MÜDDESSİR SÜRESİ2

Ey Örtüye Bürünen Peygamber Kalk. 2

Bol Bol Nimet Verilenler4

İzahı6

Cehennemin Bekçileri6

Ürkek Yaban Eşekleri Gibi8


MÜDDESSİR SÜRESİ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

1  — Ey örtüye bürünen;

2 — Kalk ve uyar.

3  — Rabbmı da tekbîr et.

4  — Elbiselerini temiz tut.

5  — Kötü şeylerdense sakın.

6  — Çok görerek başa kakma.

7  — Rabbm için sabret.

8 — Sûr'a üflendiğinde;

9  — îşte o gün, zorlu bir gündür.

10 — Kâfirler için hiç de kolay değildir.

 

Ey Örtüye Bürünen Peygamber Kalk

 

Buhârî'nin Sahîh'inde Câbir'den nakledilir ki, o; Kur'ân'dan ilk nazil olan kısmın Müddessir sûresi olduğunu söylermiş. Ancak Cum­hur ona muhalefet ederek Kur'ân'dan ilk nazil olan âyetlerin Alak sû­resinin baş tarafları olduğunu bildirmişlerdir. Orada bu husus açıklana­caktır.

Buhârî der ki: Bize Yahya... Yahya İbn Ebu Kesîr'den nakletti ki; ben Abdurrahmân'ın oğlu Ebu Seleme'ye Kur'ân'dan ilk nazil olan kı­sım neresidir? diye sordum. O dedi ki: «Ey Örtüye bürünen...» âyetidir. Ben Alak sûresinin baş tarafıdır diyorlar, dedim. Ebu Seleme dedi ki: Ben, Abdullah oğlu Câbir'e bunu sordum ve senin bana söylediğini ben de ona söyledim. Bunun üzerine Câbir, Rasûlullah (s.a.)ın bize anlattığı bir hadîsten başkasını size anlatmayacağım, dedi ve şöyle devam etti: Rasûlullah buyurdu ki: Ben Hirâ dağına çekilmiştim. Orada kalış sü­rem tamâm olunca indim. Bir ses~geidi, sağıma baktım bir şey göre­medim, soluma baktım bir şey göremedim, önüme baktım bir şey göre­medim, arkama baktım bir şey göremedim. Başımı kaldırdım bir şey gördüm. Geldim Hadîce'ye dedim ki: Beni ört ve üzerime soğuk su dök. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Beni örttüler ve üzerime soğuk su döktü­ler. İşte o zaman: «Ey örtüye bürünen; kalk ve uyar. Rabbını da tekbîr et.» âyeti nazil oldu. Buhârî bu hadîsi bu vechi ile böylece sevkeder. Müslim de bu hadîsi Ukayl kanalıyla... Ebu Seleme'den nakleder ki; o, şöyle demiş: Abdullah oğlu Câbir bana vahyin kesilme döneminden şöy­le bahsettiğini işittim: Yürüdüğüm bir sırada gökten bir ses işittim. Gö­zümü semâya doğru diktiğimde bir de ne göreyim, Hirâ dağında bana gelen melek gökle yer arasında bir kürsî üzerinde oturuyordu. Bunu görünce ondan korktum ve yere yuvarlandım. Sonra aileme gelip beni örtün, örtün dedim. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Ey örtüye bürünen; kalk ve uyar. Rabbını da tekbîr et.» âyetini indirdi. Bu âyet, «kötü şey-lerdense sakın» kısmına kadar inmişti. Ebu Seleme der ki: Buradaki «kötü şeyler» anlamına gelen kelimesi, putlardır. Sonra vahiy kızıştı ve ard arda indi. Bu ifâde Buhârî'nin lafzıdır ve mahfuz olan ifâde de budur. Ancak bu, vahyin daha önce inmiş olmasını gerektirir. Çünkü bu ifâdede; bir de ne göreyim.Hirâ dağında bana gelen melek-gökle yer arasında bir kürsî üzerinde oturuyordu, deniliyor. Hirâ da­ğında gelen bu melek; ona «Seni yaratan Rabbmm adıyla oku.» âyetini indiren Cebrail'dir. Sonra bir süre vahiy .kesilmiş ve arkasından aynı melek tekrar gelmeye başlamıştır. Bu iki ifâdeyi birleştirme vechi şöy­ledir: Vahyin kesilmesinden sonra gelen ilk âyet, bu sûrenin baş tara­fıdır. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Haccâc... Abdur-rahmân oğlu Ebu Seleme'den nakleder ki, o; Abdullah oğlu Câbir Ra-sûlullah'ı şöyle buyururken işitti, demiş: Sonra bir müddet vahiy ke­sildi. Ben, yürürken gökten bir ses duydum. Gözümü semâya doğru dik­tiğimde bir de ne göreyim, Hirâ dağında bana gelen melek, şu anda gökle yer arasında bir kürsî üzerinde oturuyordu. Korkumdan yere çöküp yuvarlandım. Sonra aileme gelip; beni Örtün, beni örtün, beni örtün, dedim. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Ey örtüye bürünen; kalk ve uyar. Rabbını da tekbîr et. Elbiselerini temiz tut. Kötü şeylerdense sakın.» âyet­lerini indirdi. Ve bundan sonra vahiy kızıştı, ard arda geldi. Buhârî ve Müslim de bu hadîsi Zührî kanalıyla Ebu Seleme'den naklederler.

Taberânî der ki: Bana Muhammed İbn Ali İbn Şuayb... İbrahim İbn Yezîd'den nakletti ki; o, Ebu Müleyke'den İbn Abbâs'ı şöyle derken duydum, dediğim işitmiş: Muğîre oğlu Velîd, Kureyş'liler için bir ziya­fet hazırladı. Yeyip içtikten sonra bu adam hakkında ne diyorsunuz de­di. Bir kısmı; o büyücüdür, derken bir kısmı; büyücü değildir, dedi. Bir kısmı; kâhindir derken, bir kısmı da kâhin değildir, dedi. Bazıları; şâ­irdir, dediler de diğerleri şâir değildir dediler. Bir kısmı etkileyen bir' büyüdür, dediler. Sonra onun etkilenmiş bir büyü olduğu konusunda görüş birliğine vardılar. Bu durum Hz. Peygambere bildirilince üzüldü ve başını semâya doğru dikip örtüsüne büründü. Bunun üzerine Allah Teâlâ; «Ey örtüye .bürünen; kalk ve uyar. Rabbını da tekbîr et. Elbise­lerini temiz tut. Kötü şeylerdense sakın. Çok görerek başa kakma. Rab-bin için sabret.» âyetlerini indirdi.

o^ «Kalk ve uyar,» Yani azme sarıl ve insanları uyar. Nasıl bundan önceki âyetle nübüvvet gerçekleşmişse bununla da risâlet gerçekleşmiş­tir. «Rabbını da tekbîr et.» Ta'zîm et. «Elbiselerini temiz tut.» Eclah, Kindî kanalıyla İkrime'den, o da İbn Abbâs'tan nakleder ki; adamın biri ona gelip bu âyeti sorduğunda İbn Abbâs şöyle demiş: Ahdi çiğnemek veya isyan için elbiseni giyme. Sonra Sakîf kabilesinden Ğeylân İbn Se-leme'nin sözünü işitmedin mi? Bak ne diyor demiş:

Allah'a hamdolsun ki; ben, fâcir elbisesi giymiş değilim.

Ve kimseye sabretmek için de başımı örtmem.

îbn Cüreyc, Atâ kanalıyla İbn Abbâs'tan naklederler ki; o, «Elbise­lerini temiz tut.» kavli hakkında şöyle demiştir: Arapların sözü içinde «elbisenin temiz olması» tâ'biri de vardır. Aynı isnâdla bir başka riva­yette de İbn Abbâs şöyle demiştir: Elbiseni günâhlardan temizle. İbrâ-hîm, Şa'bî, Atâ da böyle demişlerdir. Sevrî de... İbn Abbâs'tan nakleder ki; elbiseni günâhlardan temizle, mânâsını vermiştir. İbrâhîm en-Nehaî de böyle der. Mücâhid ise der ki: Bu âyet; nefsini günâhlardan temizle, anlamınadır. Yoksa giydiğin elbiselerini değil. Yine ondan bir başka rivayette de; iyi ameller yaparak elbiseni temizle, diye anlam verdiği nakledilir. Ebu Rezîn de böyle demiştir. Bir başka rivayette de Ebu Re-zîn der ki: «Elbiselerini temiz tut.» Yani sen, ne kâhinsin, ne büyücü. Binâenaleyh sana söylediklerinden uzak dur. Katâde ise bu âyete; el­biseni günâhlardan temizle, anlamını vermiştir. Araplar Allah'a verdi­ği ahdi yerine getirmeyip dönen kimselere; elbisesini kirletti, derlerdi.

İyi davranışlarda bulunanlara da; elbisesini temizledi, derlerdi. Nitekim şâir (İbn Reca') şöyle der:

Kişi kötülükten namusunu kirletmezse;

Giydiği her elbise güzeldir onun.

Avfî, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, bu âyete şöyle mânâ vermiştir; Giydiğin elbise güzel olmayan bir kazançtan alınmış olmasın. Ve yine günâh üzere elbiseni giyme. Muhammed İbn Şîrîn ise bu âyete; elbise­ni suyla yıka, anlamını vermiştir. İbn Zeyd der ki: Müşrikler temizliğe riâyet etmezlerdi. Bu sebeple Allah Teâlâ peygambere"kendisinin temiz­lenmesini ve elbisesini temiz tutmasını emretmişti, ibn Cerir Taberî bu görüşü tercih eder. Âyet-i kerîme bu rivayetlerin hepsini ihtiva ettiği gibi bütün bunların üzerinde âyetin muhtevasında kalb temizliği de yer almaktadır.

Saîd İbn Cübeyr der ki: «Elbiseni temiz tut.» Kalbini ve niyyetini temizle. Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî ile Hasan el-Basrî de; ahlâkını güzelleştir, diye mânâ vermişlerdir.

o< «Kötü şeylerdense sakın.» Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs'tan nak­leder ki; kötü şeyler anlamına gelen { #-J\ ) kelimesi putlar demek-tir. Binâenaleyh putlardan kaçın, şeklinde mânâ vermiştir. Mücâhid, İkrime, Katâde, Zührî ve İbn Zeyd de bunların putlar olduğunu söyler­ler. İbrâhîm ve Dahhâk «Kötü şeylerdense sakın.» âyetinin günâhları terket, anlamına geldiğini bildirirler. Her iki takdirde de âyette karma­şık bir taraf yoktur. Bu, Allah Teâlâ'nın şu kavilleri gibidir: «Ey pey­gamber; Allah'tan kork ve kâfirlere, münafıklara uyma.» (Ahzâb, 1), «Mûsâ, kardeşi Harun'a dedi ki: Benden sonra kavmim içinde benim ye­rime geç. Islâh et ve fesâdçılarm yoluna uyma.» (A'râf, 142).

«Çok görerek başa kakma.» İbn Abbâs der ki: Hediye verip de on­dan daha fazlasını bekleme, ikrime, Mücâhid, Atâ, Tâvûs, Ebu'l-Ahvas, ibrâhîm en-Nehaî, Dahhâk, Katâde, Süddî ve başkaları da böyle demiş­lerdir. Rivayet edilir ki; İbn Mes'ûd bu âyeti şek­linde okumuştur. Yani çoğalması için başa kakma. Hasan el-Basrî ise der ki: Amelini çok görerek Rabbma minnet etme. Rebî' İbn Enes de böyle der. İbn Cerîr Taberî de bu görüşü tercih eder. Husayf ise Mücâ-hid'in bu âyete şöyle mânâ verdiğini bildirir: Daha çok hayır yapmak için kendini zayıflatma. Ona göre arapların dilinde kelimesi, zayıflama anlamına gelir. İbn Zeyd ise bu âyete şöyle mânâ verir: Pey-'gamberlikle halka minnet etme. Onlardan daha çok dünyalık elde et­mek için başa kakma. Bu dört görüş içerisinde en açık olanı birincisi­dir. Allah en iyisini bilendir.

«Rabbm için sabret.» Onların sana eziyyetlerine karşılık sen Al­lah'ın rızâsını dileyerek sabret. Mücâhid böyle der. İbrâhîm en-Nehaî ise şöyle mânâ verir: Sen, Allah için verdiğin şeylere sabret.

«Sûr'a üflendiğinde; işte o gün, zorlu bir gündür. Kâfirler için hiç de kolay değildir.» İbn Abbâs, Mücâhid, Şa'bî Zeyd İbn Eşlem, Hasan, Katâde, Dahhâk, Rebî' İbn Enes, Süddî ve İbn Zeyd, bu âyetteki kelimesinin sûr -anlamına geldiğini bildirmişlerdir. Mücâhid de bunun boru şeklinde bir şey olduğunu söyler. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc... İbn Abbâs'tan nakletti ki; o: «Sûr'a üflendiğinde» âye­ti hakkında Rasûlullah (s.a.)ın şöyle buyurduğunu bildirmiş: Ben na­sıl sevinebilirim ki sûr'un sahibi boynuzu kapmış ve alnını germiş, ne zaman üfürme emri verileceğini bekliyor. Rasûlullah (s.a.)ın ashabı de­diler ki: O halde ey Allah'ın Rasûlü, sen bize ne emir buyurursun? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. Biz Allah'a tevekkül ettik, deyiniz, imâm Ahmed İbn Hanbel de Esbât kanalıyla İbn Abbâs'tan bu hadîsi rivayet eder. İbn Cerîr Taberî de Ebu Küreyb kanalıyla İbn Abbâs'tan bu ha­dîsi rivayet eder. Bir başka tarîkten rivayeti de Avfî'nin İbn Abbâs'tan naklettiği rivayettir.

«İşte o gün, zorlu bir gündür.» Çok şiddetlidir. «Kâfirler için hiç de kolay değildir.» Onlara hiç mi hiç kolay değildir. Kamer sûresinde buyurulduğu gibi: «Kâfirler: Bu zorlu bir gündür, derler.» (Kamer, 8)* Biz Basra kadısı, Zürâre İbn Evfâ'dan rivayet ettik ki; o, halka sabah namazını kıldırmış ve bu sûreyi okumuş. Nihayet bu kısma gelince bir çığlık atarak ruhunu teslim etmiş. Allah ona rahmet eylesin.[1]

 

11  — Bırak Beni ve yarattıklarımı tek başına.

12  — Kendisine bol bol mal verdiğimi,

13  — Görülen oğullar verdiğimi,

14  — Ve onun için yaydıkça yaydığımı.

15  — Sonra daha da artırmamı umar o.

16  — Hayır; çünkü o, âyetlerimize karşı bir inâdçı ke­sildi.

17  - Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım.

18  — Doğrusu o, düşündü ve ölçüp biçti.

19  — Canı çıkası, nasıl da ölçüp biçti.

20  — Sonra yine canı çıkası nasıl da ölçüp biçti.

21  — Sonra baktı.

22  — Sonra kaşlarını çattı, suratını astı.

23  — Sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı.

24  — Ve dedi ki: Bu, sâdece öğretilegelen bir büyüdür.

25  - Bu, ancak bir insan sözüdür.

26  — Ben, onu Sekar'a yaslayacağım.

27  — Sekar'ın ne olduğunu bilir misin sen?

28  — O, ne geri bırakır, ne de azâbtan vazgeçer.

29  - Deriyi kavurandır.

30  — Onun üzerinde ondokuz vardır.

 

Bol Bol Nimet Verilenler

 

Allah Teâlâ, kendisine dünyada nimetler ihsan ettiği halde o ni­metleri inkâr edip küfürle mukabele eden, Allah'ın âyetlerini inkâr edip O'na iftira atan ve Allah kelâmını beşer kelâmı sayan o habîs kimseyi tehdîd ediyor. Ve bu arada ona verdiği nimetleri bir bir sayıyor: «Bırak Beni ve yarattıklarımı tek başına.» Anasının karnından malsız ve mülk-süz ve çocuksuz olarak tek başına çıkmış olan, sonra Allah Teâlâ'mn kendisine «Bol bol mal verdiği» kimseyi. Pek çok mal verdiği o kişiyi. Denildi ki: Bu çok mal, bin dinardır. Yüz bin dînâr olduğu da söylen­miştir. Ektiği arazî anlamına geldiği de söylenmiştir. Daha başka an­lamlar da verilmiştir. «Görülen oğullar verdiğimi» Mücâhid; gözden uzak olmayan, ticâret için başka yerlere sefer etmeyip yanında hazır bulunan çocuklar, der. Köleleri ve işçileri onların yerine bu işleri yapıp ta kendileri babalarının yanında oturan ve onların çalışmalarını değer­lendirip orada rahat eden evlâd vermiştir. Süddî, Ebu Mâlik, Âsim İbn Ömer İbn Katâde'nin zikrettiklerine göre, bu çocukların sayısı on üç-müş. İbn Abbâs ve Mücâhid ise; on çocuğu vardı, derler. Çocuklarının o kimsenin yanında ikâmet etmesi de Allah'ın ona nimetinin en belîğ ifa­desidir.

«Ve onun için yaydıkça yaydığımı.» Ona mal ve kadınlardan pek çok imkânlar verdiğim kişiyi. «Sonra daha da artırmamı umar o. Hayır; çünkü o, âyetlerimize karşı bir inâdçı kesildi.» Bildikten sonra Allah'ın nimetlerine küfürle mukabele edip girendi. «Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım.» İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Hasan... Ebu Sa-îd el-Hudrî'den nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Yazıklar olsun. Cehenneme kâfirler kırk gün boyu atılır da yine dibine ulaşamaz­lar. Cehennemdeki bir dağın tepesine çıkmak yetmiş sonbaharda müm­kün olur. Sonra ebediyyen oraya atılıp dururlar. Tirmizî de bu hadîsi, Abd İbn Humeyd kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudrîfden nakleder. Sonra da; bu hadîs garîbtir, ancak İbn Ebu Lehîa kanalıyla rivayetini biliyoruz, der. İbn Cerîr Taberî de bu hadîsi Yûnus kanalıyla... Derrâc'dan nakle­der. Ancak bu nakilde garîb ve münker ifâdeler vardır. İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a... Ebu Saîd el-Hudrî'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.): «Onu sarp bir yokuşa sardıracağım.» âyeti hakkında şöyle de­miş: Bu, cehennemde ateşten bir dağdır. Oraya tırmandırılır. Elini koy­duğu zaman erir. Kaldırdığı zaman eski haline döner. Ayağını bastı­ğında erir, kaldırınca eski haline döner. Bu hadîsi Ebu Bekr el-Bezzâr ve İbn Cerîr de Şüreyk kanalıyla... Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet eder-'er. Katâde, İbn Abbâs'tan nakleder ki: Sarp bir yokuş anlamına gelen ( 1ij*w» ) kelimesi, büyük bir kaya demektir. Kâfir onun üzerinden yüzüstü sürülür. Süddî ise bunun cehennemde sarp bir kaya olduğunu, kâfirin onu tırmanmaya zorladığını belirtir. Mücâhid de der ki: Bu azâbtan kaynaklanan bir sıkıntıdır. Katâde ise; rahat edilemeyen bir azâb, anlamım verir. İbn Cerîr Taberî de bu görüşü tercih eder.

«Doğrusu o, düşündü ve ölçüp biçti.» Biz, onu sarp kayayı tırman­maya zorladık ve acıklı azaba yaklaştırdık, çünkü o, îmândan uzaktı. «Doğrusu o, düşündü ve ölçüp biçti.» Kendisine Kur'ân'dan suâl soru­lunca ne diyeceğini düşünüp taşındı. Nasıl bir söz uydurması gerekece­ğini tefekkür etti ve ölçüp biçti.

«Canı çıkası, nasıl da ölçüp biçti. Sonra yine canı çıkası nasıl da ölçüp biçti.» Bu, onun için bedduadır.

«Sonra baktı.» Tekrar baktı ve düşündü. «Sonra kaşlarını çattı, su­ratını astı.» Gözlerinin arasım çekti ve çattı. Ve suratını astı. Nefretle baktı.

(...)

«Sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı.» Haktan yüz çevrildiği gi­bi Kur'ân'a uymaktan vazgeçip büyüklenerek ve «Dedi ki: Bu, sâdece öğretilegelen bir büyüdür.» Bu, Muhammed'in kendinden öncekilerden nakledip anlattığı bir büyüdür. Bunun için devamla «Bu, ancak bir in­san sözüdür.» Allah kelâmı değildir, dedi.

Burada sözkonusu edilen kişi, Manzum kabilesinden olan Muğîre oğlu Velîd'dir. Kureyş'in reislerinden biriydi. Allah'ın la'neti onun üzerine olsun. Onunla ilgili haber, Avfî'nin İbn Abbâs'tan naklettiğine gö­re şöyledir: Velîd İbn Muğîre, Ebu Kuhâfe oğlu Ebubekir'in yanına gel­di ve ona Kur'ân'dan suâl etti. Hz. Ebubekir Kur'ân'la ilgili ona bilgi verince, çıkıp Kureyş'lilerin yanına gitti ve: Ebu Kebşe'nin oğlunun söyledikleri ne garîb şeyler. Allah'a andolsun ki o, ne şiirdir, ne büyü­dür, ne de delilikten doğan bir hezeyandır. Doğrusu onun sözü, Allah kelâmıdır.. Kureyş'Ülerden bir topluluk bunu duyunca toplanarak dedi­ler ki: Allah'a andolsun ki, Velîd dininden dönecek olursa Kureyş'lilerin hepsi de dinlerinden dönerler. Hişâm oğlu Ebu Cehil bunu duyunca de­di ki: Allah'a andolsun ki, onun durumuyla ilgili ben size yeterim. Çı­kıp onun evine gitti ve Velîd'e dedi ki: Görüyor musun kavmin senin için.sadaka toplamış? Velîd dedi ki: Ben mal ve evlâd bakımından on­ların en çoğuna sahip olan değil miyim? Ebu Cehil dedi ki: Söyledikle­rine göre sen Ebu Kuhâfe'nin oğlunun yanma' gitmişsin ki onun ye­meğinden bir parça alasın. Velîd dedi ki: Benim akrabalarım bunu böy­le mi diyorlar? Allah'a andolsun ki; ben, ne Ebu Kuhâfe'nin oğlunun yanına, ne Ömer'in yanına, ne de Ebu Kebşe'nin oğlunun yanına yak­laştım. Onun sözü, öğretilegelen bir büyüden başka bir şey değildir. Bu­nun üzerine Allah Teâlâ Rasûlüne: «Bırak beni ve yarattıklarımı tek ba­şına.» âyetini... «O, ne geri bırakır, ne de azâbtan vazgeçer.» kavline kadar indirdi.

Katâde'nin ifâdesine göre, onun şöyle dediği iddia edilmiştir: Al­lah'a andolsun ki; adamın söylediklerine baktım ve onun şiir olmadığı­nı gördüm. Doğrusu onun, apayrı bir lezzeti ve bambaşka bir çekiciliği var. Doğrusu o, her şeye'üstün geliyor, ona üstün gelen hiç bir şey yok. Onun büyü olduğundan kuşkum yok. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Doğ­rusu o, düşündü ve ölçüp biçti... Sonra kaşlarını çattı, suratını astı.» kavline kadar bu âyet-i celîle'yi inzal buyurdu.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize İbn Abd'ül-A'lâ... İkrime'den nakletti ki; Muğîre oğlu Velîd, Hz. Peygamberin yanma gelmiş ve Rasûlullah ona Kur'ân okumuş, onun da kalbi yumuşar gibi olmuş. Bu durum Hi­şâm oğlu Cehil'e bildirilince ona gelip demiş ki: Amca, kavmin senin için mal toplamak istiyor. O; niçin? deyince,Ebu Cehil; onu sana verecek­ler, çünkü sen Muhammed'e gitmiş ve ondan bir şeyler istemişsin, de­miş. Velîd; Kureyş'liler benim mal bakımından en zengin kişi olduğu­mu bilirler, demiş. Ebu Cehil; Öyleyse onun hakkında öyle bir söz söy­le ki kavmin senin onun söylediğini inkâr ettiğini görsün ve kendisin­den hoşlanmadığını bilsin, demiş. Velîd; onun hakkında ne diyeyim? Al­lah'a andolsun ki, içinizde benden daha iyi şiir bileniniz yoktur. Recezi-ni de, kasidesini de, cinlerin şiirini de benden daha iyi bileniniz yoktur, Allah'a, andolsun ki; onun söylediği söz, bunlardan hiç birine benzemi­yor. Vallahi o, öyle bir söz söylüyor ki; apayrı bir lezzeti var, altındaki her sözü yıkıyor ve hepsinin üstüne çıkıyor, hiç bir söz onun üstüne çı­kamıyor. Ebu Cehil dedi ki: Allah'a andolsun ki; sen onun hakkında bir şey söylemedikçe kavmin senden memnun olmaz. Velîd dedi ki: Be­ni bırak da o konuda düşüneyim. Düşündükten sonra; bu, söylenege­len bir büyüdür, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Bırak beni ve yarat­tıklarımı tek başına...» âyetini indirdi. Katâde der ki: O anasının kar­nından tek başına çıkmıştır. Ve bu âyetleri «Üzerinde ondokuz vardır.» kavline kadar indirdi. Muhammed İbn îshâk ve başkalan da bu şekil­de nakletmişlerdir.

Süddî'nin anlattıklarına göre de; müşrikler Dâr en-Nedve'de top­landıklarında, Mekke dışındaki arapların hac için Mekke'ye elçi gön­dermeden önce Kur'ân hakkında nasıl bir şey söyleyecekleri hususun­da görüş birliğine varmaya çalıştılar. Bir kısmı; o şâirdir, dedi. Başka­lan büyücüdür derken, diğerleri kâhindir ve başkaları da mecnûndur, dediler. Allah Teâlâ'nm buyurduğu gibi: «Bak, sana nasıl misâller veri­yorlar. Bunun için dalâlete düşmüşlerdir. Ve bir daha yol bulamamak­tadırlar.» (İsrâ, 48) Bütün bunlarla birlikte Velîd oğlu Muğîre onun hakkında ne söyleyeceğini düşündü, taşındı, ölçtü, biçti, sonra, baktı, kaşlarını çattı ve suratını asıp: «Bu, sadece öğretilegelen bir büyüdür. Bu, ancak bir insan sözüdür.» dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ da: «Ben, onu Sekar'a yaslayacağım.» buyurdu. Onu her yönden cehenneme dal­dıracağım. Sonra da Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Sekar'm ne olduğunu bilir misin sen?» Bu onun durumunun dehşetengiz ve çok zor olduğu­nu anlatmak içindir. Sekar'ı açıklayarak buyuruyor ki: «O, ne geri bı­rakır, ne de azâbtan vazgeçer.» Onların etlerini damarlarını, sinirlerini ve derilerini yer. Sonra bir başkası verilir ve tekrar aynı azabı görürler. Bu durumda ne öldürülürler, ne de diriltilirler. İbn Büreyde, Ebu Sinan ve başkaları böyle demişlerdir.

«Deriyi kavurandır.» Mücâhid, buradaki kelimesinin de­ri anlamına geldiğini söyler. Ebu Rezîn de bu âyete söyle mânâ verir: Bir solukta deriyi kavurur ve gece karanlığı gibi simsiyah eder. Zeyd İbn Eşlem de; onun üzerinde derileri kavrulur, anlamını vermiştir. Katâ­de deriyi yakar derken, İbn Abbâs insanın derisini yakar, diye mânâ . yermiştir.

«Onun üzerinde ondokuz vardır.» Zebanilerin öncülerinden, yara­tılışları kocaman, ahlâkları çok katı bekçiler vardır. îbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a... Berâ'nm bu âyet konusunda şöyle dediğini naklet­ti: Yahudilerden bir topluluk, Rasûlullah'ın ashabından bir adama ce­hennemin bekçilerini sordu. Adam; Allah ve Rasûlü en iyisini bilendir, dedi. Ve gelip durumu Hz. Peygambere bildirdi. O anda, Allah Teâlâ Ra-sûlüne: «Onun üzerinde ondokuz vardır.» âyetini indirdi. Rasûlullah (s.a.) bu âyeti ashabına haber vererek dedi ki: Onları çağırın da ben

kendilerine yanıma gelirlerse cennetin toprağını sorayım. O, bembeyaz ince undandır. Yahudiler geldiler ve Peygambere cehennemin bekçileri­ni sordular. Rasûlullah (s.a.) iki kere elinin parmağını itti ve ikinci­sinde başparmağını tuttu, sonra: Siz bana cennetin toprağını bildirin, dedi. Onlar da; Ey İbn Selâm, onu bildir, dediler. Abdullah İbn Selâm; o, beyaz un gibidir, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.); ekmek elbet­te ki ince undan olacaktır, dedi. İbn Ebu Hâtim'in Berâ'dan naklet­tiği rivayet böyledir. Ancak bu rivayetin meşhur olan nakli Câbir İbn Abdullah'tandır. Nitekim Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki... Bize Men­den, Câbir İbn Abdullah'ın şöyle dediğini bildirdi: Adamın biri Rasû-

lullah (s.a.)a gelip; .ey Muhammed bugün ashâbm yenildi, dedi. Rasû­lullah (s.a.); ne ile? deyince, o dedi ki: Yahudiler onlara; sizin peygam­beriniz cehennemdeki bekçilerin sayışım size bildirdi mi? diye sordular. Onlar da, peygamberimize sormadan bilemeyiz, dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Bilmedikleri bir şey kendilerine sorulup da, peygamberimi­ze sormadan bilmeyiz, diyen bir topluluk yenilmiş olur mu hiç? Allah'­ın düşmanlarım bana bırakın, onlar, Allah'ı apaçık görmek istemişler­di. Hz. Peygamber, onlara haber gönderip çağırdı. Onlar dediler ki: Ey Ebu'l-Kâsım; cehennemin bekçilerinin sayısı kaçtır? Rasûlullah (s.a.) şöyle dedi ve avucunu kapattı, sonra yine kapattı ve bir parmağını bağ­ladı. Ashabına dedi ki: Eğer size cennetin toprağı sorulacak olursa; bu, ince un gibidir. Yahudiler peygambere cehennemin bekçilerini sorunca, cehennemin bekçilerinin sayışım onlara bildirdi. Rasûlullah (s.a.) on­lara; cennetin toprağı nasıldır? dedi. Onlar birbirlerine baktılar ve ey Ebu'l-KAsım, ekmektir, dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki, ekmek in-ce undandır. Tirmizî de bu rivayeti bu âyetin tefsirinde İbn Ömer ka-

nalıyla... Câbir İbn Abdullah'tan nakleder. O ve Ebu Bekr el-Bezzâr derler ki: Bu rivayeti ancak Câbir hadîsinden biliyoruz. İmâm Ahmed îbn Hanbel de bu rivayeti Ali İbn el-Medînî kanalıyla Süfyân'dan nakle­der, sadece ince undan sözeder.[2]

 

İzahı

 

31 — Cehennem bekçilerini yalnız meleklerden kıldık. Onların sayılarını da ancak küfretmiş olanlar için bir fitne

kıldık. Ki, kendilerine kitâb verilmiş olanlar kesin bilgi sa­hibi olsunlar. îmân edenlerin de îmânları artsın. Kendile­rine kitâb verilmiş olanlar ve mü'minler kuşkuya düşme­sinler. Bir de kalblerinde hastalık bulunanlarla kâfirler: Bununla Allah neyi kasdetmiş? desinler. İşte böylece Al­lah, dilediğini saptırır, dilediğini hidâyete erdirir. Rabbınm ordularını ancak kendisi bilir. Bu, ancak insanlara bir öğüttür.

32  — Hayır, andolsun aya,

33  — Dönüp geldiğinde geceye,

34  - Ağardığında sabaha,

35  — Muhakkak ki o, büyüklerden biridir.

36  — İnsanlar için uyarıcıdır.

37  — İçinizden öne geçmek veya geri kalmak isteyen­ler için.

 

Cehennemin Bekçileri

 

Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Cehennem bekçilerini yalnız melekler­den kildik.» İri gövdeli, haşin tabiatlı kıldık. Bu, Kureyş'li müşriklere reddiyedir. Nitekim cehennemin bekçileri onların yanında zikredilince, Ebu Cehil dedi ki: Ey Kureyş topluluğu, sizden on kişi onlardan bir ki­şiye karşı gelip onları yenemez misiniz? Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Cehennem bekçilerini yalnız meleklerden kıldık.» buyurdu. Onların ya­ratılışları şiddetli ve karşı konulmaz, alt edilemez yaratıklardır. Denilir ki: Kelde İbn Useyd İbn Halef dedi ki: Ey Kureyş topluluğu, siz onlar­dan ikisini alt edin, ben de on yedisini alt edeyim. Böylece kendine güve­nini ifâde ediyordu. Öylesine güçlü bir kişiydi ki anlattıklarına göre o bir sığır derisinin üzerinde durur, on kişi o sığır derisini ayağının altın­dan çekmek için çalışırdı da deri yırtılır ve o, yerinden kımıldamazdı. Süheylî der ki: Rasûlullah'ı kendisiyle güreşmeye çağırmış ve; eğer be­ni yenersen sana inanırım, demişti. Rasûlullah (s.a.) da onu defalarca yenmiş yine de inanmamıştı. İbn İshâk bu güreş haberini Rükâne İbn Abd Yezîd İbn Hâşim İbn Muttalib'e nisbet etmiştir. Ben derim ki': Her ikisinin zikrettikleri arasında bir çelişki yoktur. Allah en iyisini bilendir.

«Onların sayılarını da ancak küfretmiş olanlar için bir fitne kıl­dık.» Onların sayılarının on dokuz olduğunu zikretmemiz, sadece insan­ları deneyip imtihan etmek içindir. «Ki kendilerine kitâb verilmiş olan­lar kesin bilgi sahibi olsunlar.» Bu peygamberin hak olduğunu ve onun kendilerinin yanındaki Allah katından indirilmiş olan semavî kitâbla-ra uygun konuştuğunu kesin olarak Öğrensinler. «îmân edenlerin de îmânlan artsın.» Peygamberleri Muhammed (s.a.)in verdiği haberlerin doğruluğunu görerek îmânlarına îmân eklensin. «Kendilerine kitâb ve­rilmiş olanlar ve mü'minler kuşkuya düşmesinler. Bir de kalblerinde hastalık bulunanlarla kâfirler: Bununla Allah neyi kasdetmiş desinler.» Münafıklar ve kâfirler; burada bunu zikretmenin hikmeti nedir? de­sinler. İşte böylece Allah, dilediğini saptırır, dilediğini hidâyete erdi­rir. Bu ve benzeri ifâdelerle; bir kısım insanların kalblerinde îmân kök salarken, başkalarının da îmânı sarsıntıya uğrar. Erişilmez hikmet ve ezici hüccet Allah'ındır.

«Rabbının ordularını ancak kendisi bilir.» Onların sayılarını ve çokluğunu Allah Teâlâ'dan başka kimse bilemez. Tâ ki herhangi bir kimse onların yalnızca on dokuz tane olduğunu vehmetmesin. Nitekim dalâlet ve cehalet ehli Yunan filozoflarından bir grup böyle demişlerdir. Keza bu âyeti duyup ta onun hükmünü kendi uydurdukları ve doğru­luğunu gösteren bir delil getirmekten âciz bulundukları on akıl ve do­kuz nefis diye te'vîl etmek isteyen bu milletten onlara tâbi olan (fi­lozof) lar gibi. Onlar âyetin baş tarafını anlamışlar, sonunu da inkâr etmişlerdir. Çünkü sonunda Allah Teâlâ: «Rabbının ordularım ancak kendisi bilir.» buyurmuştur.

Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde ve diğer sahîh kitablarda rivayet edilen îsrâ- hadîsinde sabittir ki; Rasûlullah (s.at.). yedinci gökte bulu­nan Beyt el-Ma'mûr'un sıfatı hakkında şöyle demiştir: Oraya her yıl yetmiş bin melek girer ve bulundukları sona erinceye kadar bir daha oraya dönmezler. İmâm Ahmed İbn Hanbel de der ki: Bize Esvefl... Ebu

Zerr'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Ben, sizin gör­mediklerinizi görür, duymadıklarınızı duyanm. Gökyüzü inledikçe in­ledi, inlemeye de hakkı var. Orada dört parmak kadar yer yok ki üzerin­de secde eden bir melek bulunmasın. Eğer benim bildiğimi bilseydiniz; az güler çok ağlardınız, yataklarda kadınlardan zevk almazdınız. Tepelere çıkar Azîz ve Celîl olan Allah'a yalvarırdınız. Ebu Zerr der ki: Allah'a andolsun ki; ben, kendisine dayanılan bir ağaç olmak isterdim. Tirmizî

ve İbn Mâce bu hadîsi İsrail'den naklederler. Tirmizî bunun hasen, garîb olduğunu söyler. Ebu Zerr'den mevkuf olarak rivayet edilir, der. Hafız Ebu'l-Kâsım et-Taberânî der ki: Bize Hayr İbn Araf e... Câbir İbn Ab­dullah'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Yedi kat gök­te bir ayak yeri, bir avuç yer ve bir karış yer yoktur ki, orada ayakta duran veya secdeye varan veya rükû'a giden bir melek bulunmasın. Kı­yamet günü olduğunda hepsi birlikte derler ki: Tesbîh ederiz Seni. Sa­na hakkıyla ibâdet edemedik, ama şu var ki Sana hiç bir şeyi şirk koş­madık. Muhammed İbn Nasr el-Mervezî de namaz bahsinde der ki: Bize Amr İbn Zürâre... Hakîm İbn Hizâm'dan nakletti ki; o, şöyle demiş: Biz, Rasûlullah ve ashâbıyla beraber bulunduğumuz bir sırada Rasûlullah ashabına dedi ki: Siz benim işittiğimi işitir misiniz? Onlar; biz bir şey işitmeyiz, dediler. Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Ben göğün inlediğini duyuyorum, inlediğinden dolayı da kınanacak değildir. Çünkü onda bir karış yer yoktur ki, üzerinde rükû'a gitmiş ve secdeye kapanmış bir melek bulunmasın. Yine Muhammed İbn Nasr el-Mervezî der ki: Bize Muhammed İbn Abdullah... Hz. Âişe (r.a.)den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Dünya göğünde bir ayak koyacak kadar yer yok­tur ki orada secdeye gitmiş veya ayakta duran bir melek bulunmasın. Meleklerin «Bizim her birimizin belirli bir makamı vardır. Ve muhak­kak ki biz; saf bağlayıp duranlarız. Ve muhakkak ki biz; tesbîh edenle­riz.» (Sâffât, 164-166) kavlinin mânâsı işte budur. Bu hadîs de gerçek­ten garîb ve merfû' bir hadîstir. Mahmûd İbn Âdem... Abdullah İbn Mes'ûd'dan aynı hadîsi şu şekilde nakleder: Göklerden öyle bir gök var­dır ki orada bir karış yerde muhakkak ya bir melek yüzü veya ayakta duran bir meleğin iki ayağı vardır. Sonra da: «Ve muhakkak ki biz; saf bağlayıp duranlarız. Ve muhakkak biz; tesbîh edenleriz.» (Sâffât, 165-166) âyetim okumuş. Sonra Mervezî der ki: Bize Ahmed İbn Seyyar... Abdurrahmân İbn *Alâ, babası Sâibe oğullarından 'Alâ İbn Sa'd'dan nakletti ki, —o Mekke'nin fethinde hazır bulunmuş ve daha sonra ya­şamıştı— Rasûlullah (s.a.) bir gün meclisinde oturanlara şöyle demiş: Benim duyduğumu duyuyor musunuz? Onlar; ey Allah'ın Rasûlü ne duyarsın? demişler. Rasûlullah (s.a.) demiş ki: Gökler inledi, inlemeye haklan da var. Doğrusu orda bir ayaklık yer yok ki üzerinde kıyama durmuş veya rükû'a gitmiş veya secdeye kapanmış bir melek bulunma­sın. Melekler derler ki: «Ve muhakkak ki biz; saf bağlayıp duranlarız. Ve muhakkak ki biz; tesbîh edenleriz.» Bu rivayetin isnadı da gerçekten garîbtir. Yine Mervezî der ki: Bize îshâk İbn Muhammed... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; Hz. Ömer (r.a.) mescide geldiğinde namaza durulmuştu. Üç kişi ise bir yerde oturuyordu. Birisi Leys kabilesinden Ebu Cahş idi. Hz. Ömer dedi ki: Kalkın, Rasûlullah ile beraber nama­zınızı kılın. İkisi kalktı. Ebu Cahş ise kalkmak istemedi ve dedi ki: Ben­den iki zira' daha uzun ve daha kuvvetli bir kişi gelip beni yenmedikçe ve yüzümü de toprağa sürmedikçe kalkmam. Ömer dedi ki: Ben onun­la tutuştum, kendisini yıktım, yüzünü toprağa sürdüm, bu sırada Af-fân oğlu Osman gelip beni onun üzerinden kaldırdı. Hz. Ömer kızgın olarak çıkıp Rasûlullah'ın yanına vardı. Hz. Peygamber: Ey Ebu Hafs ne dersin? Hz. Ömer olanları ona haber verdi. Rasûlullah (s.a.) buyur­du ki: Ömer'in rızâsı rahmettir. Allah'a andolsun ki; senin o habisin başım bana getirmeni isterdim. Hz. Ömer kalkıp ona doğru yöneldi ve biraz uzaklaşınca Rasûlullah (s.a.) ona seslenip buyurdu ki: Otur da, sana Azîz ve Celîl olan Rabbımm Ebu Cahş'ın namazına muhtaç olma­dığını bildireyim. Muhakkak ki dünya göğünde Allah'ın emrine boyun eğen melekler vardar ve onlar kıyamet kopuncaya kadar başlarını kal­dırmazlar. Kıyamet kopunca başlarım kaldırıp derler ki: Rabbımız Sa­na gereği gibi ibâdet edemedik. Allah'ın ikinci semâda da secdeye ka­panmış melekleri vardır. Onlar da kıyamet kopuncaya kadar başlannı kaldırmazlar. Kıyamet kopunca başlarım kaldırıp derler ki: Tesbîh eder riz Sana. Sana hakkıyla ibâdet edemedik. Ömer Rasûlullah (s.a.)a dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, onlar ne derler? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Dünya göğünün sakinleri derler ki: Tenzih ederiz mülk ve melekût sa­hibini. İkinci göğün sakinleri derler ki: İzzet ve ceberut sahibini tenzîh ederiz. Üçüncü göğün sakinleri ise derler ki: Ölümsüz diri olanı tenzih ederiz. Ey Ömer, namazında sen de onları söyle. Hz. Ömer (r.a.) dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bana Öğrettiğini ve namazımda söylememi em­rettiğini ne kadar söyleyeyim? Rasûlullah (s.a.); bir kere şunu bir ke­re de şunu söyle, dedi. Söylemesini emrettiği de şu idi: Azabından affm-la Sana sığınırım. Gazabından nzânla Sana sığınırım. Senden yine Sa­na sığınırım. Zâtın yücelerin yücesidir. Bu hadîs gerçekten garîbtir, hattâ çok kötü taraflan vardır. Râvîler arasında yer alan tshâk el-Fe-revî'den Buhârî rivayetler nakletmiştir. İbn Hibbân da onu güvenilir râvîler arasında saymıştır. Ebu Dâvûd, Neseî, Akîlî ve Dârekutnî ise onu zayıf saymışlardır. Ebu Hatim er-Râzî de onun doğru sözlü birisi olduğunu, ancak gözünü yitirdiğini söylemiştir. Kitablarının sahîh ol­duğunu bildirir. Bir keresinde de onun muztarib bir râvî olduğunu söy­ler. Onun şeyhi olan Kudâme oğlu Abdülmelik hakkında da konuşul­muştur. İmâm Muhammed İbn Nasr el-Mervezî, ne garîbtir ki ondan ri­vayet nakletmiş ve aleyhinde bir söz söylemediği gibi halini bilmemiş, bazı râvîlerinin zayıf olduğunu belirtmemiştir. Ancak o, bu rivayeti bir başka yolla ve benzer biçimde Saîd İbn Cübeyr'den nakletmiştir. Keza bir başka yoldan mürsel olarak ona yakın bir ifâdeyi Hasan el-Basrî'den nakletmiştir. Muhammed İbn el-Mervezî demiş ki: Bize Muhammed İbn Abdullah... Abbâd İbn Mansûr'dan nakletti ki; o, Adiyy İbn Ertaa'mn Medâin minberinde bize hutbe okurken, şöyle dediğini işittim: Rasû-lullah'm ashabından bir kişiden duydum ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle bu­yurmuş: Allah Teâlâ'nın öyle melekleri vardır ki; O'nun korkusundan kemikleri titrer. O meleklerden birinin gözünden bir damla yaş düşecek olsa, mutlaka namaz kılan bir meleğin üzerine düşer. Ve yine o melek­lerden bir kısmı Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri secdedir­ler. Başlarını hiç kaldırmamışlardır. Kıyamete kadar da kaldırmaya­caklardır. Ve yine o meleklerden bir kısmı rükû'dadırlar. Başlarını Al­lah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri kaldırmamışlardır. Kıyame­te kadar da kaldırmayacaklardır. Başlarını kaldırdıkları zaman Allah'­ın zâtına bakıp derler ki: Tesbîh ederiz Sana. Gerektiği gibi ibâdet ede­medik. Bu rivayetin isnadında herhangi bir eksiklik yoktur.

«Bu, ancak insanlara bir öğüttür.» Mücâhid ve bir başkası buradaki «bu» havlinden maksad, nitelikleri anlatılan cehennemdir, demişlerdir.

«Hayır, andolsun aya, dönüp geldiğinde geceye.» Tekrar dönüp gel­diğinde. «Ağardığında sabaha» Aydınlandığında. «Muhakkak ki o, bü­yüklerden biridir.» Cehennem büyük şeylerden biridir. İbn Abbâs, Mü­câhid, Çatâde, Dahhâk ve Seleften bir başkası böyle demiştir. «İnsan­lar için uyarıcıdır. İçinizden öne geçmek veya geri kalmak isteyenler için.» İsteyen bu uyarıyı kabul eder, hakka uyar. İsteyen de ondan ge­ri durur ve uyarıyı reddeder.[3]

 

38  — Her nefis, kazandığı ile bağlıdır.

39  — Ancak sağcılar müstesna.

40  — Cennetlerdedirler. Sorarlar,

41  — Suçlulara;

42  — Nedir sizi Sekar'a sürükleyen?

43  ~~ Derler ki: Biz namaz kılanlardan değildik.

44  — Yoksulu doyurmazdık.

45  — Dalanlarla birlikte biz de dalardık.

46  — Ve dîn gününü yalanlardık.

47  ~ Nihayet ölüm bize gelip çattı.

48  — Artık onlara, şefâatçılarm şefaati fayda vermez.

49  — O halde bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviri­yorlar?

50  — Ürkek yaban eşekleri gibi;

51  — Ürkmüş olan, arslandan.

52  — Hayır, onlardan her biri önüne açılıvermiş sahî-feler verilmesini ister.

53  — Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar.

54  — Hayır, muhakkak ki o, bir öğüttür.

55  — Kim isterse ondan öğüt alır.

56  — Allah dilemedikçe öğüt alamazlar. O, takva ehli­dir ve mağfiret ehlidir.

 

Ürkek Yaban Eşekleri Gibi

 

Allah Teâlâ «Her nefis, kazandığı ile bağlıdır.» buyuruyor. Kıyamet günü herkes yaptığı ile bağlıdır. İbn Abbâs ve bir başkası böyle demiş­tir. «Ancak sağcılar müstesna.» Çünkü onlar «Cennetlerdedirler. Suçlu­lara sorarlar.» Onlar odalarmdadırlar, suçlular da aşağılardadırlar. Ve onlara derler ki: «Nedir sizi Sekar'a sürükleyen?» Derler ki: «Biz, na­maz kılanlardan değildik, yoksulu doyurmazdık.» Biz Rabbımıza ibâdet etmemiştik ve kendi cinsimizden olan O'nun yaratıklarına da iyi dav­ranmamıştık. «Dalanlarla birlikte biz de dalardık.» Bilmediğimiz şeyleri söylerdik. Katâde der ki: Kim bir azgınlığa dalarsa, biz de onunla be­raber azgınlığa dalardık. «Ve dîn gününü yalanlardık. Nihayet ölüm bize gelip çattı.» Buradaki yakın kelimesi ölüm demektir. Tıpkı Allah Teâlâ'mn «Ve sana yakın gelinceye kadar Rabbma ibâdet et.» (Hicr, 99) kavli gibi. Rasûlullah (s.a.) da Osman İbn Maz'ûn'u kasdederek; ona Rabbından yakîn geldi, buyurmuştu ki, bu ölüm anlamınadır. «Artık onlara, şefâatçıların şefaati fayda vermez.» Bu niteliklerle nitelenenle­re kıyamet günü hiç bir şefaatçinin şefaati fayda vermez. Çünkü şefaat ancak ona ehil olanlara yarar sağlar. Ama kıyamet günü Allah'a küfre­derek ölenler, şüphesiz ki cehenneme gidecekler ve orada ebedî olarak kalacaklardır.

«O halde bunlara ne oluyor ki Öğütten yüz çeviriyorlar?» Şu kâfir­lere ne oluyor ki, kendilerini çağırıp uyardığın şeylerden uzak durup yüz çeviriyorlar? «Ürkek yaban eşekleri gibi; ürkmüş olan, arslandan.» Onların haktan nefret edip yüz çevirmeleri tıpkı yaban eşeklerinin ken­dilerini kovalayıp avlamak isteyen arslandan ürküp kaçtıkları gibidir. Ebu Hüreyre, İbn Abbâs, Zeyd İbn Eşlem, onun oğlu Abdurrahmân böy­le demişlerdir. Hammâd îbn Seleme... İbn Abbâs'tan nakleder ki; arap-çadaki arslana Habeşçe'de kasvere, Farsça'da Şîr, Nabatça'da Evyâ adı verilir.

«Hayır; onlardan her biri, önüne açılıvermiş sahîfeler verilmesini ister.» Şu müşriklerden her biri, peygambere indirilen kitablar gibi kendilerine de kitablar indirilmesini isterler. Mücâhid ve başkaları böyle demişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ En'âm sûresinde buyurur ki: «Onlara bir âyet geldiği zaman; derler ki: Allah'ın peygamberlerine verilen bi­ze de verilmedikçe asla îmân etmeyiz. Allah; risâletini nereye vereceğini en iyi bilendir.» (En'âm, 124) Katâde'den bir rivayette o, bu âyete şöyle mânâ vermiştir: Kendilerine hiç bir amel yapmadan berât verilmesini isterler.

«Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar.» Onları bozguncu­luğa sevkeden şey, kıyamete inanmamaları ve âhiretin vukuunu yalan­lamalarıdır.

«Hayır, muhakkak ki o, bir öğüttür.» Gerçekten Kur'ân bir öğüt­tür. «Kim isterse ondan öğüt alır. Allah dilemedikçe öğüt alamazlar.» Bu âyet Allah Teâlâ'nın: «Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.» (İn­san, 30) kavli gibidir.

«O, takva ehlidir ve mağfiret ehlidir.» O, kendisinden korkulmaya lâyık olandır ve O kendisine dönülüp tevbe edenlerin günâhını bağışla­maya hak sahibidir. Katâde böyle mânâ vermiştir. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Zeyd İbn Abbâd... Enes İbn Mâlik'ten nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) bu âyeti okuduktan sonra şöyle demiş: Rabbımız bu­yuruyor: Ben korkulmaya en çok lâyık olanım. Binâenaleyh Benimle beraber bir başka ilâh edinilmesin. Kim, Benimle beraber bir ilâh kabul etmekten korkarsa; Benim onu bağışlamama lâyık olur. Bu hadîsi Tir-mizî ve, İbn Mâce de Zeyd İbn Abbâs'dan naklederler. Neseî ise Meâfî İbn İmrân kanalıyla Süheyl İbn Abdullah'tan ve onlar da Zeyd İbn Ab-bâd'dan bu hadîsi rivayet ederler. Tirmizî bu hadîsin hasen ve garîb oj-duğunu bildirir. Râvîler arasında yer alan Süheyl'in de sağlam bir râvî olmadığını ifâde eder. İbn Ebu Hatim bu hadîsi babası kanalıyla... Sü­heyl'den nakleder. Ebu Ya'lâ, Ebu Bekr el-Bezzâr, Beğavî ve başkaları da bu hadîsi Süheyl kanalıyla Zeyd İbn Hattâb'dan bu şekilde rivayet ederler.[4]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8175-8179

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8180-8184

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8186-8190

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8191-8192

Free Web Hosting