İNSÂN SÛRESİ2

İnsan Nasıl İnsan Oldu?. 2

İzahı3

Kâfur Dolu Kâseler3

Gümüş Kupalar ve Billur Kâseler4

Kur'ân'ı İndiren Biziz Biz. 6


İNSÂN SÛRESİ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

1  — İnsanın üzerinden, dehrden bir zaman geçmiştir ki o, henüz anılmaya değer bir şey bile değildi.

2  — Doğrusu Biz, insanı katışık bir damla sudan yarat-mışızdır.   Onu deneriz. Bu sebeble   onu işitici ve  görücü yaptık.

3  — Gerçekten   Biz, ona yolu gösterdik.   Buna kimisi şükreder, kimisi de küfür.

 

İnsan Nasıl İnsan Oldu?

 

Allah Teâlâ; anılmaya değer hiç bir şey değil iken, küçük ve zayii bir varlık olduğu halde insana varlık ihsan ettiğini haber vererek bu­yuruyor ki: «İnsanın üzerinden, dehr'den bir zaman geçmiştir ki o, he­nüz anılmaya değer bir şey bile değildi.» Ve ardından da bunun sebebi­ni açıklayarak diyor ki: «Doğrusu Biz, insanı katışık bir damla sudan yaratmışızdır.» Karışık, katışık ve iç içe girmiş, bir kısmı bir kısmına karışmış sudan. İbn Abbâs: «Katışık bir damla sudan» kavli ile erkeğin ve kadının suyunun birleşip karışması kasdedilmiştir, der. Bilâhare bu su tavırdan tavıra, hâlden hâle, renkten renge geçer. İkrime, Mücâhid, Hasan ve Rebî' İbn Enes te kelimesinin, erkeğin suyunun kadının suyu ile karışması anlamına geldiğini bildirirler.

«Onu deneriz.» İmtihan ederiz. Tıpkı Allah Teâlâ'nm: «Hanginizin daha iyi amel işlediğini denemek için.» (Mülk, 2) kavli gibi. «Bu sebeple onu işitici ve görücü yaptık.» İsyan ve itaat etmesine imkân sağlayan göz ve kulak verdik.

«Gerçekten Biz, ona yolu gösterdik.» Açıkladık, izah ettik ve gözüy­le görmesini sağladık. Bu âyet, Allah Teâlâ'nm şu kavli gibidir: «Se-mûd'a gelince; onlara hidâyeti göstermiştik, ama onlar körlüğü hidâ­yete tercih ettiler.» (Fussilet, 17) ve yine şu kavli gibidir: «Ve Biz, ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi?» (Beled, 10) Hem hayır, hem de şer yolunu. İkrime, Atıyye, Abdurrahmân îbn Zeyd, Mücâhid ve Cum-hûr'un görüşü de böyledir. Mücâhid, Ebu Salih, Dahhâk ve Süddî'nin ise: «Gerçekten Biz, ona yolu gösterdik.» kavlinin rahimden dışarı çık­masının yolunu demek olduğunu bildirdikleri rivayet edilir. Bu, garîb bir sözdür. Meşhur ve sahîh olan ise birincisidir.

«Buna kimisi şükreder, kimisi de küfür.» Bu bölüm: «Ona yolu gösterdik.» kavlindeki harfinden hâl olmak üzere mansûbtur. İfâdenin takdiri de şöyle olur: Bu takdirde o, ya mutlu ya da mutsuz olacaktır. Nitekim Müslim'in rivayet ettiği hadîste Ebu Mâlik el-Eş'arî der İd: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: İnsanların hepsi sabahleyin kalkıp kendini satar. Ya kaçırır veya âzâd eder. Daha önce Rûm sûre­sinde Câbir İbn Abdullah'tan nakledilen bir rivayette Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğu bildirilmişti: Her doğan fıtrat üzere doğar. Nihayet dili, ifâde gücüne kavuşur. Dili ifâde gücüne kavuşunca; ya şükreden olur veya küfreden.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Âmir... Ebu Hüreyre'-den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Evinden çıkan her­kes kapısından iki sancakla çıkar. Bir sancak meleğin elindedir, bir san­cak da şeytânın elindedir. Allah'ın sevdiği bir şey için çıkacak olursa, melek onu sancağıyla izler ve evine dönünceye kadar devamlı meleğin sancağı altında bulunur. Allah'ı kızdıracak bir şekilde çıkarsa; şeytân onu sancağıyla izler. O, evine dönünceye kadar şeytânın sancağı altın­da bulunur.

İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Abdürrezzâk... Câbir İbn Abdullah'tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) Kâ'b İbn Ucre'ye şöyle de­miş: Allah, seni beyinsizlerin emirliğinden korusun. Kâ'b İbn Ucre; be­yinsizlerin emirliği de nedir? deyince, Rasûlullah (s.a.) buyurmuş ki: Benden sonra başa geçecek emirlerdir ki, benim doğru yolumda gitmez­ler ve sünnetime uymazlar. Kim yalanlarında onlan doğrular, zulümle­rinde onlara yardım ederse; onlar benden değildirler, ben de onlardan değilim. Onlar benim havuzuma gönderilmezler. Kim de onların yalan­larını tasdik etmez ve zulümlerinde onlara yardımcı olmazsa işte onlar, bendendirler, ben de onlardanım. Ve onlar benim havuzuma gönderile­ceklerdir. Ey Ucre oğlu Kâ'b; oruç bir kalkandır, sadaka hatâları sön­dürür, namaz ise yaklaşmadır. —veya burhandır, demiştir— Ey Ucre oğlu Kâ'b; haramdan meydana gelmiş bir et cennete giremez. O ateşe daha lâyıktır. Ey Kâ'b; insanlar iki şekilde sabahlarlar: Ya kendilerini satarlar veya âzâd ederler. Kendini satanlar helak olanlardır. Bu hadîsi Affân da... Câbir îbn Abdullah'tan nakleder.

 

İzahı

 

4  — Gerçekten Biz; kâfirler için zincirler, demir halka­lar ve alevlendirilmiş bir ateş hazırladık.

5  — Şüphesiz iyiler, kâfur katılmış dolu bir kâseden içerler.

6 — Bu, yalnız Allah'ın kullarının taşıra taşıra içebile­ceği bir pınardır.

7  — Onlar, adağı yerine getirirler. Ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar.

8  — Onlar; yoksula, yetime ve esîre seve seve yemek ye-dirirler.

9  — Biz, sizi ancak Allah rızâsı için doyuruyoruz. Siz^ den bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.

10  — Doğrusu Biz,  suratları  astırdıkça astıracak bir günde Rabbımızdan korkarız.

11  — Allah da onları, o günün şerrinden korumuştur. Ve onlara bir güzellik, bir sevinç vermiştir.

12  — Sabretmelerine karşılık, onları cennet ve ipekle mükafatlandırmıştır.

 

Kâfur Dolu Kâseler

 

"Allah Teâlâ kâfirler için hazırladığı zincirler, demir halkalar ve alevli ateşlerden bahsediyor. Ve daha önce de buyurduğu gibi: «Hani boyunlarında demir halkalar ve zincirler ile sürüklenirler, kaynar su­ya. Sonra da ateşte yakılırlar.» (Ğâfir, 71-72) gibi. Allah Teâlâ, bu eş-kiyâ güruhuna hazırladığı yakıcı cehennem ateşini sözkonusu ettikten sonra: «Şüphesiz iyiler, kâfur katılmış dolu bir kâseden içerler.» buyu­ruyor. Kâfurun, serinletme ve güzel koku verme özelliğinin bulunduğu bilinir. Buna ayrıca cennetteki lezzeti de eklenmelidir. Hasan der ki: Kâfurun serinliği, zencefilin güzelliğindedir. Bu sebeple Allah Teâlâ: «Bu, yalnız Allah'ın kullarının taşıra taşıra içebileceği bir pınardır.» buyuruyor. Yani şu iyilere sunulmuş olan kâfurdan kâseler, Allah'ın kendine yakın olan kullarının içecekleri pınardandır. Onlar hiç katıksız bu sudan içerler ve onunla kanarlar. Bazıları dediler ki: Bu içecek, kâ­fur gibi güzeldir. Bazıları da; kâfurdan bir pınardır, dediler. Diğer bir kısmı ise kelimesinin kelimesi ile mansûb olması­nın caiz olacağım söylediler. İbn Cerîr Taberî bu üç görüşü zikreder.

«Taşıra taşıra içebileceği» O pınarda diledikleri gibi hareket edip diledikleri şekilde tasarruf sahibi olurlar. Evlerine, köşklerine, meclis­lerine ve mahallelerine onu götürürler. kelimesi, kaynat­mak anlamınadır. Nitekim Allah Teâlâ İsra süresinde şöyle buyurur: «Dediler ki: Sen, bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız.» (îsrâ, 90) Kehf sûresinde ise şöyle buyurmaktadır: «İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.» (Kehf, 33) Mücâhid ise: «Taşıra taşıra içebileceği» kavlinin, istedikleri yere götürebilecekleri, an­lamına geldiğini bildirir. İkrime ve Katâde de böyle derler. Sevrî ise, onu diledikleri yere hareket ettirebilirler, anlamını vermiştir.

«Onlar, adağı yerine getirirler. Ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar.» Şeriatın aslında kendilerine vâcib kıldığı emirleri yaparak kulluk ederler. Ve adak adayarak kendi kendilerine vâcib kıldıkları şey­leri de yerine getirirler. İmâm Mâlik der ki: Talha îbn Abd'ül-Melik... Hz. Âişe (r.a.)den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş:

Kim Allah'a itaat etmek üzere adak adarsa ona uysun. Kim de Al­lah'a isyan etjmek üzere adak adarsa Allah'a isyan etmesin. Buhârîde bu hadîsi Mâlik'ten nakleder. Ve onlar, kıyamet günündeki kötü hesâb-tan korkarak Allah'ın yasakladığı haramları terk ederler. O gün ki şer­ri yaygındır. Allah'ın merhamet ettiklerinin dışında herkesi kapsar. İbn Abbâs kelimesine, yaygın anlamını verir. Katâde de der ki: Allah'a andolsun ki; o günün şerri uçuşarak gökleri ve yeri doldurmuş­tur.

(...)

«Onlar; yoksula, yetîme ve esîre seve seve yemek yedirirler.» «Se­ve seve» kavline; Allah'ı severek, diye mânâ verilmiştir ve âyetin zahiri buradaki zamîre delâlet ettiği için lafza-i celâle irca etmişlerdir. Ama açık olan, zamirin yemeğe gitmesidir. Yani onlar, sevdikleri ve arzula­dıkları halde yemeği yedirirler. Mücâhid ve Mukâtil böyle der. İbn Ce-rîr Taberî de bu görüşü tercih eder. Tıpkı Allah Teâlâ'nm şu kavilleri gibi: «Malını seve seve verir.» (Bakara, 177) ve «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, asla birr'e erişemezsiniz.»  (Âl-i İmrân, 92) Beyhakî,

teynaki

ınöme;

A'meş kanalıyla Nâfi'den nakleder ki; o, şöyle demiş: Abdullah tbn Ömer hastalandı ve canı üzüm istedi. Henüz üzümün ilk çıktığı zamandı. Karı­sı Safiyye'yi gönderip bir salkımı bir dirheme üzüm satın aldırdı. Gönde­rilen kadını, bir dilenci izledi. O, üzümü eve getirince dilenci; Allah rı-zâsı için, dedi, Abdullah ibn Ömer; bunu ona verin, dedi de onu dilen­ciye verdiler. Sonra bir dirhem daha gönderip bir salkım daha satın al-dırdı. Gideni bir dilenci izledi. O, eve girince dilenci; Allah nzâsı için, dedi. Abdullah İbn Ömer; bunu ona verin, dedi de onu dilenciye verdi­ler. Safivve dilenciye adam gönderip dedi ki: Allah'a andolsun ki, bir daha gelecek olursan biz ondan hiç bir nasîb elde edemeyiz. Sonra bir dirhem daha gönderdi ve bir salkım daha aldırdı.

Şahın bir hadîste buyurulur ki: Sadakanın en değerlisi senin sağ­lıklı, istekli, zenginliği bekler ve fakirlikten korkar halde vermiş oldu-ğun sadakadır. Yani malı sever, mala tutkun ve ona muhtaç iken vermiş glfluftun sadakadır. Bu sebeple Allah Teâlâ: «Onlar; yoksula, ye-tîme ve esîre seve seve yemek yedirirler.» buyuruyor. Yetîm ve miskinin nitelikleri daha önce (Bakara, 83; Nisa, 36) geçti. Esîre gelince; Saîd İbn Cübeyr, Hasan ve Dahhâk «esîr» kelimesi ile kıble ehli kasdedildiğini söylerler. İbn Abbâs ise der ki: O gün, müslümanların aldıkları esirler müşriklerdi. Buna delil olarak da Rasûlullah (s.a.)ın Bedir savaşında esirlere ikram etmeyi emir buyurmasını gösterir. Ashâb yemekte, ken­dilerinden Önce esirleri doyururlardı. Saîd İbn Cübeyr, Atâ, Hasan ve Katâde'de böyle demişlerdir. Rasûlullah (s.a.) birçok hadiste, esîr ye kölelere iyi davranmayı emretmiştir.__Hattâ en son vasiyyeti; namazı ye sağ elinizin sâhirj olduğu cariyelerinize .Üyl-davranriranızı) tavsiye ederim, şeklinde olmuştur. İkrime ise buradaki esirlerin, köleler demek olduğunu söyler. İbn Cerîr Taberî de âyetin müslüman ve müşrikleri kapsaması nedeniyle, bu görüşü tercih eder. Mücâhid de buradaki esir­lerin mahkûmlar olduğunu söyler. Onlar istedikleri ve arzuladıkları bu yemekleri o mahkûmlara yedirirler ve hâl diliyle de: «Biz, sizi ancak Al­lah rızâsı için doyuruyoruz.» derler. Maksadımız, Allah'ın sevabını ve rızâsını elde etmektir. «Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.» Buna karşılık sizden bize vereceğiniz bir-mükâfat beklemediğimiz gibi, halkın yanında bize teşekkür etmenizi de istemiyoruz. Mücâhid ve Saîd İbn Cübeyr ise derler ki: Allah'a andolsun ki; onlar dilleriyle böyle de­memişler, ancak Allah onların kalbinden geçenleri bilmiş ve herkesi bu­na teşvik etmek için onları bu tarzda övmüştür.

«Doğrusu biz,' suratları astırdıkça astıracak bir günde Rabbımız-dan korkarız.» Doğrusu biz, Allah'ın bize merhamet edip lutfuyla mukabele ederek, suratları astırdıkça astıracak günde bizi kurtarması için böyle yapıyoruz. Ali İbn Ebu Talha nakleder ki; İbn Abbâs bu âyet­teki kelimesine sıkıntılı ve kelimesine de uzun anlamını vermiştir. İkrime ve başkaları da bu ifâdeyi şöyle açıklamış­lardır: Kâfir, o gün çok sıkıntıya düşer ve rahatsız olur. Öyle ki gözle­rinin önünden katran gibi ter akar. Mücâhid ise kelimesinin dudakları kasılmış, kelimesinin de yüzün asılarak çekil­mesi anlamına geldiğini bildirir. Saîd İbn Cübeyr ve Katâde derler ki: O günde yüzler dehşetten asılır, alınla göz arası görülen bu korkudan dolayı kasılır. îbn Zeyd kelimesinin şer, kelimeşinin şiddetli anlamına geldiğini söyler. Bu ifâdelerin en açık, en tatlı, en üstün ve en uzun olanı İbn Abbâs merhumun sözüdür. İbn Ce-rîr Taberî der ki:  kelimesi şiddetli anlamına gelir.

(...)

«Allah da onları, o günün şerrinden korumuştur. Ve onlara bir gü­zellik, bir sevinç vermiştir.» Burada belîğâne bir tecânüs san'atı var­dır. Şöyle ki; «Allah da onları, o günün şerrinden korumuştur.» Kendi­sinden korkanları o gün emniyyete erdirmiştir. «Ve onlara bir güzellik (yüzlerine bir güzellik) bir sevinç (kalblerine bir sevinç) vermiştir.» Hasan el-Basrî, Katâde, Ebu'l-Âliye, Rebî' İbn Enes böyle mânâ vermiş­lerdir. Bu ifâde Allah Teâlâ'nın şu kavli gibidir: «O gün birtakım yüz­ler aydınlıktır, gülmekte ve sevinmektedir.» (Abese, 38-39) Çünkü gö­nül sevinçle dolunca, yüz aydınlanır ve parlar. Kâ'b İbn Mâlik'in nak­lettiği uzun hadîste denir ki: Rasûlullah (s.a.) sevinince yüzü parlardı, hattâ bir ay parçası gibi olurdu. Hz. Âişe (r.a.) de der ki: Rasülullah (s.a.) yanıma sevinçli olarak girdi. Yüzünün çizgileri parîFparıl paF-lıyordu.

" «Sabretmelerine karşılık, onları cennet ve ipekle mükafatlandır­mıştır.» Onların sabretmeleri nedeniyle kendilerine geniş mekân, rahat hayat ve güzel elbise vererek mükafatlandırmıştır. Hafız İbn Asâkîr, Hi-şâm İbn Süleyman ed-Dârânî'nin hâl tercümesinde nakleder ki; Ebu Süleyman ed-Dârânî bu sûreyi okumuş ve «Sabretmelerine karşılık, on­ları cennet ve ipekle mükafatlandırmıştır.» âyetine gelince, dünyadaki şehvetleri terketmek için sabrettiklerinden dolayı, demiş, sonra şu şiiri okumuştur:

«Niceleri şehvet ve esaretle öldürülür,

Güzellik dışı iştihâlara yuh olsun.

İnsanın arzulan onu zillete götürür,

Ve uzun belâlarla yüz yüze getirir.»[1]

 

13  - Orada tahtlara yaslanırlar, ne yakıcı sıcak ne de dondurucu soğuk görmezler.

14  — Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış ve meyveleri de aşağı eğdirilmiştir.

15  — Çevrelerinde gümüş kupalar ve billur kâseler do­laştırılır.

16  — Billurları gümüş gibi parlaktır. Mikdârını onlar takdir etmiştir.

17  — Orada karışımı zencefil olan bir kadehten de içirilirler.

18  — Orada bir pınardır ki, Selsebîl adı verilir.

19  — Çevrelerinde ölümsüz gençler dolaşır ki, onları

gördüğünde saçılmış bir inci sanırsın.

20  — Nereye  baksan;   orada bir nimet   ve büyük bir mülk görürsün.

21  - Üzerlerinde ince, yeşil ipekli ve parlak atlastan elbiseler  vardır.   Gümüşten bileziklerle  süslenmişlerdir. Rabları onlara tertemiz bir içecek içirmiştir.

22  — İşte bu, sizin işlediklerinize karşılık oldu. Sa'ymiz meşkûr olmuştur.

 

Gümüş Kupalar ve Billur Kâseler

 

Allah Teâlâ, cennet ehlinden ve onlara verilen nimetlerden, geniş lutuflardan haber vererek buyuruyor ki: «Orada tahtlara yaslanırlar.» Daha önce Sâffât sûresinde bu ifâde üzerinde söz edilmişti. Yaslanma­nın uzanmak, dirsek dayamak, bağdaş kurmak, yahut da rahat otur­mak anlamlarına geleceği konusundaki farklı görüşler belirtilmişti. kelimesi tahtlar anlamına gelir.

«Orada ne yakıcı sıcak ne de dondurucu soğuk görmezler.» Cennet­te ne rahatsız edici bir sıcak, ne de eziyyet verici bir soğuk vardır. Sü­rekli ve ebediyyen aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ora­dan çıkıp döndürülmek istemezler.

«Meyve ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkmış ve meyveleri de aşağı eğdirilmiştir.» Dallan ağaca yaklaştırılmış ve meyveleri de aşağı sarkıtılmıştır. Sanki o bir başka âyette belirtildiği gibi emre boyun eğip itaat eden insanlar gibidir: «İki cennetin meyvelerini de kolayca toplarlar.» (Rahman, 54) ve «Yüksek bir cennette, ki meyveleri sarkmıştır.» (Hakka, 22-23) Mücâhid der ki: «Ve meyveleri de aşağı eğdirilmiştir.» ifâdesi, kişi ayağa kalkınca kendi boyunca yükselir. Oturunca elini uza­tıp alacak kadar sarkar. Yatıp uzanınca onu yattığı yerden elini uza­tarak koparacağı yerden aşağıya doğru eğdirilir. İşte Allah Teâlâ'nın «Aşağı eğdirilmiştir.» kavlinin anlamı budur. Katâde der ki: Ne uzak­lık, ne de diken onlann elinin meyvelere uzanmasını engellemez. Mü­câhid der ki: Cennetin arazîsi yapraktan, toprağı miskten, ağaçlarının kökü altın ve gümüştendir. Dalları ise yag inciden, zebercedden ve ya­kuttandır. Yapraklarıyla meyveleri de bunların arasındadır. O meyve­leri, kim ayakta durarak yerse kendisini rahatsız etmez. Kim de otura­rak yerse, kendisini rahatsız etmez. Kim de yatarak yerse yine rahatsız olmaz.

«Çevrelerinde gümüş kupalar ve billur kâseler dolaştırılır.» Hizmet­çiler gümüşten kaplarda şarâb kupaları taşıyarak onların çevrelerinde dönüp dolaşırlar. Kupaların ne kulpu vardır ne de ağzı.

«Billurları gümüş gibi parlaktır. Mikdârını onlar takdir etmiştir.» Ayetteki birinci kelimesi kelimesinin haberi ile mansûbtur. Yani gümüş gibi parlaktır, anlamınadır. İkincisi ise ya bedel veya temyiz olarak mansûbtur. İbn Abbâs, Mücâhid, Hasan el-Basrî ve bir başkası derler ki: Gümüşün beyazlığı cam parlaklığında-dır. Kupalar ancak camdan olur. Burada ise gümüşten kupa denmek­tedir ki bu, dışından içi görünecek şeffaflıktadır ve dünyada eşi ve ben­zeri bulunmaz. İbn Mübarek... Abdullah İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Cennette bulunan her şeyin benzeri size dünyada veril­miştir ancak «gümüş kupalar» müstesnadır.

«Mikdârını onlar takdir etmiştir.» İçecekleri mikdârı onlar takdir etmiştir, ne fazla ne de az olur. Sahibinin içme isteğine göre hazırlanıp takdir edilmiştir. İbn Abbâs, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Katâde, İbn Ebzâ, Abdullah İbn Ubeyd, Şa'bî ve İbn Zeyd'in görüşü bu anlamdadır. ibn Cerîr ve bir başkası da aynı görüşü tekrarlamışlardır. İhtimam, şe­ref ve ikram bakımından bu görüş daha belîğânedir. Avfî, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, «Mikdânnı onlar takdir etmiştir.» kavline; yetinme mik-dârını onlar ta'yîn etmişlerdir, diye anlam vermiştir. Rebî' İbn Enes de böyle der. Dahhâk ise; hizmetçilerin avuçlarının aldığı mikdârda, diye mânâ verir ki, bu da birinci görüşe aykırı düşmez. Çünkü bu içecekler istek ve ölçüye göre takdir edilmişlerdir.

«Orada karışımı zencefil olan bir kadehten de içirilirler.» Orada iyilere bu kupalarla karışımı zencefil olan içki içirilir. Bazan şarâb kâfur ile karıştırılır ki kâfur soğuktur. Bazan da zencefil ile karıştırılır ki bu da sıcaktır. Böylece mu'tedil bir içki elde edilir. Bu kişilere kimi zaman ondan kimi zaman bundan karıştırılarak içecek verilir. Katâde ve bir başkasının da söylediği gibi, mukarrebûn her ikisinden sade olarak içer­ler. Nitekim daha önce «Bu yalnız Allah'ın kullarının taşıra taşıra içe­bileceği bir pınardır.» kavlinde bu husus zikredilmişti. Devamla Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Orada bir pınardır ki. Selsebîl adı verilir.» Yani zencefil orada Selsebîl adı verilen bir pınardır. İkrime ke­limesinin, cennette bir pınarın adı olduğunu söyler. Mücâhid de bu pı­nara Selsebîl adının verilmesinin; akışının düzgün ve seyrinin ahenkli olmasından dolayı olduğunu bildirir. Katâde ise; suyu ma'lûm düzgün akan bir pınar olduğunu söyler. İbn Cerîr Taberî bazılarından nakleder ki, boğazdan rahat geçtiği için bu pınara «Selsebîl» adı verilmiştir. İbn Cerîr Taberî'nin tercih ettiği bu görüş yukandakilerin hepsini içerir.

«Çevrelerinde ölümsüz gençler dolaşır ki, onları gördüğünde saçıl­mış bir inci sanırsın.» Cennet ehline hizmet için cennetli delikanlılar çevrelerinde dolaşırlar. Onlar sürekli aynı hâl üzre devam eder, hiç de­ğişikliğe uğramaz, yaşlanmaz, hep genç olarak kalırlar. Bazıları ise kelimesini; kulaklarında küpeleri vardır, diye tefsir et­mişlerdir. Bu, mânâdan anlaşılan bir ifâdedir. Küçük çocuklar için uy­gun düşerse de büyükler için uygun düşmez.

«Onlan gördüğünde, saçılmış bir inci sanırsın.» Onların efendileri­nin ihtiyâçlarını gidermek için dağılışlarına baktığında, sayılarım ve yüzlerinin güzelliklerini, elbiselerinin ve süslerinin değişik ve göz alıcı renklerini gördüğünde saçılmış bir inci sanırsın. Bundan daha güzel bir teşbih olmaz. Güzel bir yer için, saçılmış inci görünümünden daha gü­zel bir teşbih yoktur. Katâde, Ebu Eyyûb kanalıyla Abdullah İbn Amr'-dan nakleder ki; o, şöyle demiştir: Cennet ehlinden herkesin etrafında bin hizmetçi vardır. Her hizmetçi arkadaşının yaptığı işleri yapar.

«Nereye baksan.» Ya Muhammed, cennette nereye bakarsan; ora­daki nimetlere, genişliğe, yüceliğe, sevinç ve berraklığa baktığın zaman; «orada bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.» Allah'ın oradaki gözalıcı saltanatını ve ulu mülkünü görürsün. Sahîh bir hadîste sabit olur ki; Allah Teâlâ cehennemden en son çıkanla cennete en son girene der ki: Sana dünya ve onun kadar on misli vardır. Daha önce (Kıyamet, 23) Süheyl İbn Fâhite kanalıyla Abdullah İbn Ömer'in naklettiği hadîsi zikretmiştik. Bu hadîste RasûluUah (s.a.) şöyle buyuruyordu: Cennet ehlinin en aşağı derecede olanının makamı; mülküne iki bin yıllık me­safeden bakıp en yakınını gördüğü gibi en uzağını da gören kimsenin makamıdır. Cennette bulunanların en aşağı derecede olanına Allah'ın ihsanı böyle olunca, makamı en yüce ve Allah indindeki şerefi en yük­sek olanın durumu ne olacaktır?

Burada Taberânî, gerçekten garîb bir hadîs zikretmiştir. Şöyle ki: Bize Ali İbn Abdülazîz... Abdullah İbn Ömer'den nakletti ki; o, şöyle de­miş: Habeş'lilerden bir adam RasûluUah (s.a.) a geldi. RasûluUah (s.a.) ona; sor ve anlamaya çalış, dedi. Adam dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, siz şekil, renk ve nübüvvetle bize üstün kılındınız. Eğer senin inandığına inanır, senin yaptığını yaparsam ben de seninle birlikte cennette ola­cak mıyım? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Evet, nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; cennetteki arazînin aklığı bin yıl mesa­feden görülür. Sonra Rasûlullah (s.a.) şöyle devam etti: Kim «Lâ İlahe İllallah» derse bu arazînin onun olacağına dâir Allah katında ahid var­dır. Kim «Sübhânallah ve bihamdihi» derse; ona yüz yirmi dört bin iyilik yazılır. Adam dedi ki: Bundan sonra biz nasıl helak oluruz ey Allah'ın Rasûlü? Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Kişi kıyamet gününde öyle amellerle gelir ki, bu ameller bir dağın üzerine konmuş olsaydı dağ onu çekemezdi. Ama nimetler veya Allah'ın nimetleri onun karşısına konur ve hepsini tüketecek kadar azaltır. Allah'ın rahmetine daldırdığı kimseler müstesnadır. Bunun üzerine bu sûre başından itibaren «Orada bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.» kavline kadar indi. Habeş'li de­di ki: Senin cennette iki gözünün gördüğünü benim gözüm de görecek mi? Rasûlullah (s.a.); evet, dedi. Adam ruhunu teslim edinceye kadar ağladı. Abdullah İbn Ömer der ki: Ben, Rasûlullah (s.a.)in onu eliyle kabrine yatırdığını gördüm.

«Üzerlerinde ince, yeşil ipekli ve parlak atlastan elbiseler vardır.» Cennet ehlinin oradaki giyecekleri ipektir. Bir kısmı yeşil ipeklidir ki bu kaliteli bir ipek türüdür. Gömlek ve benzeri giyecekleri bundandır. Bir kısmı da parlak atlastandır. En üste giyilen bu atlas, parıl parıl parlar ve göze çarpar. Giyimler de bilindiği gibi bu gömleğin üstüne gelir. «Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir.» Bu, iyilerin sıfatıdır. Mu-karrebûn'a gelince; onların sıfatı Hacc sûresinde şöyle belirtilmiştir: «Orada altun bilezikler ve inciler takınırlar. Ve oradaki elbiseleri ipek­tendir.»  (Hacc, 23)

Allah Teâlâ cennet ehlinin dış süslerinin ipek ve atlastan olduğunu belirttikten sonra, «Rablan onlara tertemiz bir içecek içirmiştir.» bu­yuruyor. Onların içlerini kıskançlık, kin, hile ve diğer rahatsız edici kö­tü huylardan temizlemiştir. Nitekim Ebu Tâlib oğlu Ali'den daha önce naklettiğimiz bir rivayette o, şöyle der: Cennet ehli cennetin kapısına geldiklerinde, orada iki çeşme görürler. Sanki kendilerine ilham edilmiş gibi birinden su içerler. Ve hemen Allah Teâlâ onların içlerindeki rahat­sız edici şeyleri giderir. Diğerinden de yıkanırlar. Böylece üzerlerine ni­metin parlaklığı ve sevinci sirayet eder.

«İşte bu, sizin işlediklerinize karşılık oldu. Sa'yiniz meşkûr olmuş­tur.» Onlara ikram ve ihsan edilerek böyle denilir. Tıpkı diğer âyetler­de buyurulduğu gibi: «Geçmiş günlerde peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yeyin, için.» (Hakka, 24) ve «Yapmakta olduklarınızdan dola­yı mirasçısı kılındığınız cennet, işte budur, diye seslenilir.» (A'râf, 43).

«Sa'yiniz meşkûr olmuştur.» Allah sizin az bir çabanıza karşılık pek çok ikramda bulunmuştur.[2]

 

23  — Muhakkak ki Kur'ân'ı sana indiren Biziz Biz.

24  — Öyleyse Rabbının hükmüne sabret ve onlardan hiç bir günahkâra veya inkarcıya itaat etme.

25  — Sabah akşam Rabbının adını zikret.

26  ~ Geceleyin O'na secde et. Ve geceleri uzun uzun O'nu tesbîh et.

27  — Doğrusu bunlar, çabucak geçeni severler de, o çetin günü arkalarına bırakırlar.

28  — Biz yarattık onları ve mafsallarını da Biz pekiş­tirdik. Dilersek onları, benzerleri ile değiştiriveririz.

29  — Şüphesiz ki bu, bir öğüttür. Dileyen Rabbına bir yol tutar.

30  — Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz. Muhakkak ki Allah; Alîm, Hakîm olandır.

31  — Dilediğini rahmetine girdirir. Zâlimlere, işte on­lara; elem verici bir azâb hazırlamıştır.

 

Kur'ân'ı İndiren Biziz Biz

 

Allah Teâlâ Rasûlüne indirdiği yüce Kur'ân'la ona verdiği nimet ve İhsanı zikrettikten sonra, buyuruyor ki: «Öyleyse Rabbının hükmü­ne sabret.» Sana Kur'ân'ı indirmekle nasıl ikramda bulundu isem, onun hüküm ve takdirine de sabret. Ve bil ki; o, en güzel tedbîri ile seni yönetip idare edecektir. «Ve onlardan hiç bir günahkâra veya inkarcıya itaat etme.» Eğer seni, sana indirilen gerçekten geri döndürmeye çalı­şırlarsa; kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Sen, yalnızca Rabbmdan sana indirileni tebliğ et, Allah'a tevekkül et. Çünkü seni insanlardan koruyacak olan Allah'tır, Günahkâr, fiillerinde kötülüklere dalmış olan fâsık kimsedir. İnkarcı ise kalbiyle küfreden kişidir.

«Sabah, akşam Rabbının adını zikret.» Günün başından sonuna ka­dar.

«Geceleyin O'na secde et. Ve geceleri uzun uzun O'nu tesbîh et.» Bu, Allah Teâlâ'nm şu kavli gibidir: «Geceleyin yalnız sana mahsûs olmak üzere, teheccüd namazı kıl. Umulur ki, Rabbm seni, öğülmüş bir makama gönderi verir.» (İsrâ, 79) Ve yine «Ey örtüsüne bürünen; ge­cenin birazı müstesna kalk. Yarısında veya ondan biraz eksilt, yahut biraz artır ve Kur'ân'ı yavaş yavaş oku.» (Müzzemmil, 1-4).

Müteakiben Allah Teâlâ dünya sevgisi ve dünyaya ikbâl edip ona kapılanıp âhiret diyarını arkalarına atanları ve benzeri kâfirleri kına­yarak buyuruyor ki: «Doğrusu bunlar, çabucak geçeni severler de, o çe­tin günü arkalanna bırakırlar.» Kıyamet gününü. «Biz yarattık onları ve mafsallarını da. Biz pekiştirdik.» İbn Abbâs, Mücâhid ve bir başkası, mafsallarını anlamını verdiğimiz kelimesine, yaratılışları an­lamını vermişlerdir. «Dilersek onları, benzerleri ile değiştiriveririz.» Di­lersek onları kıyamet günü yeniden diriltir, yeni bir yaratılışla yaratır ve benzerleriyle değiştiririz. Bu ifâde ilk doğuşa ve tekrar dönüşe delil niteliğindedir. İbn Zeyd ve İbn Cerîr Taberî: «Dilersek onları, benzer­leri ile değiştiriveririz.» kavline şöyle mânâ vermişlerdir: Dilersek on­lardan başka bir kavim getiririz. Tıpkı Allah Teâlâ'nın şu kavillerinde olduğu gibi: «Dilerse sizi yok edip yeni bir halk getirir. Ve bu, Allah için hiç de güç değildir.» (İbrâhîm, 19-20), «Ey insanlar, o dilerse sizi götürür de yerinize başkalarım getirir. Allah buna kadirdir.» (Nisa, 133)

«Şüphesiz ki bu (sûre), bir öğüttür. Dileyen Rabbına bir yol tu­tar.» Gidilecek bir yol. Dileyen, Kur'ân'ın hidâyetine ve yoluna uyar. Tıpkı Allah Teâlâ'nın şu kavlinde buyurduğu gibi: «Ne olurdu sanki; onlar Allah'a, âhiret gününe inanmış ve Allah'ın verdiği rızıklardan ri­yasızca infâk etmiş olsalardı. Allah, onları çok iyi bilendir.»

«Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.» Hiç bir kimse kendini doğ­ru yola seykedemez, îmâna girdiremez ve kendisi için bir fayda elde edemez. Ancak Allah dilerse olur. «Muhakkak ki Allah; Alîm, Hakîm olandır.» Kimin hidâyeti hak ettiğini bilir ve ona hidâyeti kolaylaştı­rır, sebeplerini hazırlar. Kimin de azgınlığı hak ettiğini bilir, onu hidâ­yetten yüz çevirtir. Erişilmez hikmet ve ezici hüccet O'nundur. Bu se­beple: «Muhakkak ki Allah; Alîm, Hakîm olandır.» buyuruyor.

«Dilediğini rahmetine girdirir. Zâlimlere, işte onlara; elem verici bir azâb hazırlamıştır.» Dilediğini hidâyete götürür, dilediğini sapıtır. Hidâyete götürdüğünü sapıtacak, sapıttığını da hidâyete götürecek hiç bir kimse yoktur.[3]

 



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8215-8218

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8219-8223

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 14/8223-8225

Free Web Hosting