HAKKA SÛRESÎ2

Gerçekleşecek Olan. 2

Sûr'a Üfürülünce. 3

Kitabı Sağından Verilmiş Olanlar5

Kitabı Solundan Verilmiş Olanlar6

Gördükleriniz ve Göremedikleriniz. 6

İzahı7


HAKKA SÛRESÎ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

 

Rahman, ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

1  — Gerçekleşecek olan.

2  — Nedir o gerçekleşecek olan?

3  — Hangi şey bildirdi  sana gerçekleşecek  olanın ne olduğunu?

4  — Semûd ve Ad, tepelerine inecek olanı yalanladılar.

5  — Bu sebeble Semûd, azgın bir sesle helak edildiler.

6  — Âd'a gelince; onlar da uğultulu, azgın bir fırtına ile helak edildiler.

7  — Onların kökünü kesmek için, üzerlerine yedi gece sekiz gün,   rüzgârı estirdi.   Halkın,   kökünden   sökülmüş hurma kütükleri gibi yere yıkıldığını görürdün.

8  — Şimdi onlardan geri kalan bir şey görüyor musun?

9  — Firavun da, ondan öncekiler de ve altüst olmuş ka­sabalar da hep suçla gelmişlerdi.

10  — Rablarının elçisine isyan etmişlerdi. Bunun üzeri­ne O da kendilerini  gittikçe  artan bir şiddetle  yakalayr verdi.

11  — Gerçekten su bastığı zaman, sizi Biz taşıdık ge-mide.

12  — Ki bunu sizin için bir öğüt ve ibret yapalım. Ve anlayışlı kulaklar anlasın diye

 

Gerçekleşecek Olan

 

Hakka kelimesi; kıyamet gününün isimlerinden birisidir. Zîrâ kı­yamet gününde Allah'ın va'di ve azabı gerçekleşeceği için o, «gerçekleş­tiren» anlamına «Hâkka»dır. Bunun için Allah Teâlâ, o günün duru­munu ta'zîm ile ifâde ederek: «Hangi şey bildirdi sana, gerçekleşecek olanın ne olduğunu?» buyuruyor. Ve ardından da o gerçekleşecek olan kıyamet gününü yalanlayan milletleri helak ettiğini hatırlatarak bu­yuruyor ki: «Bu sebeple Semûd, azgın bir sesle helak edildiler. kelimesi, onları susturan çığlık ve zelzeledir. Katâde ise bunun, ses ve çığlık anlamına geldiğini bildirir. İbn Cerîr Taberî de bu görüşü tercih eder. Mücâhid ise kelimesinin, günahlar anlamına olduğunu söyler. Rebî' İbn Enes de böyle der. İbn Zeyd ise bu kelimenin, Tuğyan anlamına geldiğini belirterek âyeti şeklinde okur. Süddî der ki: «Semûd, azgın bir sesle helak edildi» yani deve böğürme­si ile.

«Âd'a gelince; onlar da uğultulu azgın bir fırtına ile helak edildi­ler.» Yani soğuk bir rüzgârla. Katâde, Rebî', Süddî ve Sevrî kelimesinin, şiddetle esen anlamına geldiğini bildirir. Katâde ise der ki: Onların üzerine doğru esti, öyle ki yüreklerini deldi, Dahhâk ise kelimesinin soğuk, kelimesinin ise rahmet ve be­reket getirmeksizin onların üzerine esen rüzgâr olduğunu belirtir. Ali İbn Ebu Tâlib ve başkaları ise engelleri aşıp hesâbsız şekilde taştığım ifâde eder.

«Onların kökünü kesmek için, üzerlerine yedi gece sekiz gün rüz­gârı estirdi.» Onların üzerine devamlı ve ard arda gelen bir felâket ola­rak rüzgârı musallat etti. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime ve Sevrî ile bir başkaları derler ki: kelimesi, ard arda anlamına gelir. İkrime ve Rebî' İbn Enes ise bunun, onların üzerine kötülük yağ­dırdığı anlamına geldiğini belirtir. Allah Teâlâ'mn «Uğursuz günlerde» (Fussilet, 16) kavlinde olduğu gibi, Rebî' İbn Enes der ki: Bu rüzgârın başlangıcı Cum'a günü idi. Başkaları da; çarşamba günü başlamıştı, derler. Denilir ki; bu rüzgâr, halkın dediği (Berd el-Acûz de­nilen yedi günlük soğuk) bir rüzgârdır ki insanlar buna tutulmuş gibiydiler. Tıpkı Allah Teâlâ'mn şu kavlinde olduğu gibi: «Halkın, kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi yere yıkıldığını görürdün». Denildi ki; bu rüzgâr, kışın acizliğini gerçekleştiren bir rüzgârdı. Ve yine denilir ki; bu, kocakarı soğuğunun olduğu günlerdi. Çün­kü Âd kavminden bir ihtiyar kocakarı bir izbeye girmişti de, sekizinci gün bu rüzgâr onu öldürmüştü. Bunu Beğavî anlatır. Allah en iyisini bilendir. İbn Abbâs der ki: kelimesi, harâb anlamınadır. Baş­kaları da; çürümüş, demek olduğunu söylerler. Yani rüzgâr onlardan birini alır yere çarpardı. O, başı üstüne düşüp ölürdü. Başı yaralanır ve kopardı da beden sessiz kalırdı. Tıpkı dalsız olarak yere düşmüş hur­ma kütüğü gibi. Buharı ve Müslim'in Sahîh'lerinde yer aldığı gibi Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurur: Ben, sabâ ile desteklendim. Âd ise Debûr rüzgârı ile helak edildi. (Batı rüzgârı) İbn Ebu Hatim der ki: Bize ba­bam... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuş: Allah Teâlâ Ad kavminin helak edildiği rüzgâra, ancak bir yüzük deliği kadar kapı açmıştı. Rüzgâr çöl halkının üzerine esmiş, on­ları, hayvanlarını ve mallarını alıp götürmüş, gökle yeryüzü arasına savurmuştu. Şehir halkı bu rüzgârı ve rüzgârın içindekileri görünce de-diler ki: Bu, bize yağmur getiren bir buluttur. Aksine rüzgar, çöl hal­kını ve hayvanlarını şehir halkının üzerine yağdırıverdi. Sevrî, Leys~ka*-naîryîa*Mücâhid'den nakleder ki; bu rüzgârın iki kanadı, bir kuyruğu vardı.

«Şimdi onlardan geri kalan bir şey görüyor musun?» Şimdi onlar­dan ve onlara mensûb olanlardan geriye kalmış bir tek ferdi görüyor musun? Baştan sona hepsi yok edildiler ve Allah, onlardan geriye hiç bir kitle bırakmadı.

«Firavun da, ondan öncekiler de ve altüst olmuş kasabalar da hep suçla gelmişlerdi.» Bazıları kelimesini kâfin esresi ile oku­muşlardır ki; Firavun ve zamanında ona tâbi olan kıptı kâfirler, an­lamını vermişlerdir. Başkaları da bu kelimeyi kâfin üstünü ile okuyarak; ona benzeyen daha önceki milletler, diye anlam vermişlerdir.  ) kelimesi ise peygamberi yalanlayan ümmetlerdir.  kelimesi de hatalı ve yanlış fiil demektir, ki bu, Allah'ın indirdiğini yalanlamaktır. Rebî' İbn Enes ise bu kelimeye günâh an­lamını verir. Mücâhid de; hatâlarla gelmişlerdir, der. Bu sebeple Allah Teâlâ âyetin devamında: «Rablarınm elçisine isyan etmişlerdi.» buyu­ruyor. Bu bir türdür. Yani hepsi de Allah'ın kendilerine gönderdiği el­çileri yalanlamışlardı. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyu­rur: «Bunların her biri peygamberleri yalanlamışlardı da, tehdidim üzer­lerine hak olmuştu.» (Kâf, 14) Allah'ın Rasûlünü yalanlayan, diğer bü­tün rasûlleri yalanlamış olur. Nitekim Allah Teâlâ: «Nuh kavmi de pey­gamberleri yalanladı.» (Şuarâ, 105), «Ad da peygamberleri yalanladı.» (Şuarâ, 123), «Semûd da peygamberleri yalanladı.» (Şuarâ, 141) buyur­maktadır. Aslında her ümmete, yalnız bir tek peygamber gelmiştir. Ama bir tek peygamberi yalanlayan hepsini yalanlamış olur. Bunun için Hak Teâlâ burada: «Rablarmın elçisine isyan etmişlerdir. Bunun üze­rine o da kendilerini gittikçe artan bir şiddetle yakalayıverdi.» buyur­maktadır. Yani gittikçe artan şiddet ve elemle yakalamaktadır. Mücâ­hid kelimesine şiddetli derken, Süddî öldürücü anlamını ver­miştir.

Ve müteakiben Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Gerçekten su bas­tığı zaman.» Su Allah'ın izniyle haddi aşıp varlığın üstüne yükseldiği zaman. İbn Abbâs ve başkaları (ifâdesinin, çoğalmak anla­mına geldiğini bildirirler. Bu, Hz. Nuh'u yakalamaları sebebiyle Nûh peygamberin, kavmine beddua etmesi neticesinde olmuştu. .Onlar Al-lah'tan başkasına ibâdet etmişler ve peygambere karşı gelmişlerdi. Al-lan^aa'HzrTSTuîFÛrrdüâs'ırii kabul etmiş ve yeryüzunıTTuTana boğmuştu. Ancak Nuh (a.s.) ile beraber gemide olanlar kurtulmuştu. Bundan son-faTgelen insanlarınTTİepsi NÛrİ"peygamberin' soyundan gelmişlerdi.

 Ali ibn Ebu Tâlib'den nakleder ki; o, şöyle demiş: Yeryüzüne düşen her damla su mut­laka bir meleğin elinden düşmektedir. Nûh peygamberin kavminin he­lak edildiği gün gelince Allah Teâlâ suyu indiren bekçiye değil, suya izin vermişti de su bekçinin üzerinden aşarak dışarı çıkmıştı. İşte Al­lah Teâlâ'mn: «Gerçekten su bastığı zaman, sizi Biz taşıdık gemide.» kavlinin mânâsı budur. Gökyüzünden yeryüzüne inen her rüzgâr ancak bir meleğin elinden çıkmaktadır. Âd kavminin helak olduğu rüzgâr müstesna. Çünkü Allah Teâlâ o gün, bekçinin dışında rüzgâra izin ver­mişti de o çıkmıştı. İşte Hak Teâlâ'mn: «Âd'a gelince; onlar da uğul­tulu, azgın bir fırtına ile helak edildiler.» kavlinin mânâsı budur. Rüz­gâr bekçinin üzerinden aşıp çıkmıştı. Bunun için Hak Teâlâ insanlara minnette bulunarak:  «Gerçekten su bastığı zaman, sizi Biz taşıdık ge buyuruyor. kelimesi, suyun yüzünde akıp giden ge­midir. «Ki bunu sizin için Dir öğüt yapalım.» Buradaki zamîr, mânânın cinse delâlet etmesi dolayısıyla cinse râci'dir. Yani mânâ şöyle olmak­tadır: Onun cinsinden suyun üzerinde sizin bineceğiniz bir şey bırak­tık. Nitekim Zuhruf sûresinde Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Sizin için bineceğiniz gemiler ve davarlar var etmiştir. Tâ ki, bunların üzerlerine oturunca Rabbınızın nimetini anarak: Bunları bize müsahhar kılan ne yücedir; yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz. Ve biz şüphesiz Rabbımıza döneceğiz.» {Zuhruf, 13-14) Yâsîn sûresinde ise şöyle bu­yurur: «Soylarını dolu gemiyle taşımış olmamız da onlar için bir âyet­tir. Ve kendilerine bunun gibi nice binecek şeyler yapmamız da.» (Yâ­sîn, 41-42) Katâde der ki: Bu ümmetin ilkleri gelinceye kadar Allah Teâlâ o gemiyi durdurmuştu. Ancak birinci görüş daha açıktır. Bu se­beple Allah Teâlâ: «Ve anlayışlı kulaklar anlasınlar diye.» buyuruyor. Yani bu nimeti anlayışlı kulak sahibi olanlar hatırlayıp anlasınlar diye. İbn Abbâs der ki: duyup muhafaza eden kulaklar, demiş­tir. Katâde ise der Ki: Allah'ın nimetlerini düşünüp Allah'ın kitabın­dan duyduklarından istifâde edenler, demektir. Dahhâk de bazı ku­lakların onu duyup muhafaza ettiğini söyler. Yani sağlam kulağı, kuv­vetli aklı olanlar, anlayış ve idrâk sahibi olan kimseler için bu özellik umumiyet ifâde eder. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a ed-Dımeş-kî... Ali İbn Havşeb'den nakletti ki; o, Mekhûl'un şöyle dediğini işit­tim, demiştir; Rasûlullah (s.a.)a «Ve anlayışlı kulaklar anlasın diye» âyeti nazil olunca, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: Rabbımdan Ali'nin kulağını böyle kılmasını istedim. Ali derdi ki: Rasûlullah (s.a.)tan işitip de unuttuğum hiç bir şey yoktur. İbn Cerîr Taberî bunu Ali İbn Sehl ka­nalıyla... Mekhûl'den nakleder. Ancak bu hadîs, mürseldir. Yine İtan Ebu Hatim der ki: Bize Ca'fer İbn Muhamrned... Salih İbn Heysem'den nak­letti ki; o, Eşlem kabilesinden Büreyde'nin şöyle dediğini işittim, demiş: Rasûlullah (s.a.) Hz. Ali'ye dedi ki: Ben sana yaklaşmak ve senden uzak durmamakla emredildim. Sana öğretmemi ve senin de onu anlaman em­redildi. Anlamak senin hakkmdır. Bunun "üzerine: «Ve anlayışlı kulak­lar anlasın diye.» âyeti indirildi. İbn Cerîr Taberî bu hadîsi Muhammed İbn Halef kanalıyla Bişr ibn Âdem'den rivayet eder. Ayrıca bir başka tarîkten Ebu Dâvûd kanalıyla Büreyde'den nakleder, ancak^yine de. bu hadîsi sahih saymaz.[1]

 

13  — Sûr'a bir üfürüldüğünde,

14  — Yer ile dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çar­pıldığında,

15  — İşte o gün, olan olmuştur.

16  — Gök de yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir.

17  — Melekler ise onun çevresindedirler. Ve o gün Rab-bının Arş'ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir.

18  — O gün siz, huzura alınırsınız. Ve hiç bir şeyiniz gizli kalmaz.

 

Sûr'a Üfürülünce

 

Allah Teâlâ kıyametin dehşetinden haber veriyor. İlkin sarsıntı nefhasmm geleceğini, sonra bayılma nefhasınm geleceğini ve bu nefha gelince; Allah'ın dilediklerinin dışında göklerde ve yerde bulunanların hepsinin bayılacağını, ardından da âlemlerin Rabbımn huzuruna dikil­mek üzere yeniden diriliş ve haşr nefhasmm geleceğini haber veriyor. Burada sözkonusu edilen nefha bu sonuncusudur. Burada te'kîdli ola­rak bir tek nefhadan bahsediliyor. Zîrâ Allah Teâlâ'nm emrine karşı konulmaz ve O'nun buyruğu engellenmez. Ayrıca buyruğunun tekrara ve te'kîde ihtiyâcı yoktur. Rebî' İbn Enes der ki: Bu, sonuncu nefhadır. Açık olan da bizim söylediğimizdir. Bu sebeple Allah Teâlâ âyetin de­vamında buyuruyor ki: «Yer ile dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarpıldığında.» Pamuk atılır gibi yer ve dağlar birbirine vurulup atıl­dığında ve yeryüzü bir başka yeryüzü haline dönüştürüldüğünde; «İşte o gün, olan olmuştur.» Ve kıyamet kopmuştur. «Gök de yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir.» Semmâk, Esedoğullarmdan bir ihtiyar­dan naklen Hz. Ali'nin şöyle dediğini bildirir: Gökyüzü samanyolun-dan ayrılıp parçalanacaktır. İbn Ebu Hatim bunu böyle rivayet eder. İbn Güreye ise bu âyetin: «Gök açıldı ve kapı kapı oldu.» (Nebe\ 19) kavli gibidir, der. İbn Abbâs ise göğün parçalanmış olduğunu, Arş'm da onun karşısında yer aldığını söyler. «Melekler ise onun çevresinde­dirler.» Melek cins ismidir. Âyet, meleklerin göğün etrafında yer aldık­larını belirtmektedir. İbn Abbâs der ki: Melekler onun etrafında ve son bulmayan kısımdadırlar. Saîd İbn Cübeyr ve Evzâî de böyle derler.

Dahhâk ise bu kelimenin, çevresinde anlamına geldiğini söyler. Hasan el-Basrî de kapılarında olduğunu bildirir. Rebî' İbn Bnes «Melekler ise onun çevresindedirler.» kavlini açıklarken; göğün kapısından yeryüzün­deki insanlara bakarlar, der.

«Ve o gün Rabbının Arş'ını, onların da üstünde sekiz tanesi yük­lenir.» Kıyamet günü Arş-ı A'lâ'yı meleklerden sekiz tanesi taşır. Bu Arş'ın, yüce Arş olması muhtemeldir. Aynı şekilde kıyamet günü hüküm vermek üzere konulan arş ve taht olması da muhtemeldir. Allah en doğrusunu bilendir. Abdullah İbn Âmire'nin... Abbâs İbn Abdülmutta-lib'ten naklen, Arş'ı taşıyan meleklerin sekiz melek veya daha fazla ol­duklarını bildiren hadîs daha önce geçmişti. İbn Ebu Hatim, der ki: Bi­ze Ebu .Saîd Yahya İbn Saîd... Ebu Kabîl Huyey İbn Hânî'den naklet­ti ki; o, Abdullah İbn Amr'ın şöyle dediğini işitmiş: Arş'ı taşıyanlar se­kiz tanedir. Onlardan her birinin gözünün önünden arkasına kadar olan mesafe yüz yıllık yoldur. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Câbir'-den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Size Arş'ı taşıyan meleklerden bahsetmem konusunda bana izin verildi. Onlardan her bi­rinin kulak memesi ile boynunun arasındaki mesâfe~~k~uş uçuşuyla 700 yıldır. Bu hadîsin isnadı sağlamdır ve râvîlerinin hepsi de sıka kişiler-dir. Ebu Dâvûd, bu hadîsi Sünen'inin Sünnet kitabında rivayet eder ve der ki: Bize Ahmed İbn Hafs... Câbir İbn Abdullah'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Size Arş'ı taşıyan meleklerden bir melek konusunda söz etmem için izin verildi. Onun kulak memesinden boynuna kadar olan mesafe yedi yüz yıllık yoldur. Bu, Ebu Davud'un lafzıdır. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a... Saîd İbn Cübeyr'den nakletti ki; o, «Ve o gün Rabbmm Arş'ını, onların da üstünde sekiz ta­nesi yüklenir.» âyetini; meleklerden sekiz saf olarak açıklamıştır. İbn Ebu Hâtim'in ifâdesine göre; Şa'bî, Dahhâk ve İbn Cüreyc'den de ben­zer bir rivayet nakledilmiştir. Süddî de Ebu Mâlik kanalıyla İbn Ab-bâs'tan bunun sekiz saf olduğuna dâir bir rivayeti nakleder. Avfî de İbn Abbâs'tan böyle nakleder. Dahhâk ise İbn Abbâs'tan nakleder ki: Kerrûbiyyûn melekleri, sekiz bölümdür. Onlardan her bir cinsinin in­san, cin, şeytân ve melek gücü kadar gücü vardır.

«O gün siz, huzura alınırsınız. Ve hiç bir şeyiniz gizli kalmaz.» Ken­disine sizin hiç bir şeyinizin gizli kalmadığı, gizli, açık ve gizlinin gizli­sini bilen Allah'ın huzuruna alınırsınız. «Ve hiç bir şeyiniz gizli kal­maz.» İbn Ebu Dünyâ der ki: Bize İsniâîl..: Sabit İbn Haccâc'dan nak­letti ki; o, Ömer İbn Hattâb'm şöyle dediğini bildirmiş: Hesaba çekil­mezden evvel kendinizi hesaba çekiniz. Tartıya konulmazdan evvel ken-dinizi tartınız. Bugün kendinizi hesaba çekmeniz, yarın hesaba çekil­menizden sizin için daha hafiftir ve büyük huzura çıkarılış günü için süsleninîzTTö'gün siz, huzura alınırsınız. Ve hiç bir şeyiniz gizli kalmaz.» tmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Vekî'... Ebu Musa'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Kıyamet günü insanlar üç kere huzura alınırlar. İki kez huzura çıkarılışta tartışma ve ma'zeret beyân etme"vardır. Üçüncüsünde ise ellerde sayfalar uçuşur. Kimileri sağından kimüerilsölünctari sayfaları alîr. Ibn Mace de bu hadisi Ebu Bekr Ibn Ebu Şeybe kanalıyla, Vekî'den rivayet eder. Tirmizî ise, Ebu Küreyb kanalıyla... Ebu Hüreyre'den bu hadîsi nakleder. İbn Cerîr Ta-berî, Mücâhid İbn Mûsâ kanalıyla... Abdullah'tan nakleder ki; insan­lar kıyamet günü üç kere huzura alınacaklardır. İki huzura çıkışta ma'-zeretler bildirilir ve düşmanlıklar açıklanır. Üçüncü huzura çıkarılışta ise ellerde sayfalar uçuşur. Saîd İbn Ebu Arûbe de bu hadîsi Katâde'den benzer şekilde ve mürsel olarak rivayet eder.[2]

 

19  — Kitabı sağından verilmiş olan der ki: Alın, işte okuyun kitabımı.

20  — Doğrusu ben, bir hesâblaşma ile karşılaşacağımı sanıyordum.

21  — İşte o, hoş bir hayat içindedir.

22  — Yüksek bir cennette,

23  — Ki, meyveleri sarkmıştır.

24  —- Geçmiş günlerde peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yeyin, için.

 

Kitabı Sağından Verilmiş Olanlar

 

Allah Teâlâ kıyamet günü kitabı sağından verilenlerin mutluluğu­nu ve bu mutluluktan dolayı duydukları sevinci haber veriyor. Öyle ki kitabı sağından verilenler sonsuz sevinçlerinden: «Alın, işte okuyun ki­tabımı.» der. Alın okuyun, işte benim kitabım. Çünkü o, kitabında iyi­liklerin ve hayırların yazılı olduğunu bilir. Çünkü o, Allah'ın, kötülük­lerini iyiliğe tebdil ettiği kimselerdendir. Abdurrahmân İbn Zeyd: «Alın, işte okuyun kitabımı.» kavlinin; işte kitabım, onu okuyun, demek olduğunu bildirir. kelimesinin zâid olduğunu ifâde eder. Zahir olan, bu kelimenin; alın işte, anlamına gelmesidir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Bişr İbn Matar... Ebu Osman'dan nakletti ki; o, şöyle demiş; Mü'mine kitabı Allah'ın koruması altında verilir. O, günâhlarını okur. Her bir günâhı okudukça, rengi değişir. Sonra iyiliklerine geçer onu okumaya başlayınca rengi tekrar yerine gelir. Sonra bir de bakar ki, gü­nâhları iyiliklerle değiştirilmiş. İşte o zaman: «Alın, işte okuyun kita­bımı.» der. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Abdullah İbn Hanza-le'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Allah Teâlâ, kıyamet günü kulunu huzurunda durdurur ve sayfanın üstünde kötülüklerini kendisine gös­terir; bunu sen mi yaptın? der. O: Evet Rabbım, der. Allah Teâlâ bu­yurur ki: Ben, ondan dolayı seni rezîl etmeyeceğim. Doğrusu Ben seni bağışladım. İşte o zaman, mü'min kişi: «Alın, işte okuyun kitabımı.» Doğrusu bir hesâblaşma ile karşılaşacağımı sanıyordum ben, der.

Sahîh hadîste, Abdullah İbn Ömer'e; fısıldaşraa nedir? diye sorul­duğunda, şöyle dediği daha önce (Hûd, 18) geçmişti: Ben Hz. Peygam­berin şöyle buyurduğunu işittim: Kıyamet günü Allah Teâlâ kula yak­laşır ve ona bütün günâhlarını ikrar ettirir. Kul, mahvolduğunu gö­rünce; Allah Teâlâ buyurur ki: Ben, dünyada iken senin bu günâhları­nı örtmüştüm. Bu gün de onları bağışlıyorum. Sonra onun iyilik kitab-ları kendisine sağ tarafından verilir. Kâfir ve münâfıka gelince: «Ve şâhidler: Rablanna yalan uyduranlar bunlardır, derler. Bilin ki, Al­lah'ın la'neti zâlimlerin üzerinedir.» (Hûd, 18).

«Doğrusu ben, bir hesâblaşma ile karşılaşacağımı sanıyordum.» Ben, dünyada iken bugünün hiç şüphesiz olacağını yakînen biliyordum. Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibi: «Onlar ki; Rablanna kavuşacaklarım kesinlikle bilirler.»  (Bakara, 46).

«İşte o, hoş bir hayat içindedir.» Kendisinden hoşlanılan bir hayat içindedir. «Yüksek bir cennette.» Köşkleri yüce, hurileri güzel, evleri rahat ve huzuru sürekli olan bir cennette. İbn. Ebu Hatim der ki: Bize babam... Ebu Selâm el-Esved'den nakletti ki, o; Ebu Umâme'nin şöyle dediğini işittim, demiştir: Adamın birisi Rasûlullah (s.a.)a; cennet eh-li birbirini ziyaret eder miT"diye sordu. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Eve£, yüksek derecede olanlar aşağı derecede olanların seviyesine iner­ler ve birBlFlİl^Telâmlayîp ağırlarlar. Amelleri eksik olduğu için aşa­ğı derecede olanlar yüksek derecede olanların seviyesine çıkmazlar. Sa-

hîh bir hadîste sabit olmuş'tur"Tuf cennette yüz derece vardır. Her iki derecenin .

îTlneyveTefr'sarkmıştır.» Bera ibn Âzîb der ki: Meyveleri yakın­dır, bir kişi tahtının üzerinde uyurken ona uzanıp alabilir. Bir başkası da böyle demiştir. Taberânî der ki: Abdürrezzâk... Selmân el-Fârisî'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Cennete ancak şöyle bir geçiş izni (berât) ile girilebilir: Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıy­la. Bu, Allah Teâlâ'dan falanca oğlu falancaya yazılmış bir berâttır. Onu meyveleri sarkmış olan yüksek bir cennete girdirin. Ziya el-Mak-disî de cennetin sıfatı bahsinde Sâ'dân Ibn Saîd kanalıyla... Selmân el-Fârisî'den nakleder ki; Rasûlullah şöyle buyurmuştur". Mü'mine sırat üzerinde şu berât verilir: Rahman ve Rahim olan AllarPın adıyla. Bu, Azîz ve Hakîm olan Allah'ın katından falancaya verilmiş bir yazıdır. Onu yüce cennetlere girdirin ki meyveleri sarkmıştır.

«Geçmiş günlerde peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yeyin, için.» Onlara böyle denilir. Kendilerine lütfedilerek in'âm ve ihsanda bulunulur ve bu söz söylenir. Nitekim sahih bir hadîste sabit olmuştur ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Amel edin, amelinizi sağlam ya­pın ve Allah'a yaklaşın. Bilin ki, sizden birinizi ameli cennete girdirmez. Orada bulunanlar; sende mi ey Allah'ın Rasûlü? dediler. O; ben de, bu­yurdu. Ancak Allah kendi rahmetiyle beni kuşatıp lutfuyla bağışlarsa müstesnadır.[3]

 

25  — Kitabı   solundan verilmiş olana   gelince der ki: Keski kitabım bana verilmeseydi.

26  — Hesabımın da ne olduğunu bilmeseydim.

27  — Keski bu iş son bulmuş olsaydı.

28  — Malım hiç fayda vermedi bana.

29  — Gücüm de yok olup gitti benden.

30  — Tutun onu da bağlayın.

31  — Sonra cehenneme salın onu.

32  — Sonra da onu, boyu yetmiş arşın olan zincire vu­run.

33  — Çünkü o, yüce Allah'a inanmazdı.

34  — Ve yoksulu doyurmaktan hoşlanmazdı.

35  — Onun için   bugün burada   kendisine bir acıyan yoktur.

36  — Ğıslîn'den başka yiyecek de yoktur.

37  — Onu ancak günahkârlar yer.

 

Kitabı Solundan Verilmiş Olanlar

 

Arasâtta kitabı sol tarafından verilen bahtsızların halini de Allah Teâlâ haber vermeye başlıyor. O gün, bu uğursuzlar pişman olup son derece nadim olacaklar ve: «Keski kitabım bana verilmeseydi, hesabı­mın da ne olduğunu bilmeseydim. Keski bu iş son bulmuş olsaydı.» di­yeceklerdir. Dahhâk der ki: Keşke ölümden sonra bir daha hayat olma­saydı, derler. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ile Rebî' İbn Enes ve Süd-dî de şöyle dediler. Katâde ise der ki: Bu, bir ölüm temennisidir. Hal­buki onlar dünyada ölmekten çok hiç bir şeyden nefret etmezlerdi.

«Malım hiç fayda vermedi bana. Gücüm de yok olup gitti benden.» Allah'ın azabı ve cezası karşısında, ne malım, ne de makamım korudu beni. İş, yalnızca benim başıma kaldı. Ne yardımcım var, ne de destek­çim. İşte bu esnada Azîz ve Celîl olan Allah buyurur ki: «Tutun onu da bağlayın. Sonra cehenneme salın onu.» Allah Teâlâ Zebanilere emreder de, onları mahşer yerinden şiddetlice yakalatıp bağlatır. Ayağına buka­ğılar vurulur, sonra da cehenneme götürülüp daldırılır ve batırılır. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Minhâl İbn Amr'dan nakletti ki; Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Azîz ve Celîl olan Allah, tutun onu, bu-vurunca, yetmiş melek birden onun üzerine koyulur, içlerinden bir me-lek böyle der ve yetmiş bini birden cehenneme atılır.

~"îbn Ebu Dünyâ'dan kıyametin dehşeti konusunda nakledilir ki: Dört yüz bin melek onları cehenneme atmak için işe koyulurlar. Bulu­nan her şeyi atarlar. O; benim ve senin için ne oluyor? der. Melek; Rab-bın sana kızgındır her şey senin aleyhindedir, der. Fudayl İbn İyâz der ki: Allah Azze ve Celle: Onu alın, bağlayın, buyurunca, yetmiş bin me­lek ona koşar, her biri boynuna zinciri geçirmek için çalışır.

«Sonra cehenneme salın onu.» Cehenneme daldırın.

«Sonra da onu boyu yetmiş arşın olan zincire vurun.» Kâ'b el-Ah-bâr der ki; bu zincirin her bir halkası dünya demiri kadardır. Avfî, İbn Abbâs ve İbn Cüreyc'den nakleder ki; bu, meleklerin arşmıyladır. İbn Cüreyc der ki: İbn Abbâs, «Zincire vurun» kavli hakkında şöyle demiş­tir: Arkasından girdirilip ağzından çıkarılır. Sonra çekirgeler çöpe nasıl dizilirse, onlar da öylece dizilirler. Avfî İbn Abbâs'tan nakleder ki; zincir arkalarından girdirilir, burunlarından çıkarılır ki, bir daha ayakları üstü kalkamasınlar.

tmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bana Ali İbn İshâk... Abdullah İbn Amr'dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Eğer şöyle bir demir parçası —küçük bir bardağı gösterdi— gökten yeryüzüne gön­derilmiş olsaydı; bu, beş yüz yıllık mesafe ederdi ve akşam olmadan ev­vel o, yeryüzüne ulaşırdı. Eğer bir parçası zincirin başından atılmış ol-saydı gece ve gündüz olmak üzere dibi veya kökü yeryüzüne ulaşınca-ya kadar kanalıyla... Abdullah ibn Amr'dan nakleder ve; bu, hasen bir hadîstir, der.

«Çünkü o, yüce Allah'a inanmazdı ve yoksulu doyurmaktan hoş­lanmazdı.» Allah'ın kulları üzerinde hakkı olan ibâdet ve tâat görevini yerine getirmezdi. Allah'ın yaratıklarına da yararlı işler görüp onların hakkını vermezdi. Allah'ın kullar üzerindeki hakkı O'nu bir tek Rab tanıyıp, kendisine hiç bir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların da bir­biri üzerinde hakları, iyi davranma, yardımlaşma, iyilik ve takva üzere birleşmedir. Allah TeâlâTbü" sebeple namâz~~kiîmayı ve zekât vermeyi emreder. Rasûlullah" son nefesini" verirken de"; namaz ve sağ ellerinizin ıîB^oîduklarını " koruyun, buyurmuştur.

«Onun için bugün burada kendisine bir acıyan yoktur. Gıslin'den başka yiyecek de yoktur. Onu ancak günahkârlar yer.» Allah'ın çok ya­kın olan azabından onları koruyacak hiç kimse yoktur. Hiç bir dostu yoktur^ Sözü dinlenen bir şefaatçisi da yoktur. Burada Gıslîn'den baş­ka yiyecek bir şey de yoktur. Katâde der ki: Ğıslîn, cehennem ehlinin yiyeceklerinin en kötüsüdür. Rebî' ve Dahhâk da bunun cehennemde bir ağaç olduğunu söylemişlerdir. İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o: Ben Gıslîn'in ne olduğunu bilmem. Ancak onun zakkum olduğunu sanıyorum, demiş. Şebîb İbn Bişr de İkrime kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki; Ğıslîn, cehennem ehlinin etinden akan kan ve su imiş. Ali İbn Ebu Talha da, İbn Abbâs'tan nak]eder ki; Ğıslîn, cehennem ehlinin irini imiş.[4]

 

38  — Görebildiklerinize yemin ederim ki,

39  — Ve göremediklerinize de;

40  — Muhakkak o, şerefli bir peygamberin kat'î sözü­dür.

41  — Ve o, bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsu­nuz?

42  — Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyor­sunuz?

43  — Âlemlerin Rabbmdan indirilmedir.

 

Gördükleriniz ve Göremedikleriniz

 

Allah Teâlâ yaratıklarına and içerek onun isim ve sıfatlarının mü­kemmelliğine delâlet eden mahlûkâtmda gördükleri âyetlerini beyân ediyor. Ayrıca gözleriyle göremedikleri gaybla ilgili âyetlerini bahis ko­nusu ederek and içiyor ki; Kur'ân; kendi kelâmını, vahyini ve risâleti-ni açıklamak, emânetini yerine getirmek üzere seçtiği kulu ve Rasûlü Muhammed'e indirdiği beyânıdır. Bu sebeple: «Görebildiklerinize yemin ederim ki ve göremediklerinize de; muhakkak o, şerefli bir peygamberin kat'î sözüdür.» buyuruyor. Yani Hz. Muhammed'in —Allah'ın salât ve selâmı onun üzerine olsun— getirdiği, kesin bir sözdür. Bu söz Hz. Pey­gambere izafe edilmiştir, çünkü peygamberin gönderilmiş elçi olarak görevi tebliğ etmektir. Keza Tekvîr sûresinde de elçi olan meleğe izafe edilerek: «Bu Kur'ân, Arş'm sahibi katında değerli, güçlü, sözü dinle­nen ve güvenilen şerefli bir elçinin getirdiği bir sözdür.» (Tekvîr, 19-21) buyurulmuştur ki, burada bahis mevzuu edilen Cebrail (a.s.)dir. Ve ar­dından da aynı sûrede: «Arkadaşınız asla deli değildir. Andolsun ki o; Cebrail'i apaçık ufukta görmüştür. Peygamber görülmeyenler hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz. Bu Kur'ân, kovul­muş şeytânın sözü olamaz.» (Tekvîr, 22-25) buyuruyor. Yani Muham-med (a.s;), Cebrail'i yaratıldığı suret üzere ufukta apaçık olarak gör­müştür ve o, bundan dolayı itham altında tutulamaz. Burada ise aynı şekilde buyuruyor ki: «Ve o, bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsu­nuz. Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz.» Bir kez Kur'­ân, melek olan elçinin sözü diye ifâde edilirken, diğer bir kez de beşer .olan rasûle isnâd edilmektedir. Ama her ikisi de Allah'ın emânet kıldı­ğı vahyini ve buyruğunu Allah'tan alarak teblîğ etmektedirler. Bu se­beple de âyetin devamında «Âlemlerin Rabbmdan indirilmedir.» buyu­ruyor. İmâm.Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Muğîre... Şureyh İbn Übeyd'den nakletti ki; Hattâb oğlu Ömer şöyle demiş: Müslüman ol­mazdan önce Rasûlullah'a saldırmak üzere çıkmıştım. Onun benden önce mescide girmiş olduğunu gördüm. Arkasında durdum. O, Hakka "suresini okumaya başladı. Kur'ân'ın telifine hayran kaldım. Hz. Ömer der ki: Kendi kendime; Allah'a andolsun ki bu adam, Kureyş'İllerin söylediği gibi bir şâir olmalıdır, dedim. Hz. Ömer der ki: Rasûlullah (s.a.), «Muhakkak o, şerefli bir peygamberin kat'î sözüdür. Ve o, bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz.» kavlini okuyunca; ben öy­leyse kâhindir, dedim. Hz. Peygamber âyetin devamındaki: «Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz? Âlemlerin Rabbmdan in­dirilmedir.» deyip sûreyi sonuna kadar okuyunca; İslâm her tarafım­dan kalbimin içerisine kadar sirayet etti. İşte Hz. Ömer'in Sîret'inde müslüman oluşunu anlattığımız gibi, Hattâb oğlu Ömer'in hidâyete er­mesinde müessir olan sebeplerden biri de bu âyet-i kerîme idi. Hamd Allah'a mahsûstur.[5]

 

İzahı

 

44  — Eğer o, bazı sözleri Bize karşı buna katmış ol­saydı,

45  — Elbette Biz, onu kuvvetle yakalardık.

46  — Sonra da, hiç şüphesiz onun şah damarını kopa­rırdık.

47  — O zaman sizden hiç biriniz de buna engel olamaz* diniz.

48  — Doğrusu o, müttakîler için bir Öğüttür.

49  — İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu Biz de bil­mekteyiz.

50  - Ve muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür.

51  — Hiç şüphesiz ki o, kesin gerçektir.

52  — Öyleyse Rabbını o büyük adıyla tesbîh et.

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Eğer o, bazı sözleri Bize karşı buna kat­mış olsaydı.» Yani Muhammed (a.s.) onların iddia ettikleri gibi, bazı sözler uydurup Bize atfetseydi veya risâlete bir şeyler ekleyip eksilt-seydi veya kendiliğinden söylediği şeyi Bize nisbet etseydi —ki böyle bir şey yoktur— onu çabucak cezalandırırdık. Bu sebeple bir sonraki âyette: «Elbette Biz, onu kuvvetle yakalardık.» buyuruyor. Ondan sağ elimizle intikam alırdık. Çünkü sağ el, şiddetli ezici güce sâhibdir. Ba­zıları da; onun sağından yakalardık, diye mânâ vermişlerdir. «Sonra da, hiç şüphesiz onun şah damannı koparırdık.» İbn Abbâs der ki; şah da­marı anlamına gelen kelimesi, kalbin bağlı olduğu ana da­mardır. İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Katâde, Hakem, Dahhâk, Müslim, el-Batîn, Ebu Sahr Humeyd İbn Ziyâd da böyle demişlerdir. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ise bunun kalb, karnın alt tarafı ve daha aşağılan anlamına geldiğini söyler.

«O zaman sizden hiç biriniz de buna engel olamadınız.» O zaman, sizden hiç biriniz Bizimle onun arasına giremez ye ona yapmak istedi­ğimiz şeyi engelleyemezdiniz. Bu takdirde âyetin mânâsı şöyle olur: Aksine o, doğru sözlü, iyi ve doğru yolda olan birisidir. Allah Azze ve Celle, onun Allah'tan tebliğ ettiği şeylerin doğruluğunu kararlaştır­mış, gözalıcı mucizeler ve kesin delillerle onu desteklemiştir. Ve âyetin devamında da: «Doğrusu o, müttakîler için bir öğüttür.» buyuruyor. Yani Kur'ân. Tıpkı Fussilet sûresinde buyurulduğu gibi: «De ki: îmân edenler için hidâyet ve şifâdır. îmân etmemiş olanların kulaklarında ise bir ağırlık vardır ve bu, onlara kapalıdır. Sanki onlara uzak bir me­safeden sesleniyorlar da anlamıyorlar.» (Fussilet, 44).

«İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu Biz de bilmekteyiz,» Bunca açıklığına ve berraklığına rağmen, içinizde Kur'ân'ı yalanlayanların bu­lunacağını Biz, elbette bilmekteyiz. «Ve muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür.» İbn Cerîr Taberî der ki: Kur'ân'ı yalanlamak; kıyamet günü kâfirler için bir üzüntü ve nedamettir. Taberî, Katâde'den de benzeri bir ifâdeyi nakletmiştir. İbn Ebu Hatim, Süddî kanalıyla Ebu Mâlik'den nakleder ki; o, üzüntü anlamına gelen kelimesinin pişmanlık demek olduğunu söylemiştir. Zamirin Kur'ân'a gitmesi de muhtemeldir. Yani Kur'ân ve ona inanmak, gerçekte kâfirler için bir üzüntü ve yanma vesilesidir. Nitekim Allah Teâlâ Şuarâ sûresinde şöy­le buyurur: «İşte böylece onu suçluların kalbine sokarız. Onlar buna inanmazlar.» (Şuarâ, 200-201) Sebe' sûresinde ise şöyle buyurmuştur: «Onlarla arzuladıkları şeylerin arasına bir engel konmuştur.» (Sebe', 54) Bu sebeple burada da; «hiç şüphesiz ki o, kesin gerçektir,» buyuru­yor. Kendisinde şek, şüphe ve reybin bulunmadığı hakîkî ve dosdoğru haberdir: «Öyleyse Rabbını o büyük adıyla tesbîh et.» Bu yüce Kur'ân'ı indiren Rabbını tesbîh et.[6]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8076-8079

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8080-8082

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8082-8084

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8085-8086

[5] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8087-8088

[6] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8096-8097

Free Web Hosting