise, bütün gözlere erişir.» (En'âm, 103), «Bir beşer için Allah'ın kendisiyle konuşması olacak şey değildir. Meğer ki bir vahy ile veya perde arkasından izniyle dilediğini vahyetsin.» (Şûra, 51) âyetle­rini okudu. Hz. Âişe: Her kim sana gelecekteki olacakları bildiğini söy­lerse; şüphesiz yalan söylemiştir, deyip ((Kıyamet saatinin bilgisi şüp­hesiz ki Allah katandadır, yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı O bilir...» (Lokman, 34) âyetini okudu. Her kim sana Muhammed'in (Al­lah'ın risâletini veya risâletinin bir kısmını gizlediğini söylerse yalan söylemiştir, deyip sonra da: «Ey peygamber, Rabbından sana indirile­ni teblîğ et...» (Mâide, 67) âyetini okuyup: Fakat o Cibril'i aslî sure­tinde iki defa görmüştür, dedi. Yine İmâm Ahmed'in Muhammed İbn

Ebu Adiyy kanalıyla... Mesrûk'dan rivayetine göre o, şöyle anlatıyor: Hz. Âişe'nin yanındaydım. Allah Teâlâ: «Andolsun ki o, Cebrail'i apaçık ufukta görmüştür.» (Tekvîr, 23), «Andolsun ki onu bir de diğer inişte görmüştü.» buyurmuyor mu? dedim. Hz. Âişe şöyle dedi: Bu ümmetten Allah Rasûlü (s.a.)ne bunu ilk soran bendim. Hz. Peygamber: O ancak Cibril'dir, buyurdu. Allah Rasûlü Cibril'i, Allah'ın yaratmış olduğu aslî suretinde ancak iki defa görmüştür: Cibril'i gökten yere inerken gör­dü. Yaratılışının büyüklüğü gökle yer arasını kaplamıştı. Hadîsi Bu-hâri ve Müslim Sahihlerinde Şa'bî kanalıyla rivayet etmişlerdir. Bu hadîsin Ebu Zerr rivayeti şöyledir: İmâm Ahmed'in Affân kanalıyla... Abdullah İbn Şakîk'dan rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor: Ebu Zerr'e: Şayet Allah Rasûlü (s.a.)nü görmüş olsaydım ona sorardım, dedim. Ona ne sorardın? dedi. Ona: Rabbını gördü mü? diye sorardım, dedim. Şüp­hesiz ben bunu Allah Rasûlü (s.a.)ne sordum da şöyle buyurdu: Ben O'nu nur olarak gördüm. O'nu nasıl göreyim ki. İmâm Ahmed'in riva­yeti bu şekildedir. Müslim ise bu hadîsi iki kanaldan, iki değişik lâfız­la rivayet etmektedir. O der ki: Bize Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe'nin... Ebu Zerr'den rivayetine göre o, şöyle demiştir:

Allah Rasûlü (s.a.)ne: Rabbını gördün mü? diye sordum, O nur­dur, nasıl göreyim? buyurdu. Yirie Müslim'in Muhammed İbn Beşşâr kanalıyla... Abdullah İbn Şakîk'den rivayetine göre o, şöyle anlatıyor:

Ebu Zerr'e: Şayet Allah Rasûlü (s.a.)nü görmüş olsaydım ona so­rardım, dedim. Ona neyi sorardın? dedi. Ben: Ona; Rabbını gördün mü? diye sorardım, dedim. Ebu Zerr şöyle dedi: Ben sordum da: Bir nûr gördüm, buyurdu, dedi. Hallâl «el-îlel» isimli eserinde nakleder ki, İmâm Ahmed'e bu hadîs sorulmuş ve o: Ben onu inkâr ederdim. Halen de tevcihini bilmiyorum, demiştir. îbn Ebu Hatim der ki: Bize babamm... Ebu Zerr'den rivayetine göre o, söylememiştir: Allah Rasûlü Rabbmı kalbiyle gördü, gözü ile görmedi. İbn Huzeyme bu hadîsin râ-vîlerden Abdullah İbn Şakîk ile Ebu Zerr arasında isnadının kopuk ol­duğunu ileri sürmüştür. Ancak İbn Cevzî bu hadîsin te'vîlini şöyle yap­maktadır: Herhalde Ebu Zerr bu sorusunu Allah Rasûlü (s.a.)ne İsrâ (ve Mi'râc)dan Önce sormuş da, Allah Rasûlü ona böyle cevab vermiş­tir. Şayet Mi'râc'dan sonra sormuş olsaydı, Rasûlullah (s.a.) ona olum­lu cevab verirdi. Ancak İbn Cevzî'nin bu açıklaması gerçekten zayıftır. Zîrâ mü'minlerin annesi Hz. Âişe (r.a.) bu konuyu Allah Rasûlüne Mi'-râc'tan sonra sormuş fakat Rasûlullah ona, Rabbını gördüğünü söyle­memiştir. Birisi kalkıp: Allah Rasûlü Hz. Âişe'ye anlayabileceği şekil­de hitâb etmiş veya onun görüşünün hatalı olduğunu belirtmek iste­miştir, diyebilir. Nitekim Kitâb'ül-Tevhîd'inde İbn Huzeyme böyle söy­lemektedir. Şüphesiz böyle diyen kimse hatâ etmektedir. En doğrusunu Allah  bilir.

Neseî der ki: Bize Ya'kûb İbn İbrahim'in... Ebu Zerr'den rivaye­tine göre Allah Rasûlü (s.a.) Rabbmı gözleriyle değil kalbiyle görmüş­tür. Müslim'in Sahîh'inde Ebu Bekr İbn Ebu Şeybe kanalıyla... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetle sabit olduğuna göre; o, «Andolsun ki onu bir de diğer inişte görmüştü.» âyeti hakkında şöyle demiştir: O, Cibril (a.s.)i görmüştür. «Andolsun ki onu bir de diğer inişte görmüştü.» âye­ti hakkında Mücâhid der ki: Allah Rasûlü (s.a.) Cibril'i aslî suretinde iki defa görmüştür. Katâde, Rebî' İbn Enes ve başkaları da böyle söylü­yor.

Allah Teâlâ: «O zaman Sidre'yi bürümekte olan buruyordu.» buyu­rur ki, daha önce İsrâ hadîsinde de geçtiği üzere Sidre'yi kargalar mi­sâli melekler, Rabbın nuru ve mâhiyeti bilinmeyen çeşit çeşit şeyler bü-rümekteydi. İmâm Ahmed der ki: Bize Mâlik İbn Mığvel'in... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre o, şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Mi'râc'a çıkarıldığında Sidre-i Müntehâ'ya ulaştı. O, yedinci kat gök­tedir. Yeryüzünden yükselenler oraya ulaşır ve orada kalır. Üstten inen­ler ise oraya ulaşır ve yine orada kalır. «O zaman Sidre'yi bürümekte olan buruyordu.» Yani Sidre'yi altın kelebekler bürümekteydi. Allah Ra­sûlü (s.a.)ne üç şey verildi: Ona beş vakit namaz verildi. Bakara sû­resinin son âyetleri verildi. Ümmetinden hiç bir şeyle Allah'a şirk koş­mayanların, cehenneme sürükleyen amelleri bağışlandı. Hadîsi sadece Müslim rivayet etmiştir. Ebu Ca'fer er-Râzî'nin Rebî' kanalıyla... Ebu Hüreyre'den veya bir başkasından —bu tereddüt Ebu Cafer'dendir— ri­vayetine göre o, şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Mi'râc'a çıkarıldı­ğında Bidre'ye ulaştığı zaman ona: Bu, Sidre'dir, denildi. Sidre'yi Hal-lâk-ı A'zam Allah'ın nuru buruyordu. Bir ağaç üzerine üşüşen kargalar misâli melekler buruyordu. İşte Allah Teâlâ o esnada Rasûlullah ile konuştu ve ona: İste, buyurdu. îbn Ebu Necîh'in Mücâhid'den rivayetine göre; o, «O zaman Sidre'yi bürümekte olan buruyordu.» âyeti hakkın­da şöyle demiştir: Sidre'nin dallan inci, yakut ve zeberced idi. Muham-med onu gördü. Rabbını da kalbiyle gördü. îbn Zeyd der ki: Ey Allah'­ın elçisi, o Sidre'yi neyin bürümekte olduğunu gördün mü? denildiğin­de, şöyle buyurdu: Onu altın kelebeklerin bürüdüğünü gördüm. Yine gördüm ki, onun yapraklarından her bir yaprak üzerinde bir melek di­kilmiş Allah'ı tesbîh ediyordu.

İbn Abbâs, «Göz ne şaştı ne aştı.» âyetini şöyle açıklar: Göz sağa veya sola gitmedi, kendisine emrolunam aşmadı. Bu; sebat ve Allah'a itâatta en yüce sıfattır. Şüphesiz o ancak kendine emrolunam yapmış, kendine verilenden fazlasını istememiştir. (...)

Allah Teâlâ'nın: «Andolsun ki Rabbınm, âyetlerinden en büyüğü­nü gördü.» âyeti şu kavli gibidir: «Bununla sana (kudretimiz ve aza­metimize delâlet eden) daha büyük mucizelerimizi gösterelim.» (Tâ-Hâ, 23). Ehl-i Sünnet'ten o gece ru'yet'in vukû'bulmadığı görüşünde olanlar bu iki âyeti delil getirirler. Zîrâ Allah Teâlâ burada: «Andolsun ki Rab-bı'nın âyetlerinden en büyüğünü gördü.)) buyurmaktadır. Şayet Rabbı-nı görmüş olsaydı, hiç şüphesiz bunu haber verir ve insanlara anlatır­dı. Bu konunun açıklanması İsrâ sûresinde geçmişti. İmâm Ahmed der ki: Bize Ebu Nadr'm... Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre o, şöy­le demiştir: Şüphesiz Muhammed Cibril'i aslî suretinde iki defa gör­müştür. Bir keresinde Cibril'den kendisini aslî suretinde göstermesini istemişti. Cibril de aslî suretini ona gösterdi. Ufku kaplamıştı. İkinci kez ise Hz. Peygamber Mi'râc'a çıkarıldığında, Cibril onunla birlikte çıktığında olmuştur. Allah Teâlâ: «Ve o, en yüce ufukta idi. Sonra yak­laştı, derken sarkıverdi. İki yay kadar yahut daha da yakın oldu. O vakit kuluna vahyedeceğini etti.» buyurur ki Cibril, Rabbımn şuuruna erince aslî suretine döndü ve secde etti. Allah Teâlâ: «Andolsun ki onu bir de diğer inişte görmüştü. Sidret'ül-Müntehâ'mn yanında. Cennet'ül-Me'vâ da onun yanındadır. O zaman Sidre'yi bürümekte olan buruyor­du. Göz ne şaştı ne aştı. Andolsun ki Rabbımn, âyetlerinden en büyü­ğünü gördü.» buyurur ki burada onun büyük âyetlerinden olarak gör­düğü, Cibril (a.s.)in yaratılışıdır. İmâm Ahmed hadîsi bu şekilde naklet­mektedir ki garîbdir.[4]

 

19 -- Gördünüz mü Lât ve Uzzâ'yı?

20 — Üçüncüsü olan diğer Menât'ı.

21  — Demek erkekler sizin, dişiler O'nun mu?

22 — Öyleyse bu, insafsız bir paylaşma.

23 — Bunlar sizin ve atalarınızın taktığı adlardan baş­ka bir şey değildir. Allah onlara hiç bir güç indirmemiştir. Onlar kuruntudan ve nefislerin arzu ettiği nevadan başka­sına uymuyorlar. Halbuki kendilerine Rablarmdan hidâ­yet gelmiştir.

24 — Yoksa her umduğu şey insanın mıdır?

25  — Âhiret de dünya da Allah'ındır.

26  — Göklerde nice melek vardır (ki, Allah dileyeceği ve razı olacağı kimseler için izin vermedikçe onların şefa­ati hiç bir şeye yaramaz.

 

Ya Lât ve Uzzâ?

 

Allah Teâlâ burada müşrikleri azarlıyor. Onlar putları Allah'a denk koşmakta, onlara ibâdet etmekteler ve putları için Rahmân'm dostu Hz. İbrahim'in inşâ etmiş olduğu Kâ'be'ye benzeterek evler edinmektedir­ler. Allah Teâlâ: «Gördünüz mü Lât'ı?» buyurur ki Lât; beyaz ve nakış­larla süslenmiş bir kaya idi. Tâif'te onun üzerinde bir ev yapılmıştı. O evin perdeleri ve perdedârları, çevresinde bir de avlusu vardı. Tâif'li-ler katında ona ta'zim olunurdu. Tâiflüer, Sakîf kabilesi ile onlara tâ­bi olanlardır. Kureyş'ten sonra diğer Arap kabilelerine karşı bu puttan ile övünürlerdi. İbn Cerîr der ki: Onlar bu putlarına Allah'ın adından bir ad çıkararak Lât demişlerdir. Bu kelimenin, Allah isminin müenne-si olduğunu sanıyorlardı. Şüphesiz ki Allah, onlann bu söylediklerinden münezzehtir. İbn Abbâs, Mücâhid ve Rebî' İbn Enes'ten nakledildiğine göre onlar, bu putun ismini son harfinin şeddesi ile el-Lâtt "şeklinde okurlar ve bunun açıklamasını şöyle yaparlarmış: Câhiliye devrinde ha­cılara un çorbası yapan bir adam varmış, öldüğü zaman onun kabri ba­şında toplanmış ve ona ibâdet etmişler.

Buhârî der ki: Bize Müslim îbn İbrahim'in... İbn Abbâs'tan riva­yetine göre o, Lât ve Uzzâ hakkında şöyle demiştir: Lât; hacılara un çorbası yapan bir adamdı. İbn Cerîr der ki: Uzzâ kelimesi de azîz kökün­den gelmektedir. Uzzâ; Mekke ile Tâif arasındaki Nahle denilen yerde üzerine bina yapılmış ve örtüler örtülmüş bir ağaç idi. Kureyş'liler ona ta'zîmde bulunurlardı. Nitekim Uhud günü Ebu Süfyân: Bizim Uzzâ'-mız var, sizin ise Uzzâ'nız yok, demişti. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle bu­yurdu: Allah bizim dostumuzdur, sizin ise dostunuz yok, deyiniz. Bu-hârî'nin Zührî kanalıyla... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Allah Ra­sûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Her kim yemin etmiş ve yemininde: Lât ye Uzzâ'ya yemm~bisûn7~demişse; Allah'tan başka ilâh yoktur, desin^ Her kim de arkadaşına: Gel kumar oynayalım demişse, o da sadaka verT sin. Bu hadîs, dilinden (ihtiyan dışında) böyle bir yemin çıkıveren kim­seye hamledilmelidir. Zîrâ onların dilleri Câhiliye döneminde böyle yp-mınlere alışmıştı. Nitekim Neseî der ki: Bize Ahmed ibn Bekkâr ve Ab-dülhamîd İbn Muhammed'in... Sa'd İbn Ebu Vakkâs'tan rivayetle ha­ber verdiklerine göre; o, şöyle demiştir: Lât ve Uzzâ'ya yemin ettim. Ar­kadaşlarım bana: Ne kötü söyledin. Ahlâksızca bir kelime konuştun, dediler. Allah Rasûlü (s.a.)ne geldim ve bunu kendisine naklettim de: Tek ve ortağı olmaksızın Allah'tan başka ilâh yok. Mülk ve/hamd O'nun-dur. O, her şeye güç yetiricidir, de, üç defa soluna üfür, taşlanmış olan şeytândan Allah'a sığın sonra bir daha bu söze dönme, buyurdu.

Menât'a gelince; Mekke ile Medine arasında Kudeyd'in yanındaki Müşellel'de idi. Huzâa, Eys ve Hazrec kabileleri Câhiliye döneminde onu ta'zîmde bulunurlar ve Kâ'beye haccetmek üzere gideceklerinde orada tehlîl getirmeye başlarlardı. Buhârî bu açıklamanın bir benzerini Hz. Âişe'clen rivayet ediyor. Arap yarımadasında ve başka yerlerde bir ta­kım putlar daha vardır ki, Araplar Kur'ân-ı Kerîm'de isimleri belirtilen bu üç puttan başka Kâ'be'ye ta'zîmde bulundukları gibi onlara da ta'­zîmde bulunurlardı. Bu üç putun burada özellikle zikredilmesi, onların diğerlerinden daha meşhur olması yüzündendir.

İbn İshâk, Sîret'inde der ki: Araplar Kâ'be ile beraber puthâneler edinmişlerdi. Bunlar Kâ'be'ye ta'zîmde bulundukları gibi ta'zîm ettikle­ri evlerdi. Onların perdedârlan ve kayyûmları vardı. Kâ'be'ye kurban­lıklar götürdükleri gibi onlara da kurbânlar götürürler ve Kâ'be'yi ta­vaf ettikleri gibi tavaf ederek orada kurbân keserlerdi. Araplar Kâ'be'nin üstünlüğünü kabul ediyorlardı. Zîrâ Kâ'be'nin Hz. İbrâhîm (s.a.) in evi ye mescidi olduğunu biliyorlardı. Kureyş'in ve Kinâne oğullarının Nah-,

le'de Uzzâ adında bir putları vardı. Bu putun perdedârları ve kayyûm­ları, Hâşimoğullarmın müttefiki olan Selim kabilesinden Şeybânoğul-ları idiler.

Ben derim ki: Bu putu yıkmak üzere Allah Rasûlü (s.a.) Hâlid İbn Velîd'i gönderdi ve Hâlid o putu devirdi. (...) Neseî der ki: Bize Ali İbn Münzir'in... Ebu Tufeyl'den rivayetine göre, o şöyle anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'yi fethettiğinde Hâlid İbn Velîd'i Nahle'ye gönder­di. Uzzâ oradaydı. Hâlid onun yanma geldi. Put, üç muğaylan ağacı üzerindeydi. Hâlid bu ağaçları kesti ve o putun üzerine inşâ edilmiş olan evi yıktı, sonra da Hz. Peygamber (s.a.) e gelip durumu haber verdi. Al­lah Rasûlü: Geri dön, şüphesiz sen hiç bir şey yapmadın, buyurdu. Hâ­lid geri döndü. O putun perdedâr ve kayyûmlan onu görünce yaklaştır­mamak için ellerinden geleni yaptılar. Onlar: Ey Uzzâ, ey Uzzâ diyor­lardı. Hâlid onun yanına gelince bir de gördü ki çırılçıplak bir kadın saçlannı dağıtmış, başına avuçlarıyla toprak saçıyor. Hâlid kılıcını o kadına sapladı ve öldürdü, sonra da Allah Rasûlü (s.a.)ne dönüp yap­tığını haber verdi. Hz. Peygamber (s.a.): îşte o, Uzzâ'dır, buyurdu. İbn İshâk der ki: Lât, Tâif'de Sakîf kabilesinin putuydu. Onun perdedârlan ve kayyûmlan da Muattip oğullarıydı. Ben de derim ki: Allah Rasûlü (s.a.) ona Muğîre îbn Şu'be ve Ebu Süfyân Sahr İbn Harb'ı gönderdi de onlar bu putu yıktılar ve yerine Tâif mescidini yaptılar. İbn İshâk der ki: Menât putu, Evs ve Hazrec ile müşellel tarafından Kadîd'deki deniz sahili üzerinde bulunan Yesrib'lilerden onun dininde olanların putuydu. Allah Rasûlü (s.a.) ona Ebu Süfyân Sahr İbn Harb'ı gönder-di de Ebu Süfyân bu putu devirdi. Bu putu devirenin Ali İbn Ebu Tâ-lib olduğu da söylenmiştir. Yine İbn İshâk şöyle diyor: Zü'1-Halesa adın­daki put Devs, Has'am ve Becîle kabîleleriyle araplardan onların ül­kelerinde; Tebâle'de [5] olanların putuydu. Ben derim ki: Ona Yemen Kâ'be'si, Mekke'de olan Kâ'be'ye de Şam Kâ'be'si denirdi. Allah Rasûlü (s.a.) onu yıkmak üzere ise Cerîr İbn Abdullah el-Becelî'yi gönderdi ve Cerîr o putu devirdi. İbn İshâk, Hels adındaki putun da Tayy kabilesi ile Selmâ ve Ecâ adındaki Tayy dağının Ötesinde bulunanların putu olduğunu belirtir. İbn Hişâm der ki: İlim ehlinden birisinin bana nakl­ettiğine göre, Allah Rasûlü (s.a.) onu yıkmak üzere Ali İbn Ebu Tâlib'i gönderdi ve Hz. Ali o putu devirdi. Allah Rasûlü (s.a.) oranın ganimetinden Rasûb ve Mizhem adında iki kılıcı seçip payından fazla olarak bu iki kılıcı Hz. Ali'ye verdi. İşte bunlar Hz. Ali'nin iki kılıcıdır. İbn İshâk der ki: Himyer ve Yemen'lilerin San'â'da Riyam adın­da bir puthâneleri vardı. Anlatıldığına göre orada siyah bir köpek var­dı. Tübba' ile beraber giden iki papaz o köpeği oradan çıkardılar, öl­dürdüler ve o puthâneyi de yıktılar. Yine İbn İshâk der ki: Rudâ\ Ra-; bîa îbn Kâ'b İbn Sa'd İbn Zeyd Menât İbn Temîm oğullarının puthâ-nesi idi. Onu İslâm'a girdikten sonra Müstevğır İbn Rabîa îbn Kâ'b İbn Sa'd yıkmıştır. (...) Yine îbn İshâk şöyle diyor: Zû'1-Keabât, Vâil'-in iki oğlu Bekr ve Tağleb kabileleri ile Sendâd (veya Sindâd)daki İyâd kabilesinin puthânesi idi.   (...)

Allah Teâlâ: «Gördünüz mü Lât ve Uzzâ'yı? Üçüncüsü olan diğer Menâfi?» buyurur ve şöyle devam eder: «Demek erkekler sizin, dişiler O'nun mu?» O'na çocuk isnâd edip çocuğunun dişi olduğunu iddia edi­yor ve erkeklerin kendinize ait olduğunu mu sanıyorsunuz? Şayet siz bu bölüştürmeyi sizin gibi bir yaratılmış ile yapmış olsaydınız bile bu bölüştürme insafsızca, haksız ve zalimane bir bölüştürme olurdu. O hal­de iki yaratılmış arasında olduğunda bile bir haksızlık ve beyinsizlik alâmeti olan bu bölüştürmeyi Rabbınızla aranızda nasıl yaparsınız?

Allah Teâlâ onlann putlara tapınmalarını ve o putların ilâh yeri­ne koyarak ihdas edip uydurmuş oldukları yalan, iftira ve küfrü redde­derek şöyle buyuruyor: «Bunlar sizin ve atalarınızın (kendiliğinden) taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onlara hiç bir güç (hiç bir delil) indirmemiştir. Onlar kuruntudan ve nefislerinin arzu ettiği hevesten başkasına uymuyorlar.» Onların, kendilerinden önce bu bâtıl yola sapan babalan hakkındaki hüsn-ü zanlarından başka dayanakları yoktur. Onlar daha önceki atalarına ta'zîmde bulunma ve rehber edin­me hususunda nefislerinin arzu ettiğinden başkasına da uymuyorlar. «Halbuki kendilerine Rablarından hidâyet gelmiştir.» Şüphesiz Allah, onlara kesin deliller ve apaçık gerçekle elçilerini göndermiştir. Bunun­la beraber onlar, bu elçilerin getirdiklerine tâbi olmamış, boyun eğme-mişlerdir.

, «Yoksa her umduğu şey insanın mıdır?» Hayır, elbette temenni et­mekle elde edilemez. «Ne sizin kuruntunuzla, ne de kitâb ehli olanların kuruntularıyladır.» (Nisa, 123) Kendisinin hidâyete ermiş olduğunu zanneden herkes elbette söylediği gibi olacak değildir. Herhangi bir şe­yi sevip isteyen de onu elde edemez. îmâm Ahmed der ki: Bize îshâk1-ın... Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyur­muştur : Sizden birisi bir şey temenni ettiği zaman ne temenni etmek­te olduğuna bir baksın. Şüphesiz o, umduğundan kendi lehine neyin yazılmış olduğunu bilemez. Hadîsi sadece İmâm Ahmed. rivayet ediyor.

«Âhiret de, dünya da Allah'ındır.» Bütünüyle işler Allah'ındır. O; dünyanın ve âhiretin mâliki, dünya ve âhirette yegâne tasarruf sahi­bidir. O öyle Allah'tır ki, O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz.

«Göklerde nice melek vardır ki, Allah dileyeceği ve razı olacağı kimseler için izin vermedikçe onların şefaati hiç bir şeye yaramaz.» âyeti, Allah Teâlâ'nın şu kavilleri gibidir: «O'nun izni olmadan katın­da şefaat edecek kimdir?» (Bakara, 255), «O'nun katında, kendisine izin verdiğinden başkası şefaat edemez.» (Sebe', 23). Mukarrebûn me­leklerinin durumu böyle ise; siz ey bilgisizler; putlara ve Allah'a şirk koşulan şeylere ibâdet meşru değilken, buna Allah Teâlâ izin verme­mişken, aksine bütün peygamberlerinin diliyle bundan men'edip, inzal buyurduğu bütün kitablarda onu yasaklamışken Allah katında putların ve Allah'a eş koştuklarınızın şefaatim nasıl umarsınız?[6]

 

27 — Doğrusu âhirete inanmayanlar meleklere dişi ad­larını takarlar.

28  — Halbuki onların bu hususta bilgileri yoktur. On­lar sadece zanna uyarlar. Zan ise hiç şüphesiz gerçekten bir şey ifâde etmez.

29  — Onun için sen, Bizim   zikrimize sırt   çeviren ve dünya hayatından başkasını   istemeyenlerden yüz çevir.

30  — Onların bilgiden erişebilecekleri işte budur. Mu­hakkak ki Rabbm, yolundan sapmış olanı en iyi bilendir. Ve O, hidâyete ereni de en iyi bilendir.

 

O Âhirete  İnanmayanlar

 

Allah Teâlâ müşriklerin melekleri dişiler olarak isimlendirmelerini ve Allah'ın kızları olduğunu kabul etmelerini şiddetle reddeder. Başka bir âyet-i kerîme'de: «Onlar, Rahmân'ın kullan olan melekleri de dişi saydılar. Yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu şehâdetleri yazıla­cak ve sorguya çekileceklerdir.» (Zuhruf, 19) buyurulurken aynı sebep­le burada da: «Halbuki onların bu hususta bilgileri yoktur.» buyrulur. Onların söylediklerini doğrulayacak sıhhatli bilgileri yoktur. Aksine bu söyledikleri yalan, iftira ve iğrenç bir küfürden başka bir şey değildir. «Onlar sadece zanna uyarlar. Zan ise hiç şüphesiz gerçekten bir şey ifâde etmez.» Hiç bir fayda vermez ve asla gerçeğin yerini tutmaz. Sa-; hîh bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurur: Zandan sakının. Çün­kü zan, sözlerin  en  yalanıdır.

«Onun için sen, Bizim zikrimize sırt (haktan yüz) çevirenden (sen de yüz çevir, onları terket) ve dünya hayatından başkasını. istemeyen­lerden yüz çevir.» Böylelerinin en büyük düşünceleri ve bilgilerinin ulaştığı son nokta, sâdece dünya hayatıdır. Bu ise kendisinde hiç bir hayır bulunmayan bir gayedir. Bu sebepledir ki: «Onların bilgiden eri­şebilecekleri işte budur.» Dünyayı isteme ve dünya için çalışma, onların erişebilecekleri son derecedir, buyrulmaktadır. İmâm Ahmed'in mü'-minlerin annesi Hz. Âişe'den rivayetine göre, Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Dünya, yurdu olmayanın yurdudur. Malı olmayanm ma­lıdır. Onu aklı olmayan toplar. Hz. Peygamberden nakledilen bir duada şöyle buyruluyor: Allah'ım, dünyayı bizim en büyük düşüncemiz ve ula­şabileceğimiz son bilgi kılma.

Allah Teâlâ: «Muhakkak ki Rabbın, yolundan sapmış olanı en iyi bilendir. Ve O, hidâyete ereni de en iyi bilendir.» buyurmaktadır ki O, bütün yaratıkları yaratan, kullarının menfaatına olanları en iyi bilen­dir. O; dilediğini hidâyete ulaştırır, dilediğini sapıklıkta bırakır. Bütün bunlar O'nun kudreti, ilmi ve hikmeti iledir. O; ne şeriatında, ne de ka­derinde asla zulmetmeyen yegâne Adil'dir.[7]

 

31  — Göklerde olan da, yerde olan da Allah'ındır. Kö­tülük edenlere yaptıklarının karşılığını vermesi, güzel ih­san edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir.

32  — Onlar ki; ufak-tefek kusurları   dışında günâhın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınırlar. Muhakkak ki Rabbm, mağfireti geniş olandır. Sizi daha topraktan ya­rattığı zaman ve henüz analarınızın karınlarında cenîn ha­linde iken sizi en iyi bilen O'dur. Kendinizi temize çıkar­mayın. O, takva sahibi olanları da en iyi bilendir.

 

Allah Teâlâ göklerin ve yerin mâliki olduğunu, zâtından başkala­rından müstağni olduğunu, yaratıkları hakkında adaletle hüküm verip onları hak ile yarattığını haber veriyor. «Kötülük edenlere yaptıklarının kargılığını vermesi, güzel ihsan edenleri de daha güzeliyle mükâfatlan­dırması içindir.» Herkesin amelinin karşılığını verecektir. Ameli hayır ise karşılığı da hayır, ameli kötü ise karşılığı da kötü olacaktır. Daha sonra Allah Teâlâ iyi hareket edenlerin; günâhların ve aşırılıkların bü­yüklerinden kaçınanlar olduğunu, haramlar ve büyük günâhlarla bir alış-verişleri olmadığını ifâde ile güzel davrananlan açıklar. Her ne ka­dar bazı küçük günâhları işleseler de Allah Teâlâ onları bağışlayıp ör-tecektir. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de : «Size yasaklanan büyük günâhlardan kaçınırsanız, küçük günâhlarınızı örter ve sizi şerefli bir mevkiye koyarız.» (Nisa, 31) buyrulurken burada da: «Onlar ki; ufak-tefek kusurları dışında günâhın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçı­nırlar.» buyurmuştur. Bu, Munkatı' bir istisnadır. Zîrâ âyet-i kerîme'-deki kelimesi ile ifâde edilenler küçük günâhlar ve önem­siz işlerdendir. İmâm Ahmed'in Abdürrezzâk kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle diyor: Ebu Hüreyre'nin Hz. Peygamber (s.a.) den rivayet etmiş olduğu şu hadîste belirtilenlerden ufak-tefek günâh­lara daha çok benzeyen başka bir şey görmedim. Bu hadîste Allah Rasû-lü şöyle buyuruyor:

Allah Teâlâ âdemoğluna zinadan olan nasibini yazmıştır. Hiç şüp­hesiz onu işleyecektir. İki gözün zinası bakmak, dilin zinası konuşmak­tır. Gönül temenni eder ve arzular, kişinin ut yeri de bu temenniyi ya doğrular, ya da yalanlar. Hadîsi Buhârî ve Müslim, Sahîh'lerinde Ab­dürrezzâk kanalıyla tahrîc etmişlerdir. İbn Cerîr der ki: Bize Muham-med İbn Abd'ül-A'lâ'nm... İbn Mes'ûd'dan rivayetine göre; o, şöyle de­miştir: Gözlerin zinası bakmak, dudakların zinası öpmek, ellerin zinası tutmak, ayakların zinası yürümektir. Kişinin ut yeri bunu ya yalanlar veya doğrular. Şayet kişi ut yeri ile bu işlere girişirse zina etmiş olur. İşte ufak-tefek günâhlar bunlardır. Mesrûk ve Şa'bî de böyle söylemiş­tir. Abdurrahmân İbn Nâfi* —bu zât îbn Lübâbe et-Tâifî olarak Bilinir— der ki: Ebu Hüreyre'ye Allah Teâlâ'nm «Ufak-tefek kusurlar dışında...» kavlini sordum da şöyle dedi: Öpme, çimdikleme, bakma ve yakın ol­madır. Şayet sünnet yerine dokunursa gusül gerekir ki zina budur. Ali îbn Ebu Talha'mn İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, «Ufak-tefek kusur­lar dışında...» kısmım: Ancak geçmişte yapılan günâhlar müstesna, şeklinde açıklamıştır. Zeyd İbn Eşlem de böyle söylüyor.

îbn Cerîr der ki: Bize İbn Müsennâ'nın... Mücâhid'den rivayetine göre o, «Ufak-tefek kusurları dışında.» kısmını şöyle açıklıyor: Onlar günâhla meşgul olup sonra bu günâhı terkedenlerdir. Şâir der ki: «Al­lah'ım eğer bağışlayacaksan hepsini bağışla, Senin hangi kulun ufak-tefek kusurlarla meşgul olmamıştır?» İbn Cerîr der ki: Bize İbn Hu-meyd'in... Mücâhid'den bu âyet-i kerîme hakkında nakline göre; o, şöy­le demiştir: Kişi günâhla haşir neşir olur, sonra kendini ondan sıyırıp çıkarır. Câhiliye halkı Beytullah'ı tavaf eder ve tavafta şöyle dermiş: Allah'ım, şayet bağışlayacaksan hepsini bağışla. Senin hangi kulun ufak-tefek kusurlar işlememiştir? Bu haberi İbn Cerîr ve bir başkası merfû' olarak da rivayet etmiştir.

İbn Cerîr'in Süleyman İbn Abdülcebbâr kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Onlar ki; ufak-tefek kusurları dışında günâhın bü­yüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınırlar.)) âyeti hakkında şöyle demiş­tir: O; bir hayâsızlık eden, sonra da tevbe eden kişidir. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: Allah'ım, şayet bağışlayacaksan hepsini bağışla. Senin hangi kulun ufak-tefek kusurlar işlememiştir? Hadîsi Tirmizî de bu şekilde Ahmed İbn Osman Ebu Osman el-Basrî'den, o ise Ebu Âsim en-Nebîl'den rivayet ediyor. Tirmizî hadîsi rivayetten sonra der ki: Bu; hasen, sahîh, garîb bir hadîstir. Sadece Zekeriyyâ İbn İshâk kanalıyla rivayetini bilmekteyiz. Bezzâr da şöyle der: Hadîsin muttasıl olarak rivayetini sadece bu kanaldan bilmekteyiz. İbn Ebu Hatim ve Beğavî hadîsi Ebu Âsim en-Nebîl kanalıyla rivayet etmişlerdir. Ancak Beğavî hadîsi Tenzil sûresinin tefsirinde zikretmiştir. Merfû' olarak rivayetinin sıhhati şüphelidir.

İbn Cerîr der ki: Bize Muhammed İbn Abdullah'ın... Ebu Hüreyre'-den —öyle sanıyorum ki Ebu Hüreyre hadîsi Rasûlullah'a ulaştırıyor— rivayetine göre o, «Onlar ki; ufak-tefek kusurları dışında günâhın bü­yüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınırlar.» âyeti hakkında şöyle demiş­tir: Zlnâ'nın önemsiz, ufak-tefek sayılacak olanı, kişinin tevbe edip bir daha dönmediğidir. Hırsızlığın ufak-tefek olanı tevbe edip dönmediği­dir. İçki içmenin ufak-tefek sayılanı, kişinin tevbe edip bir daha dön­mediğidir. İşte âyetteki ufak-tefek kusurlar bunlardır. Yine İbn Cerîr'­in İbn Beşşâr kanalıyla... Hasan el-Basrî'den rivayetine göre o, «Onlar ki; ufak-tefek kusurları dışında günâhın büyüklerinden ve hayâsızlık­tan kaçınırlar.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Zina, hırsızlık veya iç­ki içmenin ufak-tefek sayılacak olanı, kişinin ona bir daha dönmediği­dir. Yine İbn Cerîr'in Ya'kûb kanalıyla... Hasan el-Basrî'den «Onlar kil ufak-tefek kusurları dışında günâhın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınırlar.» âyeti hakkında rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Ra­sûlü (s.a.)nün ashabı şöyle derlerdi: Bu; önemsiz sayılabilecek bir zina (göz zinası gibi) işleyen, önemsiz sayılabilecek miktarda içki içen sonra da ondan sakınarak tevbe eden kişidir. İbn Cerîr'in Atâ'dan, onun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre o, «Ufak-tefek kusurları dışında.» kıs­mını şöyle açıklar: O, kişinin bir süre ufak-tefek kusurlara dalmasıdır. Ben: Buna zina da dâhil mi? diye sordum da: Evet zina da dâhil, ama sonra tevbe ederse, dedi. Yine İbn Cerîr'in Ebu Küreyb kanalıyla... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, «Ufak-tefek kusurlar dışında» kısmını ufak-tefek kusurları bir kere yapan, şeklinde anlamıştır. Süddî'nin nak­lettiğine göre Ebu Salih şöyle diyor: Bana ufak-tefek kusurlar sorul­muştu ben: O, bir günâh işleyen, sonra da tevbe eden kişidir, dedim. Bunu İbn Abbâs'a söyledim de: Hiç şüphesiz bu açıklamada şerefli bir melek sana yardım etmiş, dedi. Bu haberi Beğavî naklediyor. İbn Ce­rîr'in Müsennâ İbn Sabah —ki bu zayıf bir râvidir— kanalıyla... Ab­dullah İbn Amr'dan rivayetine göre; o, ufak-tefek kusurların, Allah'a şirk koşma dışındaki günâhlar olduğunu söylemiştir. Süfyân es-Sevrî'-nin Câbir el-Cu'fî kanalıyla... İbn Zübeyr'den rivayetine göre o, âyet-i kerîme'nin kısmını şöyle açıklıyor: Bu; dünya ceza­sı ile âhiret azabı arasında olan kısımdır. Bu haberi Şu'be, Hakem'den, o ise îbn Abbâs'tan aynen yukardaki gibi rivayet etmiştir. Avfî'nin îbn Abbâs'tan «Ufak-tefek kusurları dışında...» kısmı hakkındaki rivayeti­ne göre; o, şöyle demiştir: Biri dünya cezası, diğeri de âhiret cezası ol­mak üzere iki ceza arasında olan her şeydir. Namazlar onlara keffâret olur. İşte bu ufak-tefek kusurlardır. Bunlar, cehennemi vâcib kılan gü­nâhlar dışında olanlardır. Dünya cezası; Allah Te&lâ'nın dünyada uy­gulanmasını farz kılmış olduğu hadd cezalarıdır. Âhiret cezasına gelin­ce; bunlar Allah Teâlâ'nın ateşle mühürlediği ve cezasını âhirete bırak­tığı her şeydir. İkrime, Katâde ve Dahhâk da böyle söylemiştir.

Allah Teâlâ: «Muhakkak ki Rabbın, mağfireti geniş olandır.» bu­yurur ki, Allah'ın rahmeti her şeyi içine alır. O'nun mağfireti tevbe eden kimsenin bütün günâhlarını kapsar. Nitekim başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyrulur: «De ki: Ey kendi nefislerine karşı haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Al­lah bütün günâhları yarlığar. Çünkü O Çrafûr'dur, Rahîm'dir.» (Zü-mer,  53).

Allah Teâlâ: «Sizi daha topraktan yarattığı zaman en iyi bilen O'dur.» buyurur. Şüphesiz O, babanız Âdem'i topraktan yarattığı, nesli­ni onun sulbünden küçük kırmızı karıncalar misâli çıkardığı zamanda sizi en iyi gören, durumlarınızı, sizden sâdır olacak amelleri ve sözleri en iyi bilendir. Sonra onları iki gruba ayırmıştır: Bir grup cennet için­dir, bir grup da cehennem için. «Ve henüz analarınızın karınlarında ce-nîn halinde iken sizi en iyi bilen O'dur.» kavli de böyledir. Şüphesiz o kişi için görevlendirilmiş olan melek onun rızkım, ecelini, amelini bah­tiyar mı, yoksa bedbaht mı, olacağını yazmıştır. Mekhûl der ki: Bizler annelerimizin karınlarında cenîn halindeydik. Düşenler düştü, biz ka­lanlardan olduk. Sonra süt çocukları olduk, bu haldeyken helak olan­lar helak olup gitti. Biz kalanlar içindeydik. Sonra yetişkin çocuk ol­duk. O halde iken bizden helak olan yok olup gitti. Biz yine kalanlar içindeydik. Sonra gençler olduk. O durumdayken bizden helak olanlar yine yok olup gittiler. Biz yine kalanlar içinde idik. Daha sonra ihtiyar­lar olduk. Allah hayrını versin. Bundan sonra daha ne bekleyeceğiz? Mekhûrün bu sözünü ondan İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.

Allah Teâlâ burada: «Kendinizi temize çıkarmayın. (Nefislerinizi övüp şükre değer görmeyin ve yaptıklarınızı başkalarının başına kak­mayın.) O, takva sahibi olanları da en iyi bilendir.» buyururken, başka bir âyet-i kerime'de de şöyle buyurur: «Bakmaz mısın şu kendilerini te­mize çıkaranlara? Halbuki dilediğini temize çıkaran yalnız Allah'tır. Ve kıl payı zulme uğratılmazlar.» (Nisa, 49). Müslim, Sahîh'inde der ki: Bize Amr en-Nâkıd'm... Muhammed İbn Amr İbn Atâ'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir. Kızıma Berrâ adını koymuştum. Ebu Seleme kı­zı Zeyneb bana şöyle dedi: Şüphesiz Allah Rasûlü bu ismin konulmasını yasakladı. Bana Berrâ adı verilmişti de Allah Rasûlü (s.a.): Kendinizi temize çıkarmayın. Şüphesiz Allah, sizden iyilik sahibi olanları en iyi bilendir, buyurdu. Ashabı: Ona ne ad koyalım? dediler de: Ona Zeyneb adını koyun, buyurdu. İmâm Ahmed'in Af fan kanalıyla... Abdurrah-mân İbn Ebu Bekre'den, onun da babasından rivayeti ile sabit bir ha­dîste o, şöyle anlatıyor: Birisi başka bir kişiyi Hz. Peygamber (s.a.)in yanında övmüştü. Allah Rasûlü (s.a.) defalarca: Yazıklar olsun sana, arkadaşının boynunu kopardın, buyurup şöyle devam etti: Sizden bi­risi arkadaşını mutlaka medhetmek istediği zaman onun bildiği nite­liklerini söyleyerek; onu hesaba çekecek olan Allah'tır. Allah'a karşı hiç kimseyi temize çıkarmıyorum. Öyle sanıyorum ki o şöyle şöyledir, desin. İmâm Ahmed hadîsi Ğunder'den, o Şu'be'den, o da Hâlid el-Haz-zâ'dan rivayet etmiştir. Hadîsi Buharı, Müslim, Ebu Dâvûd ve İbn Mâce de değişik kanallardan olmak üzere Hâlid el-Hazzâ'dan rivayet et­mişlerdir. İmâm Ahmed der ki: Bize Vekî' ve Abdurrahmân'ın... Hem-mâm İbn Hâris'ten rivayetine göre; o, şöyle anlatıyor:

Birisi Hz. Osman'ı yüzüne karşı Övmeye başladı. Mikdâd ayağa kalktı —ki cüsseli bir adamdı.— onun yüzüne toprak atmaya başladı. Hz. Osman ona ne yapıyorsun dedi. O da şöyle dedi: Allah Rasûlü (s.a.) Meddahları görürseniz onlann yüzlerine toprak atın, dedi. Hadîsi, Müs-Jim ve Ebu Dâvfid, Sevrî kanalıyla Mansûr'dan rivayet etmişlerdir.[8]

 

33  — Gördün mü o yüz çevireni,

34  — Biraz verip sonra vermemekte direneni.

35  — Gaybın bilgisi onun yanındadır da kendisi mi gö­rüyor?

36 — Yoksa kendisine bildirilmedi mi Musa'nın sahîfe-lerinde olanlar?

37  — Ve sözünü yerine getiren îbrâhîm'inkinde de.

38  — Doğrusu hiç bir günahkâr başkasının günâh yü­künü yüklenmez.

39  — Gerçekten insan için, çalıştığından başkası yok­tur.

40 ~ Ve onun çalışması ileride görülecektir.

41  — Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.

 

Sa'y ve Gayret

 

Allah Teâlâ, zâtına ibâdetten yüz çevireni yererek şöyle buyuruyor: «O, peygamberi doğrulamamış, namaz kılmamış, ama yalanlayıp, yüz çevirmişti.» (Kıyâme, 31-32) «Biraz verip sonra vermemekte direneni.» İbn Abbâs bu âyeti: Biraz itaat edip sonra itâattan vazgeçeni, şeklinde anlamıştır. Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Katâde ve birçokları da böyle söylüyor. İkrime ve Saîd derler ki: Bu, kuyu kazan bir toplulu­ğun durumu gibidir. Kazı esnasında işi tamamlamalarını engelleyen bir kayaya rastlarlar da: Kazma işlemeyen bir yere geldik, deyip işi terkederler.

«Gaybın bilgisi onun yanındadır da kendisi mi görüyor?» înfâk etmekten korkup elini tutan ve iyilik yapmaya kimsenin yanında gay­bın bilgisi mi var ki elinde olan tükenecektir? Bu yüzden mi iyilik yapmamaktadır. O bu durumu apaçık görüyor mu? Tabiî ki durum böyle değildir. O, ancak cimriliği ve mal hırsı yüzünden sadaka vermemekte, iyilik yapmamakta ve sıla-i Rahmde bulunmamaktadır. Bu sebepledir ki bir hadîste şöyle buyrulur: Akrabana infâk et, Arş'm sahibinin azal­tacağından korkma. Allah Teâlâ da başka bir âyet-i kerîme'de şöyle bu­yurur: «Hangi şeyden de infâk ederseniz; O, yerine koyar. O, nzık ve­renlerin en hayırlısıdır.» (Sebe\ 39).

«Yoksa kendisine bildirilmedi mi Musa'nın sahîfelerinde olanlar? Ve sözünü yerine getiren İbrâhîm'inkinde de.» Saîd İbn Cübeyr ve Sevrî, âyet-i kerîme'deki fiilini; kendisine emrolunan her şe­yi tebUğ eden, şeklinde anlamışlardır. İbn Abbâs bu kelimeyi; Şeriatı­nı tebliğ konusunda Allah'a verdiği sözü tutan, şeklinde; Saîd İbn Cü­beyr: Emrolunanı tâm olarak yerine getiren, şeklinde; Katâde ise: Al­lah'a itaatta vefakâr olan ve Allah'ın risâletini insanlara tebliğ görevi­ni yerine getiren, şeklinde anlamışlardır. İbn Cerîr burada Katâde'nin açıklamasını tercih etmektedir. Bu ifâde kendinden öncekileri de içine almaktadır ve Allah Teâlâ'nm: Hani Rabbı, İbrahim'i bir takım keli­melerle imtihan etmişti de o da bunları tamamlayınca, seni insanlara imam kılacağım, buyurmuştu.» (Bakara, 124) âyeti de bunu destekle­mektedir. O; bütün emirleri yerine getirmiş, bütün yasakları terket-miş ve risâleti en mükemmel şekilde tebliğ etmiştir. Böylece o, bütün hallerinde, davranışlarında ve sözlerinde insanlar için kendisine uyula­cak bir önder olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Sonra sana: Mu-vahhid olarak İbrahim'in dinine uy; o, hiç bir zaman müşriklerden ol­madı, diye vahyettik.» (Nahl, 123). İbn Ebu Hatim der ki: Bize Mu-hammed İbn Ayf el-Hımsî'nin... Ebu Ümâme'den rivayetine göre o, şöy­le.demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) «Ve sözünü yerine getiren İbrâhîm'in-kinde de.» âyetini okudu ve: İbrahim'in neyi yerine getirdiğini biliyor musun? diye sordu. Ben: AHah ve Rasûlü en iyi bilendir, dedim. Allah Rasûlü: Günlük amelini dört rek'at namazla tamâmlardı, buyurdu. Ha­dîsi tbn Cerîr, Ca'fer İbn Zübeyr kanalıyla rivayet etmiştir. O ise za­yıf bir râvîdir. Tirmizî Câmi'inde der ki: Bize Ebu Ca'fer es-Simnânî'-nin... Ebu Derdâ ve Ebu Zerr'den, rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) Cenâb-ı Rabb'il-âlemîn'den naklen buyurur ki: Ey Âdemoğlu, günün başlangıcında Benim için dört rek'at namaz kıl ki, günün sonu için sa­na kefîl olayım. İbn Ebu Hatim —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Bize babamın... Muâz İbn Enes'ten rivayetinde Allah Rasûlü şöyle bu­yurmuştur: Allah Teâlâ'nm İbrahim'i niçin «Sözünü yerine getiren Ha-lîl'i» olarak isimlendirdiğini size haber vereyim mi? Şüphesiz o, sabah ve akşam: «Akşama girerken ve sabaha ererken hepiniz Allah'ı tesbîh edin.» (Rûm, 17) derdi. İbn Cerîr hadîsi Ebu Küreyb kanalıyla... Zeb-ban'dan rivâyeı etmiştir.

Daha sonra Allah Teâlâ, İbrâhîm ve Musa'nın sahîfelerinde vah-yetmiş olduklarını açıklamaya başlayarak şöyle buyurur: «Doğrusu hiç bir günahkâr başkasının günâh yükünü yüklenmez. Küfürle veya her­hangi bir günâhla kendine haksızlık eden herkesin vebali kendinedir. Onun yerine bu vebali hiç kimse taşımaz. Nitekim başka bir âyet-i kerî-me'de: «Yükü ağır bir kişi onun yüklenilmesini istese —yakını bile ol­sa— ondan bir şey yüklenmez.» (Fâtır, 18) buyrulur.

«Ve insan için, çalıştığından başkası yoktur.» Nasıl, hiçbir kimse bir başkasının günâhını taşımayacaksa aynı şekilde her nefis ancak kendisi için kazandığı mükâfatı elde edecektir. İmâm Şafiî ve ona tâbi olanlar, bu âyet-i kerîme'den Kur'an okumanın sevabının ölülere ulaş­mayacağı hükmünü çıkarırlar. Zîrâ bu Kur'an okuma ne onların amel­lerinden, ne de kazançlarındandır. Bu sebepledir ki Allah Rasûlü (s.a.), ümmetini buna çağırmamış, teşvik etmemiş, ne açık bir ifâde ile ne de imâ yollu onlara bu yolu göstermemiştir. Sahabe —Allah onlardan ra­zı olsun— den hiç kimseden bu hususta bir nakil de yoktur. Şayet bu hayır olsaydı, şüphesiz onlar bu hayırda bizi geçerlerdi. Allah'a yaklaş­tıran ameller ancak nass ile sabit olur ve bu hususta kıyâsla, birtakım görüşlerle karâr verilmez. Duâ ve sadakaya gelince; bunların ölülere ulaşacağında icmâ' vardır ve kanun koyucu bu ikisini açık ifâdelerle belirtmiştir. Müslim'in Sahîh'inde Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurur: İnsan öldüğü zaman şu üç şey dışında ameli kesilir: Kendisi için duâ eden sâlih bir evlâd, kendi­sinden sonra devam eden bir sadaka veya kendisinden istifâde olunan bir ilim. Bu üç şey, aslında onun çalışmasından ve amelindendir. Ni­tekim bir hadîste: Kişinin yediğinin en temizi kazancındandır, buyu-rulur ki, kişinin çocuğu onun kazancındandır. Vakıf ve benzeri sada-ka-i cariyeler de onun ameli ve eserlerindendir.,, Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme'de: «Şüphesiz ki ölüleri Biz diriltiriz Biz. İşlediklerini ve geride bıraktıklarım Biz yazarız.» {Yâsîn, 12) buyurur. İnsanların arasında yaydığı ve kendisinden sonra insanların ona tâbi oldukları ilim ise as­lında yine onun çalışmasının ve amelinin ürünüdür. Sahih bir hadîste şöyle buyurulur: Her kim hidâyete davet ederse, ona tâbi olanların mü­kâfatlarından bir şey eksiltilmeksizin tâbi olanların mükâfatının bir misli de ona  verilir,  buyrulmuştur.

Allah Teâlâ'mn: «Ve onun çalışması ileride (kıyamet gününde) gö­rülecektir.» âyet-i kerîme'si şu kavli gibidir: «De ki: İşleyiniz, Allah, Rasûlü ve mü'mînler işlediklerinizi görecektir. Ve görüleni de- görül­meyeni de bilene döndürüleceksiniz. O, size neyi işlediğinizi bildirecek­tir.» (Tevbe, 105) Yani onları size haber verecek, karşılığını da tasta­mam verecektir. Şayet işledikleriniz hayır ise göreceğiniz karşılık da hayır, ameliniz kötü ise göreceğiniz karşılık da kötüdür. Bu sebepledir ki burada şöyle buyrulur: «Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.»[9]

 

42 — Şüphesiz ki en son varış Rabbmadır.

43  — Gerçekten O'dur güldüren de, ağlatan da.

44  — Gerçekten O'dur öldüren de, dirilten de.

45 — Doğrusu O yarattı iki çifti; erkeği de, dişiyi de.

46  — Atıldığında meniden.

47 — Muhakkak tekrar diriltmek de O'na aittir.

48  — Doğrusu muhtaç olmaktan   kurtaran da O'dur, sermâye sahibi kılan da.

49  — Doğrusu O'dur Şi'râ yıldızının Rabbı.

50 — Ve gerçekten O helak etti evvelki Âd'ı

51  — Semûd'u da. Geri bırakmadan.

52  — Daha önce de Nûh kavmini-. Çünkü onlar gerçek­ten çok zâlim ve pek azgın idiler.

53  — Altı üstüne gelen   kasabaları da O yerin dibine geçirdi.

54 — Onlara giydirdiğini giydirdi.

55  — Şimdi   Rabbınm hangi nimetinden şüpheye dü­şersin?

 

Son Varış

 

Allah Teâlâ: «Şüphesiz ki en son varış, (kıyamet günü dönüş) Rab­bmadır.» buyurur. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın... Amr îbn Meymûn el-Evdî'den rivayetine göre o, şöyle demiştir: Muâz îbn Cebel aramızda kalktı ve şöyle dedi: Ey Evedoğulları, ben size Allah Rasûlü-nün elçisiyim. Biliyorsunuz ki dönüş Allah'adır: Ya cennete, veya ce­henneme. Beğavî, Ebu Ca'fer er-Razî kanalıyla... Übeyy İbn Kâ'b'dan rivayet ediyor ki: Hz. Peygamber (s.a.) : «Ve şüphesiz en son vanş Rabbmadır.» âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: Rabbmız hakkında düşünmek yoktur. Beğavî der ki: Bu, Ebu Hüreyre'den merfu' olarak rivayet olunan şu hadîs gibidir: Yaratıklar hakkında düşünün, fakat yaratan hakkında düşünmeyin. Zîrâ düşünce O'nu kuşatamaz. Beğavî, hadîsi bu şekilde zikrediyor ama bu lafızlarla mahfuz değildir. Şahîh hadîste vârid olan ise şu ifâdelerdir: Şeytân birinize gelir de: Şunu kim yarattı? der. îşte sizden birisi buraya ulaştığı zaman Allah'a sığın­sın ve bunu düşünmekten vazgeçsin. Sünen'lerdeki bir hadîste de şöyle buyrulur: Allah'ın yaratıkları hakkında düşünün ama Allah'ın zâtı hak­kında düşünmeyin. Şüphesiz Allah, kulak memesi ile omuzu arası üç yüz senelik yol olan bir melek yaratmıştır. Veya Allah Rasûlü buna benzer bir söz söylemiştir:

«Gerçekten O'dur güldüren de, ağlatan da.» Kullarında gülmeyi ve ağlamayı, biribirinden farklı olan ağlama ve gülmenin sebeplerini ya­ratan O'dur. «Gerçekten O'dur öldüren de, dirilten de.» «Ölümü ve ha­yatı yaratan O'dur.» (Mülk, 2). «Doğrusu O yarattı iki çifti; erkeği de, dişiyi de. Atıldığında menîden.» kavli Allah Teâlâ'nın şu kavli gibidir: «İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? O, akıtılan bir me-nî damlası değil miydi? Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra Allah onu ya­ratıp şekil vermişti. Ondan erkek, dişi iki cins yaratmıştı. Bunları yapan Allah'ın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?»  (Kıyâme, 36-40).

Allah Teâlâ: «Muhakkak tekrar diriltmek de O'na aittir.» buyu­ruyor. Nasıl ki ilk defa yaratmışsa aynı şekilde yaratmayı tekrarlamaya kadirdir. Bu tekrar, kıyamet günündeki son yaratmadır. Doğrusu muh­taç olmaktan kurtaran da O'dur, sermâye sahibi kılan da.» Yani kulla­rını mal sahibi yapmış, o malı onlar arasında devam eden bir varlık kıl­mıştır ki onu satma ihtiyâcı hissetmezler. Bu, Allah'ın onlar üzerine nimetini tamâmlamasmdandır. Müf essirlerden birçoğunun açıklamaları bu noktadadır. Ebu Salih, İbn Cerîr ve başkaları bu şekilde açıklama­da bulunmuşlardır. Mücâhid de âyet-i kerîme'deki kelimesi­ni; mal sahibi kılan, kelimesini ise; hizmetçiler veren, şek­linde açıklar. Katâde de böyle söylemiştir. İbn Abbâs ve Mücâhid bun­lardan birinci kelimeyi; veren, ikinci kelimeyi de; hoşnûd olan, şeklin­de açıklarlar. Bu iki kelime şöyle de açıklanmıştır: Kendi zâtım zen­ginleştirip yaratıkları kendine muhtaç eden. Hadramî İbn Lâhık böyle söylüyor. îbn Zeyd ise bu iki kelimeyi: Yaratıklarından dilediğini zen­gin kılan, dilediğini de fakîr kılan, şeklinde açıklar. îbn Zeyd'in bu açıklamasını İbn Cerîr naklediyor. Ancak Hadramî ve İbn Zeyd'in bu açık­lamaları lafız bakımından uzak bir mânâdır.

«Doğrusu O'dur Şi'râ yıldızının Rabbı.» âyeti hakkında îbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, İbn Zeyd ve başkaları şöyle derler: O, Mirzem el-Cevzâ denilen parlak bir yıldız olup Araplardan bir topluluk ona tapı-nırdı.

«Ve gerçekten O helak etti evvelki Âd'ı.» âyetindeki Âd kavmi, Hûd (a.s.)un kavmidir. Onlara Âd İbn İrem İbn Sâm İbn Nûh denilir. Ni­tekim Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de: «Rabbının hiç bir mem­lekette benzeri ortaya konmayan sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Âd milletine ne ettiğini görmedin mi?» (Fecr, 6-8) buyurur ki; onlar in­sanların en şiddetli ve güçlüleri, Allah'a ve Rasûlüne en çok karşı ge­lenleri idiler. Allah Teâlâ da onları helak buyurdu: «Ad milleti de bu yüzden önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgârla yok edildi. Allah, onların kökünü kesmek üzere üzerlerine o rüzgârı yedi gece sekiz gün estirdi.»   (Hakka,  6-7).

«Semûd'u da. Geri bırakmadan.» Hiç kimse kalmamacasına onları yok etti. «(Onlardan) daha önce de Nûh kavmini. Çünkü onlar, (ken­dilerinden sonrakilere göre) gerçekten çok zâlim ve pek azgın idiler.»

«Altı üstüne gelen kasabaları da O yerin dibine geçirdi.» âyetinde Hz. Lût'un kasabası kasdedilmektedir. Allah Teâlâ onların yurdlarını ters çevirmiş, altını üstüne getirmiş ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırmıştır. Bu sebepledir ki: «Onlara giydirdiğini giydirdi.» buyurur ki, burada onların üzerine göndermiş olduğu taşlar kasdedilmektedir. «Üzerlerine de bir yağmur yağdırdık. Uyarılanların yağmuru ne kötüdür.» (Şuarâ, 173). Katâde der ki: Lût'un Medâin'inde dört milyon insan vardı. Vâdî, onlar üzerine bir hamam külhanının ağ­zından püskürüyormuşcasına ateş, neft. yağı ve katran püskürttü. Ka-tâde'nin bu kavlini İbn Ebu Hatim, babası kanalıyla... Huleyd'den ri­vayet etmiştir. Bu, gerçekten garîbdir.

Katâde, «Şimdi Rabbının hangi nimetinden şüpheye düşersin.» âyetini şöyle açıklar: Ey insan, Allah'ın senin üzerine olan nimetlerin­den hangisinden şüphe edersin? İbn Cüreyc ise burayı: Ey Muhammed, şimdi Rabbının hangi nimetinden şüpheye düşersin?.şeklinde açıklamış­tır. Ancak Katâde'nin açıklaması daha uygundur. Zâten İbn Cerîr Öe Katâde'nin açıklamasını tercih etmiştir.[10]

 

İzahı

 

56  — İşte bu, ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır.

57 — Yaklaşan yaklaştı.

58 — Onu Allah'tan başka ortaya çıkaracak yoktur.

59  — Bu söze mi şaşıyorsunuz siz?

60  — Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz.

61  —- Ve siz habersiz oyalanmaktasınız.

62  — Haydi Allah'a secde edin ve ibâdet edin.

 

Bu Söze Mi Şaşıyorsunuz?

 

«İşte bu, ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır.» âyetinde Hz. Muham-med (s.a.) kasdedilmektedir. O ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcı olup on­ların peygamber olarak gönderildiği gibi bu da peygamber olarak gön­derilmiştir. Allah Teâlâ başka bir âyet-i kerîme'de şöyle buyurur: «De ki: Ben, peygamberlerden bir ilk değilim.» (Ahkâf, 9). «(Yaklaşan 'yaklaştı.» âyetinde kasdedilen; kıyamettir.» Onu Allah'tan başka orta­ya çıkaracak yoktur.» O halde Allah'tan başka hiç kimse onu engelle­yemez ve O'nun ilmine Allah'tan başka kimse muttali' olamaz. Daha sonra Allah Teâlâ Kur'an'i işitip de ondan yüz çeviren ve terkeden müş­rikleri kınayarak şöyle buyurur: «Bu söze (sıhhatli olmasına) mi şaşı­yorsunuz siz? Ve (onunla alay ederek) gülüyorsunuz da (ona inanan­ların yaptığı gibi) ağlamıyorsunuz?» Allah Teâlâ, bu Kur'ân'a gerçek­ten inananların durumunu şöyle haber verir: «Yüzleri üstü kapanarak ağlarlar. Ve bu, onların huşû'unu artırır.»  (İsrâ, 109).

İbn Abbâs'tan rivayetle Süfyân es-Sevrî, «Ve siz habersiz oyalan­maktasınız.» âyetindeki oyalanmayı şarkı söylemekle tefsir etmiştir. kelimesi, Yemen lehçesinde şarkı söyleyen anlamına gel­mektedir. İkrime de böyle söylemiştir. Yine İbn Abbâs'tan gelen riva­yetlerden birinde o, bu kelimeyi yüz çevirmekle açıklamıştır. Mücâhid ve İkrime de böyle söylüyor. Hasan el-Basrî ise burayı: Ve siz gafiller­siniz, şeklinde açıklar. Mü'minlerin emîri Ali İbn Ebu Talib'den de böy­le bir rivayet vardır. İbn Abbâs'tan gelen rivayetlerden birinde ise o burayı: Ve siz büyüklenmektesiniz, şeklinde açıklar. Süddî de böyle söy­lemiştir.

Daha sonra Allah Teâlâ, zâtına secdeyi, ibâdeti, Rasûlü (s.a.)ne tâ­bi olmayı, zâtını birlemeyi ve ihlâsı emrederek şöyle buyuruyor: «Haydi Allah'a secde edin ve (O'na boyun eğin, ibâdeti yegâne O'na tahsis ederek) ibâdet edin (ve O'nu birleyin).» Buharı der ki: Bize Ebu Ma'mer'-in... İbn Abbâs'tan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) Necm sûresinde secde etti, müslümanlar, müşrikler, emler ve in­sanlar onunla beraber secde ettiler. Hadisi Müslim değil sadece Buharı tahrîc etmiştir, imâm Ahmed der ki: Bize İbrâhîm İbn Hâlid'in... Mut-talib İbn Ebu Vedâa'dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Ra-sûlü (s.a.) Mekke'de Necm sûresini okudu, secde etti. Yanındakiler de secde ettiler. Ben başımı kaldırdım ve secde etmek istemedim. O günler­de Muttalib henüz müslüman olmamıştı. Daha sonraları bu sûreyi oku­yan birini işittiği zaman onunla beraber hemen secde edermiş. Neseî hadîsi namaz bahsinde Abdülmelik îbn Abdülhamîd'den, o da Ahmed İbn Hanbel'den rivayet etmiştir.

«İşte bu, ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır. Yaklaşan yaklaştı.» âye­ti kerîme'sine uygun bir hadîs zikrederler ki buna göre uyarıcı; uyardı­ğı güçlerin meydana gelmesinden korkarak bir kötülüğü görünce ondan sakındırandır. Nitekim bir âyet-i kerîme'de: «O, ancak şiddetli bir aza­bın öncesinde sizin için bir uyarıcıdır.» (Sebe', 46) buyrulurken bir ha­dîste de şöyle buyrulur: Ben, çıplak uyarıcıyım. Yani görmüş olduğu kötülüğün şiddeti onu acele etmeye sevketmiş ve üzerine herhangi bir şey giymeksizin kavmini uyarmaya koşmuş ve çıplak halde hızla onla­ra gelmiştir. Bu; «Yaklaşan (kıyamet günü) yaklaştı.» âyet-i kerîme'­sine de ne kadar uygundur. Nitekim bundan sonraki sûrenin başında da:  «Saat (kıyamet)  yaklaştı.» buyurulur. İmâm Ahmed der ki: Bize

Enes ibn Iyâz'ın... Sehllbn Sâ'd'dan rivayetine göre Allah Rasülü (s.a.; şöyle buyurmuştur: Küçük günâhlardan sakınınız. Küçük günâhlarır misâli bir vâdîye dağılan bir kavmin misâli gibidir. Birisi bir dal geti rir, öteki bir dal getirir de sonunda ekmeklerini pişirirler. Küçük gü nâhlar yüzünden bu günâhları işleyen hesaba çekildiği takdirde bunlaı sahibini helak eder. Ebu Hâzim der ki: Allah Rasûlü (s.a.) —Ebu Dam re hadîsi Sehl İbn Sâ'd'dan rivayet ediyor— şöyle buyurdu: Benim ve kıyametin misâli şu ikisi gibidir. Allah Rasûlü (s.a.) bu sözü söylerken işaret parmağı ile orta parmağını birbirinden ayırdı. Allah Rasûlü (s.a.)

başka bir hadîste şöyle buyurur: Benim ve kıyametin misâli birbiri ile yanşan iki yarış atının misâli gibidir. Başka bir hadîste şöyle buyurur: Benim ve kıyametin misâli bir adam gibidir ki kavmi onu öncü olarak göndermiştir. Yetişemeyeceğinden korktuğu zaman elbisesini bayrak yaparak sallar ve : Üzerinize geldiler, üzerinize geldiler, diye elbisesiyle işaret verir. İşte ben oyum. Bu hadîsin sahîh ve hasen hadîslerden başka Kanallarla şâhidleri vardır. Hamd ve minnet Allah'adır güvenimiz O'na-dır, koruyan da O'dur.[11]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7528-7529

[2] Mekke'nin alt tarafında bir yerin adıdır. (Eseri arapça yayına hazırlayanlar)

[3] Biraz önce geçen Hz, Âişe hadisinde Ecyâd adıyla belirtilen yer. (Mütercimler)

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7530-7541

[5] Tebâle, Mekke İle Yemen arasında bir yerin adıdır.   (Eseri arapça yayına ha­zırlayanlar.)

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7542-7546

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7546-7547

[8] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7547-7552

[9] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7552-7555

[10] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7555-7557

[11] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 13/7567-7568

Free Web Hosting