HAŞR SÛRESİ2

Nadir Oğullan Gazvesi3


HAŞR SÛRESİ

(Medine'de nazil olmuştur.)

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla

1  — Göklerde olanlar da. yerde olanlar da Allah'ı tes-bîh eder. Ve O Azîz'dir, Hakîm'dir.

2 — O'dur ehl-i kitâb'tan küfretmiş olanları ilk sürgün­de yurdlarından çıkarmış olan. Halbuki siz, onların çıka­caklarını sanmıştınız. Onlar da kalelerinin kendilerini Al­lah'tan koruyacağım sanmışlardı. Fakat Allah'ın azabı on­lara hesâblamadıkları yerden geldi. Ve kalblerine korku saldı. Kendi elleriyle ve inananların elleriyle evlerini yıkı­yorlardı. Ey basiret sahihleri ibret alın.

3  — Şayet Allah, onlara sürülmeyi yazmamış olsaydı, dünyada onları azâblandıracaktı ve onlar için âhirette de ateş azabı vardır.

4  — Bu; onların Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmelerin­den ötürüdür. Her kim Allah'a karşı gelirse; muhakkak ki Allah, azabı şiddetli olandır.

5  — Herhangi bir hurma ağacını  kesmeniz veya kes-meyip gövdeleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle-dir. Bir de fâsıkları rüsvây etmek içindir.

 

Allah Teâlâ göklerde ve yeryüzünde bulunanların hepsiı An Allah'ı hamd ve takdîs ile tesbîh ettiğini, O'na ibâdet edip birliğini zikrettiğini haber veriyor. Nitekim bir başka âyette de şöyle buyuruyor : «Yedi gök, yeryüzü ve içinde bulunanlar; O'nu tesbîh ederler. O'nu hamd ile tes­bîh etmeyen hiç bir şey yoktur.» (tsrâ, 44) «Ve O Azîz'dir.» Kendi zâtını koruyan tzzet sahibidir, «Hakîm'dir.» Takdir ve şeriatında hüküm sa­hibidir.

((O'dur ehl-i kitâb'dan küfretmiş olanları ilk sürgünde yurdların­dan çıkarmış olan.» Yani Nadîr oğullan kabilesine mensûb olan yahû-dîleri. tbn Abbâs, Mücâhid, Zührî ve bir başkası böyle derler. Rasûlul-lah (s.a.) Medine'ye geldiğinde, onlarla anlaşma yapmış ve kendilerin­den, Hz. Peygamberle savaşmayacakları konusunda ahid almış ve on­lara da kendileriyle savaşmayacağı konusunda söz vermişti. Ama on­lar peygamber ile aralanndaki ahdi bozmuşlardı. Böylece Allah da kaçı­nılmaz olan intikama izin vermiş ve engellenmez olan hükmünü onların üzerine indirmiştir. Rasûlullah (s.a.), müslümanların göz dikmedikleri o sağlam burçlu kalelerinden onları çıkararak sürgün etmiştir. Onlar ise bu kalelerin kendilerini, Allah'ın yakalamasından koruyacağını sanıyorlardı.

Bu durum onlara Allah'a karşı bir şey sağlamadı. Akıllarına gelmeyen şeyler başlarına geldi. Rasûlullah (s.a.) onları Medine'nin dışına çıkarıp sürgün etti. İçlerinden bir grup Şâm üstlerindeki mer'âlara gittiler.. Ki, burası toplanma ve yayılma yeridir. Bir grup da Hayjjer'e gitti. Onlar develeriyle taşıyabileceklerini taşımak üzere oradan çıkarılmışlardı. Be­raberlerinde taşıyabilecekleri şeyleri taşıyor, taşıyamayacakları şeyleri de tahrîb ediyorlardı. Bunun için Hak Teâlâ «Kendi elleriyle ve inanan­ların elleriyle evlerini yıkıyorlardı. Ey Basiret sahipleri ibret alın.» bu­yurmuştur. Allah'ın emrine muhalefet eden, Rasûlüne karşı çıkan ve O'nun kitabını yalanlayanların akıbetini düşünün. Nasıl dünya haya­tında onları horlayıcı bir azaba müstahak kılmışsa âhirette de onları elîm bir azâb beklemektedir.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Muhammed İbn Dâvûd... Peygamber'in ashabından bir adamdan nakletti ki; Kureyş kâfirleri, Abdullah İbn Übeyy ile Evs ve Hazrec kabilesinden putlara tapan kimselere mektup­lar yazdılar. Bu, Bedir vak'asmdan önce idi. Ve o gün Rasûlullah (s.a.) Medine'de bulunuyordu. Dediler ki: Doğrusu siz, bizim arkadaşımıza kucak açtınız. Biz, Allah adına kasem ederiz ki; ya onunla savaşacağız veya onu siz oradan çıkarırsınız. Ya da biz, topluca üzerinize yürürüz ve sizinle savaşır, kadınlarınızı kendimiz için helâl sayarız. Abdullah İbn Übeyy ve beraberindeki puta tapanlara bu haber ulaşınca Peygam­berle savaşmak üzere toplandılar. Bu durum Peygambere bildirilince, Rasûlullah onlarla buluşup dedi ki: Kureyş'in size tehdîdlert o derece­ye baliğ oldu ki, onlar size, sizin kendinize hîle yapmak istediğinizden daha fazla tuzak kuracak değildir. Siz, çocuklarınızın ve kardeşlerinizin öldürülmesini mi istiyorsunuz? Peygamberin söylediğini duyunca ayrı­lıp gittiler. Bu haber Kureyş kâfirlerine ulaştı da onlar Bedir vak'asın-dan sonra yahûdîlere şöyle bir mektup yazdılar: Siz, hisar halkısınız. Ya bizim arkadaşımızla savaşırsınız veya biz şöyle ve .şöyle yaparız. O zaman da bizimle hanımlarınızın halhalları arasına hiç bir engel gir­mez. Mektubu alınca Nadir oğulları Hz. Peygambere verdikleri sözü çiğnemek üzere toplandılar ve Rasûlullah'a haber göndererek: Asha­bından otuz kişiyi çıkar ve biz df hahamlarımızdan otuz kişiyi çıkara­lım orta yerde buluşalım, seni dinlesinler. Eğer doğrularlar ve sana îmân ederlerse; biz de sana îmân ederiz, dediler. Ertesi gün olunca; Hz. Peygamber onları ordusuyla beraber muhasara etti ve kendilerine dedi ki: Allah'a andolsun ki siz, bana bir ahid vermedikçe bizden emin ola­mazsınız. Onlar ahid vermekten kaçındılar. O gün Peygamber onlarla savaştı. Ertesi gün Nadîr oğullarını bırakarak Kurayza oğullarını ku­şattı ve onları da sözleşmeye davet etti. Onlar sözleşmeyi kabul edince, onlardan ayrılıp Nadîr oğullarını kuşattı. Nihayet onlar sûrdan aşağıya indiler. Hz. Peygamber Nadir oğullarını dışarı sürdü. Onlar evlerinin kapılan ve eşyalarından neyi bulurlarsa develeriyle taşıdılar. Nadir oğul­larının hurmalığı Hz. Peygambere tahsis edildi. Allah onu kendisine verip tahsis ederek şöyle buyurdu : «Allah'ın, peygamberine verdiği şey­ler için, siz ne bir at, ne de bir deve sürdünüz.» Savaş yapmadan onları size verdi. Hz. Peygamber daha çok muhacirlere verip taksim etti. An-sâr'dan da çok muhtaç durumda olan iki kişiye taksim etti, başkalanna vermedi. Burası Fâtıma'nın çocuklarının elinde Rasûlullah'ın sadakası olarak kaldı.[1]

 

Nadir Oğullan Gazvesi

 

Şimdi kısaca Nadîr oğulları gazvesini özetlemeye çalışalım. Kendi­sinden yardım dilenilecek Allah'tır.

Mağâzî ve Sîyer sahiplerinin anlattıklarına göre; bu gazvenin se­bebi şöyle idi: Maûne kuyusunda Rasûlullah'ın ashabı öldürüldüğünde onlar yetmiş kişiydiler. İçlerinden Amr İbn Ümeyye ed-Damrî kurtuldu. Yol boyunca Medine'ye dönerken Âmir oğullarından iki kişiyi öldürdü. Bu kabile ile Rasûlullah arasında bir sözleşme ve emân vardı ki Amr bunu bilmiyordu. Durumu Hz. Peygambere anlatınca Rasûlullah (s.a.) ona dedi ki: İki kişi öldürdün ki, ben onların diyetini ödeyeceğim. Na­dîr oğullarıyla Âmir oğulları arasındaysa bir ahid ve sözleşme vardı. Rasûlullah (s.a.) Nadir oğullarının yanına varıp bu iki kişinin diyetini ödeme konusunda onlardan yardım istedi. Nadîr oğullarının yurdlan Medine'nin Doğu tarafında birkaç mil uzaklıkta dışarıda bir yerde idi.

Muhammed İbn İshâk İbn Yessâr, «es-Sîre» isimli kitabında der ki; Sonra Rasûlullah (s.a.), Âmir oğullarından öldürülen bu iki kişi­nin diyeti için yardım istemek üzere Nadîr oğullarına gitti. Bu iki kişiyi Amr İbn Ümeyye ed-Damrî Öldürmüştü. Diyet isteğine sebep de Rasû­lullah (s.a.) in onlarla yapmış olduğu komşuluk akdi idi. Bana Yezîd îbn Rûmân böyle anlattı. Nadîr oğulları ile Âmir oğulları arasında da bir sözleşme ve andlaşma vardı. Rasûlullah (s.a.) onların yanma vanp ken­dilerinden öldürülen bu iki kişinin diyeti konusunda yardım istediğin­de onlar : Evet ey Ebu'l-Kâsım, bizden yardım istediğin konuda seni memnun edecek şekilde yardımcı oluruz, dediler. Sonra birbirleriyle başbaşa kalıp dediler ki : Siz bu adam için böyle bir fırsat bir daha bu­lamazsınız. Rasûlullah (s.a.) evlerinin duvarlarından birinin yanında oturuyordu. Sizden hangi kişi şu evin üstüne çıkar ve onun üzerine bir kaya atar da bizi rahatlatır? dediler. Bu iş için onlardan Amr İbn Cuhâş İbn Kâ'b gönüllü olarak atıldı ve; ben yaparım, dedi. Söylediği gibi Hz. Peygamberin üzerine bir kaya atmak üzere dama çıktı. Rasû­lullah (s.a.) aralarında Ebubekir, Ömer ve Ali gibi ashâbtan bir gru­bun bulunduğu bir cemaatla beraber bulunuyordu. Bu esnada onların yapmak istedikleri konuda semâdan bir haber geldi. Rasûlullah (s.a.) kalkıp Medine'ye doğru geri döndü. Hz. Peygamberin ashâbıyla beraber ortadan kaybolması üzerine onlar Peygamberi aramaya koyuldular. Medine'den gelen bir adama rastladılar ve ona sordular. O; Peygamber'i Medine'ye giderken gördüm, dedi. Hz. Peygamber gelince ashâb onun yanında toplandı. Rasûlullah da onlara yahûdîlerin. kendisini öldürmek istediklerini bildirdi. Onlarla savaşmak ve üzerlerine yürüyüş için ha­zırlık yapmak üzere emir verdi. Sonra üzerlerine gitti, onlar kalelerine çekildiler. Rasûlullah (s.a.) hurmaların kesilmesini ve yakılmasını em­retti. Onlar yüksek sesle şöyle bağırdılar : Ya Muhammed; doğrusu sen, bozgunculuğu yasaklar ve bozgunculuk yapanı kınardın. Hurmaları kesmek ve yakmak da ne oluyor öyleyse? Hazrec kabilesine mensûb Avf oğullarından, aralarında Abdullah İbn Übeyy, Vedia, Mâlik, Sü-veyd ve Dâis gibi kimselerin bulunduğu bir topluluk Nadîr oğullarına haber göndererek direnip dayanmalarını bildirdiler ve; biz sizi teslim etmeyiz, savaşırsanız biz de sizinle birlikte savaşırız, dışarı çıkarsanız biz de sizinle birlikte çıkarız, dediler. Böylece onlar kendilerine gelecek yardımı beklediler. Ama öbürleri yardım göndermediler. Allah, onların kalblerine korku saldı. Bunun üzerine onlar, Hz. Peygamberden canla­rım bağışlamasını ve develeriyle taşınabilecek mallarını taşıyarak sür­gün edilmelerini istediler. Rasûlullah da böyle yaptı. Develerin taşıya­bileceği cinsten mallarını taşıdılar. Adam evinin kapısını menteşesin­den sökerek yıkıyor ve devesinin üzerine koyup götürüyordu. Bura­dan Hayber'e gittiler bir kısmı da Şam'a göç ettiler. Mallarını Hz. Pey­gambere bıraktılar. Bunlar Hz. Peygambere hâs mallar idi, onu dilediği yere veriyordu. Bir kısmını ilk muhacirlere taksim etti, ansâr'a bir şey vermedi. Ancak Sehl İbn Humeyd ile Ebu Dücâne'nin fakîr oldukları söylenince, Rasûlullah (s.a.) bu maldan onlara da verdi. İbn İshâk der ki: Nadîr oğullarından Yâmîn İbn Umeyr İbn Kâ'b ile Ebu Sa'd İbn Vehb'in dışında müslüman olan bulunmadı. Rasûlullah onlara malla­rım teslim etti ve onlar da mülklerine sâhib oldular. İbn Ishâk der ki: Yâmîn oğullarından birileri bana anlattı ki; Rasûlullah (s.a.) Yâmîn'e şöyle demiş: Amcanoğullarmdan başıma gelenleri gördün mü? Onlar bana ne yapmak istediler? Yâmîn İbn Umeyr; Amr İbn Cu-hâş'ı öldürmek üzere tutulmuş bir kişi idi. Onların iddiasına göre onu da öldürmüştü. İbn İshâk der ki: Haşr sûresi bütünüyle Nadîr oğullan hakkında nazil olmuştur. Yûnus îbn Bükeyr de İbn İshâk'dan yukarda geçen rivayeti olduğu gibi nakletmiştir.

«O'dur ehl-i kitâb'dan küfretmiş olanları ilk sürgünde yurdların-dan çıkarmış olun Bunlar Nadîr oğullarıdır. İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, şöyle demiş : Kim mahşer yerinin burada —Şam'ı kasdediyordu— olduğundan şüphe ediyorsa, bu âyeti okusun: «p'dur ehl-i kitâb'dan küfretmiş olanlan ilk sür­günde yurdlanndan çıkarmış olan.» Rasûlullah (s.a.) onlara; çıkın, deyince onlar; nereye? dediler. O da; toplanma yerine, dedi. Bize Ebu Saîd el-Eşecc... Hasan'ın şöyle dediğini anlattı: Rasûlullah (s.a.) Na-dîr oğullarını görünce; bu ilk sürgündür, ben de onlann izi üzereyim, dedi. Bu rivayeti İbn Cerîr Taberî... Bündâr kanalıyla Hasan'dan nakleder.

«Halbuki siz, onlann çıkacaklarını sanmamış tınız.» Onları kuşat­manız esnasında çıkacaklarını zannetmiyordunuz. Kalelerinin son de­rece sağlam ve iyi yapılmış olmasına rağmen altı günlük kuşatmayla çıkacaklarını zannetmiyordunuz. Bu sebeple Hak Teâlâ : «Onlar da kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Fakat Allah'ın azabı onlara hesâblamadıkları yerden geldi.» buyuruyor. Allah'ın emri akıllarına gelmeyen noktadan indi. Nitekim Nahl sûre­sinde de şöyle buyurmaktadır : «Kendilerinden öncekiler de düzen kurmuşlardı. Bunun üzerine Allah; binalarını temellerinden çökertti de üstlerindeki tavanları başlarına yıkıldı. Hem bu azâb, onlara hisse-demeyecekleri taraftan gelmişti.» (Nahl, 26).

«Ve kalelerine korku saldı.» Korku, heyecan ve endîşe saldı. Nasıl korkmasınlardı ki; onları bir aylık yoldan korkuyla te'yîd edilmiş olan zât muhasara etmişti. Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

«Kendi elleriyle ve insanların elleriyle evlerini yıkıyorlardı.» İbn İshâk'ın bu âyetin tefsîriyle ilgili açıklamaları yukarıda geçti. Evleri­nin tavanlarından ve kapılarından hoşlarına giden yerleri kırıp deve­lerine yüklemeleri kasdedilmektedir. Urve İbn Zübeyr, Abdurrahmân İbn Zeyd, İbn Eşlem ve bir başkası böyle der. Mukâtil İbn Hayyân ise der ki: Rasûlullah (s.a.) onlarla savaşıyordu. Bir sokağı veya evi ele geçirince duvarlannı yıkıyordu ki savaş için yer açılsın. Yahudiler bir yere saldırdıklarında veya bir sokağı veya evi ele geçirdiklerinde onun çevresini deliyor ve orayı hisar haline getirerek hazırlıyorlardı. Bu se­beple Allah Teâlâ : «Ey basiret sâhibleri ibret alın.» Duyuruyordu.

«Şayet Allah, onlara sürülmeyi yazmamış olsaydı, dünyada onla­rı azâblandıracaktı.» Mallarından ve yurdlanndan kopma anlamında­ki sürgünü Allah onların aleyhinde yazmamış olsaydı; bir başka azâb ile, öldürme ve esirlik gibi başka türden bir azâb ile onları azâblandı-nrdı. Zührî; Urve, Süddî ve İbn Zeyd'den böyle rivayet etmiştir. Allah Teâlâ, âhirette onlar için hazırladığı cehennem azabının yanı sıra dün­ya diyarında da azarlandıracağına dâir hükmünü vermiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Urve İbn Zübeyr'in şöyle dediğini bil­dirdi : Sonra Nadîr oğulları vak'ası cereyan etti. Bedir savaşından altı ay sonra idi. Bunlar bir yahûdî kabilesi idiler. Evleri Medine'nin ke-nannda bir yerde idi. Rasûlullah  (s.a.) onları muhasara etti ve netîcede sürülmek üzere hisarlarından dışarı çıktılar. Develerinin taşıya­cağı kadar mal ve eşyayı beraberlerinde götürebilecekler, ancak silâh taşıyamayacaklardı. RasûluUah (s.a.) onları Şâm tarafına sürgün etti. Sürgün onlar için Tevrat'taki bir âyette yazılmıştı. Çünkü onlar Rasû­luUah (s.a.) üzerlerine gönderilmezden önce sürgüne dûçâr olmamış bir soydan geliyorlardı. Nihayet Allah Teâlâ, onlar hakkında Haşr sû­resinin baş tarafından beş âyeti inzal buyurdu. İkrime der ki: Bura­da sürgün anlamına kullanılan kelimesi öldürmedir. On­dan bir başka rivayete göre de yok edilmedir. Katâde ise bu kelime­nin, bir beldeden başka bir beldeye çıkıp gitmek olduğunu söyler Dah-hâk der ki: RasûluUah onları Şam'a sürdü, her üç kişiye de bir deve verdi. İşte âyette geçen kelimesi bu anlamdadır. Hafız Ebu Bekr el-Beyhakî der M : Bize Ebu Abdullah el-Hâfız... İbn Abbâs' tan nakleder ki; o, şöyle demiş : RasûluUah (s.a.) onları muhasara etti ve nihayet her şeylerini ele geçirdi. İstediği bazı şeyleri onlara geri verdi. Kanlarının dökülmemesi ve yurdlarmdan, vatanlarından ve top­raklarından çıkmak ve Şâm otlaklarına gitmek üzere onlarla anlaştı. Ve onlardan her üç kişiye bir deve verdi. Âyette geçen ke­limesi; onların bir yerden çıkarılıp bir başka yere gönderilmeleridir. Beyhakî aynı şekilde Yâkûb İbn Muhammed ez-Zührî kanalıyla... Muhammed îbn Mesleme'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) onu Na-dîr oğullarına göndermiş ve onlara sürgün için üç gecelik süre tanı­masını emretmiştir.

«Ve onlar için âhirette de ateş azabı vardır.n Yani mutlaka onlar âhirette de azaba çarptırılacaklardır.

«Bu;, onların Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmelerinden ötürüdür.» Allah'ın onlara böyle yapması ve üzerlerine Rasûlü ile mü'min kulla­rım musallat etmesi, onların Allah'a ve Rasûlüne muhalefet edip Allah'ın geçmiş peygamberlerine indirdiği kitâbta Hz. Muhammed'in geleceğine dâir müjdeyi yalanlamış olmalarından dolayıdır. Gerçek­ten onlar kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi Peygamberi de tanıyor­lardı. Ve müteâkı'ben Hak Teâlâ buyuruyor ki: «Her kim Allah'a kar­şı gelirse; muhakkak ki Allah, azabı şiddetli olandır.»

«Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz veya kesmeyip gövdeleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyledir. Bir de fâsıklan rüsvây etmek içindir.» Âyette geçen kelimesi iyi cins bir hurma­dır. Ebu Ubeyde der ki: Bu Acve ve Burni denilen hurma türünün karşıtı olan iyi bir hurma türüdür. Müfessirlerin çoğu da bu kelimeye Acve dışında bir tür hurma anlamını vermişlerdir. îbn Cerîr Taberî bunun, bütün hurma anlamına geldiğini söyler ve bunu Mücâhid'den nakleder. Bu hurmanın Medine'de en güzel hurmaların yetiştiği Bü-veyre mevkiinde yetiştiğini bildirir. Rasûlullah (s.a.) onlan muhasara ettiğinde korkutmak ve güçsüz kılmak için hurmalarını kesmeyi em­retti. Muhammed İbn İshâk, Yezîd İbn Nu'mân, Katâde ve Mukâtil İbn Hayyân'dan şöyle dediklerini rivayet etmiştir : Nadîr oğulları Hz. Peygambere haber göndererek; sen bozgunu yasaklamıştın. Ağaçlan kesmeyi emretmen de ne oluyor öyleyse? demişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurdu. Ve dedi ki: «Ağaçlardan kestiğiniz veya kesmediğiniz her şey Allah'ın izni, isteği, kudreti ve rızâsı dâire-sindedir. Bu, düşmanı küçültmek, horlamak ve burunlarını sürtmek içindir.»

Mücâhid der ki: Muhacirlerden bir kısmı diğerini hurma ağacını kesmekten nehyetti ve; bunlar müslümanların ganimetleridir, dediler. Bunun üzerine Kur'ân-ı Kerîm hurma ağacını kesmeyi yasaklayanı doğrulayan ve kesenin de günâh işlememiş olduğunu belirten hüküm­leri indirdi ve kesmenin de kesmemenin de Allah'ın izni dâiresinde ol­duğunu ifâde etti. Buna benzer bir rivayet de merfû' olarak nakledi­lir. Şöyle ki: Neseî... Abdullah ibn Abbâs'tan bu âyetin tefsiri konu­sunda şöyle dediğini nakleder : Onları hisarlarından indirip hurmala­rının kesilmesini emrettiler. Bu ise onların içini burktu. Müslümanlar da; bir kısmını kestik, bir kısmını bıraktık, Rasûlullah (s.a.)a soralım kestiklerimizden bir mükâfat, bıraktıklarımızdan bir vebal var mı? de­diler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurdu.

Hafız Ebu Ya'lâ, Müsned'inde der ki: Bize Süfyân İbn Vekî'... Câbir'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Hurma kesme konusunda önce müslümanlara ruhsat verildi, sonra ağır davranıldı. Bunun üzerine onlar Hz. Peygambere gelip : Ey Allah'ın Rasûlü, kestiğimizden dolayı bize bir vebal, bıraktığımızdan dolayı da bir günâh var mı? dediler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle bu âyeti inzal buyurdu. İmâm Ah-med ibn Hanbel der ki: Bize Abdurrahmân, Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) Nadîr oğullarının hurmalıklarını kesmiş ve yakmıştır. Buhârî ve Müslim de Mûsâ İbn Ukbe kanalıyla benzer bir rivayeti tahrîç ederler. Buhârî'nin Abdürrezzâk kanalıyla... Abdullah îbn Ömer'den naklettiği rivayetin lafzı şöyledir : Nadîr ve Kurayza oğullan Peygamberle savaştılar. Nadîr oğulları sürgün edildi, Kurayza oğulları ise yerlerinde bırakıldılar ve Allah onlara ihsanda bulundu. En sonunda onlar da savaştılar ve erkekleri öldürüldü, kadınları, çocuklan ve malları müslümanlar arasında pay edildi. Ancak içlerinden bir kıs­mı Hz. Peygambere uyup emân dilediler ve müslüman oldular. Böylece Medine yahûdîlerinin hepsi; Kaynukâ' oğulları —ki bunlar Abdullah îbn Selâm'ın kavmi idi— Harise oğulları yahûdîleri ve Medine'deki di­ğer yahûdîler sürgün edildiler. Buhârî ve Müslim'in Kuteybe kanalıy­la... Abdullah İbn Ömer'den rivayetinde de şöyle denir: Rasûlullah (s.a.) Nadîr oğullarının hurmalıklarım yaktı ve kesti. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle, «Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz veya kes-meyip gövdeleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyledir. Bir de fasıklan rüsvây etmek içindir.» âyetini inzal buyurdu. Buhârî merhum da Cüveyriyye kanalıyla... Abdullah İbn Ömer'den nakleder ki; Rasû-lullah (s.a.) Nadîr oğullarının hurmalıklarını yakmıştır. Bunun üzeri­ne Hassan İbn Sabit şu şiiri söylemiştir :

«Lüeyy oğullarının sırtı yere geldi, Büveyre'de uçuşan bir yangınla.» Ebu Süfyân İbn Haris de ona şöyle cevab verdi: «Allah bu işleri devam ettirsin. Ve çevresinde ateşler yaksın, Hanginizin bundan uzak olduğunu bileceksin, Ve yine bileceksin hangi yerinizin Nadîr'e ait olduğunu.)) Buhârî böyle rivayet eder ancak İbn İshâk bunu zikretmez. Muhammed îbn İshâk der ki: Kâ'b İbn Mâlik, Nadîr oğullarının sürgününü ve Eşref oğlunun   öldürülüşünü   hatırlatarak bir şiir yaz­mıştı.

(...)

Burada îbn İshâk; içinde pekçok edebiyat, mev'îze, hikmet ve uzun kıssaların yer aldığı şiirler kaydeder. Biz kalan kısmı bırakarak zikret­tiğimizle yetinip özetlemek istedik. Hamd- ve minnet Allah'a mahsûs­tur. İbn îshâk der ki: Nadîr oğulları vak'ası Uhud ve Maûne kuyusu vak'asından sonra idi. Buhârî ise Zührî kanalıyla Urve'den nakleder ki; Nadîr oğullan vak'ası Bedir harbinden altı ay sonra cereyan etmişti.[2]

 

6 — Allah'ın peygamberine verdiği fey'e   gelince; siz onun için ne bir at, ne de bir deve sürdünüz. Fakat Allah; peygamberine dilediği kimselere karşı üstünlük verir. Al­lah, herşeye kadirdir.

7  — Kasabalar halkından, Allah'ın Rasûlüne fey' ola­rak verdiği; Allah, peygamber,   akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir. Tâ ki içinizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakı­nın. Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah, azabı şid­detli olandır.

 

Allah Teâlâ; fey' malını, özelliklerini ve hükmünü açıklıyor. Fey'; kâfirlerden savaşsız, at sürmeksizin ve deve koşmaksızın elde edilen her türlü maldır. Yukarıda zikri geçen Nadîr oğullarının malları böyledir. Bu malı elde etmek için müslümanlar ne at, ne de deve sürmüşlerdir. Düşmana karşı çıkarak üzerine atılıp savaşmış değillerdir. Aksine Allah'ın onların kalbine saldığı Rasûlullah korkusuyla kalelerinden inmişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ da onların mallarını Rasûlüne vermiştir. Bu sebeple o, dilediği gibi bu malda tasarruf yetkisini hâ­izdir. Hz. Peygamber o mallan Allah'ın bu âyette zikrettiği şekilde iyi­lik ve menfaat alanlarına harcamıştır.

«Allah'ın peygamberine (Nadîr oğullarından) verdiği fey'e (mala) gelince; siz onun için ne bir at, ne de bir deve sürdünüz. Fakat Allah; peygamberlerine dilediği kimselere karşı üstünlük verir. Allah her şeye kadîr'dir.» O'nun mağlûb edilmesi ve alıkonulması imkânsızdır. Aksi­ne O, her şeyi gücü altında tutandır.

«Kasabalar halkından Allah'ın Rasûlüne fey' olarak verdiği;» Bu şekilde fethedilen bütün beldelerin hükmü de Nadîr oğullarının mal­larının hükmü gibidir. Bu sebeple Allah Teâlâ: «Allah, peygamber, ak­rabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir.» buyuruyor. Fey' mallarının harcanma yerleri bunlardır.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Süfyân... Ömer'den nak­letti ki;; Nadîr oğullarının malları, müslümanların at ve deve koştura­rak elde ettikleri türden mallar olmadığı için, Allah onu Rasûlüne fey' olarak vermişti. Bu mallar Rasûlullah'a hâs idi. Onlardan ailesinin bir yıllık nafakasını çıkarıyor, geriye kalanı da Allah yolunda dağıtıyordu.

Bir kerresinde de Hz. Ömer şöyle demiştir: Yıllık zahirelerini on­dan harcardı. Geriye kalanı olursa bunu da Allah yolunda savaş ve silâh için harcardı. İmâm Ahmed burada bu hadîsi böyle kısaca tahrîc et­miştir. İbn Mâce'nin dışında bir topluluk ise bu hadîsi kitablannda Süf­yân kanalıyla...Ömer' den rivayet etmişlerdir. Biz bu hadîsi uzun uza-dıya rivayet ettik. Nitekim Ebu Dâvûd merhum der ki: Bize Hasan îbn Ali ve Muhammed İbn Yahya... Mâlik İn Evs'ten naklettiler ki; o, şöyle demiş : Güneşin yükselmeye başladığı bir sırada Hattâb oğlu Ömer beni çağırdı. Onun yanma vardığımda kendisini sedirin kenarı­na dayanmış oturur buldum. Ve yanına girdiğimde dedi ki: Ey Mâlik, kavminden bazı hane halkı koşarak gelmişlerdi. Ve ben onlara bir şey verilmesini emretmiştim. Sen, bunu onlar arasında taksim et. Ben de­dim ki: Bu konuda benden başka birisini görevlendirsen? O : Hadi yap onu, dedi. Bu sırada Yerfâ yanına gelip dedi ki: Ey mü'minlerin emîri Arfân oğlu Osman, Avf oğlu Abdurrahmân, Avvâmın oğlu Zübeyr ve Sa'd tbn Ebu Vakkâs için bir şey verecek misin? O; evet dedi. Onlara izin verdi de yanına girdiler. Sonra Yerfâ gelip dedi ki: Ey mü'min­lerin emîri, Abbâs ve Ali'ye bir şey verecek misin? O; evet dedi ve onla­ra da izin verildi, yanına girdiler. Abbâs dedi ki: Ey mü'minlerin emîri, benimle şunun arasında —Hz. Ali'yi kasdediyordu— hüküm ver. Baş­kaları da dediler ki: Evet ey mü'minlerin emîri, onlar arasında hüküm ver ve onları rahatlat. Mâlik îbn Evs derki: Onlara o topluluğun bu mal için getirildiği vehmi verilmişti. Hz. Ömer (r.a.) dedi ki: Ben onu yerine getireceğim. Sonra o topluluğa vanp dedi ki: İzniyle göğün ve yerin ayakta durduğu Allah adına size derim ki; siz, Rasûlullah (s.a.)ın Biz mîrâs bırakmayız. Bıraktığımız şey sadakadır, dediğini biliyor mu­sunuz? Onlar; evet, dediler. Sonra Hz. Ali de Abbâs'a dönüp dedi ki: İzniyle göklerin ve yerin ayakta durduğu Allah adına size derim ki; Rasûlullah (s.a.)ın; biz mîrâs bırakmayız bıraktığımız şeyler ise sada­kadır, dediğini biliyor musunuz? O ikisi de; evet dediler. Bunun üze­rine Hz. Ömer dedi ki: Allah Teâlâ, Rasûlüne öylesine özel bir şey lüt­fetti ki, ondan başka insanlardan hiçbirine onu tahsis etmemişti. Ve Rasûlü hakkında «Allah'ın Peygamberine verdiği fey'e gelince; siz onun için ne bir at, ne de bir deve sürdünüz. Fakat Allah; Peygamberi­ne dilediği kimselere karşı üstünlük verir. Allah, her şeye kadirdir.» buyurdu. Allah Teâlâ, Rasûlüne Nadir oğullarının mallarım fey' olarak vermişti. Allah'a andolsun ki; ne onu size tercîh etmişti, ne de sizden başkaları için o malı hazırlamıştı. Hz. Peygamber ondan yıllık nafaka­sını alırdı —veya kendisinin ve ailesinin yıllık nafakasını demişti— arta kalanı ise herkese dağıtırdı. Sonra o topluluğa dönüp dedi ki: izniyle göklerin ve yerin ayakta durduğu Allah adına size söylerim; bu­nu biliyor muydunuz? Onlar; evet, dediler. Sonra Hz. Ali ve Abbâs'a dönerek dedi ki: İzniyle göklerin ve yerin ayakta durduğu Allah adına size söylerim; bunu biliyor muydunuz? O ikisi de; evet, dediler. Rasû­lullah (s.a.) vefat edince Hz. Ebubekir; ben Allah Rasûlünün velîsiyim, dedi. Sen ve o, Hz. Ebubekir'e gelip; sen kardeşinin oğlunun mîrâsım taleb ettin, o da karısının babasının mîrâsım taleb etti. Ebubekir (r.a.) dedi ki: Rasûlullah (s.a.); biz mîrâs bırakmayız, bıraktığımız şeyler ise sadakadır, buyurdu, dedi. Allah bilir ki muhakkak o doğruydu, iyi dav­ranmıştı, doğru yolu görüp Hakk'a tâbi' olmuştu. Ebubekir bu dâvayı geri çevirmişti. O vefat edince ben; Allah Rasûlünün ve Ebubekir'in velisi benim, dedim. Allah'ın benim için murâd ettiği miktarda ben de o mala sâhib oldum. Sen ve şu geldiniz. İkiniz de aynısınız ve duru­munuz birbirinden farksızdır. İkiniz de benden o malı istediniz. Ben dedim ki: İsterseniz, ben onu sizin ikinize veririm. Ancak RasûluUah (s.a.)ın ona sâhib olduğu gibi sizin de sâhib olmanız kaydıyla sâhib olmak üzere Allah'a ahid vermeniz şarttır. Bu şart üzerine siz de onu benden aldınız. Sonra gelip benden aranızda bu ahdin dışında bir şe­kilde hüküm vermemi istediniz. Allah'a andolsun ki; kıyamet kopun-caya kadar ben, bunun dışında sizin aranızda bir hüküm vermem. Siz o mala sâhib olamıyorsanız onu bana geri verin. Diğer hadîs imam­ları bu hadîsi Zührî kanalıyla Mâlik îbn Enes'ten tahrîc ederler. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Arim ve Af fan... Enes İbn Mâlik'ten naklettiler ki; adam Allah'ın dilediği gibi malından hurmalıkları Rasû-lullah için ayırıyordu. Nihayet Kurayza ve Nadîr oğullan vak'asından sonra RasûluUah (s.a.) gelen malı reddediyor ve şöyle diyordu: Ailem Peygambere vanp ailesinin ona verdiği mallan veya bir kısmını kendi­sinden istememi bildirdi. RasûluUah (s.a.) da onu Ümmü Eymen'e ver­mişti. Veya Allah'ın dilediği bir yere. Enes İbn Mâlik der ki: Ben Hz. Peygamberden onları istedim de bana geri verdi. Bu sırada Ümmü Ey-men gelip elbisesini boynuma doladı ve şöyle konuştu: Hayır, kendi­sinden başka ilâh olmayan Allah'a yemîn ederim ki; onu sana veremez, çünkü bana vermişti —veya buna benzer bir ifâde kullandı—. Allah Peygamberi dedi ki; Şu ve şu kadarı senindir. O ise Allah'a andolsun ki hayır, asla, diyordu. Rasûlullah (s.a.) da; şu ve şu kadan senindir diyordu. O ise; Allah'a andolsun ki hayır, asla, diyordu. Rasûlullah (s.a.) da; şu kadar ve şu kadan senindir, diyordu. Enes İbn Mâlik der ki; nihayet.onu ona verdi. Öyle sanıyorum ki on misli veya on misline yakın diye bir ifâde kullanmıştır. Ya da böyle söylemiştir. Buhârî ve Müslim muhtelif yollarla Mu'temir kanalıyla Enes İbn Mâlik'den bu hadîsi rivayet ederler. Burada sözkonusu edilen sarf yerleri ganimetin beşte birisinde zikredilen sarf yerlerinin aynısıdır ki Enfâl sûresinde bu konuda söz ettik. Burada tekrarlamaya gerek yoktur. Hamd Allah'a mahsûstur.

«Tâ ki içinizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın.» Biz fey' mallannın harcanma yerlerini böyle belirttik ki; zen­ginlerin elde edip istedikleri gibi tasarruf edecekleri, arzu ve hevesle­rine göre yiyip içecekleri bir yiyecek haline gelmesin. Fakirlere bir şey sarfetmeden onların elinde kalmasın.

«Peygamber size, ne verirse onu alın, neden de nehyederse, ondan sakının.» Size hangi şeyi emrederse onu yapın. Neyi de yasaklarsa on­dan kaçının. Çünkü o, yalnızca hayn emreder ve yalnızca serden neh-yeder. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Yahya İbn Ebu Tâlib... Mesrûk'tan rivayet eder ki; bir kadın Abdullah İbn Mes'ûd'a gelip şöyle demiş :

Senin başkasının saçını aldatmak için saçına eklemeyi yasakladığın haberi bana ulaştı. Allah'ın kitabında veya Rasûlullah'ın sünnet'inde bir şey bulduğun için mi bunu yasakladın? O : Evet Allah'ın kitâb'ında ve Rasûlullah'ın sünnet'inde gördüğüm bir şeyden dolayı yasakladım, dedi. Kadın dedi ki: Allah'a andolsun ki ben, Mushaf'ın iki kapağı ara­sım inceledim de senin dediğin bir şeyi göremedim. Abdullah İbn Mes'ûd dedi ki: Sen orada «Peygamber size, ne verirse onu alın, neden de nehyederse, ondan sakının.» âyetini görmedin mi? Kadın; evet, de­yince Abdullah İbn Mes'ûd dedi ki: Ben, Rasûlullah (s.a.)ın saçına başka saç eklemeyi ve yüzünün kılını yolmayı yasakladığını duydum. Kadın dedi ki : Belki bu senin ailenden bir kısmı içindir. O dedi ki : Gir ve bak. Kadın girip baktı sonra çıktı ve; hiç bir şey görmedim, dedi. Abdullah İbn Mes'ûd kadına dedi ki: O sâlih kulun vasiyetini aklında tutmaz mısın : «Size yasakladığım şeylere aykırı hareket et­mek istemem.» (Hûd, 88)

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki : Bize Abdurrahmân... Abdullah îbn Mes'ûd'dan nakletti ki; Allah saçına saç ekleyen ve ekletmek is­teyen, yüzünün kılını yolan ve dişlerinin arasını güzellik için ayıran­ları ve Allah Azze ve Celle'nin yaratışını değiştirenleri lânetlemiştir. Abdullah İbn Mes'ûd der ki: Ümmü Ya'kûb denilen bir kadına bu ha­ber ulaşınca, kalkıp yanına gelmiş ve bana ulaştığına göre sen şöyle ve şöyle demişsin, demiş. Abdullah İbn Mes'ûd demiş ki: Rasûlullah (s.a.)ın lanetlediğini ve Allah'ın kitabında lânetleneni ben neden lâ-netlemeyecekmişim? Kadın dedi ki: Ben, iki kapak arasında bulunan Allah'ın kitabım okudum, ama böyle bir şey görmedim. Abdullah İbn Mes'ûd demiş ki: Eğer sen okusaydın onu görürdün. Allah Teâlâ'nın «Peygamber size, ne verirse onu alın, neden de nehyederse, ondan sa­kının.» âyetini okumadın mı? Kadın; evet, deyince Abdullah îbn Mes'ûd şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) bunları yasaklamıştır. Kadın demiş ki: Öyle sanıyorum ki senin ailen bunları yapıyor. O; git ve bak, demiş, kadın gitmiş istediği hiç bir şeyi bulamayınca : Bir şey bula­madım, demiş. Abdullah İbn Mes'ûd demiş ki: Böyle olsaydı sen bi­zi birlikte göremezdin. Buhârî ve Müslim Sahîh'lerinde bu rivayeti Süfyân es-Sevrı kanalıyla tahrîc ederler. Buhârî ve Müslim'in Sahîh' inde aynı şekilde Ebu Hüreyre'den rivayet edilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş :

Ben, size bir şeyi yasaklarsam; ondan kaçının, size bir şeyi emreder-semde gücünüz yettiği nisbette onu yapın.

Neseî der ki; Bize Ahmed İbn Saîd... Abdullah İbn Ömer ve İbn Abbâs'tan nakletti ki; onlar Rasûlullah (s.a.) henüz kanatlanmamış çekirgeyi. Ebu Cehil kavununu, hurma çekirdeğinin içini ve ziftle kap­lanmış kaptan yemek yemeyi yasaklamıştı. Sonra da «Peygamber size, ne verirse onu alın, neden de nehyederse, ondan sakının» âyetini oku­muştu.

«Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah, azabı şiddetli olandır.» Emirlerine uymak ve yasaklarını terketmek konusunda Allah'tan kor­kun. Çünkü emrine muhalefet edip kaçan ve isyan edenlere, yasakla­dığını işleyenlere azabı çok şiddetlidir.[3]

 

8 — Yurdlanndan ve mallarından çıkarılmış olan, Al­lah'tan bir lütuf ve rızâ dileyen, Allah'ın dinine ve peygam­berine yardım eden fakir muhacirler içindir. îşte bunlar sâdıkların kendileridir.

9  — Onlardan önce o diyarı yurd edinmiş ve göğüsle­rine îmânı yerleştirmiş olanlar, kendilerine hicret edip ge­lenleri severler. Ve onlara verilenlerden ötürü   içlerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri zaruret içinde bu­lunsalar bile onları,   kendilerine tercih ederler.   Her kim nefsinin tamahkârlığından korunabilmişse; işte onlar, fe­laha erenlerin kendileridir.

10 — Onlardan sonra gelenler ise derler ki: Rabbınuz, bizi ve bizden önce îmân etmiş olan kardeşlerimizi bağış- la. Ve îmân etmiş olanlar için kalblerimizde kin bırakma. Rabbımız, muhakkak ki Sen Rauf'sun, Rahîm'sin.

 

Allah Teâlâ, feymalına hak kazanan fakirlerin halini açıklaya­rak buyuruyor ki: «Yurdlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah tan bir lütuf ve rızâ dileyen Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden fakîr muhacirler içindir.» Bu mallar; yurdlanndan çıkarılan ve Allah'ın hoşnutluğunu ve rızasını arayarak kavimlerine muhalefet edenler içindir, a Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden fakîr muhacir­ler içindir. İşte bunlar sâdıkların kendileridir.» Onlar ki sözlerini fiille­riyle doğrulamışlardır. İşte onlar, muhacirlerin efendileridir.

Ardından Hak Teâlâ Ansâr'ı öğerek onların faziletlerini ve şeref-leriyle değerlerini açıklayarak kıskanç olmadıklarını, muhtaç olmala­rına rağmen kardeşlerini kendilerine tercih ettiklerini belirtip şöyle buyuruyor : «Onlardan önce o diyân yurd edinmiş ve göğüslerine îmân yerleştirmiş olanlar.» Muhacirlerden Önce hicret diyarına yerleşmiş ve birçoklarından önce îmânı kabul etmiş olanlar. Hz. Ömer der ki; Ben­den sonra yerime geçecek halîfeye; ilk muhacirlere haklarını verme­sini, değerlerine saygı duymasını, tavsiye ederim. O diyarı yurd edin­miş ve göğüslerine îmân yerleştirmiş olan Ansâr'dan da iyilik yapanla­rın iyiliğini kabul etmesini, kötülüklerini de bağışlamasını tavsiye ederim. Buhârî bu rivayeti aynı şekilde nakletmiştir.

«Kendilerine hicret edip gelenleri severler.» Onların değer ve şeref­lerine işaret olmak üzere hicret edenleri severler ve mallarıyla onları desteklerler. İmâm Ahmed îbn Hanbel der ki: Bize Yezîd... Enes'ten nakletti ki; o, şöyle.demiş : Muhacirler dediler ki: Ey Allah'ın Rasû-lü, kendilerine geldiğimiz bu topluluğun azlıkta güzelce destek olmak* çoklukta güzelce harcamak konusunda davrandığı gibi davranan başka topluluk görmedik. Onlar bize yardımda hizmeti üstlendiler ve hur­malarının ürününü bizimle paylaştılar. Öyle ki biz, bütün mükâfatı alıp götürmelerinden korktuk. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Hayır, siz onlar içirî Allah'a duâ ettiğiniz zaman mutlaka sizin duanız onla­rın size iyilikleri ile kâim olur. Bu şekliyle bu rivayeti kitaplarda gör­medim.

Buhârî der ki; Bize Abdullah îbn Muhammed... Yahya İbn Saîd' den nakletti ki; o, Enes İbn MâÜk'le Velîd'in yanına gittiklerinde onun şöyle dediğini işitmiş : Rasûlullah (s.a.) Bahreyn'in iktâ olarak An-sâr'a verilmesini istedi. Onlar; t^ayır bizim gibi hicret eden kardeşle­rimize de iktâ vermezsen olmaz dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Benim verdiğim iktâ'ı kabul etmezseniz, bana ulaşıncaya kadar sab­redin. Çünkü benden sonra sizi cimrilik alacaktır. Buhârî bu hadîsi bu şekliyle tahrîcte münferid kalmıştır. Buhârî der ki: Bize Hakem îbn Nâfi'.. Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini bildirdi: Ansâr; bizimle kar­deşlerimiz arasında hurmaları paylaştır, dediler. Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki: Hayır. Onlar şöyle dediler : İşte siz bize yardım edin, ürün­de de biz size ortak olalım. Onlar da işittik ve itaat ettik, dediler. Müs­lim'in dışında Buhârî bu hadîsin rivayetinde münferid kalmıştır.

«Ve onlara verilenlerden Ötürü içlerinde bir çekememezlik duy­mazlar.» Allah Teâlâ'nın muhacirlere şeref ve makam olarak ihsan edip onları zikirde Öne almasına Ansâr bir kıskançlık hissetmez. Ha­san el-Basrî, { Ö-U- ) kelimesinin hased olduğunu söyler. Katâde de kelimesinin kardeşlerine verilenler demek olduğunu bil­dirir. İbn Zeyd de böyle demiştir. Bu anlama delâlet ettiğini göstermek üzere İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdürrezzâk... Enes'ten nakletti ki; o, şöyle demiş : Biz Rasûlullah (s.a.) ile birlikte oturduğu­muz bir sırada Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Şimdi size cennet ehlin­den bir adam çıkıp gelecektir. Bu sırada ansârdan henüz abdest almış ve sakalından yaş damlayan bir kişi çıkageldi. Ayakkabılarını sol eline almıştı. Ertesi gün Rasûlullah (s.a.) yine aynı şekilde söyledi ve o adam ilk seferde olduğu gibi çıkageldi. Üçüncü günde Rasûlullah (s.a.) aynı sözü tekrarladı ve yine ilk halindeki gibi o adam çıkageldi. Rasû­lullah (s.a.) kalkınca, Amr İbn As'ın oğlu Abdullah onu izledi. Ve dedi ki: Ben, babamla tartıştım ve onun yanına girmemek üzere üç kerre yemîn ettim. Beni yanına alıp da ona gitmemizi uygun görürsen gide­rim. O; peki, dedi. Enes der ki: Abdullah o adamla beraber üç gece yat­tığını ve onun geceleyin kalktığını hiç görmediğini ancak uyanınca yatağında dönerek Allah'ı zikredip tesbîh ettiğini, sabah namazına kal­kıncaya kadar böyle yaptığını söylediğini bildirdi. Abdullah der ki: Ondan hayırdan başka bir şey söylediğini duymadım. Üç gece geçince ben onun amelini küçümsemeye başladım. Dedim ki.: Ey Allah'ın kulu, benimle babam arasında ne bir kırgınlık ne de düşmanlık oldu. Ancak Rasûlullah (s.a.)in senin için üç kez şöyle dediğini işittim: Şimdi size cennet ehlinden bir adam çıkıp gelecektir. O esnada üç kez sen çıkıp geldin. Ben, senin yanına gelip ne gibi amel yaptığını öğrenmek ve ona göre davranmak istedim. Senin pek fazla amel yapmadığını gördüm. Rasûlullah (s.a.)in senin hakkında söylediği sözü doğrulayacak nelerin var? O; gördüğün gibi hiç bir şey yok, dedi. Ben tekrarlayınca çağırıp dedi ki : Gördüğün gibi hiç bir şeyim yok. Ancak kalbimde hiç bir müslümana karşı hîle bulunmaz. Allah'ın bir kuluna verdiği hayırdan dolayı hiç bir kulu kıskanmam. Abdullah dedi ki : İşte seni bu merte­beye ulaştıran odur ki buna herkes güç yetiremez. Neseî «Gece ve Gün­düz» bölümünde Süveyd İbn Nasr kanalıyla... Enes İbn Mâlik'ten bu rivayeti nakleder. Bu rivayetin isnadı Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir. Yalnızca Akîl ve bir başkası Zührî kanalıyla bunu Enes1 ten rivayet ederler. Allah en iyisini bilendir.

Abdurrahmân İbn Zeyd, İbn Eşlem «Ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir çekememezlik duymazlar.» kavli hakkında şöyle der: Mu­hacirlere verilenler demektir. Yine Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki : Bazı kişiler Nadîr oğullarının malları hakkında konuştukları gibi Ansâr hakkında da konuştular da Allah onlara itâb ederek buyur­du ki: «Allah'ın peygamberine verdiği fey'e gelince; siz onun için ne bir at, ne de bir deve sürdünüz. Fakat Allah; peygamberlerine dilediği kimselere karşı üstünlük verir. Allah her şeye Kadîr'dir.» Rasûlullah (s.a.) da buyurdu ki: Kardeşleriniz mallarını ve çocuklarını bırakıp sizin yanınıza geldiler. Onlar dediler ki: Mallarımız aramızda paylaşı­lır. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki : Daha başka bir şey yok mu? Onlar ne var Allah'ın Rasûlü? dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Onlar iş yapmayı bilmeyen bir topluluktur. Siz çalışır ve ürününüzü onlarla paylaşırsınız. Ansâr; pekiyi ey Allah'ın Rasûlü, dediler.

«Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları, kendilerine tercîh ederler.» Onların ihtiyâçlarını kendi ihtiyâçlarından Önce görürler. Kendilerinin ihtiyâcı olsa bile Önce onların ihtiyâcını karşılarlar. Sahîh bir hadîste sabittir ki Rasûlullah (s.a.) şöyle demiştir : Sadakanın en iyisi az olanın çabasıdır. Bu makam Allah Teâlâ'nın şu âyetlerinde tavsif buyurduğu kişilerin makamından daha üstündür : «Onlar; içleri çektiği halde yiyeceği yoksula, öksüze ve esîre yedirirler.» (İnsan, 8), «Ve o, malı seve seve verdi.» (Bakara, 177). Çünkü bunlar tasadduk ettikleri şeyi sevdikleri halde tasadduk ederler. Ama, onların bu mal­lara ihtiyâçları yoktur. Halbuki bunlar, kendileri infâk ettikleri mâla muhtaç oldukları halde onları kendi nefislerine tercîh etmektedirler. Nitekim bu makamdan olmak üzere Sıddîk-i Ekber bütün malını Allah rızâsı için tasadduk etmiştir. Rasûlullah (s.a.) ona: Ailen için bir şey bırakmadın mı? deyince o : Onlar için Allah ve Rasûlünü bıraktım, demişti. İşte suda Yermûk günü îkrime ve arkadaşlanna verilen su hadisesidir. Onlardan her birisi suyun arkadaşına götürülmesini söy­ler. Halbuki kendisi suya son derece muhtaç ve ağır biçimde yaralıdır. Biri diğerine suyu gönderir, nihayet üçüncüye ulaşmadan hepsi de ruhlarını teslim ederler ve hiç birisi su içemez. Allah onlardan razı ol­sun ve onları hoşnûd kılsın.

Buhârî der ki : Bize Yâkûb îbn İbrahim İbn Kesîr... Ebu Hüreyre' den nakletti ki:

Adamın biri Rasûlullah (s.a.)a gelmiş ve : Ey Allah'ın Rasûlü ba­na zorluk (açlık) geldi, demiş. Rasûlullah (s.a.) hanımlarına haber gön­dermiş, ancak onların yanında bir şey bulamamış. Bunun üzerine bu­yurmuş ki: Bu gece şu adamı misafir edecek bir kişi yok mu ki Allah ona merhamet etsin? Ansâr'dan bir adam kalkıp demiş ki: Ben varım, Ey Allah'ın Rasûlü. Ailesinin yanına gidip hanımına demiş ki: Bu, Allah'Rasûlünün misafiri ondan bir şeyi saklama. Kadın demiş ki: Allah'a andolsun ki çocuğun azığından başka evimizde hiç bir şey yok. Adam demiş ki: Çocuklar akşam yemeğini yemek istedikleri zaman on­ları uyut ve gel. Işığı da söndür. Biz karnımızı geceleyin doyuralım. Ka­dın adamın dediği gibi yapmış. Ertesi gün adam Hz. Peygamberin yanı­na geldiğinde Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Allah Azze ve Celle falan adamla falan kadından hoşlandı da —güldü de— «Kendileri za,rûret içinde bulunsalar bile onları, kendilerine tercih ederler.» âyetini inzal buyurdu. Keza Buhârî bir başka yerde, Müslim, Tirmizî ve Neseî de muhtelif yollarla... Ebu Hüreyre'den bu haberi naklederler. Müslim'in bir rivayetinde Ansâr'dan olan bu adamın adı Ebu Talha (r.a.) olarak zikredilir.

«Her kim nefsinin tamahkârlığından korunabilmişse; işte onlar, felaha erenlerin kendileridir.» Kim de cimrilikten ve tamahkârlıktan kurtulursa felaha ermiş ve başarıya ulaşmış olur. îmâm Ahmed İbn Hanbel derki: Bize Abdürrezzâk... Câbir îbn Abdullah'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş:

Zulümden sakının, çünkü zulüm; kıyamet gününde zulümât (ka-raîüık)tır. Cimrilikten sakının, çünkü cimrilik; sizden öncekileri helak etmiştir, Onları kan dökmeye ve mahremlerini helâl saymaya sevk etmiştir. Bu hadîsin tahrîcinde Müslim münferid kalmıştır. Çünkü o, Ka'nebî kanalıyla... Câbir İbn Abdullah'tan bu hadîsi rivayet etmiştir, A'meş ve Şu'be... Abdullah îbn Amr'dan naklederler ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Zulümden korunun, çünkü zulüm; kıyamet gü­nünde zulümât (karanlık) tır. Fuhuştan korunun, çünkü Allah; fuhşu ve aşırı gitmeyi sevmez. Cimrilikten de kaçının, çünkü o; sizden önce­kileri helak etmiştir. Onlara zulmü emretmiş, zulmetmişler, azgınlığı emretmiş azmışlar, akrabalıkla sıla-i rahm'i kesmeyi emretmiş onlar da akrabalarına ziyareti kesmişlerdir. Bu hadîsi îmâm Ahmed ve Ebu Dâ-vûd Şu'be kanalıyla, Neseî de A'meş kanalıyla Amr îbn Mürre'den nak­lederler. Leys... Ebu Hüreyre'den nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.)ın şöyle buyurduğunu duymuş : Cehennem dumanıyla Allah yolunda sa­vaşın tozu bir kulun içinde birleşmez. Bir kulun kalbinde cimrilikle îmân da ebediyyeh birleşmez.

îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Esved îbn Hilâl'den nakletti ki; adamın biri Abdullah İbn Mes'ûd'a gelerek; ey Ebu Abdurrahmân helak olmaktan korkuyorum, demiş. Abdullah ona; neden bu? demiş. O : Allah Teâlâ'nın «Her kim nefsinin tamahkârlığından korunabümiş-se; işte onlar, felaha erenlerin kendileridir.» buyurduğunu işittim. Halbuki ben cimri ve tamahkâr bir adamım. Elimden bir şeyin çıkma­sını hiç istemem. Abdullah demiş ki: Allah Teâlâ'nın Kur?ân'da zikret­tiği cimrilik ve tamahkârlık bu değildir. Allah Teâlâ'nın Kur'ân'da zik­rettiği cimrilik ve tamahkârlık, kardeşinin malını zulmen yemendir. Orada bahis mevzuu olan cimriliktir ki bu bahîlliktir. Cimrilik çok kötü bir şeydir. Süfyân es-Sevrî... Ebu Heyyâc el-Esedî'den nakleder ki; o, şöyle demiş: Ben Allah'ın evini tavaf ediyordum ki, bir adamın şöyle dediğini duydum : Allah'ım; beni nefsimin tamahkârlığından körü. Da­ha başka bir şey demiyordu. Ben ona niçin böyle diyorsun dedim. Adam dedi ki: Nefsimin cimriliğinden korunacak olursam; hırsızlık yapmam, zina etmem ve başka şeyler de yapmam. Bir de baktım ki bu kişi Ab­durrahmân İbn Avf idi. Allah ondan razı olsun. Bu rivayeti İbn Cerîr Taberî de nakleder. îbn Cerîr Taberî der ki: Muhammed İbn îshâk... Enes îbn Malik'ten nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Ze­kâtını veren, misafiri ağırlayan ve sıkıntılı anında veren kişi, cimrilik­ten kurtulmuştur.

«Onlardan sonra gelenler ise derler ki: Rabbımız, bizi ve bizden önce îmân etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Ve îmân etmiş olanlar için kalblerinüzde kin bırakma. Rabbımız, muhakkak ki Sen Rauf'sun, Ra-hîm'sin.» Bunlar da fakîr olup fey' malına hak kazanan üçüncü zümre­dir. Birinci zümre muhacirler, sonra ansâr, sonra da iyilikle onlara tâbi' olanlardır. Nitekim Tevbe sûresinde şöyle buyurulmuştur: «Muha­cirlerden ansâr'dan en ileri ve Önde gelenlerle ihsan ile onlara uyan­lardan Allah razı olmuştur.» (Tevbe, 100). Onlara iyilikle tâbi' olanlar, iyi yollarını izleyip, güzel niteliklerini benimseyenler, gizli ve açık onlar, için duâ edenlerdir. Bu sebeple âyet-i kerîme'de : «Onlardan sonra ge­lenler ise derler ki: Rabbımız bizi ve bizden önce îmân etmiş olan kar­deşlerimizi bağışla. Ve îmân etmiş olanlar için kalblerimizde kin bırakma. Rabbımız, muhakkak ki Sen Raûfsun, Rahimsin.» İmâm Mâlik mer-hûm'un bu âyet-i kerîme'den çıkardığı hüküm ne kadar da güzeldir: Ashaba küfreden râfızîlerin fey' malından paylan olamaz. Çünkü Allah Teâlâ'nın bu âyette zikrettiği nitelikler onlarda yoktur.

İbn Ebu Hatim der ki: Bana Mûsâ İbn Abdurrahmân... Hz. Âişe' nin şöyle dediğini bildirdi: Onlar ashâb için mağfiret dilemekle emro-lundukları halde onlara küfrettiler. Sonra «Onlardan sonra gelenler ise...» âyetini okumuş. İsmâîl tbn Uleyye... Aişe'nin şöyle dediğini bil­dirir : Siz, Hz. Muhammed'in ashabına mağfiret dilemekle emrolundu-ğunuz halde ,onlara küfrettiniz. Peygamberinizin şöyle dediğini işittim : Bu ümmetten sonra gelenler öncekileri lânetleyene kadar bu ümmet yok olmaz. Bu hadîsi İmâm Beğâvî nakletmiştir. Ebu Dâvûd der ki: Bize Müsedded... Zührî'nin şöyle dediğini nakletti: Hz. Ömer (r.a.) der ki: «Allah'ın peygamberine verdiği fey'e gelince; siz onun için ne bir at, ne de bir deve sürdünüz.» âyeti Rasûlullah (s.a.)a hâstır. Bun­lar arap köyleri olan Fedek ve benzeri Allah'ın Rasûlüne fey' olarak verdiği yerlerdir. «Kasabalar halkından Allah'ın Rasûlüne fey1 olarak verdiği...» âyetiyle «Yurdlanndan ve mallarından çıkarılmış olan...» âyeti ve «Onlardan önce o diyarı yurd edinmiş ve göğüslerine îmân yer­leştirmiş olanlar...» âyeti ve «Onlardan sonra gelenler ise...» âyeti in­sanları kapsamına almaktadır. Böylece müslümanlardan fey'e hakkı olmayan hiç bir kimse kalmamaktadır. Eyyûp veya Ömer der ki: Na-sîbi olmayan kalmamıştır, demiştir. «Ancak kölelerinizden mâlik olduk­larınızın bir kısmı müstesnadır.» Ebu Dâvûd da bu rivayeti böylece nak­letmiştir. Ancak bu rivayette kopukluk vardır.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize îbn Abd'ü'1-A'lâ... Mâlik İbn Evs'ten nakletti ki... Ömer İbn Hattâb ; «Sadakalar, ancak fakirler ve miskin­ler içindir...» (Tevbe, 60) âyetini sonuna kadar okuduktan sonra bu onlar içindir, demiş. Sonra : «İyi bilin ki; ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, peygamberin ve yakınlarımndır.» (Enfâl, 41) âye­tini okumuş ve bu da onlar içindir, demiş. Sonra kasabalar halkından Allah'ın Rasûlüne fey' olarak verdiği...» âyetini ve «Yurdlarından ve mallarından çıkarılmış olan...» âyetini ve «Onlardan önce o diyarı yurd edinmiş ve göğüslerine îmân yerleştirmiş olanlar...» âyetini ve «Onlar­dan sonra gelenler ise derler ki...» âyetini okumuş, sonra bu âyet de bütün müslümanları kapsamaktadır, herkesin mutlaka fey'de hakkı vardır. Eğer ben yaşayacak olursam; çukur ve tepede gezen çoban ge­lip ondan payını alacaktır ve bu konuda alnını terletmeyecektir, demiş[4]

 

11  — Münafıklık etmiş olanlara bakmadın mı ki, ehl-i kitâb'tan küfretmiş olan kardeşlerine: Eğer siz çıkarılırsa-nız andolsun ki biz de sizinle beraber çıkarız. Ve sizin aley­hinizde asla kimseye itaat etmeyiz. Eğer savaşa tutuşursa­nız muhakkak size yardım ederiz, derler.   Allah şehâdet eder ki; onlar yalancıdırlar.

12  — Andolsun ki; eğer onlar çıkarılsalar, onlarla be­raber çıkmazlar. Eğer onlara savaş açılırsa; yardım etmez­ler. Yardıma  gitseler bile mutlaka gerisingeri   dönerler. Sonra da kendileri yardım görmezler.

13  — Doğrusu onların kalbine korku salan;   Allah'tan çok, sizlersiniz. Çünkü onlar anlamazlar güruhudur.

14 — Onlar sizinle topluca savaşı; ancak sûrla çevril­miş kasabalarda veya duvarlar   arasında kabul   ederler. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları top­lu sanırsın,   ama kalbleri   darmadağınıktır.   Bu; onların akletmez bir kavim olmalarındandır.

15 — Kendilerinden az önce geçmiş ve işlerinin vebali­ni tatmış olanların   durumu gibidir.   Onlar için elîm bir azâb vardır.

16  — Şeytânın durumu gibi: Hani o, insana; küfret, de­yip te küfredince;  dosdoğru ben senden uzağım,   çünkü ben; âlemlerin Rabbı Allah'tan korkarım, demişti.

17 — Nihayet ikisinin de akıbeti; içinde ebediyyen ka­lacakları ateştir. İşte zâlimlerin cezası budur.

 

Allah Teâlâ Abdullah tbn Übeyy ve benzeri münafıkların durumu­nu haber veriyor. Onlar Nadîr oğullarından yahûdîlere elçiler gönderip kendilerine yardım edeceklerini vaadediyorlardı. Bunlardan bahseden Hak Teâlâ buyuruyor ki: Münafıklık etmiş olanlara bakmadın mı ki; ehl-i kitâb'dan küfretmiş olan kardeşlerine : Eğer siz çıkarılırsanız an-dolsun ki, biz de sizinle beraber çıkarız. Ve sizin aleyhinizde asla kimse­ye itaat etmeyiz. Eğer savaşa tutuşursanız muhakkak size yardım ede­riz, derler.» Ve müteakiben Allah Teâlâ : «Allah şehâdet eder ki; onlar yalancıdırlar.» buyuruyor. Yani onlar yahûdîlere yaptıkları vaadde ya­lancıdırlar ve içlerinden yapmamak üzere bunu söylemektedirler veya söyledikleri asla gerçekleşmeyecek şeylerdir. Bu sebeple Hak Teâlâ şöy­le buyuruyor : «Andolsun ki; eğer onlar çıkarılsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Eğer onlara savaş açılırsa, yardım etmezler.» Onlarla beraber savaşmazlar. «Yardıma gitseler bile mutlaka gerisin geri dönerler.» Eğer onlarla savaşsalar tekrar geri dönerler. «Sonra da kendileri yardım görmezler.» Bu da Allah Teâlâ'nın onlara başlı başına bir müjdesidir.

«Doğrusu onların kalbine korku salan; Allah'tan çok, sizlersiniz.» Onlar Allah'tan korktuklarından çok sizden korkarlar. Tıpkı Allah Teâlâ'nın şu kavli gibi: «Bir de bakarsın ki; içlerinden bir grup Allah'­tan korkar gibi hattâ daha şiddetli bir korku ile insanlardan korkuyor­lar.» (Nisa, 77). Bunun sebebini de beyân ederek «Çünkü onlar anlamaz­lar güruhudur.» buyuruyor.

«Onlar sizinle topluca savaşı; ancak sûrla çevrilmiş kasabalarda veya duvarlar arkasında kabul ederler.» Onlar korkaklıklarından ve en­dîşelerinden İslâm ordularıyla yüz yüze gelip açıktan bir savaşa güç yetiremezler. Ancak kalelerinin içerisinde veya duvarların ötesinde mu­hasara yaparak savaşa girerler. Müslümanlardan kurtulmak için zorun­lu olarak savaşırlar. «Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir.» Arala­rındaki düşmanlık çok fazladır. En'âm sûresinde buyurulduğu gibi: «Kiminizin hıncını kimine tattırmak üzere.» {En'âm, 65) Burada kelimesi kullanılmıştır. «Sen onları toplu sanırsın ama, kalbleri darmadağınıktır.» Sen, onları topluca görür de uyuşmuş sanır­sın. Halbuki kalbleri son derece birbirinden farklı ve ihtilâf içindedir, tbrâhîm en-Nehaî bununla kitâb ehlinin ve münafıkların kasdedildiği-ni söyler. «Bu; onların akletmez bir kavim olmalarındandır.»

«Kendilerinden az önce geçmiş ve işlerinin vebalini tatmış olanla­rın durumu gibidir. Onlar için elîm bir azâb Vardır.» Mücâhid, Süddî ve Mukâtil İbn Hayyân derler ki: Kureyş kâfirlerinin Bedir gününde başlarına gelenler gibi. İbn Abbâs ise bununla Kaynûkâ' oğullarından yahûdîlerin kasdedildiğini söyler. Katâde ve Muhammed İbn îshâk da böyle der. Bu görüş doğruya daha çok benzemektedir. Çünkü daha önce Rasûlüllah, Kaynûkâ' oğullarından yahûdîleri yurdlanndan çıkarmıştı. «Şeytânın durumu gibi: Hani o, insana; küfret, deyip te küfredin­ce; doğrusu ben senden uzağım, çünkü ben; âlemlerin Rabbı Allah'tan korkarım, demişti.» Onlar münafıklardan yardım ve destek va'deden-lere aldanan bu yahûdîler gibidirler. Nitekim münafıklar, yahûdîlere : «Eğer savaşa tutuşursanız; muhakkak size yardım ederiz.» demişlerdi. Ama iş gerçekleşip savaş ve muhasara ciddiyet kazanınca, münafıklar yahûdîlerden uzaklaşıp onları tehlikeyle başbaşa bırakmışlardı. Onla­rın misâli şeytânın misâli gibidir. İnşam —Allah korusun— küfre gö­türür ve o, yolun sonuna varınca şeytân ondan uzaklaşıp karşı çıkarak «Çünkü ben; âlemlerin Rabbı Allah'tan korkarım.» der. Bazıları İsrâil-oğullarıyla ilgili burada verilen misâle örnek olmak üzere bir takım kıssalar zikrederler. Bu kıssalar her ne kadar tek başına âyetin misâlde­ki maksadını ifâde etmezse de benzer diğer vak'alarla beraber o mak­sadı açıklar. Nitekim îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Hallâd îbn Eşlem... Abdullah îbn Nehîk'ten nakletti ki; o, Hz. Ali'nin şöyle dediğini duy­dum, demiştir: Rahibin birisi altmış sene ibâdet etti. Şeytân onu yol­dan çıkarmak istedi ve ona dalaştı. Bir kadını delirtip kardeşlerine dedi ki; bunu olsa olsa o rahip tedavi edebilir. Kardeşleri kadını, rahibe getirdiler/râhib onu tedâvî etti. Kadın rahibin yanında bulunuyordu. Râhib, kadının yanında bulunduğu bir sırada ona karşı istek duydu ve kadınla ilişki kurdu. Kadın hâmile kaldı. Râhib kadına saldırdı ve onu öldürdü. Kardeşleri rahibin yanına geldiler. Şeytân rahibe dedi ki: Ben, senin arkadaşınım. Ben, seni yoldan çıkardım. Dolayısıyla bana uy ki, yaptığın şeyde seni kurtarayım. Bana secde et, dedi, râhib ona secde etti. Secdeye varınca şeytân rahibe, dedi ki: Ben senden uzağım. Çün­kü ben, âlemlerin Rabbı olan Allah'tan korkarım. İşte Allah Teâlâ'mn: «Şeytânın durumu gibi: Hani o, insana; küfret, deyip te küfredince; doğrusu ben, senden uzağım, çünkü ben; âlemlerin Rabbı Allah'tan korkarım, demişti.» âyetinden maksat budur.

îbn Cerîr Taberî der ki: Bana Yahya İbn İbrahim... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti ki; o, bu âyetin tefsirinde şöyle demiş: Bir kadın koyun güdüyordu. Ve dört kardeşi vardı. Kadın geceleyin bir rahibin kulübesinde kalıyordu. Râhib bir gün onun yanına indi ve onunla bir­leşti. Kadın hâmile kaldı. Şeytân rahibe gelip; onu öldür de göm, sen sözü dinlenen bir adamsın, dedi. Râhib kadını öldürüp gömdü. Abdullah İbn Mes'ûd der ki: Şeytân rü'yâlarında kadının kardeşlerine varıp dedi ki; Kilisenin rahibi bacınıza tecâvüz etti ve onu hâmile bırakınca da falan yere gömdü. Ertesi gün kadının kardeşlerinden birisi dedi ki: Allah'a andolsun ki, dün gece ben bir rü'yâ gördüm. Size anlatsam mı yoksa anlatmasam mı? Diğer kardeşleri: Hayır, anlat, dediler. Adam rü'yâyı anlatınca, öteki kardeşi: Allah'a andolsun ki ben de aynı şe­kilde bir rü'yâ gördüm, dedi. Diğer kardeşi de aynı şekilde söyledi. Bu­nun üzerine dediler ki: Allah'a andolsun ki bu, mutlaka bir şey için gösterilmiş bir rü'yâdır. Abdullah İbn Mes'ûd dedi ki: Gidip kralların­dan rahibi tutuklaması için yardım istediler. Alıp rahibi onun yanına getirdiler. Şeytân, rahibe gelip dedi ki: Doğrusu seni bu duruma dü­şüren benim. Benden başka kimse de seni bundan kurtaramaz. Öyley­se bana secde et de içine düşürdüğüm durumdan seni kurtarayım. Râ-hib şeytâna secde etti. Onu hükümdarlarının yanına getirdiklerinde şeytân ondan uzaklaştı ve râhib tutulup öldürüldü. İbn Abbâs, Tâvûs ve Mukâtil İbn Hayyân'dan da buna benzer bir rivayet nakledilmiştir. Halktan pek çoğunun yanında şöhret bulduğuna göre, bu râhib; Bar-sîs imiş. Allah en iyisini bilendir.

Bu kıssa âbid Cüreyc'in kıssasına muhaliftir. Çünkü kadının biri­si Cüreyc'i, kendisine saldırıp hâmile bıraktı diye itham etmiş ve du­rumu o günkü yöneticilere götürmüş. Yönetici de onun alınıp getiril­mesini istemiş. Böylece o âbid ma'bedinden çıkarılarak ma'bedi tahrîb edilmiş. O, bu sırada; ne oluyor size? Ne oluyor size? diyormuş. Onlar: Ey Allah'ın düşmanı bu kadına şöyle ve şöyle yaptın, diyorlarmış. Cü-reyc ise; sabredin, diyormuş. Sonra kadının çok küçük yaşta olan çocu­ğunu alıp ona: Ey çocuk senin baban kim? demiş. Çocuk; benim babam falanca çoban, demiş. Kadın kendini o çobana teslim etmiş ve ondan hâmile kalmış. İsrâiloğulları bu durumu görünce; Cüreyc'e saygı duya­rak sonsuz bir şekilde hürmet etmişler ve havranı altından yapacağız, demişler. O ise; hayır, eskiden olduğu gibi bana çamurdan bir ma'bed yapın, demiş.

«Nihayet ikisinin de akıbeti; içinde ebediyyen kalacakları ateştir. İşte zâlimlerin cezası budur.» Küfrü emredip onu işleyen kişinin akı­beti budur. Ebediyyen kalacakları cehenneme gideceklerdir. Zulmeden herkesin karşılaşacağı ceza da budur.[5]

 

18  — Ey îmân edenler; Allah'tan korkun. Ve herkes, ya­rın için ne hazırladığına bir baksın. Allah'tan korkun, şüp­hesiz ki Allah, işlediklerinizden haberdârdır.

 

19  — Allah'ı   unutanlar gibi olmayın. Nefisleri   O'nu kendilerine unutturmuştur, işte onlar fâsıklardır.

20 — Cehennem ashabı ile cennet ashabı bir değildir. Cennet ashabı; işte onlardır kurtuluşa erenler.

 

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Muhammed İbn Ca'fer... Münzir İbn Cerîr'den nakletti ki; o, babasının şöyle dediğini bildirmiş: Biz günün ortasında Rasûlullah (s.a.)ın katında bulunuyorduk. O sıra­da peygamberin yanına ayağı ve başı çıplak, abaya bürünmüş, kılıçları kınından çıkmış çoğunluğu Mudar kabîlesinden olan hattâ hepsi de Mudar kabîlesinden olan bir topluluk geldi. Onların muhtaç durumu­nu görünce Rasûlullah (s.a.)m yüzü değişti. İçeri girdi, sonra çıktı. Bilâl'e emretti ezan okudu ve namaz için kamet getirdi. Namazı kıldı, sonra hutbe okudu ve dedi ki: «Ey insanlar; sizi bir tek nefisten yara­tan... Rabbınızdan korkun. Muhakkak ki Allah; sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.» (Nisa, 1) âyetini sonuna kadar okudu. Sonra «Ve her­kes, yarın için ne hazırladığına bir baksın», âyetini okudu. Herkes dî-nârı, dirhemi, elbisesi ve buğdayından ve hurmasından ne kadarı varsa tasadduk etti, hattâ bir hurma parçasını bile tasadduk etti. Ansâr'dan bir kişi elinin alamayacağı kadar bir kese getirdi. Hattâ kese avucuna sığmıyordu. Sonra insanlar birbirlerini izlediler. Öyle ki ben yiyecek ve içecekten iki küme gördüm. Nihayet Rasûlullah'ın yüzünün parladığını gördüm. Şöyle diyordu: Kim İslâm'a güzel bir sünnet işlerse, onun mü­kâfatı ve ondan sonra o işi yapanın mükâfatı —hiç birinin ecrinden bir şey eksilmeksizin— ona yazılır. Kim de İslâm'da kötü bir yol açarsa; onun günâhı ve onu işleyenin günâhı —diğerinin günâhından hiç bir şey eksilmeksizin— onun üzerine olur. Bu hadîsin Şu'be kanalıyla tah-rîcinde Müslim münferid kalmıştır.

«Ey îmân edenler; Allah'tan korkun.» Bu âyet takvayı emretmek­tedir. Takva; emredilen şeyin yapılması ve yasaklanan şeyin terkedil-mesini  içerir.

«Ve herkes, yarın için ne hazırladığına bir baksın.» Hesaba çekil­meden evvel kendinizi hesaba çekin. Rabbınızın huzuruna çıkacağınız dönüş günü için kendinize ne gibi sâlih ameller hazırladığınıza bakın ve «Allah'tan korkun.» Bu da ikinci bir te'kîd. «Şüphesiz ki AUah, işledikle­rinizden haberdârdır.» İyi bilin ki, Allah; bütün yaptıklarınızı ve her türlü durumunuzu bilir. O'nun katında sizden hiç bir şey saklı kalmaz. Büyük küçük  her  işiniz O'nun  gözünden uzakta  değildir.

«Allah'ı unutanlar gibi olmayın. Nefisleri, Onu, kendilerine unut­turmuştur.» Allah'ın zikrini unutmayın ki âhiretinizde size fayda ve­recek olan ve kendi yararınıza olan amelleri unutursunuz. Çünkü ce­za amel cinsindendir. «İşte onlar fâşıklardır.» Kıyamet günü helak olan, âhirette hüsrana uğrayan, Allah'a itâattan dışarı çıkmış olan kimse­lerdir. Allah Teâlâ'nın bir başka âyette buyurduğu gibi: «Ey îmân eden­ler; mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim böyle yaparsa; işte onlar, hüsrana uğrayanların kendileridir.» (Münâfi-kûn,  9).

Hafız Ebu'l-Kâsım et-Taberanî der ki: Bize Ahmed İbn Abdülveh-hâb... Naîm İbn Nemha'nın şöyle dediğini bildirdi: Ebubekir es-Sıddîk (r.a.) bir hutbesinde şöyle demişti: Bilmez misiniz ki, siz sabah akşam belirli bir ecele doğru koşuyorsunuz, Allah Azze ve Celle'nin istediği amelde süresini doldurabilen öyle yapsın. Ancak böylece Allah Azze ve Celle'ye ulaşabilirsiniz. Halbuki bazıları sürelerini başkalarına verdi­ler. Allah, sizin onlar gibi olmanızı yasakladı ve «Allah'ı unutanlar gibi olmayın. Nefisleri onu kendilerine unutturmuştur.» buyurmuştur. Kar­deşlerinizden tanıdıklarınız neredeler? Geçmişlerin günlerinde geçirdik­lerini geçirdiler; Kimileri mutlulukta, kimileri bahtsızlıkta karâr kıldı. Şehirler kurup onu kalelerle çeviren eski zâlimler nerede? Kayaların ve kuyuların altında kaldılar. İşte Allah'ın kitabı. O'nun hârikaları son bulmaz. Binâenaleyh karanlık bir gün için O'ndan aydınlık dileyin. O'nun yazılarından ve açıklamalarından öğüt alın. Allah Zekeriyyâ (a.s.)ya ve onun ev halkına övgüde bulunarak:. «Doğrusu onlar hayırlı şeylerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı. Bize karşı derin saygı duyuyorlardı.» (Enbiyâ, 90) buyurmuştur. AUah'uı rı­zasının kasdedilmediği bir sözde hayır yoktur. Allah yolunda infâk edil­meyen bir malda hayır yoktur. Bilgisizliği, iyi huyluluğunu bastıranda hayır yoktur. Allah için başkalarının kınamasından korkanda hayır yoktur. Bu haberin isnadı sağlamdır. Râvîlerinin hepsi de sika (güve­nilir) kişilerdir. Harız İbn Osman'ın şeyhi olan Naîm îbn Nemha hak­kında müsbet ve menfî bir şey bilmiyorum. Ancak Ebu Dâvûd es-Sicis-tânî, Harîzı'in bütün şeyhlerinin sika kişiler olduğuna hükmetmiştir. Ayrıca bu hutbenin başka şekilde şâhidleri de rivayet edilmiştir. AUah en iyisini bilendir.

«Cehennem ashabı ile cennet ashabı bir değildir. Cennet ashabı; işte onlardır kurtuluşa erenler.» Kıyamet gününde Allah'ın hükmünde bunlarla onlar eşit olmazlar. Nitekim Allah Teâlâ Câsiye sûresinde şöy­le buyurur1: «Yoksa kötülükleri kazananlar, ölümlerinde ve sağlıkların­da kendilerini îmân edip sâlih amel işleyen kimseler ile bir tutacağımı­zı mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar?» (Câsiye, 21), Ğâfir sûresinde ise şöyle buyurur: «Körle gören, inanıp sâlih amel işleyenlerle kötülük yapan bir değildir. Ne de az düşünüyorsunuz.» (Ğâfir, 58). Sâd sûresin­de ise şöyle buyurur: «Yoksa Biz, îmân etmiş ve sâlih amel işlemiş olan­ları, yeryüzünde bozgunculuk edenler gibi mi kılarız? Yoksa Biz, müt-takileri fâcirler gibi mi tutarız?» (Sâd, 28). Daha pek çok âyet-i kerî-me'de Allah Teâlâ iyilere ikram edeceğini ve fâsıklan horlayacağını haber vermektedir. Bu sebeple burada «Cennet ashabı; işte onlardır kurtuluşa erenler.» buyuruyor. Allah Azze ve Celle'nin azabından kur­tulup selâmete erenler onlardır.[6]

 

21  — Şayet Biz, bu Kur'ân'ı bir dağa indirmiş olsaydık; sen onun Allah'ın haşyetinden baş eğerek parça parça ol­duğunu görürdün. İşte Biz, bu misâlleri insanlara anlatırız, belki düşünürler.

22  — O, öyle Allah'tır ki; O'ndan başka ilâh yoktur. Gö­rülmeyeni ve görüleni bilendir. O, Rahmân'dır, Rahîm'dir.

23  - O, öyle Aİlah'tır ki;   O'ndan başka ilâh   yoktur. Melik, Kuddûs, Selâm, Mü'min, Müheymin, Aziz, Cebbar, Mütekebbir'dir. Allah, onların koştukları eşlerden münez­zehtir.

24  — O; öyle Allah'tır ki; Halik, Bârî', Musavvir'dir. En güzel isimler O'nun'dur. Göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbîh ederler. Ve O, Azîz'dir, Hakîm'dir.

 

Allah Teâlâ Kur'ân'm durumunu ve azametini belirterek değerinin yüceliğini açıklıyor ve kalblerin Kur'ân ile huşu' bulması gerektiğini ve onda yer alan gerçek vaadlerle, kuvvetli tehdîdleri duyunca kalblerin ona bağlanması gerektiğini bildiriyor; «Şayet Biz, bu Kur'ân'ı bir dağa indirmiş olsaydık; sen onun Allah'ın haşyetinden baş eğerek parça par­ça olduğunu görürdün.» Dağ katılığı ve ağırlığı ile bu Kur'ân'ı anla-yrp düşünebilseydi; Allah Azze ve Celle'nin korkusundan baş eğerek pa­ramparça olurdu. Öyleyse ey insanlar; nasıl oluyor da sizin kalbleriniz yumuşayıp ona boyun eğmiyor ve Allah'ın haşyetinden parçalanmıyor? Halbuki siz, Allah'ın emrini anladınız, kitabını okuyup düşündünüz? «İşte Biz, bu misâlleri insanlara anlatırız, belki düşünürler.»

Avfî, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, bu âyet hakkında şöyle demiş­tir: Eğer ben, bu Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirip ona yükleseydim Kur'ân'ın ağırlığından ve Allah'ın korkusundan baş eğip lime lime par­çalanırdı. Allah Teâlâ bu sebeple insanların kendilerine indirilmiş olan Kur'ân'ı büyük bir haşyet ve huşu* ile almalarını emretmiştir. Sonra da «İşte Biz, bu misâlleri insanlara anlatırız, belki düşünürler.» buyuru­yor.  Katâde ve îbn Cerîr Taberî de böyle demişlerdir.

Mütevâtir bir hadîste sabit olur ki; Rasûlullah (s.a.)a bir minber yapıldığında —Hz. Peygamber hutbe okuyacağı gün mesciddeki hurma ağaçlarından birinin yanında bulunur ve öyle okurdu—, İlkin minber konulduğunda Rasûlullah (s.a.) hutbe okumak için minbere çıktı. Hur­ma ağacını geçip minbere doğru yöneldiği zaman,, avutulan çocuğun inlemesi gibi, hurma kütüğü inleyip ses çıkardı. Çünkü her zaman onun yanında Allah'ın zikri ve vahyi duyuluyordu. Bu hadîsin bazı ri­vayetlerinde hadîsi naklettikten sonra Hasan el-Basrî şöyle der: Siz Rasûlullah'a iştiyak duymaya bu hurma kütüğünden daha çok lâyık­sınız. Bu âyet-i kerîme de işte böyledir. O sağır ve katı dağlar, Allah'ın kelâmını duyup anlasa, huşu' ile boyun eğer ve haşyetinden lime lime erirdi. Öyleyse size ne oluyor ki onu duyup anladığınız halde bir şey ol­muyorsunuz? Nitekim Ra'd sûresinde de Hak Teâlâ şöyle buyurur: «Şa­yet Kur'ân ile dağlar yürütülmüş veya yeryüzü parçalanmış, yahut ölü­ler konuşturulmuş olsaydı;...» (Ra'd, 31). Daha önceden geçtiği gibi bu kitâb Kur'ân olurdu anlamı verilmiştir. Bakara sûresinde ise Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Zira taşın öylesi vardır ki; ondan ırmaklar kay­nar, öylesi vardır ki; yarılıp ondan fışkırır, Öylesi de vardır ki; Allah'ın korkusundan yuvarlanır.»   (Bakara,  74).

«O, öyle Allah'tır ki; O'ndan başka ilâh yoktur. Görülmeyeni ve gö­rüleni bilir. O, Rahmân'dır, Rahîm'dir.» Allah Teâlâ kendisinden baş­ka ilâh olmadığını, binâenaleyh O'ndan başka Rab bulunmayacağını, varlığı kendisinden başkasının meydana getiremeyeceğini, başka tapı-lanların hepsinin boş olduğunu ve O'nun görüneni ve görünmeyeni bil­diğini haber veriyor. Yani bizim gözlemlerimizle görebildiğimiz ve bizim için görülmesi mümkün olmayan bütün varlıkları O, bilir. Ne yeryüzünde ne gökyüzünde, ne büyük ne küçük, ne değerli ne değersiz hiç bir şey O'nun için gizli ve saklı değildir. Hattâ karanhklardaki bir karınca bile.

«O, Rahmân'dır, Rahîm'dir.» Bu kelimeyle; ilgili tefsirin baştara-fında söz edilmişti. Burada tekrânna gerek duymuyoruz. Bununla mak-sad Allah'ın, bütün nlahlûkâtı içine alan engin rahmet sahibi oluşudur. Dünya ve âhiretin Rahman ve Rahîm'i O'dur. O'dur ki; «Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır.» (A'râf, 156), «Rabbmız rahmeti kendi üzerine yazdı.» (En'âm, 54) ve «De ki: Bunlar Allah'ın lutfu ve rahmeti iledir. Sâdece bunlarla sevinsinler. O, bütün toplayıp yığdıklarından daha ha­yırlıdır.»   (Yûnus, 58) buyurur.

«O, Öyle Allah'tır ki; O'ndan başka ilâh yoktur. Melik'dir.» Bütün eşyanın mâliki O'dur. Her şeye karşı konulmaksızın ve savunulmaksı-zın tasarruf eden O'dur.

«Kuddûs'dur.» Vehb İbn Münebbih bu kelimenin temiz. anlamına geldiğini söyler. Mücâhid ve Katâde ise bunun, mübarek demek oldu­ğunu, söylerler. İbn Cüreyc de; yüce melekler onu takdis ederler, anla­mım vermiştir. «Selâmdır.» Zâtında, sıfatlarında ve fiillerindeki kemâ­liyle her türlü ayıplardan ve eksikliklerden korunmuştur.

«Mü'min'dir.» Dahhâk, İbn Abbâs'ın bu kelimeye şu anlamı verdi­ğini bildirir: O'nun yaratıkları, yaratanlarının kendilerine zulmetmeye­ceğinden emîn olmuşlardır. Katâde ise der ki: O hak sözüyle emîn ol­muştur, îbn Zeyd de der ki: Mü'min kullarının kendisine îmân edişle­rini tasdik etmiştir.

«Müheymin'dir.» İbn Abbâs ve bir başkası der ki: O, kullarının yap­tıklarının şahididir. Onların üzerinde gözeticidir. Tıpkı Allah Teâlâ'-nın «Allah her şeye şâhiddir.» (Bürûc, 9) ve «Allah onların yaptıklarına şâhiddir.» (Yûnus, 46) ve «Herkesin yaptığını gözeten Allah, böyle ol­mayanla bir olur mu hiç?» (Râ'd, 33) kavlinde olduğu gibidir.

«Azîz'dir.» Her şeye gâlib gelip emri altına alandır. İzzeti, azame­ti, ceberrûtiyyeti ve kibriyâsı ile huzuruna hiç bir şeyin erişemeyeceği bütün eşyayı emri altına alandır.

«Cebbar, Mütekebbir'dir.» Zorlayıcılık yalnız O'na yaraşır. Büyük-lenme yalnız O'nun içindir. Çünkü O, büyüktür. Nitekim sahîh bir ha­dîste şöyle buyrulduğu daha örice geçmişti. Azamet benim örtüm, kib-riyâ benim ridâmdır. Kim bunlardan birisinde Benimle tartışırsa; onu azâblandırınm. Katâde der ki: Cebbar; yaratıklarını dilediği noktaya zorla sürükleyen, demektir. İbn Cerîr Taberî der ki: Cebbar; yaratıkları­nın işlerini düzelten ve kendilerinin faydasına olmak üzere tasarrufta bulunan »demektir. Katâde mütekebbir kelimesinin; her türlü kötülük­ten yüce anlamına geldiğini bildirir.

«Allah, onların koştukları eşlerden münezzehtir.»

((O, öyle Allah'tır ki; Halik, Bari', Musavvir'dir.» Yaratma takdir anlamınadır. Bari' ise takdir edip var olmasını kararlaştırdığı şeyi uy­gulamaya koyup ortaya çıkarandır. Allah Azze ve Gelle'den başka bir şeyi takdir edip düzene koyarak infaz ve var etmeye gücü yeten başka bir yaratıcı yoktur.   (...)

«O, öyle Allah'tır ki; Halik, Bari', Musavvir'dir.» O bir şeyi murâd ederse, ona; ol, der ve o da O'nun istediği nitelikte oluverir. O'nun is­tediği şekilde meydana geliverir.» Seni istediği şu surette terkîb eden» (İnfitâr, 8) kavli de buna işarettir. Musavvir; var etmek istediğini is­tediği nitelikte  var eden, demektir.

«En güzel isimler O'nundur.» Bu konu A'râf sûresinde geçmişti. Buhârî ve Müslim'de Ebu Hüreyre'den nakledilen hadîste zikredildiği gibi, Rasûlullah (s.a.) buyurur ki: Allah Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. Yüzden bir eksiktir. Kim onları sayarsa cennete gider. O; tek­tir teki sever. Tirmizî'nin ve İbn Mâce'nin Ebu Hüreyre'den naklettik­leri rivayet de daha önce geçmişti. Burada Tirmizî'nin lafzında; O, tek­tir, teki sever, kavlinden sonra şu ifâde yer almaktadır: O, öyle Allah'­tır ki; O'ndan başka ilâh yoktur. O Rahmân'dır, Rahîm'dir, Melik'dir, Kuddûs'tur, Selâm'dır, Mü'min'dir, Müheymin'dir, Azîz'dir, Cebbâr'dır, Mütekebbir'dir, Hâlik'dır, Bâri'dir, Musavvir'dir, Ğaffâr'dır, Kahhâr'dır, Vehhâb'dır, Rezzâk'dır, Fettâh'tır, Alîm'dir, Kâbid'dir, Bâsit'tir, Hafız­dır, Râfi'dir, Muizz'dir, Müzill'dir, Semî'dir, Basîr'dir, Hakem'dir, Adi­dir, Latiftir, Habir'dir, Hâkîrri'dir, Azîm'dir, Gafûr'dur, Şekür'dur, Aliyy'dir, Kebîr'dir, Hafîz'dir, Mukît'tir, Hasîb'dir, CettTdir,, Kerîm'dir, Rakîb'dir, Mücid'dir, Vasi'dir, Hakîm'dir, Vedûd'dur, Mecîd'dir, Bâis'tir, Şehîd'dir, Hak'tır, Vekîl'dir, Kavî'dir, Metîn'dir, Velî'dir, Hâmîd'dir, Muhsî'dir, Mübdi'dir, Muîd'dir, Muhyî'dir, Mumît'dir, Hayy'dır, Kay-yum'dur, Vâcid'dir, Mâcid'dir, Vâhid'dir, Samed'dir, Kâdir'dir, Mukte-dir'dir, Mukaddim'dir, Muahhir'dir, Evvel'dir, Âhir'dir, Zâhir'dir ,Bâtın'-dır, Vâlî'dir, Müteâli'dir, Berr'dir, Tevvâb'dır, Müntakım'dir, Afüv'dür, Rauf'tur, Mâlik el-Mülk'tür, Celâl ve İkram sahibidir, Muksit'dir, Câ-mi'dir, Ganî'dir, Muğnî'dir, Mâni'dir, Darr'dır, Nâfi'dir, Nûr'dur, Hâdî'-dir, Bedî'dir, Bâki'dir, Vâris'tir, Reşîd'dir, Sabûr'dur. İbn Mâce'nin ifâ­desi de biraz fazla biraz eksik takdîm ve te'hirle bu şekildedir. Biz bu­nu muhtelif yol ve lafızlarla daha önce geniş olarak anlatmıştık. Bu­rada onü tekrara gerek duymuyoruz, (bkz. A'râf, 180); VII, 3170-3172)-.

«Göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbîh ederler.» Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'nın şu kavli gibidir: «Yedi kat gök, yeryüzü ve içinde bu­lunanlar; O'nu tesbîh ederler. O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur. Ama siz, onlann teşbihlerini anlamazsınız. Muhakkak ki O, Ha-lîm,  Gafur olandır.»  (İsrâ, 44).

«Ve O; Azîz'dir.» O'nun zâtına karşı hiç bir şey düşünülemez. «Ha­kîm'dir»  teşrî ve takdirinde hikmet sahibidir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Ahmed ez-Zübeyrî... Ma'kıl îbn Yesâr'dan nakletti, ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Sabahleyin her kim üç kere kovulmuş olan şeytândan Semî', Alîm olan Allah'a sığınırım der de

sonra Haşr sûresinin son üç ayetini okursa; Allah Teâlâ ona yetmiş bin melek verir ve onlar akşama değin onun için ibâdet ederler. O gün öle­cek olursa, şehîd olarak Ölür. Kim de bunu geceleyin söylerse; aynı mer­tebede gecelemiş olur. Tirmizî, bu hadîsi Mahmûd İbn Ğeylân kanalıy­la... Ma'kıl tbn Yesâr'dan rivayet eder ve; garîb bir hadîstir, ancak bu vecihle biliyoruz,  der.[7]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/7798-7800

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/7800-7805

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/7806-7810

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/7811-7816

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/7818-7820

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/7821-7823

[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/7823-7827

Free Web Hosting