MEARİC SÛRESİ2

Mikdârı Elli Bin Yıl Olan Bir Gün. 2

Gökler Erimiş Maden Gibi Olduğunda. 4

Cennette İkrâm Görenler5

Gözü Dönmüş Kâfirler6


MEARİC SÛRESİ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

1  — İsteyen birisi, inecek azabı istedi.

2  — O; kâfirler içindir ve onu engelleyecek yoktur.

3  — Derecelere sahip, Allah katındandır.

4  — Melekler de, rûh da mikdârı elli bin yıl olan bir günde o derecelere yükselip çıkarlar.

5  ~ Şimdilik sen, güzel güzel sabret.

6  — Doğrusu onlar, bunu uzak görüyorlar.

7 — Biz ise onu, yakın görmekteyiz.

 

Mikdârı Elli Bin Yıl Olan Bir Gün

 

«İsteyen birisi, inecek azabı istedi.» Burada tazmin san'atı vardır ki harfi bu san'ata delâlet eder.1 Sanki ifâde şöyle takdir edil­miştir: İsteyen birisi, inecek azabın çabucak gelmesini istedi. Bu âyet Hacc süresindeki: «Senden çabucak azâb getirmeni istiyorlar. Allah as­la va'dinden caymaz.» (Hacc, 47) kavli gibidir. Yani onların istedikleri azâb hiç şüphesiz gerçekleşecektir. Neseî der ki: bize Bişr îbn Hâlid... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, bu âyet-i kerîme konusunda şöyle demiş: Nadr Ibn Haris İbn Kelde, bu azabın gelmesini istemişti. Avfî de İbn Abbâs'tan nakleder ki, o; bu âyet, Allah'ın gerçekleşmiş olan azabım kâfirlerin istemesidir, demiş. İbn Ebu Necîh de Mücâhid'den nakleder ki; o, bu âyete şöyle mânâ vermiş: Bir çağına âhirette gerçekleşecek bir azâb için çağırmıştır. Bu çağrı onların söyledikleri şu sözdür: «Ey Allah'ımız; eğer bu, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağ­dır, yahut acıklı bir azâb getir.» (Enfâl, 32) İbn Zeyd ve başkaları da derler ki: «İsteyen birisi inecek azabı istedi.» Cehennemde bir vâdîden kıyamet günü azâb akacaktır. Bu söz zayıftır, maksaddan uzaktır. Âye­tin akışı dalâlet ettiği için sahîh olan birinci görüştür. «İnecek azabı. O; kâfirler içindir.» kavli; kâfirler için hazırlanmıştır, demektir. îbn Abbas der ki: kelimesi; gelmiştir, anlammadır. «Ve onu en­gelleyecek yoktur.» Allah olmasını isterse, onu önleyecek hiç bir kimse yoktur. Bunun için hemen akabinde «Derecelere sahip, Allah katından-dır.» buyuruyor. Sevrî, A'meş kanalıyla bir kişiden, o da Saîd İbn Cü-beyr kanalıyla İbn Abbâs'tan nakleder ki; dereceler sahi­bi demektir. Ali İbn Ebu Talha ise İbn Abbâs'tan nakleder ki; bu, yü­celik ve üstünlükler sahibi, anlamınadır. Mücâhid ise; göğün basamak­ları, anlamım verir. Katâde; faziletler ve nimetler sahibi diye mânâ ve­rir. «Melekler de, rûh da mikdârı elli bin yıl olan bir günde o derecelere yükselip çıkarlar.» Abdürrezzâk Ma'mer kanalıyla, Katâde'den nakle­der ki; kelimesi, yükselip çıkmak anlamınadır. Ruha gelin­ce; Ebu Salih der ki: Bunlar Allah'ın yaratıklarından bir yaratık türü­dür ki insan değildirler, ama insanlara benzerler.

Ben derim ki: Buradaki rûh kelimesiyle, Cebrail'in kasdedilmiş ol­ması muhtemeldir. Keza hâssın, amma atfı kabilinden de olabilir. Di­ğer taraftan, âdemoğullannın ruhları anlamına cins isim olması da muhtemeldir. Çünkü ruhlar kabzolununca göğe çıkarılırlar. Nitekim Berâ'nın hadîsi de bunu göstermektedir. İmâm Ahmed İbn Hanbel, Ebu Dâvûd,jsreseî ve İbn Mâce'nin Minhâl kanalıyla... Berâ'dan naklettiği rnerfû' hadîste, iyi_ ruhların kabzedüdiğindegökten göğe yükseltilerek en sonunda yedinci göğe vardırılacağı bildirilir. Bu hadîsin sıhhatini en iyi bilen Allah'tır. Bu hadîsin râvîlerinden bir kısr-sınm aleyhinde söz edilmiştir. Ancak meşhur bir hadîstir. Yine Ahmed îbn Hanbel'in, Tir-mizî'nin ve İbn Mâce'nin, İbn Ebu Zi'b kanalıyla... Ebu Hüreyre'den naklettikleri benzer bir hadîs de bunun delilidir. Bu hadîsin râvîleri, hadîs cemâatinin şartlarına uygundur. Biz bu hususu İbrâhîm sûresin-(27. âyet) de etraflıca açıklamıştık.

«Mikdârı elli bin yıl olan bir günde)) Bu ifâdede dört kavil vardır:

1- Bu ifâde ile yüce Arş'tan aşağıların aşağısına (Esfel-i Sâfilîn) kadar olan ve yedinci verin karargâhı bulunan nokta arasındaki nıe-şâfe kasdedilmiştir. Ve bu, elli bin yıllık mesafedir. Bu yücelik yedinci yerin ortasında bulunan merkezden Arş'a kadar olan kısmın yüceliği­dir. Bu, aynı zamanda Arş'ın çevresinin kuşattığı alanı da gösterir ki, o da elli bin yıllık mesafedir. Arş'ın kızıl bir yakuttan olduğunu İbn Ebu Şeybe Ârş'm sıfatı bahsinde zikreder. İbn Ebu Hatim de bu âyetin tefsirinde der ki: Bize Ahmed İbn Seleme... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiştir: Bu, yerlerin en alt kısmının so­nundan, göklerin en üst kısmının sonuna kadar olan mesafenin elli bin .sene olduğunu göstermektedir. Mikdân elli bin yıl olan bir gün ifâde­si ile; emrin gökten yere ve yelden göğe bir tek günde inip çıktığı belir­tilmektedir. Binâenaleyh bunun mikdârı bin yıldır. Çünkü gökle yerin arasındaki mesafenin mikdân beş yüz yıllık yoldur. İbn Cerîr Taberî de Abd İbn Humeyd kanalıyla... Mücâhid'den bu ifâdeyi nakleder. Ancak İbn Abbâs'ın böyle dediğini zikretmez.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletti: Her yerin kalınlığı beş yüz yıldır. Bir yerden diğer yerin arası da beş yüz yıldır. Yedi bin yıl böylece geçilir. Her göğün kalınlığı beş yüz yıldır. Bir gök ile diğerinin arası da beş yüz yıldır. On dört bin yıl böyle devam eder. Yedinci gökle Arş'ın arası otuz altı bin yıldır. İşte Al­lah Teâlâ'nm «Mikdârı elli bin yıl olan bir günde» kavlinin mânâsı budur.

2- Bu âyetten maksad; Allah'ın bu âlemi yarattığı günden kı­yamet saatına kadar dünyanın kalacağı süredir, ibn Hatim der ki: Bize EbuZür'a..^7'Mucanid'den nakletti ki; o, «Mikdârı elli bin yıl olan gün­de.» kavli hakkında şöyle demiş: Dünyanın ömrü elli bin yıldır. Bu öm­rün hepsi bir gündür. İşte Allah Teâlâ bunun bir gün olduğunu belir­terek «Melekler de rûh da bir günde o derecelere yükselip çıkarlar.» bu­yuruyor, demiş. İşte bugün dünya günüdür. Abdürrezzâk der ki: Bize Ma'mer... İkrime'den nakletti ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiş: Ba­şından sonuna kadar dünyanın süresi elli bin yıldır. Sizden hiç bir kim­se bu sürenin ne kadarının gittiğini ve ne kadarının kaldığını bilemez. Allah müstesna.

3- Bu âyetten maksad; dünya ile âhiret arasım ayıran gündür. Bu görüş gerçekten garîbtir. Ancak ibn Ebu Hatim der ki: Bize Ahmed İbn Muhammed... Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'den nakletti ki; o, «Mikdârı elli bin yıl olan bir günde.» kavli dünya ile âhiretin arasını ayıran gün anlammadır, demiştir»

4- Bu âyetten maksad; kıyamet günüdür. Nitekim İbn Ebu Ha­tim der ki: Bize Vasıflı Ahmed ibn Sinan...1 Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki; ((Mikdârı elli bin yıl olan bir gün»den maksad, kıyamet günüdür. Bu rivayetin isnadı sahihtir. Sevrî de Semmâk îbn Harb kana­lıyla İkrime'den bu günün kıyamet günü olduğunu nakleder. Dahhâk ve İbn Zeyd de böyle demiştir. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nakle­der ki; o, «Melekler de, rûh da mikdârı elli bin yıl olan bir günde o de­recelere yükselip çıkarlar.» kavlindeki günden maksad, kıyamet günü­dür. Allah onu kâfirler için elli bin yıllık bir süre kılmıştır. Bu anlam­da pek çok hadîs vârid olmuştur. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Hasan îbn Mûsâ... Ebu Saîd'den nakletti ki; Rasülullah (s.a.)a «Mikdârı elli bin yıl olan bir günde» kavli ile kasdedilen bir gün, ne uzun bir gündür? denilmiş de, Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Nef-olan <Altah)a yenıîn ederim ki, o gün mü'min için

çok~ha1*Ifletüir. 7)yle ki dünyada iken kıldığı bir farz namazdan dân"a hafîf olur. Bu hadîsi İbn Cerîr Taberî de Yûnus kanalıyla... Derrâc'tan nakleder. Ancak gerek Derrâc, gerekse onun şeyhi zayıf kişilerdir. Al­lah en iyisini bilendir. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Muham-med İbn Ca'fer, Ebu Ömer'den nakletti ki o, şöyle demiş: Ben, Ebu Hü-reyre'nin yanında bulunuyordum. Âmir İbn Sa'saa oğullarından bir ki­şi geldi de onun için; Amir oğullarından malı en çok olan kişi budur, dendi. Ebu Hüreyre; onu döndürün, dedi. Ve senin pek çok malın oldu­ğu bana. bildirildi öyle mi? dedi. Âmir oğullarından olan bu adam; evet Allah'a andolsun ki benim yüz merkebim ve yüz devem var. Muhtelif deve türlerini saydı ve bağımlı, koşumlu atlardan bahsetti. Ebu Hürey­re dedi ki: Hayvanların tırnağından, develerin topuğundan seni sakın­dırırım. Bunu birkaç kez tekrarladı. En sonunda "Âmir oğullarından olan adamın rengi değişti. Adam dedi ki: Ey Ebu Hüreyre, bununla ne de­mek istiyorsun? Ebu Hüreyre dedi ki: Rasülullah (s.a.)m şöyle dediği­ni duydum: Kimin devesi bulunur da bolluğunda ve darlığında onun hakkını ödemezse Biz dedik ki: Ey Allay'ın Rasûlü, bolluk ve darlık ne­dir? Buyurdu ki; rahatlık ve sıkıntıdır. Kıyamet günü o hayvan, ol­duğundan daha hızlı ve daha güçlü, daha semiz ve daha serî' olarak gelir ve onu geniş düz bir yerde yatırıp topuklarıyla yüzünü ezer. Hay­vanlarının sonuncusu üzerinden geçince tekrar ilki başlar. Bu, mikdâ-n elli bin yıl kadar olan bir günde olur. Nihayet insanlar arasında hü­küm verilir ve herkese yolu görünür. Kimin de sığırı bulunur, bollu­ğunda ve darlığında onun hakkını vermezse; o da kıyamet günü bulu­nabildiği en azgın ve güçlü haliyle, en semiz ve saldırgan durumuyla gelir, sonra yüksekçe ve düz bir yerde yüz üstü adam yatırılır, her tır­naklı hayvan tırnaklarıyla onu çiğner. Her boynuzlu hayvan da boy-nuzlarıyla onu sürçer. Nihayet hayvanların sonuncusu geçince, tekrar ilki yeniden geçer. Bu, mikdârı elli bin yıl olan günde olur. En sonunda insanlar arasında hüküm verilir ve herkesin yolu görülür. Kimin de ko­yunu var da hakkını bollukta ve darlıkta iken vermiyorsa; kıyamet günü o hayvanlar olabildiklerince hızlı ve güçlü, semiz ve azgın olarak getirilir. Adam yüksek ve genişçe bir yerde yüzü üstü yatırılır. Her tır­naklı, tırnağıyla onu teper ve her boynuzlu da boynuzuyla onu sürçer. Bunların arasında boynuzu birbirine sarılmış veya kırılmış olan bulun­maz. Nihayet sonuncular da geçince, tekrar ilkler başlar. Bu, mikdân elli bin yıl kadar olan bir günde olur. En sonunda insanlar arasında hü­küm verilir ve herkesin yoîu görülür. Âmir oğullarından olan kişi dedi ki: Ey Ebu Hüreyre, devenjh hakkı nedir? Ebu Hüreyre dedi ki: Sahibi için değerli olanı vermendir. Sütü bol olanı bağışlamandır. Sırtını binek olarak emânet vermendir, sütünü içirmendir ve tohumunu elde etmek için başkalarına emânet vennendir. Ebu Dâvûd, bu hadîsi Şu'be kana­lıyla, Neşeî.de, Saîd İbn Arûbe kanalıyla... Ebu Hüreyre'den nakleder­ler. Bu hadîsin bir başka tarîkten rivayetinde ise Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Kâmil,.. Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Hangi hazîne sahibi onun hakkım ödemezse; mutlaka o hazînesi ince tabakalar halinde cehennem ateşinde kızartılır ve onun-

la sahibinin alnır sırtı ve yanı dağlanır. Nihayet Allah Teâlâ mikd&rı sizin saydığınız günlerle elli bin yıl olan bir günde kullan arasında Ivükrnünjrverir^ Sonra kişinırTyoIü"goFülür; ya~ce'nnete'yeya cenennerne gider. Bu rivayette de hadîsin devamı yukarıda geçtiği gibi koyun ve deve ile ilgili olarak nakledilir. O hadîste ayrıca şu ilâve kısım vardır: At; üç kişi içindir. Bir kişiye mükâfat, bir kişiye koruma ve bir kişiye de yüktür. Daha sonra hadîs bütünüyle nakledilir. Müslim de Sahîh'in-de hadîsin tamâmım ve yalnız kendisi rivayet eder. Buhârî'de bu ri­vayet yer almaz. Müslim'in rivayetinde Süheyl, bu hadîsi babası kana­lıyla Ebu Hüreyre'den nakleder. Bu hadîsin uzun uzadıya rivayet silsi­lesi ve lafzı «el-Ahkâm» kitabının zekât bahsinde açıklanmıştır. Bura­da zikredişimizin asıl amacı, Allah Teâlâ'nın «Mikdân elli bin yıl olan bir günde» kavlini açıklamak içindir. îbn Cerîr Taberî, Ya'kûb kanalıy­la... Ebu Müleyke'den nakleder ki; adamın birisi Abdullah İbn Abbâs'a bu âyeti sormuş. Abdullah îbn Abbâs ona kızmış. Ona ne söylediği so­rulunca adam; mikdân elli bin yıl olan günden maksad nedir? bana bir hadîs nakletmen için sordum, demiş. Abdullah İbn Abbâs şöyle demiş: Bu iki gün, Allah'ın Kur'ân'ında zikrettiği günlerdir. Allah o iki günü en iyi bilendir. Ben, Allah'ın kitabı konusunda bilmediğim bir şeyi söylemek­ten nefret ederim.

«Şimdilik sen, güzel güzel sabret.» Ey Muhammed, kavminin seni yalanlamasına ve çabucak a^âbı istemelerine karşılık şimdilik sen gü­zel güzel sabret. Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'nın Şûra süresindeki şu kavli gibidir: «Buna inanmayanlar, onun çabucak gelmesini isterler, îmân edenler ise, ondan korku ile titrerler ve onun hak olduğunu bilir­ler.» (Şûra, 18) Burada ise Allah Teâlâ devamla şöyle buyuruyor: «Doğrusu onlar, bunu uzak görüyorlar.» Kâfirler azâbm gerçekleşmesini ve kıyametin kopmasını uzak görüyorlar. Yani gerçekleşmesi imkânsız bir şey demek istiyorlar. «Biz ise, onu yakın görmekteyiz.» Mü'minter ise bunun yakın olduğunu kabul etmektedirler. Azız ve Celîl olan Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği bir sürede gelecek dahi olsa, gelecek olan her şey yakındır ve muhakkak vuku' bulacaktîr.[1]

 

8 — O gün gök, erimiş maden gibi olur.

9  — Dağlarsa atılmış pamuk gibi.

10  — Hiç bir yakın bir yakınını sormaz.

11  — Yalnız birbirlerine gösterilirler. Suçlu kişi, o gü­nün azabından kurtulmak için oğullarını feda etmek ister.

12  — Eşini ve kardeşini,

13  — Kendisini barındırmış olan sülâlesini.

14  — Ve yeryüzünde bulunan herkesi. Ki nihayet ken­disini kurtarsın.

15 — Fakat ne mümkün, çünkü o, hâlis alevdir.

16  — Deriyi soyup kavurandır.

17 — Yüz çevirip arkasını döneni çağırır.

18 — Malını toplayıp kap içinde saklayanı da.

 

Gökler Erimiş Maden Gibi Olduğunda

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki: İnecek olan azâb, kâfirler için gerçekleş­miştir. «O gün gök, erimiş maden gibi olur.» İbn Abbâs, Mücâhid, Ata, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Süddî ve bir başkası der ki; yağ gibi erimiş olur. Dağlar ise «atılmış pamuk gibi» Mücâhid, Katâde ve Süddî bu âye­tin Allah Teâlâ'nın şu kavli gibi olduğunu bildirirler: «Dağlar, atılnuş renkli yüne benzeyecekler.» (Kâria, 5) «Hiç bir yakın bir yakınını sormaz. Yalnız birbirlerine gösterilirler.» Hiç bir yakın diğer yakınına ha­lini soramaz. Çünkü o yakınının, daha kötü durumda olduğunu görür ve kendi başının derdine düştüğü için başkasıyla uğraşamaz. Avfî, İbn Abbâs'tan naklen der ki: Onlar, birbirlerini tanırlar ve birbirleriyle ta­nışırlar. Sonra birbirlerinden nefret ederler. «Çünkü o gün herkesin kendine yeter derdi vardır.» Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ'nm şu kavil­lerine benzemektedir: «Ey insanlar, Rabbınızdan korkun. 'Babanın oğ­luna, oğulun babasına hiç bir şey ödemeyeceği günden çekinin. Allah'ın va'di şüphesiz haktır.» (Lokman, 33), «Günâh işleyen hiç bir nefis; baş­kasının günâhını çekmez. Yükü ağır bir kişi, onun yüklenilmesini is­tese —yakam bile olsa— ondan bir şey yüklenmez.» (Fâtır, 18), «Sûr'a üf­lendiği, zaman; o gün, artık aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez. Birbirlerine bir şey de soramazlar.» (Mü'minûn, 101), «O gün; kişi kar­deşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün, herkesin kendine yeter bir derdi vardır.»  (Abese, 34-37).

«Suçlu kişi, o günün azabından kurtulmak için oğullarını feda et­mek ister. Eşini ve kardeşini, kendisini barındırmış olan sülâlesini. Ve yeryüzünde bulunan herkesi. Ki nihayet kendisini kurtarsın. Fakat ne mümkün, çünkü o, hâlis alevdir.» Bütün yeryüzünü getirse, en çok de­ğer verdiği malını sunsa, yeryüzü dolusu altın fidye verse, ciğerinin kö­şesini teşkil eden yavrusunu feda etse; bunlardan hiç bir fidye kabul edilmez. Kişi, kıyamet günündeki dehşeti görünce Allah'ın azabından kurtulmak için fidye vermek isterse de bu, kabul edilmez. Mücâhid ve Süddî; âyet-i kerîme'deki kelimesinin, kabile ve aşiret anla­mına geldiğini söylerler. İkrime ise; kendisinin de onlardan bir ferd olduğu bir bölümü, mânâsına geldiğini söyler. Esved ise Mâlik'den nak­leder ki; bu kelime annesi anlammadır.

«Çünkü o, hâlis alevdir.» Allah Teâlâ, ateşin şiddetli sıcağını tav-sîf ederek devamla buyuruyor ki: «Deriyi soyup kavurandır.» İbn Ab-bâs ve Mücâhid ifâdesinin başın derisi olduğunu söy­lerler. Avfî, İbn Abbâs'tan naklen bu ifâdenin deriler anlamına oldu­ğunu söyler. Mücâhid ise; kemiğin dışındaki etler olduğunu söyler. Sa-îd İbn Cübeyr; sinirlerdir, derken, Ebu Salih; iki elin ve ayağın çevre­sidir, der. Ayrıca baldırların etini soyup kavurandır, anlamını verir. Ha­san el-Basrî ile Sabit el-Benânî, bunun yüzün güzelliklerini kavuran,- an­lamına geldiğini belirtirler. Ayrıca Hasan, kişinin sâhib olduğu her şe­yi yakan, sadece çığlık atmak için kalbi sağlam bırakan, anlamına gel­diğini söyler. Katâde ise bu âyetin; yüzün güzelliklerini, organların ya­ratılışını sıyırıp attığı anlamına geldiğini bildirir. Dahhâk ise etle de­rinin kemikten ayrılıp hiç bir şey bırakmayacak şekilde yakacağı anla­mına geldiğini bildirir. İbn Zeyd ise kelimesinin; büyük or­ganlar olduğunu, kelimesinin ise kemiklerini kıracağı anlamına geldiğini, sonra yaratılışları yenilenip derilerinin tekrar meydana getirileceğim ifâde ettiğini belirtir.

«Yüz çevirip arkasını döneni çağırır, malını toplayıp kap içinde saklayanı da.» Ateş; Allah'ın kendisi için yarattığı ve dünya diyarında amel etmelerini takdir buyurduğu kendi çocuklarını çağırır. Kıyamet günü onları açık, seçik ve tatlı dille davet eder. Sonra da kuşun taneyi yakaladığı gibi, mahşer halkı arasından onlan teker teker yakalayıp kapar. Çünkü onlar Azız ve Celîl olan Allah'ın buyurduğu gibi «Yüz çe­virip arkas'ım dönenler» dendirler. Kalbleriyle yalanlayıp, organlarıyla amel etmeyi terkedenlerdendirler. Çünkü onlar; «Malını toplayıp kap içinde saklayanlardandırlar. Malı birbiri üzerine yığıp Allah'ın infâk ve zekât şeklinde emrettiği hakkını gizleyen ve vermeyenlerdendirler. Nitekim hadîste şöyle denilir: Toplayıp da kap içinde saklama. Allah onlan senin aleyhinde saklar. Abdullah İbn Ükeym; kese taşımazdı ve: Allah Teâlâ'nın «Malım toplayıp kap içinde saklayanı da.» buyurduğu­nu işittim, derdi. Hasan el-Basrî de derdi ki: Ey âdemoğlu; sen Allah'ın tehdidini duydun, yine* de dünyayı saklamaya çalıştın. Katâde ise «Ma­lını toplayıp kap içinde saklayanı da.» kavli hakkında şöyle derdi: Kişi fazlasıyla toplayıp her türlü pislikleri süpürür, yığardı.[2]

 

19  — Gerçekten insan; hırsına düşkün yaratılmıştır.

20  — Başına bir fenalık gelince, feryadı basandır.

21  — Kendisine bir hayır dokununca da çok cimridir.

22  — Ancak namaz kılanlar müstesna.

23  — Onlar ki; namazlarında dâimdirler.

24  — Ve onlar ki; mallarında belirli bir hak vardır;

25  — Dilenen ve yoksula.

26  — Onlar ki; din gününü doğrularlar.

27  — Ve onlar ki; Rablarınm azabından korkarlar.

28  — Doğrusu onlar, Rablarının azabından güvende değildirler.

29  — Ve onlar ki; mahrem yerlerini korurlar.

30  — Ancak eşleri ve sağ ellerinin mâlik oldukları müs­tesna. Doğrusu onlar, bunun için kınanacak değildirler.

31  — Kim de bundan ötesini ararsa; işte onlar, haddi aşanların kendileridir.

32  — Ve  onlar ki;  emânetlerine ve ahidlerine  riâyet ederler.

33  — Ve onlar ki; şâhidliklerini gereği gibi yaparlar.

34  — Ve onlar ki; namazlarını muhafaza ederler.

35  — İşte bunlar, cennetlerde ikram olunanlardır.

 

Cennette İkrâm Görenler

 

Allah Teâlâ insanın ve insanın tabiatında yereden kötü huyların mâhiyetini haber vererek: «Gerçekten insan; hırsına düşkün yaratıl­mıştır.» buyuruyor. Ve arkasından da bu hırsa düşkünlüğü şu ifâdeyle tefsir ediyor: «Başına bir fenalık gelince; feryadı basandır.» insana bir sıkıntı gelince, feryâd eder, çığlık atar ve korkunun dehşetinden kalbi yerinden oynar. Bir daha hayır elde etmekten ümidini keser. «Kendi­sine bir hayır dokununca da çok cimridir.» Allah tarafından kendine bir nimet verilecek olursa; bunu başkalarına verme konusunda cimrilik eder, malından Allah'ın hakkını vermez. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Abdurrahmân... Abdülazîz İbn Mervân İbn HakenVden nakletti ki; o, şöyle demiş: Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini duydum: Ra-sûlullah (s.a.); kişide bulunan şeylerin en kötüsü, başdöndürücü cim­rilik ve; her şeyden alıkoyan korkaklıktır, buyurdu. Ebu Dâvûd da bu hacfisT Abdullah İbn Cerrah kanalıyla... Ebu Hüreyre'den nakleder. Sonra Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Ancak namaz kılanlar müstesna.» Kötü sıfatlarla muttasıf olmak bakımından, Allah'ın koruduğu insan­lar müstesnadır. Allah; onlan hayra muvaffak kılmış, doğru yolun se­beplerini kolaylaştırmış ve hidâyete erdirmiştir. Bunlar namaz kılanlardır. «Onlar ki; namazlarında dâimdirler.» Denildi ki: Bu âyetin mâ­nâsı şöyledir: Onlar, namazlarının vakitlerine ve vâciblerine riâyet ederler. İbn Mes'ûd, Mesrûk ve İbrâhîm en-Nehaî böyle demişlerdir. De­nildi ki: Buradaki devamdan maksad, rükû' ve huşû'dur. Nitekim Al­lah Teâlâ Mü'minûn sûresinde şöyle buyurur: «Mü'minler gerçekten felah bulmuşlardır. Ki onlar; namazlarında huşu' içindedirler.» (Mü-minûn, 1-2) Utbe İbn Âmir böyle der. Sürekli olan suya da, sakin ve durgun anlamına; dâim su, denir. Ve yine denildi ki: Bundan maksad, bir amel işledikleri zaman, ona devam edip sebat edenler, demektir. Ni­tekim sahîh hadîste vârid olur ki Hz. Âişe, Rasûlullah (s.a.)ın şöyle buyurduğunu bildirmiştir: Allah'a amellerin en sevimlisi —az da olsa— devamlı olanıdır. Bir başka ifâdede de bu hadîs şöyledir: Sahibinin üze­rinde devam ettiği amellerdir. Hz. Âişe der ki: Rasûlullah (s.a.) bir amel işlediği zaman, onu devamlı yapardı. Bir başka ifâdede de onda sebat ederdi, denilir. Katâde ise, «Onlar ki; namazlarında dâimdirler.» kavli hakkında şöyle der: Bize anlatıldığına göre; Danyâl (a.s.) Mu-hammed ümmetini şöyle tavsif etmiştir: Onlar öyle bir namaz Kiıarıar ki, Nuh kavmT'oyle namaz kılmış olsaydı batmazdı. Ad kavmi öyle bir namaz kîlsaydı,"uzerlerme öldürücü rüzgâr gönderilmezdi. Semûd kav-mi öyle bir namaz kılsaydı, onları çığlık yakalamaidîrsiz namaza "sa­rılın. Çünkü mu'nilnlenn "eh" ğuzel~huyu "namaza devam etmeleridir «Ve onlar ki; "maU^rüTda ^oelîrTrBır~îîak""vardır, yoksul"ve" dilenene.» Onların mallarında ihtiyâç sahipleri için belirtilmiş bir pay vardır. Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak Zâriyât sûresini açıklarken bilgi vermiştik.

«Onlar ki; din gününü doğrularlar.» Öldükten sonra dirilmeye, he­saba ve cezaya kesinkes inanırlar ve onlar cezadan korkan, sevabı uman kimseler gibi amel ederler. Bu sebeple Allah Teâlâ âyetin devamında : «Ve onlar ki; Rablarının azabından korkarlar.» buyuruyor. Rablarının azabından çekinme, korku ve ürperti içindedirler. «Doğrusu onlar, Rab­larının azabından güvende değildirler.» Aklı olan kimse, Allah Tebâre-ke ve Teâlâ'mn güveni olmadan kendini güvende hissetmez.

«Ve onlar ki; mahrem yerlerini korurlar.» Haramdan koruyup sa­kınırlar ve Allah'ın müsâade etmediği bir şekilde kullanmaktan kaçı­nırlar. Bu sebeple âyetin devamında: «Ancak eşleri ve sağ ellerinin mâ­lik oldukları müstesnadır.» buyuruluyor. Yani cariyeler. Doğrusu onlar, bunun için kınanacak değildirler. Kim de bundan ötesini ararsa; işte onlar, haddi aşanların kendileridir.» Bu ifâdelerin tefsiri Mü'minûn sû­resinin baş tarafında geçmişti. Burada onları tekrarlamaya gerek yok­tur.

«Ve onlar ki; emânetlerine, ahidlerine riâyet ederler.» Kendilerine emânet edildiği zaman hıyanet etmezler. Kendileriyle sözleşildiği za­man,  sözlerini bozmazlar. Bunlar;  mü'minlerin sıfatlarıdır. Bunların zıdları ise münafıkların nitelikleridir. Nitekim sahîh hadîste şöyle vâ-rid olur: Münafıkın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler. Vaadedince döner ve emânet edilince hıyanet eder. Bir başka rivayette ise bu ha­dîs şöyledir: Konuşunca yalan söyler, sözleşince ahdini bozar, tartışın­ca aşın gider.

«Ve onlar ki; şâhidliklerini gereği gibi yaparlar.» Şahadetlerini ko­ruyup fazla veya eksik şâhidlik etmedikleri gibi, gizleyip saklamazlar da. «Şâhidliği gizleyenin kalbi günahkârdır.»  (Bakara, 283).

«Ve onlar ki; namazlarını muhafaza ederler.» Vakitlerine, rükün­lerine, vâcib ve müstehablarma riâyet ederler. Allah Teâlâ burada sö­zü namazla başlattı ve namazla bitildi. Bu da namazın değerine ve şe­refine dikkatleri çekerek ne derece önem verildiğini gösterir. Nitekim bu husus Mü'minûn sûresinin baş tarafında geçmişti. Ve orada «İşte onlar, vâris olanlardır. Onlar ki; Firdevs'e vâris olacaklardır ve orada ebedî kalıcıdırlar.» (Mü'minûn, 10-11) buyurmuştur. Burada ise «İşte bunlar, cennetlerde ikram olunanlardır.» Duyuruluyor. Muhtelif zevk­ler ve sevinçlerle ikrama erdirileceklerdir.[3]

 

36  — O küfredenlere ne oluyor ki; gözlerini sana doğ­ru dikip bakmaktadırlar.

37 — Sağdan ve soldan halka halka olarak.

38  — Onlardan herkes  Naîm cennetine konulacağını mı umuyor?

39  — Hayır. Doğrusu Biz onları, o bilip durdukları şey­den yarattık.

40 — Doğuların ve Batıların Rabbına yemin ederim ki, şüphesiz Biz, gücü yetenleriz.

41  — Ki onların yerine kendilerinden daha iyilerini ge­tirelim. Ve Biz, önüne geçilecekler -de değiliz.

42  — Bırak onları, kendilerine va'dolunan güne kavu­şuncaya kadar dalıp oynasınlar.

43 — O gün onlar, dikili taşlara doğru koşuyorlarmış gibi, kabirlerden çabuk çabuk çıkarlar.

44  — Gözleri dönmüş, yüzlerini zillet bürümüş olarak. İşte bu; onlara va'dolunan gündür.

 

Gözü Dönmüş Kâfirler

 

Allah Teâlâ, Rasûlullah'ın zamanında yaşayan, onu görüp gözleyen kâfirleri reddediyor. Onlar, Allah'ın peygamberini hidâyetle elçi olarak göndermesine, gözalıcı mucizelerle desteklemesine rağmen yine de on­dan kaçıyor, uzaklaşıyor, sağa sola sapıyor, fırka fırka olup bölük bö­lük dağıtıyorlardı. Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibi: «O halde bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar? Arslandan ürkerek kaçan yaba­nî merkeplere benzerler.» (Müddessir, 49-51). Bu ve benzeri pek çok âyet-i celîle'ler onların durumunu anlatmaktadır. îşte burada da Al­lah Teâlâ buyuruyor ki: «O küfredenlere ne oluyor ki; gözlerini sana doğru dikip bakmaktadırlar?» Ey Muhammed, senin yanında bulunan şu kâfirlere ne oluyor ki, senden nefret ederek kaçmaktadırlar. Hasan el-Basrî'nin dediği gibi «Sağdan ve soldan halka halka olarak» dağıl­maktadırlar. Onların dağılmaları parça bölüktür. Ahmed İbn Han-bel'in heveskârlar hakkında söylediği gibi, onlar kitaba muhalefet eder­ler. Kitâbda ihtilâf içerisindedirler, ama kitaba muhalefette ittifak İçin­dedirler. Avfî, İbn Abbas'tan naklen der ki: kelimesi; sa­na bakıp duruyorlar, anlamınadır. kelimesi ise, insanlardan bölükler halinde anlamına gelir ki; sağdan soldan kaçarak bu halleriy­le onlar, alay konusu olmaktadırlar. İbn Cerîr Taberî der ki: Bize İbn Beşşâr, Hasan'dan nakletti ki; o, bu âyet konusunda şöyle demiştir: Onlar parça bölük olarak sağa sola dağılıp; bu adam nedir? diye konu­şurlardı. Katâde ise kelimesine, yönelerek anlamını ver-nriş kelimesine de peygamberin etrafında bölük bölük olmuş­lardır, demiştir. Onlar; ne Allah'ın kitabını, ne de peygamberini arzu-luyorlardı. Sevrî, Şu'be, îsâ, İbn Yûnus, Muhammed İbn Fudayl, Vekî', Yahya el-Kattân, Ebu Muâviye... Câbir İbn Semure'den naklederler ki; Rasûlullah (s.a.) bir gün onların yanma çıkmış ve onlar halka halka toplanmış imişler. Buyurmuş ki: Ne oluyor size ki böyle bölük bölük toplanıyorsunuz? Ve o zaman kelimesini kullanmış. Ahmed, Müslim, Ebu Dâvûd, Neseî ve İbn Cerîr de bu hadîsi, A'meş kanalıyla Câbir İbn Semure'den rivayet ederler. İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Mu-hammed İbn Beşşâr... Ebu Hüreyre'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) bir gün halka halka olmuş bulunan ashabının yanına çıktı ve onlara : Size ne oluyor ki bölük bölük olmuşsunuz? dedi. Ve bu kelimeyi kul­landı. Bu rivayetin isnadı sağlamdır. Ancak bu şekliyle onu Kütüb-i Sitte'de görmedim.

«Onlardan herkes Naîm cennetine konulacağını mı umuyor? Hayır.» Durumları böyle iken Allah'ın Rasûlünden kaçıp haktan nefret ettikle­ri halde bunlar Naîm cennetlerine gireceklerini mi umuyorlar? Hayır, onların varacakları yer cehennem ateşidir. Ve ardından Allah Teâlâ kı­yamet günü vuku' bulması kararlaştırılmış olan azabı bahis konusu ediyor. Ki onlar bunu inkâr etmişler, olmasını uzak saymışlardı. Allah Teâlâ başlangıcı delil getirerek yeniden yapılmasının daha kolay oldu-ğunu ifâde ediyor ve onlann da bu başlangıcı i'tirâf ettiklerini bildiri­yor: «Doğrusu Biz onları, o bilip durdukları şeyden yarattık.» Yani za­yıf meniden. Nitekim bir başka âyette Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Biz, sizi horlanmış bir sudan yaratmadık mı?» (Mürselât, 20) Ve yine Târik sûresinde şöyle buyurmaktadır: «Öyleyse insan; neden yaratıldığına bir baksın. O erkek ve kadının beli ile göğüsleri arasından atılagelen bir su­dan yaratılmıştır. Şüphesiz Allah, gizliliklerin ortaya çıkacağı gün, in­sanı tekrar yaratmaya da kadirdir. O gün; insanın gücü de, yardımcısı da olmaz.» (Tank, 5-10)

Ve müteakiben Hak Teâlâ şöyle buyuruyor: «Doğuların ve Batıla­rın Rabbına yemin ederim ki» gökleri ve yeri yaratmış olup Doğuyu ve Batıyı halkeden, yıldızlan bir emre boyun eğdirip doğulardan belirtip batılardan kaybeden Allah'a andolsun ki; sözün karâr kılacağı nokta şudur: Mes'ele sizin iddia ettiğiniz gibi dönüşün olmadığı, hesabın, haş-rin ve neşrin olmadığı tarzında değildir. Aksine hepsi vâki'dir ve mu­hakkak olacaktır. Bu sebeple Allah Teâlâ edatını yeminin ba­şında getirmiştir ki bu, kendisiyle yemîn edilen şeyin bulunmadığına delâlet etsin. Kelâmın özeti bundan ibarettir. Kelâm, onların kıyameti inkâr sadedindeki, bozuk iddialarının reddi içindir. Halbuki onlar, kı­yametin kopuşundan daha belîğ olan ilâhî kudretin delillerini ve yüce şâhidlerini görmüşlerdir. Bu, göklerin ve yerin yaratılışı, göklerde ve yerde bulunan yaratıkların, canlı ve cansız varlıkların ve diğer mevcu­datın emre boyun eğdirilişidir. Bu sebeple Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyuruyor: «Elbette ki göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür.» (Ğâfir, 57). Bir başka âyette ise şöy­le buyurur: «Görmezler mi ki; gökleri ve yeri yaratan ve onları yarat­maktan yorulmayan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Evet O, mu­hakkak her şeye kadirdir.» (Ahkâf, 33) Bir başka âyette ise şöyle bu­yurur: «Gökleri ve yeri yaratmış olan; kendileri gibisini yaratmaya kâdir olmaz mı? Elbette O, Hallâktır, Alîm'dir. Bir şeyi murâd ettiği za­man, O'nun emri sadece ona; ol, demektir. O da oluverir.» (Yâsîn, 81-82) Burada ise buyuruyor ki: «Doğuların ve Batıların Rabbına yemîn ede­rim ki, '/üphesiz Biz, gücü yetenleriz. Ki onların yerine kendilerinden daha iyilerini getirelim.» Kıyamet günü onlan bu bedenlerinden daha iyi bir bedenle döndürürüz. Muhakkak ki Allah'ın kudreti buna ye­terlidir. «Ve Biz, önüne geçilecekler de değiliz.» Bizi hiç bir kimse âciz bırakacak değildir. Kıyamet sûresinde buyurulduğu gibi: «İnsan ke­miklerini bir araya toplayanlayız mı sanıyor? Evet, Biz, onu parmak uçlarına varıncaya kadar bütün incelikleriyle yeniden yapmaya kadi­riz.» (Kıyamet, 3-4) Vakıa sûresinde ise şöyle buyurur: «Biz takdir et­tik aranızda ölümü, ve Biz, önüne geçilecekler değiliz. Yerinize benzer­lerinizi getirmekte ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratılışta tekrar var et­mekte.» (Vakıa, 60-61).

İbn Cerîr Taberî,- «Ki onların yerine kendilerinden daha iyilerini getirelim.» kavline; bize itaat eden ve isyan etmeyen bir ümmetle yer­lerini değiştirelim, şeklinde mânâ vermeyi tercih etmiştir. Ve o, bu âyeti Muhammed süresindeki şu âyet gibi anlamıştır: «Eğer O'ndan yüz çevi­rirseniz; yerinize sizden başka bir kavmi getirir, sonra da onlar sizin benzerleriniz olmazlar.» (Muhammed, 38) Ancak birinci mânâ âyetin delâleti bakımından daha açıktır. Allah en iyisini bilendir.

«Bırak onları, kendilerine va'dolunan güne kavuşuncaya kadar da­lıp oynasınlar.» Ey Muhammed, onları küfür, inâd ve yalanlama halle­riyle başbaşa bırak. Onlar bunun kötülüğünü öğrenecekler ve acısını ta­dacaklardır. «O gün onlar, dikili taşlara doğru koşuyorlarmış gibi, ka­birlerinden çabuk çabuk çıkarlar.» Allah Teâlâ onlan hesâb yerinde dur­mak için çağırdığında, kabirlerinden dikili taşlara koşuyorlarmış gibi çabucak kalkıp koşar ve giderler. İbn Abbâs, Mücâhid ve Dahhâk; on­lar, bir işarete doğru koşarlar, demişlerdir. Ebu'l-Âliye ve Yahya İbn Ebu Kesîr ise; bir gayeye doğru koşarlar, diye mânâ vermişlerdir. Cum­hur bu âyeti nûnun fethası ve sâdm sükûnu ile okumuştur ve bu kelime dikilmiş anlamına masdardır. Hasan el-6asrî ise bunu nûnun ve sâdm ötüresi ile şeklinde okumuş ve put anlamı­nı vermiştir. Yani onlar tıpkı dünyada dikilmiş putlara koştukları gibi mahşer yerinde de öyle hızlı koşarlar. Kimin önce tutacağını öğrenmek üzere. Bu, Mücâhid, Yahya İbn Ebu Kesîr, Müslim el-Batîn, Katâde, Dahhâk, Rebî tbn Enes, Ebu Salih, Âsim, İbn Zeyd ve başkalarından rivayet edilmiştir.

«Gözleri dönmüş, yüzlerini zillet bürümüş olarak.» Dünyada bü-yüklenerek Allah'a itâattan kaçınmalarına mukabil, orada yüzlerini zil­let bürümüş ve gözleri dönmüştür. «İşte bu; onlara va'dolunan gün­dür.»[4]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8099-8104

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8104-8106

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8107-8109

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8110-8112

Free Web Hosting