FECR SÛRESİ2


FECR SÛRESİ

(Mekke'de nazil olmuştur.)

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla

1 — Andolsun fecre,

2 — Ve on geceye,

3  — Hem çifte, hem teke.

4  — Gelip geçeceği demde geceye,

5 — Akıl sahibi için bunların her biri birer yemine değ­mez mi?

6  — Görmez misin, Rabbm nasıl yaptı Âd'a?

7  — Sütunlar sahibi İrem'e?

8  - Ki o, şehirlerde bir benzen yaratılmayandı.

9  — Dağ yamacında kayaları oyan Semûd kavmine?

10 — Kazıklar sahibi Firavun'a,

11 — Ki bunlar, memleketlerde azgınlık etmişlerdi.

12  — Ve fesadı çoğaltmışlardı.

13 — Bu sebeple   Rabbın onları, azâb   kırbacından ge­çirdi.

14 — Doğrusu Rabbın hep gözetlemekteydi.

 

Fecr, bilinen fecirdir. Yani sabahtır. Ali, İbn Abbâs, Mücâhid, İle­rime ve Süddî böyle derler. Mesrûk, Mücâhid ve Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî'den nakledilir ki; burada Fecr ile kasdedilen; özellikle kurbân bayramı gününün fecridir ki bu on gecenin sonuncusudur. Ve yine de­nildi ki: Fecirden maksad, o anda kılınan namazdır. Nitekim İkrime böyle der. Ve yine denildi ki; fecirden maksad, bütünüyle gündüzdür. Bu, İbn Abbâs'ın rivayetidir.

«Ve on geceye.» On geceden maksad, Zilhicce'nin on gecesidir. İbn Abbâs, Zübeyr, Mücâhid, Selef ve haleften pekçok kişi böyle demiştir. Buhârî'nin Sahihinde İbn Abbâs'tan merfû' olarak nakledilir ki:

Allah katında amellerin bu on günden daha sevimli olduğu bir gün yoktur. Yani Zilhicce'nin on gününü kasdediyordu. Orada bulunanlar; Allah yolunda cihâd da mı? dediler. Rasûlullah (s.a.); Allah yolunda ci-hâdda, dedi. Ancak bir kişi malı ve canıyla tehlikeyle karşılaşıp bunlar­dan hiçbirisiyle dönmezse müstesnadır.

Denildi ki; bu on geceden maksad, Muharrem'in ilk on günüdür. Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî bunu naklederse de herhangi bir kimseye isnâd etmez. Ebu Kedine... İbn Abbâs'tan nakleder ki; «on gece»den maksad, Ramazân'm ilk on gecesidir. Ancak sahîh olan birinci görüş­tür. Nitekim Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Zeyd îbn Habbâb... Câbir'-den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: On gece Ramazân bayramının on gecesidir. Tek, Arefe günüdür, çift ise bayram günüdür. Neseî de bu hadîsi Muhammed ibn Râfi' ve Abede ibn Abdullah kana­lıyla Zeyd İbn Habbâb'dan rivayet eder. İbn Cerîr Taberî ve İbn Ebu Hatim de bu hadîsi Zeyd İbn Habbâb'dan nakleder. Bu isnadın râvîleri arasında zararlı birisi yoktur. Ancak bana göre metnin peygambere çı­karılmasında münkerlik vardır. Allah en iyisini bilendir.

«Hem çifte, hem teke.» Yukarıdaki hadîste tekin Arefe günü oldu­ğu zikredilmişti. Çünkü o, dokuzuncu gündür. Çiftin ise Kurbân Bay­ramı olduğu belirtilmişti çünkü o, onuncu gündür. İbn Abbâs, İkrime ve Dahhâk böyle demişlerdir. İkinci bir görüş olarak İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Vâsıl İbn Saîd'den nakletti ki ;o, şöyle demiş: Ben Atâ'ya «Hem çifte, hem teke.» âyetini sordum da; namaz olarak kıldı­ğımız şu vitir mi kasdediliyor? dedim. O; hayır, çift Arefe günüdür, tek ise Ramazân Bayramı gecesidir.

Üçüncü bir görüş olarak İbn Ebu Hatim der ki: Bize Muhammed İbn A'meş... Ebu Saîd İbn Avf'tan nakletti ki; o, Mekke'de Abdullah İbn Zübeyr'in halka hutbe okuduğunu ve hutbe esnasında bir adamın kal­kıp; ey mü'minlerin emîri,,bana çift ve tekten haber ver? dediğini, onun da çift, Allah Teâlâ'nm: «Kim iki günde acele ederse; ona günâh yok­tur.» kavlinde kasdedilendir. Tek ise «Kim de geri kalırsa, ona günâh yoktur.» (Bakara, 203) kavlinde kasdedilendir dediğini anlattı. İbn Cü-reyc der ki: Bana Muhammed İbn Mürtefi' Abdullah İbn Zübeyr'in şöy­le dediğini işittiğini haber verdi: Çift, Teşrik günlerinin ortası, tek de Teşrik günlerinin sonudur. Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Ebu Hü-reyre'den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Doğrusu Allah Teâlâ'nın doksan dokuz adı vardır. Yüzden bir eksik. Kim bun­ları sayarsa, cennete girer. Allah tektir, teki sever.

Dördüncü bir görüş olarak Hasan el-Basrî ve Zeyd İbn Eşlem der­ler ki: Mahlûkâtın tümü çift ve tektir. Binâenaleyh Allah Teâlâ burada yaratıklarına and içmektedir. Mücâhid'den de bu rivayet nakledilmiş­tir. Ancak meşhur olanı birinci görüştür. Avfî, İbn Abbâs'tan nakleder ki: «Çift ve tek» den maksad şudur: Allah tektir, siz çiftsiniz. Çift sa­bah namazı, tek de akşam namazıdır, diyenler de olmuştur.

Beşinci bir görüş olarak İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd... Mücâ­hid'den nakletti ki: Çift bildiğimiz çifttir, tek ise Azîz ve Celîl olan Al­lah'tır. Ebu Abdullah da Mücâhid'den nakleder ki; tek Allahtır, çift ise onun erkek ve dişi olarak yarattığı mahlûkâtıdır. İbn Ebu Necîh de Mücâhid'den nakleder ki: Allah'ın yarattığı her şey, gök ve yer, deniz ve kara, cin ve insan, güneş ve ay ve daha buna benzer bütün yaratık­lar çifttir. Bu ifadesiyle Mücâhid, Allah Teâlâ'nm: «Ve her şeyden çift çift yarattık, ki ibret alasınız.» (Zâriyât, 49) kavlinde kasdedilen mânâ­ya doğru yönelmiştir. Yani maksad, çiftleri yaratanın tek olduğunu bil-menizdir.

Altıncı bir görüş olarak Katâde, Hasan'dan nakleder ki; burada kasdedilen şey çifti ve teki ile sayıdır.

Yedinci bir görüş olarak îbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr'den İbn Cü-reyc kanalıyla nakledilen rivayettir. [1] Sonra İbn Cerîr Taberi şöyle der: Rasûlullah (s.a.)tan nakledilen bir haber de bizim zikrettiğimiz bu görüşü te'yîd eder. Nitekim Ebu Zübeyr der ki: Bize Abdullah İbn Ebu Ziyâd... Câbir'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Çift; iki gündür, tek ise üçüncü gündür. Bu haber aynen bu lafızla vâ-rid olmuş ve bu ifâde daha önce geçen Ahmed İbn Hanbel, Neseî, İbn Ebu Hatim ve bizzat İbn Cerîr Taberî'nin kendi rivayetine aykırıdır. Allah en iyisini bilendir.

Ebu'l-Âliye, Rebî' İbn Enes ve başkaları da bununla namazın kas-dedildiğini söylerler. Namazın bir kısmı, iki ve dört rek'atlı namazlarda olduğu gibi çift, bir kısmı da akşam namazında olduğu gibi tektir. Bu, gündüzün tek namazıdır (vitri) gecenin sonunda kılınan teheccüddeki (vitir) tek namaz da böyledir. Abdürrezzâk... îmrân İbn Husayn'dan nakleder ki; buradaki çift ve tekten maksad, iki ve üç rek'atlı olan na­mazlardır. Bu rivayet kopuk ve mevkuftur. Rivayetin lafzı farz na­mazlara hâstır. Muttasıl ve merfû' olarak Rasûlullah'a yükseltilen bir rivayet daha vardır ki bunun ifâdesi umûmîdir. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Ebu Dâvûd et-,Tayâlisî... İmrân İbn Husayn'dan nakletti ki; ona Basra'lı bir ihtiyar İmrân İbn Husayn'dan şöyle naklet­miş: Rasûlullah (s.a.)a çift ve tek sorulduğunda Rasûlullah (s.a.); bu, namazdır. Bazıst çift bazısı tek rek'atlıdır, demiştir. Bu ifâde Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'inde bu şekilde vârid olmuştur. Keza İbn Cerîr Ta-berî... Bündâr kanalıyla İmrân İbn Husayn'dan bunu nakleder. Ayrıca Ebu îsâ et-Tirmizî, Amr İbn Ali kanalıyla... İmrân İbn Husayn'dan bu hadîsi nakleder sonra da şöyle der: Bu hadîs garîbtir, yalnızca Katâde'-nin rivayetinden biliyoruz. Hâlid İbn Kays da aynı hadîsi Katâde'den rivayet eder. İmrân İbn Sâm'ın bizzat İmrân İbn Husayn'dan rivayet ettiği bir nakil de vardır. Allah en iyisini bilendir.

Ben derim ki: Bu hadîsi îbn Ebu Hatim... İmrân İbn Husayn'dan da bir başka tarîkle nakletmiştir. Ben onun tefsirinde bu rivayet silsi­lesini gördüm ve Basra'n ihtiyarın İmrân İbn Hisâm olduğunu kay­dettiğini, okudum. İbn Cerîr Taberî de aynı şekilde... İmrân İbn Hu-sayn'dan nakleder ki; çift ve tek konusunda Rasûlullah (s.a.) şöyle demiştir: Bu, namazdır. Ondan kimisi çift, kimisi tektir. İbn Cerîr Ta­berî adı verilmeyen şeyhi anmadan bırakmıştır. Onu anan yalnız Bas-ra'h Ebu İmâre İmrân İbn İsâm ed-Dab'î'dir. Bu Dübey'a oğullarının mescidinin imamıydı ve Ebu Cemre Nasr İbn İmrân ed-Dab'î'nin oğlu­dur. Ondan Katâde oğlu Ebu Cemre, Müsennâ İbn Saîd, Ebu Teyyâh Yezîd rivayet nakletmişlerdir. İbn Hibbân, güvenilir râvîler bahsinde onun adını anmıştır. Halîfe İbn Hayyât, Basra'lı tabiîn arasında onun ismini zikretmiş, Haccâc îbn Yûsuf'un nezdinde değerli ve sözü dinle­nir bir kişi olduğunu bildirmiştir. İbn el-Eş'as ile beraber Haccâc'a kar­şı çıktığı için zaviye günü hicrî 83 yılında Haccâc'ın onu öldürdüğünü bildirir. Ondan Tirmizî bu biricik hadîsten başkasını nakletmemiştir. Bana göre bu hadîsin İmrân İbn Husayn'da mevkuf olması daha uy­gundur. Allah en iyisini bilendir. İbn Cerîr Taberî, çift ve tek konu­sunda bu sözlerden herhangi birisinin kesinliğini belirtmemiştir.

«Gelip geçeceği demde geceye.» Avfî, İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, geçtiği zaman geceye, diye mânâ vermiştir. Abdullah İbn Zübeyr ise birbiri arkası sıra gittiği zaman geceye, diye mânâ vermiştir. Mücâhid, Ebu'l-Aliye, Katâde, Mâlik de Zeyd İbn Eşlem ve İbn Zeyd'den nakleder ki; onlar kelimesine, yürüdüğü zaman anlamını vermiş­lerdir. Bunun İbn Abbâs'tan nakledilen «gittiği demde» anlamına ham-ledilmesi mümkün olduğu gibi, yürüdüğü veya geldiği zaman anlamına hamledilmesi de mümkündür. Bu ifâdenin daha uygun olduğu da söy­lenmiştir. Zîrâ bu, fecrin karşılığında yer almaktadır. Fecr ise gündü­zün gelip gecenin gitmesidir. Eğer «Gelip geçeceği demde geceye» kavli gelme anlamına alınırsa, gecenin gelip gündüzün gitmesine kasem olur. Aksi ise Tekvîr sûresinde olduğu gibi «Kararmaya başlayan geceye, ağar­maya başlayan sabaha.». (Tekvîr, 17-18) kavli gibi olur. Nitekim Dah-hâk da böyle demiş ve «Dönüp geçeceği demde geceye.» kavline akıp gittiği zaman, mânâsını vermiştir. İkrime de der ki: «Gelip geçeceği demde geceye.» Yani birleşen geceye. İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim de bu rivayeti naklederler. Sonra İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ahmed İbn İsâm, Abdullah İbn Amr'dan nakletti ki; o, Muhammed îbn Kâ'b el-Kurazîv-nin bu âyete şöyle mânâ verdiğini işittim, demiştir: Ey geçip giden, geç ve ancak toplanma şeklinde ortaya çık.

«Akıl sahibi için bunların her biri birer yemine değmez mi?» Akıl, fikir ve delil sâhibleri için. Akıl kelimesine ( j»w ) ismi de verilir, zîrâ o, insanın kendisine yakışmayan fiil ve davranışlarda bulunmak­tan ahkoyar. Kâ'be'de Hicr adı verilen yere de bu kelime kullanılır. Çünkü o, tavaf edenleri Şâm tarafındaki duvara ilişmekten alıkoyar. Ye-mâme tarafmdakine de Hicr el-Yemâme denir. Hâkim birinin elinden tasarruf yetkisini aldığı zaman da; hâkim falancaya hacr hükmü ver­di, denir. Furkân sûresinde de: «Melekler; Size iyi haber yasaktır, ya­sak derler» (Furkân, 22) buyurulmaktadır. Bunların hepsi de aynı ka­bilden ifâdelerdir. Ve anlamları da birbirine yakındır. Bu yeminler, ibâ­det vakitlerine ve bizzat namaz gibi, hacc gibi Allah'tan korkan, O'na itaat eden, takva sahibi mütevâzi ve hep Allah rızâsı için huşûa dalan kulları Allah'a yaklaştıran diğer ibâdetlere kasemdir. Allah Teâlâ bun­ların, kulluklarını ve itâatlarını zikrettikten sonra şöyle buyuruyor: «Görmez misin, Rabbın nasıl yaptı Âd'a?» Âd kavmi isyankâr, azgın ve zorba bir topluluktu. Allah'a itaatin dışına çıkan, peygamberleri yalan­layan, kitablan inkâr eden bir kavimdi. Allah Teâlâ onları nasıl helak edip yok ettiğini hatırlatıyor ve bunu ibret dolu ve dilden dile dolaşan bir efsâne kıldığını bildiriyor. Ve diyor ki: «Görmez misin, Rabbın nasıl yaptı Âd'a?»

«O sütunlar sahibi İrem'e.» Bunlar ilk Âd kavmidir. Âd'ın çocukları Nuh'un oğlu, Sâm'ın oğlu, Avs'ın oğlu, İrem'in oğlu Âd'ın çocuklarıdır. İbn İshâk böyle der. Allah'ın kendilerine Hûcl peygamberi elçi olarak gönderdiği topluluk bunlardır. Onlar Hûd peygamberi yalanlamış» em­rine karşı gelmişlerdi. Allah Teâlâ da buna Hûd (a.s.)u hem de bera­berinde ona inananları kurtarmış, sonra Âd kavmini sarsıcı azgın bir rüzgârla helak etmişti. Tıpkı Hakka sûresinde buyurduğu gibi: «Onların, kökünü kesmek için, üzerlerine yedi gece sekiz gün rüzgârı estirdi. Hal­kın, yerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi yere yıkıldığını görür­dün. Şimdi onlardan geri kalan bir şey görüyor musun?» (Hakka, 7-8) Allah Teâlâ Âd kavminin kıssasını Kur'ân-ı Kerîm'de birçok yerde zik­retmiştir ki onların akıbetinden mü'minler ibret alsınlar.

«O sütunlar sahibi İrem'e.» Bu, atf-ı beyân olup Âd kavmini daha fazla tanıtma amacına yöneliktir. Allah Teâlâ'nm «Sütunlar sahibi» kavline gelince; onlar sağlam sütunlarla yükseltilen evlerde ve konak­larda oturdukları için ve kendi zamanlarındaki insanların yaratılış ba­kımından en güçlü ve sindirme bakımından en kuvvetlisi olmalarından dolayı bu nitelikle nitelendirilmişlerdir. Bu sebeple Nûh (a.s.) onlara sahib oldukları bu nimeti hatırlatıp bu nimetleri kendilerini yaratan Rabblarına itaat yolunda kullanmalarını öğütlemiş ve şöyle buyurmuş­tur: «Düşünün ki; O, sizi Nûh kavminden sonra halîfeler yaptı. Yara­tılış i'tibârıyla onlardan fazla boy bos verdi. Hem Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki; felaha erdirilesiniz.» (A'râf, 69) Fussilet sûresinde ise şöy­le buyurmaktadır: «Âd'a gelince; yeryüzünde haksız yere büyüklük tas­lamış; bizden daha kuvvetli kim var? demişlerdi. Onlar, kendüerini ya­ratan Allah'ın daha kuvvetli olduğunu görmüyorlar mıydı? Onlar âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.» (Fussilet, 15) Burada ise şöyle bu­yuruyor:

«Ki o, şehirlerde bir benzeri yaratılmayandı.» Ad kavmi ülkelerinde bir benzeri yaratılmamış olan bir kavimdi. Güçlü, kuvvetli, azametli bir topluluktu.

Mücâhid der ki: İrem, eski bir millettir. İlk Ad kavmidir. Nitekim Katâde İbn Duâme ve Süddî de İrem'in, Ad kavminin yaşadığı memle­ketteki bir topluluk olduğunu söylemişlerdir. Bu söz güzel, sağlam ve kuvvetlidir. Mücâhid, Katâde ve Kelbî de «Sütunlar sahibi» kavline, sü­tün halkı idiler, ayakta dikilmezlerdi, şeklinde mânâ vermiştir. Avfî de İbn Abbâs'tan nakleder ki; onlara «sütunlar sahibi)) denmesinin sebe­bi, uzun boylu olmalarıdır. İbn Cerîr Taberî de*birinci görüşü tercih et­miş ve ikinciyi reddetmiştir ki bu tercihinde, isabet vardır,

«Ki o, şehirlerde bir benzeri yaratılmayandı.» İbn Zeyd, «Bir ben­zeri» kavlindeki zamiri sütunlara döndürerek yüksekliklerinden dolayı o sütûnlann benzeri yaratılmamıştı, şeklinde mânâ verir ve der ki: Be-nû U'mûd Ahkâfta yaşamışlardı ve onların benzerleri ülkelerde hiç ya­ratılmamıştı. Katâde ve İbn Zeyd ise zamiri İrem kabilesine gönderirler ve derler ki: O kabilenin benzeri şehirlerde yaratılmamıştır ve zaman­larında yoktu. Bu görüş, daha doğrudur. îbn Zeyd'in görüşü ile onun izinden gidenlerin görüşü ise zayıftır. Çünkü eğer sütunlar sözkonusu edilseydi, âyet-i kerîme onun benzeri şehirlerde yapılmamıştı der ve onun şehirlerde bir benzeri yaratılmayandı demezdi.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam... Mikdân'dan nakletti ki; Ra-sûlulah (s.a.) bir gün, sütün sahibi İrem'den bahsederek şöyle demiş: Onlardan bir kişi bir kayanın yanına gelir onu alıp bir mahallenin üze­rine atar ve hepsini mahvederdi. Sonra İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali İbn Hüseyn... Sehl İbn Zeyd'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Ben bir ki-tabta —Nerede okuduğunun ismini de vermişti— şöyle okudum: Ben Âd oğlu Şeddâd'ım. Sütunları diken benim. Kolumla bir kişinin göre­bileceği yere uzananım. ± Ben, yedi arşın boyunda bir hazîne kazanım. Muhammed ümmetinden başkası o hazîneyi çıkaramaz.

Ben derim ki: Her halükârda, ister sütunlar yaptıkları binalara âit olsun, ister çöldeki çadırlarının sütunları olsun, ister savaştıkları silâh­lar olsun, ister boylarının uzunluğu olsun; Âd kavmi bir kabiledir ve milletlerden bir millettir. Kur'ân-ı Kerîm'de birçok yerde zikredilmiş­lerdir ve burada olduğu gibi Sömûd kavmiyle beraber sözkonusu edil­mişlerdir. Allah en iyisini bilendir.

«Sütunlar sahibi İrem'e» kavli ile kasdedilen şehrin Şâm —Saîd İbn Müseyyeb ve İkrime'nin bildirdiği gibi— veya İskenderiyeye —Kâ'b el-Kurazî'nin bildirdiği gibi— veya başka bir yerdeki bir şehir olduğunu söyleyenlere gelince; bunun üzerinde durulması gerekir. Zîrâ bu tak­dirde: «Görmez misin, Rabbın nasıl yaptı Âd'a? Sütunlar sahibi İrem'e.» kavli ile mânâ nasıl uyuşacaktır? Eğer bu ifâde bedel veya açıklayıcı atıf kabul edilirse, sözün ahengini sağlamak mümkün değildir. Kaldı ki asıl maksad Âd adı verilen bir kabilenin helak edildiğini bildirmektir. Allah'ın geri çevrilmez intikamının onlara nasıl gelip çattığını haber vermektir. Yoksa bir şehir veya bir iklimden sözedilmesi asıl maksadı teşkil etmez.

Benim buraya dikkat çekmemin sebebi; müfessirlerden birçoğunun bu âyetin tefsirinde bahsettikleri «Sütunlar sahibi İrem» denilen bir şehirle ilgili sözlere aldanılmamasını sağlamaktır. Buna göre; o şehir, altın ve gümüşten kerpiçlerle kurulu imiş. Köşkleri, evleri ve bahçeleri altın ve gümüştenmiş. Çakılları inci ve fnücevherdenmiş. Toprakları miskten imiş. Irmakları akar, meyveleri düşer, evlerinde hiç bir komşu bulunmazmış. Sûrları ve kapıları, çağıran ve cevâb veren bulunmadan açılırmış. Sonra bu şehrin değişik yerlerde bulunduğu zikredilir^ bazan Şam'da, bazan Yemen'de, bazan Irak'ta, bazan da daha başka yerlerde olduğu anlatılır. Doğrusu bütün bunlar, isrâîl hurâfelerindendir ve ya-hûdîlerin zındıklarının koyduğu uydurmalardır. Maksadları câhil in­sanların kafasını çelip kendilerini bu konuda doğrulamalarını sağla­maktır.

Sa'İebî ve başkaları naklederler ki: Bedevilerden bir kişi —Abdul­lah İbn Kılâbe— Muâviye zamanında kaybolan'develerini aramak üzere gitmiş. Develerini ararken yolunu yitirmiş ve birden büyük bir şehirle karşılaşmış. Sûrlar ve kapılar bulunan bir şehir görmüş. Oraya girmiş ve içinde bizim zikrettiğimiz şekilde altından kentin özelliklerine yakın bir özellikte şehir bulmuş. Dönüp halka haber vermiş ve halk onun söy­lediği yere geldiğinde hiç bir şeyi görememişier.

îbn Ebu Hatim, «Sütunlar sahibi İrem» ile alâkalı olarak burada çok uygun bir kıssa zikretmektedir. Ancak bu hikâyenin isnadı sahîh değildir. Eğer o bedevinin isnadı sahîh bile olsa bunun uydurma plması veya o kişinin bir nevi hayâl ve hevese kapılmış olması ve böyle bir şeh­rin gerçekten var olduğuna inanmış olması, hakîkatta ise bunların mev-cûd olmayışı imkân dahilindedir. Bu da onun doğru olmadığının kesin delilidir. Bu bedevinin ifâdesi uydurma birtakım hevesler peşinde koşan câhil halktan birçok kişinin varlığından bahsettikleri yeraltındaki altın ve gümüş hazîneleri, çeşitli mücevherler, inci, yâkût ve büyük iksîr ha­zîneleri gibi bir şey olmalıdır. Bunların iddiasına göre, bu hazînelere ulaşılmasını önleyen ve alınmasını engelleyen bazı engeller vardır. Bu kimseler (hazîne avcıları) zayıf, beyinsiz zenginlerin mallarını hîle ile alıp boş yere yemekte ve buhurlar gibi, ma'cûnlar gibi lüzumsuz heze­yanlara harcamaktadırlar. Sonra da onlarla alay etmektedirler. Kesin

olan şudur ki: Gerek câhiliyet döneminde, gerekse İslâmî dönemde yer­altında pekçok hazîneler bulunmaktadır. Bu hazînelerden bir şey elde eden, onları alabilir. Hazîne avcılarının iddia ettikleri şekildeki şeylere gelince, bunlar yalan, iftira ve bühtandır. Onların söyledikleri sözü doğ­rulayan ellerinde hiç bir belge yoktur. Sadece kendilerinin anlattıkları veya onlara anlatanların naklettikleri sözlerden başka bir şeye dayan­mazlar. Yüce Allah ise doğruya hidâyet edendir.

tbn Cerîr Taberî'nin; «İrem» ifâdesi ile bir kabilenin veya o kabile­nin oturduğu bir şehrin kasdedilmesi muhtemeldir, bu sebeple kelime munsarif olmamıştır, sözüne gelince; bunun üzerinde durulması gere­kir. Zîrâ âyetteki ifâdenin asıl amacı bu kabileden haber vermektir. Ve hemen ardından da şöyle buyurmaktadır:

«Onun yamacında kayaları oyan Semûd kavmine.» Vadideki kaya­ları oyan o kavme. îbn Abbâs der ki: Kayaları yarıp oyuyorlardı. Mü-câhid, Katâde, Dahhâk ve İbn Zeyd böyle derler. Bu kelimeden alınma olarak arapçada ( j^Ji jhtf- ) ifâdesi kullanılır. Elbise için oyulma ta'bîri açılma anlamınadir. Nitekim cep demek olan ( ^-^»Jl ) kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Ve Allah Teâlâ Şu'arâ sûresinde şöyle buyurmaktadır: «Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız?» (Şu'arâ, 149).

(...)

İbn tshâk der ki: Bunlar Bedevi araplardır, yurdları Vâdî'l-Kurâ'da idi. Biz Âd kavminin kıssasını A'râf sûresinde uzun uzadıya zikrettiği­miz için burada tekrarına gerek görmüyoruz.

«Kazıklar sahibi Firavun'a.» Avfî,.İbn Abbâs'tan nakleder ki; ka­zıklar kelimesinden maksad, onun idaresini ayakta tutan ordulardır. Denilir ki: Firavun, askerlerini ellerinden ve ayaklarından demirden ka­zıklara bağlardı. Mücâhid de böyle der. Firavun halkı kazıklara bağlar­dı. Saîd İbn Cübeyr, Hasan ve Süddı böyle derler. Ayrıca Süddî der ki: Firavun bir kişinin her bir ayağım bir kazığa bağlar sonra da üzerine büyük bir kaya yuvarlayıp onu ezerdi. Katâde der ki: Bize ulaştığına göre; Firavun'un oyun ve koşu yeri vardı, orada ipler ve kazıklarla oyun oynardı. Sabit el-Benânî, Ebu Râfi'den naklen der ki: Firavun'a ka­zıklar sahibi denmesinin sebebi; onun karısı için dört kazık yaptırmış olmasıdır. Sonra kadının göğsünün üzerine büyük bir değirmen taşı koydurmuş ve kadın en sonunda ölmüştür.

«Ki bunlar, memleketlerde azgınlık etmişlerdi. Ve fesadı çoğaltmış­lardı.» Yeryüzünü bozguna vererek insanlara eziyet ederek başkaldır-mış, isyan etmiş ve kötülük yapmışlardı.

«Bu sebeple Rabbım onları, azâb kırbacından geçirdi.» Allah onlara gökten azâb indirdi ve hiç bir suçlu topluluğunun engel olamayacağı belâları başlarına musallat etti.

«Doğrusu Rabbm hep gözetlemekteydi.» tbn Abbâs, bu kelimeye; duyar ve görürdü, anlamına vermiştir. Rabbın mahlûkâtını yaptığı iş­lerde gözetler, dünya ve âhirette herkesi yaptığı ile cezalandırır. Sonra bütün yaratıklarını toplayıp sergilediği gün adaletle haklarında hüküm vererek herkese lâyık olduğu karşılıkla mukabele eder. O zulüm ve az­gınlıktan münezzehtir.

Burada İbn Ebu Hatim gerçekten garîb bir hadîs zikreder ki; bu hadîsin hem isnadı hem de sıhhati üzerinde durulması gerekir. İbn Ebu Hatim der ki: Bana babam... Muâz İbn Cebel'den nakletti ki; Rasûlul-lah (s.a.) şöyle buyurmuş: Ey Muâz; doğrusu mü'min hakkın karşısın­da esîrdir. Ey Muâz; mü'min cehennemin köprüsünün arkasında gelip bırakılıncaya kadar hakkın sıkıntısından emîn olmaz, korkusundan sü­kûnet bulmaz. Ey Muâz; doğrusu mü'mini Kur'ân birçok istekleriyle bağlamıştır. Ve şehvetler uğrunda helak etmekten alıkoymuştur. Bu, Azîz ve Celîl olan Allah'ın izniyledir. Kur'ân; müminin delili, korku; dayanağı, şevk; örtüşüdür. Namaz; mağarası oruç; kalkanı, sadaka; bek­çisi, doğruluk; emîri, haya; veziri, Azîz ve Celîl olan Rabbı da bunların hepsinin Ötesinde onun gözetleyicisidir. İbn Ebu Hatim der ki: Râvîler arasında yer alan Yûnus ve Ebu Hamza meçhul kişilerdir. Ebu Hamza'-nın Muâz'dan hadîs rivayeti ise mürseldir. Eğer bu rivayet Ebu Hamza'-dan menkûl olsaydı iyi olurdu. Sonra İbn Ebu Hatim der ki: Bize ba­bam... Safvân İbn Amr'dan nakletti ki; o, Eyfa' İbn Abd'in insanlara öğüt verirken şöyle dediğini duymuş: Doğrusu cehennemin yedi köprü­sü vardır. Sırat bu köprülerin üzerindedir. Halk îlk köprünün üzerinde tutunur ve Allah Teâlâ onlara: Durdurun onları, sorulacaklardır, bu­yurur. Burada namazdan hesaba çekilip sorulurlar. Ve bu konuda mah­volacaklar mahvolup giderler, kurtulanlar da kurtulurlar. İkinci köp­rüye geldiklerinde; emâneti yerine getirip getirmedikleri konusunda he­saba çekilirler. Helak olanlar olur, kurtulanlar kurtulur. Üçüncü köp­rüye geldiklerinde; yakın akrabalarla münâsebetlerden suâl edilirler. Onlarla görüşüp görüşmedikleri sorulur. Burada da helak olan helak olur, kurtulan kurtulur. O gün akrabalık bağı (Sıla-i Rahm) cehennem­de bir yere atılmıştır. Ve şöyle der: Allah'ım beni bağlayanı bağla, ko­paranı kopar. İşte Allah Teâlâ'nın: «Doğrusu Rabbın hep gözetlemek­teydi.» kavlinin mânâsı budur. İbn Ebu Hatim bu haberi bu şekilde îrâd etmiş fakat bütününü zikretmemiştir.[2]

 

15  — Ama insan; Rabbı kendisini deneyip kerem eder ve nimet verirse: Rabbım beni şerefli kıldı, der.

16  —- Ama onu denemek üzere rızkım daraltırsa: Rab­bım beni fakîr düşürdü, der,

17  — Hayır, doğrusu siz, yetime ikram etmezsiniz.

18 — Yoksulu yedirmek için   birbirinizi teşvik etmez­siniz.

19  — Mirası hak gözetmeden yersiniz.

20  — Malı da pek çok seversiniz.

 

Allah Teâlâ; insanın rızkının genişletilmesi halinde; Allah'ın onu denemek için rızkını bollaştırdığı zaman, bunun Allah tarafnıdan ken­disine bir lütuf ve ihsan, bir ikram olduğu inancını reddederek mes'-elenin böyle olmadığını aksine bir deneme ve imtihan olduğunu bildi­riyor. Tıpkı Mü'minûn sûresinde buyurduğu gibi: «Zannederler mi ki kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele davran­maktayız? Hayır, farkında değiller.» (Mü'minûn, 55-56). Diğer taraf­tan Allah Teâlâ kulu deneyip rızkını daraltınca, kul bunun Allah'ın kendisini horlaması olduğunu kabul eder. Halbuki Allah Teâlâ; Hayır, mes'ele her iki konuda da onların zannettikleri gibi değildir. Doğrusu Allah, malı sevdiğine ve sevmediğine verir. Sıkıntıyı da sevdiğine ve sevmediğine verir. Her iki halde de netice Allah'a itaat noktasında dü­ğümlenir. Zengin olunca zenginliği nedeniyle Allah'a şükrederek, fakîr olunca fakirliğinden dolayı sabrederek Allah'a itaat edip etmediği tes-bît edilir.              

«Hayır, doğrusu siz, yetime ikram etmezsiniz.» Bu âyet-i kerîme, yetime ikramı emretmektedir. Nitekim Abdullah İbn Mübârek'in... £bu Hüreyre'den naklettiği hadîste, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur: Müs­lüman evlerinin en hayırlısı, içinde yetîme ihsan edilen evdir. Müslüman evlerinin en kötüsü de içinde yetîme kötü davranılan evdir. Sonra Rasûlullah (s.a.); parmağım göstererek; ben ve yetimin koruyucusu cennette, böyleyiz, demiştir.

Ebu Dâvûd der ki: Bize Muhammed İbn Sabah... Sehl İbn Saîd'den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Ben ve yetimin koruyu­cusu cennette şöyleyiz: İki parmağım orta ve şehâdet parmağını birleş­tirmiştir.

«Yoksulu yedirmek için birbirinizi teşvik etmezsiniz.» Fakirlere ve miskinlere ihsan etmek için birbirinize emretmez ve bu konuda birbiri­nizi teşvik ve tahrik etmezsiniz. «Mîrâsı hak gözetmeden yersiniz.» Ne­reden gelirse gelsin, ister helâl ister haram olsun mîrâsı yersiniz.

«Malı da pekçok seversiniz.» Aşırı bir şekilde seversiniz.[3]

 

21  — Ama yer, parça parça dağıtıldığında.

22 — Melekler sıra sıra dizilip Rabbının buyruğu gel­diğinde.

23  — Cehennem o gün getirilir, insan o gün, hatırlaya­cak ama hatırlamadan ona ne?

24  — Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsay­dım, der.

25  — O gün O'nun azabı gibi hiç bir kimse azâb ede­mez.

2,6 — O'nun vurduğu bağı kimse vuramaz.

27  — Ey Huzur içinde olan cân.

28  — Dön flabbına. Sen O'ndan hoşnûd, O da senden razı olarak.

29  — Haydi gir kullarımın arasına,

30 — Gir, cennetime.

 

Allah Teâlâ, kıyamet günü meydana gelecek büyük dehşetlerden bahsederek buyuruyor ki:

«Ama yer, parça parça dağıtıldığında.» Gerçekten yer parçalanıp dağlar ve yeryüzü beşik gibi dümdüz yapıldığında, yaratıklar Rablannın huzurunda bulunmak üzere kabirlerinden kalktıklarında.

«Melekler sıra sıra dizilip Rabbının buyruğu geldiğinde.» Mahlû-kâtı arasında kesin hüküm vermek için Rabbın geldiğinde. Bu, bilumum âdemoğullannm efendisi olan Muhammed (a.s.)in şefaat dilemesinden sonra olacaktır. İnsanlar azim sahibi olan peygamberlere teker teker varıp soracaklar hepsi ben buna yetkili değilim diyecektir. Nihayet Muhammed (a.s.)e sıra geldiğinde o der ki: Ben buna yetkiliyim, ben buna yetkiliyim. Gider Allah, katında şefaat diler ve Allah'ın kulları arasında hükmünü vermesi için gelmesini ister. Bu konuda Allah Teâlâ onun şefaatini kabul eder. Şefâatlann ilki onun şefaatidir. Bu övülen makamdır. Bu konunun açıklanması İsrâ sûresinde geçmişti. Allah Te­âlâ kullan arasında dilediği gibi karâr vermek üzere gelir, melekler de onun önünde saf saf gelip dururlar.

«Cehennem o gün getirilir.» İmâm Müslim İbn Haçcâc Sahîh'inde der ki: Bize Ömer İbn Harb... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakletti ki; Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: O gün cehennem yetmiş zincirle geti­rilir. Her zincirde yetmiş bin melek vardır onu çekerler. Tirmizİ de Ab­dullah İbn Abdurrahmân ed-Dârimî kanalıyla bu hadîsi... Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakleder. Ayrıca Abd İbn Humeyd kanalıyla Abdullah İbn Mes'ûd'dan nakleder. İbn Cerîr Taberî de bu hadîsi Hasan İbn Arefe kanalıyla... Abdullah İbn Mes'ûd'un kendi sözü olarak nakleder ve Ra-sûlullah'a ulaştırmaz.

«İnsan o gün; eski ve yeni ne yapmışsa hepsini hatırlayacak ama hatırlamadan ona ne?» Hatırlama ona ne fayda sağlayacak ki?

«Keşke bu hayatım için önceden bir şey yapsaydım, der» Yapmış olduğu günâhlara —eğer günahkâr ise— pişman olur, şayet itaat ehli ise de daha çok itaat etmiş olmak ister. Nitekim İmâm Ahmed İbn Hari-

bel der ki: Bize Ali ibn Ishâk... Rasûlullah'ın ashabından Muhammed İbn Ebu Âmire'den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Eğer bir jgul, doğduğu günden yaşlanıp öldüğü güne kadar yüzü üstü sürü­nüp Allah'a itaat etse; yine de kıyamet günü onu küçümser ve dünyaya tekrar gönderilip daha fazla sevâb, mükâfat elde etmeyi ister. Bu hadîsi Bahîr ibn Sa'd... Ukbe İbn Abd kanalıyla nakleder.

«O gün O'nun, azabı gibi hiç bir kimse azâb edemez.» Kendisine is­yan edenlere karşı Allah'ın azabından daha şiddetli azâb edecek kimse yoktur.

«O'nun vurduğu bağı kimse vuramaz.» Azîz ve Celîl olan Rabbmı inkâr edenlere Zebaniler vasıtasıyla onun vurduğu bağı ve O'nun ya-kalayışını hiç bir kimse gerçekleştiremez. Bu yaratıklardan zâlimlere ve suçlulara karşıdır. Sürekli hak üzere dâim olan, arınmış, huzura ermiş sükûnet ve sebat sahibi nefislere gelince; onlara da şöyle denir: «Ey hu­zur içinde olan cân, dön Rabbına.» Rabbınm katma, sevabına ve kulları için cennetinde hazırlamış olduğu nimetlere. «Sen O'ndan hoşnûd, O da senden razı olarak.» Rabbın senden hoşnûd sen de O'ndan memnun olarak.

«Haydi gir, kullarımın arasına.» Onların içinde yerini al.

«Gir, cennetime.» Bu ifâde mü'min kula, hem öleceği zaman, hem de kıyamet günü söylenir. Nitekim melekler de öleceği zaman, kabrinden kalkacağı zaman ve kıyamet gününde mü'mini böylece müjdelerler.

Müfessirler bu âyetin kimin hakkında nazil olduğu konusunda ih­tilâf etmişlerdir. Dahhâk, tbn Abbâs'tan nakleder ki; bu âyet Osman İbn Af fan hakkında nazil olmuştur. Büreyde İbn Husayb da der ki: Bu âyet Abdülmuttalib oğlu Hamza hakkında nazil olmuştur.

Avfî, îbn Abbâs'tan naklen der ki: Kıyamet günü mutmain olan ruhlara şöyle denilir: «Ey huzur içinde olan cân, dön Rabbma.» Arka­daşına. Bu dünyada onun yaşamasını sağlayan bedenidir. «O senden razı, sen de O'ndan hoşnûd olarak.» yine İbn^bbâs'tan nakledilen bir rivayette o, bu âyeti; ( Jr** <J>- -ü.lj <S^ J J>-*Ü ) «Haydi gir ku­lum arasına, gir cennetime» şeklinde okurmuş. İkrime ve Kelbî de böy­le derler. îbn Cerîr de bu görüşü tercih eder ki; bu, garîb bir görüştür. Açık olan birinci görüştür. Çünkü Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur: «Sonra onlar, gerçek mevlâlan plan Allah'a döndürülürler.» (En'âm, 68), «Ve muhakkak dönüşümüz Allah'adır.» (Ğâfir, 43) Yani dönüp O'nun hükmüne ve huzurunda durmaya gideceğiz.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ali îbn Hüseyn... İbn Abbâs'tan nak­letti ki; o, şöyle demiş: _Bu âyetin indiğinde Ebubekir oturuyordu. De­di ki: Ey Allah'ın Rasûlü, ne güzel âyet bu? Rasûmllah (s.a.) buyurdu ki: Ama o elbette sana söylenecek. Yine ibn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc... Saîd îbn Cübeyr'den nakletti ki; o, şöyle demiş: Ben, Rasûlullah'm huzurunda bu âyeti okudum da Ebubekir (r.a.) dedi ki: Ne güzel bir âyet doğrusu bu. Rasûlullah (s.a.) ona şöyle dedi: Doğrusu melek Ölürken sana bunu söyleyecektir. Bu hadîsi İbn CerîrTaberîde ÎÜbu Küreyb kanalıyla... Saîd İbn Cübeyr'den nakleder ve; bu, mürsel ve hasen bir hadîstir, der.

îbn Ebu Hatim 'der ki: Bize Hasan îbn Arefe:.. Saîd îbn Cübeyr'den nakletti ki; o, şöyle demiştir: Abdullah İbn Abbâs Tâif'te öldüğünde, hiç görülmeyen yaratılışta bir kul gelip onun tâbutuna girmiş. Sonra ora­dan çıkıp gittiği görülmemiş. Kabrin başında bu âyetin okunduğu du­yulmuş: «Ey huzur içinde olan cân, dön Rabbına. Sen O'ndan hoşnûd, O da senden razı olarak. Haydi gir kullarımın arasına, gir cennetime.» Ve bunun kimin tarafından okunduğu farkedilmemiş. Bu haberi Tabe-rânî de Abdullah İbn Ahmed kanalıyla... Saîd îbn Cübeyr'den nakle-, der.

Hafız Muhammed İbn Münzir, «el-Acâib» isimli kitabında kendi senediyle Kubâs İbn Vezîr'den nakleder .ki; o, jşöyle demiş: Rûm diya­rında esîr düştük. Kral bizi toplayıp kendi dinini bize anlattı ve dinine girmeyenlerin boynunu   vuracağını söyledi. Üç kişi dininden   döndü.

Dördüncü geldi, dininden dönmek istemedi ve bunun üzerine boynu vu­rulup başı oradaki ırmağa atıldı. Baş suyun içine daldı, sonra yüzeye çık­tı ve o üç kişiye bakarak; onların adıyla seslenip, ey falan, ey falan, ey falan, Allah Teâlâ kitabında: «Ey huzur içinde olan can, dön Rabbına. Sen O'ndan hoşnûd, O da senden razı olarak. Haydi gir kullarımın ara­sına, gir cennetime.» buyuruyor, dedi, sonra suya daldı. Bunun üzerine Hıristiyanlar müslüman olayazdılar ve kralın tahtı çöktü. O üç kişi de İslâm'a döndü. Kubâs İbn Yezîd der ki: Nihayet halîfe Ebu Ca'fer el-Mansûr'dan fidye geldi de biz kurtulduk.

Hafız İbn Asâkir... Ebu Amr kızı Revâha'nın hal tercümesinde ba­basından naklen rivayet eder ki; Süleyman İbn Habîb... Ebu Ümâme'-den Rasûlullah (s.a.)ın bir adama şöyle dediğini nakletti: De ki; Allah'­ım, Senden mutmain olan bir lütuf istiyorum. Sana ulaşmaya inanan, hükmüne rızâ gösteren ve Sana kanâat eden. Sonra İbn Asâkir Ebu Sü­leyman İbn Zebr'den nakleder ki; bu, Revâha'nın biricik hadisidir.[4]



[1] Müellif bu rivayeti vermemektedir, bu yüzden, rivayetin ne. olduğunu bilmiyoruz (Çeviren).

[2] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 15/8444-8452

[3] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 15/8453-8454

[4] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 15/8454-8457

Free Web Hosting