FİL SÜRESİ2

İzâhı5


FİL SÜRESİ

(Mekke'de nazil olmutştur.)

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1  — Rabbmın; fil sahiplerine ne ettiğini görmedin mi?

2  — O, bunların düzenlerini boşa çıkarmadı mı?

3 — O, bunların üzerine sürülerle kuşlar gönderdi.

4 — Ki, onların üzerine pişkin tuğladan taşlar atıyor­lardı.

5  — Nihayet onları, yenik ekin yaprağı gibi yapıverdi.

 

Bu da Allah Teâlâ'nın Kureyş'lilere lütfettiği bir başka nimetidir. Kâ'be'yi yıkıp onu varlıklar dünyasından silmeye azmetmiş olan Fîl as­habını uzaklaştırmış olması, yere batırıp burunlarını sürtüp gayretleri­ni boşa çıkartması, işlerini yolundan çıkarması ve en acı bir kayıpla ge­ri döndürüp göndermesi de Allah'ın bir lutfudur. Fîl ashabı Hıristiyan bir kavim idiler. O sıralarda onların Hini putlara tapma bakımından Kureyş'lilerin haline çok benziyordu. Ancak bu, Rasûlullah (s.a.)ın gönderilisine bir hazırlık niteliğidde idi. Çünkü en meşhur olan görüş uya­rınca Rasûlullah (s.a.) o yıl doğmuştu. Kader hâl diliyle sanki şöyle

demektedir: Ey Kureyş'liler topluluğu; siz onlardan üstün olduğunuz için sizi Habeş'lilere karşı muzaffer kılmadık, ancak peygamberlerin hâ-temi olan ümmî peygamber Muhammed (s.a.)i peygamber olarak gönde­rip, değer vererek saygıyla yücelttiğimiz o eski evi korumak için sizi onlara üstün kıldık.

Fil Ashabının Kıssası:

Daha önce Bürûc süresindeki Uhdûd ashabının kıssasında geçtiği gibi Himyer krallarının sonuncusu olan Zû-Nuvâs müşrik bir kişi idi ve o, Hıristiyan olan Uhdûd ashabını Öldürmüştü. Bunlar yaklaşık yir­mi bin kişi idiler. Uhdûd ashabından Zû-Sa'lebân denilen bir kişiden başka kimse kurtulamadı ve o gidip Hıristiyan olan Şâm kralı Kayser'-den yardım istedi. Kendilerine en yakın olması nedeniyle Şâm kralı ona bir mektûb yazıp Habeş Kralı Necâşî'ye yolladı. Necâşî, Eryât ve Sab-bâh oğlu Ebrehe adında iki komutanını büyük bir ordu ile Yemen'e gönderdi. Onlar, önlerine gelen ülkeleri çiğneyip Himyer krallarının ik­tidarını ellerinden aldılar. Zû-Nuvâs denizde boğularak öldü. Habeş'liler Yemen idaresinde bağımsızlık kazanarak Eryât ve Ebrehe isimli bu iki komutanın emri altına girdiler. Ancak Eryât ve Ebrehe iktidar konusun­da ihtilâfa düştüler, karşılıklı mücâdele edip savaştılar. Biri diğerine dedi ki: İki ordunun kendi arasında savaşmasına gerek yok. Ben ve sen karşı karşıya dövüşelim. Hangimiz diğerini öldürürse, artık krallık onun olsun. Bu konu üzerinde ittifak ederek karşılaştılar. Ve ikisinin de sır­tında ok vardı. Eryât, Ebrehe'ye saldırıp ona kılıçla vurdu burnunu, ağzını ikiye parçalayıp yüzünü yardı. Ebrehe'nin kölesi Atevde de Er-yât'a saldırarak onu öldürdü. Ebrehe, yaralı olarak geri döndü. Yara­sını tedavi ettirdi ve iyileşti. Böylece Yemen'deki Habeş ordusunun yö­netiminde bağımsız oldu. Necâşî ona mektûb yazarak durumunu kına­dı ve burnunu yere sürterek ülkesini çiğneyeceğine and içip tehdîd et­ti. Ebrehe ise ona yumuşak davranıp iyi geçinmek üzere elçi gönderdi ve elçisiyle birlikte hediyeler de yolladı. Bir testinin içine de Yemen toprağını koydu. Alnım sürterek onu da beraber gönderip mektubunda dedi ki: Kral bu toprağa bassın da yemîni yerine gelsin. Ben, alnımı bununla krala gönderiyorum. Mektûb kralın eline ulaşınca hayret etti ve hoşnûd olarak onu işinin başında bıraktı. Ebrehe Necâşî'ye gönder­diği mektûbta dedi ki: Ben Yemen toprağında senin adına daha önce benzeri yapılmamış olan bir kilise yapacağım. San'â'da çevresi yüksek, binası yüce, etrafı süslü, manzaralı bir kilise yapmak üzere işe başladı. Araplar onun yüksekliğinden dolayı Kuleyyis adını vermişlerdi. Zîrâ ona bakanın başındaki takkesi —binanın yüceliğinden dolayı— nere­deyse düşeyazıyordu. Dudağı yarık Ebrehe,- arapların Mekke'deki Kâ'be'yi haccetmeleri gibi buraya hac için gelmelerini emretti. Ve bunu ülkesinde i'lân etti. Adnan ve Kahtân soyundan olan araplar buna karşı çıktılar. Kureyş'liler de buna son derece kızdılar. Öyle ki bunlardan ba­zı kişiler, o kiliseye gidip geceleyin içine girdiler ve içine pisleyerek hemen geri döndüler. Kilisenin bakıcıları bu pisliği görünce durumu hükümdarları Ebrehe'ye iletin dediler ki: Bunu yapan yalnızca bazı Ku-reyş'lilerdir. Çünkü onlar, senin kendi ma'bedlerine benzer ma'bed bina etmene kızmaktadırlar. Bunun üzerine Ebrehe; Mekke'deki Beytullah'a gidip onu taş taş üstünde bırakmayacak şekilde tahrîb edeceğine and içti.

Mukâtil İbn, Süleyman der ki: Kureyş'lilerden bazı delikanlılar, o ma'bede girip içinde ateş yaktılar. O günde hava çok şiddetli sıcaktı, binayı yaktı yere yıkıldı.

Ebrehe bunun için ordu hazırladı ve hiç bir kimsenin engel olama­yacağı büyük savaşçılar te'mîn etti. Orduya benzeri görülmemiş büyük­lükte filler de iştirak etti. Bu file Mahmûd adı veriliyordu. Bu fili Ne-câşî bunun için Ebrehe'ye göndermişti. Denilir ki, Ebrehe'nin yanında ayrıca sekiz fil daha vardı. On iki fil bulunduğu da söylenmiştir. Başka şekilde söyleyenler de vardır. Allah en iyisini bilendir. Ebrehe bu fillerle Kâ'be'yi yıkmak istiyordu. Kâ'benin direklerine zincirler bağlayacak ve bu zincirleri fillerin boynuna geçirecekti. Sonra da filleri sürüp bütü­nüyle Kâ'be'nin duvarlarının yıkılmasını sağlayacaktı. Araplar Ebre­he'nin Kâ'be'yi yıkmak üzere geldiğini işitince, bunu ciddî olarak ele aldılar ve kendilerinin' Beytullah'ın koruyucusu olduklarını kabul edip Kâ'be'ye hîle ile gelmek isteyenleri geri çevirmeye hakları olduğunu söylediler, Yemen'in önde gelen krallarından olan ve Zû-Nefr denilen ki­şi, arapların yanına gidip kavmini ve kendisine uyan diğer arap kabi­lelerini Ebrehe ile savaşa ve Allah'ın evini kurtarmaya çağırdı. Bu evin yıkılıp harâb olmasını önlemeye davet etti. Onlar da bu adama uyup Ebrehe ile savaştılar. Azîz ve Celîl olan Allah'ın Kâ'be'nin değeri ve yü­celiği ile ilgili bir maksadına mebnî olarak, Ebrehe onları yendi ve Zû-Nefr isimli kişiyi esîr aldı ve beraberinde götürdü. Sonra Mekke'ye doğ­ru yollandı, nihayet Ha'şâm topraklarına geldiğinde, Nufeyl İbn Habîb el-Haş'amî kavmiyle beraber ona karşı çıktılar. Kavminden Sehrân ve Nâhis de kendisine katıldılar. Ebrehe ile savaştılar. Ebrehe onlan da yendi ve Nufeyl İbn Habîb esîr edildi. Ebrehe Önce onu öldürmek iste­diyse de sonra bağışladı ve Hicaz ülkesinde kendisine rehberlik etmesi için onu yanma aldı. Tâif topraklarına yaklaşınca, Tâif'in Sakîf kabile­sine mensûb halkı ona karşı çıktılar ye ma'bedlerini korumak için ona iyi davranış gösterisinde bulundular.' Onlar ma'bedlerine Lâfın adını veriyorlardı. Ebrehe'ye ikramda bulunarak Ebu Re'gâl isimli bir hem­şehrilerini kılavuz olmak üzere Ebrehe ile birlikte gönderdiler. Ebrehe, Mekke yakınlarındaki el-Muğammes'e gelince orada konakladı ve askeri­ni Mekke halkının develerinin ve diğer sürülerinin üzerine »aldırttı. On­ları alıp Ebrehe'ye getirdiler. Bu sürüde Abdülmuttalib'in iki yüz devesi vardı. Ebrehe'nin emri üzerine bu sürüye saldıran öncü birlik komutanı-nın adı, Esved İbn Mefsûd idi. İbn İshâk'm zikrettiğine göre, bazı araplar onu hicvettiler. Ebrehe, Himyer kabilesine mensûb olan Hinâta'yı Mek­ke'ye gönderdi. Ve Kureyş'in en seçkinini getirmesini emretti. Allah'ın evini korumazsanız, kral sizinle savaşmak niyyetiyle gelmedi, diye de haber yolladı. Hinâta Mekke'ye gelince onu Hâşim oğlu Abdülmuttalib'in yanına getirdiler. Hinâta, Ebrehe'nin söylediğini Abdülmuttalib'e teb­liğ etti. Abdülmuttalib ona dedi ki: Allah'a andolsun ki; biz de onunla savaşmak istemeyiz. Bizim buna gücümüz de yetmez. Burası Allah'ın haram olan evidir ve dostu İbrahim'in makamıdır. Eğer onu korursak, burası Allah'ın evi ve haremidir. Ve eğer bırakacak olursak bu onunla Allah arasındadır. Allah'a andolsun ki; bizim onu koruyacak gücümüz yoktur. Hinâta Abdülmuttalib'e dedi ki: Benimle beraber Ebrehe'ye gel. Abdülmuttalib onunla beraber Ebrehe'nin yanına gitti. Ebrehe onu gö­rünce, saygıyla karşıladı. Çünkü Abdülmuttalib görünüşü güzel, yakı­şıklı bir kişi idi. Ebrehe tahtından inerek onunla beraber serginin üze­rine oturdu ve tercümanına şöyle dedi: Ona istediğin nedir? diye sor. Abdülmuttalib, tercüman vasıtasıyla dedi ki: Benim istediğim hüküm­darın almış olduğu iki yüz devemi bana geri vermesidir. Ebrehe, tercü­manına şöyle dedi: Ona de ki; seni gördüğüm zaman benim hayretimi çekmiştin. Ama konuşunca sana gerek duymadım. Benimle, aldığın iki yüz deve için mi konuşuyorsun da gerek senin ve gerek atalarının dini­nin ma'bedi olan mukaddes evi yıkmak istediğimi unutuyorsun. Hal­buki ben, onu yıkmak üzere geldim, sen ise bu konuda bana bir şey demiyorsun. Abdülmuttalib ona dedi ki: Doğrusu develerin sahibi be­nim. Evin sahibi de onu korur. Ebrehe dedi ki: Onu benden koruyamaz. Abdülmuttalib dedi ki: Sen, onunla başbaşasın.

Denilir ki: Abdülmuttalib arapların seçkinlerinden bir toplulukla birlikte Ebrehe'nin yanına gitmiş ve ona Kâ'be'yi yıkmaktan vazgeçme­sine karşılık Tühâme'deki mallarının üçte birini vermeyi teklif etmiş­ler. Ancak Ebrehe bunu kabul etmemiş. Ebrehe Abdülmuttalib'e deve­lerini vermiş ve Abdülmuttalib Kureyş'lilere gelerek Mekke'den çıkma­larını, dağların tepelerinde korunaklı yerlere yerleşmelerini, askerlerin saldırısından endîşe ettiğini bildirmiş. Sonra Abdülmuttalib ve Kureyş'-liler Kâ'be'ye gelerek Allah'a duâ etmişler, Ebrehe ve ordularına karşı kendilerine yardımcı olmasını istemişlerdi. Kâ'be'nin kapısındaki halka­yı tutarak şöyle demişti:

«Allah'ım, adam kendi kafilesini koruyor, Sen de Kâ'be halkını koru.

Onların haçı ve kuvvetleri yarın Senin kuvvetlerini yenmesinler.»

İbn İshâk der ki: Sonra Abdülmuttalib kapının halkasını bıraktı ve dağların başına çekildiler.

Mukâtil İbn Süleyman der ki: Mekke'liler Kâ'be'nin yanında ger-danlıklı yüz deve bırakıp gittiler ki askerlerden bir kısmı haksız yere dokunur da Allah Teâlâ bu sayede kendilerinden intikam alır.

Ertesi gün Ebrehe, Mekke'ye girmek üzere hazırlandı. Fili de hazır­lanmıştı. Filin adı Mahmûd idi. Ordu hazır hale gelmişti. Filler Mekke'­ye doğru yönlendirilince, Nüfeyl İbn Habîb gelip filin yanında durdu kulağına eğilmiş ve: Koş ey Mahmûd, yahut geldiğin yere doğru dosdoğ­ru dön. Çünkü sen Allah'ın haram olan beldesindensin, demişti. Sonra kulağını bırakmıştı. Fil koştu, Nufeyl İbn Habîb dağın tepesine çıkın­caya kadar kaçıp geldi. Kalkması için file vurulduğunda fil kalkmadı. Başına demir çomaklarla vurdular. Karnının altına ucu eğri sopalarla vurup kalkması için kanattılar. Fil yine kalkmadı. Yemen tarafına dön­mek üzere yönelttiklerinde kalkıp koştu. Şâm tarafına döndürdüklerinde yine aynı şekilde yaptı. Doğuya döndürdüklerinde ise yine aynı şekilde yaptı. Mekke'ye yönlendirilince çöktü. Allah Teâlâ onların üzerine de­nizden kırlangıca ve Belesân'a (bir tür kırlangıç) benzer kuşlar gön­derdi. Her kuş ile birlikte üç taş vardı. Biri gagasında, ikisi ayakların-daydı. Leblebi ve mercimek büyüklüğünde idi. Onlardan kime isabet ederse, helak oluyordu. Ancak bu taşlar hepsine isabet etmiş değildi. Onlar yol arayarak kaçıp gitmeye başladılar. Nüfeyl'den kendilerine yol göstermesini istiyorlardı. Nüfeyl de diğer Kureyş'liler ve Hicâz'lı arap-larla birlikte dağın tepesinde idi. Allah'ın Fil ashabına indirdiği inti­kamını seyrediyorlardı. Nüfeyl şöyle diyordu:

«Kaçış nereye? Peşinizden gelen tanrıdır.

Dudağı yarık Ebrehe de gâlib değil mağlûbtur.»

(...)

Vâkıdî kendi isnâdlarıyla nakleder ki: Fil ordusu Harem-i Şerife girmek üzere hazırlanıp filleri de hazırladıklarında, fili diğer yönlere yönelttikleri zaman gidiyordu. Ama Harem-i Şerife yönelttiklerinde durup bağırıyordu. Ebrehe ise fil sürücüsüne saldırıyor, kızıp dövüyor­du ve fili Harem-i Şerife girdirmek için zorlamasını emrediyordu. Bu konuda söz uzar gider. Abdülmuttalib ve Mekke eşrafından bir toplu­luk —aralarında Mut'im İbn Adiyy, Amr İbn Âiz İbn Ümran İbn Mah­zun, Mes'ûd es-Sakafî de bulunuyordu— Hira dağında Habeş'lilerin yap­tıklarını gözetliyorlardı. Çok garîb bir yaratık olan filin durumunu ve karşılaştığı hali seyrediyorlardı. Onlar bu haldeyken birden Allah Te­âlâ Ebâbîl kuşlarını üzerlerine gönderdi. Parça parça sarı, güvercinden küçükçe ve ayaklan kırmızı olan bu kuşların her birinde üç taş bulu­nuyordu. Kuşlar gelip üzerlerinde halka halka oldular ve bu taşları on­ların üzerine bırakınca onlar da helak olup gittiler.

Muhammed İbn Kâ'b el-Kurazî der ki: İki fil getirmişlerdi. Mah-mûd adı verilen birincisi çöküp kalmış, diğeri ise kızıp çakıl yağdır­mıştı.

Vehb İbn Münebbih der ki: Onların beraberinde pekçok fil vardı. Mahmûd kralın filiydi. O, kımıldamamıştı. Diğer filler de ona tâbi ola­caklardı. İçlerinden bir fil kızdı ve çakıl fırlattı. Bunun üzerine geriye kalan diğer filler de kaçtılar.

Atâ İbn Yessâr ve başkaları derler ki: Bu dehşetli anda hepsine azâb gelmiş değildi. Kimileri çabucak helak olurken, kimilerinin de kaç­tıkları esnada organları lime lime düşüyordu. Ebrehe, uzvu lime lime düşenlerdendi. Nihayet Huş'am diyarında Öldü.

İbn İshâk der ki: Onlar kaçıp muhtelif yollara doğru gitmeye ça­lıştılar. Ancak her çıkışta helak ediliyorlardı. Ebrehe vücûdundan yara almıştı. Ebrehe'yi beraberlerinde taşıdılar. Eti lime lime düşüyordu. Nihayet San'â'ya getirdiklerinde o, bir kuş yavrusu kadar kalmıştı. Öl­düğü zaman —iddia ettiklerine göre— kalbi göğsünden yarılıp ayrıl­mıştı.

Mukâtil İbn Süleyman der ki: Kureyş'liler, onların bıraktıkları şey­lerden pekçok mal elde ettiler. O gün Abdülmuttalib, bir çukuru doldu­racak kadar altın elde etmişti.

İbn İshâk der ki: Bana Ya'kûb İbn Utbe'nin anlattığına göre; o gün mutlaka arab toprağında çiçek ve kızamık hastalığı görülmüştü. Ve yi­ne o yıl güzerlik, Ebu Cehil karpuzu ve tidala ağaçlarından yapılan ke­secikler görülmüştü. İkrime'den de sağlam bir isnâdla bu şekilde söy­lediği rivayet edilir.

İbn İshâk der ki: Allah Teâlâ Muhammed (s.a.)i elçi olarak gön­derdiğinde, Kureyş'lilere olan nimet ve ihsanını saymakta ve onlan yer­lerinde bırakıp Habeş'lileri geri çevirmesindeki lutfunu zikretmek için onunla birlikte: «Rabbının; fil sahiplerine ne ettiğini görmedin mi? O, bunlann düzenlerini boşa çıkarmadı mı? O, bunların üzerine sürü­lerle kuşlar gönderdi. Ki, onların üzerine pişkin tuğladan taşlar atıyor­lardı. Nihayet onları, yenik ekin yaprağı gibi yapıverdi.» buyurmuş. Ve ardından gelen sûrede de: «Kureyş'in alıştırılması için, yaz ve kış yol­culuklarına alıştırılmasından dolayı, bu evin Rabbma ibâdet etsinler. Ki O, kendilerini açlıktan kurtarmış ve korkudan emin kılmıştır.» buyur­muştur. Eğer onun getirdiği gerçeği kabul ederlerse Allah'ın kendVeri için murâd ettiği hayrı ve içinde bulundukları iyi hali değiştirmemesi için.

İbn Hişâm der ki: kelimesi; topluluklar, demektir. Araplar bunun müfredini kullanmamışlardır. kelimesi ise Yûnus ve Ebu Ubeyde'nin bana bildirdiklerine göre, arapça çok sert ve katı anlammadır. îbn Hişâm der kî: Müfessirlerden bazıları; bu kelimelerin farsça iki kelimeden meydana geldiğini ve arapların bunları birleştirerek tek kelime yaptığını, söylemişlerdir. Kelimenin aslı farsça taş anlamına gelen sene (seng) ile çamur anlamına gelen dil (kili) kelimesinin birleşmesinden ibarettir. Bu takdirde iki kelimenin ortak anlamı, taş ve çamur cinsinden olan taş demek olur. ke­limesi ise, henüz biçilmemiş olan ekindir. Bunun müfredi şeklindedir. İbn Hişâm'ın zikrettiği bilgiler burada son buldu.

Hammâd İbn Seleme der ki: Asım, Zirr kanalıyla Abdullah ve Ab-durrahmân oğlu Ebu Seleme'den nakletti ki; o «Sürülerle kuşlar.» kav­line; gruplar halinde, anlamını vermiştir. İbn Abbâs ve Dahhâk da kelimesine; birbiri peşi sıra gelen, anlamını vermişlerdir. Hasan ei-Basrî ve Katâde ise ( Ljbî ; kelimesine «çok» anlamını ve­rir. Mücâhid de bu kelimeye; birbiri arkasmca gelen dağınık ve toplu kuşlar, anlamını verir. İbn Zeyd, bu kelimenin ayrı ayrı kimi burdan, kimi ordan gelen kuşlar olduğunu söyler.

Kisâî der ki: Nahivdlerin kelimesinin şek­linde olduğunu söylediklerini işittim*. Yine bazı nahiv bilginlerinden kelimesinin kelimesinin cem'i olduğunu söyle­diklerini duydum.

İbn Cerîr Taberî der ki: Bize İbn el-Müsennâ... İshâk İbn Abdullah İbn Haris İbn Nevfel'den nakleder ki; o, «O, bunların üzerine sürülerle kuşlar gönderdi.» kavline; öbek öbek, anlamını vermiştir. Ebu Küreyb... İbn Abbâs'tan nakleder ki; o, «O, bunların üzerine sürülerle kuşlar gön­derdi.» kavli hakkında; onların kuş burnu gibi burunları, köpek pençe­si gibi pençeleri vardı, demiş.

Ya'kûb... İkrime'den nakleder ki; bu kuşlar, denizden çıkmış yeşil kuşlar imiş. Yaban hayvanlan gibi başlan varmış.

İbn Beşşâr der ki: Bize İbn Mehdi... Ubeyd İbn Umeyr'den nakletti ki; bunlar Karadeniz kuşlarıymış. Gagalarında ve pençelerinde taşlar varmış. Bu isnâdlarm hepsi de sahihtir.-

Saîd İbn Cübeyr der ki: Bu kuşlar, sarı gagaları bulunan yeşil kuş-larmış. Ve muhtelif yerlerden gelmişler imiş.

İbn Abbâs, Mücâhid ve Atâ'dan nakledilir ki; Ebâbîl kuşları Ankâ'-ül-Muğrib (adı olup ta kendisi bulunmayan ye uzak diyarlarda yaşadı­ğı sanılan Anka kuşu) denilen kuş gibi imiş. Bu rivayeti îbn Ebu Hatim nakleder.

İbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Zür'a... Ubeyd İbn Umeyr'den nakletti ki; Allah Teâlâ fil ashabını helak etmek isteyince üzerlerine kır­langıç gibi denizden çıkan kuşlar gönderdi. Her kuş, renkli üç taş taşı­yordu. İkisini ayağıyla, birini de gagasıyla taşıyordu. Ubeyd İbn Umeyr der ki: Bu kuşlar gelip onların başının üzerinde saf tuttular. Sonra ses çıkararak gagalarında ve ayaklarında bulunan taşları attılar. Düşen her taş, bir kişinin başından girip altındn çıkıyordu. Vücûdunun neresine değerse öbür trafından delip çıkıyordu. Allah Teâlâ şiddetli bir rüzgâr yolladı da taşlar daha sert düştüler, şiddetleri arttı ve böylece hepsi helak oldu.

Süddî; İkrime kanalıyla îbn Abbâs'tan nakleder ki, o; «Pişkin tuğ­ladan taşlar.» kavli hakkında şöyle demiştir: Taş şeklindeki çamurdan. Bu kelime, Farsça seng ve kili kelimelerinden mürekkebtir. Az önce bunun açıklamasını vermiştik. Burada tekrarına gerek duymuyoruz.

«Nihayet onları, yenik ekin yaprağı gibi yapıverdi.» Saîd İbn Cü-beyr der ki: Halkın hebbûr dediği saman çöpü gibi. Saîd'den nakledilen bir rivayette de o; bu kelimeye, buğday yaprağı, der. Yine ondan nakle­dilen bir rivayette kelimesinin saman, yenik kelimesinin de hayvanlar için biçilen kesik anlamına geldiğini söylemiştir. Hasan el-Basrî de böyle der. İbn Abbas, bu kelimeye tanenin kabuğu anlamını ve­rir ki buğdayın üzerindeki kabuk gibidir. İbn Zeyd ise; ekinin yaprağı, baklanın yaprağı, der. Hayvanlar bunu yeyince o artık ottan da öte bir kalıntı haline dönüşür. Âyetin mânâsı şöyledir: Allah Teâlâ onları yere batmp helak etmiş ve kendi oyunlarını geri çevirip hiç bir hayır elde edememelerini sağlamıştır. Sonra da hepsini helak etmiştir. Onlar­dan geri dönen herkes mutlaka yaralı dönmüştür. Hükümdarları Eb-rehe de aynı şekilde olmuştur. Ülkesi olan San'a'ya vardığında, kalbi ile göğsü birbirinden ayrılmış ve başlanna geleni anlatıp ölmüştür. Ondan sonra yerine oğlu Yeksûm sonra da kardeşi Ebrehe oğlu Mesrûk kral olmuştur. Sonra Himyer kabilesinden Zeyd İbn Yezîd, İran hükümdarı Kisrâ'ya giderek Habeş'lilere karşı yardım istemiş, o da kendisine bir ordu vererek Habeş'lilerle savaşmalarını sağlamış, böylece Allah Teâlâ mülkü tekrar onlara vererek, atalarının olduğu gibi onların da hüküm­dar olmasını sağlamıştır. Arap kabilelerinden kutlanmak üzere yanları­na pekçok elçi gelmiştir.

Muhammed tbn tshâk der ki: Bize Abdullah İbn Ebu Bekr... Hz. Âişe'nin şöyle dediğini bildirdi; Ben, fil sürücülerinden iki kişinin, Mek­ke'de kör kötürüm ve halktan yiyecek dilendiklerini gördüm. Vâkıdî de Hz. Âişe'den benzer bir rivayeti nakleder. Ebu Bekr kızı Esmâ'dan da şöyle dediği nakledilir: İsaf ve Naile isimli putların yanında iki kötürüm oturmuş halktan yiyecek istiyorlardı. Müşrikler kurbânlarım bu putla­rın olduğu yerde keserlerdi. Ben derim ki, fil sürücüsünün adı Enîs idi.

Ebu Nuaym, «Delâil en-Nübüvve» isimli kitabında İbn Vehb kana­lıyla... Osman İbn Muğîre'den Fîl ashabının kıssasını nakleder. Ancak Ebrehe'nİn Yemen'den gelmediğini, komutanlarından Şimr İbn Maf-sûd denilen bir adamı gönderdiğini ve ordusunun da yirmi bin kişi ol­duğunu söyler. Onun anlattığına göre, kuş geceleyin onlara taşı atmış ve sabahleyin sar'âlı olarak kalkmışlardır. Bu ifâde gerçekten garîbtir, ancak Ebu Nuaym bunu kuvvetli sanıp diğerlerine tercih etmiştir. Sahih olan, dudağı yarık Ebrehe'nin Habeş'li olup Mekke'ye gelmiş olmasıdır. Anlatılanlar ve şiirler bunu göstermektedir. îbn Lehîa, Esved kanalıyla Urve'den; Ebrehe'nin, beraberinde filler bulunan bir bölükle Esved İbn Mafsûd'u gönderdiğini rivayet eder. Ancak bizzat Ebrehe'nin geldiğini söylemez. Sahîh olan kavil onun da gelmiş olduğudur. Belki de îbn Maf-sûd öncü orduların kumandanıydı. En iyisini Allah bilir. Sonra îbn Is-hâk, Fîl ashabının kıssasının da İçinde yer aldığı bazı arap şâirlerinin şiirlerini nakleder.

(...)

Feth sûresinin başında anlatmıştık: Rasûlullah (s.a.)ın Hudeybi-ye günü, Kureyş'lilerin üzerinde konakladığı tepeye çıktığında devesi durup çökmüştü. Onu vurunca da ısrar edip kalkmıştı. Kusvâ çöktü demeleri üzerine, Rasûlullah (s.a.)m; Kusvâ çökmedi ve o bunun için yaratılmış da değildir, ancak onu fili tutan tuttu, buyurmuştu. Sonra Rasûlullah (s.a.) şöyle demişti: Nefsim MfttisA elinde bulunan Allah'a yemîn ederim ki; onlar bugün benden Allah'ın haramlarına ta'zîm gös-, terdikleri bir kaide isterlerse muhakkak onlara uyarım. Sonra devesini sürmüş o da kalkmıştı. Bu hadîs Buharİ'nin münferid olarak naklettiği hadîslerdendir.

Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerinde Rasûlullah (s.a.)ın, Mekke'nin fethi günü şöyle buyurduğu nakledilir: Allah Tealâ Mekke'ye girmekten filleri alıkoydu. Ancak Rasûlünü ve mü'minleri oraya hâkim kıldı. Doğ­rusu Mekke'nin harâmlığı dün olduğu gibi, bugün de tekrar geri dön­müştür. Dikkat edin, gören görmeyene tebliğ etsin.[1]

 

İzâhı

 

Bu yüce sûre, bize Allah Teâlâ'nın peygamberine ve kendisinin ri-sâletini tebliğ edenlere, kudretinin yüceliğini belirten işlerinden birini gösterip dikkatleri bu noktaya celbetmek istediğini belirtiyor. O'nun kudretinin dışında her kudret zayıftır. Her şey Allah'ın kudretine boyun eğer. Kullan üzerinde kahredici güç O'nundur. Hiç bir güç O'nu alıko­yamaz. Hiç bir kuvvet O'na başkaldıramaz. Bu büyük olay şudur: Bir topluluk filleriyle üstünlük sağlama arzusuna düşüp Allah'ın kulların­dan bir kısmını mağlûb ederek onlara kötülük ve eziyyet vermek istedi de Allah Teâlâ onları helak etti, ordularını geri tepti, ordularına ve güç­lerine güvenir iken tedbîrlerini bozdu ve sâhib oldukları hiç bir şey ken­dilerine fayda sağlamadı.

Bu âyetlerin bu kadarlık manâsıyla yetinmemiz ve bunun ötesinde daha başka hiç bir tafsilâta girişmememiz yeterli olabilirdi. Öğüt ve İbret bakımından bu kadarı kâfi idi. Nitekim Uhdûd ashabının kıssasında bu kadarcıkla yetinmiştik. Ancak bu sûrede açıklamayı biraz uzatmamız uygun olur. Nitekim Fîl vak'ası diğer âyetlerde vârid olduğu gibi, bizatihi mütevâtir rivayetlerle bilinen bir vak'adır. Hattâ bazıları onu, bir tarih başlangıcı yapmışlar ve olayların seyrini onunla tanzim ve tesbît etmişlerdir. Bu sebeple; Pîl yılında falanca doğmuştu veya Fîl yılından iki ay sonra şu olay olmuştu, gibi ifâdeler araplar arasında kul­lanılır olmuştu.

Bu vak'anın tevatür derecesine varan nakline göre, Habeş'li bir ko­mutan —ki Yemen'lileri yenmiş olan bir grubun komutanıydı— şerefli saydığı Kâ'beye saldırmak ve onu yıkmak istedi. Maksadı araplann hac için oraya gitmesini önlemekti. Ya da arapları ezip horlamak istiyordu. Bu maksadını gerçekleştirmek için büyük bir orduyla Mekke'ye doğru yöneldi. Daha fazla korku salmak ve kalbleri dehşete sürüklemek için ordusunda bir veya birçok da fil bulunduruyordu. Bu komutan, kar­şılaştığı herkesi yenerek yürüyüşüne devam etmiş ve nihayet Mekke yakınlarındaki el-Muğammes isimli yere gelmişti. Sonra Mekke halkına haber göndererek; onlarla savaşmak için gelmediğini, yalnızca Beytul-lah'ı yıkmak istediğini bildirdi. Mekke'liler bundan dehşete düştüler ve dağların tepesine çıkarak onun ne yapmak istediğini seyretmeye koyul­dular.

Ve ikinci günü askerlerin arasında çiçek ve kızamık hastalığı yay­gınlaştı. İkrime'nin dediğine göre Arap memleketlerinde çıkan ilk çiçek hastalığı idi bu. îbn Utbe de; ilk defa o yıl Arap memleketlerinde çiçek ve kızamık hastalığı görüldü, der. Mikrop Ebrehe'nin askerlerinin vü­cûdunda eşine rastlanmayan bir te'sîr gösterdi. Etleri lime lime eriyor ve dağılıyordu. Hem askerler, hem de kumandan dehşete kapıldılar ve geri dönerek kaçtılar. Habeşistan'a geldikleri zaman hâlâ etleri parça parça düşüyordu. Nihayet ordu kumandanına mikrop sirayet etti ve San'â'da Öldü.

Siz bu kuşların sinek veya sivrisinek cinsinden bir takım hastalık mikrobu taşıyan uçucu varlıklar olduğunu kabul edebilirsiniz. Kuru­muş çamurdan taşların da zehirli ve sert çamurlar olduğunu, rüzgârlar vasıtasıyla bir yerden bir yere taşındığını ve bu hayvanların ayağına takılarak o bölgelere kadar geldiğini, bir insan cesedine temas edince de mikropların vücûdda kılların dibindeki deliklerden vücûda sirayet ettiğini ve insan bünyesinde a'râzlara sebep olarak etin lime lime düş­mesine vesile olduğunu kabul edebilirsiniz. Hem bu zayıf, uçucu varlık­ların çoğunluğu Allah'ın insanlar arasında helak etmek istediklerini, he­lak etme mevzuunda en büyük askerleri arasında sayıldığını, günümüz­de mikrop denen varlığın da bunların dışında bir şey olamayacağını ka­bul edebilirsiniz. Mikropların çok çeşitleri vardır. Sayılarını Allah'tan başka kimse bilmez. Allah'ın zâlimleri kahretmesinde tecellî eden kudretinin eserlerinin mutlak şekilde azabı getiren kuşlann dağlar kadar büyük veya Zümrüd-ü Anka cinsinden bir kuş olmasını, muhtelif şekil­lerde ve renklerde bulunmasını, hattâ attıkları taşların mikdârını ve te'sîr keyfiyetini bilmeyi îcâb ettirmez. Çünkü Allah'ın her türlü var­lıktan askerleri vardır:

Her şeyde bir delil vardır O'na,

Delâlet eder O'nun birliğine.

Kâinatta bulunan bütün kuvvetler, Allah'ın kuvveti karşısında bo­yun eğerler. Allah'ın evini yıkmak isteyen bu zâlime karşı da Allah Te-âlâ çiçek ve kızamık mikroplarını taşıyan uçucu varlıklarını gönderip, hem o zâlimi, hem de onun kavmini daha Mekke'ye girmeden helak etti.

İşte bu sûrenin tefsirinde güvenilecek yegâne rivayet budur. Bu­nun dışında anlatılanlara gelince, kabule şâyân değildir. Eğer diğer ri­vayetlerin nakli sahîh ise; o takdirde te'vîli daha uygundur. Ayrıca Al­lah'ın kudretinin azametini ifâde eden hususlardan birisi de Allah'ın dost ayaklı hayvanların en büyüğü olan file güvenerek gurûrlananları, . Allah tarafından gönderilen gözle görülmeyecek kadar küçük varlıklarla tutup yok etmesidir. Akıl sahiplerinin yanında şüphesiz ki bu, çok bü­yük, acâyib ve hayret verici bir gerçektir.[2]

Ayrıca konu ile ilgili olarak «İslâm Düşüncesi» isimli eserinde de Seyyid Kutub şöyle diyor:

Biz karşımızda İslâm düşüncesinden dönme ve sapma hususunda muayyen bir olayı alıp ta bütün dikkatimizi onun üzerine sarfetmek is­temiyoruz. İslâm düşüncesinin özelliklerini ve esâslarını yerleştirmeye çalışırken de bütün dikkatimizle-o ana noktayı tashih etmeye ve onun üzerinde durmaya çalışmıyoruz. Sadece İslâm düşüncesinin Kur'ân'da gelen şekliyle gerçeklerini, tam ve mükemmel şekilde birbirine uygun bir düzen içinde belirtmeye çalışıyoruz. Tıpkı bu kâinatın nizâm ve in­tizâmı, insan fıtratının muvâzene ve uyumu gibi muayyen bir sapıklığı veya eksikliği göz önünde bulundurarak onu bertaraf etmek için çalış­mak ve İslâm düşüncesinin gerçeklerini sırf ona karşı koyacak tarzda düzenlemek ve antitez olarak çıkmaya çalışmak çok tehlikeli bir me-toddur. Böyle bir hareket, İslâm düşüncesinde eski bir sapmayı yok et­mek İçin yeni yeni sapmaların meydana gelmesini sağlar. Netice itiba­rıyla da her halükârda sapmalar belirir. Biz İslâm'ı müdâfaa etmek için, İslâm'a karşı çıkan eski veya yeni îmânsız materyalistlere veya garaz-kâr müsteşriklere karşı antitez olarak çıkan araştırmaların, pekçok teh­likeli örneklerini müşâhade etmiş bulunuyoruz. Ayrıca muayyen bir muhitte ve muayyen bir sapmaya karşı koymak için yazılmış araştırma örneklerine de rastlan?aktayız. Bir takım Hıristiyanlar ve Siyonistler İslâm dininin, kılıç dini olup kılıç zoruyla yayılmış olduğunu kasden ileri sürmektedirler. Aramızdan bir takını kimseler çıkıp İslâm'ı müdâ­faa etmeye çalışmakta ve bu ithamlara cevâb vermeye çalışmaktadır. İslâm'ı müdâfaa ederken o derece hamaset göstermektedirler ki, İslâm'­da cihâd mefkuresinin değerini tamamen düşürmekte, hududunu da­raltmakta, her türlü cihâd hareketlerini sırf müdâfaa için yapılmış ol­duğunu özür dileyerek anlatmaktadırlar ve cihâdı en dar manâsıyla müdâfaa anlamına kullanmaktadırlar. Bunu yaparken de şu noktayı unutmaktadırlar: İslâm, insanlık için gelmiş en son ilâhî nizâm ol­ması sıfatıyla elbette yeryüzünde kendi nizâmını kurmak ve insanlığı bu nizâmın iyiliklerinden faydalandırmak mecburiyetindedir. Her ferd bu nizâm dâhilinde dilediği akideye inanmak hürriyetine sâhibtir. Zîrâ inanç bakımından ((Dinde zorlama yoktur.» Şu kadar var ki İslâm ni­zâmını yerleştirmek, İslâm inancına boyun eğen ve eğmeyen bütün İn­sanları bu nizâmın huzur gölgesi altında dinlendirmek için elbette ci­hâd gerekmektedir. Evvelemirde nizâmı kurmak, muhafaza etmek ve bu nizâm çerçevesi dâhilinde herkesi kendi inancında serbest bırakmak için cihâd etmek mecburiyeti vardır. Çünkü bütün bu saydığımız hu­suslar; yeryüzünde hayrın ifâdesi olan bir hâkimiyet kurulmadan, mut­lak hayrın ifâdesi olan kanun ve nizâmlar yerleşmeden, yeryüzünde inanma ve inanılan davaya davet etme hürriyetine tecâvüzü önleyecek bir nizâm kurulmadan yerleşemez.

Bu husus İslâm düşüncesini müdâfaa etmek, iğrenç hücumlara karşı koymak için kahramanca savunma mevzûuyla alâkalı ve İslâm düşüncesinin yozlaştırılmasının sadece bir yönüyle ilgili tek bir örnek­tir,

Muayyen bir devrede karşılaşılan hâdiselere karşı koymak için ya­zılmış araştırmalara gelince; bunlar da ayrı bir sapmanın tohumunu ekmişlerdir. Bu konuda en yakın örnek, büyük âlim Şeyh Muhammecl Abduh'un yazılan ile, büyük şâir Muhammed İkbâl'in İslâm'da dinî düşüncenin yeniden teşekkülü konusundaki konferansları gelir.

Üstâd Şeyh Abduh, fikrî yapının tamamen donuklaştığı, ictihâd ka­pışım sonuna kadar kapatan, Allah'ın şeriatını anlamak ve ondan hü­küm çıkarmak konularında aklın fonksiyonunu inkâr eden bir toplu­lukta yetişiyor. Genellikle dinî konularda hurafeye sapmış düşüncelere dayanan ve aynı zamanda aklî donukluk devrinden kalma te'lîflerle ye­tinen bir müslüman kitleyle karşılaşıyor. Ayrıca aynı devrede Avrupa'­da akıl en üstün noktasına ulaştırılıyor ve Avrupa'lı için bir ilâh yerine konuyor. Hele büyük zaferleri sağlayan ilmî inkişâflarla aklın putlaştı-rüması son dereceye varıyor. Bu arada aklî esâslara dayanan felsefenin hâkimiyeti her tarafı sarsıyor. Bir takım müsteşrikler de Abduh'un ye­tiştiği devrelerde İslâm düşüncesine karşı son derece büyük hücumlara girişiyorlar. Kaza ve kader inancını dillerine doluyorlar. Bu inancın, hayatta müsbet mânâda insan aklını ve enerjisini dumura uğrattığım bağırarak i'lân ediyorlar. İşte üstâd Abduh bu muayyen çevredeki bu muayyen hâdiselere karşı çıkmak isteğiyle nasslar karşısında aklın de­ğerini isbât etmeye çalışıyor. İctihâd fikrini yeniden canlandırmak ve İslâm düşüncesine sonradan sokuşturulmuş olan cehaleti, hurafeyi ve bilgisizliği yok etmek için,çırpınıyor ve İslâm'ın akla değer verdiğini, aklın din ve hayat bakımından önemini isbâta kalkıyor. Bir takım Frenk­lerin müslümanları mutlak bir cebrîliğe ve irâde yoksunluğuna götür­düğünü iddia ettikleri hususlara cevab vermeye kalkışıyor. Evet, işte' Abduh Şark'taki bu "aklî donukluğu ve Garb'daki aklın putlaştınlması-nı müşahede edince bu duruma karşı koymak isteyerek insan aklını, in­sanların hidâyete errnesî konusunda vahye eş bir seviyeye yükselti­yor. Aklın beşer bünyesindeki vâsıtalardan bir vâsıta olduğunu ve vah­yi almakla mükellef bulunduğunu, aklî mefhûmlarla vahyin getirdiği hususlar arasında hiç bir ihtilâfın bulunmayacağım, aklın kendi idrâ­kinin içindeki şeyleri idrâk edip kendi idrâkinin dışında olan şeyleri bilemeyeceğini, bir insan uzvu olarak mutlakiyet ifâde edemeyeceğini, her şeyi kavrayamayacağını, zaman ve mekân hudûdları ile mahdûd olduğunu söylemekle kalmıyor. Halbuki vahiy; ulûhiyyet gerçeği gibi her zaman mutlak hakîkatları ihtiva eden ilâhî irâdenin, vakıaların meydana gelişine taallukunun keyfiyetini açıklar. Aklın bu mutlak kül-İI gerçekleri kabul etmesi ve kendisinin kavraması mümkün olan ko­nulan i'tirâf etmesi gerekir. İşte Abduh bu konularda dış görünüşü iti­barıyla mantıkî gibi beliren, ancak aklı hor görmek ve fonksiyonunu ih­mâl etmek gibi muayyen bir muhitte ortaya çıkan sapmaları düzeltmeye gayret ederek, «Risâlet'üt-Tevhîd» adlı eserinde şöyle diyor:

«İlâhî risâlete dayalı vahiy müessesesi Allah'ın eserlerinden bir eser­dir. İnsan aklı da böyle. Dolayısıyla Allah'ın eserlerinin birbiriyle uyuş­ması gerekir...»

Umûmu itibarıyla bu görüş doğrudur. Fakat geriye bir husus ka-hyor. O da vahiy ve aklın birbirine eş olamayacağı. Vahiy akıldan hem çok daha büyük, hem de daha şümullüdür. Ve bunlardan birisi diğerinin baş vuracağı temel esâs olmak için gelmiştir. Aklın düşünce ve mef­hûmlarını, prensib ve delillerini değerlendireceği ölçü; vahiydir. Sapma ve yanlışlarını ona göre tashih eder ve şüphesiz ki, her ikisinin arasın­da bir uygunluk ve insicam sözkonusudur. Fakat bu esâsa göre... Yok­sa ikisinin birbirine denk ve eş olduğu, her ikisinin de birbirinin aynı seviyede bulunduğu esasına göre değil... Ayrıca da kusur ve eksiklik­lerden arınmış bir akıl, realiteler dünyasında varlığı sözkonusu olmayan bir şeydir. Böyle bir şey ancak hayâller âleminde sözkonusu edilebilir.

Üstâd Abduh'un «Amme cüz'ü» tefsirinde bu görüşün te'sîri altında kaldığı açıkça görülür. Onun talebesi merhum Reşîd Rızâ, onun da ta­lebesi üstâd Mağribî'nin Tebâreke cüz'ü tefsirinde de açıkça bu te'sîrler göze çarpar. Hattâ birkaç kere, akla uydurmak için nassları te'vîl etme­nin gerektiğini sarahaten ifâde eder. Ancak bu, tehlikeli bir metoddur. Akıl kelimesi mes'eleyi realitenin ötesine götürür. Daha önce de dedi­ğimiz gibi, meydanda pekçok akıl vardır. Benim aklım, senin aklın, onun aklı, falanın aklı, filanın aklı. Ortada eksikliklerin, cehaletin, şeh­vetin ve hevâî nefsin te'sîr etmediği mutlak mânâda bir akıl yoktur ki Kur'ân âyetleri o aklın prensiblerine göre muhakeme mevzuu yapılsın. Şayet biz Kur'ân âyetlerini bu pekçok akıl çeşitlerine göre uydurmak için te'vîl yoluna sapacak olursak neticede anarşiye varırız.

Gerçekte bütün bu düşünceler muayyen bir yanlışı göz önüne ala­rak mes'elelere dalmak hatâsından doğuyor. Şayet mes'eleler objektif olarak ele alınsaydı; aşırılığa gitmeksizin, ifrata dalmaksızın, hudûdlan kısıtlamaksızın aklin yeri ve sahası belirtilebilirdi. Vahyin sahası da belirtilirdi. Ve her ikisi arasındaki uygunluk yerli yerinde oturtulurdu.

Hiç şüphesiz ki akıl, vahyi almak konusunda tamamen reddedilmiş, ihmâl edilmiş ve saf dışına atılmış değildir. Aldığı vahyi anlamak ve id­râk etmek konusunda da kapı dışan atılmış değildir. Şu kadar var ki; vahiy, aklın sahasının dışındadır. Bunu kabullenmek gerekir. Her mes'-elede başvurulacak son hüküm kaynağı akıl değildir. Nasslar muhkem olarak kaldığı müddetçe te'vîle sapmaksızın nassların açık hükmü en son hükümdür. Ve aklın, prensiblerini bu sarih nasslardan alması gere­kir. Ve kendi metodunu bu sahîh esâslarına göre yürütmesi îcâb eder.

İkbâl; kendisinin de söylediği gibi, İran menşeli tasavvuf dalga­larının bilinmezlikleri arasında boşu boşuna dolaşan bir düşünce muhîtinin Şark dünyasını sardığını görmüştü. İnsanın var oluşu ile alâkası bulunmayan bu olumsuzluk onun kafasını çelmişti. Tabiatı haliyle İs­lâm, bunlardan hiç birisi değildir. Bir taraftan da İkbâl, Batı dünyasın­daki empiristlerin ve pozitivistlerin hissî düşüncesiyle karşılaşmıştır. Ni-etzsche, «Zerdüşt Böyle Dedi» adlı eserinde süper insanın doğusuyla «Süperman» Tanrının —hâşâ— ölüşünü dile getiriyordu. Nietzsche'in bu eserinde sar'a çarpıntılarına rastlanıyor. Bir kısmı da bunun adına felsefe diyordu. İşte İkbâl, İslâm düşüncesinden ve İslâm hayatından o gereksiz ve lüzumsuz subjektivizm'i temizlemek istedi. Bunun yanı sıra İslâm düşüncesine, emprizm ile pozitivizm'in üzerine dayandığı tecrübe realitesini yerleştirmek istedi. Şu kadar ki, neticede insan objesini açık­laması yönünden karışıklıklar belirdi. Bunun üzerine İkbâl, İslâm dü­şüncesinin tabiatına zıd olduğu gibi Kur'ân âyetlerinin de tabiatına zıd olarak te'vîllere sapmak zorunda kaldı. Arzusu ölümün tecrübenin sonu olmadığını, kıyametin bile tecrübeyi sona erdirmediğini isbâtlamaktı. tkbâl'e göre tecrübe ve gelişme, insanın zâtında cennet ve cehennem­den sonra da vardı. Halbuki İslâm düşüncesi, dünyanın çalışma ve de­nenme diyarı olduğunu, âhiretin ise ceza ve mükâfat diyân olduğunu kesin şekilde belirtmiştir. Ve insan için bu dünyadan başka bir yerde çalışma şekli mevcûd değildir. Bunun yanı sıra âhiret diyarında hesâb ve cezadan sonra yeniden çalışılacak hiç bir sâhâ mevcûd değildir. An­cak bu aşırılık, «Ben»in varlığını ve devamlılığını İsbât etme arzusun­dan doğmuştur. Veya İkbâl'in, Hegel felsefesi deyimlerinden adapte ederek dediği gibi «ego»nun. Bir başka taraftan da İkbâl, tecrübe de­yimine Batı düşüncesinde ve bu düşünce tarihinde kullanılandan daha geniş bir mânâ vermek zorunda kaldı. Ancak böylece müslümanın yap­tığı ve büyük hakîkatlarmdan zevk aldığı ruhî tecrübe sahasına uzana­biliyordu. Felsefî bir terim olarak tecrübe, Batı terminolojisinde hiç bir zaman için ruhî yönü ihtiva etmezdi. Zîrâ Batı düşüncesi, her şeyden önce duyulara ve deneye dayanmayan her türlü bilgi vâsıtalarını ter-ketme esâsından dolmuştur.

İşte İkbâl'i böyle bir çırpınışa sevkeden esâs âmil, Batı terminoloji­sini İslâm'a adapte etme arzusudur... Ki açıkça zorlama ve katılık gö­ze çarpmaktadır. Hattâ İkbâl'in canlı, hareketli, üstün ve parlak şair­liğine rağmen...

Ben bu açıklamalarla gerek üstâd Abduh'u, gerekse onun talebele­rini veya Allah'ın engin rahmetine kavuşan büyük şâir İkbâl'in İslâm düşüncesini geliştirmek yolunda sarfettikleri faydalı, büyük çalışmala­rın değerini küçültmek arzusunda değilim. Sadece dikkatleri bir nokta­ya çekmek istiyorum. O da şudur: «Muayyen bir çıkmaza karşı koymak için yapılan atılımlar çok kere bir başka çıkmaza varır. İslâmî araştır­ma metodunun en uygun olanı şümullü tekâmülüne ve engin uygunluğuna denk olarak îslâm düşüncesinin temel gerçeklerini açıklamaya ça­lışmaktır. Hem de îslâm düşüncesinin özel tabiatına ve kendisine hâs üslûbuna uygun olarak...»

Son olarak da bu kitap bir felsefî araştırma veya teoloji veya me-tafizikî konularda yapılan bir çalışma değildir. Sadece pratik hayatı gözönüne alan bir araştırmadır. Ve doğrudan doğruya pratik hayata hitâb eder. İslâm, beşeriyeti hayat düşüncesi ve ağırlıklarıyla ezen ça­murlardan kurtarmak için gelmiştir. Beşer hayatını ve düşüncesini, yolunu yitirerek saptığı bataklıklardan kurtarmak için gelmiştir. Bun­lardan kurtardıktan sonra insanlığa kendine hâs özel ve farklı bir dü­şünce sistemi kurmak ve Allah'ın sapasağlam nizâmına uygun olarak yürüyen bir başka hayat tarzı teşkil etmek için gelmiştir. Ama görü­yorsunuz ki bugün beşeriyet, o iğrenç bataklığa ve çamurluğa doğru yü­zükoyun yuvarlanıyor. İslâm, eline insanlığın liderliğini teslim edeceği ve beşeriyeti bu çamurluklardan ve bataklıklardan kurtaracak bir İs­lâm ümmeti inşâ etmek için gelmiştir. Ama bugün bakıyoıuz ki bu üm­met, liderlik mekanizmasını ve liderlik sistemini bir kenara iterek o iğ­renç çamurlarda ve bataklıklarda bocalayan milletlerin gerisinde el açıp dolaşıyor.

İşte bu kitap îslâm düşüncesinin hususiyetlerini ve esâslarını be­lirtmek için yapılmış bir çalışmadan ibarettir. Ki bu özelliklerden, Al­lah'ın istediği pratik hayat nizâmı ile san'atla ilgili ilmî ve fikrî çalış­ma esâsları neş'et eder. Bumann gelişip tekâmül etmesi için daha Önce gelen esâs düşünceye dayalı şümullü bir açıklamanın bulunması gere­kir. Gerek İslâm nizâmı ile alâkalı, gerekse İslâm düşüncesinin muh­telif yönlerinden birisi ile ilgili yapılacak bütün araştırmalar evvelemir­de îslâm düşünce sisteminin esâslarına dayanmak mecburiyetindedir. Bu düşünce sistemini aydınlığa kavuşturmak akim, hayatın ve realite­nin ortaya çıkardığı bir ihtiyâçtır. Bu düşünce sisteminin aydınlanma­sına hem İslâm ümmeti hem de bütün beşeriyyet muhtaçtır. İşte eliniz­de bulunan bu birinci kısım, îslâm düşüncesinin özelliklerine temas edi­yor. İkinci kısım'ise inşâallah İslâm düşüncesinin temel dayanaklarını araştırma konusu yapacak. Muhakkak ki insanı doğru yola götüren, hak yolunda yardımcısı olan ve her şeyde muvaffak kılan Allah Teâlâ'dır.

İslâm geldiği gün yeryüzü korkunç bir bataklığın içinde kıvranıyor­du. Düşünce ve inanç bataklığının... Felsefe ve efsâneler bataklığının, evham ve hurafeler bataklığının. Âdet ve alışkanlıkların bataklığı... İçtimaî ve siyâsî bataklık... Yeryüzünde hak bâtıla karışmış, doğru sah­te ile iç içe girmiş, din hurafeye bürünmüş, felsefe mitolojiye dalmıştı. Ve insan vicdanı, bu korkunç bataklığın içinde habire karanlıklara doğ­ru yuvarlanıyor, nizâmlar arasında mahvoluyordu... Hiç bir konuda is­tikrarlı bir bilgiye sahip değildi. Bu korkunç bataklığın te'sîriyle insanIık hayatı devamlı olarak bozuluyor ve inhilâl ediyordu. Zulüm ve zil­lete doğru yuvarlanıyordu. İğrenç bir bedbahtlık sarmıştı her yanı... İnsanın insanlığına yakışmayan uğursuzluklar vardı... Bu hal insana değil bir hayvan bölüğüne bile yaraşmazdı.

Uçsuz bucaksız kurak çöllerde hidâyet ve nurdan eser yoktu... Ka­râr ve yakîn nedir bilinmiyordu. Bu korkunç bataklık insanlığın tanrı ile ilgili bütün düşüncesini sarmıştı. Allah'ın sıfatları, kâinatla ilgisi ve kâinatın O'nunla alâkası mevzularında da durum aynı idi. İnsanın ger­çek yönü ve bu kâinat içerisindeki temel fonksiyonu ve insan varlığının gayesi bilinmez olmuştu. İnsanın yaratılışındaki gayesini tahakkuk et­tirme metodu meçhullere bürünmüştü. Özellikle Allah ile insan arasın­daki münasebetlerin durumu içler acısı. îşte bu bataklıktan ve bu ka­ranlıklardan doğuyordu bütün şer... Ve insanlık hayatını, şerri içinde boğuyordu, İnsanlığın üzerine kâim olduğu cemiyet nizâmı serâpâ şer yığınıydı.

Beşer vicdanı bir türlü istikrar bulamıyordu. Kâinatla ilgili husus­larda bir hükme varabilmiş değildi. Kendi kendisiyle ilgili konularda da böyle. Varlığın gayesini ve hayat nizâmını bilmiyordu. İnsanla kâinat arasındaki münâsebetlerde de durum bundan farksızdı. Gerek ferdler arasında, gerekse topluluklar arasındaki münasebetler tamamen yürek­ler acısı idi. Hiç bir konuda insan içten karâr veremiyordu. Ve zâten de karar veremezdi. Çünkü akîde konusunda bir karâra varmadıkça, Al­lah düşüncesinde sabit bir görüşe ulaşmadıkça hiç bir mevzuda karâr veremezdi. Bu boğucu karanlıklar içerisinde, bu korkunç bataklıkta ve bu ağır yüklerin altında akîde ve Allah konusunda açık ve kesin bir karâra varmadıkça hiç bir konuda karara varmak mümkün değildi. Bu konularda kesin bir karâra da varılmış değildi. Çünkü din düşüncesi tamamen Ortaçağın damgasını taşıyordu. Tıpkı Batı düşünürlerinin de­diği gibi. —Şark'taki bir takım papağanlar da hemen aynı lafı kapıyor ve tekrarlıyorlar— Fakat... Bütün bu karanlıkların sebebi esâs itibarıy­la iki önemli gerçeğe dayanıyordu ve bu iki gerçek, her yerde ve her zaman beşer hayatı ve ruhu için zarurî idi.

1- İnsanoğlu fıtratı itibarıyla bu dehşetengiz kâinatta bir türlü istikrar bulamaz. Çünkü o, kâinata atılmış korkunç derecede küçük, ba­sit ve Önemsiz bir zerre mahiyetindedir. Şu halde insana, bu dehşetler dünyasında huzur ve istikrarı garanti eden muayyen bir bağın bulun­ması gerekir. İnsan, kâinat gerisinde kendi yerini ve durumunu iyice öğrenmelidir. Bu durumda insanın kâinatla olan ilgilerini açıklayan ve insanın kâinattaki yerini belirten âlemşümul bir inanca ihtiyâcı vardır. Bu; hem fıtratı itibarıyla, hem de duygusu itibarıyla insanoğlu için ilk şarttır. Bu zaruretin, asrın ve cemiyetin ihtiyâçları ile ilgisi sözkonusu değildir. İleride bu konuyu araştırdığımız zaman, insanoğlunun bu gerçek münâsebetleri yanlış bir yola götürdüğü ve bu açıklamayı gerçek mânâsı ile yapamadığı zaman ne büyük felâketlere ve kötülüklere dûçâr olduğunu göreceğiz.

2- Şüphesiz ki i'tikâdî düşünce ile içtimâi nizâmın arasında ta­biî olarak çok kuvvetli bağlantılar vardır... Bunları birbirinden ayır­mak imkânsızdır. Ayrıca bu bağlantının, çağın ve çevrenin ihtiyâçları ile ilgisi sözkonusu değildir. Hattâ bunu bağlantıdan da öteye götüre­biliriz. İ'tikâdî düşünce ile içtimaî nizâm arasındaki münâsebet bir do­ğuş münâsebetidir, Sosyal nizâm ve mevcudatın şümullü açıklamasının bir bölümüdür. İnsanın yeryüzündeki fonksiyonu ve durumu, insanın varlığının gayesini çepeçevre açıklamanın sadece bir dalım teşkil eder. Ve böyle bir açıklama esâsına dayanmayan bütün içtimaî sistemler yap­macık olmaktan kendisini kurtaramaz. Köklü bir yaşam imkânı bula­maz. Şayet bir müddet yaşayacak olsa, insanlığı huzur yerine şekkvete götürür. Oysa bu sistemle insan fıtratı arasında kaçınılması güç, zarurî bir çatışma meydana gelir. Şu halde böyle bir bağlantı hem sistem iti­barıyla zarurî, hem de duygu yönünden gereklidir.

Nûh Peygamberden beri îsâ (a.s.)ya kadar gelen bütün peygamber­ler insanlara işte bu gerçeği açıklamışlar, doğru bir tanrı inancı ver­mişlerdi. İnsanın kâinat içerisindeki yerini ve varlığının gayesini İzah etmişlerdir. Şu kadar var ki siyâsî şartların, beşerî arzuların ve insanî zaafların baskısı altında meydana gelen bu gerçekten sapmalar zaman zaman gerçeği kapamış ve beşeriyete ondan haber vermemiştir. Üzerine ağır kum yığınları serpmiş ve yeniden mükemmel olduğu kadar da şü­mullü olan bir risâlet gelmeksizin başını kumdan çıkaracak kolaylık .sağlamamıştır. Her gelen yeni risâlet, beşeriyeti bu ağır kum yığınları­nın altından çekip çıkarmış, bu karanlıkları yırtıp atmış, bu çölleri ay­dınlığa kavuşturmuş ve i'tikâdî düşünceyi hakkın saf, temiz esâslarına istinâd ettirmiştir. Ve böylece insan hayatını, sağlam bir düşünce esâ­sı üzerine yerleştirmiştir. Yeryüzündeki sapık düşünce sistemlerine bağ­lı kimselerin, bu düşüncelerinden ayrılmaları ve üzerinde bulundukları sapık yoldan dönmeleri ancak bu risâlet müessesesi ile ve bu rasûller eliyle mümkün olmuştur. Ne doğru söylüyor ulu Allah:

«Kitâb ehlinden ve putperestlerden olan inkarcılar, kendilerine apa­çık bir belge, içinde kesin ve en doğru hükümlerin bulunduğu arınmış sahîfeleri okuyan, Allah katından bir peygamber gelene kadar inkâr­larından vazgeçecek değillerdir.»  (Beyyine, 1-3)

İnsanoğlu; bu risâletin zaruretini ve beşeriyetin içine dalmış oldu­ğu karanlıklardan sıyrılıp kurtulmasının zorunluluğunu, i'tikâdî konu­larda açık ve kuvvetli bir karâra varmanın zaruretini ancak beşeriyetin o gün için daldığı bataklığın büyüklüğünü gördüğü zaman anlayabilir. Karanlıkların içerisine daldığı o sapık inanç ve düşüncelere, felsefe ve mitolojilere, evham ve hurafelere, âdet ve alışkanlıklara içtimaî ve si­yasî nizâmlara muttali' olduğu zaman kavrayabilir. İşte İslâm, böyle bir devrede gelmiş ve bütün bu sakatlıkların insan vicdanını her yerde baskı altına aldığını görmüştür. İnsan bu karışıklığın, bu girift ve çap­raşık durumun gerçek mâhiyetini kavramadan İslâm'ın getirdiği ay­dınlığı kavrayamaz. Geçmiş semavî dinlerin durumu da yürekler acısı idi. Her taraftan te'vîl ve tahriflerle yıpratılmış ve ilâhî kaynaklar be­şer eliyle tahrifata uğramıştı. Semavî dinlere putperestliğin, felsefenin efsâne ve hurafeleri karışıp dolmuştu. Bizim ana gayemiz, bu araştır­mayı yaparken o düşünceleri başlı başına açıklayıp izah etmek yerine İslâm düşüncesini arzetmek, İslâm düşüncesinin temel esâslarını ve hu­susiyetlerini belirtmek olduğuna göre; biz sadece Yarımada Arabistam-na ulaşmış olan o günkü Yahudilik ve Hıristiyanlığın sapık düşüncelerin­den bazı örnekler vermek ve İslâm'ın geldiği zaman karşılaştığı câhili-yet devri Arap düşüncesinden numuneler sunmakla iktifa edeceğiz.[3]



[1] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 15/8657-8665

[2] Bekir Karlıağ, Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 15/8665-8667

[3] Bekir Karlıağ, Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 15/8673-8681

Free Web Hosting